BİR MOSSAD AJANININ TİCARET SIRLARI
“Okumadan
Geçmeyin”
“Kitabını Bulursanız Alın”
“Kitabını Bulursanız Alın”
İsrail’in ünlü Mossad’ı ya
da Enstitü’sü (İstihbarat ve Özel Harekat Enstitüsü) bütün dünyada türünün en
etkili istihbarat örgütü olarak bilinmektedir. Ne var ki, pek az insan
Mossad’ın bu başarısının isimsiz kahramanlardan yani Mossad Savaşçılarından
kaynaklandığını bilir.
Savaşçı, sahte bir sivil
kimlik altında askeri görevler üstlenen ajandır. Savaşçılar’ın bugüne kadar
başardığı görevlerin arasında Yahudi soykırımının mimarı olan Adolf
Eichmann’ın kaçırılması ve Münih Olimpiyatları katliamı suçlularının
öldürülmeleri gibi pek çok eylem vardır.
Bu gözüpek operasyonları
yürüten Savaşçılar, gizli eylemleri sırasında gereken sahte kimlikleri
sağlayabilmek için bir yandan da önemli ticari kuruluşları yönetmekteler. Tek
başına çalışan Savaşçılar’ın dışarıdan hiçbir desteği olmadığı gibi,
danışabilecekleri kimse de yoktur; yararlanabilecekleri tek kaynak
kendileridir. Görevi yürütebilmek için gereken çözümleri, taktikleri ve
stratejileri sadece kendi içlerinde bulmak zorundadırlar.
Ben bir Savaşçıydım.
Size gerçek adımı
söyleyemem, fakat kod adım “Mektepli” idi (Her Savaşçı’nın bir kod adı
vardır). Gerald Westerby takma adını
bu kitabı yazmak amacıyla edindim.
Bu yazıda benden önceki
Savaşçılar’ın birikimi olan akıl yollarından ve deneyimlerinden de parçalar
bulacaksınız. Bu iş kuralları benim uzun eğitim dönemimin de ayrılmaz bir
parçasıydı. Bunlar her Savaşçının eğitiminde temel parçaları oluşturur.
Yazı, biz Savaşçılar’ın
derslerimizde gördüğümüz biçimde yapılandırılmıştır. Her bölüm Kutsal Kitap
tan aktarılan bir özdeyişle başlar. Eğitimimiz sırasında bir alıştırmaya
veya, bir derse başlamadan önce bize bu aktarmalar verilir, konunun içinde bu
özdeyişi düşünmemiz istenirdi.
Her özdeyişi eski
filozofların yaptığı bir yorum izler. Bu bilge adamlar özdeyişleri Kutsal
Kitap’tan anlamında ele alırlarken, bir yandan da bunların verdiği örtülü mesajları
ararlar. Bizler de Talmud’un (Musevi Yasası) ruhuna en uygun biçimde bu
özdeyişlerin anlamını ve gizli varlığımızla olan ilgisini tartışmaya
özendirilirdik.
Son olarak da,
filozofların yorumları günümüz iş hayatında kılavuz olacak, şaşmaz kurallar
halinde uyarlanmıştır. Bunlar İş Hayatı’nda uygulanacak Mossad
Kuralları olup, bugüne dek hem çok başarılı ticari kuruluşları yöneten hem de
çok başarılı gizli operasyonlar gerçekleştiren talihli 500 Savaşçı’nın verdiği
derslerdir.
Bu ilkeleri ve bir
Savaşçı’nın düşünme tarzındaki günlük etkisini açıklamak amacıyla yazıya gerçek
tecrübelerimi de kattım. Umarım, yararlı olur. Ayrıca, eğlendirici olacağını
da umuyorum. Çünkü, işin gerçeği şu ki, yaptığınız işten keyif almazsanız, iyi
bir Savaşçı adamı olamazsınız. Fakat tüccar olabilirsiniz. Ben de iyi bir
Savaşçı’ydım. Bana göre bu en keyifli işti. İyi bir davaya hizmet ederken
mükemmel bir serüven yaşıyordum.
Savaşçı’nın/ticaret
adamının el kitabı üç bölüme ayrılmıştır: Sabır,
Hazırlık ve Sebat; başarının temel üç öğesi.
Bizlere sabır sayesinde
çoğu sorunun hafifleyeceği, pek çoğunun da tamamen ortadan kaldırılabileceği
öğretildi. Hazırlık sayesinde çoğu “sürpriz” zaman varken keşfedilir ve artık
sürpriz olmaktan çıkar. Sebat sayesinde pek çok engel aşılabilir. Mossad bu kuralları benimseyen işadamlarının ve
işkadınlarının başarılı olacaklarını öğretir. Gerçekleştirdiğim hem gizli hem yüzeydeki operasyonlarıma
baktığım zaman Mossad’ın haklı olduğunu görüyorum.
Dünyanın her köşesinde
başarılı olmuş nice iş adamı da bunu kanıtlıyor.
Geceleri James Bond gündüzleri Sam Walton olabilecek
nitelikte Savaşçıları/ticaret adamını ancak Mossad kadar akıllı, yaratıcı ve
etkili bir örgüt yaratabilirdi.
Ticaretin, lafın gelişi değil, gerçek anlamda bir savaş
olduğunu bilen iş yöneticisinin el kitabı.
******************
HEDEF
“ VeSamta
Oto KeMatara LeNeged Eynekha”
“Ve Sen Onu Gözlerinin Önüne Hedef Olarak
Koydun.”
VeSamta
Oto KeMatara..”
İsrail bilgelerinin yorumu tartışmaya hiç yer bırakmıyor: Hedefini tam
gözlerinin önünde tutacaksın. Aklında değil. Yüreğinde değil. Ama “gözlerinin
önünde.” Her an göreceksin. Her an görüş alanında olacak. Gözlerinin tam
önünde.
Tüm
ve bölünmeyen dikkatle hedefe odaklanacaksın.
Ve
gözün hep hedefte olacak.
Tanımla
Göreceğiniz
bir nesne olmazsa odaklanamazsınız. Varacağınız “bir yer” yoksa, oraya
varamazsınız. Hedefiniz olmadığı taktirde, hedefe ulaşamazsınız. Ve eğer bir
hedef tanımlanmamışsa, hedefiniz de olamaz. Bu nedenle, hedefe varmak için önce
bu hedefin tanımını yapın.
Çok
açık, değil mi? Belki. Ne var ki, pek çok insan hedefin tanımını yapmadan
peşine düşmektedir.
Çoğu
insan için eylem düşünceden önce gelir. O zaman da eylem ilerlemeyle denk
tutulur, hatta çoğu kez onun yerini tutar ve hedef halini alır. Hedefinizin
tanımını yapamıyorsanız, bunun sonucu olarak bu hedefe giden yolun tanımını da
yapamazsınız. Böylece, net bir hedefiniz olmadan birçok “belirsiz” hedef
kovalayarak enerji tüketirsiniz.
Birçok
insan belirsiz ve bulanık bir hedef peşine düşer. Bir “iş”, “mutluluk” veya,
“eş” ararlar. Ne var ki, aradıkları işin görev sorumlulukları, bu işte
ilerleme imkanlarının ne olduğu ve yıllık ne kadar getiri beklediklerini
kafalarında belirlememişlerdir. Mutluluğun peşine düşmeden önce onları neyin
mutlu edeceğini saptamazlar. Evlenmeden önce bir eşte neler aradıklarını hatta
neden evlenmek istediklerini bile düşünmezler.
Bu
nedenle, ne kadarını elde ettiklerini hiçbir zaman ölçemeyecekleri soyut
hedefler peşine düşmektedirler.
İş
hayatında meslektaşlarınız bir hedef yerine, öncelikle bir “iş bağlama” peşine
düşerler oysa o işi bağlama veya herhangi bir işi bağlama, o hedef yolunda
sadece bir istasyondur. Eğer hedefiniz şirketinizin gelirini artırmaksa, o
zaman başka bir gelir-getiren şirket satın almanız mantıklı olur. Ama sırf
“büyümek” veya “yayılmak” uğruna başka bir şirketi ele geçirmenin hiç mantığı
yoktur. Bir şirketi satın alırken eğer hedefiniz net bir şekilde belirlenmemişse,
bu alışverişin mantığı olamaz.
Size
mal satacak üç firma arasında seçim yapmak zorunda kaldığınızı düşünün.
Birinci firma düşük maliyetli ürün önerirken, İkincisi yüksek kalite,
üçüncüsüyse çabuk teslim vaat ediyor. Bunlardan birini seçtiğiniz zaman diğer
ikisi gidip başka müşteri bulacaklar ve belki de ürünlerini sadece o müşteriye
satacaklar. Bir türlü karar veremiyorsunuz. Felç oldunuz.
Ama
sizin hedefiniz satıcı firma seçimini yapmak mıdır? Tabii ki, hayır. Hedefiniz
mümkün olan en düşük maliyetli ürünü seçmek olabilir. Ya da, mümkün olan en
iyi kaliteyi satmaktır. Veya ürününüzü yeni gelişmekte olan bir pazara hızla
sunmanız gerekiyordun Hedefiniz yukarıdakilerin tümü de olabilir. Ama hedefiniz
ne olursa olsun, satıcı firma seçmek bu hedefe ulaşma yolunda sadece bir
adımdır. Önceden belirlenmiş hedeflere ulaşırken karşınıza satıcı firma
seçmekten başka hususlar da çıkacaktır. Dikktanizi hedeften ayırmazsanız,
satıcı firmanın seçimi de olması gerektiği yerde kalır, yani sadece hedefe
giden yolda verilmesi gereken birçok karardan biridir.
Hedefinizin
tanımını yapmak kolay iş değildir. İstediğinizi soyut bir kavram olmaktan
çıkarıp, somut bir taahhüde girmenizi gerektirir. Ve bunu yaparken hedefinizi
tanımlamak, fırsat kapılarını kapamak gibi görünebilir.
Nasıl mı? Bir kez hedefinizi A olarak
tanımladınız mı, A yı seçmekle B ve C’yi seçmemiş olduğunuzu fark edersiniz. Oysa,
birçok kişi vizyonlarının bu erken aşamasında B ve C’yi kaybetmek istemiyor.
Tabii, bu kişilerin gözlerinden kaçan bir şey vardır: gözlerini ve isteklerini
A,B veya C’den sadece birine kesinlikle yöneltmedikleri taktirde A, B veya
C’den kırıntı bile koparamayacaklardır.
Şöyle
düşünelim: Eğer
sürekli vitrin gezerseniz, hiçbir zaman satın alamazsınız. Hiçbir zaman satın
alamazsanız, hiçbir mülkiyetiniz olmaz. Hiç mülkiyetiniz olmazsa, hiçbir
birikiminiz olmaz ve servet oluşturamazsınız. Ne de alışveriş listenizdeki
ikinci maddeye geçebilirsiniz.
Demek
ki, hedef tanımı yapmak her ne kadar seçeneklerinizi azaltıyorsa da, hedefinize
de ancak bu yolla ulaşabilirsiniz.
Hedefinizin
tanımını yapmak sizi o hedefe ulaştıktan sonra nerede olacağınızı düşünmeye de
zorlar. Bazen bunu bilmek aklınızı karıştırıp, cesaretinizi kırabilir.
Örneğin, hedefinizi bir şirket evliliği olarak tanımladıysanız, bu birleşmeden
sonra kendi şirketinizin konumunu da düşünmeye başlarsınız. Şirket hâlâ “kendi
şirketiniz” mi olacak? Hedefinizi şirketinizi satmak olarak tanımlamak sizi
satış sonrasında ne yapacağınızı düşünmeye de zorlar.
Ancak,
eğer bu düşüncelere rağbet etmiyorsanız, hedef tanımını yapmak ve bu hedefe
ulaştıktan sonra nerede olacağınız konusunda kafa yormak istemiyorsanız, o
halde hedefiniz ömürsüzdür gerçekten aradığınız bu değildir ve bu nedenle
hiçbir zaman sonuca ulaşamazsınız
Hedef
başarı için hem öznel hem nesnel bir kriter sağlar. Özneldir, çünkü ne de olsa
hedefi tanımlayan sizsiniz. Nesneldir, çünkü siz hedefi nasıl tanımlasanız da,
bir kez tanımı yapıldıktan sonra varlığını yaratıcısından bağımsız olarak
sürdürür başarısı da yaratıcısının aklından bağımsız bir düzlemde ölçülebilir.
Tanımlanan
bir hedef soyut bir varlığı değiştirir. Gevşek olanı sıkılaştırır, bulanık
olanı netleştirin Tayin edilen hedef planlama ve önceden düşünme gerektirir.
Böylece seçilmiş bir hedefin etkisiyle en cansız, en dağınık varlıklar bile
bir düzene girer. Bir kez hedef tanımlandıktan sonra yaşamınızın her anı bu
hedefe ulaşmanızla ölçülmeye başlar.
Önce
siz hedefi tanımlarsınız, sonra o sizi tanımlar.
Hedefinizi
tanımlamak sizi neyi başarmak istediğinizi bilmeye de zorlar. Tıpkı savaşta
olduğu gibi, iş hayatında da bu kural değişmez. Hedefini tanımla. Hedefini bil. Bu bilgin yoksa,
ne savaşa gir, ne de ticarete.
Savaşlarda
art arda kaybeden taraflar, tanımlanmış bir hedefleri olmadığı için kaybetmişlerdir.
Vietnam ve Lübnan buna örnektir. Yıkılmaz gibi göründüğü halde çoktan adı bile
unutulmuş nice dinozor şirket de aynı kuralın ticarette ne kadar geçerli
olduğunu kanıtlamaktadır.
Bugün
artık sönmüş birer balon olan eski sanayi devlerini kim hatırlayabiliyor? McLaughlin Steel, International
Harvester, Pan American Havayolları artık kimsenin tanımadığı, bir zamanların
mağrur şirketleriydi. Apple’ın
başına gelen felaketi kim tahmin edebilirdi? İki dünya savaşında da Almanlar’ı alt etmiş olan dört teker çekişli Range
Rover’in sonunda Almanlar’ın eline geçeceğini kim bilebilirdi?
Bu
çöküşlerin tek açıklaması vardır. Hedefi
tanımlamamak ve hedefi izlememek.
Bütün
bu kanıtlara ve örneklere rağmen yine de çoğu zaman insanlar neyi elde etmek
istediklerini tam belirlemeden iş görüşmelerine ve pazarlıklara dalıyorlar.
Başarısızlık için bundan iyi reçete olamaz.
Bir
de, hedefin çok kesin çizgilerle tanımlanması halinde doğacak fırsatlardan
yararlanılamayacağı görüşü vardır. Benim savunduğum tezin bununla ilgisi yok.
Fırsat
çıktıkça, elbette buna açık olmalısınız. Ne var ki, oturup böyle fırsatları
beklemeniz doğru olmaz. Önce hedefinizi net bir şekilde görmeniz ve onu
kelimelere dökebilmeniz gerekir ki, karşınıza uzak ihtimalli ve belirsiz her
fırsat çıktığında rotanızdan sapmayasınız. Gideceğiniz yerin neresi olduğuna
karar vermeden, oraya varmanız mümkün değildir. Kafanızda hedefiniz
belirlenmeden yola çıkarsanız, yol boyu karşınıza çıkacak her ilginç kavşak ve
sapak sizi çekecektir. Buna kapılmanız da çok doğaldır, çünkü demir atmayan
kontrolsüz bir gemi gibi siz de bir fikre, bir hedefe bağlanmamışsınızdır.
Önceden ne istediğinize karar vermemişsiniz. Hedefinize yönelik bir taahhüdünüz
yoktur.
Farzedin
ki, bir otoyolda yürürken yanınıza bir otomobil yaklaşıp, gideceğiniz yönde
sizi de götürmeyi teklif ediyor. Bu teklifi kabul etmeli misiniz? Elbette,
kabul edeceksiniz. Ama otomobil sizin yönünüzde gidiyor, ters yönde değil.
İşte, hedef koyup fırsatlara açık olmakla, sadece fırsatlara açık olmak
arasındaki fark budur.
Şimdi
bu savı iş dünyasına aktaralım. A şirketini mi, B şirketini mi satın almak
istiyorsunuz? Bir yatırımcı bankerin bir kâr hedefiyle size yaklaşmasını mı
bekleyeceksiniz, yoksa, hangi şirketi ele geçirmek istediğinizi siz mi o bankere
söyleyeceksiniz? İşte alışverişin özü bu farktadır.
Ya
kaçırılan fırsatlar için gelecek eleştiriler?
Kabul edin. Doğrudur. Bir hedef seçtiğiniz
zaman diğer seçenekleri bırakırsınız. Ya evlenirsiniz, ya evlenmezsiniz. Ya
işinizi büyütürsünüz, ya büyütmezsiniz. Ya başarılı olursunuz, ya olmazsınız.
Hazırlık Yapın
Hedefinize
ulaşmak için birinci adım hedefi tanımlamaksa, ikinci adım da bunun için
hazırlık yapmaktır. Bu da çoğu kez zaten bildiğinizi sandığınız bir şey
üzerinde zaman harcamanızı gerektirir. İşiniz, ticari hayatınız, insanlarla
etkileşim becerileriniz. Ne var ki, pek çok insan zaten bildiği bir şey için
hazırlık yapmanın gerekli olduğuna inanmıyor.
Bu
kesinlikle yanlıştır.
Hayatınızın
her günü yürümüşsünüzdür. Ama bir yürüyüş yarışına katılacaksanız, mutlaka
yarışma yürüyüşünün nasıl yapıldığını öğrenmek zorundasınız. Bunu yapmazsanız,
yerinizde oturun, daha iyi olur. Hayatınızın her günü konuşmuş olabilirsiniz,
fakat topluluk önünde hiç konuşmamışsanız, bunun için hazırlık yapmanız gerekir.
Eğer hazırlanmazsanız, çok sevimsiz tepkilerle karşılaşırsınız.
Bu
nedenle, yapacağınız ticareti önceden yüzlerce kez düşünmüş olsanız bile, buna
ciddi bir şekilde ve ciddi bir ortamda konsantre olmadıysanız, o işi gerçek
anlamda hiç düşünmemişsiniz demektir.
Planınızın
ayrıntılı bir sunumunu hazırlayın. Eleştiriye açık tutun. Soru sorulmasını
özendirin. Savunabildiğiniz kısımlarını savunun, gerekirse bazı kısımlarını
atın. Cevaplayamadığınız soruların ışığında planın ayakta kalabilirliğini
kestirmeye çalışın. O planı yaşayın. Tekrar gözden geçirin. İşte, hazırlık
budur.
Çabalarınızı
mutlaka odaklayın ve yoğunlaştırın. Gürül gürül akan bir nehir gibi olun, cılız
kolları gibi değil. Böyle olursanız önünüze çıkan her şeyi süpürüp geçersiniz.
Düşüncelerinizi, enerjinizi ve tüm çabanızı sadece ve sadece tek bir hedef
üzerinde yoğunlaştırırsanız, dikkatleri bölünmüş olan rakiplerinizle
yarışmanız ve onları alt etmeniz çok kolay olacaktır. Ayrıca, ileride çıkması
mümkün “yapacak çok fazla şey var” yakınmasına dayanan mazeretleri de önceden
gidermiş olursunuz. Eğer yapacak çok şey varsa, o işi yapmayın.
Bitirilmeyecekse,
o işin hiç yapılmaması daha iyidir.
Başarmak
Gerçekler
şöyledir: Çoğu insan hedefini tanımlamaz. Tanımlayanların birçoğu bunun için gereken
hazırlığı yapmaz. Hem hedefini tanımlayan hem de bunun için hazırlık
yapanların da birçoğu hedefine ulaşamayacaktır. Bunun nedeni, başka hiçbir şey
düşünmeden tüm dikkati seçilen hedefe yoğunlaştıramamaktır.
Eğer hedefiniz büyük bir şirket olan BigCo’nun
başkanıyla görüşmekse, BigCo’nun başkan yardımcısıyla görüşmek için çaba
harcamayın. Öyle yaparsanız, sonunda sadece başkan yardımcısıyla
görüşürsünüz, başkanla değil. Dahası, başkanla görüşmek için gereken zamanı ve
kaynakları boşuna harcamış olursunuz.
Aynı
şekilde, BigCo’nun başkanına ulaşmaya çalışırken başkanın sekreteri size
kabalık ederse, üstünde durmayın. Öfkenizi göstermeyin ve karşılık vermeyin.
Küsüp gitmeyin. Sekretere nezaket dersi vermeye kalkmayın. Eğer kendinizi
kaptırıp, tepki gösterirseniz rotanızdan bir hayli saparsınız. Hedefe giden
önemli bir yolu kapamış olursunuz.
Eğer
hedefiniz bir işi iki gün içinde bitirmekse ve gerçekten de o işi iki günde
bitirmek istiyorsanız, o iki gün boyunca ahbap görüşmeleri yapmayın. O iki gün içinde
dostlarınızla, ailenizle zaman geçirmeyin, dengeli bir hayat sürmeye
çalışmayın. Bunun yerine bütün zamanınızı ve enerjinizi o hedefin peşinden
gitmeye ayırın.
Eğer hedefiniz ürününüzü satmaksa, bunu
gerçekleştirene kadar telefonun başından kalkmayın. Yemek
molası vermeyin, kariyerinizi yeniden değerlendirmek için durmayın. Hatta,
satmayı hedeflediğiniz miktarın tamamını satana kadar hiç ara vermeyin.
Özür
dilemenizi gerektiren şeyler olmuşsa, hedefinize ulaştıktan sonra bunun için
bol bol zamanınız olacaktır. Belki şu gerçeği bilmeniz sizi rahatlatabilir.
Başarılı insanlar özür dilemek için diğerlerine göre çok daha az zaman
harcarlar.
Pek
çok insanın hedefine ulaşamama nedeni, yarı yolda hedef değiştirmesidir. Bunu
neden yaparlar? Çünkü bir hedef uğruna gözü kara bir kararlılıkla çalışmak
zordur. Bir hedefte değişiklikler yapmak veya bundan vazgeçmek, engeller
karşısında sebat etmekten çok daha kolaydır.
Önce
hedefin önemsiz görünen küçük bir parçasını değiştirirsiniz. Bitirme zamanını
bir saat geciktirmek, ya da bir ürünün bir parçasını projede olduğundan daha
sadeleştirmek gibi şeyler. Sonra başka bir şeyi, ardından yine bir şeyi
değiştirmek istersiniz. Sonunda bir bakarsınız ki, bütün planınız değişmiş. “Din Pruta KeDin Me’ab” (Bir kuruşunu harcarken de yüz kuruşunu
harcıyormuş gibi düşün.) Küçük
bir değişikliği de önemli bir değişiklik yaparmış gibi ciddiyetle ele
almalısınız.
Küçük
bir geri adım her zaman “küçük” bir geri adım değildir. Verilen küçük bir taviz
her zaman önemsiz olmayabilir. Bu nedenle, bir değişiklik her ne kadar akla
yatkın gelse de, her ne kadar gerekçeler uydurulabilse de ve her ne kadar yeni
bir plan artık gözünüze daha hoş görünse de, hedefinize ulaşana kadar o hedefin
peşini bırakmayın. Bunu yapmadığınız taktirde kendinizi pes etmeye ve başarısız
olmaya alıştırırsınız.
Tabii,
bir de hedefi uğruna çabalayıp hedefine ulaştıktan sonra hayat boyu pişman
olanlar hakkında anlatılan masallar vardır. Bunlar doğru değildir. Bu
masalların çoğu kendi hedeflerine ulaşmayı başaramayanlar tarafından uydurulmuştur.
Kendi başarısızlıklarıyla yaşamak zorunda olup, buna kılıf uydurmak isteyenler
tarafından yayılır.
İşin
doğrusu şudur, hedefine ulaşmayı başaramayıp, ömrünün sonuna kadar pişman olan
insanların sayısı, hedefe ulaşıp da pişman olanlardan çok daha fazladır. Kat
kat fazla. Aslında her gün çoğumuzun etrafında böyle insanlar vardır. Çoğumuz
böyle biri olabiliriz.
Başarısız
olmayın.
ZAMANLAMA
“LaKal Zman Ve Et LeKal Hefetz...”
“Her
Şeyin Bir Mevsimi vardır; Her Amacın Bir Zamanı.”
LaKal
Zman...
Hayat karşımıza pek çok tuhaflıklar çıkarır. Bunlardan en büyüğü de, zaman,
sabır ve eylemin paradoksudur.
Gençlikte
dünya kadar zaman vardır, fakat sabır yoktur. Yaşlılıkta ise alabildiğine
sabır vardır, fakat zaman çok azdır. Gençlikte eylem eylemsizliğe tercih
edilir, oysa yaşlılar için eylemsizlik eylemden daha çekicidir.
Sabırsız
eylem başarısızlığa mahkûmdur. Öte yandan, eylemsizliğe yol açan sabır da
başarısızlığın ta kendisidir.
Sabırlı
işadamı akıllı işadamıdır. Bir iş fırsatı görünce buna hemen dalmayın, önce
şöyle bir etrafında dolanın, iyice gözlemleyin, anlamaya çalışın, biraz dürtün,
hatta biraz tahrik edin. Fakat adamakıllı bir perspektif geliştirene kadar
sakın o işe girişmeyin.
Sabır
“Olgunluk”
diye de bilinen perspektifi kazandıran şey sabırdır. O olgunluk, insanın fırsat
alanına balıklama dalmak yerine, buna objektif bir gözle bakmasını sağlar. Belki
daha da önemlisi, benzersiz bir fırsat çıktığında gözlemcinin bunu
tanıyabilmesi için gereken perspektifi kazandırmasıdır. Bir ekonomik bunalımı,
durgunluk zamanını ve gayrimenkul çöküntüsünü yaşamamış biri için likidite riskleri
sadece akademik bir kavramdır. Borsa patlamasını, fırlayan altın fiyatlarını,
enflasyonu yaşamamış biri için de nakit toplayıp saklamak akıllıca tutum olarak
görülebilir.
Sabır
sayesinde olgunlaşmış bir fırsata gözü kapalı atlayabilirsiniz. Sabrın
eksikliğinde, insan dar-bakış hataları yapmaya mahkûmdur.
Dar-bakış
Dar-bakış
hataları, kişi bir nesneye sadece bir açıdan bakıp, bu algılamaya dayanarak
harekete geçerse gerçekleşir. Yerde bulunan bir insanın gördüğü manzarayla
havada bulunan bir kimsenin gördükleri çok farklıdır. Bunlardan hangisi
arazinin doğru haritasını çıkarabilir? Hangisi arazideki yükseklikleri ve
derinlikleri daha doğru belirleyebilir?
Bir
şirketi, o şirketin tek bir özelliğine bakarak değerlendirmeyin. Bir başka
deyişle, bir şirketin satışlarına bakarken, o şirketin zihinsel kapasitesine
bakmayı da ihmal etmeyin. O şirketin satışları yakında bitecek olan bir patent
üzerine dayanıyor olabilir. Ya da hiç patent yoktur ve o şirketin başarısı
yakında daha büyük şirketlerin devreye girmesine yol açacaktır. Bu büyük
şirketler köpek balığı gibi, sabırla o küçük şirketin satış başarısını
bekliyorlardır. Tipik bir dar-bakış hatası olan son örnek, değerlendirmeyi yeni
parlamaya başlayan, nakit sıkıntısı içindeki bir şirketin sadece güçlü
satışlarına dayandırmaya örnektir. Böyle bir şirketin köpek balıklarını
püskürtecek mali donanımı yoktur.
Bu nedenle, dar-bakış hatalarına
karşı hazırlıklı olmak son derece önemlidir. “Exemplo” adında bir şirket düşünün, sağlam geliri var, düzenli
olarak büyüyor ve yeterli nakit rezervine sahip. Kağıt üstünde Exemplo, tam bir
“kazandırıcı” görülüyor. Ne var ki, “kağıt üstü” bu şirkete bakışın sadece
bir açısıdır. Gidip Exemplo’nun
personeliyle tanışın ve onlarla şirketin insanları hakkında konuşun...ürünleri
değil. Eğer Exemplo’nıın satış
elemanları mutsuzsa, analistlerin gösterdiklerine bakmanıza bile gerek yoktur. Eğer
Exemplo’nun en üst yöneticisinin dolgun bir tazminat paketi varsa, şirketin
yeni bir yönetici tarafından nasıl yönetilebileceğini düşünün. Eğer
Exemplo’nun dış danışmanları yakınlarda değişmişse, belki de eski danışmanların
desteklemedikleri bazı tatsız şeyler dönüyordur.
Daima
bir nesneye birden fazla açıdan bakmaya çalışın, göreceksiniz ki, ortaya
birden fazla gerçek çıkacaktır.
İlişkilerin Zaman Değeri
Herhangi
bir ilişkide geçen zamanın kendisi bile bir samimiyet yaratabilir. Arada önemli
bir alış veriş olmasa bile, bir insanın bir başkasıyla yıllar boyunca teması
kesmemesi o kişiler arasında bir yakınlık bağı oluşturmaya yeter. Bu nedenle
bütün tanıdıklarınızla ilişkilerinizi hayatta tutun. Yılda bir kez bile olsa
onları arayın ya da bir kart atın. Onlardan ne zaman bir tavsiye, bir iş
ortaklığı ya da bilgi isteyeceğinizi bilemezsiniz. İlişkiyi korumak en az
çabayı gerektiren, fakat en büyük karşılığı veren yatırımdır. Ve bu karşılığı
da kesinlikle kaçırmamanız gerekir.
GÜÇ
“Avi Yiser Etchem BeShotim VaAni Ayaser
Etchem BeAkrabim ”
“Babam
sizleri azarlayarak yola getirirdi, ama ben sizi kırbaçla cezalandıracağım.”
Avi
Yiser Etchem...
Büyük bilge Kral Süleyman ölmüş, ülkede birbirinden güzel anıtsal inşaat
projelerini miras bırakmıştı. Ne var ki, bu projelerin maliyeti çok yüksekti.
Krallığı büyük borçlar altına sokmuştu. Bu borçları ödeyebilmek için kral
halkına ağır vergiler yükledi.
Kudüs’teki
bu inşaat furyasından doğrudan pay alamayan on İsrail kavmi bu vergi yükünden
hiç hoşnut değildi. Fakat Kral Süleyman çok sevilen bir kraldı ve yaşadığı süre
boyunca bu on kavim ödeme sorunu çıkarmadı. Ama Süleyman öldükten sonra, oğlu
ve taht varisi olan Rehoboam'a gidip, vergilerin ertelenmesini istediler.
Kibirli
ve toy bir genç olan Rehoboam İsrail kavimlerinin bu uzlaşma çağrısını
reddetti. Uzlaşmak yerine, kararlılığını göstermek amacıyla sert önlemlere
başvurdu. Halka yaptığı ilk konuşmada onu dinleyen binlerce kişiye dişlerini
sıkmalarını söyledi. Onun krallığı sırasında halkını, babasının zamanından çok
daha ağır yükümlülükler bekliyordu.
Halk bu açıklamayı şaşkınlık ve
keder içinde dinledi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra İsrail’in 12 kavminden 10 u İsrail Krallığı’ndan çekildi. O günden beridir de İsrail halkı
bir daha hiçbir zaman tek bir yönetim altında ve tek bir yerde birleşemedi.
Gücün
başarıyla kullanılması demek, çoğu kez onun uygulanmasından çok,
uygulanmamasıdır.
Güç
Güç
bir gereçtir. Tek başına ne olumlu ne de olumsuz değeri vardır. Yararlılığı sadece
başarılı kullanımıyla ölçülebilir. Başarısı da kolayca kanıtlanamaz. Güç
yararlı olduğu kadar zarar da verebilir. Bu nedenle gücü ancak etki sınırını
iyice anladıktan sonra kullanmalısınız.
Gücün Doğası
Güç
her zaman ama her zaman sahibinin tahmin ettiğinden daha az etkilidir.
Rehoboam kararlarını tebasına kabul ettirecek gücü olduğunu sanmıştı. Ama öyle
bir gücü yoktu. Onun gücü sadece o kararları çıkarmaya yetiyordu, daha ötesine
değil. Gücü kullanmaya kalkmasıyla
Rehoboam bir anda hem krallığını hem kendini yok etti. Ne var ki, bu
sonucu sağlayan da kendi gücüydü ve bu gücün kullanımıydı... Başkasınınki
değil.
Kullanılan
güç hiçbir zaman geri alınamaz. Bir kez devreye girdikten sonra geri dönüş
yoktur. Güç kullanımının artık kendi başına bir hayatı vardır ve bu asla göz
ardı edilemez. Bir fikri bırakabilirsiniz. Söylenen sert bir söz için açıklama
yapılabilir. Fakat güç, bir ilişkinin dinamiğini öylesine değiştirir ki,
kullanıldıktan sonra kesinlikle hiçbir şey eskisi gibi olamaz.
Gücün Kuralları
Gücün
birinci kuralı onun sınırlarını bilmektir. İnsan bunu nasıl bilebilir? Dikkatli
ve çok yakından tahlil ederek.
Güç
kulanmadan önce kendinize sorun: Kullanmak niyetinde olduğum gücün doğası
nedir? Fiziksel güç mü? Otoriter güç mü? Psikolojik güç mü? Sonra da şunu
sorun: Bu çeşit gücün doğal sınırları nelerdir? Örneğin, fiziksel güç bir
ülkeyi fethetmeye yarayabilir fakat iş bir ülkeyi yönetmeye
geldi mi, tamamen yetersiz kalır. Rehoboam örneğinde olduğu gibi, otoriteden
kaynaklanan gücün yaptırımı olabilmesi için, o otoritenin kendi gücü
olmalıdır. Rehoboam’ın otoritesi hiç sınanmamışti; bu yüzden de o otoriteden
kaynaklanan güce güvenmesi budalalıktı.
Gücün
bir sonraki kuralı, insanın bunu ne zaman kullanacağını bilmesidir. Gücü ancak
ikna edemeyeceğiniz belli olduğu zaman kullanmalısınız. Uygulanması halinde
çıkacak sonuç sizin için tek kabul edilebilir sonuçsa, gücü o zaman
kullanmalısınız.
Bir
durum düşünün: Bir perakendecinin, ürününlerinizi rakibinizin ürünlerinden daha
iyi sergilemesini istiyorsunuz. Farzedin ki, ürününüz bu perakendeci için çok
önemli, çünkü bunun sayesinde dükkanlarına gelen müşteriler başka şeyler de
satın alıyorlar. Bu olgu size güç kazandırır. Ekonomik bir güçtür, çünkü
elinizde bu perakendecinin ekonomik durumunu daha iyi veya, daha kötü hale
getirme imkanı vardır. Yine farzedin ki, daha iyi sergilenmek için bu
perakendeciye defalarca rica ettiniz, fakat hiç tınmadı.
Artık
karar verme zamanıdır.
İkna
edemediniz. Ekonomik gücünüz var. Ürünlerinizi o perakendeciden çekebilirsiniz.
Eğer sizin için tek kabul edilebilir sonuç rakibinizden daha göze çarpıcı
biçimde sergilenmekse, bu tehdidi öne sürerek gücünüzü kullanmalısınız. Ama
Rehoboam’ı da unutmayın. Tebası onun gücüne boyun eğmektense, o gücü göz ardı
etmeyi yeğlemişti. İnsanlar ve şirketler her zaman rasyonel ekonomik modelleri
izlemeyebilirler. O perakendeci de ekonomik sıkıntıyı ve gelir kaybını göze
alıp sizin gücünüze teslim olmayabilir.
Kabul
edeceğiniz başka bir sonuç olabilir mi?
Eğer
o perakendeci ürünlerinizle özel promosyonlar dağıtmanıza izin verse, bununla
yetinir misiniz?
Perakendeci
size belirli bir minimum satış güvencesi verse ve böylece sergilenme önceliği
riskini kendi üstüne alsa, bununla yetinir misiniz? Amacınıza erişmek için
mutlaka başka yollar da vardır.
Uygulanmayan
gücün (uygun zamanlarda bile) sahibine getireceği kazanç, bunun
uygulanmasından daha büyük olabilir.
Gücün
son kuralı, kullanma sonrasının da hesabını yapmaktır. Genel bir ilkeye göre,
güç kullanımının istenen sonucu vermesi çok ender görülen şeydir, fakat hemen
her zaman o alanı kullanım öncesi halinden farklı hale getirir. Bu nedenle güç
kullanmanın sonucunu değerlendirirken, ortaya çıkacağına inandığınız sonucun
başka seçenekleri olup olmadığını düşünün. Böyle yaptığınız taktirde, hiç
kuşkunuz olmasın, ilk düşündüğünüzden farklı bir seçeneği tercih edeceksiniz.
SESSİZLİK
“Siyag LeKhokma Shtika.”
“Sessizlik
Bir Zeka Belirtisidir.”
Siyag
LeKhokbma...
Eski İsrail bilgeleri sessizliğin değerini Aramî dilinde sadece üç sözcükle
tanımlamışlardı. Zaten, başka nasıl olabilirdi ki? Bu üç Aramî sözcüğü, Siyag
Lekhokhma Shtika, Anglo-Sakson uzantısı olan “Sükut Altındır” deyişini aşan
bir felsefeyi açıklamaktadır, ikinci deyiş sessizliğe pozitif bir değer
yakıştırırken, Aramîce olanı, sessiz bireye bir pozitif değer, yani, bilgeliği
yakıştırmaktadır.
Sessizliğin Değeri
Sessizlik
olumsuz haliyle tanımlanır; tanımını yaparken onun olmadığı şey açıklanır. Ses
değildir. Sadece başka bir şeyin yokluğunda var olabilir. Bu nedenle sessizlik
bir kendini tutma hareketidir. Bunu ancak ihlal etmemekle yaratabilirsiniz.
Sessizlik
bir boşluktur; doldurulması ya da, doldurulmaması gereken bir boşluk; tercihe
bağlıdır. Dolayısıyla da, sessizliğin değeri sadece ve tamamen sessizliği koruyan
kişi tarafından belirlenir. Bunun korunması ise, o kişinin bilgeliğinin
göstergesidir.
Konuşmanız Gerekmiyorsa... Konuşmayın
İş hayatında çoğu kez suskun
kişilerin çok zeki insanlar olduğu sanılır. Suskun insanların derin düşünceler içinde
oldukları ve tahliller yaptıkları varsayılır. Bunun tersini gösteren bir kanıt
yoksa böyle düşünmek hiç yanlış değildir.
Konuşmaya başladığınız ana kadar
sizin hakkınızdaki önyargı, sizin zeki olduğunuzdur. Suskun
kişinin güven vermesi için fazla çaba harcaması gerekmez. Oysa, konuşkan
kişinin zeki olduğuna inanılması için gerçekten de zeki olması gerekmektedir. Bir kez ağzınızı açtınız mı ve
diliniz devreye girdi mi, artık riskli bir yolculuğa çıkmışsınız, demektir.
Konuşma
bir mayın tarlasıdır.
Her bir sözcük bir mayındır ve konuşma süreci haritası olmayan bir arazidir.
Ne kadar çok konuşursanız, mayın patlatmanız ihtimali o kadar artar.
Yersiz Suskunluk Herkese Aittir; Yersiz Konuşma Sadece
Sahibini Bağlar
Gereksiz
yere konuşmak bir güçsüzlük ve güvensizlik belirtisi olarak görülebilir... Ve
çoğu kez de öyledir. Bunun nedeni, bir başkasıyla beraberken sessiz
kalınmasının çoğu kimse için huzursuz edici olmasıdır. Bu kimseler böyle
durumları çare bulunması gereken bir sorun olarak görürler. Onlara göre böyle
durumlarda bir anormallik vardır ve içinde bulunan kişileri küçük düşürür. Bu
kimseler karşılarındaki insanın da kendileri gibi huzursuz olduğu
varsayımıyla, sessizliği gidermeye kalkışırlar. Böylece huzursuzluğu gidermek
ve bu konuda öbür kişiye de yardımcı olmak amacıyla konuşmaya başlarlar.
Bu,
biçimsiz bir duruma gösterilen gergin bir tepkidir. Ve ne tuhaftır ki,
karşınızdaki dinleyici sizin nezaketinizi algılamak yerine, onun huzursuz
olmaması için kendi saygınlığınızı harcayabileceğiniz izlenimini edinir.
Konuşmakla karşınızdaki insana vereceğiniz mesaj şudur: Size
hizmet etmeye hazırım.
Bu tuzağa sakın düşmeyin.
Eğer yersiz bir suskunluk varsa ve havadan
sudan konuşmak gerekiyorsa, bırakın bu yükü karşı taraf üstlensin. Boşluğu
doldurma işini karşınızdakine bırakmakla, kendi huzurunuzun sorumluluğunu karşı
tarafa yıkmış olursunuz ve bunun uzantısı olarak görüşmenin diğer yanlarıyla,
örneğin o işle ilgili tutumlarıyla da sizi tatmin etme sorumluluğunu üstlenmiş
olurlar.
Ayrıca
karşı taraf ya ne söylediğini iyi düşünmek zorunda kalacaktır ya da mayın
tarlasında yürüme riskine girecektir. Bakın bu da size stratejik bir koz
kazandırmış oluyor. Ve unutmayın: Siz konuşurken, karşı taraf düşünüyor
olacaktır. Bir iş görüşmesinde siz düşünecek durumda değilken, karşınızdakine
bu imkânı vermek hiç istenilir şey değildir. O halde, bırakın öbür taraf
konuşsun, siz düşünün.
Son
bir nokta: Bu kural kabalık veya “soğukluk” noktasına varana kadar suskun
kalmak anlamına gelmez. Bir cümle söylemek yerine, bir gülümsemeyle de gereken
sıcaklığı ifade edebilirsiniz. Art arda sözcükleri boşaltmak Verine, başınızı
olumlu anlamda sallamakla da dostluk gösterisinde bulunabilirsiniz. Anlatmak istediğim şey özetle
Şudur: Gevezelik etmeyin!
Birkaç
kelime söylemenizin kaçınılmaz zorunluluğu varsa, konuşun, fakat hiçbir şey
söylemeyin. Budala durumuna düşmeden bunu becermek sandığınız kadar zor değildir.
“Açık” soru tekniğini kullanın.
Açık
soru, olabilecek en basit soru biçimidir. Sorunun
kendisinde bir cevaba yöneltme veya, bir yargı yoktur. Çocukların bilgi edinmek için sordukları biçimdedir. Siz de bunu
çocukların kullandığı amaçla kullanın.
“Nerede
yaşıyorsunuz?” “Adınız nedir?” “Ne yapıyorsunuz?” Bunlar tipik açık soru
örnekleridir, istediğiniz kadar inceleyin, bu soruların içinde soruyu soran
hakkında veya cevabında gizlenmiş bir şey bulamazsınız. Tıpkı herhangi bir
kimsenin keyfine göre dolduracağı boş ve hantal bir araç gibidir.
“Roma’da
mı yaşıyorsunuz? “Adınız Angelo mu?” “Yemek mi yiyorsunuz?” gibi sorular da
yukarıda örneklerini verdiğimiz çeşidin tam tersidir. Bunlar kapalı sorulardır.
Uzun bir karşılığa davet yoktur. Cevap zaten sorunun içindedir. Kısa bir evet
ya da hayır ile veya bir baş sallamakla cevap verilebilir. Kapalı bir soru
karşınızdaki insanı sadece evet veya hayır demeye zorlar.
Bu
sizin düşmanınızdır. Kullanmayın. Siz çocuk olun.
Meraklı olun.
Açık
sorunun kapalıya göre güzelliği, evet/hayır ile cevaplanmamasında yatar. “Seni
ilgilendirmez” gibi bir tepki de olsa, yine de verilen cevaba özgün bir düşünce
girmek zorundadır. Sonuçta o ters cevabı da alsanız, yine bir kapalı soruya
göre daha çok bilgi edinmiş olursunuz.
Açık
soru sorduğunuz zaman karşınızdakine uygun bir cevap (bazen uygun olmayabilir
de) seçip, kendi gönlünce bunu genişletme imkanı vermiş olursunuz. Oysa, kapalı
soru sormakla, karşınızdakine kabul edeceğiniz cevabın sınırlarını çizer,
sadece kısa bir karşılık beklediğinizi ima edersiniz.
Bu
iki tip soru arasındaki keskin farkın en kolayca görülebileceği yer mahkeme
salonlarıdır. Açık sorular avukat kendi tanığım doğrudan sorguladığı zaman
kullanılır. Kapalı sorularsa sadece çapraz
sorgulamada veya karşı tarafın tanığı sorgulanırken uygulanır.
Avukat,
doğrudan sorgulama sırasında müşterisinin hikayesini en ufak ayrıntısına kadar
anlatmasını ister. Bu nedenle de açık sorular kullanır. Oysa,
çapraz sorgulama sırasında aynı avukat karşı tarafın tanığını kendi istediği
doğrultuda yönlendirmek için kapalı sorularla sıkıştırır. Kapalı soru, yapısı
gereği kapalı cevap alır ki. Bu da soranın yönlendirdiği cevap olur. Çapraz
sorgu yapan, istediği cevabı karşısındaki kişinin ağzına kendi elleriyle
yerleştirir.
Siz
çapraz sorgu yapmayacaksınız. Dua edin, size yapan da olmasın.
Açık
soru konuşma musluğunu açar. Size başkalarının karasularında gezinme imkanı
verir. Yeterli sayıda açık soru sormakla, görünüşte karşılıklı konuşma olduğu
sanılan, ama aslında tek taraflı, uzun bir konuşmayı yönlendirmiş olursunuz.
Ustalaştığınız zaman, bir daha hiç bilgi vermek zorunda kalmazsınız.
Açık
soru sizi hiç hüsrana uğratmaz. Konuşmayı başka birinin sürdürmesini
istiyorsanız, ona bir açık soru sorup, konuşma fırsatı verin. Bu tekniğin çok
başarılı olmasının basit nedeni, çoğu insanın kendisi hakkında konuşmayı çok
sevmesidir. Fırsatını buldu mu, pek çok insan, hatta en kasıntı işadamları bile
(aslında özellikle, kasıntı işadamları) hiç tanımadıkları kişilere hayat
hikâyelerini anlatırlar. İşin gerçeği şu ki, çoğu insan fırsatını buldu mu
saatlerce kendisi hakkında konuşur fakat bir an bile karşısındakinin tek kelime
etmediğini fark etmez.
Bilgi depolayın
Sessizlik
sisteminin anahtar maddesi “açık” sorudur ve bunu mümkün olduğunca sık
kullanmaktır. Bütün diğer avantajları bir yana, karşınızdaki kişinin ağzından
yığınla bilgi edinip deponuza atabilirsiniz. Konuşanın cevaplarından ve
yorumlarından o kişinin kafa yapısını, hedeflerini ve ihtiraslarını bile
öğrenebilirsiniz.
Örneğin,
beğenilen bir restoran hakkındaki bir konuşma size konuşanın mutfak
tercihlerini, sosyal ortam tercihlerini, malî duyarlılıklarını,
alışkanlıklarını ve bunlar gibi daha pek çok yararlı bilgi sağlayacaktır. Bu
bilgi daha sonra atacağınız adımı planlamanıza, bir sonraki sorunuzu hazırlamaya
ve çoğu kez, bütün pazarlık stratejinizi belirlemenize yardım eder.
Tarafsızlık Kuralı
Süregelen
konuşmaya özgün bir şeyler katmanız kaçınılmaz hale gelirse, o zaman en
tarafsız konuyu alıp bunu en tarafsız ses tonuyla ortaya atın. Bu, gerçekten
bir sanattır ve kullanılmadan önce provası yapılmalıdır. Hedefiniz bir kenti,
restoranı, spor takımını veya buna benzer “cansız ve duygusuz” bir konuyu
tartışmaya açmak, ama bu konudaki tutumunuzu karşınızdakine belli etmemektir.
“Berlin de ne kenttir ama...
Gerçekten... Tabii, bölünmüş durumundayken çok farklıydı.”
Şimdi bu cümleleri düşünün.
Tarafsızlık Kuralı’nın güzel bir örneği. Konuştunuz, sıranızı savdınız ama
hiçbir şey söylemediniz. Karşınızdaki insan sözlerinize bakıp sizin Berlin’i
sevdiğinize hükmedebilir mi? Nefret ettiğinize? Hiç umurunuzda bile olmadığına?
Tarafsızlık
Kuralını kullanarak, hiçbir şey söylemeden saatlerce konuşma sanatını
sürdürmeniz mümkün olacaktır. Bu biçimdeki gevezelik eğer doğru
değerlendirilirse muazzam yararlar sağlar.
Tarafsızlık
Kuralı birisinin gözüne girmek için kullanılmaz. Kullanma amacı o birisi
hakkında bilgi edinmektir. Bunu yaptıktan sonra o bilgiyi nasıl
değerlendireceğiniz size kalmıştır. Kimi zaman karşınızdakiyle uyumlu bir tavır
almak istersiniz. Bazen de tersi olabilir. Önemli olan, ne çeşit tavır alırsanız
alın, bunu önceden düşünerek ve hesap ederek yapın... işi şansa bırakmayın.
Hiçbir Zaman Gönüllü Bilgi Vermeyin
Her
konuda en az iki konum vardır. Çoğu durumda daha da fazla olabilir. Pazarlığın
ön aşamalarındayken, yani, daha kur yapıyorken konumunuzun arzuladığınız hedefe
uygun olmasını istersiniz. Bu yüzen de son konuşan siz olun. Ya da, konuşun,
fakat hiçbir şey söylemeyin. Unutmayın ki karşınızdaki kişinin sizinle aynı
fikirde olma ihtimali (havadan bahsetseniz bile) yüzde elliden çok değildir.
Bir
uzlaşma sırasında bir konuşmacının yapacağı en büyük hata, gönüllü olarak bilgi
vermektir. Yani, karşınızdaki kişiye ya da olası iş ortağınıza daha önceden
bilmediği ve özellikle de sizden sormadığı bir şeyi söylemektir.
Bu,
her ne kadar çok belirgin görünse de, emin olun, en yaygın ve sık tekrarlanan
hatadır. Bu kuralı çiğnerseniz, bedelini ödersiniz. Ve unutmayın, daima bir
bedel olacaktır.
Size adınızı sordukları zaman,
adresinizi de söylemeyin.
Hangi ülkeden olduğunuzu
sordukları zaman, ev adresinizi de söylemeyin.
Teklifinizin ne olduğunu
sordukları zaman, teklifinizin ardındaki mantıktan söz etmeyin.
Size yöneltilen her soruyu
olabilecek en dar anlamda alın ve o dar anlamda cevaplayın.
Haber
bilgidir ve bilgi de güçtür. Bilgi sizin cephaneliğinizdeki en güçlü silahtır.
Eğer rakibinize ikram edilirse, artık onun cephaneliğine girmiş sayılır, sizde
değildir.
Çok
sık anlatılan bir örneği düşünelim: Trafik polisi, hız limitini aşan
sürücüye, kaç kilometreyle gittiğini biliyor musun, diye sorar. Böyle bir
soruya verilecek tek cevap vardır: Hayır. Ne var ki, pek çok sürücü buna evet,
der ve hız limitinin üstünde bir sayı söyleyiverir.
Kesin Bilgi Vermeme Kuralı
“Fazla”
bilgi vermekten kaçınmayı öğrenmek şarttır. Bunu zarif bir şekilde yapmak yani
bu sırada kaçamak cevap veriyormuş gibi görünmemek ise başlı başına bir sanattır.
Sadece
ve sadece sorulan soruya cevap verin. Asla daha fazlasını değil. Ve cevabınız
elden geldiğince belirsiz olsun.
Şu
örnekleri düşünün: Kesin Bilgi Vermeme Kuralı’na göre, “Adınız nedir?” sorusunun cevabı, “Joseph Ben Hannan,” değil, sadece “Joe” olmalıdır.
“Kaç yaşındasınız?”
sorusunun cevabı “kırk” değil, “orta yaşlı” olmalıdır.
“Onu ne kadar zamandır tanıyorsunuz?”
sorusunun cevabı “On yıl” değil, “Uzun zamandır” olmalıdır.
Sizin
hesabınıza kaç kişinin çalıştığı sorulduğu zaman, sakın çalışanlarınızın
sayısını vermeyin. Soru bu değildir. Aslında, şöyle düşünün: işçilerinizin
sayısı sizin hesabınıza çalışanların sayısına eşit midir? Tabii ki değildir.
Amacınız
karşınızdakini etkilemekse, sizin hesabınıza çalışan insanların sayısına
dışarıdan tuttuğunuz avukatları, muhasebecileri, danışmanları, karınızı ve gün
boyu size yararı dokunan kim varsa, onları da katın.
Amaç
şirketinizi olduğundan küçük göstermekse, o zaman hesabınıza çalışan
insanların arasına aslında bordronuzda olan, ama bütün gün aylaklık eden
sülükleri katmayın.
O
halde, dikkat: Size nerede yaşadığınız sorulursa, ülkenin adını verin,
eyaletin değil; eyalet sorulursa, bölgesini söylemeyin; bölge sorulursa, kenti
söylemeyin; kent sorulursa semti söylemeyin; semt sorulursa sokak adını söylemeyin;
sokak sorulursa, evin numarasını söylemeyin.
Ne kadar az bilgi verirseniz,
bunu izleyen cevaplarınızda o kadar esnek ve yaratıcı olabilirsiniz. Ne kadar
çok bilgi verirseniz, o kadar daha gerçeklerle örülmüş yapışkan bir ağ içine
kıstırılırsınız.
Soru Soranın Kotası Kuralı
Bir
insanın mahremiyetine burun sokmadan bilgi toplamanın toplumca kabul
edilebilir bir sınırı vardır. Bu kotayı aştığınız an, bulunduğunuz ortamda
gözden düşersiniz. Bu kotayı aşmanız demek, o ilişkideki hassas dinamiği
aleyhinize çevirmek anlamına gelir.
Bu
kuralın güzelliği, işlerliğindedir. Çoğu kez, sizin o ana kadar kurnazca
gizlediğiniz şeyleri isteyeceğinden korktuğunuz o bir sonraki soru hiç gelmez.
Bu
çekinilen sorunun hiç sorulmaması birçok nedene bağlıdır, ama bunların başında
kimsenin fazla meraklı görünmek istemeyişi gelir. Ve eğer size soran kişi
sürekli takip
sorularıyla üstünüze gelip, ayrıntılara girmeye çalışıyorsa, ona burnunu çok
uzattığını belli edin; bunu kabalık olarak kabul etmeyecektir.
Bu
nedenle, öğrenmek istediği en küçük bilgi kırıntısı için karşınızdaki kişiyi
soru sormak zorunda bırakırsanız, kısa zamanda soru kotasını dolduracak ve
sorgulamasını o günlük orada kesecektir. Siz ne kadar gönüllü cevaplar ikram
ederseniz, o kişinin kotasında o kadar daha çok yer kalır ve işi kolaylaşır.
Sorulmayan Soru Kuralı
Bir
önceki, bilgi ikram etmeye karşı olan kurala benzer başka bir kural da, Sorulmayan Soru Kuralı’dır.
Sorulmayan
soru, tıpkı bir sanrı (serap) gibi, sadece bunu işiten kişinin zihninde var
olur. Sorulmadığı halde sorulmuş gibi görünen, dolayısıyla cevap beklendiği
sanılan sorudur. Bu çeşit sorunun kendisi aslında zararsızdır. Zararlı olan,
sorulmamış soruya gereksiz yere verilen cevaptır.
Genel
gözlem bu kuralı erkeklerden çok kadınların çiğnediğini ortaya koyuyor. Bu
nedenle kadın Savaşçılar bu kurala özel dikkat vermek zorundadırlar.
Karşımızdakini
memnun etme arzusuyla, hoşsohbet veya cana yakın olmak için kimi zaman bir şey
sorulmadan önce cevap verme eğilimindeyizdir. Başka bir deyişle, zihninizde
bir sonraki soruyu “işitir” gibi olursunuz. Aslında, çoğu zeki insan gibi
sıradaki soruyu tahmin etmişsinizdir. Ve “zaman kazanmak” için veya karşınızdakine
ne kadar zeki olduğunuzu göstermek amacıyla sorulmamış soruyu cevaplarsınız.
Hata
edersiniz.
Sorulmamış
soruyu cevaplamakla, karşınızdaki kişinin bilmediği, belki de sormayı bile
düşünmediği bir şeyi gönüllü olarak açıklamış olursunuz. Sorulmamış soruyu cevaplamakla
karşınızdaki kişinin soru kotasını büyütüp, sizden daha çok bilgi koparma
hakkını artırmış olursunuz. Dahası, karşılıklı konuşmanın dengesini değiştirip,
kontrolü karşınızdaki kişiye vermiş olursunuz çünkü artık siz memnun etmeye hevesli
konumundasınızdır.
O
halde, adınız sorulduğu zaman sadece adınızı söyleyin, arkadaşlarınızın size
ne ad taktıklarını değil. Ne iş yaptığınız sorulursa, sadece ünvanınızı
bildirin, görev tanımınızı değil.
Ve
eğer size “sermayenizin” ne olduğu sorulursa, cevap verin (istiyorsanız), ama
bunun önemli bir kısmının değerli bir mülkün satışıyla sağlandığını eklemeyin.
Bu bilgi ayrı bir soru gerektirir. Karşınızdakini her bilgi için soru sormaya
zorlamakla hem onu yorarsınız hem de başka sorular sorma hakkını
daraltırsınız.
Kesin
Bilgi Vermeyin kuralıyla bu kural arasındaki ince, fakat önemli farka dikkat
edin. Bu kurala göre siz sadece sorulan sorulara cevap verirsiniz; ne
eksiğiyle ne fazlasıyla. Kesin Bilgi Vermeyin kuralına göreyse, sorulan soruya
net cevap vermeyerek karşınızdakini raydan çıkarabilirsiniz.
Her
iki kuralı da sık sık kullanmanızı öneririm.
“ Ve
Natati Lekha... Et Kol Eretz Canaan. ”
“Ve
Moshe Shalach Otam LeRagel Et Eretz Canaan...”
“Ve
Ben Sana Bütün... Kenan Ülkesi’ni bahşedeceğim.”
“Sonra
Musa Onları Kenan Ülkesi’ne Casusluk Etmeye Gönderdi...”
Ve
Natati Lekba...
Burada çok özel bir öykü vardır. Yüce Tanrı İbrahim ve soyuna Kenan Ülkesi’ni
vaat etmiştir. İbrahim’in soyundan olan, Tanrı’nın Kenan Ülkesi’ni vaat ettiği,
Tanrı’nın kendini göstermiş olduğu ve uğruna mucizeler yarattığı Musa,
tanrının vaat ettiği ülkeyi bir kez kontrol etmek ister. Musa’nın Kenan
Ülkesi’ne casus gönderme amacı Tevrat’ta (Eski Ahdin ilk beş kitabı) şöyle
açıklanır: ••• “toprağın ne olduğunu, orada yaşayan insanların güçlü mü güçsüz
mü, iyi mi kötü mü, şişman mı zayıf mı, sayılarının az mı çok mu olduğunu
öğrenmek...”
Neden?
Eğer Musa Tanrı’nın bu ülkeyi ona ve halkına bahşettiğine inanıyorsa neden
buraya casus gönderiyor? Musa, Tanrı’nın Kenan Ülkesi’ni İsrail halkına teslim
edebileceğinden kuşku mu duyuyor? Musa, Tanrı’nın İsrail halkına değerli bir
armağan olarak Kenan Ülkesi’ni seçmesinden kuşku mu duyuyor? Eğer öyle
değilse, Kutsal Kitap’ın verdiği mesaj nedir?
Hiçbir
şeyi varsaymayın.
Varsayım Yapmayın
Bir
yöneticinin karşılaşabileceği en büyük tehlike, var olduğunu bilmediği
tehlikedir. O yöneticinin tehlikenin varlığından habersiz olmasının nedeniyse,
ya başka birinin yaptığı yanlış durum değerlendirmesi yüzündendir ya da önceden
vermiş olduğu bir talimatın yerine getirildiğini varsaymasındandır. Önemli
durumlarda asla varsayım yapmayın.
Önemli
bir mesajın sizin istediğiniz biçimde iletileceğini varsayabilir misiniz?
Hayır. Başladığınız bir işlemi sizin planladığınız biçimde başkalarının
bitireceğini varsayabilir misiniz? Hayır. Talimatlarınızın tam sizin
bildirdiğiniz biçimde uygulanacağını varsayabilir misiniz? Hayır. O halde,
bütün bunlar her şeyi sizin yapmanız gerekir, anlamına mı geliyor? Hayır.
Eğer
o iş birinci derecede önemliyse, kendiniz yapın. İkinci dereceden önemi varsa,
başka birininin yapmasına izin verin, ama yapılmış olduğunu varsaymadan önce
mutlaka kontrol edin. Eğer üçüncü derecede önemli bir işse, başka birine
yaptırın, ama yapılmamış olabileceğini düşünerek davranın.
Birinci
derecede önemli iş, eğer ilk defasında doğru biçimde yapılmazsa, sonradan
düzeltmesi mümkün olmayan iştir, ikinci derecede önemli iş, eğer ilk defasında
doğru yapılmazsa, daha sonra düzeltmesi mümkün olan, fakat bunun için maddi,
manevi bedeller ödenecek olan iştir. Üçüncü dereceden iş, ilk defasında doğru
yapılmazsa düzeltilebilir ve maliyeti de pek yüksek olmaz.
Federal
Express kargo şirketi bütün ticaretini birinci dereceden işleri yerine
ulaştırma vaadi üzerine kurmuştur. Ama göndereceğiniz kargo gerçekten de o gece
alıcının eline geçmeliyse, yani, bunun gerçekleşmemesi düzeltilemeyecek bir
sonuca yol açacaksa, Federal Express ile göndermeniz iyi olur mu? Hayır.
Atlayın uçağa kendiniz götürün.
Hangi
işlerin birinci, ikinci veya üçüncü derecede önemli olduğunu belirleyecek kesin
ve kestirme kurallar yoktur. Her işin kendine özgü özelliği vardır. Yapılacak
şey, her durumu tahlil edip kendinize göre sınıflandırmaktır. Sonra o işi
kendiniz mi yapacağınıza, yoksa başka birine mi havale edeceğinize karar
verirsiniz.
İşinizle
ilgili birinci dereceden önemli konulara birkaç örnek: Bağımlı olduğunuz
kişilerle yapacağınız toplantıların ayarlanması; bağımlı olduğunuz kişilere
yapılacak ödemeler, başkalarının bağımlı olduğu işlerin yerine getirilmesi.
Varsayımlarınızın Sınırlayın
Herkesin
bir varsayımı vardır. Böyle olmasaydı, hiçbir şey yapamazdık. Güneşin doğudan
doğduğunu varsayarsınız. Şimşek çaktıktan sonra gök gürültüsü geleceğini varsayarsınız.
Gecenin ardından gündüz olacağını varsayarsınız. Bunlar her ne kadar
varsayımsa da, buna bel bağladığınız için herhangi bir zarar görmezsiniz.
Fakat,
ya bir adamın karısını sevdiğini varsaymak? Bir çocuğun ebeveynlerinden önce
ölmeyeceğini varsaymak? Profesyonel bir kişinin doğru yönde hareket edeceğini
varsaymak? Bir sözleşmenin yerine getirileceğini varsaymak?
Eh,
ne demişler... öyle varsayın, ama temkinli olun. Bunu yapmanın en iyi yolu da
yapacağınız varsayımların sayısını mümkün olduğunca az tutmaktır. Bir adım
attıktan sonra İkincisini atabilmemiz için elbette, yığınla varsayımı
kucaklamak zorundayız. Telefonların çalışacağını, paketlenmiş gıdaların
sağlıksız olmadığını, suyun temiz olduğunu varsaymamız gerekiyor. Ne ki, bazen
bir şeye güvenmemiz yerinde olurken, diğer zamanlarda yersizdir. Ancak, geçmiş
deneyimlerimize güvenerek böyle varsayımlarda bulunmazsak, her adımımızdan önce
bir şeyi denemeye, sınamaya ve doğrulamaya kalkarsak uygar bir dünyanın
sakinleri olarak hiçbir şeyi yapamaz hale geliriz.
Seçeneğimiz
bu olunca, deneyimlerimizin de ışığı altında bazı temel varsayımlar yaparak
mantıklı bir risk üstlenebiliriz. Bir balıkçı gel git olayını varsaymak
zorundadır. Deniz yükseldiği gibi çekilecektir. Tabii, her gün bunun
gerçekleştiğini gözleriyle görmek için bekleyebilir ama o zaman da balık
tutamaz. Bir seyir görevlisi de, dünyanın oluştuğu günden beri güneşin yine
doğudan doğacağını varsaymak zorundadır.
Bu
gibi somut bilgilere dayanan varsayımlarda bulunmanın sakıncası yoktur. Ama
sizin kişisel deneyimle kazandığınız bir bilgiye dayanmayan ve varsayım yanlış
olduğu taktirde size pahalıya patlayacak durumlarda başkasının bilgisine ve
deneyimine bel bağlamayın.
KUTUNUN DIŞINDA DÜŞÜNMEK
“ Ve HaMetim Asher Hemit BeMoto Rabim
MeAsber Hemit BeHayav. ”
“Böylece
Ölürken Öldürdüklerinin Sayısı Sağken Öldürdüklerini Aşıyordu.”
Ve
HaMetim...
Samson’un günümüzde bilinen hikayesi büyük bir cesaret örneğidir-, bir kişinin
halkının iyiliği için kendini seve seve feda edişinin destanıdır. Burası doğru.
Fakat aslında Samson’un hikayesi bundan daha önemlidir. Bu hikâye alışılmışın
dışında düşünebilmeyi anlatır. Bir adamın eşsiz bir gereç geliştirip ciddi bir
soruna hiç beklenmedik bir çözüm bulması hakkındadır. Hikaye yaratıcılık
hakkındadır.
Herkes hayattayken savaşabilir.
Samson ölüyken savaştı.
Samson
kördür ve bağlanmıştır. Filistinliler’in tutsağıdır. Görünürde tamamen
çaresizdir. Kolosyumun sütünlarına bağlı haldeyken, değil başkalarına, kendine
bile zarar veremeyecek durumdadır. Alışılmış kalıplar içinde, bu görüş
doğrudur.
Hiç
alışılmadık üzere, dolasıyla hiç kimsenin beklemediği bir şekilde Samson
sütünları iterek devirip, kolosyumu yıktı ve kendisiyle birlikte binlerce
Filistinli’ye mezar etti.
Samson’dan
önce, kendini yok ederek başkalarını yok etmek bilinen bir şey değildi.
Samson’dan sonra hiç unutulmadı.
Kutunun dışında düşün. Yoksa
kutuyu kaybet.
Yaratıcılık
Özgün
fikirler üretebilmek, başkalarının yapamadığını yapabilme hüneri, bir kez
ortaya atıldıktan sonra herkesin, neden daha önce düşünemediğine şaştığı bir
noktayı akıl etmek, işte, yaratıcılık budur. Ne öğretilebilir, ne satın alınabilir.
Bir insanın göz rengi gibi tanrı vergisidir. Ancak güç kadar, çeviklik kadar
veya, zeka kadar somut bir niteliktir. İnsanlararası etkileşimde en az para,
nüfuz ve bilgi kadar önemli bir faktördür. Yaratıcı bir aklın gücü asla göz
ardı edilmemelidir. Ve yaratıcı akıl her zaman sizin tarafınızda olmalıdır.
Samson,
Gaza’da Filistinlileri devirdiği zaman bunu yapabilmesinin nedeni, kendisini
yok etme planı içinde bunu planlayanların da yok edilişini görebilmesidir. Görünüşte
çözülmez gibi görünen bir soruna yaratıcı bir çözüm bulmuştu.
Olanaklarınız
arasında yaratıcılığın bulunmasını nasıl sağlayabilirsiniz? Buna sahip olan
kimseleri bunu kullanmaya teşvik ederek. Ekibinizdeki yaratıcı elemanın farklı
düşünmesine ve gerekiyorsa, farklı olmasına izin verirsiniz. Yuvarlak bir
deliğe kare şeklindeki taşı zorla sokmaya çalışmazsınız. Yaratıcı fikirlere
kızmaz, alaya almazsınız. Boğmazsınız. Tersine, kucak açarsınız, özendirirsiniz,
evinize davet edersiniz. Peşinen kabul edersiniz ki, her sorunun birden fazla
çözümü vardır ve en belirgin olanı çoğu zaman en iyi olanı değildir.
Yaratıcılığı
özendirmek, öncelikle sizin kendi sınırlarınızı tanımanızı gerektirir. Eğer
kahverengi gözlü doğmuşsanız, ölürken de gözleriniz kahverengi olacaktır. Bunu
kabul edin. Ama bunu kendinize uyarlamayı da öğrenin. Yani, boyunuz kısaysa,
daha uzaması için çalışmayın... gidip bir merdiven alın.
Yaratıcı
olmayan bir aklın en iyi niteliği, yeniliklere açık olabilmesi, başkalarının
fikirlerini dinleyip bunları düşünebilmesidir. Yeniliklere açık olan akıl,
yaratıcı bir öneriyi kesmeden ve önyargıyla savmadan dinler. Açık akıl yaratıcı
aklı sevgiyle kucaklar. Bunu yaptığı zaman açık akıl da yaratıcı akıl olur ve
bunu yapmakla olanaklarının arasına pozitif bir başarı öğesi daha katmış olur.
Aklınızı
daima açık tutun.
Sınırları Bir Yana Atmak
Zorlu
bir sorunu çözerken en önemli nokta, bu sorunu ilk başta çözülmezmiş gibi
gösteren engelleri giderecek veya etrafından dolanacak yolları bulmaktır.
Yaratıcı aklın bir özelliği de bunu yapabilmesidir. Nasıl yapar? Bu engelleri
yok sayarak, sınırları bir yana atarak. Yaratıcı akıl şunu sorar: “Bu iş aslında bir sorun olmasaydı, ben
nasıl yaklaşırdım? Eğer engeller olmasaydı, hangi yolu seçerdim?”
İşin
başındayken engelleri yok saymakla insan çoğu kez, daha önceden gözüne çarpan
engellerin aslında hedefe giden en iyi yolda bulunmadığını anlar.
Şirketinizin
mükemmel bir ürünü var. Ancak, bunun için gerekli dağıtımınız yok. Şirketinizi
ve ürününüzü geliştirmek için yeterli fonlarınız var, fakat belirli bir gelir
akışı olmazsa durumu uzun süre götüremeyeceksiniz. Rakibinizin ürünü sizinki
kadar iyi değil fakat mükemmel bir dağıtım sistemi kurmuş. Rakibinizin
dağıtıcıları onun ürününü kaybetmekten korktukları için sizin ürününüzü
dağıtmıyorlar. Bu korkuları yerli veya, yersiz olabilir fakat pratikte bunun
hiç önemi yok. Şu anda önemi olan tek şey, sizin ürününüzü dağıtamamanız. Siz
ürünü satamayıp, gelir sağlayamadığınız takdirde, kendi dağıtım şebekenizi
kurmanız da mümkün değil.
Alışılmış
kalıplar içinde bakan biri bu durumu tam bir çıkmaz olarak niteler. İyi ürün
var, dağıtım yok. Dağıtım olmazsa, şirketin büyümesi imkansız. Şirket
büyümezse, üretim kesilecek. Ürün yok, dağıtım yok.
Bu
kalıbı bir yana atın. Engelleri yok sayın. Kendi kurallarınızı yaratın.
Rakibinizi satın alın.
Onun ürünlerini satmayı sürdürürken araya kendi ürünlerinizi de sıkıştırın.
Kendi ürününüz pazarı ele geçirince, bunu pazarın, rakibinizin ürününden
farklı bir dilimine yerleştirin. Cadillac ve Chevrolet gibi. Şimdi iki farklı
pazarda iki ürününüz var ve her ikisi için de dağıtım imkanlarına sahip
durumdasınız.
Çözümü bulun, sonra da sorunu yeniden
tanımlayın.
Pes Etmeyin
Yaratıcılığın
pek fazla tanınmayan bir özelliği de inattır... Yani, pes etmemek. Çözülmez
gibi görünen bir soruna çözüm bulmakta ısrar etmek, sizi o sorunu daha yaratıcı
yollarla incelemeye zorlar. Bunu yaptığınız zaman karşınıza sorunu çözmek için
daha farklı yollar çıkacaktır.
Önde
gelen bir serum pompası ve solüsyonu üreticisi, zaten doymuş olan hastane
endüstrisine, pompalarının “yeni ve geliştirilmiş” versiyonunu satma çabası
içindeydi. Satışlar istediği düzeyde olmayınca üretici pompa satışlarını
toptan kesti. Bunun yerine aynı piyasaya bir yenilik getirerek, pompalarını
hastanelere kiralamaya başladı. Buna karşılık hastanelerden her ay belli
miktarda solüsyon satın alma güvencesi istiyordu.
Ticaretin
geleneksel yöntemini ve ilk planı olan, hastanelere binlerce yeni pompa satma
hedefini bir yana bırakmakla ve aynı kazancı sağlamak için birden fazla yol
olabileceğini kabullenmekle, üretici firma kendi kendisinin bankeri haline
dönüştürüvermişti. Böylelikle, ürününe hedeflediğinin çok üstünde pazar
bulduğu gibi, eski ve yeni müşterilerini de uzun vadeli sözleşmelerle
bağlayabilmişti.
Pes
etmedi ve kazandı.
“Va
Ya’asof David Et Kol Ha'am Va Yelech Rahata Va Yelachem Ba Va Yelkeda. ”
“Davut
Bütün Halkını Topladı. Rabbah’a Gitti. Savaştı ve Fethetti.”
Va
Ya’asof David...
Rabbah kenti Kral Davut’un son askeri fethidir. Bu nedenle de Tarih Kitabının,
Davut’un kente saldırmak için bütün halkını toplayışından özellikle söz etmesi
dikkat çekicidir.
Davut
büyük bir savaşçıydı. Dahası, başkomutanı Yoav zaten kent dışında kamp kurmuştu
ve zorlanmadan fethi gerçekleştirebilirdi. O halde, neden Davut saldırıya geçmeden
önce bütün halkını topladı?
Bunu
yapmasına gerek olmadığı için. Son askeri fethinin arefesinde hiç gereği
yokken bir takım oluşturmakla Davut halkına bir vasiyette bulunmuştur:
Birlikten güç doğar, işbirliğinden zafer.
Savaşta
olduğu gibi, ticarette de birlikten güç doğar. Savaşta sayılar belirgin bir
üstünlük sağlar. Desteğiniz olmamasındansa, olması daima daha iyidir.
Düşmanınıza korku salmak, salmamaktan daha iyidir. Cenahlarınıza adam
ayırabilmeniz her zaman işe yarar. Askerleriniz kendi saflarında ne kadar çok
kardeş savaşçı görürlerse, o kadar güven duyarlar.
Aynı
şey iş dünyası için de geçerlidir. Bir tarafta, tercihen sizin tarafınızda,
çok sayıda profesyonel olması karşıdaki tarafa kuvvetli bir üstünlük mesajı
iletir. Her şeyden önce bu konuyu çok ciddiye aldığınızı gösterir. Bir iki profesyonelle
yetinmek yerine bir ekip oluşturmak zaman, gayret ve kaynak ister. Bunu
rastgele değil, böylesini daha akıllıca ve gerekli gördüğünüz için
yapmışsınızdır. Olayı ciddiyetle ele aldığınızı karşı tarafın bilmesini
istediğiniz için, böyle yapmışsınızdır.
İkinci
neden, bir ekip oluşturmakla kazanmak için ne kadar kararlı olduğunuzu ve bu
amaçla hiçbir masraftan ve gayretten kaçınmadığınızı göstermenizdir. Hedefinize
varma arzunuzu karşı taraf zaten bilir, diyeceksiniz ve bu doğrudur. Fakat
arzunuzu bilmeleri yeterli değildir. Sizin istediğiniz şey, hedefe varmak için
duyduğunuz arzunun derinliğini bildirmektir. Bunu yapmanın bir yolu da ekip
oluşturmaktır... kalabalık bir ekip. Belki gündemdeki iş için gereğinden çok
fazla sayıda eleman...
Kral
Davut’un, Rabbah’ta yaptığı gibi. Siz de öyle yapın.
Bir
ekip oluşturmadan ve buna bel bağlamadan önce, kendinize bu ekipten ne gibi
yararlar beklediğinizi sormalısınız. Bir kişiyle de yapılabilecek bir göreve
bir ekip göndermenin yararlarını net bir şekilde tanımlayamıyorsanız, o zaman
ekip oluşturmanın yararı yoktur.
İş
hayatında karşınıza çıkacak her engel farklıdır ve kullanacağınız ekibin
değerini söz konusu engelin kendi özellikleri çerçevesinde analiz etmelisiniz.
Bununla birlikte, bazı genel kurallar her zaman geçerlidir.
*
Bir ekip içinde olmak ekip içindeki bireylere moral verir. Yüksek moral de
başarıyla başarısızlık arasındaki fark olabilir.
Bir
yığın avukat, satış temsilcisi veya şirket yöneticisiyle karşı karşıya
geldiğiniz zaman, elinizde karşı tarafa göre daha çok koz bulunsa da, tek
başınıza sizin veya hesabınıza çalışan birisinin neşesini ve güvenini koruması
çok zorlaşabilir. Oysa, bir ekiple birlikteyseniz, o ekip önünüzdeki sorunla
doğrudan ilgili olmasa bile, kendinizi daha güvenli ve daha olumlu
hissedersiniz. Zihninizdeki bu avantajı ilerideki görüşmelerinizde gerçek
avantaja çevirebilirsiniz.
*
Bir ekip sayesinde, sizi başarısızlığa götürebilecek, bir tersliği yara almadan
atlatabilirsiniz.
İş
görüşmelerinde ve diğer uygulamalarda hiçbir ayrıntıyı atlamamak, en küçük bir
zihinsel hata bile yapmamak çok zordur. Tek başınıza olursanız, her ne kadar
karşı tarafla denk güçte olsanız da, kişisel beceriniz yüzde 99 da olsa, bir
küçük hata veya, bir anlık dikkatsizlik sizi başarısızlığa götürebilir. Oysa,
bir ekibiniz varsa, bir ekip üyesi sizin o hatanızı telafi edip tekrar doğru
rotaya girmenizi sağlayabilir.
*
Bir ekip sayesinde, istediğiniz şeyi elde etmeye yarayacak kimliği
takınabilirsiniz.
Bir
satış toplantısı sırasında satış ekibinize moral aşılayan neşeli bir kimlik
takınmak isteyebilirsiniz. Ama aynı zamanda bu kişilere daha ciddi ve kuşkucu
bir mesaj da vermeniz gerekiyor. Bu da birinci kimlikle pek uyuşacak şey değil.
Teoride her ne kadar bu iki farklı kimliği takınmanıza engel yoksa da, bunu
yapmanız pratikte sadece dinleyicilerin aklını karıştırmaya yol açar. Eğer bir
ekibiniz varsa, istediğiniz rolü üstlenebilir, ekip üyelerinize de uygun
gördüğünüz rolleri dağıtabilirsiniz.
Bir
sözleşme aşamasındayken pazarlık için odaya avukatlar, bankerler ve bunlar
gibi sözde uzlaşmacıların dolması iş hayatında sık görülen bir sahnedir. Aynı
zamanda çok da gereksizdir. Yani, eğer bu profesyonellerin her birine kendi
becerisine göre özel bir görev, belirli bir rol verilmemişse, hiçbir yararı
yoktur. Aksi takdirde sadece masrafınızı artırmış, iş bitirme kapasitenizi
azaltmış olursunuz ve kalabalık bir ekip bulundurmanın hiçbir yararını göremezsiniz.
Sadece
kalabalık sayıda olmak hiçbir zaman üstünlük sağlamanın garantisi değildir.
Böyle olacağına inanmak için de hiçbir neden yoktur. Ama belli bir amaçla ve
misyonla görevlendirilen kalabalık bir ekip daha az sayıdan oluşan rakibe
karşı her zaman üstünlük sağlar. Nazi
Almanya’sının savaş mekanizması, Avrupa’nın en iyi orduları karşısında
girdiği tüm savaşları kazanıp yoluna devam etmişti çünkü düşmanlarından hem
sayıca üstündü hem daha disiplinliydi. Almanlar’ın bildiği anlamda disiplin, sadece
itaat değildir; bir görevdir. Gerçekten de artık disiplin sözcüğü
meslekle, bir işe bağlanmayla ve görevlendirilmeyle eş anlamlı tutulmaktadır.
Vietnam’daki
Amerikan askerleri sayıca üstün olmalarına rağmen disiplinsizdiler. Tıpkı Afganistan’daki Rus askerleri
gibi. Buna karşılık Körfez
Savaşı’ndaki Amerikan askerleri “görevlendirilmiş kitleler” kavramına örnek
olmuşlardı. Amerikalılar’ın
komutasındaki Körfez Savaşı müttefik orduları sayıca Irak ordusundan çok daha
üstündüler. Fakat bundan önemlisi, hepsinin belli bir görevinin olmasıydı.
Her birinin belli bir amacı vardı. Kendilerinden öncekiler gibi, savaş
sırasında bir köşede beklemiyorlardı.
Davut, Golyat ve
Filistinlileri’i yenebildiyse, bunun nedeni onca sayısal üstünlüklerine rağmen
Filistinliler’in hiçbir şey yapmadan,
öylece durmalarındandır. Sayısal üstünlüklerini kullanarak, Israilliler’i
hemen oracıkta boğabilecekken, Filistinliler budalaca bir seçimle, niteliksel
üstünlüklerini kullanmayı tercih ettiler. Golyat’ı Davut’la kapıştırdılar.
Oysa, bireysel savaşçı becerilerini yarıştırmaktansa, muazzam sayısal
üstünlüklerini kullanmaları gerekirdi.
Ticaret
hayatında da bu dersler farklı değildir. Eğer çalışanlarınızın her biri
bireysel olarak görevlendirilmemişlerse, büyük ihtimalle hiç kimse sizin
sandığınız işi yapmıyordun Bireysel görevlendirme yapmakla bireysel sorumluluk
da vermiş olursunuz. Ekip performansının temel öğesi de, bireysel
sorumluluktur.
Ekip
çalışması, takım ruhu, galip takım gibi kavramlar artık çok klişeleşmiş olsa
da, sonuçta bir ekip bir araya gelen bireylerden oluşur. Her bireyin özel bir
görevi olursa ve o kişi bu görevi bilir ve yerine getirirse, ancak çok ama çok
gerektiği zamanlarda bir ekip arkadaşının boşluğunu doldurabilirse, o zaman
galip bir takımınız var demektir.
Başarısızlığın
kesin bir reçetesini istiyorsanız bir ünvanın, bir rolün veya bir etki alanının
birden fazla kişi tarafından paylaşıldığı şirketleri inceleyin.
Bir
şirketin başkan yardımcısına gereği var mıdır?
ikinci
başkan gerekli midir? Disney şirketinin Michael Eisner’e ve Michael Ovitz’e
ihtiyacı var mıydı?
Disney
şirketinin hissedarları Ovitz’in bu kurumdaki görev döneminde bir kazanç
sağladılar mı?
Doksan
milyon doların karşılığını alabildiler mi?
Bir
göreve bir kişi. Çok sayıda göreve çok sayıda kişi. Bireysel görevler verilmiş
bir bireyler grubu.
“Wbo
Yehiyeh Lekha LePeh, Ve Ata Teyebe Lo Le Elohim. ”
“O
Senin Ağzının Yerine Geçecek ve Sen Onun İçin Tanrı Olacaksın.”
Wbo Yehiyeh Lekha... Musa kekemeydi. Tanrı’ya
açıkladığı gibi, “konuşması yavaştı, dili dolanıyordu.” Israilliler’in avukatı
olarak firavunun karşısına çıkmak istemez. Ne ki, Tanrı’nın da onun böyle
suskun kalışına sabrı yoktur. Senin adına konuşması için kardeşin Aaron’u
görevlendir, der Tanrı. “Sen ona konuşup kelimeleri onun ağzına sokacaksın...O
senin ağzın görevini yapacak...” Tanrı Musa’yı “Tanrı yerine koyarak” takım
lideri yaptı, Aaron’u da takım sözcülüğüyle görevlendirdi
Tanrı
takımını seçmişti.
Karanlık
Çağlar’dan çıkarken yeniden hayat bulan Avrupa’da İtalya’nın öncülüğünde bir
Rönesans adamı tipi doğdu. Filozof prens karışımı, tıp uzmanı, denizaltı icat
eden, helikopter tasarımı çizebilen, ayrıcalıklı sınıflara güzel sanatlar
getiren, kısacası her şey hakkında epey bilgi sahibi olan insan. Bugün rönesans
ile birlikte Rönesans adamı da kalmamıştır. Zaten, böyle bir insan tipi var olmuşsa
da, topu topu, sadece birkaç sıradışı kişiden ibaretti herhalde.
Yirminci
yüzyıl bize rönesans adamının tam tersini yani “uzman” tipini getirmiştir. Bu
tip insan hemen hemen hiçbir şey bilmez veya bildikleri o kadar dar bir
alandadır ki, hiçbir işe yaramaz. Uzman tipi modern dünyamızın modern
karikatürü gibidir.
Günümüz
insanının becerileri ve bilgi dağarcığı Rönesans adamıyla günümüz uzmanı
arasında bir yerde olmalıdır. Bir konuda uzmanlaşın fakat her şey hakkında bir
şeyler bilin.
Dünyamız,
tek bir kişinin her disiplini öğrenip ustalaşması için çok fazla karmaşıktır. Mümkün olduğu kadar çok alanda uzmanlaşın,
fakat hepsinde uzmanlaşmayı beklemeyin. Hepsini tek başınıza yapmaya kalkışmayın. Modern çağın
rönesans adamı olmaya çalışmayın.
Hiçbir
şeye odaklanmayıp iz bırakmadan ayrılacağınıza, odaklanın ve mükemmelleşin.
Altın madalyalı bir dekatlon yarışmacısı bile yarıştığı on dalda kazandığından
çok yarış kaybeder.
Tek
kişinin her görevi yapamayacağını ne kadar çabuk anlar, kabullenir ve buna göre
davranırsanız, o kadar çabuk başarıya ulaşırsınız. Tanrının İsrailliler için
kendi elleriyle seçtiği Musa’ya bile uzman yardımı gerektiyse, bizler için mi
gerekmeyecek?
Başarılı insanlar çoğu kez
başarılarını her işi başkalarından daha iyi yapabilme becerilerine bağlarlar.
Bu inanç da onların tepetaklak düşmelerinin ilk adımıdır. Uzun süre ayakta kalabilen
başarılı yöneticiler, kendi güçlerini bilen, bundan yararlanabilen ve diğer
görevleri de ondan iyi yapabilecek kişilere devreden insanlardır.
Lider
devrettiği bu işleri kendisi yapabilir mi?
Mümkündür.
Bu işleri iyi yapabilir mi? Belki yapabilir. Bu işleri yapmalı mıdır? Eğer
ondan daha iyi yapabilecek kimseler varsa, hayır. Her zaman böyle bir kimse var
mıdır? Çoğu zaman vardır. Çoğu insan bunu kabul etmek istemez, ama vardır.
O
halde, pekala yeterli bir düzeyde başaracağınız bir işi neden başka birine
bırakasınız? Çünkü sizin çok daha iyi yapabileceğiniz işler vardır. Kimsenin
sizin kadar iyi yapamayacağı işler... Dikkatinizi bu işlere odaklamalısınız.
Bütün
işleri tek başınıza yapmaktansa, bir işi siz mükemmel yaparken ekibinizden
biri başka bir işi mükemmel yapsın. Aksi taktirde bütün işleriniz vasat düzeyde
yapılır, hiçbirinde mükemmellik sağlayamazsınız. Vasat olmak hiçbir başarı
sağlamadığı gibi, o işin ömrü de uzun olmaz.
Bir
işi başka birisinden daha iyi yapabildiğiniz belli olduğuna göre, bu görevin
size verilmesi gerektiğini düşünebilirsiniz. Yanılırsınız. Belli olan hiçbir
şey yoktur. Pek az insan bir meslektaşından daha az iyi olduğunu kabul eder,
bir amir ise yardımcılarının hiçbir zaman bir işi onun kadar iyi yapabileceğine
inanmaz.
Kendini beğenmişlik olmadan rekabetin doğması
mümkün değildir. Rekabet olmazsa da, mükemmelik olmaz. Mükemmelliğin olmadığı
yerde de başarısızlık doğar.
Takım
liderinin rolü, belli bir mevkide en iyi oyuncunun oynamasını sağlamaktır.
Takım lideri mükemmelliği sağlarken, kendini beğenmişlik olmayan bir rekabet
ortamı yaratacaktır. Takım lideri, takımı kazanacak duruma getirmekle
yükümlüdür.
Oyuncularınızın
nerede oynamak istedikleri önemli değildir. Kendi aralarında hangi mevkilerde
oynamaya karar vermeleri de önemli değildir. Kendi aralarında kararlaştırdıkları
düzenlemelerden memnun olmaları da bir şey ifade etmez. Önemli olan tek şey,
takım lideri olarak sizin, takımdaki hangi oyuncunun hangi mevkide en başarılı
olacağını bilmeniz ve maçın başlama düdüğü duyulduğunda o mevkinin en iyi
adamının gerçekten de o mevkide olduğunu görmenizdir.
SADELİK NEDEN EN İYİ STRATEJİDİR
“Kol
HaMosif Gore’ah.”
“Kim
Eklerse Eksiltir.”
Kol
HaMosif... Üç
basit sözcük. Özne, Yüklem, Zarf.
Fikri ifade etmek için ne bir sözcük eksik ne bir sözcük fazla. Buna bir şey
eklersen, eksiltmiş olursun.
Başarının
ölçüsü sadeliktir. Bir çözüm sadeliği kadar güzeldir. En akla yatkın açıklama
en sade olanıdır. En önemli buluş, çok açık olduğu
halde daha önce kimse tarafından düşünülmemiş olandır. En etkili eylem bir çocuğun bile
anlayabileceği nitelikte olandır.
Kendi
haliyle bütün olan bir şeye bir ekleme yapmak, ondan bir şey eksiltmek olur.
Hazır bir temayı ayrıntılara dökmekle, ana temayı kaybetme tehlikesine
girersiniz. Eğer bir eylem açıkça tanımlanmış bir amaca hizmet etmiyorsa,
gerekli değildir. Gerekli olmadığı zaman da, yapılmamalıdır.
Zaman
içinde çoğu insan daha önce karmaşık çözümler bulunmuş sorunlara daha sade
çözümler geliştirebilir. Ne var ki, başarının anahtarı, bir sorun çıktığı anda
ona en sade çözümü bulabilmektir. Bunu yapmak sizi kalabalığın arasından öne
çıkarır, rakiplerinizden üstün kılar ve büyük bir avantaj sağlar.
Karşınıza
çıkan soruna çözüm aramayın. Bu soruna en sade çözümü arayın. Eğer sade değilse,
karmaşıktır. Eğer o çözüm karmaşıksa, o zaman kendisi de bir sorundur. Kesinlikle
çözüm değildir.
Bir
sorunu başka bir sorunla değiştirmeyin.
Kabul
edilmiş bilimsel gerçek şöyledir: Hepsinin eşit göründüğü durumlarda en sade
açıklaması olan, doğru olanıdır. Tıpkı iş hayatında olduğu gibi: En sade
açıklama, en sade eylem, en sade strateji doğru olanıdır. Neden mi? Hatalar
Kuralı yüzünden.
Sadeleştirecek
olursak, bu kural şöyle der: Bir bileşenin ne kadar çok öğesi varsa, o
bileşende o kadar çok hata olur. Bir sözcük yerine, bir resim kullanırsam hiç
hata yapamam. Eğer bir sözcük yerine tek bir harf kullanırsam, sadece bir hata
yapabilirim. Yedi harflik bir sözcük yerine üç harflik bir sözcük kullanırsam,
ancak üç hata yapabilirim. Ben hata yapmasam bile, daktilocu yapabilir.
Daktilocu hata yapmazsa, okuyucu yapabilir. Ve eğer okuyucu hata yapmazsa,
okuyucunun mesajı ilettiği kişi mutlaka yapar.
Eğer
mesajımı kısa bir şekilde sunabiliyorsam, öyle yapmalıyım. Eğer kısa tutmazsam
hata yapma ihtimalim vardır, tamamen gereksiz yere bir hata yapabilirim. Ve böyle
bir hatanın önemi ancak hata yapıldıktan sonra belli olacağı için, bu
değerlendirme için daima çok geç kalınmış olur.
Kim
eklerse, eksiltir.
Sadeliği
benimseyerek gereksiz hatalardan kaçınabilirsiniz. En az bunun kadar önemli
olan başka bir şey de, sadelik sayesinde görev zincirinizdeki diğer “hata
taşıyıcılarını” devreden çıkarmış olmanızdır. Sade bir talimat yanlış
anlaşılmaz. “Hücum” komutu özdür ve ifade gücü kesindir. Bu nedenle de
yüzyıllardan beri her kültürde, her dilde zaman sınavını başarıyla aşmıştır.
Bunu yanlış anlamak mümkün değildir. “Ufuk çizgisinin solundaki topçu mevkiine
saldırın.” Bu mesaj belki çok önemli olabilir, ama uygulanması emri veren
komutanın tam istediği biçimde gerçekleşmeyebilir.
Hepimizin
dikkat verme süresi sınırlıdır; işadamları da istisna değildir. Birini
dinlerken ilk üç dakika geçtikten sonra dikkatimiz dağılmaya başlar. Bazen bu
daha da kısa sürebilir. Demek ki, konuşan kişinin, yani sizin mesajınızı
iletmek için çok kısa bir zamanınız vardır. Eğer mesajınız sadeyse, bunu
yapabilirsiniz. Eğer değilse, hedefinize bir tek görüşme sırasında ulaşmanız
çok zordur.
Hepimiz
karmaşık mesajlara kuşkuyla bakmaya koşullanmışızdır. Eğer siz açıklamanızı
veya, talimatınızı sadelikle ifade edemiyorsanız, dinleyici ya sizin ne
dediğinizi kendinizin de anlamadığını ya da söylediklerinize kendinizin de
inanmadığınız sonucuna varır. İki ihtimal de hoş değildir.
Farz
edin ki, şirketinize yatırımcı arıyorsunuz. Yatırımcı adayı, ister bir banker
ister başka biri olsun, size dikkatinin sadece üç dakikasını ayıracak ve biraz
belirsiz veya akıl karıştıran bir ifadenizi yakalarsa, şahin gibi bunun üstüne
atlayacaktır. Eğer sunumunuz sadeyse, yani planınız sadeyse (veya, sadelikle
açıklanmışsa) sorununuz yalnızca üçüncü bir şahıstan para koparmaktan ibaret
kalır. Eğer değilse, bütün zamanınızı hedefe sadece teğet geçen bir konuyu
açıklamak için harcarsınız.
Her
şeyinizi sade tutmak için çaba gösterin. Bir fikri bir paragrafla anlatmak
yerine bir resimle ifade edebiliyorsanız, öyle yapın. Üç yaşında bir çocuğun
bile anlayabileceği bir plan yaparsanız, insanın aklına hemen “düşük
fiata satın al, yüksek fiata sat” formülü
geliverir. Dört bileşen yerine iki bileşenden oluşan bir şey
yaratabiliyorsanız, öyle yapın.
“Hakol
Kol Ya'kov Aval Hayadiyim Yedei Esau."
“Ses
Yakup’un sesi, ama eller Esau’nun elleri.”
Hayadayim
Yedei...
İshak ölüm döşeğindedir. Bitkindir ve gözleri görmüyordur. Ölmeden önce en
büyük oğlu olan Esau’yu kutsamak ister. Adet en büyük erkek evladın
kutsanmasıdır. Ne var ki, karısı ve en genç oğlu olan Yakup, İshak’ın, Esau
yerine Yakup’u kutsaması için hile yaparlar.
Oysa,
Esau iri yarı ve kıllı, Yakup ise öyle değildir.
Annesinin
de teşvikiyle Yakup kollarını kuzu yünüyle örter ve yaşlı babasının yanına
gider. İshak onu kolundan tutup yanına çekince, Yakup babasına Esau olduğunu
söyler.
“Ses Yakup’un sesi, ama eller Esau’nun
elleri,” der
İshak. Her ne kadar kuşkuya kapıldıysa da, İshak Yakup’u kutsar.
Sahte olan gerçek yerine
geçmiştir.
Bildikleri
her şeye ters düşse bile, çoğu insan kılıfına uydurulmuş gerçek dışı bir
iddiayı kabul eder. Gerçekler gözle görülebildiği halde, bunu yaparlar.
Kuvvetli
ve iyi sunulduğu sürece, gerçekmiş gibi gösterilemeyecek yalan yoktur.
Eğer
birini belli bir gerçeğe inandırmak önemli bir hedefinizse, veriler size engel
olmasın. Birisini herhangi bir şeye inandırmak istiyorsanız, o şey hiçbir
gerçeğe dayanmasa da, dayanıyormuş gibi davranın. Böyle yaptığınız taktirde o
kişinin ikna olma ihtimali çok yüksektir.
Yalın
gerçek şudur: Siz bir şey varmış gibi davranırsanız, çevrenizdeki dünya ya bunu öyle kabullenecek,
ya da sizin deli olduğunuza hükmedecektir. Bir başka deyişle, bazı olguların
var olduğunu varsayarak davranırsanız, sizin bu davranışınız karşınızdakini bu
olguların gerçekten var olduğunu inanmaya zorlar. Çünkü eğer bu olgular gerçekten
yoksa, sizin deli olmanız gerek. Uygar toplumların en önyargılı olduğu nokta,
herkesin aklı başında olduğunu kabullenmektir. Tartışılmayacak kadar kesin
belirtiler yoksa, herkesin aklı başında olduğunu varsayarız. Bu varsayım o
kadar güçlüdür ki, bunun tersini düşünmek bizi sarsar. Bu sarsıntıyı yaşamamak
için de, başka açıklamaları kabul etmeyi yeğleriz.
İşte
bu nedenledir ki, her bakımdan aklı başında görünen bir insanın deli olduğunu
kabul etmekle, o insanın pekala kuşkulu bir iddiasını kabul etmek seçimi arasında
kalan pek çok kimse, o iddiayı kabul etmeyi yeğler. Çünkü bunu yapmak o
kimseyi daha az sarsacaktır, daha az endişe duymak için sizin yalanınızı kabul
eder. Bu kimse daha sonra sizin yalanınıza kişisel bir değer biçer ve bu değer
de sizin giderek yalanınızı büyütebilmenize, gerçekten iyice uzaklaşabilmenize
imkan tanır.
İshak
işittiği sesin Esau’ya ait olmadığını biliyordu. Tuhaf bir şeyin döndüğünün de
farkındaydı.
Sahte.
—
Sarsıntı.
Ishak
kuzu yünüyle örtülü kola dokundu. Ses Esau’nun değildi, ama kol onundu.
Sarsıntıyı
azaltma isteği.
İshak
sahtesini kutsadı.
Sahtenin
gerçekliği.
Oluşum
İş
arkadaşlarınız ve rakipleriniz için siz kendi seçmiş olduğunuz kişisiniz.
Baştan hazırlamış olduğunuz o dâhili senaryoya sadık kalıp, sözcüklerinize,
hareketlerinize ve tavırlarınıza dikkat ederseniz, dünyaya karşı sergilediğiniz
varlığınızın aslında içinizde hissettiğiniz kişilikten farklı olduğunu
yalnızca siz bilirsiniz. Ve dış dünyaya karşı ısrarla bu maskeyi takmayı
sürdürürseniz, sonunda sergilediğiniz kişilik sizin kişiliğiniz olmaya
başlayacaktır. Bu size biraz tuhaf gelebilir, ama inanın ki, sonuç böyle olur.
İş
dünyanızdaki insanların çoğu sizinle ilgili pek az şeyi bilebilir. Bu nedenle,
önceden edinmiş olduğunuz bir ününüz varsa bile, ilk karşılaşmanızda sergileyeceğiniz kişilik akıllarda
hemen yer eder. Eğer
kararlı bir görünüm sergilemişseniz, o insanlar sizin kararlı olduğunuzu varsayarlar.
Bu yüzden de, ilk izlenimleri değiştirmek son derece zordur.
Demek
ki, ilk karşılaşmanızda çok belirleyici karakter özellikleri sergilerseniz,
çoğu insan sizi o özelliklerle özdeşleştirecektir. Kişisel gözlemleri sonucu
bunun tersini gösteren kanıtlar görmedikleri sürece de, sizi böyle tanırlar.
Bu kesin kanıtlar olmadığı takdirde sizin eski ününüz veya dedikodular hep göz
ardı edilir.
Zihinleri
değiştirmek çok zordur. Fikirler (ve inançlar) tıpkı kil gibidir, önceleri
biçim verilebilir, hatta silinebilir bile, fakat zaman geçtikçe sertleşir ve
taşlaşır.
İnsanlar sizin namuslu olduğunuz
fikrini benimsemişlerse, kimden çaldığınıza ve ne miktarda çaldığınıza hiç bakılmaz,
siz namuslusunuzdur. Eğer
insanlar sizin güvenilir olmadığınız fikrini benimsemişlerse, istediğiniz kadar
her işi iyi yapın, eksiksiz ve zamanında bitirin, o kişilerin gözünde hep
güvenilmez olarak kalırsınız.
Bu
gerçeği, fikirlerin insan etkileşimlerinin en başında oluştuğu olgusuyla
birleştirirseniz, ilk izlenimlerin ne denli önemli olduğunu anlarsınız. İlk
karşılaşmada birini karanın ak olduğuna inandırmak, o kişiyi ikinci
karşılaşmada akın ak olduğuna inandırmaktan daha kolaydır.
Birisine
inandığı bir fikri değiştirtmek, ondan, çok sevdiği bir çocuğunu terk etmesini
istemek gibidir. Ve tıpkı bir insanın çocuğuna duyduğu sevgi gibi, bu fikre
duyulan bağlılık da zamanla birlikte geometrik biçimde artar, insan bir fikre
ne kadar uzun süre bağlı kalır ve ona yatırım yaparsa, bunu sürdürmeyi de o
kadar çok ister. Çünkü, benimsenen fikrin doğru olduğuna dayanarak yapılan
hareketler, bu hareketlerin savunulması ve belki başkalarının da bu şekilde
yönlendirilmiş olması ne kadar uzun sürerse, bu fikirden ayrılmanın sonuçları
da o kadar vahim olur.
Bir
insanın benimsemiş olduğu fikri çökerten olguların varlığı ve bunların
birikmesi kavramsal sarsıntılara yol açar. Bu olguların gerçek olduğunu kabul
eden fikir sahibi, ilk başta bunun doğru olduğuna inanmakla hata ettiğini (dolayısıyla,
akılsızlık ettiğini) kabullenmek zorunda kalır. Bu sevimsiz sonucun
alternatifi, olguları yok saymak ve onların gerçekliğini inkar etmektir. Seçim
hakkı olan çoğu insan böyle yapar. Hatta, inandığının tersine kuvvetli kanıtlar
bile olsa...
Bu
nedenlerden dolayı, Sabit Fikir
Kuralı’ndan alınması gereken iki ders vardır: Hayali bir şeyi
gerçekmiş gibi sunmak için en iyi fırsat, ilk fırsattır ve bu hayali durum ne
kadar uzun süre kabul edilirse, öyle kalmasını sağlamak da o kadar kolaylaşır
(tersini gösteren kanıtlara rağmen).
Peki,
iş hayatında bu ne anlama gelir? Çıkaracağınız ders şudur: Son zamanlarda
bağımsız olarak sınavdan geçmemiş, eskilere dayanan görüşleriniz hakkında
kuşkucu olun. Yani, sırf bir dolu finans analizcisi, yatırımcı ve banker bir
şirket hakkında bir görüşe sahip diye, sizin bu görüşe dayanarak hareket
etmeniz gerekmez.
Hakkındaki
bütün bilgiler kamuya açık olması gereken, halka açık bir şirketin 120 dolar
olan bir hissesi nasıl 20 dolara iner? Halka açık bir şirket distribütörlerine
gönderdiği envanterleri nasıl satış olarak kaydeder ve bu uygulamayı bir tek
analizci bile fark etmez? Bunu yutturmacayla yapar. Geçmişinin herkesçe çok iyi
bilindiği ve kayıtlı olduğu için bunun kontrol edilip, doğrulanmasına gerek
olmadığı imajını pompalar.
O
halde, tatlı rüyayı bozmaktan, aşırı kuşkucu durumuna düşmekten, kralın çıplak
olduğunu söylemekten korkmayın ve lütfen, gerekli soruları sorun. Çünkü, çoğu
zaman bu soruları soran tek kişi siz olacaksınız.
Belli bir süre için herkesi
kandırabilirsiniz. Ama sadece belli bir süre için. O
halde, eğer yutturmacadan yararlanacaksanız, bunu fazla zorlamayın. Bu sadece
bir gereçtir, motorun yerini almaz.
Yutturmaca
sayesinde kazandığınız zamanı eksiğiniz olan şeyi tamamlamakta kullanın. Eğer
bir finans takdimi sırasında blöf yapmak zorunda kaktıysanız, bir dahaki sefere
kadar takdimini yaptığınız (ya da, başkalarının yaptığı) konularda bilgi
eksiğinizi tamamlayın. Bunu sağlarsanız, yutturmacanız sonsuza kadar sağlam
kalır. Aksi takdirde er geç inşaatınız çöker ve yeniden yapmanız da hemen hemen
imkansız olur.
“Avnei
Gazit... Ubarzel... Ve Nehoshet... Veatzei Arazim... VeYakhin David LaRov. ”
“Dövme
demirler... İşlenmiş Taşlar... Metaller... Sedir Ağaçları... Davut Büyük Bir
Hazırlık içindeydi.”
Avnei
Gazit...
Kral Davut ölüm döşeğindedir. Oğlu Süleyman yakında İsrail’in kralı olacaktır.
Ve Tanrı kararını vermiştir: Tanrı’nın tapınağını Davut değil, Süleyman yapacaktır.
Fakat
tapınağın inşa edilmesi Davut’un ömür boyu saplantısı olmuştur. En görkemli
şekilde yapılıp, bir an önce bitirilmesini belki Süleyman’dan çok
istemektedir. Bu nedenle gerekli hazırlıkların yapılması için oğlu Süleyman’a
güvenmez. Süleyman’ın zekâsı ve bilgeliği o günlerde bile herkesçe bilinse
bile... Davut tapınağın inşaatı için gereken hazırlığı kendisi üstlenmiştir. Ve
ölene kadar da hazırlığı sürdürür.
Hemen
her kültürde ve dilde, başarıya giden yolun planlamadan geçtiğini benimseyen
bir halk deyişi vardır. Bu sadece antropolojik bir rastlantı değildir. Başarı
ve hazırlık doğrudan ilintilidir. Daha çok plan yaptıkça daha başarılı
olursunuz. Ne kadar az plan yaparsanız, başarısızlığınız o kadar artar.
Kral
Davut ve tapınak öyküsünü düşünün. Kral Davut tapınağın inşaatını planlıyor ve
bunun için hazırlık yapıyordu, çünkü tapınağın inşaatı onun için çok
önemliydi. Planlaması ve hazırlıkları onun bu arzusunun somutlaşmış haliydi.
Tapınağın mümkün olduğunca görkemli olmasını istiyordu, bunun için en iyi
inşaat malzemelerini kullanmaya kararlıydı. Ancak, biliyordu ki, hazırlık
olmazsa, teslimatı uzun sürecek malzemeleri erkenden sipariş etmezse, tapınak
inşaatı gecikecekti. Gecikme ise çoğu kez ölüm demekti.
Davut
ölüm döşeğinde olmasına rağmen hazırlıklarını bırakmadı. Hazırlığın fazlası
olmazdı. Ölüm Meleği başında beklerken Davut’un hâlâ Tanrı’nın tapınağı için
hazırlık yapıyor olması bu gerçeği çok güzel vurgular.
Ne
için hazırlık yaparsınız? Her şey için. Nasıl hazırlık yaparsınız? Hedefi,
hedefin olası alternatifini, hedefe giden yolun ve bu yolun alternatiflerini
dikkatle tahlil ederek.
Hedef
aslında bir “taktiksel” amaçtır. Yani, nihaî ve stratejik amacınız yolundaki
adım veya adımlardan biridir.
Daha
büyük bir hedefe yönelik somut, niceliği olan, tanıtlanabilir kilometre
taşlarıdır.
Hedeflerin tanımı genellikle çok
açıktır: Satışları artırın, maliyeti düşürün, daha iyi ürün yapın. Fakat
hiçbir zaman bir hedefi sözcük değeriyle kabul etmeyin. Çünkü her hedefin
altında bir ticarî mantık vardır. Hedef için hazırlanmadan önce bu mantığın ne
olduğunu anlayın.
Eğer
gösterilen hedef satışları artırmaksa, bunun altında yatan mantık nedir?
Geliri artırmak mı? Yoksa, kârı artırmak mı? Eğer hedef maliyeti düşürmekse,
bunun altında yatan mantık nedir? Marjları artırmak mıdır? Yoksa, taahhütleri
azaltmak mı? Hedefin ne olduğunu anlamak, bunun erişilmesinin neden önemli
olduğunu tam anlamıyla kavramak, yapacağınız hazırlık için çok gerekli bir
gereçtir.
Çoğu
durumda, bir hedefi gerçekleştirmek için çaba gösteren kişiler bunun üzerinde
fazla düşünmezler. Bu nedenle de, planlama aşamasındayken yanlış yolları seçme
ihtimali artar. Hedefi iyi anlamak bunu gerçekleştirmek için yapılan hazırlığın
ilk adımıdır.
Bir
hedefi tahlil etmenin iyi bir yolu, bunun alternatifleri üzerinde kafa
yormaktır. Örneğin, eğer gösterilen hedef satışlarınızı artırmaksa ve bunun
mantığı da geliri artırmaksa, o zaman alternatif hedef olarak geliri artıracak
başka yollar düşünülebilir. Aynı şekilde, eğer hedef maliyeti düşürmekse ve
bunun da mantığı marjları artırmaksa, o zaman marjları artıracak başka yollar
düşünülmelidir.
Bunun
anlamı, verilen her hedefi bir yana atıp yerine alternatif kullanın, demek
değildir. Önerilen şey, sadece hedeflere hazırlanabilmek için bunların iyi
anlaşılması gerektiğidir. Anlamanın bir yolu da, alternatifleri göz önünde
bulundurmak olur.
Hazırlık
yaparken sondan başlarsınız. Nerede olmak istiyorsunuz? Ne zaman orada
olmak istiyorsunuz? Oraya varmak neye mal olur? Haritada herhangi bir noktaya
işaretinizi koyun ve çalışmanızı oradan geriye doğru yapın. Bir labirentin sonuna giden doğru yolu bulmanın en kolay çözümü,
araştırmanıza labirentin sonundan başlamanızdır.
Farzedin
ki, birçok farklı merdivenin son bulduğu bir kattasınız. Bulunduğunuz yerden
bütün merdivenleri ve nasıl kıvrımlar yaparak son kata vardığını görebiliyorsunuz.
Her birinden çıkışın ne kadar süreceğini, hangisinde daha çok basamak olduğunu,
hangilerinde trabzan olup olmadığını anlamanız mümkün. Planınıza sondan başlarken
de, her şeyi görmenizi sağlayacak bir perspektif edinirsiniz. Analiz yapmaya
son noktadan başladığınız taktirde gözünüzden kaçacak pek az şey olabilir.
Merdivenin
her özelliği anlaşılana kadar basamaklarını birer birer inin. En alta indiğiniz
zaman kaç basamak olduğunu, yukarı çıkmanın ne kadar süreceğini, bu çıkışın ne
kadar zor olacağını, basamaklardan hangilerinin çürük olduğunu anlamış
olursunuz. O zaman şu soruları sorabilecek duruma gelmişsinizdir:
Basamaklardan hangisi çökebilir veya, kayabilir? Eğer biri veya, birkaçı
kırılırsa ne gibi alternatifler var? Bu alternatiflerden yararlanmam için bana
ne gerekebilir? Alternatiflerden yararlanmak zorunda kalırsam, bu durum benim
kaynaklarımı nasıl etkiler? Zamanımı mı? Paramı mı? Dayanma gücümü mü? Bu
tırmanışa geçmeden önce vücudumu ne kadar hazırlamam gerekir? Vücudumu
hazırlamak için ne kadar zamanım var? Bana yardımcı gerekir mi? Nitelikleri ne
olmalıdır? Nasıl seçilmeleri gerekir? Ya bunlardan biri eksik olursa? Ya
bunlardan biri yukarı çıkmayı başaramazsa? Yardımcı alırken ölçütüm ne olacak?
Gördüğünüz
gibi, merdivenin tepesinden baktığınız zaman sorular kendiliğinden
beliriverecektir. Sorulara bulacağınız cevaplar sizin hazırlığınız olur.
İlk
kural hazırlığın bir temel üstüne oturtulmasıdır. Bir şeyi yazıya dökmek o şeyi
düşünmekten veya sözle ifade etmekten çok farklı bir zihinsel çaba gerektirir. Bunu
yapmak iki amaca birden hizmet eder: Önce sizi tutarlı olmaya zorlar, sonra
da belleğinize girer.
Bir
meseleyi düşünmek tabii ki, her türlü planlama işinin başlangıç noktasıdır. Ne
var ki, o meseleyi sadece düşünmek, bunun bir hazırlık olarak nitelenmesine
yetmez. Çoğu insan için bir konuyu
düşünmek su üstüne yazmak gibidir. Bunu yapar yapmaz, hemen kaybolur.
Bir
meseleyi söze dökmek onu sadece düşünmekten daha çok zihinsel gayret
gerektirir. Dikkatin bir derece daha yoğunlaşması, temele bir kat daha çimento
eklenmesi demektir. Düşüncelerinizi söze dökmek sizi o konuda daha tutarlı
olmaya zorlar. Eğer düşündüklerinizi
söze dökemiyorsanız, düşündüğünüz şey büyük ihtimalle doğru değildir.
Fakat gerisini getirmeden sadece söze dökmek de, sonuçta yumuşak kil üzerine
yazmaya benzer; orada kalır, ama sadece bir süreliğine. Sertleştirilmediği
taktirde er geç kaybolmaya mahkumdur.
Zihinde
en kalıcı etki bir şeyi yazıya dökmekle sağlanır. Her şeyden önce
fikirlerinizin tutarlı, mantıklı ve uygulanabilir olup olmadığını hemen ortaya
çıkarır. Konuşma sırasında üstünde durulmayan bazı belirsizlikler yazıya döküldüğü
zaman hemen dikkati çeker. Yazılmış olan bir sözcük unutmalara ve
tekrarlandığında uğrayacağı küçük değişikliklere karşı sabitleşmiştir; hiçbir
şeyden etkilenmeden, yoruma veya, eklemeye uğramadan olduğu gibi kalır. Ya
yazılı olduğu biçimde geçerli bir anlamı vardır ya da fikrin kendisi
yanlıştır.
Dahası,
düşündüğünüzü sözcüklerle kağıda dökmek, bunların zihninize iyice yerleşmesini
sağlar. Çoğumuz için “görsel” şeyler kalıcıdır. Yani, gördüğümüz bir şeyi,
sadece konuşarak anlattığımız ya da sadece düşündüğümüz bir şeyden daha kolay
hatırlarız. Bunu anlamak için rüyalarınızı düşünmeniz yeter.
Eğer
bir rüyadan uyanıp, sadece bunu düşünmekle yetinirseniz, sabah olduğunda
aklınızda en küçük bir şey kalmaz. Birine anlatmaya kalkarsanız, birden ya o rüyada
önemli boşluklar olduğunu ya da hiç hatırlayamadığınızı fark edersiniz. Oysa,
uyanır uyanmaz o rüyayı bir yere yazarsanız, aradan haftalar geçse bile
yazdıklarınıza hiç bakmadan hatırlamanız çok mümkündür.
Yazıya
dökmenin yararları bu kadarla da bitmez.
Yazmak,
hazırlıklarınızın zaman, çaba ve fonlarınız bakımından bir çizelge içine
girmesini de sağlar. Bu sayede hazırlığı uzun sürebilecek maddeleri, maliyeti
yüksek maddeleri ve yeniden değerlendirilmesi gereken konuları göz önünde
bulundurabilirsiniz. Gereken donanımın listesini çıkarmanızı ve bunların
sağlanıp sağlanmadığını kontrol edebilmenizi sağlar. Bu sayede yapılan işleri,
yapılması gereken işleri ve bunu yapmak için ne kadar zamanınız kaldığını
güvenle takip edebilirsiniz. Kağıda dökmüş olduğunuz konularda nasıl
davranacağınıza karar vermeye zorlar; bunu yaparken de diğer konuları ve
bilinmeyen faktörleri gözden geçirmenizi sağlar.
Yazıya
dökmek plan ve hazırlığı harmanlayıp uygulamaya hazır duruma getirir. Bu
aşamalar arasında sınır yoktur. Hedefe yönelik kesintisiz bir yolun ilk
adımıdır. İşte bu nedenle Kral Davut ölüm döşeğinde olmasına rağmen hazırlık
yapmayı bırakmadı.
Eğer
önemliyse bağlayın. Eğer bağlayacak kadar önemliyse, bir kez daha bağlayın.
Eğer ikinci kez bağlayacak kadar önemliyse, mutlaka bir yedeği olsun.
İş
gerekleri konusunda hiçbir zaman riske girmeyin. Eğer istihbarat gerekiyorsa,
bu iş için iki kişiyi görevlendirin.
Birbirlerinden ayrı çalışsınlar ve aynı görevi yaptıklarını bilmesinler. İki
kişi olsun, çünkü biri başaramayabilir. Ayrı ayrı çalışsınlar, çünkü böylece iki
rapor alırsınız (büyük ihtimalle raporlar aynı olmayacaktır). Birbirlerinden
habersiz olsunlar, çünkü eğer aynı işi yaptıklarını bilirlerse, istihbaratı
toplamak için gereken bütün çabayı göstermeyebilirler.
Eğer
mesajınız mutlaka bir gün içinde yerine gitmek zorundaysa, kendiniz götürün.
Eğer kendiniz götüremiyorsanız, o mesajın iki ayrı kopyasını iki ayrı kurye
şirketiyle gönderin. İki kez bağlayıp emniyete alma kuralını unutmayın.
“Im
Tehiyu Kamonu... VeNatanu Et Benuteinu Lakhem.”
“Eğer
Bizim Gibi Olursanız... O Zaman Kızlarımızı Size Veririz.”
Im
Tehiyu Kamonu...
Kenanlılar Yakup’un oğullarıyla ticari ilişkiler kurabilmek için kendilerinden
biri olan Shechem’i, Yakup’un kızı Dinah ile evlendirmek istemektedirler.
Shechem, Dinah’ın bekaretini bozmuştur; Yakup’un oğulları buna rağmen bu
evliliğe izin verecek değillerdir, ama intikam planlarını hazırlamak için
onları oyalamak niyetindedirler.
Yakup’un
oğulları olan Simeon ve Levi, Kenanlılar’a Yahudiler gibi olmalarını,
geleneklerini beninsemelerini, sünnet olmalarını ve törelerine uymalarını
söylerler. Eğer bunları yerine getirirlerse, iki toplum birleşebilecektir.
Bu
istek Shechem ve babası Hamor tarafından olumlu karşılandı. Ne de olsa eskiden
beri bilinen bir gerçek vardı: Kabul edilmek için insanın o topluma karışması
gerekirdi.
Kabul
edilmek, bunu isteyen tarafın göstereceği “kabul edilebilirliğe” bağlıdır. Bu
da çoğu zaman benzerlik üzerine kurulur.
İnsanlar
kendilerine benzeyen insanları tercih ederler. Kural budur. Basit, tutarlı,
güzel ve doğrudur. Tekrar ediyorum: İnsanlar mümkün olduğunca çok yönden
kendilerine benzeyen, aynı alışkanlıklara ve geleneklere sahip olan kimseleri
tercih ederler. Bu kural hiç şaşmaz. Hava ve su geçirmez, sımsıkı
mühürlenmiştir. Bütün servetinizi veya son dolarınızı bu kurala
yatırabilirsiniz. Bunu yerçekimi gibi, tartışılmayacak bir kural olarak
düşünebilirsiniz. Çünkü öyledir.
Kural,
hayatın birçok düzeyinde ve alanında işlemektedir. En çok kurumsallaştığı
alan, “Bizden Biri Şebekesi” tarzında
işleyen biçimidir.
Bizden Biri Şebekesi (BBŞ) bir
bireyin belli bir gruba ait olması nedeniyle tercih edilmesini açıklar. Bunun
aslında şebekeyle falan ilgisi yoktur, fakat Benzerlik Kuralı için ideal bir
örnektir.
Nedir Bizden Biri Şebekesi?
Çoğu kez bu, ortak bir şeyi paylaşan bireylerin oluşturduğu birlik olarak
tanımlanabilir. Belli bir okul, bir dernek veya, bir kulüp. Ne var ki, bu,
hikayenin sadece bir kısmıdır ve sıkıcı kısmıdır. Aslında, bir BBŞ, “aynılık”
özelliğinin işaretidir. Herhangi bir BBŞ’ye kabul edilmişseniz, bunun nedeni o
BBŞ kendi fiziksel özelliklerini, kendi değerlerini ve kendi tarzını sizde
görebildiği içindir.
BBŞ’ye
giriş Benzerlik Kuralı tarafından düzenlenir. Eğer BBŞ’deki bireylere
benziyorsanız, BBŞ’ye kabul edilirsiniz.
Aklınıza
şöyle bir soru gelebilir: BBŞ üyesi bir bireye sırf o BBŞ’ye üye olduğu için
mi, yoksa sadece diğer BBŞ üyelerine benzediği için mi ayrıcalıklar sağlanır?
Eğer
BBŞ, bireylerin herhangi bir kulübe üye olması sayesinde çalışsaydı, o kulübe
üye olmadan BBŞ’nin avantajlarından yararlanmak mümkün olmazdı. Kimi zaman bu
koşulu yerine getirmek sizin için imkânsız olabilir. Ama eğer BBŞ avantajları
başka bir faktörle, örneğin, “benzerlik” sayesinde sağlanabiliyorsa, o zaman
BBŞ avantajları bu bilgiye sahip ve benzerlik sağlayabilen herkese açık demektir.
Eğer
bir ördek gibi yürüyebilip, ördek gibi konuşabiliyorsanız, size ördek demeseler
bile, ördekmişsiniz gibi davranırlar.
BBŞ
bu kuralın işlerliği konusunda sadece bir örnektir. Benzerlik Kuralı resmî
BBŞ’ler olmasa da işler. Hem iş hayatında hem bireysel, bire bir ilişkilerde
geçerlidir. Hemen her yerde işler. Ve çok güzel işler.
Diyelim
ki, siz ördek gibi yürüyemiyorsunuz. Ördek gibi konuşamıyorsunuz. Ve kimse size
ördek demiyor.
Ama
birlikte iş yapmak istediğiniz taraf aslında ördek. Ne iş yapmanız gerekir?
Ördek rolü oynayın. Ördek gibi yürümeye, ördek gibi konuşmaya çalışın ve karşı
tarafın, sizinde ördek olduğunuzu düşünmesi için dua edin. Eğer öyle düşünürse,
ördek-ördeğe ilişkiden kazançlı çıkarsınız. Aksi taktirde ördek sizi harcar.
Önemli
olan şudur: Eğer iş yapmak istediğiniz tarafa benzer görünebilirseniz, o
tarafın sizi ve çıkarlarınızı gözetme ihtimali çok yüksektir. Benzerliğiniz ne
kadar azsa, o tarafın sizin çıkarlarınızı ve hedeflerinizi göz ardı etme ihtimali
o kadar artar. Karşı taraf kendisini sizde görebilirse, sizin başarmanızı
isteyecektir. Bu görüntü ne kadar belirsizleşirse, karşı taraf size o kadar az
yakınlık duyacak ve sonuçta sizin başarısızlığınızı daha kolayca
kabullenecektir.
Başka
bir kimseyle aynı olmak istiyorsunuz. Karşınızda oturan kişi olmak
istiyorsunuz. Bir bakıma, bir bukelamun olmak istiyorsunuz. O halde, bukelamun
gibi sessizce, belli etmeden çevrenizi gözlemleyin, ayrıntıları fark edin ve
sistemli bir şekilde bunları kendinize uyarlayın.
Karşı tarafla ilk karşılaşmanız telefonda
olacaksa, iyi dinleyin. Bırakın konuşmanın çoğunu o yapsın.
Bunu yapmanız zaten işiniz bakımından daha yararlı olacağı gibi, ayrıca o
kişinin konuşma stilini, tonlamasını, ritmini, aksanını, kullandığı terimleri
ve tavrını öğrenmenizi de sağlar. Bu özellikleri dinledikten sonra hemen kendi
konuşma tarzınıza uyarlamaya başlayın, öyle ki, sonunda sizin konuşma tarzınız
da tıpkı o kişininki gibi olsun.
Eğer
karşı tarafla ilk karşılaşmanız yüz yüze olacaksa ve o kişinin görünümü
hakkında hiçbir şey bilmiyorsanız, buluşmayı iptal edin. Başka bir tarihe atın.
O kişi hakkında herhangi bir şey öğrenene kadar buluşmayı erteleyin.
Benzerlik
sağlamaya çalıştığınız o kişi hakkında bir şey öğrenebildiğinizi varsayalım, bu
benzerliği abartmadan sergileyin. Önemli olan, o kişiyle uyum sağlamaktır, onu
taklit etmek değil. O kişi sizin onunla alay ettiğiniz veya onun uslubunu
çalmaya kalkıştığınız izlenimine kapılmasın. Ama uyum sağlamak istiyorsunuz. Eğer
o kişi İtalyan tasarımcıların elbiselerini kullanıyorsa, siz de bir İtalyan tasarımcının
elbisesini giyin ama aynı tasarımcı olmasın. Eğer o kişi ikide bir alnını
siliyorsa, siz de silmeyin. Bunun yerine havanın ne kadar sıcak olduğundan
söz edin.
Eğer
ilk buluşmanızı erteleyemiyorsanız ve buluşacağınız kişi hakkında hiçbir bilgi
edinememişseniz, dikkatinizi ilk bakışta uyum sağlayabileceğiniz özelliklere
yöneltin, elbisesine veya o kişinin dış görünümüne değil. Eğer
yavaş konuşuyorsa, siz de yavaş konuşun fakat abartmayın. Hızlı konuşuyorsa,
siz de hızlı konuşun. Onun bilinçaltında, kendisi gibi bir bireyle
karşılaştığını hissetmesini sağlayın.
Unutmayın
ki, bu kişiyle olan buluşmanızın hedefi, onunla bir ticari anlaşmayı
sonuçlandırmaktır. Ona ahlak vaazları vermek için orada değilsiniz. Onun dostu
olarak, ya da, sosyal bir etkinlik amacıyla da orada değilsiniz. Bir işadamı
olarak, daha önceden belirlenmiş bir gündem amacıyla orada bulunuyorsunuz.
Eğer o kişi kahve seviyorsa, siz de sevin. Şeker istemiyorsa, siz de şekersiz kahve isteyin.
Sigara içiyorsa, siz de
için. Biftek seviyorsa, siz de biftek yiyin. O kişi sosyalistse, siz de
sosyalist olun. IMF’den nefret ediyorsa, siz de İME düşmanı kesilin. Onu belli
bir sınırda izleyin. Ama sınırı aşmayın.
Sınır nedir?
Sınır,
o yerde hakim olan ahlak anlayışıyla desteklenen yasalardır... kendi
toplumunuzun değil, o kişiyle birlikte içinde bulunduğunuz toplumun ahlak
kuralları ve yasaları.
Ya
karşınızdaki kişi sigara değil de, esrar içiyorsa? Siz de içmeli misiniz? Eh,
böyle bir şey nerede olduğunuza ve kim olduğunuza bağlıdır.
Eğer
İsviçre’deyseniz ve bankerseniz, kesinlikle olmaz. İsviçre yasaları buna
karşıdır, yerel ahlaka ters düşer ve sizin konumunuzdaki bir insan da bunu
reddetmelidir. Eğer Yemen’deyseniz ve gergedan boynuzu ticareti yapan bir
kaçakçıysanız, o zaman kesinlikle evet, dersiniz. Yemen yasaları bunu yasaklasa
da, yasaklamasa da (en son hangi ihtilalin olduğuna bağlıdır), yerel ahlaka
ters düşmez. Dolayısıyla sizin konumunuzda biri esrarlı sigarayı içebilir ve
içmelidir de. Yunanistan’da, Korfu adasında tatilini geçiren bir bankerseniz, o
zaman kesinliklikle kesin bir cevap yoktur.
Ne
olursa olsun, bir suç eylemine katılmayın veya yerel ahlak anlayışına ters
düşen bir şeye bulaşmayın. Karşınızdaki kişi ona katılmanız için ısrar etse
bile, suç işleyerek konumunuzu tehlikeye atmayın.
Karşınızdaki
kişi ya gerici herifin tekiyse? Farzedin Marsilya’dasınız ve o kişi ikide bir
lanet olası, kahrolası Araplar deyip duruyor. Bunu yasaklayan bir yasa yoktur.
Ahlak kuralı? Marsilya’da öyle bir şey olmaz. Bırakın o kişi atıp tutsun, siz
sessizliğin yaratıcılığına güvenerek durumu idare edin.
Fakat ya İngiltere’de bir iş
toplantısındaysanız ve birisi “kahrolası zenciler” diyorsa?
Tuzağa düşmeyin. Saygılı bir şekilde bu
ifadeyi duymamazlıktan gelin eğer bunu yapamıyorsanız, o kişiye nazik bir
dille bu kurallarla oyuna devam edemeyeceğinizi belirtin. Her zaman olduğu
gibi sağduyunuzu kullanın. Kendinize hareket alanı ayırın ve sakın ahlak
dersleri vermeye kalkmayın. Ama aynı zamanda, kendinizi de ucuza satmayın.
Bazen
paylaşılmış bir sırrın, ortak bir suçun işe yaradığı durumlar vardır. Ama
böyle durumlarda kararları karşı taraf değil, sizin vermeniz gerekir.
Unutmayın;
bu sözlerim iş dünyası içindir, gizli ajan görevleri için değil. Gizli ajan
olarak iş başındasınız, ne temas edebileceğiniz bir kimse ne de haberleşme
imkanı var. Çıkış yolu görünmüyor... Bu durumda koşullar değişir, tabii. Ne
gerekiyorsa, onu yaparsınız.
Bir
uyarı: Shechem, Hamor ve köylülerinin akıbetini unutmayın. İsrailliler hepsini
öldürmüştü. Doğru renk kravat takmakla kendinizi ait olmadığınız bir topluma
yutturamazsınız. Kendi numaranıza kendiniz kanmayın. Siz BBŞ’ne dahil
değilsiniz. Sadece öyleymiş gibi davranıyorsunuz. Sakın gardınızı düşürmeyin.
Kendinizi
bukelamun gibi bir başkasının benzeri haline getirmeniz her zaman mümkün
olmayabilir. Her zaman vekaleten BBŞ üyesi olamayabilirsiniz. BBŞ’ni
çevresinden
ayırt
eden bütün o özelliklere sahip olmayabilirsiniz. O halde, ne yaparsınız?
Paralel özellikler geliştirirsiniz.
Bir
Körfez ülkesine giderken Müslüman rolü oynamak anlamsız olur. Bu din bir
yabancının hemen öğrenemeyeceği kadar karmaşık ve kendine özgü kurallarla
doludur ve bir Avrupalı işadamının veya, işkadının Müslüman olması o kadar az
ihtimaldir ki, böyle bir iddia pek çok soru işareti yaratır. Ama karşınızdaki
kişi dindar bir insansa, sizin de kendi dininize biraz daha bağlı görünmeniz
uygun olur. Karşınızdaki kişinin dininden çok farklı bile olsa, kendi dininize
olan saygınız sizi ona dinsiz bir işadamından daha yakınlaştırır.
Bir
Manchester United futbol takımı taraftarı karşısında siz de o takımın
taraftarıymış gibi davranmanız pek işe yaramaz. Her şeyden önce, bırakın
futbolu, bu takımın durumu hakkında bir şeyler bildiğinizi inandırmanız bile
zor olacaktır. Ama spor tutkunu bir insan rolü oynayabilirsiniz. O zaman futbol
dâhil, bütün spor dallarına, Manchester United dahil, bütün spor takımlarına
ilgi duymanız olağan karşılanır.
“Neredeyse
BBŞ Gibi” hafife alınacak bir konu değildir. Bir iş anlaşmazlığının yarattığı
elektrikli ortamda, gecikmiş bir teslimat tarihinin gerginliğinde, kaçırılan
bir fırsatın verdiği asabiyet içinde, ne kadar uzak da olsa, bir akrabalık
sizi iş ortağınızla bir arada tutabilecek tek şey olabilir. îş ortakları
arasında kavga çıktığı zaman, başka bir anlaşma için bir araya gelmeleri
zordur. O zaman işte BBŞ ortak payda olur ve iki tarafın uzlaşmasını sağlar.
“Neredeyse BBŞ Gibi” de işlev olarak buna denktir.
“Natati
Kesef HcıSade, Kach Memeni...”
“Toprağın
parasını vereceğim. Benden bunu al...”
Natati
Kesef HaSade...
Zohar’ın oğlu Ephron ve Hebron sakinleri, İbrahim’e aile mezarlığı için bir
arsayı bedelsiz olarak vermek istiyorlardır. “Al, senin olsun,” der Ephron.
Ancak İbrahim bunu kabul etmez. Bedelini ödemek için ısrar eder. Eğer bedelini
ödeyemezse bunu kabul etmeyeceğini söyler Ephron’a. Neden sonra Ephron para
almayı kabul eder ve İbrahim, Machpelah mağarasını satın alır; öldükten sonra
karısı Sarah ile birlikte oraya gömülürler.
İbrahim
neden mağarayı satın almak için ısrar etti? Neden ev sahibinin nazikçe sunduğu
armağanı kabul etmedi?
İbrahim,
“Rollerin Mutlakiyeti” nedeniyle armağanı kabul etmedi. Birisine bağımlı,
başkalarından bağış alan adam rolünü üstlenmek istemedi. Bir gün pek de iyi
tanımadığı birinin çıkıp, “İbrahim’i bu haline ben getirdim, benden bağış
alırdı,” demesini istemedi. İbrahim biliyordu ki, kişinin üstlendiği rol er geç
onun mevcut ve gelecek zamandaki ilişkilerinin dinamiğini belirleyecektir.
Toplumdaki konumunun, sonucu belirlediğini bildiği için bağımlı insan
konumuna razı olmadı.
İnsanlık
tarihi boyunca ticaret hep statü (toplumdaki konum) üzerine kurulmuştur; iş
hayatında sadece iki rol vardır ve bütün hareketleri bu iki rol belirler.
“Satıcı” vardır, “Müşteri” vardır. Müşteri satın almak ister, satıcı satmak
ister. Hangisi olduğunuzu bilmek zor değildir. Her iki rolü de nasıl
oynayacağınızı bilmeniz, başarının veya, başarısızlığın anahtarıdır.
Rollerin
Mutlakiyeti’ne göre, bir ticari işlemin sonucundan çok büyük kazanç bekleyen
kişiler bilerek veya bilmeyerek satıcı gibi davranırlar, bu işlemden daha
küçük beklentileri olan kişilerse tipik müşteri rolünü üstlenirler.
Genel
tanıma göre satıcı, bu denklemin hevesli, ısrarlı ve hep şirin olmaya çalışan
tarafıdır. Müşteriyse, denklemin diğer yanıdır; kuşkucu, temkinli ve mesafeli.
Örneğin,
tipik bir ticaret sahnesinde girişimci satıcı rolündedir, banka da müşteri.
Halka açılan şirket satıcıdır, borsa müşteri. Başkan yardımcısı satıcı, başkan
müşteridir. Aşk hayatında erkek her zaman satıcı, kadın ise hemen her zaman
müşteri konumundadır.
Yani,
Mutlakiyet kuralına göre, gerçek müşteri satın almayı gerçek satıcının satmak
istediğinden de fazla istediği zaman bile her iki taraf da kendilerine biçilmiş
rolden çıkmazlar ve dolayısıyla kendi gerçek amaçlarından sapmış olurlar.
Peki,
siz de böyle mi yapmalısınız?
Hangi
rolde olmanıza ve satmak veya, satın almak istediğinize bakmaksızın daima
satıcı olmanız gerekir, müşteri değil.
Her
şeyden önce, satmayı gerçekten istiyorsanız (veya, o işlemin sonucunu karşı
taraftan daha çok arzuluyorsanız) sizin “satıcı” olmanız gerekir. Eğer öyle
olmazsanız, o işlemin istediğiniz gibi sonuçlanma ihtimali azdır. Sonuçlandırana
kadar hevesli, açık, ısrarlı, kararlı, esnek ve şirin olmak zorundasınız.
Müşteri sizden böyle olmanızı bekler ve işleme daha çok ilgi duyan taraf olarak
o süreç boyunca bu özelliklerin her birini göstermek size düşer. Bu özelliklere
dört elle sarılmanız başarma ihtimalinizi artıracaktır.
Ne
var ki, “müşteri” olsanız bile, yani işlemin sonucuna daha az önem veren taraf
olsanız bile yine bu özellikleri üstlenip sergileyin, çünkü bunu yapmakla
satıcının dengesini bozmuş olursunuz. Rollerin Mutlakiyeti’ni kırarak, karşı
tarafı tanımadığı bir araziye sokarsınız ve onu şaşırtırsınız. “Bu işlemin
sonucunu istiyen bensem, neden karşı taraf benden çok çaba gösteriyor?”
Rollerin
Mutlakiyeti’ni parçalayıp, “nazik” olmakla karşı taraftan puan toplarsınız,
çünkü Mutlakiyet kuralına göre “nazik” olmak size düşmezdi. Böylece ilişkinin
dinamiğini kendi elinize geçirmiş olursunuz.
İşte
bu nedenle İbrahim, muhtaç durumdaki yabancı olduğu halde armağanı kabul
etmedi. Bu konukseverliği reddetmekle somut bir varlığı soyut bir güç haline
dönüştürmüş oldu. Bulunmak istediği konum buydu. Sizin de öyle olmanız
gerekir.
Her
oyuncu bir rolü seslendirir. Bunu dinleyen herkes de o oyuncunun “satıcı” mı,
yoksa, “müşteri” mi olduğunu anlayabilir. Bunun için özel bir yeteneğe veya,
sezgi gücüne gerek yoktur. Sadece biraz dikkat ve alışma meselesidir.
Taraflardan biri daima o ilişkiyi ilerletmek ve işlemi sonuçlandırmak için
daha hevesli olacaktır. İşte, o taraf “satıcıdır.” Sizin o taraf üzerinde bir
gücünüz vardır.
Böyle
olduğuna göre, sizin, yani işadamının, satıcıyı tanıtlayabilmek için, uygun
anteni geliştirmesi gerekir. Böyle bir bilgiyi o oyuncunun kendisinden başka
hiçbir kaynaktan alamazsınız ve bu bilgi parasal ihtiyaç, ticarî ihtiyaç veya,
kişisel kazanç gibi sözde objektif kriterlerden daha önemlidir.
Herhangi
bir ticari işlem sırasında birinin neden “satıcı” veya, “müşteri” olduğunu
anlamak kolay değildir. Oyuncuyu hangi güçlerin motive ettiğini anlamak belki
bir psikiyatristin bile yıllarını alabilir. Kimi insanın sevgiye ihtiyacı
vardır, kimi sadece kendisinden hoşlanılmasını ister. Ama bunlar sizin ilgi
alanınız değildir. Sizin ilgi alanınız bu rolü doğru tanımak ve kendi
avantajınıza kullanmaktır.
Karşınızda
satıcı varsa, koşulları normal olarak yapacağınızdan daha çok
zorlayabilirsiniz. Pazarlık uzlaşılmaz bir kıvama gelse bile, satıcı görüşmeyi
kapatmak istemez. Bu nedenle rakibinizin rolünü tanıyın ve bunu kendi lehinize
kullanın.
Tam
tersine, eğer karşınızdaki “müşteri” ise, çok temkinli olmalısınız. Doğası
gereği müşteri kuşkucu olacaktır; eğer fazla zorlarsanız, kendiniz ve niyetiniz
hakkında onun kuşkusunu uyandırırsınız. Bir müşteriyle iş görüşürken
muhafazakar olmalısınız. Müşteri sizin sıkı bir tezgahtarlık yapmanızı bekler.
Eğer bu beklentisini yerine getirirseniz onun sizden umduğu rolü oynamış
olursunuz. Ama muhafazakar ve temkinli davranıp, ona “satın almasa da umurunuzda
değil” izlenimini verirseniz, ayaklarının altındaki halıyı çekmiş,
beklentilerini altüst etmiş olursunuz.
Ne
var ki, müşteri karşısında şansınızı da fazla zorlamayın, çünkü uzlaşma
kopacak olursa bunu kurtaracak olan taraf müşteri değildir.
İdeal
bir dünyada, satıcı yerine müşteri konumunda olmak daha tercih edilen bir
şeydir. Müşteri olarak içinde bulunduğunuz durumun dinamiğini siz kontrol
edersiniz ve satıcıyla olan ilişkinin kurallarını siz belirlersiniz. Sonuçta
satıcı müşteride olan bir şeyi istemektedir. Bu bazen para olur, bazen de
satıcı için değerli olan başka bir şey. Oysa, müşteri satıcıda olan şeyi belki
ister belki istemez ve istese bile bunu satıcıya belli etmek zorunda değildir.
Ama
her zaman böyle olmaz.
Satıcıda
müşterinin mutlaka almak istediği bir şey varsa ve bunu hem satıcı hem de
müşteri biliyorsa, ne olur? Roller değişir. Satıcı bir bakıma müşteri olur,
müşteri de satıcı konumuna geçer. Artık kontrol satıcının elindedir; ya da, en
azından müşteriyle eşit koşullardadır ve müşteri onun suyuna gitmek zorunda
kalacaktır. Hatta, bazen hiç ihtiyacı olmayan şeyleri bile satıcıdan almaya
razı olabilir.
Yasa
çıkaran bir hükümet yetkilisiyle bir lobicinin rollerini düşünün. Lobici
satıcı konumundadır. Hükümet yetkilisinin hükümet politikasını lobicinin
ticaretine uyacak biçimde değiştirmesini istiyordur. Müşteri konumundaki
hükümet yetkilisinin satıcının istediğini yapması için belirli bir neden
yoktur. Tabii, eğer satıcıdan bir iş istemiyorsa. Eğer satıcıdan seçim
kampanyası için bir bağış istemiyorsa, eğer değişecek bir siyaset için
satıcının desteğini aramıyorsa. Bazıları buna siyaset diyor, bazılarıysa
düpedüz rüşvet. Burada önemli ders, lobici tarafından uygulanan rol değişimidir.
Eski
bir Arap atasözü vardır: İnek, süt vermeyi buzağının almak istediğinden daha
çok ister. Rol değişiminin mümkün olabileceğini bu atasözünden daha güzel
açıklayan bir örnek var mıdır? Çoğu kişi buzağı için ineğin çok önemli
olduğunu düşünür... ne de olsa, ineğin sütü olmaksızın buzağı büyüyemez. Ama
her çiftçinin iyi bileceği gibi, inek sütünü boşaltamazsa müthiş açı çeker ve
hasta olur. Böylece inek de buzağıya en az buzağı ona olduğu kadar, hatta, daha
da fazla muhtaçtır. Rollerin değişimi.
Bir
iş ortamında rol değişimini sağlayacak fırsatları kollayın. Eğer satıcıysanız,
müşteriyi de satışa ortak yapacak fırsatları kollayın. Müşterinin ilgi duyduğu
şeyleri öğrenin. Müşterinin ihtiyaçlarını nerede karşılayabilirsiniz?
Müşteriyseniz, sizin konumunuzu ele geçirmek için yapılacak girişimlere karşı
tetikte olun. Yeni bir iş teklifi mi var? Bir komisyon mu söz konusu oluyor?
“Halm
BeAvour Hamishim Ve Lo...?”
“Elli
Dürüst insandan Beş Eksik Olacak...?”
Halm
BeAvour Hamishim Ve Lo...? Tanrı İbrahim’e, eğer elli tane dürüst insan bulabilirse,
Sodom kentini kurtaracağını söylemiştir. Tam elli tane... Ne bir eksik
ne bir fazla. Bu söz doğrudan Tanrı’nın ağzından çıkmıştır. Meleklerden veya
başka bir peygamberden değil. Tanrı’nın sözüdür.
İbrahim
bu duyuruyu olduğu gibi kabul ediyor mu? Hemen Tanrı’nın yanından ayrılıp elli
tane dürüst insan aramaya başlıyor mu? İbrahim bu duyurunun Tanrı’nın son sözü
olduğunu kabul ediyor mu? Hayır, etmiyor. Tanrı’yla pazarlık etmeye başlıyor.
Tanrı’yla pazarlık ediyor. Tanrı’nın ne dediğine aldırmayıp, pazarlığa
girişiyor.
Ve
Tanrı yüzde 80 indirim yapana kadar da İbrahim pazarlığı bırakmıyor: Artık 10
tane dürüst insan bulacaktır. On kişi.
Bir
şeyi iyi korumak onu onarmaktan daha kolaydır. Bir hayır, cevabından kaçınmak
da bu sözün geri alınmasını sağlamaktan daha kolaydır. Dinleyin. Beden diline,
seslere, ses tonuna, başın aldığı yöne ve gözlere çok dikkat edin. Bu dikkati
verirseniz, hayır cevabı gelmeden çok önce anlayabilirsiniz. Anladığınız anda
da bundan kaçının. Bir kılıfını bulup soruyu değiştirin; konuşmanın havasını
öyle değiştirin ki, artık o hayır, cevabı yersiz kalsın. Bu cevabı almaktan
kaçının ve stratejinizi yeniden belirleyin.
Çocuklar
bu kuralı içgüdüyle uygularlar. Hayır cevabından kaçınmayı kimseden
öğrenmeleri gerekmez. Sizden bir şey isteyecekleri zaman peşin olarak, “Hayır, demeden önce beni sonuna kadar
dinle,” derler.
Bunu söylerler, çünkü bir kez ağzınızdan hayır, çıktı mı, bunun geri
alınmasının ne kadar zor olduğunu öğrenmişlerdir.
Siz
de çocuklardan ders alın. Çok önem vermediğiniz bir ricanıza evet, denmesi,
sonucuna çok önem verdiğiniz bir isteğinize hayır, denmesinden iyidir.
Her
çocuğun iyi bildiği gibi, bir hayır, cevabı istenen sonucu elde etmek için
üstelemeyi bırakma nedeni değildir.
İnsanların
hayır demesi için birçok neden vardır. Bu nedenlerin pek azı sizin istediğiniz
şeyi reddetmek için yürekten bir istek barındırır. Şöyle bir düşünün. Son kez
hayır, dediğiniz zaman neden böyle dediniz? Zaman kazanmak için miydi? O anda
bir taahhüde girmemek için miydi? O anda size uygun gelmeyecek bir şeyden
kaçınmak için miydi? Farklı koşullarda cevabınız farklı olabilir miydi? Bu
koşulları değiştirmek ne kadar zor olabilirdi?
Gerçek
hayatta olduğu gibi, bütün iş görüşmelerinde de, hayır, demek sadece bir açılış
konumudur. Kabul edelim ki, yararlı bir açılış konumudur ama sonuçta sadece
budur. Hayır, sözcüğüne “Bu durum biraz daha pazarlık gerektirir,” gibi bir
anlam katabilirseniz, gönderilen mesajı doğru olarak yorumlamış olursunuz.
Hayır, sözcüğüne, “Bu isteğin bir başka biçimde ifade edilmesi gerekir,” anlamını
katarsanız gönderilen mesaja doğru anlamı katmış olursunuz. Aksi taktirde,
pazarlığın önemli bir öğesini kaybeder, yani nerede uzlaşıp nerede
uzlaşamayacağınızı belirlemekten mahrum olursunuz.
Karar
yetkisi olmayan, mevcut politikayı veya, uygulamayı değiştiremeyen biriyle
tartışmanın alamı yoktur. Genellikle, daha alt kademeden olan böyle bir
memurdan gelecek hayır cevabı aslında hiç de kesin bir ret değildir. Bu
“hayır” daha çok o kişiyi rahat bırakmanız ve karar için daha yüksek mercilere
başvurmanız için yapılan bir yakarışa benzer.
Böyle
bir hayır cevabını güler yüzle ve anlayışla kabul ederseniz, o alt kademe
memurunu kendi safınıza çeker, olumsuz karar için kime ve nasıl başvuracağınızı
öğrenirsiniz.
Olumsuz
cevap aldınız diye böyle bir kişiyle sakın tartışmaya girip zamanınızı ve
gayretinizi harcamayın. Her şeyden önce, sosyal sıralamayı hiç bilmiyormuş
durumuna düşer ve prestij kaybedersiniz. Yetkisiz biriyle tartıştığınızı
görenler, bunu nasıl anlayamadığınıza şaşarak, sizi budala sanırlar.
İkincisi,
tam bir müttefike ihtiyacınız varken düşman kazanmış olursunuz. Bu mevzuatı,
tartışmakta olduğunuz kişi çıkarmadığı gibi, belki ne olduğunu bile
anlamıyordun Onunla tartışmaya kalkarsanız, o ana kadar hiç ilgisi olmasa
bile, birden dört elle o mevzuata sarılıp savunmaya başlar. Bir kez savunmaya
geçti mi de, bundan sonra onun değiştirilmesine var gücüyle karşı çıkar.
Özellikle de, sizin gibiler tarafından değiştirilmesine...
Üçüncü
neden, değerli enerjinizi, zamanınızı ve duygularınızı yanlış kişi üzerinde
harcamış olursunuz. Oysa, zaman, enerji ve duygular çok önemli kaynaklardır.
Kimi anlarda elinizdeki tek kaynak bunlar olabilir. O halde, bu kaynağınızı çok
etkili yerlerde kullanın. Öfkeye kapılmak bir lükstür. Kendinizi kaptırmayın.
Reddedildiniz.
Öneriniz geri çevrildi. Hazırladığınız o “garantili” plan, hiç tartışmaya bile
gerek görülmeden çöpe atıldı. O mantıklı, ölçülü ve temkinli ricanız kabul
edilmedi. Hiç dert değil. Planınızın (ya da, ricanızın) kabul edilme ihtimali
çok yüksektir.
Saçma
mı geliyor? Saçma değil. Bir isteğin bir çırpıda reddedilmesi, bunun uzun ve
dikkatli bir inceleme sonucu reddedilmesinden daha iyidir, çünkü ikinci durum,
isteğinizin ciddi olarak düşünüldüğünü ve uygun görülmediğini gösterir.
İsteğiniz üzerinde gereken inceleme zaten yapılmıştır.
İncelemeden
geçtikten sonra reddedilen bir isteği kabul ettirmek, önceden yapılmış olan
incelemenin bir kez daha yapılmasını ve birinci incelemenin yok sayılmasını
gerektirir. Tabii, birinci inceleme sonucu oluşan olumsuz önyargının da
giderilmesi gerekecektir. Bu da başarı ihtimalini çok azaltır.
Daha
da kötüsü, görüşüldükten sonra varılan bir ret kararının bir sahibi vardır. Bu
kişi ortaya çıkıp, açık açık sizin isteğinize karşı fikir yürütmüştür. Bir kez
bu oldu mu, artık sizin isteğiniz mantık çerçevesinden çıkıp, politika sınırları
içine girmiştir. Artık, mantıklı bir şekilde görüşüldükten sonra reddedilen
isteğinizin kabul edilebilmesi için, başka bir kişinin fikrinin reddedilmesi
gerekecektir. Bu da, isteğinizin yapısıyla tamamen ilgisiz nedenlerle imkânsız
olabilir. Örneğin, isteğinize karşı çıkan taraf sizden çok daha önemli biri
olabilir. Bu nedenle, sizin isteğiniz ne kadar mantıklı görünse de, hiç kimse o
kişiyle ters düşmek istemeyebilir.
Kısacası,
üzerinde düşünülmüş bir ret kararından dönüş ihtimali yok denecek kadar azdır.
Oysa bir anda verilen bir ret kararı birçok şeyden biri anlamına gelir ki, bunların
hepsi de sizin karşı tarafı ikna edebilmeniz için güzel başlangıç noktalarıdır.
İsteğinize hemen hayır denmesi önerinizin yanlış anlaşıldığını gösterebilir
veya bunun üstünde düşünecek zaman olmamıştır. Her türlü anlama gelebilir
veya hiçbir anlama gelmeyebilir.
Bu
şekilde bir ret cevabı, sahibinin din değiştirmesi için bir davetiye gibidir.
Size hayır diyen kişi, daha sonra isteğinizi kabul edebilir çünkü ilk başta
sizi reddederken isteğiniz üzerinde düşünerek kendi zekasını riske etmiş değildir.
İsteğinizi analiz edip, inceledikten sonra reddetmemiştir. O aşamada onun
hayır demesi sadece, “Bize biraz daha anlat bakalım,” anlamındadır.
“Yatzu
Benei Yisrael BeYad Rama LeEynei Kol Mitzrayim. ”
“İsrail
Evlatları Bütün Mısırlılar’ın Gözleri Önünde Cesaretle Yola Çıktılar.”
Yatzu
Benei Yisrael...
İsrail Evlatları Mısırlıların onca eziyeti altında, paçavralara bürünmüş bir
köle grubuydu; yoksul, cılız ve ezilen köleler. Buna rağmen Mısır’dan “cesurca”
çıkarlar. Ve bütün Mısırlıların gözleri önünde giderler. Bu köleler neden
“cesurca” giderler? Ve neden Mısırlılar onları durdurmak için harekete
geçmezler?
Birinci
soru İkincisinin cevabıdır. İsrailliler böyle gözü pek davranınca buyurganlarını
şaşırtırlar ve onları hareketsiz bırakırlar. Hiç beklenmedik biçimde yapılan
şaşırtıcı bir hamle. Cesaretle uygulanan bu eylem, eylemin gerçekleşmesini
sağlayan araç haline geliyor.
Uysal
bir dünyada yaşıyoruz. Şöyle bir bakın. Kaç kişi cesur eylemler
gerçekleştiriyor? Kim cesur fikirler üretiyor? Cesur seçimler yapıyor? Gerçek
şu ki, çoğu kimse daha önceden aşılmış yolları izlemektedir. Çoğu kimse
başkalarının onlara öğrettiği biçimde düşünür. Bu nedenle çoğu kimse cesur bir
fikir, cesur bir plan veya bir fikrin cesurca uygulanışına alışkın değildir.
Uysallar daima Cesurlar’ın
bıraktıkları mirasa konarlar.
Ender
olduğu için, cesur hareket kendi başına bir değer haline gelir. Eylemin
uygulanış yöntemi eylemin kendisinden daha önemlidir. Köleler Mısır’dan
ayrılırlarken hiçbir engelle karşılaşmadılar, çünkü buyurganların dikkati bu
ayrılışın yöntemine, yani, cesarete odaklanmıştı.
Çoğu
zaman bir hedefe ulaşabilmek için en iyi eylem planı üzerine kafa yorarsınız.
Ne var ki, çoğu kez bir hedefe ulaşmak için iyi bir hareket planı yoktur.
Kutsal Kitap bize, planımızın cesaret olmasını söyler.
Kölelerin
Mısır’dan ayrılabilmeleri için “iyi bir yol” yoktu. Sayıları fazla olduğundan,
gizlice çıkıp gidemezlerdi. Ne var ki, savaşacak kadar da kuvvetli değildiler.
Gerçekten de, hangi yolu seçerse seçsinler, efendilerinin, devletin,
firavunun, ya da, ordunun öfkesini çekeceklerdi.
Bu
nedenle köleler “cesurca” çıkıp gittiler; bütün Mısırlıların gözleri önünde,
hiçbir utanç veya, korku duymadan... Ve bunu yapmakla Mısırlıları şaşkın
bıraktılar.
Onların
planı cesaretti. Onların silahı cesaretti. Ve zaferleri de cesaret oldu.
Düşüncede
ve eylemde cesaret sayesinde, başkalarının müdahalesine ve engel çıkarmasına
aldırmaksızın pek çok görevi başarabilirsiniz. Peki, cesaret nedir? Kendini
beğenmişlik değildir. Özgüven de değildir. Özgüvenin gösterilişidir. Siz içinizde o güveni
duysanız da duymasanız da, özgüvenli olduğunuza başkalarını inandırma
yeteneğidir.
Siz
cesursanız, yani çevrenizdekiler sizi cesur olarak algılıyorlarsa, sizin bu
güveninizi kendi mantıklarına göre bir temele dayandırırlar. Bu da iyidir,
çünkü vardıkları sonuç her neyse, kendilerini yeterince tatmin edecek niteliktedir.
Bir
başka deyişle, karşınızdaki kişi şöyle düşünecektir: Bu adam cesur, yani ben
onu kendine güvenli olarak algılıyorum, o halde, cesur olması için bir nedeni
vardır. O neden... İşte, bu aşamada sizi cesur olarak algılayan kişi kendine
göre bir mantık yürüterek sizin neden cesurca girişimler yapabileceğinizi
açıklar.
Aslında
güvenli olmadığınız halde cesur olabilir misiniz?
Güvenli
olmasanız bile cesur olmalısınız. Sonuçta, o eyleme, kendinize veya o eylemi
gerçekleştirebileceğinize güveniniz olmadığı halde o eyleme geçmek zorunda
hissediyorsanız, zaten başka seçeneğiniz yok demektir. Bu durumda da,
başarmak için tek silahınız cesaret olacaktır.
Köleler
hiç de güvenli değildiler. Musa da güvenli değildi. Aaron (Harun) güvenli
değildi. Ne ki, Mısır’dan ayrılmak zorundaydılar. Bu nedenle cesaretle
ayrılacaklardı. Kölelerin bu cesaretinin nereden kaynaklandığını Mısırlılar
düşüneceklerdi. Belki de, İbraniler’in Tanrı’sı gerçekten de en iyi ve tek
Tanrı’dır, diye düşünmüşlerdir. Belki başka bir şey... Önemli olan, cesaretle
uygulanan bu eyleme karşı çıkmaya korkmuş olmalarıdır.
•
Önünüzde çok zayıf seçenekler var. Oysa, sizden istenen görevi de yapmak
zorundasınız. Mecbur kaldığınız için cesur bir hareket tarzı uygulamaya karar
veriyorsunuz, başka seçeneğiniz yok. Pekala. Ama dikkat; cesur hareket uzlaşma
tanımaz. Yarı cesur hareket diye bir şey yoktur ve olamaz. Bazen cesur bazen o
kadar cesur olmayan hareket de yoktur ve olamaz. Hepsinden de önemlisi, cesur
hareketten geri çekiliş, başarılı bir ricat yoktur ve hiçbir zaman da olamaz.
Sahneye
aslan olarak giriyorsanız, aslan gibi davranıp, sahneden aslan gibi çıkmanız
gerekir. Kuzu olmak, kuzu pirzolası olmak demektir.
Cesur
hareket yolunu seçmek, iskelenin ucunda bekleyen yüzücünün durumuna benzer.
Yüzücü suyun soğukluğuna falan aldırmadan balıklama atlayabilir. Cesur hareket
budur işte. Ya da, önce ayak parmağını suya sokar, sonra ayağını... Sonra yavaş
yavaş bütün vücudunu. Bu da temkinli harekettir. Aslında düşünecek olursanız,
böylesi daha uygun hareket tarzı olabilir. Daha da ötesi, bu hareket de
yüzücüyü tıpkı, dönüşü olmayan balıklama atlayış gibi suyun içine sokar fakat
ondan istenen cesur girişi sağlamaz.
Cesur
hareketin kendine özgü tehlikeleri vardır. Böyle bir hareket sırasında inilecek
“durak” yoktur. Yüzücü onun suya dalmasını bekleyen bir köpek balığı gördüğü
taktirde, havada ters dönüp tekrar iskeleye konamaz. Atlamadan önce her türlü
ihtimale karşı hazırlıklı olmalıdır, çünkü cesur hareketi seçtikten sonra bunu
sürdürmek zorundadır.
Köleler
cesurca Mısır’dan çıktıktan sonra geri dönemezlerdi. Kızıl Deniz’e vardıkları
zaman, yine Mısır’dan çıkışlarında olduğu gibi davrandılar. Hiç tereddüt
etmeden ve cesaretle.
Cesur
bir hareketten geri dönüş, bu harekete hiç başlamamış olmaktan daha kötüdür.
Zayıflık, şaşkınlık ve çaresizlik işaretidir. Bekleyen köpek balıkları için
kan kokusu gibidir.
Cesurca
gir. Cesurca çık.
WorldCom
hiç zayıflık göstermediği için MCI’yı ele geçirdi. Bir kez buna karar
verdikten sonra, hedefine ulaşmak için her bedeli ödemeyi ve herhangi bir
mahkemeye gitmeyi göze almıştı. British Telecom ve GTE tereddüt ediyor,
titizleniyor ve bin dereden su getiriyorlardı. AT&T ise bu oyunun içinde
olup olmadığına bile karar verememişti. Hiçbirinin kazanma ihtimali yoktu.
Starwood
Lodgings, TIT Sheraton’u ele geçirdiyse, bunu hızlı ve cesurca hareket edip,
nakit parasını ortaya koyarak kararlılığını ilan etmesine borçludur. Hilton
fiatı artırdıkça onlar da artırdılar. Caymayacakları belliydi ve bir taraf
pes edip çekilene kadar savaşacaklarını açıkça ilan etmişlerdi. Hilton ise
hantal ve temkinli davranıyordu. Kazanma ihtimali yoktu.
Cesur
oyuncuları yaşatmazlar. Onların varlığı bile kurulu düzene karşı bir
tehdittir. Günü kurtarmak için kellesini ortaya koyan asi serüvenciye ne özel
ne de resmi kuruluşlar uzun süre tolerans gösterirler. Ve her ne kadar çoğu
zaman o günü cesurlar kurtarırlarsa da, kurumun ve bünyesindeki uysalların
korunması uğruna cesur oyuncunun feda edilmesi gerekir. Başarılı olan cesur
oyuncunun başarısız olana göre çok daha çabuk kurban edilmesi de işin ilginç
yanıdır. Bu böyle olur, çünkü başarısız oyuncu sonuçta kurumun uysal tavrını
haklı çıkarırken, başarılı olanı o kurumun temelini yerinden sarsmıştır.
Mesele
şudur: Cesur olma seçimi veya cesur bir harekete geçme kararı için sadece o
eylemin sonucunu düşünmek yetmez. Cesur oyuncunun, bu cesur hareket tamamlandıktan
sonra kendisine ne olacağını da düşünmesi gerekir.
Eğer
uzun ve emniyetli bir kariyer istiyorsanız, böyle bir kariyer için başarı
ölçüsü, sizin ne kadar ilerlemiş olmanız değildir; uzun süre o görevde
kalabilmektir. Ama üretgen ve başarılı bir kariyer peşindeyseniz, bunun başarı
ölçüsü süresinin uzunluğu değil, cesarettir.
Cesur
oyuncu cesur hareketinin karşılığı olarak kurumu tarafından ödüllendirilmeyi
asla beklememelidir. Bu ödül bazen gelebilir, ama hiç beklenmemesi gerekir.
Tersine, cesur oyuncu yaptığı cesur hareketle kurtardığı kurumun varlığını
sürdürebilmesi için, feda edilmeye hazırlıklı olmalıdır. Cesur oyuncu o kurum
için çok gereklidir. O olmazsa, kurum kaybolur. O olmadan başarı kazanamaz.
Ama bir yandan da o kurum için büyük bir tehdittir, çünkü cesur oyuncu kurumu
kurtarmak için onun kurallarını çiğner. Bu yüzden, ilk uygun zamanda cesur oyuncu
feda edilecektir.
Ne
bir kurumda ne de kurumsal bellekte başarılı olmuş bir put kırıcının varlığına
tahammül gösterilir. Cesur oyuncu da tam tanımıyla bir put kırıcıdır.
Bir
şirketi batmaktan kurtaran gözü pek başkan, yeniden hayata dönen o şirketin yönetim
kurulunca kovulacak ilk kişi olur. Binbir risk göze alıp kurulu düzeni
değiştiren yenilikçi kişi, çoğu zaman ardından gelen sürünün altında kalacak
ilk kişidir.
Burada
bir değer yargılaması yoktur. Sadece yapacağınız seçimin sonuçlarını anlamanız
gerekir. Örgüt elemanı mı, yoksa girişimci mi? Lider mi, yoksa izleyen mi?
Kurumsal olarak uysal mı, yoksa cesur mu? Seçim sizindir.
Öte
yandan, kurumun uysal bireyleri uzun ve doyurucu bir kariyerin tadını
çıkarabilirler; bunlar çoğu kez risk almaktan çok, bunlardan kaçınarak
basamakları tırmanırlar ve üst mevkilere gelirler. Tüm meslek yaşamları boyunca
hiçbir pırıltı göstermeden şirket yönetimine girmiş pek çok insan vardır. Böyle
bir kişinin kariyerinde en göze çarpan özelliği, hatalardan kaçınmış olmasıdır.
Bu da yaşam boyu sorumluluk altında çalışan insanlar için az şey değildir.
Diğer
taraftan, cesurların çeşitli kurumlarda veya kendi işlerinde kısa, fakat
unutulmaz kariyerleri olur. Risk almışlardır, yenilik getirmişlerdir veya tüm
gelenekleri yıkan kararlar vermişlerdir. Ne var ki, uzun vadede bir örgüt, daha
büyük başarı ihtimali uğruna kurumsal gelenekleri değiştirmektense, aynen
korumayı tercih eder.
Dünyadaki
örneklerine bakacak olursak, muhafazakar İngiltere’nin daha az gelenek-bağımlı
Avrupa ve Amerikan şirketleriyle ticaret hacmi karşısındaki gerileyişi
kıyaslanabilir.
Şirket
bazında bakacak olursak da, gelenek-bağımlı bankacılığıyla, daha serbest
yatırım bankacılığının kıyaslaması yapılabilir. Hangisinin çalışanları daha
büyük iş hacmi sağlıyor? Hangisinin hissedarları daha çok kazanıyor? Bunlardan
hangisi size uyar?
“Be Amood Ashan Lanchotam HaDerech...”
“Bir
Bulut Sütunu Olup Önderlik Eder...”
Be Amood Ashan...
Tanrı Eksodüs sırasında pasif bir izleyici gibi davranmaz. Firavunla yaptığı
görüşmelerde Musa’ya yön verir. Mısırlılara salgın hastalıklar göndererek
onları hırpalar, lsrailliler’in hangi yoldan Mısır’dan çıkacaklarını belirler.
Kampta varlığını fiziksel hale getirir. Gündüzleri Dumandır. Geceleri Ateş.
Her an vardır ve etkindir. Her an. O liderdir. İnsanlar da onu izler.
Görünüşü
huşu verir. Her an varlığının hissedilmesiyse, güven aşılar. O, liderdir.
Herhalde
liderlik kadar çok dikkat yöneltilen başka bir konu olmamıştır. Liderlik
nitelikleri üzerine yazılmış kitapların, makalelerin ve verilen seminerlerin
sayısı şaşılacak kadar yüksektir. Bu konuda yayınlanan bilgilerin miktarına
bakılacak olursa, liderlik hakkında gerekli her şeyin zaten bilindiğini ve iyi
lider olmanın, boyama kitaplarındaki gibi, sayılara bakıp boyamak kadar kolay
olduğunu sanırsınız.
Fena
halde yanılırsınız.
Liderlik
bol tanımların yapıldığı bir öykü değildir. Tersine, liderlik, ama gerçek
liderlik, bir yüklemdir. Eylemin kendisidir. Bu demek değildir ki, liderlik
statik durumlarda veya edilgen bir mevcudiyetle uygulanamaz. Ne var ki, böyle
bir liderlik uygulamasının da bugüne dek bir örneği görülmemiştir.
Liderlik dur durak bilmeden sürdürülen bir
çalışma ve çaba işidir. Ancak hedeflenen davaya tam ve yürekten
bir bağlılıkla başarılabilir. Bir davaya olan bağlılık sürecindeki kumanda
konumudur.
Liderlik
edebilmek için gitmek istediğiniz yeri net bir şekilde görebilmeniz ve bu
hedefi gerçekleştirmek için kuvvetli bir arzu duymanız gerekir. Çoğu insanın,
yaşamının çeşitli aşamalarında arzuları ve uğraşmaya değer bulduğu hedefleri
olabilir. Ama pek azı bu hedefi gerçekleştirmek için gereken çabayı gösterecek
güdüye ve arzuya sahiptir. Pek azı olayların gidişini değiştirebilmek için gereken
özverilere razıdır. Daha da azı uzun bir süre boyunca bu olağanüstü çabayı
göstermek ister. Ama liderlik için gereken şey budur ve bu yüzden liderlik
ender bulunan bir değerdir.
Liderlik
uzun bir zaman diliminde bir davaya gözle görülebilir yoğunlukla bağlanmaktır.
Bir
lider işini “sahne gerisinde” yapmaz. Liderlik, gizli kapaklı yapılan
anlaşmalarla uygulanan bir şey değildir. Böylesi, başkalarını peşinden
sürüklemek isteyen birine hiç uymaz. Sahne gerisinde yapılan hareketlerle pek
çok şey başarabilirsiniz, ama bu tavrınız aynı zamanda sizin ortaya çıkmaya
güvenemediğiniz, herkesin gözü önünde İncelenmekten korktuğunuz izlenimini de
yaratır. Liderliğin yapısında böyle bir şey yoktur.
Liderlik
inandığınız dava için uluorta risk alabilmektir. İnsanların tel üstündeki
cambazı alkışlamalarının nedeni, cambazın başarısının veya, başarısızlığının
gözler önünde olmasıdır. Askerler bir liderin peşinden gittikleri zaman
biliyorlardır ki, o lider doğruluğuna inandığı için o hedefi seçmiştir, kolay ve
risksiz olduğu için değil.
Coca-Cola’nın efsanevi başkanı Roberto
Goizueta, Coca-Cola’nın formülünü değiştirme girişimi yüzünden basında yerden
yere vuruldu. Goizueta
ünlü içkiyi biraz daha tatlı olan Pepsi’ye benzetmek istemişti. Bu girişim
hemen başarısızlığa uğradı. Daha az dirayetli bir lider bu durumda önce
yardımcılarından birini feda edip, bütün sorumluluğu onun üstüne atardı veya
daha da kötüsü, sırf karar verildi diye bu yanlış yolda gitmekte ısrar ederdi.
Ama Mr. Goizueta böyle bir insan değildi. Tüm suçu üstlendi. Markasının
konumunu tekrar değiştirdi ve eski formüle geri döndü. Tam bir liderdi ve
liderlik yaptı.
Klasik
Coca-Cola olayından hem önce hem sonra Roberto Goizueta istediği Amerikan
şirketinde başkanlığa gelecek kadar başarılı bir insandı. Bir şirketten
diğerine transfer olarak muazzam servetler de kazanabilirdi. Fakat Goizueta
Coca-Cola’da yetişmişti, bu şirkette palazlanmıştı ve ölene kadar da bu
şirkette kalacaktı.
Zaman içinde liderlik.
Yaşam
süresince liderler kendi boşluklarını yaratırlar. ‘Boşluk bir lideri içine alır’ veya
‘Bir lideri zaman ve yer yaratır’ gibi kavramlar sadece kavramdan
ibarettir, o kadar. Bir “yer” ne kadar coğrafyayı yaratabilirse, zaman da o kadar
lider yaratabilir. Tarihçilerin ‘Tarih mi insanı Yapar, yoksa insan mı Tarihi’,
diye sormalarının nedeni, kendi hayatları boyunca hiç gerçek lider görmemiş
olmalarıdır. Zaman ve mekan liderlik niteliklerinin benzersiz biçimde ifade
bulmasına imkan verebilir, fakat kesinlikle böyle nitelikleri yaratamaz.
İş
hayatında da liderlik bundan farklı değildir. Liderlik dizginlerini eline alan
kişi kendi boşluğunu yaratacaktır. Çoğu işadamı kendini kabul ettirmiş birinin
karşısında kenara çekilecektir. Neden mi? Çünkü kurumsal davranış çoğu
işadamının başarıya sahip çıkmaktansa hatalardan kaçınmasını öngörür.
Bu
nedenle, meslektaşlarınızın arasında iddialı olmaktan kaçınmayın. Bulunduğunuz
toplantının yönetimini alın. Büyük ihtimalle sırf kişiliğinizin gücüyle o
grubun lideri olursunuz.
Oturup
pohpohlanmayı beklemeyin. Bunu krallar yapar. Liderliği, ortaya çıkıp sizin
üstlenmeniz gerekir.
Liderlik,
tepedeki hedefe hücum emri vermekten daha fazlasıdır. Liderlik, tepedeki hedefe
hücum emrinin ne zaman
verileceğini bilme yeteneğidir. Liderlik, tepedeki hedefe hücum emrinin ne zaman verilmeyeceğini
bilme yeteneğidir. Ve hepsinden önemlisi, liderlik, askerlerin göz kırpmadan
bu emri uygulayacak durumda olmalarını gerektirir.
Tanrı,
onca salgın hastalık firavunu yok edemediği için Mısır’a ölüm yağdırmıştır.
Basiret.
Bütün
rakipleriniz satın alma gücünü artırmak için halka açılırlarken, sizin de
onlara uymanız gerekir mi? Halka açılmadığı halde her yıl inanılmaz kârlar
sağlayan, özel Hyatt Hotel zinciri bu kavramı çürütüyor. Şirketin sahibi olan
Pritzker ailesi halka açılmadan geçirdikleri her yıl ticaret hayatındaki üstün
liderlik vasıflarını sergiliyorlar. Basiret.
Bütün
rakipleriniz maliyetleri düşürmek için harcamalardan kesiyorsa, sizin de böyle
yapmanız gerekir mi? Eğer siz Donald Trump iseniz, hayır. Çünkü ödün vermez ve
yılmaz bir lider olan Donald Trump’un başarısı onun banka hesabından daha çok,
yarattığı imaja bağlıdır. Basiret.
“Hisagta Merube Lo Hisagta. ”
“Çok Fazlasına Sahip Olmakla Hiçbir şeye Sahip Olmazsın. ”
Hisagta Merube... Bu
deyiş anlamsız bir dizi sözcük müdür? Yoksa, bu çelişen ifadede bir mesaj
olabilir mi? Bilgeler çok fazla şeye sahip olmanın hiçbir şeye sahip olmamak
olduğunu söylüyorlar. Ne demek istiyorlar acaba?
Sadece
başa çıkabileceğin kadarını elde et.
Bu
bilgelerin kullandığı “fazla” sözcüğü miktarın çokluğu değil, aşırı olması
anlamındadır. Aşırı, yani, bir kişinin sindiremeyeceği, kullanamayacağı kadar
fazla. Aşırı miktarda şey edinmenin sonucu, elinde hiçbir şeyin kalmamasıdır.
Böylece, fazla şeye sahip olmakla, hiçbir şeye sahip olmazsınız.
Elleri
dolu olan insan başka herhangi bir şeyi sıkıca tutamaz; ağzınız doluysa, bir
lokma daha alıp çiğneyemezsiniz; her şeyi birden yapma çabası, hiçbir şeyin
yapamamasıyla sonuçlanır.
Yıldızlara
erişmek, çok övülen ve oldum olası saygı duyulan bir hedeftir. Daima en iyisini
elde etmeyi arzulamalısınız. Ama bu arada elde edebileceğiniz hiçbir şeyi de
kaçırmamanız gerekir. Kusursuzluğun peşine düşmek, mümkün olanı başarmanızı
etkilemesin.
Kötü
bir durum sadece bir durumdur, o kadar; geçici olarak çaresiz kaldığınız
koşullar. Ne ki, kötü bir durum sizin kim olduğunuzu değiştirmez. Yaptığınız
işin temel yapısını da değiştirmez. Hayal gücünüzü sınırlamaz. Sizin düşünme
yeteneğinizi de sınırlamaması gerekir. Kötü bir durum her ne kadar özgün
hedefinize ulaşmanıza engel çıkarırsa da, değerli bir hedefi
gerçekleştirmekten alıkoymamalıdır.
“Kötü”
bir durumun özünde ne vardır? Bu, öngörülemeyen veya görülmeyen, ya da,
öngörüldüğü halde bir nedenle göz ardı edilmiş koşulların bir araya
gelmesidir. Bu duruma nasıl karşılık vermeniz gerekir? Önce, koşulların sizin
planınızdaki gibi olmadığını ve ileride de olmayacağını kabul etmeniz gerekir;
siz basketbol oynayacak gibi giyinmişsiniz
fakat oynanacak oyun buz hokeyidir.
İkinci
olarak eski planınızın yeni koşullarda başarılı olabilme yeteneğinizi nasıl
etkilediğini anlamanız gerekir. Basketbol alanında en uzun boylu ve en hızlı
oyuncu olacağınızı hesap etmişsiniz. Ama buz hokeyinde boyunuzun uzun oluşu
hiç önemli değildir; buz patenleriyle top sürmek de koşmaya hiç benzemez.
Üçüncü
olarak, daha önce binbir titizlikle hazırlamış olduğunuz planı bırakıp (bu
arada bu planın artık size sadece ayak bağı olduğunu anlayarak) yeni planınızı
benimsememeniz gerekir. Uzun boylu ve hızlı olmanızın buz hokeyinde değeri
yoktur, ama kolunuzun uzunluğu (uzun boylu olmanın sonucu) ve çevikliğinizin
(hızlı olmanızın sonucu) önemi vardır.
•
Tam bir takdim yaparken
kullandığınız tepegözün lambası yanıverdi. Hemen sayfalarınızı çoğalttırın ve
bunları elden dağıtın. En iyi görsel takdim bu değildir, tabii, ama diğer
seçeneklerden daha iyidir.
•
Bir zam istemek için
patronunuzun odasına giriyorsunuz fakat daha ağzınızı açamadan patron sizi işten
kovuyor. Başka koşullarda edinemeyeceğiniz bir tazminat paketi isteyin. Sonra
da başka bir iş bulun. Eh, pek zam almakla eşit sayılmaz, ama diğer seçenekten
daha iyidir.
•
Belli
bir tarihte bir milyon vida teslim etmeyi taahhüt etmişsiniz fakat
makineleriniz arıza yaptı. Vidaları rakibinizden satın alın ve teslimatı
zamanında gerçekleştirin. İşin başında düşündüğünüz ticaret bu değildi ama en
azından, telafisi olmayan uzun vadeli bir hasar almazsınız.
•
Şirketin kaynaklarını
ekonomik düşüş içine giren bir pazara yatırmışsınız. Her halikârda bu pazara girin.
Ürünlerinizi planladığınız fiyatın epey altında satın, fakat pazara iyice
girmiş olun. Umduğunuz hızlı kazançları sağlayamazsınız, fakat kaynaklarınızı
tümüyle kaybetmekten iyidir. Pazar nasıl olsa kendini toplar eski haline
gelir; siz de öyle.
Yapabileceğinizi
yapın... planladığınızı değil.
Chrysler
Şirketi iflas eşiğine geldiği zaman tabii ki, bu şirketin planladığı bir durum
değildi. Ne de olsa Chrysler temelde otomobil satmayı hedefleyen bir otomobil
şirketiydi. Onlar için en büyük talih o sırada şirket başkanının Lee Iacocca
olmasıydı; Mr. Iacocca hayatta kalabilmek ve başarabilmek için şirketin yıllık üretim
ve otomobil satış planlarını çöpe atmak gerektiğini anlamıştı. Bunun yerine
yeni gerçeklere cevap verebilecek yeni bir plana ihtiyaç vardı.
Eskiyen
gerçek, Chrysler’in otomobil yapmak için çok işçi çalıştırmasıydı. Şirketin
planı, işçilerin çok sayıda yüksek kalitede otomobil yapması, şirketin satış
ordusunun da bu otomobilleri yüksek fiatlarla satmasıydı. Bu gerçekleşmeyince
Mr. Iacocca, Chrysler’in ticaret planını değiştirdi. Artık Chrysler işçileriyle
birlikte otomobil üreterek kazanmayacak, hayatta kalmak için işçilerini koz
olarak kullanıp devletten ve federal hükümetlerden para koparacaktı.
Mr.
Iacocca yeni gerçeği görmeyip planını değiştirmese, o bunalım yılında sadece
otomobil yapıp satma çabasını inatla sürdürseydi, Chrysler de American Motors,
Studebaker ve diğerlerinin akıbetine uğrayacaktı.
Lee
Iacocca gerçekten ne yaptı, peki? Her şeyden önce, Chrysler’in ekonomik
ömrünün sürmesi için planladığı koşulların mevcut olmadığını ve eğer planında
değişiklik yapmazsa, ileride de mevcut olmayacağını fark etti. Sonra eski
planının, yani şirketin yaşaması için yeterli gelir üretemeyen kalabalık
işgücünü beslemenin, yeni koşullarda başarma ihtimalini azaltacağını anladı.
Üçüncü olarak, onca titizlikle hazırladığı eski planını gözünü kırpmadan atıp,
yeni bir plan yapma istekliliğini gösterdi. Eski planın artık ona sadece ayak
bağı olacağını anlamıştı.
Kötü
duruma nasıl uyum sağladı? “Başarmak” olan eski plan hedefini bir yana atıp,
“hayatta kalmak” olan yeni hedefine dört elle sarıldı.
Iacocca’nın
kötü durumdan kurtuluşunu John DeLorean’ ın uygulamasıyla karşılaştırın.
DeLorean’ın
planı, yüksek kazançlı, son model yepyeni bir otomobil yapmaktı. Bu amaçla,
şirketin kâr sağlayamayacağı yıllarda ayakta kalabilmesi için yetecek kaynak
aradı. Ve gerçekten de başlangıçta başarılı oldu. DeLorean şirketi için hem
özel hem kurumsal yatırımcılardan kaynak sağladı. Ortam da elverişliydi.
İrlanda hükümetinden bile destek görmüştü.
Fakat
DeLorean’ın koşulları değişmeye başlayınca, bulduğu kaynaklar işi sürdürmesine
yetmeyince ve piyasa otomobillerini onun planındaki hızda kabul etmeyince,
DeLorean planında ısrar etti: Para bul daha çok otomobil yap. Bu ısrar şirketin
batmasına ve onun hazin sonuna neden oldu.
DeLorean’ın
yapması gereken şey, planını değiştirmekti. Koşulların değiştiğini
kabullenmesi gerekirdi; değişen koşullarda planının yaşamayacağını
kabullenmesi ve şirketini sağlam bir kuruluşa satması gerekirdi.
Biraz
başarı hiç başarı kazanamamaktan iyidir.
Kötü
bir durumdayken gevşeyin: En kötüsü artık geride kaldı. Kötü duruma düşmeden
önce endişeniz kötü bir duruma düşmek miydi? Artık rahatlayın. Kötü durumdasınız.
İşler
ters gittiğinde, sonra daha da kötüye gittiğinde toparlanmak için gereken en
önemli şey sakin kalabilmektir. Ancak sakinseniz durumu değerlendirip, en iyi
hareket yoluna karar verebilirsiniz. Panik halinde ve düşünmeden harekete
geçmek daima yanlış hareket tarzı olacaktır, çünkü bu koşullardayken hiçbir
zaman durumunuzdaki tüm seçenekleri göremezsiniz.
Sakin
kalabilmek için statüko öncesi koşulların artık mevcut olmadığını ve geriye
dönemeyeceğinizi anlamanız gerekir. Krizin mutlaka çözülmesi gerektiğini
anlamanız gerekir. Eğer çözmezsiniz, durumunuz büyük ihtimalle .daha da kötüye
gidecektir.
Çoğu
insan için statüko eski bir dost gibidir ve bırakmak kolay değildir, hatta
imkansızdır. Çoğu insan o güne dek yapmış olduğu şeyi yapmayı sürdürür. Bunu
sürdürmek iyice anlamsız hale gelse bile bırakmaz. Bolluk içinde bir piyasada
kıtlık içinde yetişmiş bir insan hâlâ stok yapmayı sürdürür. Büyümekte olan
bir piyasada yetişmiş bir insan ise piyasanın durgun olduğu zamanlarda bile
satın almaya devam eder. Böyle bir hareket tarzı kendiliğinden oluşan bir
ritüel gibidir. O kişi içinde olduğu yeni gerçeklerden tamamen soyutlanmıştır.
Çoğu
işadamı veya işkadını için ikinci bir hareket yolu olmayışının nedeni,
koşullar değiştiği halde kendilerinin değişmemesidir. Bunun yerine eski
koşullarda yaptıklarını yapmayı sürdürürler ve bu yüzden de başarıları sona
erer.
Birçok
otomobil şirketi üretim bandının kullanıma girişinden sonra hayatta kalamadı.
PC’nin (masaüstü bilgisayar) piyasaya girmesinden sonra pek çok klasik
bilgisayar şirketi iflas etti.
Bu
nedenle, bir kriz durumunda hayatta kalabilmenin en önemli unsuru değişimi fark
edip, bunu kabullenmektir. Bunu kabullenmek de, eski hareket tarzını tamamen
bırakmak anlamına gelir.
Kriz kendiliğinden geçmez.
Siz kriz yokmuş gibi davransanız da, kriz vardır. Bir an önce bu gerçeği
kabullenene kadar başarı yoluna girmeniz mümkün değildir. Kimse sizin için
krizi çözemez, çünkü bu krizi hiç kimse sizin gördüğünüz gibi göremeyecektir.
Kriz
yönetiminde en çok gözden kaçan şey, bir kriz durumunda ortaya çıkan fırsatlardır.
Deprem sırasında sakin kalıp, topografyanın değiştiğini kabullenerek etrafa yeni
bir gözle bakmakla, plakaların değişmesi sonucu ortaya çıkan fırsatları da
tanıyabilirsiniz. Krizde fırsat ararken meydan size kalır, çünkü diğerleri
panik içinde sadece kendi paçalarını kurtarmaya bakacaklardır.
Chrysler
iflasın eşiğine geldiği zaman Iacocca zararlarını kurtarmaya çalışmadı; bu
zararı üstlenecek başka birini buldu. Piyasa düştüğü zaman elinizdeki satılmayan ürünleri
satmanın yollarını aramayın, fiyatı iyice düşmüş, ileride satılabilecek
ürünleri satın almaya bakın. İşsizlik patladığı zaman, işsizlere hizmet vermenin
yollarını arayın.
Sakin
olun. Düşünün. Harekete geçin.
“Ubneichem Yehiyu Roim BaMidbar Arbaim Shana..."
“Ve Sizin Çocuklarınız Issız Topraklarda Kırk Yıl Dolanacaklar...”
Ubneichem Yehiyu... Artık köle olmadıkları halde İsrailliler
köle zihniyetiyle yönetilmeyi sürdürmektedirler. Özgür kadınların ve
erkeklerin üstlenecekleri sorumlulukları almak yerine, Mısırlılar’ın önlerine
koydukları bir kase yemeği özlüyorlardır.
Özgür
insanlar olarak yaşamanın zorlukları karşısında yakınmaktadırlar.
Tanrı,
ne kadar uğraşsa da bu insanların özgür yaşama alışamayacaklarını anlamıştır.
Bu eski köleler tanrının öngördüğü İsrail ulusunu kuramayacaklardır. Özgürlüğe
hazırlanmaları mümkün değildir. Bu nedenle köleleri İsrail ülkesine
hazırlamaktan vazgeçer. Tanrı sanki şöyle demiştir: “Değişemeyeni
değiştirmeye çalışmaktansa, yeniden başlamak daha iyi olur.”
Tanrı,
köle zihniyetinin tamamen silinmesi için bütün bir neslin yok olmasına karar
verir. İşte o zaman, ancak o zaman İsrailliler kendi topraklarını fethetmeye
hazır olacaklardır.
Hazırlık
başarı için önemli bir öğedir. Ama başarının kendisi değildir. Ne kadar
hazırlık yapsanız da, eğer yarışmazsanız kazanamazsınız. Ne kadar antremanlı
olursanız olun, eğer çıkıp gerekeni yapmazsanız, üstün gelemezsiniz. O halde,
mümkün olduğunca çok hazırlanın, mümkün olduğunca uzun süre ve eksiksiz
hazırlanın. Sonra da harekete geçin. Mutlaka harekete geçin.
Hazırlık
bilgi gerektirir. Ticari bir pazarlık sırasında bilgi güç sağlar. Hazırlık
yapma gereği, size işin bir noktasında artık hazırlık safhasının bittiğini ve
harekete geçme zamanı geldiğini unutturmasın. Hazırlıklarınız sizin için kaçış
olmasın. Harekete geçmemek için hazırlığı bahane olarak kullanmayın. İşte
kullanacağınız gerecin yapımı işin ne zaman yapılacağını belirlemesin.
Birkaç
şeyden biri olduğu zaman hazırlıklarınızı kesmeniz gerekir. Harekete geçmek
için önceden belirlediğiniz zaman geldiği an harekete geçin. Depar işareti
verildi mi, hazırlığınız bitmiştir. O tabanca patladığında artık daha fazla
hazırlık sizin başarı ihtimalinizi artıramaz. Başarı ihtimalini artıracak tek
şey başlangıç noktasından süratle çıkmaktır. Toplantı günü geldiğinde artık mallarınızın fiyat analizini bir kez
daha gözden geçirmekle zaman harcamayın. Toplantıda bulunamadığınız taktirde
bunun hiçbir yararı olmayacaktır.
Hazırlığı
kesmenizin gerektiği başka bir durum ise, bu uğurda harcadığınız zamanın,
sağladığı yarara değmeyeceği anlardır. Rakibinizin iş planını ilk
okuduğunuzda, nispeten kısa bir süre içinde adamakıllı çok bilgi edinirsiniz.
İkinci kez okuduğunuz zaman biraz daha fazlasını öğrenirsiniz. Üçüncü kez
okuduğunuzda daha az bilgi almışsınızdır fakat bu kez daha önce gözünüzden
kaçan ayrıntıları yakalarsınız. Bundan sonraysa, hazırlık için yapacağınız
yatırımın karşılığı hızla düşecektir.
Giderek
azalan bilgi edinmek için giderek artan zaman harcıyorsanız, bir sonraki
aşamaya geçin. Hazırlığı bırakın.
Zaman
yatırımı yaptığınız halde, karşılığını alamıyorsanız ne yapacaksınız?
Zararınızı kesin. Her insan her işe yatkın değildir. Hiçbir miktarda hazırlık
bir köleyi özgür insan haline dönüştüremez. Bunu anlayın ve stratejinizi
değiştirin. Eğer köle nesli özgür insan gibi yaşamayı beceremediyse, bir
sonraki nesil bunu başaracaktı. Hazırlık böylece yararsız olan A noktasından,
verimli olan B noktasına geçmişti. Sabit kalan şey hedefti ve bunun
sağlanmasıydı.
İMKANSIZ BİR ORTAMDA NASIL BAŞARILI OLUNUR
“VeYedei Moshe Kvedim...VeAharon VeHur Tamkhu
BeYadav... Ad Ba HaSbemesh. ”
“Musa’nın
Elleri Ağırlaşmıştı ve Aaron ile Hur Gün Doğana Kadar Onun Kollarına Destek
Oldular.”
VeYedei Mosbe...
İsrail’in can düşmanı Amalek daha yeni gelişmekte olan ülkeye saldırır. Musa
dağın tepesine çıkar ve tanrının kararlılığını göstermek için tanrının asasını
havaya kaldırır.
Musa
kollarını ve asayı havada tuttuğu sürece İsrailliler savaşta üstün gelirler.
Fakat ne zaman kollarını indirse, İsrail birlikleri gerilemeye başlarlar.
Musa’nın kolları yorulmuştur. Fakat pes etmez. Kollarını havada tutacak gücü
kalmadığı halde pes etmez. Bunu yapmaktansa, güvendiği iki yardımcısını çağırır
ve kollarını onlara tutturur. Kollarını kesinlikle indirmez. Amalek yok
edilene kadar Musa kollarını dinlendirmeyecektir. Ancak o zaman geldiğinde
kollarını indirir.
İmkansızlıklar
içinde başarılı olmaya çalışmak, mantıksız davranmaktır. Aşılmaz bir engel
karşısında üstelemek akılcı değildir. Ne ki, “akılcı davranış” da sadece
çoğunluğun kabullendiği ölçüleri tanımlayan bir terimden ibarettir. Akıl
sağlığının veya, başarı ihtimalinin nesnel bir ölçümü değildir. Böyle olsaydı,
hiçbir keşif gerçekleştirilemezdi. Kristof Kolomb ve Macellan rıhtım ayyaşları
olarak sürünürler, daha birçok önemli keşif ve buluş yapılmamış olurdu. ’
O
halde, akılcılığın bir bakıma sebat için ölüm öpücüğü oluşu kimseyi
şaşırtmamalıdır. Akılcılık, bireysel ve ‘‘put kırıcı” başarının düşmanıdır.
Akılcı davranış kahramanca çabayı peşinen mahkum eder, sebatkar insanları hor
görür, hayalperest insanları yok eder. Akılcılık, duygusal çabanın antitezidir;
böyle olunca da, sadece kaynak ve imkanlar sayesinde değil, inanç ve
kararlılık sonucu kazanılacak başarılara engel olur.
Sebatın
akılcı bir nitelik olarak görüldüğü anlar çok enderdir. Başarısız giden bir
çabayı durdurmak her zaman “akılcı” bulunur. Kaynakları muhafaza etmek her
zaman “akılcı” kabul edilir. Bir durumu değerlendirmeye alıp, burada mantıken
başarılı olunamayacağına karar vermek her zaman akılcılık sayılır.
Bireysel girişimcilikle kazanılan
başarılar çoğu kez akılcı değildir. Öyle olsaydı, vasat insanlar zengin,
girişimciler fakir olurlardı. Öyle olsaydı, Davut, Golyat’ı görünce hemen
kaçar, Filistinliler de İsrail’i fethederlerdi; Churchill, Dunkirk’te teslim
olur, İngiltere’yi Almanya yönetirdi. Ama böyle olmadı. Davut akılcı
davranmayıp kral oldu. Churchill akılcı davranmayıp Almanlar’ı yendi.
Bireysel ve girişimci başarı,
akılcılıktan çok, sebatlı gayrete bağlıdır. Bu gerçeği aklınızdan
çıkarmazsanız, imkânsızlıklarla dolu ortamlarda hep üstün çıkarsınız. Sebat her
zaman akılcı yaklaşımdan üstündür.
Girişimci,
tam anlamıyla yalnız bir adamdır. Her kılığa girmeye ve her şeyi yapmaya hazır
olmalısınız. Yardım isteyeceğiniz kimse yoktur. Danışacağınız kurmaylarınız olmaz.
Siz bir bakıma mantık duvarının ötesine geçmişsinizdir, çünkü aklı başında hiç
kimse sizin yapmayı üstlendiğiniz işe girişmez.
Başarmak
için çevrenize kulak tıkamanız gerekir. Olumsuzluk saçan ve dikkatinizi dağıtan
kişileri dinlemeyin. Bu tip gürültüye kulaklarınızı tıkayıp, içgüdünüzü izleyin.
Yapmak istediğiniz şeyi bilin, yapmanız gereken şeyi belirleyin ve bunu yapın.
Kimsenin gelip sizin
sorununuzu çözmesini beklemeyin. Cevapları başka birinin bulmasını
beklemeyin. Sorunlar karşısında yılmayın. Çözümü bulun.
Girişimci
olarak başarı kazanmak için siz en akıllı, en atik ve en esnek insan olmak
zorundasınız. Asla pes etmemelisiniz, çünkü arkanızda destek yoktur. Asla
tökezlememelisiniz, çünkü tutunacağınız bir dal yoktur. Rakiplerinizin yüzlerce
kişiden oluşan ekibiyle yaptıklarını siz tek başınıza yapmak zorundasınız. Hiç
yakınmadan, kendinize acımadan ne gerekiyorsa, ne zaman gerekiyorsa
yapacaksınız. Engellerle karşılaşacak ve bunları aşacağınızı bileceksiniz.
Fakat
sizden önceki girişimcilerin aydınlattığı yolu izleyebilirsiniz. Bıraktıkları
iş yapma modeli onlara uyduğu gibi size de uyacaktır. Bu modelden ders alın ve
benimseyin.
Her
meslekten en iyi “marka” isimlerini seçin ve onları kendinize bağlayın. He ne
kadar yeni kurulan bir şirket için bu tip insanların ücreti erişilmez gibi
görünse de, çok tanınmış bir danışmanlık şirketi sayesinde kazanacağınız
güvenilirlik size pek çok yatırımcının, müşterinin ve stratejik ortakların
kapısını açacaktır.
Bu, uygulaması çok kolay bir
kuraldır ve size başka her şeyden çok mesafe kazandırır. Eğer tanınmış bir firmayla
çalışırsanız, size çok daha az soru sorulacağı gibi, referansınıza bakanlar
sizin hakkınızda çok olumlu varsayımlar yapacaklardır. Bank of Credit and
Commerce International’ ın (BCCI) Clark
Clifford gibi bir adamı Washington temsilcisi yapması rastlantı değildi.
Böylece, devlet başkanlarının danışmanlığını yapmış olan Clifford’un adı, BCCI
ile birlikte anılacaktı. Bunu görenler, BCCI’nın da güvenilir ve yasal
olduğunu varsayıyorlardı.
Bu konuda kestirme yollar aramaya
kalkmayın. Mr. Clifford’u tutmak pahalıdır. Fakat bunu yaparsanız, finans
sorununuz olmayacaktır. Mr. Clifford’u tutmamak uzun vadede size çok daha
pahalıya gelir.
Derler
ki, hayatın yüzde 90’ı sırf ortaya çıkmaktan ibarettir. Eh, başarının yüzde
90’ı da yine ortaya çıkmaktır. Tekrar tekrar. Asla pes etmeyin. Asla. Asla
“hayır” cevabını kabul etmeyin. Asla. Ve her zaman, ama her zaman işin takibini
yapın. Yeni kurulan bir şirketin yaşadığı haşin kurallar yanında Murphy Kanunu
(ters gidebilecek bir şey varsa, mutlaka ters gider) ofisteki sıradan bir güne
benzer.
Başarılı
girişimciler hakkında söylenecek en önemli ortak özellik, bu kişilerin hiçbir
zaman pes etmemeleridir. Onları gözlemleyen biri bu kişilerin bütün mantık
kurallarını hiçe sayarak hedeflerine yöneldiklerini saptayacaktır. Doğaldır.
Ne de olsa, gözlemciler mantığı çoğunluğa bağlı bir yapı olarak görürler yani
bir hareket tarzı veya yapılan bir dizi seçim eğer çoğunluğa mantıklı
gelmiyorsa mantıksız kabul edilir. Ama tabii, çoğunluğun iş güvenliği vardır.
Çoğunluğun düzenli bir işi vardır, her ay maaş çeklerini alırlar ve ekonomik
bağımsızlıklarını kazanmaları için de pek ihtimal görülmemektedir. Bir
girişimcinin kararlı ve inatçı hareket tarzı onlara elbette mantıksız gelir.
Ne
var ki, girişimcilerin yılmaz bir sebat gösterdikleri gözlemi de doğrudur.
Kestirme yol yoktur. Başarılı girişimci her sabah yatağından kalkıp o ağır
kayayı dağın tepesine doğru yuvarlamak zorundadır. Bunu yapamazsa, hem
kuruluşunu hem de kendisini başarısızlığa mahkum eder.
Belli
bir zaman içinde, projenizi ve işinizi geliştirmek için kendinize bir ortak
aramanız mümkündür. Başlangıç aşamasındayken bu hamleniz sizi ya yükseltir ya
da batırır. Uyumlu olmalısınız. Çok net bir iş bölümü yapmalısınız.
Yetkilerin
sınırı da çok net bir şekilde çizilmelidir. Kimin ne sorumluluk
alacağı konusunda çok net bir anlaşma yapılmalıdır. Eğer bunlar sağlanmazsa,
parçalanma kaçınılmazdır. Ve hiçbir kuruluş da daha başlangıç aşamasındayken
bir iç savaşı kaldıramaz.
Uygun ortağı bulmak, tıpkı masaldaki
prensin Sindrella’yı araması gibidir. Cam terlik ya tıpatıp uyar ya da kırılır.
Bu noktada hiçbir uzlaşma yoktur. Yetki hiçbir zaman paylaşılamaz; böyle olduğu
taktirde, kimsenin yetkisi olmaz. Sorumluluk paylaşılamaz; paylaşıldığı
taktirde kimse sorumluluğu üstlenmez. Ve başlangıç aşamasındayken, günün her
saatinde son derece önemli ve şirketin hayatının söz konusu olduğu kararlar
alınırken, tüm şirket
yetkisine sahip bir karar verici olmalıdır. Bu kişi de siz olmalısınız.
Peki,
girişimcinin ortağı kimdir? Her şeyden önce, bu kişi kesinlikle başka bir
girişimci olmamalıdır. Burada bir çelişki görülüyor. Bu kişi elbette girişimci
ruha sahip biri olmalıdır, fakat becerileri sizinle aynı olmamalıdır. Böyle
olduğu taktirde, her ikiniz de aynı işleri yapmak isteyeceğiniz için aranızda
çatışma çıkar. Ayrıca, eğer kendinizin bir kopyasını seçerseniz, kendi
becerilerinize güvenmediğiniz için kendinizle aynı becerilere sahip fakat bunu
daha iyi değerlendiren birini aldığınızı bütün dünyaya ilan etmiş olursunuz.
Belinde kemer varken bir de pantolon askısı kullanan biri hemen dikkati çeker..
Ortağınız
sizi tamamlayan biri olmalıdır, sizin kopyanız değil. Bir bilim adamıyla bir
işadamı. Bir bilgisayar uzmanıyla, finans uzmanı. Buluşlar yapan biriyle,
pazarlama uzmanı. İsrail polislerinin neden
çiftler halinde göreve çıktıklarını açıklayan espriyi düşünün. Biri okur,
diğeri yazar. Birbirlerini tamamlarlar.
Yatırımcılarınız
şirketinize girerken buradan çıkmayı da hesaplamışlardır; yani, kazançlı olarak
çıkmayı... Bu nedenle sizin onları da, kendinizi de çıkaracak bir plan yapmanız
gerekir. Her güne başlarken, şirketinizi satın alacak potansiyel müşterilerin
listesini inceleyip bunu güncelleştirmeye çalışın. Bütün ticaret ve finans
yayınlarını didik didik edin, sizin pazarınızda kimlerin olduğunu ve kimlerin
girmeye çalıştığını öğrenin. Bu şirketlerde ilişki kuracağınız kimseler olsun.
Bu kimselerden her şeyi öğrenmeye çalışın. Kimler yükseliyor? Kimler dışlanma
yolunda? Siz şirketinizi satmaya hazır olduğunuzda, hangi şirkete haber vereceğinizi,
bu şirkette kimle muhattap olacağınızı ve bu şirketin kasasında ne kadar para
olduğunu bilmeniz gerekir.
Sof Ma’ase Be Mahsbava Tekhila (Bir işin sonu o
işin önceden düşünülmesinde yatar) demiş Bilgeler. İzlenecek bundan
güzel bir kural yoktur. Eğer yolculuğunuzun sonunu göz önüne getiremiyorsanız,
başarınız sadece kaderin insafına kalmıştır. Bir fikirden nasıl para
kazanabileceğinizi önceden düşünemiyorsanız, büyük ihtimalle hiç para
kazanmazsınız. Şirketinizin kime satılacağını düşünemiyorsanız, büyük ihtimalle
kimseye satamazsınız.
Ama
dikkat: Bu kural, yapacağınız çıkış mutlaka sizin planladığınız gibi olmalıdır,
anlamına gelmez. Bu kural karşınıza çıkan fırsatlara ve talihin getirdiği
imkanlara gözünüzü kapatın anlamına gelmez. Bu kural önceden çizilmiş
stratejilerin hiç eskimeyeceği, çürümeyeceği ve ölmeyeceği anlamına gelmez.
Kuralın anlamı, sadece her işe başlarken bunun sonunun da planlanması
gerektiğidir. Çünkü eğer karşınıza güzel fırsatlar çıkmaz, talihiniz size güzel
imkanlar doğurmazsa, sizi önünde sonunda hedefinize ulaştıracak bir rota hazır
olacaktır.
İşin
daha başındayken sermaye hisselerinizin paranızdan daha değerli olduğuna
kendinizi inandırmanız ve bu inanç üzerine hareket etmeniz gerekir. Bu inanca sadık kalarak, size hizmet
verenlere veya çalışanlarınıza hiçbir zaman hisse vererek ödeme yapmayın. Bunun yerine mümkün olduğunca
nakit ödemeler yapın. Bunu yapmakla şirket hisselerinin değerli olduğu
izlenimini vermiş olursunuz. Eh, ne de olsa, siz hisselerinize değerli
muamelesi yapıyorsanız, değerli olmalıdır. Size hizmet verenlere hisselerinizi
bol keseden kakalamak yerine, bunları gıdım gıdım, etinizden
koparılıyormuşçasına verin. Bunu da şirketinizin borçlarını öderken takas
biçiminde yapmaya çalışın. O zaman bu borç/hisse takası üçüncü partiler nezdinde
şirketinizin değerini artırır.
Bu
tavsiye insan doğasıyla ilgili, hepimizin bildiği bir gerçeği yansıtmaktadır.
Bir şey, ancak sahibi ona değer veriyorsa, değerlidir. Hangisinin sözüne daha
çok dikkat verirsiniz? Size gönüllü olarak tavsiyelerde bulunan uzmana mı,
yoksa maaş karşılığı çalıştırdığınız uzmana mı? Hangi parayı tercih edersiniz?
Bedavadan dağıtılanı mı, yoksa dikkatle ödemesi yapılanı mı?
İki
türlü para kaynağı vardır: istediğiniz kadar basabileceğiniz kendi paranız;
bir de sizde sınırlı bir miktar bulunan devletin bastığı para. Bunlardan
hangisinin daha çok değer kazanmasını istersiniz? Miktarını kontrol edebildiğinizi
mi, edemediğinizi mi? Daima nakit kullanın.
Hisselerinizin
değerini artırmaya yaramıyorsa, hiçbir şey satın almayın. Fantezi
ofisler mi? Size yaramaz. Size gereken ofis alanını başkalarıyla paylaşın.
Yüksek teknoloji ürünü donanımlar mı? Boş verin. Çok gerekliyse, kiralayın, ya
da, fotokopi dükkanlarını ve postaneyi kullanın. Yüksek maaşlı yöneticiler
mi? Size yaramaz. Herkes
önceden kazandığının daha altında maaş almalı ve gerektiğinde kahvesini kendisi
yapmalı.
Başlangıç
aşamasında sizin değeriniz fikrinizdir. Operasyonunuzun bütün maliyeti sadece
bir tek kriterle ölçülebilir: Bu maliyeti doğuran kalem fikrinizin değerini
artırıyor mu? Eğer artırmıyorsa, sizin için gereksiz lüks, demektir.
Borçlarınız
yük olmaktan çıkana kadar, şirketinizin geleceği belirsiz ve bir süre de
belirsiz kalacağı beklenirken, siz hâlâ başlangıç aşamasında sayılırsınız. Bu
aşamadayken de her türlü lüks sizin için olumsuz durumdur. Önceliklerinizi
yanlış seçtiğiniz konusunda sizi uyaran bir kırmızı ışıktır. Felakete doğru
gittiğinizi gösterir. Yatırımcılarınızın parasıyla cimri olun. Eğer gelir
sağlamıyorsa, eğer sizin çekirdek teknolojinizin değerini artırmıyorsa, o şeye
ihtiyacınız yok demektir.
Başlangıç
aşamasındayken bir an gelecek, varlığınız başka kimselere bağlı olacaktır. Ne
de olsa, bir kişinin, hatta, birkaç kişinin bile yapabileceği işler
sınırlıdır. Dışarıdan bir danışmana gerek duyacağınız anlar olur. Bir yatırımcı
bankere gerek duyacağınız zamanlar olabilir. Böyle birini bulmak için, muhtaç
olacağınız zamanı beklemeyin. Bunun yerine, daha ilk kuruluş günlerinizden
başlayarak, ileride sizin potansiyel danışmanınız olacak kişilere kendinizi
ve şirketinizi tanıtın. Onlara kim olduğunuzu, neler yapmak istediğinizi
anlatın. Gelişmelerinizden haberdar edin. Onları pohpohlayın. Böylece, onların
yardımı gerektiği zaman, size hemen destek olmalarını sağlayacak iyi niyeti yaratmış
olursunuz.
Başlangıç aşamasındaki bir
şirketin her zaman bankada, ON AY idare
edecek kadar parası bulunmalıdır. Bu kuralı dininiz gibi görün. Unutmayın
ki, bebek sahibi olmak bile dokuz ay sürüyor. Siz buna bir ay daha ekleyin. Bu
kuralı çiğnediğiniz taktirde çok büyük sıkıntılar yaşarsınız.
Tanrının
ağzından çıkmışçasına kabul etmek zorunda olduğunuz bir gerçek vardır: Her
şeyin maliyeti, sizin bütçenizde öngördüğünüzün iki katı olacaktır, her şeyin üretimi
mühendislerin size vaat ettiğinden iki kat daha uzun sürecektir, her teslimat
vaat edilen tarihten çok fazla gecikecek, her şey reklamı yapılanın yarısı
kadar işe yarayacaktır. Bütün bunlar da, eğer talihliyseniz böyle olur.
Ama
ümitsizliğe kapılmayın. Bütün bu aksamalar için “tekdozu iyileştirir” bir çare
vardır. Adına para diyorlar.
Savaş
sandığınızı zengin tutun. Başkalarının projelerine ve maliyet tahminlerine bel
bağlamayın. Gerek duyduğunuz şeyi bulduğunuz zaman tahmininizden birkaç kat fazla
bedeli olacağını peşinen kabul edin. Tabii, bu şeyleri gerektiği anda
bulabilirseniz... Bir felaket öncesi topladığınız para, felaket sırasında
toplayacağınız paraya kıyasla, çölde kum tanesi gibi kalır.
Hoşunuza gitse de, gitmese de başarınızda
talihin önemli bir rolü olacaktır. Siz her şeyi kusursuz bir şekilde yapsanız
bile, ki, bu mümkün değildir yine de adamakıllı talihli olmanız gerekir. Bu
nedenle, serüveninizin bir noktasına geldiğiniz zaman, başarmak için elinizden
gelen her şeyi yaptıktan sonra gevşeyin ve kendinizi işlerin akışına bırakın. SONUÇTA, SİZİN
KONTROLÜNÜZDE OLMAYAN ŞEYLER DE VARDIR.
Kaynak:
Geraid Westerby, DÜŞMAN TOPRAKLARDA-Bir Mossad Ajanının Ticaret Sırları,
Kitabın Özgün Adı: IN HOSTILE TERRITORY-Business Secrets Of A Mossad Combatant
,trc: Esat Ören, Alkım Yayınları, 1. Baskı, 1999 İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar