Print Friendly and PDF

BİR PSİKOLOJİK SAVAŞ ARACI OLARAK AMERİKAN SİNEMASI'NDA İŞKENCENİN MEŞRULAŞTIRILMASI...



28 Nisan 2012, Cumartesi
"Psikolojik savaş" kavramı bildiğimiz üzere Nasyonel Sosyalistlerin ürettiği bir kavramdır. Hitler'in propaganda bakanı Goebbels 'in çok başarılı bir şekilde, halkı kendi istekleri doğrultusunda manipüle edebilmek için tüm kültür aygıtlarını kullanarak uyguladığı bir yöntemdir. Amerika, bu "Psikolojik Savaş" taktiklerini Kore Savaşı'na kadar kullanmamıştır. Ta ki 1951 yılında Başkan Truman "psikolojik strateji" ile ilgili bir komisyon kurana kadar. Bu kurulan pskolojik savaş merkezinın adı daha sonra "Özel Harp Merkezi" adını almıştır. Bizdeki adı da -ne tesadüftür ki- "Özel Harp Dairesi" olsa da, genellikle kontr-gerilla diye anılır.
"Psikolojik Savaş"ın Amerikan Askeri Kuvvet Stratejileri 'ndeki tanımı, W.E. Daugherty'nin yazısında belirttiği gibi şu şekilde tanımlanmıştır:
"Psikolojik savaş; düşman, tarafsız ve dost yabancı grupların görüş, duygu, tutum ve davranışlarını, ulusal politika ve amaçların başarısını destekleyecek şekilde etkilemek amacıyla tasarlanmış olağanüstü hal propaganda önlemlerinin ilanı ya da bunların savaş döneminde ulusça kullanımı" şeklindedir.[1]
Devletler/hükümetler bu psikoljik savaşı elbette ki uzmanlar ve akademisyenler eliyle ve de medya aracılığı ile yönetmektedir. Bu stratejiler "iç-dış düşman korkusu" yaratıp, bu korku atmosferi vasıtasıyla devletin her hareketini halk nezdinde meşrulaştırmak amaçlı kullanılabildiği gibi aynı zamanda resmi tarih söylenceleri yaratmak için de kullanılmıştır. Örneğin CIA, Şili devlet başkanı Allende'nin devirilmesi planında Amerika'nın önde gelen gazete ve haber ajansları ile ortaklaşa olarak uydurma haberler kampanyası yapmıştır[2]. Bu gibi durumlarda yaratılacak kitle kültürü ve psikolojisi için emre amade sosyologlar, psikologlar, medya patronları ve antropologlar her zaman vardır. Bu, iktidara yakın akademisyenlerin yaptıklarına dair bir diğer örnek de Atatürk'ün "Güneş Dil Teorisi" şeklinde adlandırılmış olan tezine verdikleri destektir. Yakından incelediğimizde o tezin toplumsal olarak içselleştirilmesi için bir çok sosyolog, dilbilimci ve antropologun -ciddi ciddi- görev aldığını, Ankara DTCF fakültesinin de bu amaç doğrultusunda kurulmuş olduğunu görebilirsiniz. Ne mutlu ki fikrin yanlışlığı o kadar ayyuka çıkıyor ki, bu tezden tez elden vazgeçiliyor... Kısa kesip konumuza dönelim.
Bu psikolojik savaş taktiklerinin kültür üzerinde işleyeninin günümüzde bir çok kullanım alanı var; bilgisayar oyunlarından, medya haberlerine; televizyonda yayınlanan dedektiflik ya da siyasi içerikli dizilerinden, hükümetlerce alttan alta desteklenen "çok satar kitaplar" ve "filmler"e kadar...
Benim konuyla ilgili asıl ilgilendiğim şey ise sinemanın, özelilkle de Amerikan Sineması'nın bir psikolojik savaş taktiği olarak kullanılma şeklidir.
Amerikan Sinema Tarihi'nde belli amaçlar doğrultusunda propaganda maksadıyla farklı türlerde bir çok film çekilmiştir. Madde madde yazmaya kalksak koca bir ansiklopedi olur. Ancak bu türlerden en önemlileri ve propaganda malzemesi olarak kullanılanlar "korku sineması" ve "savaş filmleri"dir. Ancak dikkat çekici bir biçimde, özelikle son dönemde yani 11 Eylül 2001'den bu yana Amerikan Sineması'nda zaten eskiden beri muhafazakarların elinde bulunan bu iki tür içerik ve ifade değiştirmiştir. Bu gerçekten önemli bir değişimdir; çünkü örneğin bu dönemden itibaren korku filmi adıyla çekilen filmlere baktığınızda, "korkutma" eylemine ağırlık veren, yani bir anda sizi boş yakalayarak korkutma amacı güden ya da Hitchcockvari gerilimlerle ürperten bir sinemanın, amacı filmde görmüş olduğunuz olayların "iğrençliği ve akıl almazlığı" ile korkutma eylemi güden bir sinemaya doğru dönüştüğünü görmekteyiz. Peki ama neden?
Terör algımızda bir kırılma noktası yaratan 11 Eylül tarihinden çok daha önce de vardı Amerika'da, bu "Gore", "Splatter" ya da "Slasher" adı verilen korku sineması türü; ancak tek tük sayılabilirdi. (Daha çok Avrupa'da yaygındı. Özelilkle İtalya'da...) Örneğin Texas Chainsaw Massacre 1974 yapımıdır. Lakin uzun bir müddet suskun kalan bu film, 2003 yılındaki ve 2006 yılındaki filmlerle yeniden hortlamış ve bir seriye dönüşmüştür. Yani bu tür, daha çok seksenli yılların başından, doksanlı yılların başlarına kadar sürekliliği olan bir tür olmuştur ve sonra bir süre yine susmuştur. 1991 yılındaki Körfez Savaşı'ndan sonra  yeniden canlanmış olan bu tür günümüze kadar aralıklarla süregelmiş, ancak 2000'li yıllarda neredeyse patlama yapmıştır. T.C.MSAW serisi, My Bloody Valentine, Meat Train, Hostel serisi ilk aklıma gelen filmlerden.
Ancak bu yeni filmleri eski atalarından ayıran en belirgin şey içlerinde yeralan ve özenle estetize edilen işkence sahneleridir. Yani bu filmlerde korkunç olan şey insan öldürmek, ya da eski atalarında olduğu gibi yanlış yerde yanlış zamanda bulunmak değildir sadece; korkutan şey kesmek, biçmek değildir artık; işkence etmek ve bu eyleme herkesi tanık etmektir... Dolayısıyla artık arkanızdan karanlık bir gecede koşan eli bıçaklı, testereli katilleri değil, bir profesyonel gibi düşünen işkencecileri ve yöntemlerini izletmektir amaç.
Şu an tam olarak kimin söylediğini hatırlamadığım bir pasaj alıntılamak isterim (ya Hitchcock ya da Dali ile yapılmış röportajdı sanırım): "Günümüz korku sinemasında kamera katilin peşinden elinde bıçakla her yere gitmektedir. Ben olsaydım kamerayı sabitler ve olayın görüntü alanını içerisine girmesini beklerdim. Böylesi daha korkunç olurdu."
İşte ifade ve gösterme biçimindeki bu değişimin bir nedeni, bir amacı var...
Herşeyin gösterilebilir, izlenebilir, tüketilebilir olduğu bir gösteri dünyası, psikolojik savaşın en önemli silahlarından biridir. İlk naklen canlı yayınlanan savaş olan Körfez Savaşı'ndan başlayarak, ama ağırlıklı olarak 11 Eylül saldırıları ve sonrasındaki "demokrasi götürme" savaşlarında bir gösteri toplumu haline getirilmiş kitlelerin açlığını doyurabilmek için işkence temsilleri ve savaş görüntüleri gösterilmektedir. Kontrollü bir şekilde ve taraflı olarak sunulan bu şiddet görüntüleri iki şeyi amaçlamaktadır: Birincisi savaşın zor olduğu ama mutlaka yapılması gerektiği ve orada vatanlarından uzakta kahramanların olduğu, ikincisi kitlelere şiddetin amacı ve meşruluğunu algılatarak içselleştilirmesinin sağlanması. Son 10-15 yılın çekilen savaş filmlerindeki şiddet öğresinin yükselmesi, yükseltilmesi ve aynı zamanda bu naklen yayınlanan gerçek şavaş görüntülerindeki hızlı kurgu ve ham gözetleme kamerası görüntülerinin neredeyse gerçeği ile aynısı olacak şekilde yerleştirilmesi de yine algı bütünlüğünü değiştirmek, çarpıtmak  ve yönlendirmek amacını taşımaktadır.
Burada durup New Yorker yazarı Jane Mayer'in 2007 yılında "24" dizisinin yapımcısı ve sağcılığı ile nam salmış Joel Surnow'la yaptığı şu konuşmaya bakalım:
"İşkence tasvirleri Amerikan televizyonlarında çok daha yaygın hale gelmiştir. Kar amacı gütmeyen bir organizasyon olan Önce İnsan Hakları'na göre saldırılardan önce, hiç olmazsa dört işkence eylemi, her sene televizyonda prime time anlarında gösterilmekteydi. Şimdi yüzden fazladır ve işkenceler de değişmiştir. Önceden işkence yapanlar, neredeyse sadece canilerdi; bugün ise işkence genellikle kahramanlar tarafından yapılmaktadır." [3]
Duralım. Şu koyu renkli yeri tekrar okuyalım.
Sonra, devam edelim... Uzun bir yazı olacak, sabredelim.
[1] W. E Daugherty, "Changing Concepts" içinde, "A Psychological Warfare Casebook, Operations Research Office" yazısı. Alıntı: Armand Mattelart
[2] A. Mattelart, Gözetimin Küreselleşmesi.
[3] J. Mayer, "Whatever it takes: The politics of the man behind "24"". newyorker.com/reporting/2007
*****************************
Beyaz Saray danışmanları, 2003 yılında, (Vietnam hezimetinin de etkisiyle)  ABD seferi kuvvetlerinin Irak'taki kentsel gerillayla mücadele edebilmesi için bir formül arayışına girdiler ve 1966 yılında Gillo Pontecorvo ve Yacef Saadi tarafından çekilen La Bataille d'Alger (Cezayir Savaşı) filmini izlediler. Cezayir Savaşı'nda barışın sağlanması için çalışan (kendisi aslında bir sömürge askeri olan) David Galula'nın raporu ve hatıralarının yeni baskının yapılması da aynı tarihlere rastlar. Bundan iki yıl sonra da Rand Corporation (Research ANd Development başharflerinden oluşan ve Amerika Birleşik Devletleri silahlı kuvvetleri için araştırma ve geliştirme yapan bir şirket) kontrgerilla ile mücadele raporu yayınlar ve bu raporda yukarıda bahsi geçen filmle kitaba da atıfta bulunur. Bu film Fransız sömürgecilerinin insanlığa dair işlediği suçları ve Fransız ordusunun uyguladığı işkence metodlarını afişe eden, manifesto niteliğinde bir filmdir. Ve Fransa'ya girmesi uzun süre yasaklanmıştır. [1]
Bu danışmanlardan biri olan ve Terörle Mücadele Merkezi'nde ders veren Bruce Hoffman, bu raporun önsözünde şöyle demektedir:
"[Galula'nın] hatıralarının yaklaşık yarım yüzyıl sonra bile kayda değer ve neredeyse edebi bir rezonansı vardır. Amerika'nın Irak'taki deneyimleriyle paralellikler çarpıcıdır."[2] Bu olumsuz paralelliklerden bir tanesi "yakalanan isayancıların insanca muamele görmesinin önemi" diğeri de "bir isyanı bastırmada kafa koparma stratejisinin yanlışlığı"dır.
Yani kısaca deniyor ki, "kurumsallaşmış işkence" Cezayir Savaşı'ndaki yararlığı açısından yeniden düşünülmelidir. Çünkü bu bahsi geçen yöntemlerden uzaklaşıldığı ve işkencenin kanıtlanmış bir yöntem olarak hem Fransızların Cezayir Savaşı'nda hem de Amerika ve İngiltere'nin Irak Savaşı ve Afganistan işgali sonrasındaki tutuklu kamplarında, örneğin Guantanamo'da kullanıldığı ortaya çıkmıştır. Bu değişen konjönktür ile birlikte Vietnam Sendromu filmlerinin yerini de Irak Sendromu ya da Afganistan Sendromu filmleri almıştır. Irak Savaşı esnasında ve sonrasında ortaya çıkan bu işkence haberleri ile bu iki ayrı tür filmlerindeki şiddet dozajının yükselmesindeki dilsel paralellik ve Jane Mayer'in dikkat çektiği şey tesadüf değildir. Bizi savaşa canlı yayınla tanık eden teknolojinin zihnimizde yarattığı tahribat şiddet içeren görüntünün içselleştirilmesi olmuştur. Dolayısıyla sürekli şiddet öğesinin yükseltilmesi de bizde, gitgide artan bir dozajda şiddeti kabullenme eğilimi oluşturmaktadır. İşkence sahneleri içeren filmler her ne kadar ağırlıklı olarak -özellikle korku filmlerinde- kötü adam üzerinden dönüyorsa da kimi zaman da eyleme haklılık getirecek, konuya  -özellikle savaş ve yurtseverlik filmlerinde- "kahraman ajanlar" tarafından bakan şekilde de kurgulanmaktadır.
Konuyla ilgili en net örnek 2010 yılında vizyona giren ve bir terör şüphelisinin ağır işkence ile konuşturulmasını ve bu sayede bir şehirde patlayacak bombanın etkisiz hale getirilmesini ve binlerce kişinin kurtartılmasını anlatan ve başrolünü Samuel L. Jackson'un oynadığı, gerçekten de filmin adı gibi akıl almaz işkencelerin yapıldığı Unthinkable filmidir. Film, kimi bölümlerindeki diyaloglarda işkenceyi ahlaki olarak yargılıyor ve reddediyorsa da senaryo ve kurgu öyle bir işlev kazanıyor ki filmde, final bölümünde yapılan o işkenceleri "her şeye rağmen" kabul ettiriyor. (Buradaki temel kural, sanki vicdani bir ikilemmiş gibi kurgulanan "bir çok kişi için bir kişiyi feda etmek" söylemi.) Üstelik bunu yaparken buna sizi de tanık ederek suç ortağı pozisyonuna girmiş oluyorsunuz. Filmde -gerçekten de- işkence ustası olarak lanse edilen Jackson, sanki istemiyormuş ama buna mecburmuş gibi davranan ama aslında yaptığı işi zevkle yapan bir adamdır. Başka türlüsü düşünülemez aslında; işkence etmeyi sevmeyen bir insanın yapabileceği bir şey değildir bu, kanımca...
Jackson'un karşısına ise insani bir vicdan ikilemi yaratıyormuş izlenimi vermek adına Carie-Anne Moss'u koyuyor film. Şiddetin dozajı yükseldiğinde devreye giren ve artık yapmaması gerektiğini dillendiren -zayıf, vicdanlı, kadın- Moss, aynı zamanda güçzüslüğü ve kırılganlığı da resmetmektedir. Ancak "Ulusal Güvenlik" sözkonusu olduğunda elbette ki merhamet gösterilemez diyen film, en sonunda Moss'u haksız, Jackson'u haklı çıkartarak işkencelerinin kabul mantığını onaylar. Ve film işkenceyi gerekli bir metod olarak kabul eder. Filmin yönetmeni olan Gregor Jordan'ın bir FBI dizisi olan ve Türkiye'de de yayınlanan Numbers'ın yönetmenlerinden biri olduğunu belirtmekte de elbette yarar var. Sinemada bu tür yaklaşımları reddeden filmler de var elbette; ancak hem az, hem de bütçe yetersizliğinden sükse yapamayan filmlerdir. Sektör muhafazakarların elinde olduğu müddetçe de bu tür filmlerin yaygınlaşması zordur. İleride buna ayrıca değineceğiz.
Bir diğer örnek ise önceki yazıda da adı geçen ve bir çok tv kanalında yayınlanan 24 adlı dizidir. Adına "Ulusal Güvenlik" denen devlet doktrini gereği dizideki kurbanlar Jack Bauer adlı panik-ataklı bir ajan tarafından onlarca çeşit işkenceye tabi tutulmuştur. Gerçek zamanlı bir kurgu dili kullanan dizi sürükleyiciliğinin içine devlet egemen bakış açısını yerleştirerek tam bir psikolojik savaş silahı olarak kullanılmaktadır. Dizi hakkında çıkarılan bir istatistik Jane Mayer'in aynı yazısında bize şu bilgileri vermektedir: "Dizinin sadece ilk sezonunda program en az 67 işkence eylemini gözler önüne sermiştir: Kurbanlar dövülmüş, boğulmuş, elektrik verilmiş, ilaçla uyutulmuş, bıçaklanmış, zımpara aracıyla soyulmuş, tecavüz edilmiş ya da bir et kancasıyla asılmıştır... Hatta dizinin bir bölümünde başkan, gizli servis görevlisinden, vatana ihanet ettiğini düşündüğü kendi ulusal güvenlik danışmanına  işkence yapmasını, hem de kendisinin önünde, isteyecek kadar ileri gitmiştir." [3]
Yine bağımsız bir denetleyici olan The Parents' Television Council'in üst düzey yöneticisi Melissa Caldwell aynı dizi için yaptığı eleştiride şöyle demektedir:
"24 televizyondaki en kötü sicile sahip. En sıklıkla görsel olarak işkence gösteren programların lideri konumunda..."
Ayrıca  ABD Ordusu'ndan Tuğgeneral Patrick Finnegan, West Point ABD Askeri Akademisi Dekanı ve iyi eğitimli üç askeri dizinin setini ziyaret ederek yapımcılarla toplantı yapmıştır. Toplantıda işkence sahneleri üzerine de bir tartışma yaşanmış ve toplantı sonunda Finnegan şöyle bir açıklama yapmıştır: "ABD hükümeti her zaman hukuka ve insan haklarına saygılı olmuştur. Ancak bu yasalar konulduğunda teröristler yoktu... Çocuklar soruyorlar haklı olarak, "Eğer işkence kötüyse, 24'de yapılanlar ne?" diye. İşkence rahatsız edici bir şey tabii ki. Dizide de Bauer hemen her zaman pişman oluyor yaptıklarından; ancak yine de ne yapıyorsa vatanseverliğinden yapıyor..."
"Tanırım, iyi çocuktur" Bauer.
Diziyle ilgili bir başka ayrıntı da, 24'ün yazarlarından Howard Gordon'un filmdeki işkence sahneleri için yaptığı "Bu sahneler uydurmadır. Tanrı şahidimdir ki bu yazdıklarım doğaçlama sadizmdir." açıklamasından sonra, 24 ofislerinde CIA'nın 1963 yılında bastırdığı KUBARK adlı işkence metodlarını anlatan broşürlerin bulunmasıdır. (Bu belgeye Google'den aratarak veya Wikipedia'nın ilgili başlığından ulaşabilirsiniz.)Bu ayrıntı bize dizinin asıl yapımcıları ve asıl amacı hakkında net bir fikir veriyor elbette...
Ayrıca 24 dizisinin yapımcılarından FOX kanalının, Amerika'da hükümete en yakın muhafazakar kanallardan biri olduğunu belirtmekte de fayda var elbette. Bu kanalın bir yan kuruluşu olan FOX Crime'ın Türkiye'de sabahtan akşama kadar CSI, NCIS, Breakout Kings, Numbers ve son zamanların en sükse yapan, 2012'in En İyi Dizi ödülüne aday "yurtsever" dizisi  Homeland (Anavatan) gibi ajan dizilerini yayınlaması da elbette ki tesadüf değildir. Bu bahsettiğim diziler içerisinde özellikle bir tanesi incelemeye değer. NCIS adını taşıyan ve açılımı Naval Criminal Investigative Service olan ve Amerika'nın gurur kaynağı Deniz Piyadeleri'nin suç araştırma biriminin maceralarını anlatan dizidir. Hemen hemen tüm sezonlarını izlediğim bu dizi, 24 gibi gerçek zamanlı olmasa da benzer bir dil kullanarak ajanları kahramanlaştırmakta, teröristleri lanetlemekte ve onlara her şeyi yapmayı mübah kılmaktadır. Özellikle dizinin zincir bölümlerinden birinde NCIS'in freudyen bir çözümlemeyle yaklaştığımızda "baba" rol modeli olan Özel Ajan Gibbs'in Ari Haswari adlı bir ortadoğulu "teröristi" öldürmek için sabırsızlandığını bütün o zincir bölümler boyunca beyan edip durması ve en sonunda da Ari'nin kafasının ortasına yediği bir kurşunla öldürülmesi...
Tabii ki tüm bu dizi ve filmler boyunca alttan alta bize dikte edilen şey Amerikan hükümetinin "Ulusal Güvenlik" doktrinidir. Bu söylemi anlamak için Türkiye'deki karşılığı olan ve her türlü eylemi suç kategorisine sokacak kadar geniş bir anlam aralığı bulunan "Devletin, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü" söylemidir.
Devam edecek...
[1] A. Mattelart, Gözetimin Küreselleşmesi.
[2] B. Hoffmann, Forward to the New Edition.
[3] J. Mayer, "Whatever it takes: The politics of the man behind "24"". newyorker.com/reporting/2007
*****************************
Theo Angelopoulos
Elbette her silah gibi sinema da sadece savunma  için değil, saldırı için de kullanılabilir...
11 Eylül olaylarından sonra tüm dünyaya meydan okuyan, hatta -dil sürçmesini filan geçelim- açık açık Haçlı Seferi başlattığını söyleyen Bush ve hükümeti, öncelikle yüklü miktarda savunma ve saldırı harcaması yapmak zorunda olduğundan ve bunun için kamuoyu yaratabilmek için o dönem sinema, dizi haricinde bir de yönlendirici belgesellere başvurdu. Bu yeni vergiler ve terör yasaları için kamuoyunu ikna etmek gerekmekteydi. Psikolojik savaş manevraları hemen devreye girdi ve bir iç-dış düşman mitolojisi kuruldu. Bu dönemde Amerikan televizyonlarında yayınlanan (bakınız sinemada değil) Amerikan yapımı belgesellerden bazıları şunlardır:
-Uncovered: The War on Iraq / Yön. Robert Greenwald (2004)
Belgeselin konusu 11 Eylül sonrasında Irak'a yapılacak saldırının içeriği ve hükümetin durumu hakkında bilgi vermek. Kime? Televizyon izleyicisine... Peki kimler var belgeselde?
David Albright: Silah denetçisi ve IAEA takım lideri.
Robert Baer: Iraq ve Lübnan'da görev yapmış bir CIA ajanı.
Rand Beers: Terörle Mücadele Kurumu Başkanı ve Milli Güvenlik Konseyi Kıdemli Direktör Yardımcısı
Bu yukarıdakilere ek olarak bir sürü CIA analisti, Pentagon görevlisi ve tabii ki George Bush... Savaşı kurgulayan, kendi emperyal hedeflerine ulaşmayı amaçladığı halde bu savaşa Irak'a Özgürlük adını koyan bu gizli ajanlar ve hükümet görevlilerinin, adı "Gizlisiz saklısız" olan bu belgeselde bize "gerçek" diye neyi anlatacaklarını biliyoruz; hadi tamam bu kadar iddialı olmasın ama en azından tahmin edebiliyoruz, öyle değil mi? Bu yapım elbette FOX kanalında yayınlandı...
-Make Peace or Die: The First Days of War in Iraq with 1st Battalion 5th Marines / Yön. Valerian Bennett-Jonathan Haug (2006)
Bu belgesel Amerikan Ordusu'nun ve halkının gurur kaynağı olan Deniz Piyadeleri ile yapılmış bir röportajlar serisi... Belgeselin basın sunumunda şunlar yazmaktadır:
Bu filmle ilgili yapılan eleştirilerde filmin genelde kötü olduğu vurgulanmaktadır. Ancak bu kötülük, sandığınız gibi dezenformasyon ya da yönlendirme amacı güttüğü ile ilgili değil; daha çok " kuru olduğu, bu askerilerin çok daha fazla saygıyı hakettiği, çerez Michael Moore'un yaptıklarına benzediği, o kalbi kırık askerlere çok yer verilmediği" vs. gibi...
Ayrıca Irak'taki Amerikan askerlerinin mektuplarına yer veren 2004 yılında çekilmiş Last Letters Home: Voices of American Troops from the Battlefields of Iraq, 2005'de The Liberace of Baghdad ve bu gibi daha bir çok hükümet eliyle hazırlanmış belgesel de televizyona ve dvd olarak piyasaya sürülmüştür. Bütün bu "Mağdur olan biziz! Bunları yapmak hakkımız!" nidalarına imdada yetişir gibi bir de oskarlı film katılıyor elbet. 2008 yapımı The Hurt Locker.
Film, Irak'ta bomba imha ekibi askerlerinin kendi iç ve dış travmalarına odaklanmaktadır. Amerikan askerlerinin neden orada olduğuna hiç değilse Vietnam Sendromu filmleri kadar bile değinmeyen The Hurt Locker, daha çok bu ekibin insan üstü çabasını, travmatik olaylara karşı nasıl ayakta kaldıklarını ve içinde bulundukları atmosferi, tehlikeleri o güzel vatanlarında onları bekleyen sevdiklerine göstermeye odaklanır.
Şimdi ilk iki bölümde yazdıklarımızla bu bölümdekileri biraz toparlayalım ve bir çerçeveye oturtalım. Amerikan Özel Harp Dairesi önceki yazılarımda anlattığım, senaryoya müdahale gibi taktiklerle bir yandan aslında bir İngiliz klasiği olsa da şimdi Hollywood'un himayesine aldığı hafif, çapkın, erkek kahraman ve üstün ajan 007 James Bond tarzı filmler, 24, CSI, Homeland gibi vatansever  ve işkence metodları silsilesi barındıran ajan dizileri ile Amerika'nın çıkarları uğruna her şeyi yapmayı, yani gerektiğinde işkencenin bir zorunlu metod olduğunun ifade edilmesini desteklerken, diğer yandan bu desteğe koşarak yardıma gelen Hollywood korku filmleri ile de işkencenin bir gösteriye dönüşmesine olanak vermektedir. Birbiriyle alakasız gibi görünen bu iki tür aslında bir bütün olarak düşünüldüğünde işini çok iyi yapmaktadır. Büyük sükse yapan SAW (Testere) serisi "işkenceyi, hayatın değerini insanlara göstermek" gibi saçma sapan bir argümana dayandırarak sunar. Bunu yaparken izleyicide asıl katile karşı bir özdeşleşme de yaşatır. Yani filmi izleyenler kurbanlarla değil katil ile özdeşleşir. Bu da bizi, o işkencelerin "film icabı" bile olsa onaylanmasına götürmektedir. Tüm bunlara ek olarak, tamamen yönlendirme amaçlı çekilip sunulan ve yukarıda bahsettiğim belgeseller sayesinde de hem savaş haklılaştırılmakta, hem de savaşta yapılanlar... İşte bu sayede Ebu Garip cezaevinde veya Guantanamo'da hatta Güney Amerika'nın işkence merkezlerinde tutuklulara yapılan işkenceler halk nezdinde meşru kılınmaktadır.
Tüm dünyada yankı yaratmış olsa da üstü çabuk örtülen ve bir süre sonra kimsenin hakkında konuşmadığı bu Irak Savaşı esnasındaki işkence görüntüleri, halkın "Kahraman Amerikan Askerleri" mitolojisi tarafından boğulmuş ve kısa sürede içselleştirilmiştir. Tüm ülkelerin benzer adlar ve içeriklerle oluşturduğu bu Milli Güvenlik doktrini topluma öyle yedirilir ki, bu sayede daha hala bugün bile, örneğin 12 Eylül darbesini ve o dönemde yapılan işkence, asma ve gözaltında kaybetme olaylarını ayakta alkışlayacak insanları bulabilmeyi mümkün kılar.
Sonraki bölüm: Karşı filmler ve sonuç...
Sonuç bölümüne geçmeden önce son olarak şunu da söylemek istiyorum: Amerika'nın, para desteğiyle El Salvador'da 80.000 ölümle sonuçlanan iç savaşa destek vermesi ve FMLN'yi yok etmek için özel tekniklerle donatılmış askerlerini göndermesi ve bunun sonucunda istenilen başarıya ulaşması, bu teknikleri Iraklı direnişçiler ile mücadelede "Salvador Seçeneği[1]" adıyla hayata geçirebilmesine yaramıştır.
Gelelim yazımızın son bölümüne...
Tecavüz ve şiddeti neredeyse bir görsel şölenmişçesine pornografik olarak gösteren bir film için daha önceden yazmış olduğum yazılarımdan birinde şöyle demiştim:
"...Fakat bunu eleştirir gibi gözükürken, görüntüyü hamlaştırarak ve de gözümüze sokarak, aslında eleştirdiği şeyi de afişe etmektedir. İnsanların bir çoğunun üzerinde durmadığı mesele "görüntünün gücü" ve "görüntünün her zaman sizin amaçladığınız şeyi anlatamayacağı"dır. Görüntü bir imge olarak onu izleyende tam da zıt bir şeye dönüşebilir. [Bahsi geçen]... filmin, yeni doğmuş -yani gerçekten henüz doğmuş - hatta doğumunu bile açık seçik göstermiş olduğu bir bebeğe tecavüz etmeyi ya da bir kadına yumruk atarak zorla oral seks yaptırmayı, bize "iğrendirme" amacıyla gösteriyor olması, herkeste aynı etkiyi yaratacağını garanti etmez/edemez. Bu noktadan itibaren de siz bir başkasına, olmayacak bir fantaziyi kazandırmış olursunuz. Çünkü göstermek, aynı zamanda kanıksanmasına ön ayak olmaktır. Kanıksanması demek de bu durumun artık sizi rahatsız etmemeye başlaması demektir...
Gördüğümüzü "görmek", onu bir hayal ya da bir düşünce durumundan çıkartır artık. Gören kişi artık bunun yapılabileceğini [de] bilir. Çünkü o görüntü vasıtasıyla, yapılmış veya yapılabilir olduğu gösterilmiştir. Bu görüntünün ahlaki olarak lanetlenmesi ve eleştirilmesi görüntünün olabilirlik gücünün altında kalmıştır. Çünkü bir şeyin görüntü diliyle ifade edilmiş olması, onu hayallerin soyut dünyasından dışarı çıkarmıştır artık..."
Yazımın ikinci bölümünde "1966 yılında Gillo Pontecorvo ve Yacef Saadi tarafından çekilen La Bataille d'Alger (Cezayir Savaşı) filmi" diye bahsettiğim filmin CIA ve Özel Harp Dairesi tarafından ilham almak ve işkence metodlarını deneyimlemek için izlenmiş olması ve bu yönde referans gösterilmiş olması bize, aslında "karşı-film" denen şeyin, eğer filmin teorik sözü ve görüntü dilinin çerçevesi net olarak çizilmemişse, yukarıdaki paragrafta da dile getirdiğim gibi çok da anlamlı bir görevi olmadığını göstermektedir. Asıl sorun, kimin onu nasıl kullandığı konusunda önem kazanmaktadır. Buraya tekrar dönceğiz ama önce sinema piyasasına da şöyle bir değinmekte ve neden karşı filmlerden çok bu tür filmlerin olduğundan  bahsetmekte fayda var.
Amerikan sinema sektörünün krallığı Hollywood, ağırlıklı olarak evangelist-hristiyan muhafazakarların ve yahudilerin elindedir. Zaman zaman liberaller dengeyi kendi lehlerine doğru çeviriyorlarsa da büyük film yapımcıları ve stüdyolara ve o stüdyolardan çıkan filmlere baktığınızda ve bir yandan da çok izlenen, çok popüler filmleri takip ettiğinizde bu zincirin nasıl tamamlandığını daha açık görürsünüz. Dolayısıyla hükümete yakın muhafazakar kesimlerin yapımcı olarak katkı sundukları filmler de elbette kendi piyasa çıkarları ile doğru orantılıdır. Rambo, Die Hard gibi büyük sükse yapan filmlerin oyuncuları Amerikan silah sanayisini desteklediklerini, silah taşıma ve alma işlerinin kolaylaştırılması için bu lobilere katıldıklarını ve destekleyici oy verdiklerini ve Irak Savaşı'nı haklı bulduklarını çeşitli röportajlarında ifade etmiş insanlardır. Bu tarz filmlerde dikkat edildiği üzere öncelikle ve sürekli bir iç-dış terör tehdidi ortamı yaratılmaktadır. Yani Mel Gibson, Bruce Willis, Arnold Schwarzenegger, Sylvester Stallone ve bunların yeni nesil devamı oyuncuların çektikleri filmlerle siyasi olarak destekledikleri parti arasında yakın ilişkiler vardır. Dolayısıyla daha büyük bütçeli manipülatif filmlerde rol almaları ve o filmlerin büyük reklamlarla sunulması ve yüksek rakamlı işlere imza atılması çok kolay olmaktadır.
Önceki yazılarımda da dile getirdiğim gibi bu tarz filmlerin senaryoları Özel Harp Dairesi'nin psikolojik savaş taktiklerinden haberdar olan kişiler tarafından kontrol edilmekte ve gerektiği şekilde müdahale edilmektedir. Amaç, belli hedefleri alt metin haline getirmek ve onlar üzerinden bir korku ortamı yaratmak ve süper kahraman askerlerin bu korku ortamını -her ne pahasına olursa olsun- bertaraf etmeleri üzerine kurmak ve topluma sunmaktır. Afganistan'a, Irak'a veya Ortadoğu'nun herhangi bir ülkesine, Filistin'e yapılacak bir saldırı veya süregiden savaş zamanlarında Amerikan Deniz Piyadeleri ile ilgili ve İkinci Dünya Savaşı dönemi Yahudi Soykırımı filmlerinin birdenbire sayıca artarak, yüksek bütçeleri ve iyi kotarılmış reklamlarıyla sezonun en önemli yapımları olmaya başlaması bir tesadüften daha fazlasıdır.
Yukarıda saydığım bu milliyetçi oyuncuların büyük bütçeli filmlerde kendilerini gösterebilmesinin ve filmlerinin çok sayıda insana ulaşabilmesinin yanında, düşük bütçeli, liberal yaklaşımlı (soldan çok bahsedemiyoruz ne yazık ki) filmlerin daha sessiz sakin kalabilmesinin nedenleri de yine bu hükümete yakın-uzak stüdyo ve dağıtımcı firma ve yapımcı ilişkisinin özünde yatmaktadır. Bununla birlikte filmlerde kullanılan Amerikan kültürü görsellerinin, örneğin bir Amerikan bayrağı, Hürriyet heykeli vb. öğelerin gösterilme oranına göre o filmler için vergi indirimi gibi yaptırımlarının olması da cabası...
Ancak yazımın başında da dile getirdiğim gibi sağ cenahın desteklediği bu filmler de herkese her zaman istenen düşünceyi empoze edememektedir... Nasıl ki Bağdat'ın bombalanmasını naklen yayınlamak, en korkunç işkenceleri sinema estetiğine bulayarak sunmak, kahraman askerlerin yabancı topraklardaki travmalarını masumiyet kisvesiyle dile getirmek ideolojik olarak sağa yatkın kesimlerde bir meşruluk zemini buluyorsa, bu görsel bombardıman sayesinde ve yine aynı kitleyi manipüle etmek için dile getirilen "bu ülke için işkence yapan da kurşun atan da şereflidir" gibi söylemlerin -neye karşı olduğu bile tam olarak anlaşılmayan, bilerek bulanıklaştırılmış- her türlü devlet terörünü "meşru müdaafa" kılıfına sokuyorsa veya bu amacı güdüyorsa, bütün bu stratejik hareketler bir başka kitle olan sorgulamaya açık zihinlerde bambaşka bir karşılık bulmaktadır.
Diğer bir deyişle işkence karşıtı olan, savaşı haklılaştırmayan ve de devlet terörünü gözler önüne seren La Bataille d'Alger filmi nasıl ki yapım amacını aşacak/çarpıtacak şekilde kullanılabiliyor ve de Fransa'da gösterimi yasaklanabiliyorsa, tam tersi bir amaç güden filmler de sol cenah için bir metot okuması haline gelebiliyor ve bir farkındalık durumu yaratabiliyor.
Ancak bundan daha fazlasına ihtiyaç vardır. Açıkça ifade etmek gerekirse işkenceyi meşrulaştıran filmler "görsel tatmin" sağlayarak ve iyi-kötü, haklı-haksız, ezen-ezilen ayırımını bulanıklaştırarak hemen her kesime tüketim malzemesi vermekteyken, tam tersi işlev görmesi için yapılan işkence karşıtı filmler entelektüel söylemleri ve görselden çok "düşünsel tatmin" sağlama amaçları nedeniyle -elbette piyasa koşullarını da göz ardı etmiyorum- büyük kitlelere ulaşamamaktadır. İşkenceyi meşrulaştırmak için kavram bulamacı yaratan sektöre karşı, onun silahları ile savaşan ve bu kavram bulamacını düzeltmek görevini üstlenen karşı-filmler, aynı zamanda görsel tatmini de sağlamak zorundadırlar. Yani kısaca egemenin silahıyla karşı saldırı düzenlemek.
Elbette ki Hollywood'un buna olanak sağlaması zor ama dünyaya baktığımızda bir çok örnek görmek mümkün. Örneğin en beğendiklerimden 2006 yılı İspanya yapımı olan, yönetmenliğini Miguel Courtois Paternina'nın yaptığı ve Euskadi Ta Askatasuna (ETA) örgütüne karşı, örtülü ödenek vasıtasıyla her türlü şiddet eylemini gerçekleştirebilmek için, hükümetten gizli izinli olarak kurulmuş İspanya kontr-gerilla örgütü ve anti-terör timi Grupos Antiterroristas de Liberacion (GAL)'in ve bağlı olduğu hükümetin işleyiş, metod ve savaş taktiklerini anlatan film, hem sinema dili olarak hem de içerik olarak pahalı Amerikan yapımlarını aşan bir niteliktedir. Aynı zamanda kendi tarihlerinin içine doğru korkusuz bir bakış olarak da nitelendirilebilir bir filmdir bu... Bir diğer film olan 1999 Arjantin yapımı Marco Bechis'in Garage Olimpo filmidir. Arjantindeki diktatörlük zamanına ve o dönemde yaşatılan korkunç devlet terörüne odaklanan film, psikolojik savaş taktikleri sonucu işkence yapan ile özdeşleşme yaşatan filmlerin aksine, işkenceyi lanetleyecek pozisyona getirir ve sizi o işkencelere katlanan başrol oyuncusuyla özdeşleştirir... Ayrıca eklemek gerekir ki, sert görüntü diliyle de, uzun süre unutamayacağınız çarpıcı bir güce ulaşır ve oldukça da rahatsız eder film.
Ve son olarak ise yönetmenliğini Costa Gavras'ın yaptığı ve acı bir tesadüf olarak Salvador Allende'nin Şili  devlet başkanı olarak, CIA desteğiyle Pinochet'nin darbesi esnasında öldürüleceği tarihten bir yıl önce ve yine onun öldürüldüğü yer olan Santiago'da çekilmiş 1972 yapımı État de Siège filmi örnek olarak gösterilebilir. Film öncelikle Batı Medeniyeti'nin ironik bir şekilde eleştirildiği bir söylemi barındırmaktadır. 3. Dünya ülkelerine medeniyet(!) götürmek ideali taşıyan insanların "nasıl olur da kendilerine yardım için orada bulunduğunu anlamaz bu cahil geri kalmış ülkelerin insanları" söyleminin açıktan eleştirisidir. İşte bu -sözde- yardım için orada bulunan bir A.I.D. görevlisinin Tupamaro örgütü tarafından  öldürülmesinin haberi ve onun cenaze seremonisi ile konuya giriyor film. Bu seremonide konuşan rahip elbette ki bu cinayeti terör olarak nitelendirmektedir. Oysa usta yönetmen Costa Gavras, aslında terörün ne olduğunu bize daha filmin açılış sekansında göstermiştir bile... Ülkedeki Olağanüstü Hal durumunu yasalara dayandırarak dilediği gibi uzatan hükümet, açıklama olarak "ülkenin koşulları bunu gerektiriyor" demektedir. Ancak filmin dönüm noktalarından biri bu Tupamaro gerillalarının, yardım örgütü elemanı kisvesi altında çalışan ama aslında polis birliğine teknik destek veren adamı, Brezilya'da ve diğer Güney Amerika ülkelerindeki işkence teknikleri nedeniyle sorguladıkları sahnedir... Film çarpıcı söylemi ve müthiş diyalogları ile sizi koltuğunuza çivilemeye yetecek güce sahiptir. Özellikle Brezilya Terörle Mücadele Şubesi'nde çömez askerlere verilen işkence metotları dersinin gerçek insanlarla yapıldığı ve türlü işkence sahnesinin yeraldığı bölüm ile psikolojik savaş taktiklerinin nasıl işleme konduğunun ortaya çıktığı bölümler çok ama çok önemlidir. Mutlaka izlenmelidir.
Bu bahsettiğim üç film (elbette daha fazlası var ancak bu yazı için üçü yeter) gerçek anlamda karşı-filmdir. Hiç bir şekilde sulandırmaya müsait olmayan senaryo yapıları ve karakter yaratımlarıyla Amerikan Sineması içindeki benzerlerinden çok daha fazla açık, net ve sert bir eleştirel dilleri vardır. Sinema eğer "hızla yozlaşan dünyaya karşı son savunma silahımız[2]" olmaya devam edecekse ve herhangi bir canlıya -her ne amaçla olursa olsun- işkence yapılmasına karşı çıkmak ve onu bir insanlık suçu olarak kabul ettirmek bir görevdir. Bunu başarmanın yollarından biri olarak bu tür filmlerin artması için çaba göstermek, izlenmesine ön ayak olmak ve desteklemek gerekmektedir.
Bu yazının son sözü, Murathan Mungan'ın çok sevdiğim Affedilmeyen adlı şiirinin son mısraları olsun...
...
kanla geçirdiler ellerine bütün iktidarları
kanla alınsın ellerinden
çekinmeyin vahşetin estetiğinden
vardığımız yerde iki şey kaldı geriye
bir intikam bir de affedilmeyen
[1]1980'lerde El Salvador'daki solcu FMLN gerillalarını yoketmek için, onları gördüğü yerde öldüren "sağcı" ölüm mangaları kurulmuştu. Bunun Irak'ta da yapılması hatta tüm Ortadoğu'ya yaydırılması düşünülmektedir. El Salvador'daki ölüm mangalarını yöneten John Negroponte, şimdi Bağdat büyükelçisidir.
[2] Theo Angelopoulos
Kaynak Erişim:

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar