BİR PSİKOLOJİK SAVAŞ ARACI OLARAK AMERİKAN SİNEMASI'NDA İŞKENCENİN MEŞRULAŞTIRILMASI...
28 Nisan 2012, Cumartesi
"Psikolojik savaş" kavramı bildiğimiz
üzere Nasyonel Sosyalistlerin ürettiği bir kavramdır. Hitler'in
propaganda bakanı Goebbels 'in çok başarılı bir şekilde, halkı kendi
istekleri doğrultusunda manipüle edebilmek için tüm kültür aygıtlarını
kullanarak uyguladığı bir yöntemdir. Amerika, bu "Psikolojik Savaş"
taktiklerini Kore Savaşı'na kadar kullanmamıştır. Ta ki 1951 yılında Başkan
Truman "psikolojik strateji" ile ilgili bir komisyon
kurana kadar. Bu kurulan pskolojik savaş merkezinın adı daha sonra "Özel
Harp Merkezi" adını almıştır. Bizdeki adı da -ne tesadüftür ki- "Özel
Harp Dairesi" olsa da, genellikle kontr-gerilla diye anılır.
"Psikolojik Savaş"ın Amerikan
Askeri Kuvvet Stratejileri 'ndeki tanımı, W.E. Daugherty'nin
yazısında belirttiği gibi şu şekilde tanımlanmıştır:
"Psikolojik savaş; düşman, tarafsız ve dost
yabancı grupların görüş, duygu, tutum ve davranışlarını, ulusal politika ve
amaçların başarısını destekleyecek şekilde etkilemek amacıyla tasarlanmış
olağanüstü hal propaganda önlemlerinin ilanı ya da bunların savaş döneminde
ulusça kullanımı" şeklindedir.[1]
Devletler/hükümetler bu psikoljik savaşı elbette ki
uzmanlar ve akademisyenler eliyle ve de medya aracılığı ile yönetmektedir. Bu
stratejiler "iç-dış düşman korkusu" yaratıp, bu korku
atmosferi vasıtasıyla devletin her hareketini halk nezdinde meşrulaştırmak
amaçlı kullanılabildiği gibi aynı zamanda resmi tarih söylenceleri yaratmak
için de kullanılmıştır. Örneğin CIA, Şili devlet başkanı Allende'nin
devirilmesi planında Amerika'nın önde gelen gazete ve haber ajansları ile
ortaklaşa olarak uydurma haberler kampanyası yapmıştır[2]. Bu gibi durumlarda
yaratılacak kitle kültürü ve psikolojisi için emre amade sosyologlar,
psikologlar, medya patronları ve antropologlar her zaman vardır. Bu, iktidara
yakın akademisyenlerin yaptıklarına dair bir diğer örnek de Atatürk'ün "Güneş
Dil Teorisi" şeklinde adlandırılmış olan tezine verdikleri destektir.
Yakından incelediğimizde o tezin toplumsal olarak içselleştirilmesi için bir
çok sosyolog, dilbilimci ve antropologun -ciddi ciddi- görev aldığını, Ankara
DTCF fakültesinin de bu amaç doğrultusunda kurulmuş olduğunu görebilirsiniz. Ne
mutlu ki fikrin yanlışlığı o kadar ayyuka çıkıyor ki, bu tezden tez elden
vazgeçiliyor... Kısa kesip konumuza dönelim.
Bu psikolojik savaş taktiklerinin kültür üzerinde
işleyeninin günümüzde bir çok kullanım alanı var; bilgisayar oyunlarından,
medya haberlerine; televizyonda yayınlanan dedektiflik ya da siyasi içerikli
dizilerinden, hükümetlerce alttan alta desteklenen "çok satar kitaplar"
ve "filmler"e kadar...
Benim konuyla ilgili asıl ilgilendiğim şey ise sinemanın,
özelilkle de Amerikan Sineması'nın bir psikolojik savaş taktiği olarak
kullanılma şeklidir.
Amerikan Sinema Tarihi'nde belli amaçlar doğrultusunda
propaganda maksadıyla farklı türlerde bir çok film çekilmiştir. Madde madde
yazmaya kalksak koca bir ansiklopedi olur. Ancak bu türlerden en önemlileri ve
propaganda malzemesi olarak kullanılanlar "korku sineması" ve
"savaş filmleri"dir. Ancak dikkat çekici bir biçimde, özelikle
son dönemde yani 11 Eylül 2001'den bu yana Amerikan Sineması'nda zaten
eskiden beri muhafazakarların elinde bulunan bu iki tür içerik ve ifade
değiştirmiştir. Bu gerçekten önemli bir değişimdir; çünkü örneğin bu dönemden
itibaren korku filmi adıyla çekilen filmlere baktığınızda, "korkutma"
eylemine ağırlık veren, yani bir anda sizi boş yakalayarak korkutma amacı güden
ya da Hitchcockvari gerilimlerle ürperten bir sinemanın, amacı filmde
görmüş olduğunuz olayların "iğrençliği ve akıl almazlığı" ile
korkutma eylemi güden bir sinemaya doğru dönüştüğünü görmekteyiz. Peki ama
neden?
Terör algımızda bir kırılma noktası yaratan 11 Eylül
tarihinden çok daha önce de vardı Amerika'da, bu "Gore",
"Splatter" ya da "Slasher" adı verilen korku
sineması türü; ancak tek tük sayılabilirdi. (Daha çok Avrupa'da yaygındı.
Özelilkle İtalya'da...) Örneğin Texas Chainsaw Massacre 1974 yapımıdır.
Lakin uzun bir müddet suskun kalan bu film, 2003 yılındaki ve 2006
yılındaki filmlerle yeniden hortlamış ve bir seriye dönüşmüştür. Yani bu tür,
daha çok seksenli yılların başından, doksanlı yılların başlarına kadar sürekliliği
olan bir tür olmuştur ve sonra bir süre yine susmuştur. 1991 yılındaki Körfez
Savaşı'ndan sonra yeniden canlanmış olan bu tür günümüze kadar
aralıklarla süregelmiş, ancak 2000'li yıllarda neredeyse patlama yapmıştır. T.C.M,
SAW serisi, My Bloody Valentine, Meat Train, Hostel
serisi ilk aklıma gelen filmlerden.
Ancak bu yeni filmleri eski atalarından ayıran en
belirgin şey içlerinde yeralan ve özenle estetize edilen işkence sahneleridir.
Yani bu filmlerde korkunç olan şey insan öldürmek, ya da eski atalarında olduğu
gibi yanlış yerde yanlış zamanda bulunmak değildir sadece; korkutan şey kesmek,
biçmek değildir artık; işkence etmek ve bu eyleme herkesi tanık etmektir...
Dolayısıyla artık arkanızdan karanlık bir gecede koşan eli bıçaklı, testereli katilleri
değil, bir profesyonel gibi düşünen işkencecileri ve yöntemlerini izletmektir
amaç.
Şu an tam olarak kimin söylediğini hatırlamadığım bir
pasaj alıntılamak isterim (ya Hitchcock ya da Dali ile yapılmış röportajdı
sanırım): "Günümüz korku sinemasında kamera katilin peşinden elinde
bıçakla her yere gitmektedir. Ben olsaydım kamerayı sabitler ve olayın görüntü
alanını içerisine girmesini beklerdim. Böylesi daha korkunç olurdu."
İşte ifade ve gösterme biçimindeki bu değişimin bir
nedeni, bir amacı var...
Herşeyin gösterilebilir, izlenebilir, tüketilebilir
olduğu bir gösteri dünyası, psikolojik savaşın en önemli silahlarından biridir.
İlk naklen canlı yayınlanan savaş olan Körfez Savaşı'ndan başlayarak,
ama ağırlıklı olarak 11 Eylül saldırıları ve sonrasındaki "demokrasi
götürme" savaşlarında bir gösteri toplumu haline getirilmiş kitlelerin
açlığını doyurabilmek için işkence temsilleri ve savaş görüntüleri
gösterilmektedir. Kontrollü bir şekilde ve taraflı olarak sunulan bu şiddet
görüntüleri iki şeyi amaçlamaktadır: Birincisi savaşın zor olduğu ama mutlaka
yapılması gerektiği ve orada vatanlarından uzakta kahramanların olduğu,
ikincisi kitlelere şiddetin amacı ve meşruluğunu algılatarak
içselleştilirmesinin sağlanması. Son 10-15 yılın çekilen savaş filmlerindeki
şiddet öğresinin yükselmesi, yükseltilmesi ve aynı zamanda bu naklen yayınlanan
gerçek şavaş görüntülerindeki hızlı kurgu ve ham gözetleme kamerası
görüntülerinin neredeyse gerçeği ile aynısı olacak şekilde yerleştirilmesi de
yine algı bütünlüğünü değiştirmek, çarpıtmak ve yönlendirmek amacını
taşımaktadır.
Burada durup New Yorker yazarı Jane Mayer'in
2007 yılında "24" dizisinin yapımcısı ve sağcılığı ile nam
salmış Joel Surnow'la yaptığı şu konuşmaya bakalım:
"İşkence tasvirleri Amerikan televizyonlarında
çok daha yaygın hale gelmiştir. Kar amacı gütmeyen bir organizasyon olan Önce
İnsan Hakları'na göre saldırılardan önce, hiç olmazsa dört işkence eylemi, her
sene televizyonda prime time anlarında gösterilmekteydi. Şimdi yüzden fazladır
ve işkenceler de değişmiştir. Önceden işkence yapanlar, neredeyse sadece
canilerdi; bugün ise işkence genellikle kahramanlar tarafından yapılmaktadır."
[3]
Duralım. Şu koyu renkli yeri tekrar okuyalım.
Sonra, devam edelim... Uzun bir yazı olacak,
sabredelim.
[1] W. E Daugherty, "Changing Concepts"
içinde, "A Psychological Warfare Casebook, Operations Research Office"
yazısı. Alıntı: Armand Mattelart
[2] A. Mattelart, Gözetimin Küreselleşmesi.
[3] J. Mayer, "Whatever it takes: The politics
of the man behind "24"". newyorker.com/reporting/2007
Beyaz Saray danışmanları, 2003 yılında, (Vietnam
hezimetinin de etkisiyle) ABD seferi kuvvetlerinin Irak'taki
kentsel gerillayla mücadele edebilmesi için bir formül arayışına girdiler
ve 1966 yılında Gillo Pontecorvo ve Yacef Saadi tarafından
çekilen La Bataille d'Alger (Cezayir Savaşı) filmini izlediler.
Cezayir Savaşı'nda barışın sağlanması için çalışan (kendisi aslında bir
sömürge askeri olan) David Galula'nın raporu ve hatıralarının
yeni baskının yapılması da aynı tarihlere rastlar. Bundan iki yıl sonra
da Rand Corporation (Research ANd Development başharflerinden
oluşan ve Amerika Birleşik Devletleri silahlı kuvvetleri için araştırma ve
geliştirme yapan bir şirket) kontrgerilla ile mücadele raporu yayınlar ve
bu raporda yukarıda bahsi geçen filmle kitaba da atıfta bulunur. Bu film
Fransız sömürgecilerinin insanlığa dair işlediği suçları ve Fransız
ordusunun uyguladığı işkence metodlarını afişe eden, manifesto niteliğinde bir
filmdir. Ve Fransa'ya girmesi uzun süre yasaklanmıştır. [1]
Bu danışmanlardan biri olan ve Terörle Mücadele
Merkezi'nde ders veren Bruce Hoffman, bu raporun önsözünde şöyle
demektedir:
"[Galula'nın] hatıralarının yaklaşık yarım
yüzyıl sonra bile kayda değer ve neredeyse edebi bir rezonansı vardır.
Amerika'nın Irak'taki deneyimleriyle paralellikler çarpıcıdır."[2]
Bu olumsuz paralelliklerden bir tanesi "yakalanan isayancıların
insanca muamele görmesinin önemi" diğeri de "bir isyanı
bastırmada kafa koparma stratejisinin yanlışlığı"dır.
Yani kısaca deniyor ki, "kurumsallaşmış
işkence" Cezayir Savaşı'ndaki yararlığı açısından yeniden
düşünülmelidir. Çünkü bu bahsi geçen yöntemlerden uzaklaşıldığı ve işkencenin
kanıtlanmış bir yöntem olarak hem Fransızların Cezayir Savaşı'nda hem de
Amerika ve İngiltere'nin Irak Savaşı ve Afganistan işgali
sonrasındaki tutuklu kamplarında, örneğin Guantanamo'da kullanıldığı
ortaya çıkmıştır. Bu değişen konjönktür ile birlikte Vietnam Sendromu
filmlerinin yerini de Irak Sendromu ya da Afganistan Sendromu
filmleri almıştır. Irak Savaşı esnasında ve sonrasında ortaya çıkan bu işkence
haberleri ile bu iki ayrı tür filmlerindeki şiddet dozajının yükselmesindeki
dilsel paralellik ve Jane Mayer'in dikkat çektiği şey tesadüf değildir.
Bizi savaşa canlı yayınla tanık eden teknolojinin zihnimizde yarattığı tahribat
şiddet içeren görüntünün içselleştirilmesi olmuştur. Dolayısıyla sürekli şiddet
öğesinin yükseltilmesi de bizde, gitgide artan bir dozajda şiddeti kabullenme
eğilimi oluşturmaktadır. İşkence sahneleri içeren filmler her ne kadar
ağırlıklı olarak -özellikle korku filmlerinde- kötü adam üzerinden dönüyorsa da
kimi zaman da eyleme haklılık getirecek, konuya -özellikle savaş ve
yurtseverlik filmlerinde- "kahraman ajanlar" tarafından bakan
şekilde de kurgulanmaktadır.
Konuyla ilgili en net örnek 2010 yılında vizyona giren
ve bir terör şüphelisinin ağır işkence ile konuşturulmasını ve bu sayede bir
şehirde patlayacak bombanın etkisiz hale getirilmesini ve binlerce kişinin
kurtartılmasını anlatan ve başrolünü Samuel L. Jackson'un oynadığı,
gerçekten de filmin adı gibi akıl almaz işkencelerin yapıldığı Unthinkable
filmidir. Film, kimi bölümlerindeki diyaloglarda işkenceyi ahlaki olarak
yargılıyor ve reddediyorsa da senaryo ve kurgu öyle bir işlev kazanıyor ki filmde,
final bölümünde yapılan o işkenceleri "her şeye rağmen" kabul
ettiriyor. (Buradaki temel kural, sanki vicdani bir ikilemmiş gibi kurgulanan
"bir çok kişi için bir kişiyi feda etmek" söylemi.) Üstelik
bunu yaparken buna sizi de tanık ederek suç ortağı pozisyonuna girmiş
oluyorsunuz. Filmde -gerçekten de- işkence ustası olarak lanse edilen Jackson,
sanki istemiyormuş ama buna mecburmuş gibi davranan ama aslında yaptığı işi
zevkle yapan bir adamdır. Başka türlüsü düşünülemez aslında; işkence etmeyi
sevmeyen bir insanın yapabileceği bir şey değildir bu, kanımca...
Jackson'un karşısına ise insani bir vicdan
ikilemi yaratıyormuş izlenimi vermek adına Carie-Anne Moss'u koyuyor
film. Şiddetin dozajı yükseldiğinde devreye giren ve artık yapmaması
gerektiğini dillendiren -zayıf, vicdanlı, kadın- Moss, aynı zamanda
güçzüslüğü ve kırılganlığı da resmetmektedir. Ancak "Ulusal Güvenlik"
sözkonusu olduğunda elbette ki merhamet gösterilemez diyen film, en sonunda Moss'u
haksız, Jackson'u haklı çıkartarak işkencelerinin kabul mantığını
onaylar. Ve film işkenceyi gerekli bir metod olarak kabul eder. Filmin
yönetmeni olan Gregor Jordan'ın bir FBI dizisi olan ve Türkiye'de
de yayınlanan Numbers'ın yönetmenlerinden biri olduğunu belirtmekte de
elbette yarar var. Sinemada bu tür yaklaşımları reddeden filmler de var
elbette; ancak hem az, hem de bütçe yetersizliğinden sükse yapamayan
filmlerdir. Sektör muhafazakarların elinde olduğu müddetçe de bu tür filmlerin
yaygınlaşması zordur. İleride buna ayrıca değineceğiz.
Bir diğer örnek ise önceki yazıda da adı geçen ve bir
çok tv kanalında yayınlanan 24 adlı dizidir. Adına "Ulusal
Güvenlik" denen devlet doktrini gereği dizideki kurbanlar Jack
Bauer adlı panik-ataklı bir ajan tarafından onlarca çeşit işkenceye tabi
tutulmuştur. Gerçek zamanlı bir kurgu dili kullanan dizi sürükleyiciliğinin
içine devlet egemen bakış açısını yerleştirerek tam bir psikolojik savaş silahı
olarak kullanılmaktadır. Dizi hakkında çıkarılan bir istatistik Jane Mayer'in
aynı yazısında bize şu bilgileri vermektedir: "Dizinin sadece ilk
sezonunda program en az 67 işkence eylemini gözler önüne sermiştir: Kurbanlar
dövülmüş, boğulmuş, elektrik verilmiş, ilaçla uyutulmuş, bıçaklanmış, zımpara
aracıyla soyulmuş, tecavüz edilmiş ya da bir et kancasıyla asılmıştır... Hatta
dizinin bir bölümünde başkan, gizli servis görevlisinden, vatana ihanet
ettiğini düşündüğü kendi ulusal güvenlik danışmanına işkence yapmasını,
hem de kendisinin önünde, isteyecek kadar ileri gitmiştir." [3]
Yine bağımsız bir denetleyici olan The Parents'
Television Council'in üst düzey yöneticisi Melissa Caldwell aynı
dizi için yaptığı eleştiride şöyle demektedir:
"24 televizyondaki en kötü sicile sahip. En
sıklıkla görsel olarak işkence gösteren programların lideri konumunda..."
Ayrıca ABD Ordusu'ndan Tuğgeneral Patrick
Finnegan, West Point ABD Askeri Akademisi Dekanı ve iyi eğitimli üç
askeri dizinin setini ziyaret ederek yapımcılarla toplantı yapmıştır.
Toplantıda işkence sahneleri üzerine de bir tartışma yaşanmış ve toplantı
sonunda Finnegan şöyle bir açıklama yapmıştır: "ABD hükümeti her zaman
hukuka ve insan haklarına saygılı olmuştur. Ancak bu yasalar konulduğunda
teröristler yoktu... Çocuklar soruyorlar haklı olarak, "Eğer işkence
kötüyse, 24'de yapılanlar ne?" diye. İşkence rahatsız edici bir şey tabii
ki. Dizide de Bauer hemen her zaman pişman oluyor yaptıklarından; ancak yine de
ne yapıyorsa vatanseverliğinden yapıyor..."
"Tanırım, iyi çocuktur" Bauer.
Diziyle ilgili bir başka ayrıntı da, 24'ün
yazarlarından Howard Gordon'un filmdeki işkence sahneleri için yaptığı
"Bu sahneler uydurmadır. Tanrı şahidimdir ki bu yazdıklarım doğaçlama
sadizmdir." açıklamasından sonra, 24 ofislerinde CIA'nın
1963 yılında bastırdığı KUBARK adlı işkence metodlarını anlatan
broşürlerin bulunmasıdır. (Bu belgeye Google'den aratarak veya Wikipedia'nın
ilgili başlığından ulaşabilirsiniz.)Bu ayrıntı bize dizinin asıl yapımcıları ve
asıl amacı hakkında net bir fikir veriyor elbette...
Ayrıca 24 dizisinin yapımcılarından FOX
kanalının, Amerika'da hükümete en yakın muhafazakar kanallardan biri olduğunu
belirtmekte de fayda var elbette. Bu kanalın bir yan kuruluşu olan FOX Crime'ın
Türkiye'de sabahtan akşama kadar CSI, NCIS, Breakout Kings,
Numbers ve son zamanların en sükse yapan, 2012'in En İyi Dizi
ödülüne aday "yurtsever" dizisi Homeland
(Anavatan) gibi ajan dizilerini yayınlaması da elbette ki tesadüf değildir. Bu
bahsettiğim diziler içerisinde özellikle bir tanesi incelemeye değer. NCIS adını
taşıyan ve açılımı Naval Criminal Investigative Service olan
ve Amerika'nın gurur kaynağı Deniz Piyadeleri'nin suç araştırma biriminin
maceralarını anlatan dizidir. Hemen hemen tüm sezonlarını izlediğim bu dizi, 24
gibi gerçek zamanlı olmasa da benzer bir dil kullanarak ajanları
kahramanlaştırmakta, teröristleri lanetlemekte ve onlara her şeyi yapmayı mübah
kılmaktadır. Özellikle dizinin zincir bölümlerinden birinde NCIS'in
freudyen bir çözümlemeyle yaklaştığımızda "baba" rol modeli
olan Özel Ajan Gibbs'in Ari Haswari adlı bir ortadoğulu
"teröristi" öldürmek için sabırsızlandığını bütün o zincir bölümler
boyunca beyan edip durması ve en sonunda da Ari'nin kafasının ortasına
yediği bir kurşunla öldürülmesi...
Tabii ki tüm bu dizi ve filmler boyunca alttan alta
bize dikte edilen şey Amerikan hükümetinin "Ulusal Güvenlik"
doktrinidir. Bu söylemi anlamak için Türkiye'deki karşılığı olan ve her türlü
eylemi suç kategorisine sokacak kadar geniş bir anlam aralığı bulunan "Devletin,
ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü" söylemidir.
Devam edecek...
[1] A. Mattelart, Gözetimin Küreselleşmesi.
[2] B. Hoffmann, Forward to the New Edition.
[3] J. Mayer, "Whatever it takes: The politics
of the man behind "24"". newyorker.com/reporting/2007
*****************************
Theo Angelopoulos
Elbette her silah gibi sinema da sadece savunma
için değil, saldırı için de kullanılabilir...
11 Eylül olaylarından sonra tüm dünyaya
meydan okuyan, hatta -dil sürçmesini filan geçelim- açık açık Haçlı Seferi
başlattığını söyleyen Bush ve hükümeti, öncelikle yüklü miktarda savunma
ve saldırı harcaması yapmak zorunda olduğundan ve bunun için kamuoyu
yaratabilmek için o dönem sinema, dizi haricinde bir de yönlendirici
belgesellere başvurdu. Bu yeni vergiler ve terör yasaları için kamuoyunu ikna etmek
gerekmekteydi. Psikolojik savaş manevraları hemen devreye girdi ve bir iç-dış
düşman mitolojisi kuruldu. Bu dönemde Amerikan televizyonlarında yayınlanan
(bakınız sinemada değil) Amerikan yapımı belgesellerden bazıları şunlardır:
-Uncovered: The War on Iraq / Yön. Robert Greenwald
(2004)
Belgeselin konusu 11 Eylül sonrasında Irak'a yapılacak
saldırının içeriği ve hükümetin durumu hakkında bilgi vermek. Kime? Televizyon
izleyicisine... Peki kimler var belgeselde?
David Albright: Silah denetçisi ve IAEA takım
lideri.
Robert Baer: Iraq ve Lübnan'da görev yapmış bir
CIA ajanı.
Rand Beers: Terörle Mücadele Kurumu Başkanı ve
Milli Güvenlik Konseyi Kıdemli Direktör Yardımcısı
Bu yukarıdakilere ek olarak bir sürü CIA analisti,
Pentagon görevlisi ve tabii ki George Bush... Savaşı kurgulayan,
kendi emperyal hedeflerine ulaşmayı amaçladığı halde bu savaşa Irak'a
Özgürlük adını koyan bu gizli ajanlar ve hükümet görevlilerinin, adı "Gizlisiz
saklısız" olan bu belgeselde bize "gerçek" diye neyi
anlatacaklarını biliyoruz; hadi tamam bu kadar iddialı olmasın ama en azından
tahmin edebiliyoruz, öyle değil mi? Bu yapım elbette FOX kanalında
yayınlandı...
-Make Peace or Die: The First Days
of War in Iraq with 1st Battalion 5th Marines / Yön. Valerian Bennett-Jonathan
Haug (2006)
Bu belgesel Amerikan Ordusu'nun ve halkının gurur
kaynağı olan Deniz Piyadeleri ile yapılmış bir röportajlar serisi...
Belgeselin basın sunumunda şunlar yazmaktadır:
Bu filmle ilgili yapılan eleştirilerde filmin genelde
kötü olduğu vurgulanmaktadır. Ancak bu kötülük, sandığınız gibi dezenformasyon
ya da yönlendirme amacı güttüğü ile ilgili değil; daha çok " kuru
olduğu, bu askerilerin çok daha fazla saygıyı hakettiği, çerez Michael Moore'un
yaptıklarına benzediği, o kalbi kırık askerlere çok yer verilmediği"
vs. gibi...
Ayrıca Irak'taki Amerikan askerlerinin mektuplarına
yer veren 2004 yılında çekilmiş Last Letters Home: Voices of American Troops
from the Battlefields of Iraq, 2005'de The Liberace of Baghdad ve bu
gibi daha bir çok hükümet eliyle hazırlanmış belgesel de televizyona ve dvd
olarak piyasaya sürülmüştür. Bütün bu "Mağdur olan biziz! Bunları yapmak
hakkımız!" nidalarına imdada yetişir gibi bir de oskarlı film katılıyor
elbet. 2008 yapımı The Hurt Locker.
Film, Irak'ta bomba imha ekibi askerlerinin kendi iç
ve dış travmalarına odaklanmaktadır. Amerikan askerlerinin neden orada olduğuna
hiç değilse Vietnam Sendromu filmleri kadar bile değinmeyen The Hurt
Locker, daha çok bu ekibin insan üstü çabasını, travmatik olaylara karşı nasıl
ayakta kaldıklarını ve içinde bulundukları atmosferi, tehlikeleri o güzel
vatanlarında onları bekleyen sevdiklerine göstermeye odaklanır.
Şimdi ilk iki bölümde yazdıklarımızla bu bölümdekileri
biraz toparlayalım ve bir çerçeveye oturtalım. Amerikan Özel Harp Dairesi
önceki yazılarımda anlattığım, senaryoya müdahale gibi taktiklerle bir yandan
aslında bir İngiliz klasiği olsa da şimdi Hollywood'un himayesine aldığı hafif,
çapkın, erkek kahraman ve üstün ajan 007 James Bond tarzı filmler, 24,
CSI, Homeland gibi vatansever ve işkence metodları silsilesi
barındıran ajan dizileri ile Amerika'nın çıkarları uğruna her şeyi yapmayı,
yani gerektiğinde işkencenin bir zorunlu metod olduğunun ifade edilmesini
desteklerken, diğer yandan bu desteğe koşarak yardıma gelen Hollywood korku
filmleri ile de işkencenin bir gösteriye dönüşmesine olanak vermektedir.
Birbiriyle alakasız gibi görünen bu iki tür aslında bir bütün olarak
düşünüldüğünde işini çok iyi yapmaktadır. Büyük sükse yapan SAW
(Testere) serisi "işkenceyi, hayatın değerini insanlara göstermek"
gibi saçma sapan bir argümana dayandırarak sunar. Bunu yaparken izleyicide asıl
katile karşı bir özdeşleşme de yaşatır. Yani filmi izleyenler kurbanlarla değil
katil ile özdeşleşir. Bu da bizi, o işkencelerin "film icabı"
bile olsa onaylanmasına götürmektedir. Tüm bunlara ek olarak, tamamen
yönlendirme amaçlı çekilip sunulan ve yukarıda bahsettiğim belgeseller
sayesinde de hem savaş haklılaştırılmakta, hem de savaşta yapılanlar... İşte bu
sayede Ebu Garip cezaevinde veya Guantanamo'da hatta Güney
Amerika'nın işkence merkezlerinde tutuklulara yapılan işkenceler halk
nezdinde meşru kılınmaktadır.
Tüm dünyada yankı yaratmış olsa da üstü çabuk örtülen
ve bir süre sonra kimsenin hakkında konuşmadığı bu Irak Savaşı esnasındaki
işkence görüntüleri, halkın "Kahraman Amerikan Askerleri"
mitolojisi tarafından boğulmuş ve kısa sürede içselleştirilmiştir. Tüm
ülkelerin benzer adlar ve içeriklerle oluşturduğu bu Milli Güvenlik
doktrini topluma öyle yedirilir ki, bu sayede daha hala bugün bile, örneğin 12
Eylül darbesini ve o dönemde yapılan işkence, asma ve gözaltında kaybetme
olaylarını ayakta alkışlayacak insanları bulabilmeyi mümkün kılar.
Sonraki bölüm: Karşı filmler ve sonuç...
Sonuç bölümüne geçmeden önce son olarak şunu da
söylemek istiyorum: Amerika'nın, para desteğiyle El Salvador'da 80.000 ölümle
sonuçlanan iç savaşa destek vermesi ve FMLN'yi yok etmek için özel tekniklerle
donatılmış askerlerini göndermesi ve bunun sonucunda istenilen başarıya
ulaşması, bu teknikleri Iraklı direnişçiler ile mücadelede "Salvador
Seçeneği[1]" adıyla hayata geçirebilmesine yaramıştır.
Gelelim yazımızın son bölümüne...
Tecavüz ve şiddeti neredeyse bir görsel şölenmişçesine
pornografik olarak gösteren bir film için daha önceden yazmış olduğum
yazılarımdan birinde şöyle demiştim:
"...Fakat bunu eleştirir gibi gözükürken,
görüntüyü hamlaştırarak ve de gözümüze sokarak, aslında eleştirdiği şeyi de
afişe etmektedir. İnsanların bir çoğunun üzerinde durmadığı mesele
"görüntünün gücü" ve "görüntünün her zaman sizin amaçladığınız
şeyi anlatamayacağı"dır. Görüntü bir imge olarak onu izleyende tam da zıt
bir şeye dönüşebilir. [Bahsi geçen]... filmin, yeni doğmuş -yani gerçekten
henüz doğmuş - hatta doğumunu bile açık seçik göstermiş olduğu bir bebeğe
tecavüz etmeyi ya da bir kadına yumruk atarak zorla oral seks yaptırmayı, bize
"iğrendirme" amacıyla gösteriyor olması, herkeste aynı etkiyi
yaratacağını garanti etmez/edemez. Bu noktadan itibaren de siz bir başkasına,
olmayacak bir fantaziyi kazandırmış olursunuz. Çünkü göstermek, aynı zamanda
kanıksanmasına ön ayak olmaktır. Kanıksanması demek de bu durumun artık sizi
rahatsız etmemeye başlaması demektir...
Gördüğümüzü "görmek", onu
bir hayal ya da bir düşünce durumundan çıkartır artık. Gören kişi artık bunun
yapılabileceğini [de] bilir. Çünkü o görüntü vasıtasıyla, yapılmış veya
yapılabilir olduğu gösterilmiştir. Bu görüntünün ahlaki olarak lanetlenmesi ve
eleştirilmesi görüntünün olabilirlik gücünün altında kalmıştır. Çünkü bir şeyin
görüntü diliyle ifade edilmiş olması, onu hayallerin soyut dünyasından dışarı
çıkarmıştır artık..."
Yazımın ikinci bölümünde "1966 yılında Gillo
Pontecorvo ve Yacef Saadi tarafından çekilen La Bataille d'Alger
(Cezayir Savaşı) filmi" diye bahsettiğim filmin CIA ve Özel
Harp Dairesi tarafından ilham almak ve işkence metodlarını deneyimlemek
için izlenmiş olması ve bu yönde referans gösterilmiş olması bize, aslında "karşı-film"
denen şeyin, eğer filmin teorik sözü ve görüntü dilinin çerçevesi net
olarak çizilmemişse, yukarıdaki paragrafta da dile getirdiğim gibi çok da
anlamlı bir görevi olmadığını göstermektedir. Asıl sorun, kimin onu nasıl
kullandığı konusunda önem kazanmaktadır. Buraya tekrar dönceğiz ama önce sinema
piyasasına da şöyle bir değinmekte ve neden karşı filmlerden çok bu tür
filmlerin olduğundan bahsetmekte fayda var.
Amerikan sinema sektörünün krallığı Hollywood, ağırlıklı
olarak evangelist-hristiyan muhafazakarların ve yahudilerin elindedir. Zaman
zaman liberaller dengeyi kendi lehlerine doğru çeviriyorlarsa da büyük film
yapımcıları ve stüdyolara ve o stüdyolardan çıkan filmlere baktığınızda ve bir
yandan da çok izlenen, çok popüler filmleri takip ettiğinizde bu zincirin nasıl
tamamlandığını daha açık görürsünüz. Dolayısıyla hükümete yakın muhafazakar
kesimlerin yapımcı olarak katkı sundukları filmler de elbette kendi piyasa
çıkarları ile doğru orantılıdır. Rambo, Die Hard gibi büyük sükse yapan
filmlerin oyuncuları Amerikan silah sanayisini desteklediklerini, silah taşıma
ve alma işlerinin kolaylaştırılması için bu lobilere katıldıklarını ve
destekleyici oy verdiklerini ve Irak Savaşı'nı haklı bulduklarını
çeşitli röportajlarında ifade etmiş insanlardır. Bu tarz filmlerde dikkat
edildiği üzere öncelikle ve sürekli bir iç-dış terör tehdidi ortamı
yaratılmaktadır. Yani Mel Gibson, Bruce Willis, Arnold Schwarzenegger,
Sylvester Stallone ve bunların yeni nesil devamı oyuncuların çektikleri
filmlerle siyasi olarak destekledikleri parti arasında yakın ilişkiler vardır.
Dolayısıyla daha büyük bütçeli manipülatif filmlerde rol almaları ve o
filmlerin büyük reklamlarla sunulması ve yüksek rakamlı işlere imza atılması
çok kolay olmaktadır.
Önceki yazılarımda da dile getirdiğim gibi bu tarz
filmlerin senaryoları Özel Harp Dairesi'nin psikolojik savaş
taktiklerinden haberdar olan kişiler tarafından kontrol edilmekte ve gerektiği
şekilde müdahale edilmektedir. Amaç, belli hedefleri alt metin haline getirmek
ve onlar üzerinden bir korku ortamı yaratmak ve süper kahraman askerlerin bu
korku ortamını -her ne pahasına olursa olsun- bertaraf etmeleri üzerine kurmak
ve topluma sunmaktır. Afganistan'a, Irak'a veya Ortadoğu'nun herhangi
bir ülkesine, Filistin'e yapılacak bir saldırı veya süregiden savaş
zamanlarında Amerikan Deniz Piyadeleri ile ilgili ve İkinci Dünya Savaşı
dönemi Yahudi Soykırımı filmlerinin birdenbire sayıca artarak, yüksek bütçeleri
ve iyi kotarılmış reklamlarıyla sezonun en önemli yapımları olmaya başlaması
bir tesadüften daha fazlasıdır.
Yukarıda saydığım bu milliyetçi oyuncuların büyük
bütçeli filmlerde kendilerini gösterebilmesinin ve filmlerinin çok sayıda
insana ulaşabilmesinin yanında, düşük bütçeli, liberal yaklaşımlı (soldan çok
bahsedemiyoruz ne yazık ki) filmlerin daha sessiz sakin kalabilmesinin
nedenleri de yine bu hükümete yakın-uzak stüdyo ve dağıtımcı firma ve yapımcı
ilişkisinin özünde yatmaktadır. Bununla birlikte filmlerde kullanılan Amerikan
kültürü görsellerinin, örneğin bir Amerikan bayrağı, Hürriyet heykeli vb.
öğelerin gösterilme oranına göre o filmler için vergi indirimi gibi
yaptırımlarının olması da cabası...
Ancak yazımın başında da dile getirdiğim gibi sağ
cenahın desteklediği bu filmler de herkese her zaman istenen düşünceyi empoze
edememektedir... Nasıl ki Bağdat'ın bombalanmasını naklen yayınlamak, en
korkunç işkenceleri sinema estetiğine bulayarak sunmak, kahraman askerlerin
yabancı topraklardaki travmalarını masumiyet kisvesiyle dile getirmek ideolojik
olarak sağa yatkın kesimlerde bir meşruluk zemini buluyorsa, bu görsel
bombardıman sayesinde ve yine aynı kitleyi manipüle etmek için dile getirilen "bu
ülke için işkence yapan da kurşun atan da şereflidir" gibi söylemlerin
-neye karşı olduğu bile tam olarak anlaşılmayan, bilerek bulanıklaştırılmış-
her türlü devlet terörünü "meşru müdaafa" kılıfına sokuyorsa
veya bu amacı güdüyorsa, bütün bu stratejik hareketler bir başka kitle olan
sorgulamaya açık zihinlerde bambaşka bir karşılık bulmaktadır.
Diğer bir deyişle işkence karşıtı olan, savaşı
haklılaştırmayan ve de devlet terörünü gözler önüne seren La Bataille
d'Alger filmi nasıl ki yapım amacını aşacak/çarpıtacak şekilde
kullanılabiliyor ve de Fransa'da gösterimi yasaklanabiliyorsa, tam tersi bir amaç
güden filmler de sol cenah için bir metot okuması haline gelebiliyor ve bir
farkındalık durumu yaratabiliyor.
Ancak bundan daha fazlasına ihtiyaç vardır. Açıkça
ifade etmek gerekirse işkenceyi meşrulaştıran filmler "görsel tatmin"
sağlayarak ve iyi-kötü, haklı-haksız, ezen-ezilen ayırımını
bulanıklaştırarak hemen her kesime tüketim malzemesi vermekteyken, tam tersi
işlev görmesi için yapılan işkence karşıtı filmler entelektüel söylemleri ve
görselden çok "düşünsel tatmin" sağlama amaçları nedeniyle -elbette
piyasa koşullarını da göz ardı etmiyorum- büyük kitlelere ulaşamamaktadır.
İşkenceyi meşrulaştırmak için kavram bulamacı yaratan sektöre karşı, onun
silahları ile savaşan ve bu kavram bulamacını düzeltmek görevini üstlenen karşı-filmler,
aynı zamanda görsel tatmini de sağlamak zorundadırlar. Yani kısaca egemenin
silahıyla karşı saldırı düzenlemek.
Elbette ki Hollywood'un buna olanak sağlaması
zor ama dünyaya baktığımızda bir çok örnek görmek mümkün. Örneğin en
beğendiklerimden 2006 yılı İspanya yapımı olan, yönetmenliğini Miguel
Courtois Paternina'nın yaptığı ve Euskadi Ta Askatasuna (ETA)
örgütüne karşı, örtülü ödenek vasıtasıyla her türlü şiddet eylemini
gerçekleştirebilmek için, hükümetten gizli izinli olarak kurulmuş İspanya
kontr-gerilla örgütü ve anti-terör timi Grupos Antiterroristas de
Liberacion (GAL)'in ve bağlı olduğu hükümetin işleyiş, metod ve savaş
taktiklerini anlatan film, hem sinema dili olarak hem de içerik olarak pahalı
Amerikan yapımlarını aşan bir niteliktedir. Aynı zamanda kendi tarihlerinin
içine doğru korkusuz bir bakış olarak da nitelendirilebilir bir filmdir bu...
Bir diğer film olan 1999 Arjantin yapımı Marco Bechis'in Garage
Olimpo filmidir. Arjantindeki diktatörlük zamanına ve o dönemde yaşatılan
korkunç devlet terörüne odaklanan film, psikolojik savaş taktikleri sonucu
işkence yapan ile özdeşleşme yaşatan filmlerin aksine, işkenceyi lanetleyecek
pozisyona getirir ve sizi o işkencelere katlanan başrol oyuncusuyla
özdeşleştirir... Ayrıca eklemek gerekir ki, sert görüntü diliyle de, uzun süre
unutamayacağınız çarpıcı bir güce ulaşır ve oldukça da rahatsız eder film.
Ve son olarak ise yönetmenliğini Costa Gavras'ın
yaptığı ve acı bir tesadüf olarak Salvador Allende'nin Şili devlet
başkanı olarak, CIA desteğiyle Pinochet'nin darbesi esnasında öldürüleceği
tarihten bir yıl önce ve yine onun öldürüldüğü yer olan Santiago'da çekilmiş
1972 yapımı État de Siège filmi örnek olarak gösterilebilir. Film
öncelikle Batı Medeniyeti'nin ironik bir şekilde eleştirildiği bir
söylemi barındırmaktadır. 3. Dünya ülkelerine medeniyet(!) götürmek ideali
taşıyan insanların "nasıl olur da kendilerine yardım için orada
bulunduğunu anlamaz bu cahil geri kalmış ülkelerin insanları"
söyleminin açıktan eleştirisidir. İşte bu -sözde- yardım için orada bulunan bir
A.I.D. görevlisinin Tupamaro örgütü tarafından öldürülmesinin haberi ve
onun cenaze seremonisi ile konuya giriyor film. Bu seremonide konuşan rahip
elbette ki bu cinayeti terör olarak nitelendirmektedir. Oysa usta yönetmen Costa
Gavras, aslında terörün ne olduğunu bize daha filmin açılış sekansında
göstermiştir bile... Ülkedeki Olağanüstü Hal durumunu yasalara
dayandırarak dilediği gibi uzatan hükümet, açıklama olarak "ülkenin
koşulları bunu gerektiriyor" demektedir. Ancak filmin dönüm noktalarından
biri bu Tupamaro gerillalarının, yardım örgütü elemanı kisvesi altında çalışan
ama aslında polis birliğine teknik destek veren adamı, Brezilya'da ve diğer
Güney Amerika ülkelerindeki işkence teknikleri nedeniyle sorguladıkları
sahnedir... Film çarpıcı söylemi ve müthiş diyalogları ile sizi koltuğunuza
çivilemeye yetecek güce sahiptir. Özellikle Brezilya Terörle Mücadele
Şubesi'nde çömez askerlere verilen işkence metotları dersinin gerçek insanlarla
yapıldığı ve türlü işkence sahnesinin yeraldığı bölüm ile psikolojik savaş
taktiklerinin nasıl işleme konduğunun ortaya çıktığı bölümler çok ama çok
önemlidir. Mutlaka izlenmelidir.
Bu bahsettiğim üç film (elbette daha fazlası var ancak
bu yazı için üçü yeter) gerçek anlamda karşı-filmdir. Hiç bir şekilde
sulandırmaya müsait olmayan senaryo yapıları ve karakter yaratımlarıyla Amerikan
Sineması içindeki benzerlerinden çok daha fazla açık, net ve sert bir
eleştirel dilleri vardır. Sinema eğer "hızla yozlaşan dünyaya karşı son
savunma silahımız[2]" olmaya devam edecekse ve herhangi bir canlıya
-her ne amaçla olursa olsun- işkence yapılmasına karşı çıkmak ve onu bir
insanlık suçu olarak kabul ettirmek bir görevdir. Bunu başarmanın yollarından
biri olarak bu tür filmlerin artması için çaba göstermek, izlenmesine ön ayak olmak
ve desteklemek gerekmektedir.
Bu yazının son sözü, Murathan Mungan'ın çok sevdiğim
Affedilmeyen adlı şiirinin son mısraları olsun...
...
kanla geçirdiler ellerine bütün iktidarları
kanla alınsın ellerinden
çekinmeyin vahşetin estetiğinden
vardığımız yerde iki şey kaldı geriye
bir intikam bir de affedilmeyen
[1]1980'lerde El Salvador'daki solcu FMLN
gerillalarını yoketmek için, onları gördüğü yerde öldüren "sağcı"
ölüm mangaları kurulmuştu. Bunun Irak'ta da yapılması hatta tüm Ortadoğu'ya
yaydırılması düşünülmektedir. El Salvador'daki ölüm mangalarını yöneten John
Negroponte, şimdi Bağdat büyükelçisidir.
[2] Theo Angelopoulos
Kaynak Erişim:
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar