BİR RÜYANIN İZİNDE- İFHAMU’L-YEHUD- Samuel b. Yahya El Mağribî
Hzl: Doç. Dr. Osman CİLACI
Allah Teâlâ şöyle
buyurur:
“De
ki, Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda anlamı eşit bir kelime'ye geliniz:
Allah’tan başkasına tapmayalım, ona hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp
da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o
zaman, “Bizim Müslüman olduğumuza şahitler olun”
deyiniz. (Al-i İmran, 64).
Bu kitap, İbranca adı
el-Hıbr Şamûil b. Yahûza b. Abvân olan ve Yahudi iken İslâm’ı seçen Samuel b.
Yahya el-Mağribî’nindir.
Tıp, felsefe ve
matematik ilimlerinde, yaşadığı VI.(h.) yüzyılın önde gelen âlimlerinden ve
aslen Faslı olan Samuel, bir müddet Bağdat’ta kalmış, buradan İran’a geçmiş,
Meraga (Azerbaycan)’da ölmüştür (570/117).
Samuel’in, elinizdeki
İfhâmu’l-Yehûd ve Kıssatu İslâmu’s-Samuel ve Rü’yâhû’n-Nebr adındaki bu eserini
Dr. Muhammed Abdullah eşŞarkâvî inceleme ve dipnotlarıyla yayına
hazırlanmıştır.
Bu eserinde Samuel,
bilinmeyen yönleri, karakterleri ve diğer milletlere karşı tutumları açısından
Yahudileri ele almakta, kendi kutsal kitapları Tevrat’tan getirdiği delillerle
onları susturmayı amaçlamaktadır.
Tercümede eş-Şarkâvî’nin
düzenlemelerine, imlâ işaretlerine, dipnotlarındaki gereksiz uzun tekrarlarına,
paragrafları tertip tarzına, plân başlıklarına ve edisyon kritiğine aynen
uyularak herhangi bir müdahalede bulunulmamış, bunlardan ayrı olarak onun
göstermediği Kur’an ayetleri, Kitab-ı Mukaddes metinleri ve Batılı ilim
adamlarının isimleri tarafımızdan tesbit edilmiştir.
Samuel’in bir diğer
önemli eseri Bezlu’l-mechûd fî ifhâmî’l-Yehûd da yine tarafımızdan (Yahudiliği
Anlamak, İstanbul, 1995, İnsan Yayınları) Türk okuyucusuna sunulmuştu.
Bu
kitabın önemini arttıran bir diğer nokta, onun, bir Cuma gecesi, (9 Zilhicce
558) rüyasında Hz. Peygamber Efendimizi görerek hidayete erişmesi, kendi
ifadesiyle, İlâhî ilhama kavuşmasıdır. Samuel, ilerleyen sahifelerde heyecan
verici rüya anını bizimle paylaşacaktır.
Diğer kitabı gibi
Samuel’in bu eserinin de, özellikle Dinler Tarihine ilgi duyan her kesimden
insanımıza faydalı olacağı ümidini taşımaktayım. Bu vesile ile Samuel’in iki
önemli eserini irfan kütüphanemize kazandırmaktan mutluluk duyduğumu belirtmek
isterim.
Yardım ve hidayet
niyazım her zaman olduğu gibi yalnız Cenab-ı Hak’tandır.
İsparta, Ocak 2003
Osman CİLÂCI
Osman CİLÂCI
Yarabbi kolaylaştır,
Allah’ım yardım et. (Bu cümle (M) nüshasında yoktur.)
Samuel diyor ki:
Allah’a hamd, Rasulü
Muhammed’e ve ailesine salâttan sonra...
Gerçekte ilâhı yardım,
hidayet ulaşan kişide tecelli edinceye kadar onu sevkeder. Hidayet Allah’ın
ezelî İlmînde belirlediği zamanda kişide görünür; böylece ihtida
gerçekleşir. Onun varlığı O’ndandır.
Ben bunun sebebini, Allah’ın beni hidayetiyle başarıya
ulaştırdığı ölçüde açıklayacağım. Yahudilik’ten doğru yolu buluncaya kadar
hidayetin beni bu duruma nasıl getirdiğini insanlara ibret ve nasihat olması
için anlatacağım.
Düşünen kişi bilsin ki
İlâhî lütfün mahiyeti çok gizlidir. Şüphesiz Allah, lütfü ile dilediği kişiyi
bağışlar, hikmeti de dilediğine verir ve ona dosdoğru yolu gösterir.
Fas’ın en uç şehri olan
Fas beldesindeki babama er-Raâb Yahûza b. Abvân denir. “er-Raâb” kelimesi
ünvandır, isim değil. Bunun açıklaması “hibr”
demektir. Samuel, Tevrat konusunda zamanının en bilgini, onu kaleme
almak, özlü şekilde anlatmak, onun üzerinde hazırlık yapmadan konuşmak Tevrat’ı
İbranca yazarak geniş şekilde açıklamakta onların en güçlüsü idi.
Samuel Araplar arasında
Ebe’l-Bakâ Yahya b. Abbas el-Mağribi ismiyle bilinir. Uzmanların çoğuna göre bu
böyledir. Artık onun, Araplar’ın yaptığı gibi, İbranca’dan ayrı olarak bir de
Arapça’dan türetilmiş ismi vardır.
Samuel’in annesi aslen
Basra’lıdır ve Bağdat’ta oturmaktadır. Annesi Tevrat ilimleri ve yazı konusunda
İbranca’yı kullanan üç kız kardeşten biridir. Bu kızların babası Levi’nin
torunu İshak b. İbrahim el-Basri’dir. O, soy itibariyle sağlam bir Yahudi
torunudur; çünkü Hz. Musa onun soyundandır. Âlim olan bu İshak Bağdat’ta
öğretmenlik yapmıştı. Annesi meşhur liderlerden Ebu Nasr ed-Dâvûdî’nin kızı
Nefise idi. Sülâlesi hâlen Mısır’da yaşamaktadır.
Samuel’in anne adı
peygamber Şemuil’in annesinin aynısı idi. Bu Peygamber annesinin çocuğu
olmamış, Allah yolunda kurban etmek üzere bir çocuk vermesi için yıllarca
Rabbına yalvarmıştı. Yörenin ileri gelenlerinden Aylî adında salih bir kişi onu
çağırdı.
Peygamber Şamûil’e çocuk
verilmişti; bütün bunlar, Peygamber Samuel Kitabı’nın baş tarafında açıkça
yazılıdır.
Annem -babamın
yanında-bir müddet bekledi, çocuğu
olmadı, o kadar ki, bu bekleyiş çocuk olmayacak zamana kadar sürdü.
Şamûil’in annesi (Hanne) rüyasında Rabbına yalvarmış, eğer bir erkek çocuk
verirse adayacağına, ona Şamuîl adını kayacağına söz vermişti; çünkü onun ismi,
Şamûil’in annesiyle aynı idi.
Daha sonra annem bana
hamile kalmış, ben doğduğum zaman bana Şamuel adını vermiş. Şamuel kelimesi
Arapça olduğu zaman Samuel şeklini alır. Babamın künyesi “Ebu Nasr” idi. Bu
benim dedemin de künyesi idi. Babam beni İbranca alfabesiyle yazmaya, Tevrat
bilgi ve tefsirlerine, onun hakkında hüküm verecek hâle gelinceye kadar eğitti.
Bu ilimlerde zirveye ulaştığımda on üç yaşında idim.
Babam beni, o zamanki
Hind matematiğini öğrenmek ve astronomi
problemlerini çözmek için bilgin Ebu’l-Hasen b. ed-Deskurî’ye, tıp
İlmîni okumak üzere filozof Ebu’l-Berekât Hibetullah b. Ali’ye gönderdi. Hastalıkların ilâcını araştırmak,
tıpta üzerinde birleşilmîş ürünleri görmek, bilinmeyen hastalıkları tedavi
edecek ilaçları yapmak için Ebu’l-Feth b. el-Basrî’ye göndermiştir.
Hind matematiğine
(ez-zîcü) gelince, ben onları bir yıldan az bir zamanda tamamen öğrendim.
Ondört yıl içerisinde de bu ilimlerde söz sahibi oldum. Yine ben bu zaman
zarfında tıp okumayı ve hastalıkların ilacını araştırmaktan ilgimi hiç
kesmedim.
Sonra “Divanî Hesabı”
okumak ve kadastro ilmini öğrenmek için büyük âlim Ebu’l-Muzaffer
eş-Şehrzurî’ye devam ettim; aynı şekilde cebir İlmîni de bu âlimden okudum.
Geometri okumak için
âlim Ebu’l-Hasen b. en-Nakkaş’a geri
döndüm. Öklides’in iki makalesini
çözünceye kadar yanlarında kaldım. Bu zaman zarfında her iki bilginden bu
ilimlerle ilgili her şeyi öğrendim, tıpla da meşgul oldum. Öklides’in
kitabından bazı yerler ile Kerhî’nin
cebir konusunda el-Bedi’, matematik konusunda el-Vasît kalmıştı.
Bunlardan anlayan birini bulamadım. Ayrıca Şuca b. Eslem’in kitabı gibi cebir ilminde de bir bileni
bulamadım. Bu ilimler aşk derecesinde gönlümü çelmişti. Bazısını düşündüğüm
zaman yemek ve içmeyi unuturdum.
Kendimi bir müddet eve
kapadım, bütün bu kitapları çözdüm, açıkladım. O kitapları yazanlardan yanlış
yapanlara cevap verdim, musanniflerin yanlışlarını ortaya çıkardım. Araştırmak
ve düzeltmekten aciz olanlar üzerine kararlılıkla yürüdüm. Elimden geldiğince
Öklides’i, ki-tabındaki şekillerin tertibinden dolayı sorguladım. Onun kitabındaki şekillerin düzenini
değiştirebilirdim, fakat buna ihtiyaç duymadım.
Öklides’in kitabından
sonra idi ki, diğer mühendisler için bir mucize gerçekleşti; çünkü onun kitap
şekillerindeki tertibin değiştirilmesini de, bazısına ihtiyaçsızlığı da
konuşmamışlardı. Bütün bunlar bu yılda yani ben 18 yaşında iken olmuştu.
Bu ilimlerdeki
gruplandırmalarımı o seneden itibaren şimdiye kadar aralıksız sürdürdüm. Allah
benden önceki üstün bilge kişilere karışık gelen bilgileri bana açmıştı. Ben de
okuyanlar faydalansın diye bu kitabı yazdım.
Bu zaman diliminde hep
tıp alanında birçok birikimlerim oldu. Bundan da geniş çapta kendimi
geliştirdim; çünkü Allah bana bütün bildiklerimi pekiştirmeyi, ilacı olmayan hastalıkları tedavi etmeyi ihsan buyurdu.
Tedavi ettiğim hasta mutlaka iyileşmişti. Ancak diğer doktorların tedavi
edemedikleri ve tedbirini alamadıkları
hastayı da hor görmedim. Nimeti bol ve ihsanı yüce Allah’a şükürler olsun.
Kitabın Irak, Şam, Azerbaycan ve Kuhistan
nüshalarını dikkatlice inceledikten sonra, birçok ilimleri çıkarmak ve
benden öncekilerin bilmedikleri ilaçları icadetmenin yolu bana açıldı. Meselâ
tiryak; ben onun özellikle güçlü bir ilaç olduğunu gördüm. O, günün bazı
anlarındaki zor hastalıkları iyileştirir. Tiryaktan başka ilaçların terkibini
de yapmıştım. Onlarda da Allah’ın izni ile insanlar için şifa ve faydalar
vardır.
Bu ilimlerle meşgul
olmazdan önce -oniki, onüç yaşlarımda-tarih ve hikâyelere aşırı derecede ilgi
duyuyordum. Geçmiş yüzyıllarda neler cereyan ettiğini, eski zamanda olup
bitenleri bilmeyi şiddetle arzu ediyordum. Sonunda hikâye ve fıkralardaki
farklılıklara vakıf oldum. Daha sonra uzun gece masallarını, arkasından da
büyüklerin divanlarını inceledim. Meselâ, Divanu ahbari’l-anter, Divanu
zi’l-himme, elBattal, Ahbâru’l-İskender zü’l-Karneyn, Ahbaru’l-enkâ,
Ahbâru’t-tarf b. Levzan vd.
Bunlara vakıf oldukça ve
tarihçilerin kaleme aldığı birçok olay gözlerimin önüne serilince, doğru
haberleri bilmek isteğiyle gayretimi tarihlere yoğunlaştırdım. Bu bağlamda
Tecâribü’l-ümem adı verilen
Ebu Ali b.
Miskeveyh’in kitabını,
Tarihu’t-Taberi’yi, bu iki tarih
dışındakileri etraflıca araştırdım. Bu derin inceleme beni Hz. Peygamber’in
haberlerine, gazvelerine, Allah’ın izniyle gösterdiği mucizelerine, ona özel
olan kerametlerine, Bedir , Hayber
gazveleriyle bunların dışındaki gazvelerde Allah’ın onu yardımlarıyla
mükâfatlandırdığına götürdü. Benim bu okuma merakım onun zayıflık ve yetimlik
kaynağı kıssasına, yakınlarının ona düşmanlık göstermelerine, dinini inkâr
edenlerle mücadelesine, uzun süre dinine çağrısına, Allah’ın ona, bir başka
ülkeye hicret izni vermesine, talihsizlikten dolayı onunla çatışan
düşmanlarıyla arasında geçenlere, Bedir ve diğer gazvelerine de götürmüştü.
Yine bu etraflı araştırmalar beni, Rüstem el-Cebbâr’ın binlerce askeriyle şaşılacak şekilde Sa’d b.
Ebî Vakkâs tarafından, Kisra
Enuşirevân’ın da Ebu Ubeyde b.
Cerrâh tarafından yenilgiye uğratılarak
askerlerinin kılıçtan geçirilmesini hatırlattı, adaletlerini ve ibadet hayatlarını incelemeye yöneltti.
Bununla beraber ben,
-vezir ve yazarların haberleri ve hayat hikâyelerini çok okumuş olmaktan
belagatte güç, fesahatte marifet kazanmıştım.
Bu konuda
belagatçılardan beni övenler oldu. İlmî disiplinlerden birinde, yazdığım
kitaplardan bazısında sözümü etraflıca düşünen herkes kesinlikle bunu benden
bilebilir.
Kur’an’daki edebî mucize
ile insan fesahatinin karşılaştırılamayacağını görünce Kur’an icazının doğru
olduğunu daha iyi anladım. Sonra zihnimi matematik ilimleri -özellikle
geometrive delilleriyle geliştirdim. İnsanların
dinler ve mezhepler hakkındaki
çekişmesinden dolayı kendime döndüm. Bu konuda benim için en büyük itici
güç, Berzeveyhi’t-Tıybi’nin kitabını
Kelile ve Dimne’den mütalaa etmem ve
onda aradığımı bulmam olmuştur.
Bildim ki akıl gerçek
hâkimdir, bizim bu dünyamızdaki işlerin tamamına onun hükmetmesi gerekir. Çünkü
akıl, rasul ve peygamberlere uyarak selef ve âlimleri tasdik etmek konusunda
bizi aydınlatmasaydı, onlardan aldığımız diğer bilgileri kabul etmezdik.
Yine anladım ki,
peygamberlere ve seleften itibaren süregelen mezheplere uymak aklın bir gereği
ise, o takdirde bütün bunlar için aklı hakem kılmak şarttır.
Babalarımızdan ve
dedelerimizden naklettiğimiz şeylerde aklı hakem kıldığımız zaman anlarız ki,
seleften yapılan naklin doğruluğunu araştırmaksızın akıl onu kabule yanaşmaz.
Aksine mücerret olarak seleften alınmış olması durumunda onun doğruluğunu test
etmeden kabul edemeyiz. Ancak zâtı itibariyle gerçek olunca ve doğruluğu konusunda
bir delil bulununca kabul ederiz.
Übüvvet ve Selefiyye’ye
gelince, her ikisi veya ikisinden biri tek başına delil değildir; çünkü o ikisi
delil olsaydı, aynı şekilde, diğer kâfir düşmanlar, meselâ Hristiyanlar için de
delil olurdu. Çünkü onlar seleflerinden şunu nakletmişlerdir: Hz. İsa Allah’ın
oğludur (hâşa); O, zarar veren şeylere
engeldir ve faydalı olandır. Eğer baba ve dedeleri taklit, onlardan yapılan
naklin doğruluğunu gösterseydi, bu durum Mecusî ve Hristiyan sözlerinin
doğruluğunu kabul etmeyi gerektirirdi.
Bu taklit, diğer
ümmetlerden değil de özellikle Yahudi dedelerine ait ise, onlar kendi
babalarının, baba ve atalarından daha akıllı olduğu konusunda bir delil
getirinceye kadar bu kabul edilmez. Yahudiler babalarının ve geçmişlerinin buna
hakkı olduğunu iddia ediyorlar. Ni-tekim geçmişteki bütün bilgileri bu
konuda onları yalanlamaktadır.
Taassubu terkettiğimiz
takdirde Hristiyanlar’ın ve diğerlerinin babaları ne ise onların babalarını,
başkalarının babalarına örnek gösteririz; çünkü onlar babalarından, sapıklığı
ve normal aklın kabul etmediği, yaratılışın tiksindiği bilgileri naklediyorlar.
Yahudiler’in babalarından bu nitelikli nakillerinin de aynı şekilde böyle
olması imkânsız değildir.
Yahudiler’in,
aralarından naklettikleri bilgilerin kendi dışındakilere bir örnek teşkil
ettiğini öğrendiğimde, ellerinde Hz. Musa’nın peygamberliğiyle ilgili, tevatür
şehadeti haricinde bir delilleri olmadığını gördüm.
Bu tevatür Hz. Musa için
olduğu gibi, Hz. İsa ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem için de
geçerlidir. Şayet tevatür tasdiki ifade ediyorsa, o takdirde üçü sadıktır ve
peygamberlikleri doğrudur.
Ben
Hz. Musa’yı gözlerimle görmedim; mucizesine şahit olmadım; diğer peygamberlerin
mucizelerini de görmedim. Şayet nakil ve nakledenin taklidi olmasaydı,
bunlardan hiçbir şeyi bilemezdik. Bana göre akıllı bir kişinin peygamberlerden
birini tasdik, diğerini yalanlaması doğru değildir; çünkü o kişi
peygamberlerden birini ne gördü, ne de ahvalini gözlemledi. Sadece
bu üç peygamberin varlığına nakil ve tevatür şehadeti ile inandı. Bu
peygamberlerden birini tasdik etmek kalanlarını yalanlamak akıl ve hikmete
sığmaz. Bundan da öte akla gerekli olan, peygamberlerin hepsini ya tasdik, ya
da yalanlamaktır.
Tamamını yalanlamaya
gelince, akıl da bunu gerektirmez; çünkü biz onları, en güzel ahlâkı yaşayan,
faziletlere çağıran, alçaklıklardan yasaklayanlar olarak görürüz. Yine biz
onların, politik güçleriyle halkın iyiliğini amaçlayacak şekilde dünyayı idare
ettiklerini biliyoruz.
Hz.
İsa ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin peygamberlikleri benim
nazarımda kesin delille doğrulanınca ben de her ikisine iman ettim.
İslâm’ın farzlarına
yapışmaksızın babamı gözeterek, inandığım üzere uzun süre böylece bekledim. Bu
babamın beni aşırı sevmesinden ama az tahammülünden ve çok iyiliğinden ileri
geliyordu.
Babam beni çok iyi
terbiye etmişti; çünkü beni daha çocukluğumdan itibaren delile dayanan
ilimlerle uğraştırmış, zihin ve zekâmı Eflâtun’un övdüğü matematik ve geometri
alanlarında geliştirmişti. Eflâtun bu iki ilmi inceleyerek zihnini geliştiren
kişiyi övmüştür. Bu hâl üzere uzun müddet bekledim. Hidayet bana bir türlü
açılmıyor, benden şüphe düğümü çözülmüyordu. Bu babamın gözetmesiydi.
Aramızdaki yolculuklar bir hâlden diğer hâle geçinceye, evim evinden
uzaklaşıncaya kadar, onu üzmekten kaçınarak gözetimi altında yaşıyordum.
Hidayet saati geldi
çattı. Rüyamda Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi görerek (558 h.) Zilhicce’nin 9. Cuma günü bana İlâhî bir öğüt
geldi. Bu rüya Merağa’da (Azerbaycan) gerçekleşmişti.
Gördüğüm rüyanın açıklaması işte budur:
A - Birinci Rüya
Rüyamda gördüm, sanki
her tarat yemyeşildi. Geniş bir çöldeyim. Doğu tarafında büyük bir ağaç
görünüyor, insanlar bu ağaca koşuyorlar. Onlardan birine bu hâli sordum. Dedi
ki:
Bu ağacın altında
Peygamber Şamuil oturuyor, insanlar ona selâm veriyor. Duyduğum bu söz beni
sevindirdi. Ağacın yanına gittim. Gölgesinde heybetli, iri-yarı, vakur, saçı
ağarmış bir ihtiyar gördüm. Elinde bir kitap vardı, ona bakıyordu. Selâm verdim
ve Arapça şöyle dedim:
“Sana selâm olsun, ey
Allah’ın peygamberi”. Bana güleç bir yüzle baktı, çok iyi karşıladı ve şöyle
dedi:
“Sanada selam olsun, ey
isminde bize ortak olan, otur da sana bir şey anlatalım”. Önüne oturdum.
Elindeki kitabı bana verdi ve dedi: “Önünde gördüğün şeyi oku. Aradığını onda
bulacaksın”. Gerçekten de önümde Tevrat’ın şu ayetini buldum:
“Onlar için kardeşleri
arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına
koyacağım. Ona emredeceğim her şeyi onlara söyleyecek. Ancak bir peygamber
kendisine söylemeyi emretmediğim bir sözü küstahça benim ismimle söyler, yahut
başka ilâhların ismiyle söylerse o peygamber ölecektir”(Tesniye, XVIII, 18-20).
Bu ayetin tefsiri şudur:
Onlara senin gibi kardeşleri arasından bir peygamber görevlendiriyorum, ona
iman etsinler.
Bu Hz. Musa’nın Allah’a
bir duası ve niyazıdır. Ben, Yahudiler’in şöyle dediklerini biliyorum:
“Bu ayet mutlaka Şamuil
Peygamber hakkında nazil olmuştur; çünkü o, Musa gibiydi”. Onlar Samuel’in Levi
kabilesinden olduğuna inanıyorlardı. Zaten Hz. Musa da Levililer’den biriydi.
Tevrat’ın bu ayetini
elimin altında hazır bulunca hemen okudum
ve zannettim ki,
Allah’ın Tevrat’ta zikrettiği o ayet iftihara götürüyor ve Hz. Musa’yı
müjdeliyor.
Kendi kendime şöyle
dedim:
“Kutlu olsun ey Allah’ın
peygamberi, Allah bu menzileyi sana verdiği için ne mutlu sana”. Bana
öfkelenerek baktı ve dedi ki:
“Ey akıllı! Allah bana
bunu mu diledi? Geometrik delillerin sana bir faydası olmamış, öyle mi?!” Dedim ki:
“Ey Allah’ın peygamberi,
Allah bununla kimi diledi?”
Dedi ki:
“Allah onu, bir Tevrat
ayetiyle irad etmiştir. Ayetin tefsirine gelince; bu ayet Faran dağlarına
ineceği va’dedilen kişinin peygamberliğine bir işarettir”. Bunu bana
söyleyince, kesinlikle anladım ki, kastedilen peygamber Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellemdir, çünkü o Faran dağlarına gönderilmiştir. Bu dağ da Mekke
dağlarıdır. Nitekim Tevrat da, Faran’ın İsmailoğulları’nın meskeni olduğunu
kesin bir ayetle vurgulamaktadır.
Tevrat’ m bununla ilgili ayeti şöyle tefsir edilmiştir:
O, Faran bölgesinde
yaşamıştı; bununla Hz. İbrahim’in oğlu
İsmail kastediliyor.
Sonra döndü, bana baktı
ve şöyle dedi:
“Anladım ki Allah beni
Tevrat’tan herhangi bir ayeti nesh için göndermedi; ancak beni, Tevrat’ı
hatırlatmak, şeriatını canlandırmak
ve Filistin halkından
onları kurtarmak için gönderdi!”
“Evet doğrudur ey
Allah’ın Peygamberi” dedim. Sözüne devamla dedi ki:
“Onların, Rablerinin
dinlerini neshetmeyen, şeriatlerini değiştirmeyen kişiye uyması tavsiyesine ne
ihtiyaç var! Siz, Hezekiel, Ermiya veya Daniel’in peygamberliğini kabul
ihtiyacını duyan kişiyi gördünüz mü?”
Dedim ki:
“Hayatım üzerine yemin
ederim ki, buna ihtiyaç duyulmadı.” Sonra Kur’an’ı elimden aldı ve öfkelenerek
ayrıldı. Öfkesinden korktum, öğüdünden ibret aldım. Korku içinde uyandım ve
oturdum. Seher vaktiydi. Kandil de son derecede karanlığı dağıtıyordu. Rüyayı olduğu gibi hatırladım.
Hiçbir şey hayalimden
silinmemişti!!
Kesinlikle anladım ki,
bu rüya Allah’ın bir lütfü ve öğüdüdür, beni “Hakk’ın kelimelerini söylemekten”
demekten ve müslüman olduğumu göstermekten yasaklayan şüphenin giderilmesi için
bana bir öğüt ve uyarıdır.
Bundan dolayı Allah’a
tövbe istiğfar ettim, Rasûlullah’a daha çok salât getirdim.
Güzelce abdest aldım,
Allah için çokça namaz kıldım. Hidayete ermekten dolayı sevinç ve mutluluk
duydum.
Sonra düşünerek oturdum.
Düşünceye dalmış iken uyku basınca uyudum kaldım.
B - İkinci Rüya
Rüyamda sanki bilmediğim
düz yoldaki bir evde oturduğumu gördüm. Fukara kıyafetinde derviş giyimli biri
bana geldi. Selâm vermedi. Fakat, “Rasûlullah’a cevap ver” dedi.
Süratle koştum;
Rasûlullah’a kavuşmak için sevinç içinde onunla yürüdüm. Ev kapısının sonuna
kadar ben onun arkasından yürüdüm. O girdi, ben de peşinden girdim. Az
aydınlık, uzun bir koridorda ben de arkasından yürüdüm.
Koridor tarafını
bitirince anladım ki, Rasûlullah’a kavuşma ânı gelmiştir. Ona kavuşmak için
korku-heyecan arası şiddetli bir duyguya kapılmıştım, kendime çeki-düzen
verdim.
Rasûlullah’la ilgili
olarak vaktiyle okuduğum haberlerde, bir toplulukla karşılaşıldığında “Selâmün
aleyküm ve rahmetullâhi ve bereketuhu”, cümlesinin söyleneceğini, yalnız onunla
karşılaşıldığında da, “Esselâmü aleyke ya Rasûlallah ve rahmetullâhi ve
bereketuhû” denileceğini hatırladım.
Bir topluluğa
girildiğinde herkes selâma katılsın diye Rasûlullah’a yönelerek selâm verdim.
Bu selâma en lâyık davranışın bu
olacağını hissettim.
Yukarıdan evin avlusuna
baktım. Koridorun karşısında uzunca bir meclis, girişin sol tarafında da bir
başka meclis vardı. Evde bu iki toplantı yerinden başka meclis yoktu.
Bu iki toplantı yerinden
her birinde şu an kimliklerini bu adamlardan ayıramayacağım iki kişi vardı.
Ancak ben öyle zannediyorum ki, onların çoğu gençlerdi ve sanki yolculuk içim
hazırlanmışlardı.
Onlardan bir kısmı yol
elbisesini giymiş silâhlarını da yanlarına almışlardı. Rasûlullah’ı iki meclis
arasında ayakta gördüm. Bana göre avlu direklerinden birinin köşesinde, sanki o
bir meşguliyet içerisinde idi. İşini bitirince bir başkasına başlıyordu. Bir
başka işe başlamadan önce, birden bire huzuruna girdim.
Rasûlullah beyaz elbise
giymişti. Sarığı kibar görünümlüydü.
Boynundaki hırka beyazdı. Orta boylu idi. Eşsiz, iri vücutlu, beyaz-kırmızı
arası, hafif esmere çalan renkte idi. Gözleri ve kaşları siyahtı. Saçları güzel
taranmıştı. Saçları ne uzun, ne de kısa
idi.
Yanına girince bana
iltifat etti, güleç bir yüzle karşıladı. Beni görünce gerçekten coşup
neşelenmişri.
Onun heybetinden
şaşırmıştım; selâm için niyetlendim ve özel bir şekilde selâm verdim ve
“Esselâmü aleyke ya Rasûlallah ve rahmetullâhi ve bereketûhu” dedim.
Sözümde hata ederek
cemaate selâmı unuttum.
Gözüm ve kalbim ancak
ona yönelmişti. Rasûlullah: “Ve aleykesselâm ve rahmetullâhi ve bereketûhu”
dedi.
Selâmım ile gayretim
arasında çok bir zaman geçmemişti; süratle ona koştum. Ellerimi eline uzattım.
O da kerim elini bana uzattı. Ellerine yapıştım
ve dedim:
“Eşhedü en lâ ilâhe
illallah ve enneke Rasûlullah “Şehadet ederim ki Allah’tan başka Allah yoktur.
Sen de Allah’ın Rasulüsün”
Böyle dedim çünkü
aklıma, bazı dil bilginlerinin, özel isimlerin en iyi bilinenler olduğu ve bazı
dil bilginlerinin ise zamirlerin en iyi bilinenler olduğu -ki bence de bu
doğrudur-şekildeki sözleri geldi.
Enneke
harfindeki “ke” (sen) zamiri kendinden başka bir muhataba işaret etmez. O ancak
bir kişiyi gösterir.
Onun çok sevinçli
olduğunu gördüm!! Sonra iki meclis arasındaki köşeye oturdu, ben de önüne. Ve
şöyle dedi:
“Gamdan’a gazveye
bizimle gelmek için hazır ol.” Bunu
söylediğinde o yer gönlümde (Büyükşehir) yani Çin ülkesi olarak canlandı. İslâm
henüz oraya ulaşmamıştı.
Ben bundan önce, Çin’e
giden en kısa yolun Bahru’l-ahdar’dan geçtiğini okumuştum. O, deniz yollarının
en korkuncu ve tehlikelisidir.
Bu sözü Hz.
Peygamber’den işittiğim zaman deniz yolculuğundan korktum ve kendi kendime
şöyle dedim:
“Bilge kişiler deniz
yolculuğu yapmadıkları hâlde, ben nasıl denizde giderim?!”
Sonra yine hemen kendi
kendime şöyle dedim:
“Sübhanallah! (Hay
Allah). Ben kesin olarak bu Peygamber’e inandım ve bağlandım. Bana bir iş
emrediyor, uymayayım mı?! O zaman bey’atımın ne anlamı olur?” Baş üstüne hay
hay demek için kesin olarak niyetlendim.
Sonra gönlüme başka bir
şey doğdu ve şöyle dedim: Rasûlullah sallallâhü aleyhi ve sellem ve ashabı
bizimle beraber olduğunda kara ve denizin her ikisi emrimize verilmiştir. Diğer
tehlikelerden bize korku yoktur.
Bununla gönlüm hoş oldu.
Çağrısını içtenlikle kabullendim. Şimdi ben, Rasûlullah’ın huzurunda iken
kalbime doğan bu düşünce ve fikirleri zaman kavramı olmaksızın zihnimden
geçiriyorum, yani ona cevap vermek için bir an bile durmaksızın. Ben ona süratli bir şekilde, “Baş üstüne ey
Allah’ın Rasulü” dedim. O da, “Allah’ın hayrı senin üzerine olsun” buyurdu. Kalktım ve huzurundan ayrıldım.
Giriş esnasında
koridorda gördüğüm karanlık şimdi yoktu artık.
Evden çıktım, biraz yürüdükten
sonra kendimi sanki, Merağa’daki bir çarşıda, sarrafların ortasında Kazvin
Medresesi’nin olduğu sokakta zannettim. Sanki dervişlik ve zühd elbisesi giymiş
üç kişi görüyordum...
Onlardan biri, siyah
sert yünden yapılmış yelek giymiş, başına da aynı cinsten bir başlık takmıştı.
Bir elinde eski yay, diğer elinde sapı hurmadan yapılmış mızrak vardı.
Diğerinde ise kınında kılınç vardı; kabzası hurma ağacındandı. Zira o, benim
hayalimde, küçüklüğümden itibaren silinmez iz bırakmıştı. İslâm devletinin ortaya
çıkışıyla ilgili kitapları okuduğum zaman, Hz. Peygamber’in ashabı nasıldı,
zayıfları, fakirleri ne hâlde idi vb. öğrenmiştim. Onların, az önce anlattığım
aletlerinden başka benzeyen aletleri de vardı. Bununla beraber onlar güçlü kuvvetli, sayısız atlar ve askerlerle
desteklenmişlerdi.
Ben o üç kişiyi görünce
söyle dedim:
“Bunların hepsi, Hz.
Peygamber’in ashabı olan gazi ve mücahitlerdir; ben onlarla sefere katılır,
gaza ederim.”
Onları aşırı sevmemden
dolayı uykuda gözlerimden yaş boşandı; onlara imrenmiştim!!
Uyandım, sabah olmuş,
henüz güneş doğmamıştı.
Hemen abdest aldım,
sabah namazını kıldım. İslâm dinine girdiğimi ilân ve şehadet kelimesini açıkça
haykırmak için çok sabırsızlanıyordum!
O zamanlar Meraga
(Azerbaycan)’da, Fahruddin Abdulaziz Hâmid el Mudari’nin misafiriydim.
Bir hastalığa
yakalanmıştım, fakat Allah bana şifa vermişti. O hastalığa karşı bağışıklık
kazanmıştım.
Oraya, o günün cumasının
ilk saatlerinde girmiştim. Artık iyice anladım ki, Allah kalbimin perdesini
kaldırmış ve bana hidayetini nasip etmişti. O gün bunu müjdelemekten daha büyük
bence ne olabilirdi ki?...
Bu konuda kâdıu’l-kudât
Sadruddin’e ulaşmaya çalıştım. “Biz hepimiz senin ilim ve faziletinin İslâm
damgası taşımadığına üzülüyoruz. Hidayet ve kurtuluşu sana ilham eden, bu
konuda duamızı kabul buyuran Allah’a hamdolsun!
Şimdi bana söyle:
Bunu Allah sana nasıl
verdi, kapı kapandıktan ve onun olması
imkânsız hâle geldikten sonra onu sana nasıl kolaylaştırdı?” dedi. Ben dedim
ki:
Bu, ilham ve düşünce ile
Allah’ın gönlüme yerleştirdiği bir duygudur. Onun akla dayanan kanıtına
gelince, ben onu çok eskiden biliyordum. Bunun delili Tevrat’tadır; ancak ben
babamdan sakınıyordum ve Allah’ı kötüleyerek gönlümü kıracağından söylemek
istemiyordum. Şu anda, sana elimi uzattım ve şüphelerim kayboldu:
Allah’tan
başka ilâh olmadığına, Muhammed’in onun Rasulü olduğuna şehadet ediyorum.”
Arkadaş aşırı
sevgisinden dolayı ayağa kalktı, sevinçten titredi. Bundan önce o, ancak
zahmetli bir iş için ayağa kalkardı. Benden uzaklaştı. Dönüşüne kadar beni
oturttu, bana elbiseler giydirdi ve bineklere bindirdi. İleri gelen kişilere
yakındaki camiye koşmalarını emretti.
Sahip, hatibin yanına
yaklaşarak ona, kendisinin mescide gelene kadar beklemesini emretmişti. Zira
Sahib’in, ölçü alınmasını emrettiği cüppe dikimi için vakit yetmemişti.
Camiye gittim. Cemaat
beni beklemekteydi. Ben onları gördüğümde cemaatin tekbir sesleri yükseliyordu.
Mescid, cemaatin
Rasûlullah’a salâtlarından dalgalanıyordu. Hatip minbere çıktı. Vaizlerin vaizi
Kadı Sadruddin cemaate vaaz verdi. Ebu Bekir Muhammed b. Abdullah b. Abdurrahim
b. Lel, beni öven uzun bir konuşma yaptı. Allah’ın beni hidayet ve uyanıklıkla
kuvvetlendirdiğini de uzun uzun anlattı.
Oradakilerin çoğu bana ilgi duymuştu.
Bugünün
akşamında -yani kurban bayramı gecesini kastediyorum-Yahudiler’i susturacak
kanıtları araştırmaya başladım. İfhâmu’l-Yehûd
adını verdiğim kitapta işte bunları yazdım.
Bu kitap meşhur oldu ve
adı her tarafa yayıldı. Arap ülkeleri dışındaki şehirler, Irak, Diyarbakır,
Musul ve çevresinde oturanlar benden sayısız denecek kadar çok kitap aldılar.
Sonra ona; Yahudiler’e
karşı Tevrat’tan kanıt olması için birçok bölüm ekledim. O kadar ki bu kitap,
Yahudiler’le girişilecek tartışmada, İslâm’da bir benzeri bulunmayan gerçek
anlamda güzel bir eser olmuştu.
Birinci ve ikinci rüyaya
gelince, ben bu iki rüyanın üzerinden dört yıl geçinceye kadar ne
Meraga’dakilere, ne de Sahib’e hiç bahsetmedim.
Bunun iki sebebi var:
1- Ben, kanıtlanmayan bir durumdan
sözetmeyi çirkin gördüm. Niceleri vardır ki
nadir bir şey olduğunda bunu işiten kişi hemen yalanlayabilir; gizli
veya açık sözünün yalanlanmasını kesin
görür. Akıllı kişi sözünün gizli olsun, açık olsun, yalanlanmak üzere ortaya
atılmasını istemez.
2- Ben, ülkemde iki rüya ile ilgili haberin
kaprisli insanlarca duyulmasını hoş görmedim. O rüyalar yolumu ayıplamak ve
beni rezil etmek için bahane arayana karşı Allah’ın beni ilimle şereflendirerek
üstün kılmasının bir eseridir. Rüyayı duyan kişi şöyle der:
Filanca gördüğü rüyadan
dolayı, dinini terketti de karışık rüyalara aldandı!!
Doğruyu söylemek
gerekirse İfhâmu’l-Yehûd’u meşhur oluncaya kadar gizledim. Buna rağmen kitabın
nüshaları çoğaltıldı, birçok meraklı da onu bana okudu.
İnsanlar gerçekten
inanınca ve Yahudilik’ten döndüğüme emin olunca, bunun ancak kesin delillere
dayandığını da bildim.
Başlangıçta, babamı
gözeterek ona iyilik olsun diye bunu bir zaman gizlemiştim. O gün iki rüyamın
hikâyesini anlattım. Bu iki rüyanın Allah ve Rasulü’nden bana gelen öğüt ve
uyarı olduğunu açıkladım. Onları babam veya bir başka sebepten dolayı
geciktirmem doğru olamazdı.
Halep’te bulunan babama
bir mektup yazdım. O gün Keyfe kalesinde idim. Ona, benim bildiğim, ancak onun
bilmediği sayısız delilleri bu kitapta açıkladım. O delilleri ortadan
kaldırmaya babamın gücü yetmez. İki rüyanın serüvenini de aynı şekilde babama
yazdım. Benimle buluşmak için Musul’a geldi. Ansızın bir hastalığa yakalanarak
burada Musul’da öldü.
Şimdi bu yazıları okuyan
bilir ki, rüya beni, ilk dinimi terketmeye götürmedi. Aklı başında birinin,
kesin delil olmaksızın uyku ve rüyalarla hâlini değiştirmesi doğru değildir.
Fakat ben, Hz.
Muhammed’in peygamberliğiyle ilgili delilleri, çok uzun zaman öncesinden
öğrenmiştim. Bu deliller hidayet ve intikalimin sebebidir. Rüyaya gelince, onun
faydası ancak Hakk’ı ilan etmek suretiyle gafletten uyanmak, bundan sonra da
babamın ölümünü beklemektir.
İslâm’a, Hak söze, iman
ve hidayet nuruna kavuşturan Allah’a hamdolsun. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellemin, aile ve arkadaşlarının razı
olacağı rehberliği istiyorum.
İfhâmu’l Yehûd’un Önsözü
Ya Allah! Kolaylaştır ve
yardım et.
Allah Teâlâ’ya bana
hidayet verdiği, beni sapıklığa düşmekten koruduğu için hamdolsun. Salât-ü
selâm, son peygamber Hz. Muhammed’e ve tertemiz ailesine olsun.
Kullardan doğruluk ve
anlayışla âhiret hayatını ciddiyetle araştıran, atalarından ve babalarından
gelen bilgileri süzgeçten geçirerek alan kişi doğru yola girmiş demektir.
Fazilet görürse yücelten, alçaklık görürse uzaklaştıran bu üstün kişiye, ölüm
gelinceye kadar azık torbasını iyice doldurmak düşer.
Dinini kuvvetlendirmek
için titiz davranan, zamanını iyi değerlendiren, ancak Allah aşkı ile yanan,
helâlden başkasına yönelmeyen kişi âhiretini kazanmıştır.
Kitabın Yazılış Gayesi
Bu kitabın yazılışındaki
en önemli gaye, “Karışıklık çıkarmakta inat edenlere cevap vermek, sözlerindeki
yanlışlıkları gün yüzüne çıkarmaktır.
Benden önceki imamlar
mesleklerinin çeşitliliği nisbetinde Yahudiler’le tartışmada bu yolu
tutmuşlardır. Ancak tartışmaya katılanların çoğu nerede ise bunu
anlamıyorlardı. Samuel, dinî metinlerden ellerinde dolaştırdıkları ve
değiştirdikleriyle -Allah onları kör etsin-aleyhlerine bir delil olmak üzere
bulduğu bir metodu onları susturmak için
kullanmıştır.
Kitaplarının Metni İle
Neshi Kabule Zorlamak
Söze önce kitaplarının
kesin delilleri ve metotlarının bir gereği, neshi zorunlu tutarak başlıyorum.
Onlara diyoruz ki:
Tevrat nazil olmazdan
önce bir şeriat var mıydı, yok muydu? Eğer bilerek inkâr ederlerse,
Tevrat(Tekvin)’ı yalanlamış olurlar. Çünkü Allah Teâlâ Hz. Nuh’a “İnsan kanı
dökenin de kanının dökülmesini meşru kılmıştır. Cenab-ı Hak insanoğlunu
temiz bir şekilde yaratmıştır. Buna,
Tevrat da şahitlik etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ Hz. İbrahim’e, çocuğun doğduktan sekiz gün sonra sünnet edilmesi
ruhsatını vermiştir. Zira din sünnetin yapılmasından vazgeçmez. Allah Teâlâ’nın
kullarına emir veya yasağının rasul, kitap, levhalar veya başka herhangi bir
şekilde bildirilmiş olması farketmez. Yerleştiği an artık o dinin bir emri gibi
algılanarak kesinleşmiş olur.
Biz onlara şunu sorarız:
Tevrat’ta bu dinî hükümler üzerine bir fazlalık var mıdır, yok mudur? Ne
dersiniz?
Eğer Tevrat’ta bir
fazlalık yoksa o takdirde bu abes olur; çünkü daha önce geçtiği üzere hani
Tevrat’ta fazlalık yoktu, hani Tevrat’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktu!! Allah’tan
böyle bir şeyin sadır olması caiz değildir. Sizin kesin fikriniz, Tevrat’ın
Allah Teâlâ’dan gelmediğidir. Bu ise mezhebinize göre küfürdür. Eğer Tevrat bir
fazlalık içeriyorsa bu fazlalıkta mubah olan şeyin haram kılınması var mıdır,
yok mudur?
Eğer bunu inkâr
ederlerse, sözleri iki noktadan geçersiz olur:
1- Tevrat, evvelce mubah iken daha sonra
cumartesi günü çalışmayı yasaklamıştır. Bu da neshin tâ kendisidir.
2- Dinde fazlalığın bir manası yoktur.
Ancak, mubahlığı belirtilen şeyin haram, haram diye açıklanan şeyin mubah
kılınması başka...
Derlerse ki:
Allah sonradan mubah
kılacağı bir şeyi yasaklamaz. Çünkü bu ve benzeri uygulamalar caiz olsaydı, bir
şeyi veya zıddını emreden kimse durumuna düşerdi(hâşâî).
İşte cevap:
Farklı iki ayrı zamanda
bir şeyin emredilmesi veya zıddı arasında çelişki yoktur. Bu iki emir aynı zamanda ise ancak o takdirde
çelişkiden söz edilebilir.
Derlerse ki:
Tevrat, daha önce mubah
olan şeyleri yasaklamış, yasağın mubah olduğuna dair bir hüküm getirmemiştir.
Mekruh olan “nesh”e gelince o, yasağa izin verilmiş demektir. Ayrıca kişinin,
kendisine mubah kılınan bir şeyi nefsine yasaklaması, karşı olmak anlamına
gelmez. Aksine, herhangi bir şeyden menedilen kişinin, yasaklananın kalktığına
dair kanıt getirmesi anlamına gelir.
İşte cevap:
Dinin haram
kategorisinde saydıklarını helâl kılan kişi, yine dinin haram saydıklarını
helâl yapmış demektir. Zira o ikisinden her biri meşru olana karşı çıkmış ve
hiçbir fenomende birlik sağlamamıştır. Tevrat’ın, Hz. İbrahim ve öncekilerin
haram kıldığını hoş görmesi caiz ise bu bağlamda bir diğer dinin, Tevrat’ta
yasaklananları helâl sayması yadırganmamalıdır. Yine aynı şekilde o yasakların
her zaman farz kılınmış olması da uzak bir ihtimal değildir.
Hâl böyle olmakla
beraber Allah onun aynısını çirkin görmek bir tarafa, üstelik bazı zamanlarda yasaklanmıştır. Şayet
Cenab-ı Hak, bizzat cumartesi gününde
fizikî aktiviteyi yasakladıysa bu yasağın aynı şekilde Hz. İbrahim, Hz.
Nuh ve Hz. Adem’i de kapsamış olması gerekirdi; çünkü harama sebep diye
gösterilen cumartesi onların zamanında da vardı.
Eğer bu, Hz. İbrahim ve
öncekilerine haram kılınmadıysa o takdirde bu yasak ayniyle yasak değildir.
Yani cumartesi’nin aynısı bütün zaman dilimlerinde mevcuttur.
Cumartesi günündeki
çalışma yasağına sarıldığınızda, bu haramlık bütün cumartesi günlerini
kapsamaz. Bu yasağın bir başka zamanda
kaldırılamayacağı anlamına da gelmez.
Uzun aradan sonra
birisi, nübüvvet işaretleri ve risalet mucizeleriyle ortaya çıksa, dinin çoğu
hükümlerinde onun nesih yapması caiz olur. Bu ister mubahları yasaklamak, ister
yasakları serbest bırakmak şeklinde olsun, farketmez!
Emir ve nehiy olarak
bildirilenlere karşı çıkarak kanıtlar getirenle tartışmaya girişmek nasıl caiz
olur? Bu emir ve yasaklar insan aklına ister uygun olsun, ister ters düşsün,
farketmez. Özellikle düşmanların (Yahudiler) , akıllarına ters düşen farzlarla
ibadet etmeleri çok öncelere dayanıyordu; inek külleriyle pisliklerden
temizlenmek gibi! Nitekim İmam Hârûnî, Hac mevsiminden az önce inek yakarak, o
ineğin külleriyle kendi pisliklerini temizliyordu; akla daha uygun gördükleri
için bu tür temizliği onun yerine koymak istiyorlardı.
Yapılan işler ve İlâhî
emirler, insan aklının gereği olarak iyice anlaşılmaktan uzaktır. Dinin
yapılmasını emrettiği ibadetler yerine getirilmeyince Allah’a bir fayda veya
zarar vermez. Zira Allah faydalanmaktan ve zarara uğramaktan uzaktır.
Nasıl oluyor da Allah
bir şeyin yapılmasını emrediyor veya yasaklıyor. Bir ümmete bir şeriat emrediyor,
sonra diğer bir ümmete bunu yasaklıyor. Bu yetmiyormuş gibi o milletin
çocukları için onu helâl sayıyor. Sonra ikinci kez, ondan sonrakilere
yasaklıyor? Bir millete haram kılınmış iken, helâlliği konusunda Rasul’le
çelişkiye düşmek Allah için nasıl caiz olur? Apaçık kanıt geldikten, akıl da
onun doğruluğunu gerekli gördükten sonra bunun yalan oluşu sonucu nasıl
çıkarılabilir? Bu apaçık bir zorbalık, korkunç bir sapıklık ve Hak’tan yüz
çevirmek değil de nedir?!
Yahudi ve Hristiyanları
Aklî Delille Susturmak
Akıllı bir kişinin,
çağrısı yayılmış, sözleri yerleşmiş bir peygamberi yalanlayarak, onun dışında
bir başkasını kabul etmesi mümkün değildir. Zira o peygamberi görmemiş,
mucizelerine de şahit olmamıştır. Bu bağlamda iki peygamberden birini kabul,
diğerini inkâr ederse, o takdirde aklen ayıplanmayı haketmiş olur.
Buna bir örnek verelim:
Biz bir Yahudi’ye Hz.
Musa’ya yetişip yetişmediğini, mucizelerini bizzat gözleriyle görüp görmediğini
sorduğumuzda o, mecburen Hz. Musa’yı da, mucizelerini de görmediğini bize
söyleyecektir. O zaman biz ona şöyle deriz:
Hz. Musa’nın
peygamberliği ve doğruluğunu ne ile biliyorsun?
Eğer derse ki:
Tevatür bunu
gerçekleştirmiş ve ümmetlerin şahitliği onu doğrulamıştır. Aklen sabit olduğu
gibi zihinlerde bunun sabit bir kanıtı vardır. Nitekim, gözümüzle görmediğimiz
şehirlerin ve nehirlerin mevcut olduğu, haber ve belgelerin tevatürü (bir
haberin ağızdan ağıza yayılması) ile gerçekleşmektedir.
Biz de deriz ki:
Bu tevatür
Hz. Musa için mevcut olduğu gibi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ve
Hz. İsa için de mevcuttur. Bundan dolayı
o iki peygamberi kabul etmen gerekir.
Eğer Yahudi derse ki:
Hz.
Musa’nın peygamberliğine babamın şehadeti, beni de Hz. Musa’nın peygamberliğini
kabul etmeye götürür.
Biz ona şöyle deriz:
Niçin baban sana göre bu
konuda doğru bir kişidir ve yalan söylemekten mâsumdur? Sen kâfirlerin
babalarının sence küfür olan o şeyi öğrettiklerini de görüyorsun.
Bu, ister onlardan
birinin dinî taassubundan olsun, ister hidayet ve kurtuluşa kavuşturacağına
inandığı nakilleri kabulden dolayı olsun, fark etmez.
Ey karşımda duran! Sen
kendi dinini babandan öğrendiğin gibi, onlar da inanç prensiplerini
babalarından öğrenmişlerdir. Aynı şekilde inkâr ettiğin bütün mezhep mensupları
da dinlerini babalarından öğrenmişlerdir.
Sen de gördüğün dejenerasyon ve cehaleti onlardan öğrenmiştin. Senin, onların
durumuna düşmemek için babandan öğrendiğin her şeyi araştırman gerekir!
Birisi benim babamdan
öğrendiklerim, insanların babalarından öğrendiğinden daha doğrudur derse, o kişiye,
Hz. Musa’nın peygamber olduğunu babasını taklit etmeksizin ispat etmesi
gerekir. Zira o bunun doğruluğunu taklitsiz iddia etmiştir. Yahudiler’in,
babalarının hakkı konusundaki iddiaları gibi o, babasından naklettiğinin
doğruluk payına dayanarak, babasını tercih etmiştir. Hâl böyle olunca,
babasının diğer insanların babalarından daha akıllı ve daha üstün olduğunu
kanıtlaması gerekir.
Zira böyle düşünen
kişinin, babasının faziletleri konusunda deliller getirmesi gerekir.
Yahudiler’in sözü geçersizdir. Bu dünyada kendilerine benzeyenler dışında bir izleri yoktur. Üstelik gerçek de
böyledir. Zira onların, tüm dünyada uzmanlık gerektiren ilimlerde isimleri bile
geçmez. O ilimleri sonrakiler yazılı hâle getirmişlerdir. İlimlerden onlara
maledilenlerin çoğu, Yunan filozoflarının eseridir. Bu ilimlerin az bir
kısmında bile onlar söz edilecek bir noktaya gelememişlerdir.
Müslümanlar’ın
gerçekleştirdiği çalışmalara gelince, çokluk ve genişliğinden dolayı
yazılanların tamamını veya bir ilim dalında ortaya konulanların hepsini bir
kişinin öğrenmesi imkânsızdır. Onların, milletler nazarındaki durumu hakkında
Yahudiler’in şu sözleri geçersizdir: Onların babaları insanların en akıllı, en
üstün ve en bilgeleridir. Onlar Nuh’un oğlu Sâm’ın benzerinde olduğu gibi,
diğer insanların babaları için de örnek teşkil ederler. Kendi babalarının,
diğerlerinkinden üstün olduğunu söylediklerinde onları küfürle damgalarlar. Bu
konuda babalarının şahitliğine yapışırlar. Dinin doğruluğu konusunda bunu delil
görmezler. Artık onlar için Hz. Musa’nın peygamberliğine tevatürden başka delil
kalmamıştır. Bu tevatür Hz. Musa için mevcut olduğu gibi Hz. İsa ve Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem için de vardır. Hz. Musa’nın
peygamberliğine tevatürle inandıkları zaman, Hz. İsa ve Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellemin peygamberliklerini kabul etmek de boyunlarına borç olur.
Kendi Metodlarıyla Neshi
İspat Etmenin Bir Başka Yönü
Biz onlara şunu diyoruz:
Bugün sizler Hz. Musa’nın ümmetinden misiniz? Eğer “evet” derlerse o zaman şunu
sorarız:
Tevrat’ta, birisi kemiğe
dokunsa, bir kabri çiğnese veya ruhunu teslim ederken bir ölünün yanında
bulunsa, o kişi kirlenmiş sayılır. Ancak İmam Hârûnî’nin yaktığı ineğin külü
ile bu pislikten kurtulabilir, sözleri yer almıyor mu? Onlar buna karşı çıkamazlar.
Zira hâlen ellerindeki Tevrat’ta bunlar yazılı bulunmaktadır. Yine onlara:
Bugün siz aynı inançta
değil misiniz? diye sorduğumuzda:
Buna gücümüz
yetmiyor diyorlar. Biz onlara şöyle
diyoruz: Temiz, namaza müsait ve Kur’an taşımaya engeli olmadığı hâlde, niçin
kemiğe, kabre ve ölüye dokunan kişiyi pis sayıyorsunuz? Kitabınızda bunun aksi
yazılı değil mi?
Eğer derlerse ki; biz
temizlik sebeplerini kaybettik, o sebeblerde şudur: İneğin külü ve istiğfar
eden temizleyici imamın bulunuşu!
Biz diyoruz ki:
Aczinizle birlikte onun
yaptığı bu işi temizlikte ihtiyacınız olmadığı hâlde gördünüz mü, görmediniz
mi?! Evet biz ona artık ihtiyaç duymuyoruz derlerse, zamanımızın gerektirdiği
bu farizanın kaldırıldığını kabul etmiş olurlar.
Eğer temizlikte bu
temizleyiciye ihtiyacımız yok derlerse, temizlik sebebine güç yetirmedikleri
sürece sonsuza dek pislik içerisinde kalmayı kabul etmiş olurlar.
Biz onlara şöyle deriz:
Siz pis sayıldığınız
zaman -inanç ve uygulamanız üzerene oluyor ki, hayızdan kesilmiş bir kadını
yedi gün toplumdan uzaklaştırarak çizmeyi aşıyorsunuz! Daha da ileri giderek,
hayızlının elbisesine birinizin elbisesi dokunsa, o elbiseyi de kirlenmiş
sayıyorsunuz!
Bu, Tevrat’ın
hükümlerindendir derlerse biz de şunu sorarız:
Tevrat’ta temizliğin
böyle yapılmasını emreden bir hüküm var mıdır?! Eğer temizlikten anladığınız bu
ise temizliğiniz bitmiştir! Şu anda -inancınıza görepislik
içerisindesiniz! Hayız kirliliğindeki
gibi gusül bunu gidermez. Bu hayız
kirliliğinden daha kötü bir pisliktir. Sonra siz, kendi dininizden olmayan
hayızlı bir kadını temiz sayarak ona dokunanı ve giydiği elbisenin pis
olmadığını söylüyorsunuz.
Tevrat’ta bulunmayan,
ancak hanımlarınıza karşı hayız konusunda takındığınız bu özel tavır ya tamamı
kaldırılmış, veya değiştirilmiştir.
Bu, Tevrat’ın kesin bir
emri değil, Yahudi dinî uygulamasında böyledir, derlerse biz de deriz ki:
O hâlde fakihlerinizin
bu konudaki sözlerine ne buyrulur? Hâlbuki onlar mezhep ve çelişkili konularda
birbirine zıt fikirler ileri sürülüşlerdir. Nitekim mezheplerinizin çokluğu
içtihat, delil getirme veya aynen gelen nakil fazlalığının bir sonucudur.
Onlar şöyle diyorlar:
Bunu bütün fıkıh
kitaplarımızda fakihlerimiz, seleften olan büyük din bilginlerinden sağlam bir
şekilde kaydetmişler, Allah’tan Hz. Musa, ondan Yûşa b. Nûn aracılığıyla da
nakletmişlerdir!
Fakihlerinizden ikisinin
çelişkiye düştüğü bu tek problemde onlardan birine uymamız gerekir. Zira
onların her biri kendi görüşünü Allah’a dayandırarak naklen bize
ulaştırmaktadır!
Bunda, bu problemde
Allah’ın emrettiğinin aksini Allah’a bağlamak suretiyle gerçekte onlara bir
kötülük yapılmıştır: O da, bizzat “tıpkısı”sını reddettikleri “nesih”tirü
Bunda “çelişki” yoktur.
Çünkü bizden öncekiler bir mezhep ve problemde çelişkiye düşerlerse onu bir
“asıl’a döndürürler, o “asıl”la iş biterdi, derlerse işte cevabımız:
Çelişkiden sonra onların
bir mezhepte birleşmeleri, ya onlardan birinin naklettiğinden geri dönmesi veya
aktardığı rivayetin zayıflığı dolayısıyladır. Bu nakil, rivayet şartlarından
biri olan adalet prensibine göre değer taşımaz.
Sizce, ayrıldıktan sonra
onun nakline yeniden ilgi göstermek doğru değildir. Fakihlerin iki mezhepten
birinde nesih konusunda görüş birliğine varmaları iki rivayetten birinin diğer
rivayeti neshetmesi şeklinde olur.
Fakihlerden herhangi
biri pek çok problemde mezhebinin görüşünü geçersiz sayarsa bu, nesihle
sonuçlanmayan bir şeye sevgi göstermek anlamına gelir. Ayrıca o, çelişkiye
düşenlerin sözünü ictihad değil, apaçık bir nakil kabul eder.
Bir Diğer Açıdan Neshin
Kabulünü Sağlamak
Biz onlara, dua ve
oruçlarınız hakkında ne dersiniz? Bunu Hz. Musa’dan ayrı mı düşünüyorsunuz diye
sorduğumuzda, evet derlerse biz de şöyle sorarız:
Hz. Musa ve ümmeti
dualarında sizin söylediklerinizi mi söylüyorlardı? Dualarında okudukları
sözler şöyle tefsir edilebilir:
Allahım! Hürriyetimize kavuşmamız için büyük bir boruya üfle.
Bizi yeryüzümün çeşitli yerlerinden alarak mukaddes mekânında, Kudüs’de topla.
Ey dağılmış İsrail kavmini toplayan Allah, seni tesbih ederiz.
Yoksa onlar, sizin her
gün tekrarladığınız gibi, Hz. Musa zamanında aşağıda tefsiri verilen cümleyi mi
söylüyorlardı:
Öncekiler gibi bizim
hakimlerimizi, başlangıçtaki gibi yol göstericimizi, Kudüs’ün oğlunu,
günlerimizdeki Kudüs’ünü geri ver. Binası ile bizi aziz kıl. Seni tesbih ederim,
ey Kudüs’ün kurucusu!
Yoksa bu şahitlikle
ilgili bölümleri devletin yıkılmasından sonra siz mi uydurdunuz?
Beyt-i Mukaddes’in yıkım
ve yapım orucu ile Kedelya oruçlarına gelince, siz onları farz hâline
getirdiniz. Hz. Musa o oruçları tuttu mu veya tutulmasını emretti mi, ya da
kendinden sonra gelen Yuşa b. Nûn bu oruçları gerçekten tuttu mu?
Hâmân’ın salb (asılması)
orucu ne?
Bütün bunlar Tevrat’ta
farz kılınmış mı, bu yüzyıllarda artırılmasını gerektiren sebeplerden dolayı mı
artmıştır? Bu durumda bize nasıl nesh gerekir, derlerse Tevrat, tefsirini
verdiğimiz şu ayetiyle bunu bildirmiştir deriz.
İşte o ayetin tefsiri:
Size herhangi bir
şekilde vasiyet ettiğim şeyde ne artırma ne eksiltme yapın!
Farzlardan bazı şeyleri
artırırsanız işte bu ayetle neshederim.
Neshin Bir Başka Açıdan
İspatı
Biz onlara, Allah
Mescid-i Aksa hizmetinin seçkinleri
olsun diye İsrailoğulları’nın ilk çocuklarını seçmedi mi? diye sorduğumuzda:
Evet, cevabını veriyorlar. Bunun üzerine biz onlara şöyle diyoruz: Size göre
Hz. Musa, elindeki levhalarla dağdan indiğinde kavminin buzağıya taptığını görmüş, ordugâh tarafına dönerek:
Kim Allah’tan yana ise
bana gelsin! diye bağırmıştır. Onun bağırmasına Levioğulları katılmış, seçkin
kişilere rağmen ilk çocuklar katılmamıştır. Eğer onun lafzı genel bir anlam
taşıyorsa ilk çocuklara işaret eder. Zira o gün onlar Allah’ın seçkin
kullarıydı, Levi çocukları değil...
İsrail kralı Yeroboam
altından iki buzağı heykeli yapmış ve onlara şöyle demişti: “Ve kral danıştı ve
iki altın buzağı yapıp kavme dedi: Yeruşalim’e çıkmak sizin için fazladır. Ey
İsrail, işte seni Mısır diyarından çıkaran İlâhların. Ve birini Beytel’e
yerleştirdi ve onbirini Dan’a koydu ve bu iş günah oldu ve birinin önünde
tapınmak için kavim Dan’a kadar giderlerdi” (I. Krallar, XII, 28-30).
Tevrat’ın anlattığına
göre Yahudiler ona Âzeruh diye cevap vermişlerdi!!! Bundan daha ürkütücüsü
gerçekten, bugün Yahudi ve Hristiyanların ellerindeki Tevrat’ın İsrailoğulları
için buzağı heykelinin yapımını, Allah’ın peygamberi Hz. Harun’a maletmesidir.
Bu konu Tevrat’ta şöyle anlatılmaktadır: “Ve Harun onlara dedi: Kimlerde altın
varsa kırıp çıkarsınlar ve bana verdiler ve onu ateşe attım ve şu buzağı çıktı.
Ve dediler: İlâhınız budur ey İsrailoğulları. Sizi Mısır diyarından bu çıkaracaktır”
(Çıkış, XXIII, 18). Yahudiler, bu kerem sahibi peygamberi itham etmişler,
Kur’an-ı Kerim ise onu temize çıkarmıştır. Kur’an, Sâmiri adında birinin onlara
böğürtü şeklinde ses çıkaran bir buzağı heykeli yaptığını açıklıyor:"Allah
buyurdu: Senden sonra biz, kavmini (Harun ile kalan İsrailoğullarını) imtihan
ettik ve Sâmiri onları yoldan çıkardı. Bunun üzerine Musa, öfkeli ve üzüntülü
olarak kavmine döndü. Ey kavmim, dedi. Rabbiniz size güzel bir vaadde
bulunmamış mıydı? ... Dediler ki ... biz (Mısır’lıların) zinet eşyasından bir
takım ağırlıklar yüklenmiş, sonra da onları atmıştık, aynı şekilde Sâmiri de
atmıştı. Bu adam onlar için böğürebilen bir buzağı heykeli icad etti. Bunun
üzerine, işte dediler, bu, sizin de, Musa’nın da tanrısıdır. Fakat onu unuttu...
Musa, ya senin zorun nedir, ey Sâmiri dedi” (Tâhâ, 91).
Hz. Harun onlara
buzağıya tapmayı yasaklamış, öğüt vermiş, Allah’ın davetiyle çağrıda
bulunmuştu. Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Onlar: Biz dediler, Musa
aramıza dönünceye kadar buna tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz” (Tâhâ 91).
İsrailoğulları bir takım
sapıklıkları yüklendikleri Allah’ın kerim peygamberleri Nuh, Lut, İbrahim,
Yakub, Davud, Süleyman, Musa ve Harun’a suç isnadında bulunmuşlardır. Artık
putperestlik Yahudi vicdanında sıcak bir ilgi gördü; nerede ise, Hz. Musa ile
Kızıl Deniz’i geçerlerken, bir takım putlara tapan bir kavim görünce, hemen
putlara yönelerek tapmaya bile başlamışlardı. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle
buyurur: “İsrailoğullarını denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus birtakım
putlara tapan kavme rastladılar.
İlkler Hz. Musa’yı
yardımsız bırakınca ona Levililer yardım etti. Allah Hz. Musa’ya şöyle buyurdu:
İsrailoğulları’ndan her ilk çocuğa bedel olarak Levilileri aldım.
Bu ayetten sonra Allah
her şeyin ilkini özel korumadan ayırmış, onlara bedel Levililer’i almamış
mıdır?
Onlar bunu inkâr
edemezler. Bu durum, o sözden dolayı “beda”yı veya neshi onlara gerekli
kılmıştır.
Hz. İsâ’nın Peygamberliğini
Kabule Zorlamak
Biz onlara Tevrat’tan
tefsirini verdiğimiz “Yahûzaoğulları’nın saltanatı sürecek Râsîmilerinki Mesih
gelinceye kadar omuzlarında kalacak” ayeti yok mudur? diye sorduğunuzda bilerek
bunu inkâr edememişlerdir.
Yine biz onlara
soruyoruz:
Siz, Hz. İsa ortaya
çıkıncaya kadar mülk ve devlet sahibi değil miydiniz? Sonra devletiniz
yıkılmadı mı?! Şayet bugün bir devletiniz yoksa, Tevrat’a göre Mesih’in size
onu sağlaması gerekir!
Aynı şekilde biz onlara
yine soruyoruz:
Hz. İsa gönderildiğinden
beri Rum ve Yahudi ülkeleri ile Beyt-i
Mukaddes istila edilmedi mi, devletleri yıkılmadı mı, toplulukları dağılmadı
mı?
Bile bile bunu inkâr
edemezler, ancak iftira atarlar. Onlara gereken, Tevrat’ın aslına dönmeleridir.
Şüphesiz ki, Meryem oğlu İsa, evet o, bekledikleri Mesih’in tâ kendisidir.
Hz. İsa ve Hz. Muhammed
Sallallâhü aleyhi ve sellemin Peygamberliklerini Kabul Zorunluluğu
Biz onlara Hz. İsa
hakkında ne düşünüyorsunuz diye sorduğumuzda diyorlar ki:
Kan dökücü ve Marangoz Yusuf’un oğludur!!!
Hâlbuki o, yüce Allah’ın
adını kesinlikle biliyordu ve eşyadan çoğu onun emrine verilmişti. Nazarınızdaki en doğru nakle göre Allah Hz.
Musa’ya 42 harften oluşan ismi öğretmiş, denizi yarmış, mucizeler vermişti.
Bunları bilmiyor musunuz? Onlar bunu da inkâra güç yetiremezler.
Yine onlara soruyoruz:
Hz. Musa -aynı
şekilde-mucizelerini Allah’ın adıyla gerçekleştirdiğinde onun peygamberliğini
niçin tasdik ediyorsunuz da Hz. İsa’nın peygamberliğini yalanlıyorsunuz?!
Onlar şöyle diyorlar:
Allah Hz. Musa’ya
isimleri öğrettiği hâlde Hz. İsa bunları vahiyle öğrenmemiştir. Hz. İsa bunu
Beyt-i Mukaddes’in duvarından öğrenmiştir!!
Biz onlara şunu
soruyoruz:
Mucize göstermeye kadar
varan bir duruma, Allah’ın tahsis etmediği, onu öğrenmesini istemediği bir
kimse ulaşıyorsa Hz. Musa’yı tasdik etmek nasıl caiz oluyor.
Diyorlar ki:
O, mucizeleri Rab’bından
almıştır. Biz de bunun üzerine soruyoruz:
Hz. Musa’nın mucizeleri
Rab’bından aldığını nasıl biliyorsunuz?
Bizden öncekilerin tevatür haberleriyle, diye cevap veriyorlar.
Aynı şekilde onları
öncekilerden nakil yapmaya mecbur ederek şöyle diyoruz: Hz. Musa’nın peygamber
olduğunu nasıl bildiniz? Eğer, gerçekleştirdiği mucizelerle, diye cevap
verirlerse onlara şöyle deriz:
Aranızda bu mucizeleri
gören biri var mı?
Peygamberlikleri tasdik
etmek için -hayatım üzerine yemin ederim, bu bir yol değildir. Zira
peygamberler, kendilerinden sonrakilere nesiller boyu iman etmeleri için
mucizeler bırakmışlardır. Bu onlar için vazgeçilmez gerekliliktir!!
Bu gerekli de değildir.
Zira peygamber kendi zamanında herkes tarafından bilinir. Peygamberliğiyle
ilgili olarak gösterdiği mucizelerin doğruluğuna inanılır. Peygamberin haberi
diğer yüzyıllara ulaştığında peygamberliğinin kabulü ve ona uymak artık
üzerlerine vacip olur. Zira Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellem gibi, aklın kabul ettiği meşhur ve mütevatir haberler o peygamberler
hakkında da aynen geçerlidir.
Belki Hz. Musa’nın
peygamberliğiyle ilgili şehadetlerin tevatürü, Hz. İsa ve Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemin şehadetlerinin tevatüründen daha zayıftır. Çünkü,
Müslüman ve Hristiyanlar’ın Hz. Musa’nın peygamberliğine şahitlikleri ancak
Kur’an ve İncil’in buna şahitliğinden
dolayı gerçekleşmiştir. Onların Kur’an ve Incil’e dayanarak Hz. Musa’nın
peygamberliğini kabul etmeleri ise bir ayrıntıdır.
Kur’an’ın mucizesi eğer
kalıcı ise bu fazladan bir üstünlüktür ve mucizenin iman sebebi olmasına
ihtiyaç yoktur.
Fesahat zevki olan
kişinin Kur’an’ın icazına imanı, mucizeyi gören kişinin imanının aynısıdır.
Habere dayanan kişininki değil! Ancak herkes bu dereceye ulaşamaz!
Bizim peygamberimize
bütün ümmetler şahitlik eder. O’nun peygamberliğinin zayıf olduğunu nasıl
söylersiniz. Tevatür onun en büyük delilidir. O en zayıftır derlerse,
ümmetlerin şahitlik yapmaları sizce doğru mu? Diye sorarız.
Evet cevabını verirlerse
deriz ki: Şehadetlerini kabul ettiğiniz milletler sizi küfür ve sapıklıkla
damgalamak için birleşmişlerdir. Size bu gerekir. Zira kendi şehadetiniz ancak
size göre geçerlidir.
Hiçbir kimsenin
şahitliğini kabul edemeyiz. Ancak onların grubundan olan şehadeti kabul ederiz.
Onların grupları sayı bakımından en az kitleyi oluşturur. Böylece onların
tevatür ve dinleri, dinlerin en zayıfı olur.
Tevatürün şahit olduğu
mucizelerin hepsi onun sözünde kabul görmüştür. Bu da onların boynuna borçtur.
Onlara işte bundan dolayı Hz. İsa ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin
peygamberliklerini kabul etmek düşer.
Hz. İsa’dan Anlattıkları
Bir Kesit
İddia ediyorlar ki, Hz.
İsa âlimlerden biridir, peygamberlerden değil! O, hastalan ilaçla tedavi
ediyordu. Yine onlar faydalanmanın ancak dua ile elde edileceği kuruntusunu
taşıyorlardı!
Hz. İsa, cumartesi günü, bir topluluğu iyileştirdiğinde
Yahudiler bunu reddediyorlardı.
Birisi: “Söyleyin bana
sürüden bir koyun cumartesi günü kuyuya düşse, onu kurtarmak için cumartesinin
bir tarafa bırakarak kuyuya inmez misiniz?” diye sorsa “Evet” cevabını
verirler.
Birisi: Koyunu kurtarmak
için neden cumartesi kuyuya indiniz, hâlbuki insanı kurtarmak için inmezsiniz.
İnsan koyundan daha değerli değil mi? diye sorsa, inanmadıkları hâlde onları
susturmuş olur!! Aynı şekilde Hz. İsa’dan, bir grup öğrenci ile dağda olduğunu,
onlara yemek hazırlamadığını, cumartesi gününde kuru ot yemelerine izin
verdiğini vb. anlatıyorlar. Hâl böyle olmakla beraber Yahudiler cumartesi günü
kuru ot koparmayı dahi inkâr ediyorlar!
Onlara sorulsa:
Siz gördünüz mü? Biriniz
grubu ile kendi milletinden başka insanlarla birlikte olsa ve onlara cumartesi
günü bitki toplamalarını söylese, onu da hayvanların önüne atsa, bununla
cumartesi yasağını kırmayı düşünmese, ona bitki koparma iznini veren siz değil
misiniz?
Evet, diyorlar!
Bütün bu insanlar,
cumartesi yasağına karşı gelmek için değil, sadece gıda almak için bitki
toplamalarını söylemişlerdir.
Bütün bunlar akıllarınca
cumartesi yasağını yumuşatmak içindir. Zira onlar neshe sıcak bakmıyorlardı.
Belki bu durum Hz.. İsa’nın çıkışının başlangıcındaydı. Hz. İsa gelecek ve Hz. Musa’nın dinini
neshedecekti.
Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellemin Peygamberliğini Gösteren Tevrat Belgeleri
Yahudiler Tevrat’ta
geçen şu ayeti bile bile inkâr edemezler:
Onlara kardeşleri
arasından senin gibi bir peygamber göndereceğim, ona imam edin.
Bu ayet Hz. Muhammed’e
iman etmelerini onlara bildirmektedir. Eğer, “kardeşleri arasından” sözü
kitabımızın geleneğinde yoktur.” söz, “sizin kardeşleriniz” yerine ancak
“İsrailoğulları” şeklinde olabilir, derlerse, işte cevabımız:
Evet, Tevrat’ta
“kardeşleriniz Aysoğulları” şeklinde bir söz geçmektedir. Bunun tefsiri
şöyledir:
“Siz, Saîr’de oturan
kardeşleriniz Aysoğulları’nın sınırını geçenlersiniz. Onların yurdundan bir şey
yemekten sakınınız.”
Aysoğulları,
İsrailoğulları’nın kardeşleri ise, o zaman Ays ve İsrail Hz. İshak’ın iki oğlu
demektir. Böylece de İsmailoğulları Hz. İbrahim’in bütün çocuklarıyla kardeş
sayılmış olur. “Bu sözle ancak peygamber Şamûil’e işaret edilir. Zira o, ‘senin
gibi kardeşlerinin arasından’ sözünü kullanmıştır. Şamûil, Hz. Musa gibiydi.
Levioğullarından’dı yani Hz. Musa kabilesi torunlarından” (derlerse);
Biz onlara deriz ki:
Eğer doğru
söylüyorsanız, hangi ihtiyaç sizi Şamûil’e inanmaya götürdü. Üstelik siz,
Şamûil dinde ne fazlalık yaptı ne de nesih diyorsunuz. Onu kabul etmemekten
korkuyor musunuz? Şamûil özellikle sizi Filistinliler’e karşı güçlendirmek ve
Tevrat dinine döndürmele için gönderilmiştir. Bu onun niteliğidir. Siz ona iman
bakımından insanların en önde gelenlerisiniz, din ile ilgili şeyleri
değiştirerek mezhebinizi nesheden kişiyi yalanlamanızdan korkulur. Şamûil’e
iman etmekten yüz çeviremezsiniz!
Bundan dolayı Hz. Musa,
peygamberlerden Enmiya, Eşiya vd. iman
etmeniz için size vasiyet gereğini duymadı. Bu da Tevrat’ın bu bölümde, Hz.
Muhammed’e iman edilmesini emrettiğinin bir kanıtıdır.
Tevrat Hz. Muhammed’in
İsmine İşaret Ediyor Allah Teâlâ Tevrat’ta Hz. İbrahim’e hitabı şu şöyle buyurur: “İsmail’e gelince,
senin duanı kabul ettim. Haberin olsun seni orada mübarek kıldım,
semerelendirdim, fazlasıyla çoğalttım”.
Tevrat’ta geçen
“bimadmad” kelimesinin harflerini saydığımız zaman 92’yi bulur. Bu da Muhammed
kelimesindeki harfler sayısına denk gelmektedir. Zira Muhammed kelimesindeki
harfler de 92 rakamını verir.
Bu konuda o, ancak
“mülgizan (bilmece) şeklinde”
yapılmıştır. Bu açıklıkla söylenseydi Yahudiler onu değiştirir veya
Tevrat’tan çıkarırlardı. Nitekim diğer
metinlerde buna benzer uygulamalar yapmışlardı.
Tevrat’ta Bekir, Hâlid,
Amr ve Zeyd isimlerinin harflerine eşit sayıda uygun kelimeler bulunabilir,
bundan dolayı bu kişilerin de peygamber olmaları gerekmez derlerse, işte
cevabımız:
Evet, durum sizin
dediğiniz gibidir. Eğer bu ayet Tevrat’ın diğer kelimeleri için bir örnek
olsaydı, biz de, bu kelimenin, Tevrat’ın diğer yerlerinde benzeri olmadığına
dair açık kanıtlar getirirdik.
Bu kelime Tevrat
ayetlerinden değildir. Onunla bu ayetteki gibi Hz. İsmail’in şeref yönünden
üstünlüğü anlatılmamıştır. Ayrıca bu ayet Hz. İsmail’in şerefinden Allah’ın Hz.
İbrahim’e karşı bir va’dde (söz verme) bulunmasıdır. Öte yandan Tevrat’ta,
Zeyd, Amr, Halid ve Bekir vb. kabilesinin üstün olacağını bildiren bir başka
ayet de yoktur!!
Yine biz bu ayette
“bimadmad” kelimesine eşit “gerçekten gerçekten” anlamında bir kelime
bulunmadığını açıklıyoruz. Bu, Allah’ın bir mübalağa sözcüğüdür ve belirtilen
ayetin kelimeleri için bir örnek değildir.
Bu ayet, Hz. İsmail ve
çocukları hakkında aşırılık bildiren ayetlerin en büyüğü, ayetin kalan
kelimeleri için de aynı açıdan en üstünü olsaydı, Hz. İsmail çocuklarının şeref
ve derece yönünden en büyüğü olduğuna şaşmazdık -
Biz bu ayetteki
kelimelerin Tevrat’tan başkası için örnek olmadığını açıkladığımız zaman,
onların itirazları da geçersiz olacaktır.
Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin Peygamberliklerine İşaret Edilen Yer
Bu konuda bir Tevrat
ayetinin tefsiri şudur:
Allah Teâlâ Sina’da
tecelli etti, nuru Sair’den parladı,
Faren dağlarından doğdu, Rabvâtu’l-kuddîsî onunla beraberdi.
Onlar biliyorlar ki,
Saîr dağı, Aysoğulları’nın oturdukları Şerat dağıdır ve bunlar Hz. İsa’ya iman
etmişlerdi. Hz. İsa’nın makamı da bu dağda idi. Yine onlar, Sina’nın Tur dağı
olduğunu bilmelerine rağmen Faran’ın
Mekke dağı olduğundan haberleri yoktu!
Bu peygamberlerin
nübüvvet makamlarının bulunduğu bu üç
mekâna işarette akıllı kişilere gereken, onların sözlerine uyma emrini
araştırmaktır.
Faran dağı hakkında
Tevrat’ın açık kanıtına göre o Mekke dağıdır. Hz. İsmail babasından ayrıldığı
zaman, Faran çölünde oturmuştu. Tevrat bunu, şu cümlesiyle dile getirir:
Hz. İsmail Faran çölünde
yaşadı, annesi onu Mısır’lı bir kadınla evlendirdi.
Tevrat, Faran dağının
İsmailoğulları’nın yurdu olduğunu da vurgulamıştır.
Daha önceki bir ayetinde
peygamberliğin Faran dağında gerçekleşeceğine işaret eden Tevrat, bu
peygamberliğin İsmailoğulları’na ait olması gerektiğine dikkat çeker. Zira
Faran’ın sakinleri onlardır. Kesinlikle bilinmektedir ki, “bi’n-nübüvveti”
kelimesi Hz. İsmail’in oğlu Hz. Muhammed’e
işaret etmektedir.
O, Hz. İsmail makamının
bulunduğu Mekke’ye gönderilmiştir. Bu da kanıtlamaktadır ki, Faran Mekke
dağlarının tâ kendisidir. Tevrat da, Hz. Muhammed’in peygamber olduğuna işaret
etmiş ve bu yerde onu müjdelemiştir.
Yahudiler bilgisizlik ve
anlayışsızlıklarından dolayı bu iki ayet arasını böyle tefsir etmekten
hoşlanmazlar. Ayrıca sunulan iki fikri benimsemelerine rağmen cahilliklerinden
dolayı sonucu inkâr etmişlerdir.
Tevrat onların görüş ve
kavrayışlarının tükenmişliğine şahitlik etmektedir. Bu konuda bir Tevrat
ayetinin tefsiri şudur:
Onlar, “görüş”lerini
yitirmiş bir millettir, kavrayışları da
yoktur!.
Allah’ın Yahudileri
Sevdiği Yolundaki İddialarım Geçersiz Kılma
Onlar, Allah Teâlâ’nın,
yalnız kendi soylarını sevdiğini, peygamber ve salih kişileri aralarından
seçtiğini iddia ederler.
Biz bunu tartışarak
onlara:
Hz. Eyüb hakkında ne
düşünüyorsunuz? Onun peygamberliğini kabul ediyor musunuz? diye sorduğumuzda,
evet, diyorlar. Yine onlara, Hz. Eyüb, İsrailoğullarından mı? diye sorduğumuzda,
hayır cevabını veriyorlar!
Bunun üzerine onlara:
İsrailoğulları’nın hepsi
hakkında ne düşünüyorsunuz? Ben dokuz buçuk Yahudi kabilesini kastediyorum.
Onlar Yeroboam b. Nebat’ı
saptırmışlardır. Yeroboam ise Hz. Süleyman’ın oğlu idi. Onların önüne altından yapılmış iki koç
heykeli koymuştu. İsrailoğullarından bir topluluk, o gün (Beşumerun) ünvanıyla
anılan bütün vilâyet ve
beldelerindekiler bu iki koç heykeline
ibadet için toplandılar. İki kabile ve yarısı arasında savaş başladı. Onlar Hz.
Süleyman ve oğluna Beyt-i Mukaddes’te iman etmişlerdi. Savaşlardan birinde
beşyüz bin insan öldürülmüştü!
Dokuz buçuk Yahudi
kavminden esirleriyle birlikte öldürülen bu insanlar için ne dersiniz? Allah
onları seviyor muydu? Zira onlar İsrailoğullarındandı. Bu sualimize:
Hayır onlar kâfir
idiler, diye cevap veriyorlar. Onlara yönelttiğimiz: Soyu açıkça belli olan ve
dininize sonradan katılanla aranızda hiçbir fark bulunmadığını Tevrat açıkça
bildirmiyor mu, sorusuna: Bilâkis evet! Çünkü Tevrat bunu şu şekilde bildirmiştir:
Yabancı ile, sizden olan ve soyu açıkça bilinen Allah katında eşittir,
diyorlar. Bir diğer Tevrat cümlesinin tefsiri de şudur: Din birdir, hüküm
birdir, aranızda oturan garip de sizden birisidir.
Allah’ın aralarından
çıkan sapıkları sevmeyerek başka milletlerden olan müminleri sevdiğini,
peygamber ve evliyayı diğer soylardan seçtiğini kabule zorlarsak, Allah
sevgisinin, yaratıkları arasından kendilerine özgü olduğu iddialarını inkâr
etmiş olurlar!
Küfür ve Tahriflerinden Bir
Nebze
Bir şeyi elde etmenin
yolu, rezilliklerden uzaklaşarak aklıselimin çirkin gördüğünden kaçınmaktır. Bu
ise bayağılıklara karşı doğru cevabı tercih demektir. Bu ve benzerlerini akıl
reddeder. Makul ve meşru olan da buna karşı çıkmak demektir.
(Onların) devletlerinin
yıkılması, otorite ve topluluklarının dağılması, uzun zaman azap çekmeleri hep
bundandır. Buna rağmen her gün dualarında, Allah’ın çocukları ve sevgilileri
olduklarını söylerler.
Günlük dualarında
tekrarladıkları cümle şöyle tefsir edilmiştir:
“Ey
Rabbımız! Zamanı bize sevdir.”
Bir başka duaları da
şudur:
“Ey babamız! Ey
kralımız, Ey Rabbimiz! Bizi dinine geri döndür. Allahım! Sen bizim babamız ve
kurtarıcımızsın.
Senin peygamberinin
izinde olanların hepsi ile senin cemaatinin düşmanları, evet hepsini deniz
yuttu. Onlardan hiçbiri kalmadı!!
Kendilerini üzüm
salkımına, diğer milletleri ise yüksek asma dallarını saran dikenli çitlere
benzetiyorlar.
Bu akıllarının kıt,
görüşlerinin bozuk oluşundandır. Zira gereken ilgiyi göstermek üzüm bağının
verimliliği içindir. Etrafına yüksek dikenlerle çit yapılması da üzüm
çubuklarını korumak içindir.
Diğer ümmetlerden ayrı
olarak Yahudiler’i zararlı, aşağılanmış ve aşağılık kompleksi içerisinde
görüyoruz. Bu da sözlerinin geçersizliğini gösterir.
Hz. Davud ailesinden
birinin gelerek dua ile dudaklarını kıpırdattığında bütün milletlerin
öleceğini, Yahudiler’den başka kimsenin kalmayacağını bekleyip duruyorlar!!
İddialarına göre bu
“Beklenen” kişi kendilerine va’dedilen Mesih (Hz. İsa)’ten başkası değildir.
Peygamberler onlara, Hz.
İsa dininin yüceliğine işaret eden, kendi milletinden zorbaların boyun
eğmesinden, büyük bir neshi gerçekleştirdiğinden örnekler getirmişlerdi.
(İşaya’nın onun peygamberliği hakkındaki
sözlerinden bazıları 178. dipnotta verilmiştir.)
Tevrat’ta şu sözler yer
almaktadır: Kurtla kuzu birlikte otlayacaklar, arslan sığır gibi saman yiyecek,
yılanınki ise toprak olacak. Mukaddes dağında zarar vermeyecekler ve helâk
etmeyecekler, Rab diyor.
Bu misallerden bir şey
anlamaksızın onu mücerret manaların dışında cisim gibi şekillendirmişlerdir.
Böylece de, Mesih (İsa)’e gönderildiği sıralarda iman etmekten yüz çevirerek,
arslanın saman yemesini beklemeye başlamışlardır. İşte tam bu sırada Mesih’in
alâmeti gerçekleşecektir!
Yine inanmıyorlardı ki,
beklenen bu Mesih geldiğinde onların esirlerini Kudüs’e toplayacak, bir
devletleri olacak, kâinat yalnız onlara kalacak, ölüm, hayatlarından uzun zaman çıkıp gidecek!
Yemlenme zamanını bilmek
için önüne saman atmaları, ormanda aslanları izlemeleri de onların adalete
uymayan diğer davranışlarıdır. Aynı şekilde onlar her yılın ilk on gününde
şöyle dua ediyorlar: Ey Rabbimiz, babalarımızın İlâhı! Yeryüzünün bütün
varlıklarını, her can taşıyanın şöyle söylemesi için tut:
Allah, İsrail’in
Rabbi’dir. Bütün saldıranlara karşı onun ülkesi senin mülkündür.
Bu dualarında yine şöyle
diyorlar:
Mülk Allah için olacak,
bugünde Allah birdir.
Bu dua ile şunu
kastediyorlar:
Mülk Allah’tan
başkasının değil. Ancak devlet, ümmeti ve saflığıyla Yahudiler’in olunca bu
gerçekleşecek!
Devlet, Yahudiler’in
dışında devam ettikçe Allah, zikri geçen ümmetlerin adını şanını yok eder.
Onlara göre Allah mülkünde tam tasarruf sahibi değildir, kudreti de şüphelidir.
Bu sözün anlamı şudur:
Ey Allah’ım
yeryüzündekileri mülk sahibi yap, hükümranlık Allah için olacak.
Bu yoldan ayrıldıklarım
şu kendi sözlerinin tefsiri de açıkça anlatmaktadır:
Milletler niçin,
“onların ilâhları nerede?” diyor. Yine bir sözleri şöyle tefsir edilmiştir:
Uykudan uyan, niçin
uyuyorsun ya Rab, uyan!!!
Bütün bu hezeyan, küfür
ve horlanmalar, sıkıntının şiddetinden, küçük görülmelerinden ve esenlik beklentilerinden dolayı yaptıkları
konuşmalardır!!! Bu durum onları can sıkıntısına ve temkinsizliğe düşürerek
ancak kafa yapısı çarpık olanların hoş göreceği hezeyan ve zındıklığa doğru sürüklemiştir.
Allah’a karşı bu çirkin
yakarışla sanki yiğitlik taslıyorlar. Sanki Allah’ın kendilerini övmesi için
Allah’ı övüyorlar! Allah onları kendisi için koruyor. Sanki şan ve şöhretinden
dolayı Allah’a yalvarıyorlardı!
Duada bu kelimeleri
okuyanın vücudu âdeta titrer. Şüphe duymaz ki Allah katında onun sözünün bir
değeri vardır. Yine dua eden kişi böylece Rabbine etki ederek onu harekete
geçireceğine inanır! Gerçekte bütün bunlar, akılsızlıktan kaynaklanan
cahillikler sebebiyle onlara acımamızı gerektirir. Aynı şekilde, Tevrat’ları
Hz. Musa’nın yaşlılarla dağa çıktığını, kürsü olarak Allah’ı açıktan gördüğünü
bildirmektedir!
İddialarına göre iki
levha Allah’ın (hâşâ) eliyle (bi esbâi Elohim) yazılmıştır!
Allah’ı cisim şekline
dönüştüren küfürleriyle, Müslümanlar’ın tevhide dayanan inançlarından pek
çoğunun Yahudi bilginlerince düzeltildiğini saymaya kalkarsak kitap uzadıkça
uzar!
Tefsir ve naklettikleri
sözler öngörmediği hâlde Müslümanlığı inkâra götüren bu sözü güya kendilerince
açıkladıklarını zannediyorlar!
Kendilerinde bulunan bu
tür ayıplar sorulduğunda bunu inkârla saklamaya çalışırlar ve üzerlerine
gelecek saldırıdan korkarak iftira
yoluna saparlar.
Bundan dolayı onlar
Allah Teâlâ’nın “pişmanlık(!)” duyduğunu
ifade ederler. Hâlen ellerindeki Tevrat bunu yazmaktadır:
“Allah insanı yeryüzünde
yarattığına pişman oldu ve bu ona zor geldi!” Mütercim, kelimeleri bozmuş ve
bağnazlıkta dili gereğinden fazla zorlayarak haddi aşmıştır!
“Allah re’yinden
(görüşünden) döndü!!” Bu yorum her ne kadar dile uygun değilse de, o aynı
zamanda küfrün tâ kendisidir. Bundan da öte, onun savunduğu “beda” (gizlilikten
sonra açıklık) “nesh”le çelişmiştir.
O Hz. Havva’yı muhatap
alarak gelmemiştir cümlesi şöyle tefsir edilmiştir:
Kadınlar çocuklarını
zorlukla doğuracaklar.
Aysab kelimesinin
İbranca’da “zorluk” anlamına geldiğini açıklamıştık. Bu ayet onlara göre Nuh
kavmi kıssasıyla ilgilidir. İddialarına göre Allah Teâlâ, Hz. Nuh kavminin
küfür ve şirretlikte ileri gittiğini görünce insanoğlunu yarattığına pişman
olmuş, bu ona sıkıntı vermiştir.
Onlar “Bülh”ü
bilmiyorlardı. Bu sözü söyleyen kişinin, “onun Allah insanı yaratmadan önce
kavminde meydana gelecekleri bilmiyordu” anlamına geldiğini, Allah Nuh kavminin ne olacağını ve diğer
noksanlıkları bilmiyordu, demesi gerekir. Allah onların iftiralarını uzaktır.
Yine onlara göre Allah
Teâlâ Peygamber Şamûil’e şöyle buyurmuştur:
“Şaul, seni
İsrailoğulları’na kral yaptığıma pişman oldum.” Tevrat’ın bir diğer
yerinde şöyle buyurulur:
“Allah,
İsrailoğulları’nın idaresini Şaul’a verdiğine pişman oldu.” Yine aynı şekilde
ellerindeki Tevrat’ta şöyle geçmektedir:
“Nuh gemiden çıkınca
Allah için kurban kesilecek bir yer yapımına başladı. Karabin ona yaklaşarak
şunları söyledi:
Allah, kutar’ın kokusunu içine çekti ve bizzat kendine şöyle
buyurdu: İnsanlardan dolayı yeryüzünün lânetini geri döndürmeyeceğim. Zira
insanoğlunun zihni, kötülük üzerine odaklanmıştır. Daha önce yaptığım gibi,
bütün hayvanların yok edilmesini tekrarlamayacağım!!” Biz, Hz. Musa’ya
gönderilen Tevrat’ta bu küfürleri görmüyoruz. Yahudiler Tevrat’ı bozmaya
kastediyor da demiyoruz. Gerçeğe en uygun olan ona uyulmasıdır! Biz şimdi
Tevrat’ın değiştiriliş sebebinin içyüzünü açıklayacağız.
Tevrat’ın Değiştirilme
Sebebinin Açıklanması
Onların âlimleri ve
hahamları ellerindeki bu Tevrat’ın kesinlikle Hz. Musa’ya indirildiğine
kendilerinin, yani âlim ve hahamların hiçbirinin inanmadığını bilirler. Çünkü
Hz. Musa Tevrat’ı İsrailoğulları’ndan korumakla beraber aralarında yayamamış,
ancak kendi aşireti Levioğulları’na teslim etmiştir. Bunun delili de Tevrat’ın
şu cümlesidir:
Hz. Musa bu Tevrat’ı
yazdı ve onu Levioğulları’ndan ileri gelenlere sundu.
Harunoğulları,
Yahudiler’in hâkimleriydiler. İmamlık, Beytu’lMukaddes ve sultan çevresindeki
görevler onlara verilmişti.
Hz. Musa, İsrailoğulları’na
Tevrat’tan ancak yarım sure öğretebilmişti. Bu sureye “Haezino” denir. O, Hz.
Musa’nın İsrailoğulları’na öğrettiği şu suredir:
Hz. Musa bu sureyi
yazmış ve İsrailoğulları’na öğretmiştir. Allah bu surede Hz. Musa’ya şöyle
buyurmuştu:
Bu sure, benim için
İsrailoğulları’na bir şahit olur. O, çocuklarının dilinden düşmesin! Kısaca bu
sure, huylarını yermeyi kapsamaktadır. Zira onlar Tevrat’ın düsturlarına karşı
geleceklerdir. Allah’ın hoşnutsuzluğu bundan sonra ortaya çıkacak, yurtları
tahrip olacak, şehirleri de böyle dağılacaktır.
Bu sure, haklarında
söylenenlerin doğruluğuna sanki şahitlik ediyormuş gibi ağızlarında dolaşıp
durmaktadır. Sanki o ayetler
“çocuklarının dilinden düşmesin” emriyle onların başka sureleri
unutacaklarını Allah’ın bildiğine işaret etmektedir.
Yine bu sure, Hz.
Musa’nın İsrailoğulları’na Tevrat’tan ancak bu sureyi öğrettiğine de işaret
etmektedir. Tevrat’ın kalan kısmına gelince, onu Harunoğulları’na öğreterek
başkalarından korumuştur.
Hârûnîler’in bütün imamları Tevrat’ı biliyor, çoğunu da
ezberliyorlardı. Ancak Buhtu’n-Nasr
Beyt-i Mukeddes’in fethedildiği gün bir anda onları kılıçtan geçirmişti.
Tevrat’ın korunması farz
da değil, sünnet de değildi. Bununla beraber her bir Hârûnî Tevrat’tan bir
bölüm koruyordu!
Azrâ mabetlerinin yerle
bir edildiğini, devletlerinin yıkıldığını, topluluklarının dağıldığını,
kitaplarının ortadan kaldırıldığını görünce, hem Tevrat’ın korunan bölümlerini,
hem de kâhinlerin korumasında olan Tevrat’ı yalanla süsleyerek bir araya
toplamıştır!
Bundan dolayı işte o
Azrâ’ya aşırı derecede saygı gösterdiler. Zannettiler ki, nur, şimdiye kadar
onun Irak vâdilerindeki kabrinden fışkırıyor. Zira o, dinlerini koruyan bir
kitap meydana getirmişti!
İşte ellerindeki bu
Tevrat gerçekte Azrâ’nın Kitabı’dır, Allah’ın değil!!
Bu, şunu da
göstermektedir: Tevrat’ın bu bölümlerini toplayan adam İlâhî sıfatlar konusunda
cahildir. Bundan dolayı Allah’a akrabalık iddiasında bulunarak onu
cisimlendirmiştir! Yine o, Allah’a geçmişte
yaptıklarından dolayı pişmanlık vb. duyduğunu yakıştırmıştır! Bunlardan
ayrı olarak yorumlarının geçersizliğine, aşırı bağnazlığına, sorumluluğunun
büyüklüğüne şu ayet tefsiri için söyledikleri de işaret etmektedir:
“Yeryüzü meyvelerinin
ilki rabbin evine, Beytullah’ına taşınır; oğlak annesinin sütü ile pişirilmez”.
Bundan maksat,
üzerlerine Hac farz kılındıktan sonra, hac için Kudüs’e gittiklerinde,
yanlarında, mahsul ve koyunlarının ilklerini götürmeleridir; çünkü onlara
bundan önce, koyun ve ineklerin yavrularının yedi gün annelerinin yanında
kalmaları farz kılınmıştır. Sekizinci ve
daha sonraki günden itibaren bu hayvanların Allah için kurban edilmeleri doğru
olur. Azra “Oğlak annesinin sütü ile pişirilmez.” âyetini ele alarak onların
koyun ve inek yavrularının ilk doğanlarını uzun müddet annelerinin yanında
bekletmede aşırı davranmadıklarına işaret etmiştir. Halbuki onlar bunun aksine, doğumlarının
üzerinden yedi gün geçen yavrularını Beyt-i Makdis’e Hac ettiklerinde kurban
için yanlarında götürürlerdi. Bu âyeti tercüme eden ve mânâlarını açıklayan
budala bazı bilginler zannettiler ki âyette geçen “Gereği gibi pişirme”
(tebşîl) tabiriyle Allah, mutfak tenceresindeki pişirmeyi kastetmiştir. Eğer bu
yorumlarında sadık iseler, o takdirde pişirmenin haram oluşu, yemenin
haramlılığını gerektirmezdi; çünkü Allah yenilmesini haram kılsaydı bunu
yasaklamasına bir engel yoktu. Sütle
karışık diğer etleri yemeyi haram kılmalarına varıncaya kadar lafzın yorumunda
yaptıkları bu hata onlara yeter. Bu husus, müfessirlerin ve nakilcilerin
cahilliklerine, Allah-u Teâlâ’ya yalan isnatlarına ve kendi mensuplarına et
yeme konusunda sert davranmalarına delil olmuştur.
“Tebşîr’in anlamıyla
ilgili kanıta gelince, o büluğa erme
(ergenlik) yani olgunluktur (Ayrıca ‘pişme’ anlamına gelir). Bu da, şâkilerin
başkanının, hapiste iken rüyasını kendisine açıkladığında Hz. Yûsuf’a söylediği
sözdür:
Asma çabuğunda üç salkım
vardır. Sanki çubuklar meyve vermiş, ışığı yükselmiştir. Salkımlar olgunlaşarak
üzüm hâlini almıştır.
“Hebşîlu” terimi
“olgunluk” anlamına gelir. O da “ergenlik” demektir.
Akıllı kişi bu grubun
bütün terminolojisine, sapıklık ve küfürden ibaret ilimlerle ilgili görüşlerine
katılmak zorunda değildir.
Devlet bir başka millet
tarafından yıkılarak ele geçirilirse, geçmişe ait haberler tamamen yok olur.
Eski eserlerin izleri silinir. Onlara vâkıf olmak zorlaşır. Zira herhangi bir
devletin zevali ancak bir milletin tamamen yok olmasıyla gerçekleşir.
Yağmalamalar, çatışmalar, şehirlerin yıkılması ve yakılması ardarda gelir. Bu
ilimler cahillikten dolayı öğrenilemez hâle gelinceye kadar da devam eder gider.
Milletin geçmişi
eskilere gittikçe, zaptetmek isteyenler
o ülke üzerinde çekiştikçe çoğu eserler yok olmaktan kurtulamaz!
Şüphesiz bu grup, pay
bakımından sözünü ettiğimiz grupların en büyüğüdür. Zira o, zaman bakımından
milletlerin en eskisidir. Burası Kenan, Bâbil, İran, Yunan, Hristiyan ve Müslümanlar’ın medeniyetler
kurduğu bir ülkedir.
Müslümanlar hariç, bu
milletlerin hepsi ele geçirdikleri ülkelerin kitaplarını yakma, şehirlerini
yoketme konusunda çok aşırı davranarak âdeta bu yerlerin kökünü kazımışlardır!
İslâm, İran
garantisindeki Yahudilerle karşılaştığında onların şehir ve ordusundan hiçbir
şey yoktu; ancak Yahudileşmiş Hayber Arapları hâriç...
Yahudiler’e karşı bu
ülkelerden daha çok, onların âsi kralları şiddet uygulamışlardır. Ehab, Ahziya,
Emsiya, Yehoram ve Yerbeam b. Nebat bunlardan sadece bir kaçıdır. İsrail
krallarından başkalarına gelince, onlar peygamberleri öldürmüş, bu noktada çok
aşırı davranarak putlara tapmaya yöneltmişlerdir. Yine bunlar beldelerindeki
putlara nasıl ibadet edileceğini öğretmek ve onları yüceltmek için görevliler
getirtmişlerdir! Bunu gerçekleştirmek için de büyük havra ve puthaneler
yapmışlardır. Krallar ve İsrailoğulları’nın ileri gelenleri ibadet etmek için bu
binalarda beklemişler, Tevrat ve din hükümlerini yüzyıllarca terketmişlerdir.
Krallarınca dinleri üzerinde uygulanan tevatür işte
budur.
Önderlerini öldürmeleri,
kitaplarını yakmaları, dinlerine sahip çıkanlara engel olmaları hakkında ne
düşünüyorsunuz?
İranlılar onların çoğunu
sünnetten menederek bu grubun bildiği en büyük duaları okutmuyorlardı! Bu,
kendi beldeleri Kenan’dan başka yerlerin harap ve milletlerin yok olması için
bir duadır!
Yahudiler, İranlılar’ın
kendilerini ciddi şekilde duadan menettiklerini görünce, dualarına bazı bölümler karıştırarak yeni dualar ortaya
koydular ve bu duaya “el-Hazzâne” adını vererek çeşitli makamlarla okudular.
Ayrıca dua vakitlerinde dua okumak için bir araya gelmeye başladılar.
“Hazzâne” ile “salât”
(dua) arasındaki fark şudur: Salât makamsızdır, namaz kılan duayı yalnız başına
okur, başkası eşlik etmez. Hazzâne’ye gelince, sesli ve makamla okumak için bir
grup ona eşlik eder. İranlılar bunu hoş karşılamayarak Yahudiler’i
ayıplamışlardır. Yahudiler’in bazen seremoni yaptığını, bazen da ağladıklarını
zannederek onları kendi hâllerine bırakmışlardır.
Şaşılacak nokta şudur:
İslâm, diğer din mensuplarına hayat garantisi verdiğinde dualarına
karışmamıştır. Yahudiler’in neşeli günlerinde, belli zamanlarda ve bayramlarda
hoş görülen geleneklerinden olan “Hazzâne”leri de böylece o statüyü
kazanmıştır. Yahudiler “Hazzâne” sayesinde duaya ihtiyaç duymuyorlardı. Böylece
“Hazzâne”, zorlamaksızın onları duadan vazgeçirmiş oluyordu.
Yahudilerin İslâm
Hakkındaki İnançları
İddialarına göre şerefi
yüce Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem devlet sahibi olacağına işaret
eden rüyaları kesinlikle görmüştü. O, Hz. Hatice adına ticaret için Şam’a
gittiğinde orada Yahudi alimleriyle bir araya gelmişti. Hz. Muhammed rüyalarına
onlara anlattı. Bu rüyalar üzerine; devlet sahibinin o olduğunu öğrendiklerinde
onunla sohbete başladılar. Abdullah b. Selâm
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e bir müddet Tevrat ilimleri ve
fıkhından bazı pasajlar okudu.
Öyle bir zanna
kapıldılar ki Kur’an’daki mucizevî fesahati Abdullah b. Selâm’ın telifine
nispet edecek derecede haddi aştılar. Abdullah b. Selâm kendi iddialarınca,
müslümanların çocuklarını ‘mümzirîn’ saymak için, evlenme hukukunda, kadının
üçüncü talâktan (kesin bir şekilde boşandıktan) sonra bir başkasıyla
evlenmedikçe helâl olmayacağını tespit etti.
‘Mümzirîm’ kelimesi
‘memzir’ kelimesinin çoğuludur. Memzir, zina sonucu doğan çocuk demektir. Zira
kendi dinlerine göre şayet erkek, eski karısı bir başka erkekle evlendikten
sonra (eski karısına tekrar) dönecek olursa doğacak çocuklar ‘zina çocuğu’
sayılırdı.
Nesih, akıllarındaki
anlayışa uymayınca, güya Müslüman çocuklarını da “mümzirîm” saymak için,
Abdullah b. Selâm’m nikah konusundaki
hükmüne yöneldiler!!
Onhrın insanı daha da
hayrete düşürecek hâlleri, bekledikleri kurtarıcıyı, Hz. Davud’u iki sebepten
dolayı ‘memzir’ saymalarıdır.
Davud b. Beşay b. Abid
ve babası hakkında şüpheleri yok. Yahûza kabilesinden olan bu Âbid’e “Buaz”,
Moaboğulları’ndan olan annesine de “Ravusu’l-muâbiye” denir. Tevrat ve bu
hikâyede geçtiği üzere Moab, onlara mensuptur. Bozgunculuklarından dolayı Allah
Lut kavmini yokettiğinde yalnız iki kızı ile o kurtulmuş, yeryüzü nesil
itibariyle öncekilerden temizlenmişti. Büyük kız küçüğüne şöyle der:
Babamız gerçekten yaşlanmıştır.
Yeryüzünde hiçbir insan kalmayacaktır. Herkesin başına ne gelirse bize de
gelecektir. Gel, babamıza şarap içirelim, babamızdan nesil almak için onunla
yatalım!!
İddialarına göre iki kız
kardeş bunu yapmışlardır. Allah onlara lânet etsin! Onlar sarhoş oluncaya kadar bu Peygambere
şarap içirirler. Peygamber kızlarını tanıyamaz hâle gelince iki kızıyla cinsel
ilişkiye girişir. O artık onları tanıyamaz hâle gelmiştir!
O iki kızdan biri,
“Moab” adını verdiği bir çocuk doğurur... Onu babasından dünyaya getirmiştir.
İkinci kızı da, adını “Bin Ammi” koyduğu bir erkek çocuk doğurur, ondan hemen
önce...
Yahudiler’e göre bu iki
çocuk zorunlu olarak “mümzirîm” dir. Zira onlar bir baba ve iki kızından
olmuştur!!
Eğer bunu inkâr
ederlerse, o takdirde Tevrat hiç nazil olmamış demektir. Onların buna uyması
gerekir. Yine onlara göre Hz. İbrahim, hanımından dolayı Mısırlılar’ın
öldürmesinden korktuğu için evliliğini gizlemiş, “bu kadın kız kardeşimdir”
demişti. Hz. İbrahim bunu bilerek söyleseydi bunda zanlarma göre bir çıkış
bulunmazdı.
Bu o zamanda meşru olan
kız kardeşle evlenmenin yasaklığına bir delildir. Kendi kızı ile evlenmeye ne
diyorsun!! O, hiç caiz olmadığı gibi, Hz. Adem zamanında da caiz değildi! Hz.
Lut’a ait olan bu hikâye, Yahudiler’in
şimdiki Tevrat’larında da mevcuttur. Bile bile bunu inkâra güç
yetiremezler. Bu konuda onlara gereken, Hz. Lut’a mensup iki çocuğun mümzîrîm
olduğu için gayr-i meşru doğumlarım kabul etmektir.
Ravus Moab’ın çocuğu
ise, bu takdirde o, Hz. Davud’un ve beklenen Mesih’in dedesidir.
Bununla beraber o
ikisini iftira attıkları “asıl nesirden saymışlardır. Hayal bile edilemeyecek
şekilde, yüz yaşındaki bir ihtiyara, kızlarını tanıyamayacak derecede sarhoş
oluncaya kadar içki içirerek, iki kızından biriyle zina iftirasında bulundular!
Allah onları kahretsin, nasıl da iftira atıyorlar! Bu konuda kendi kitapları
şöyle diyor:
“O, kızı ile
yatıp-kalktığının farkına varmadı”. Rezilliğin bu kadarını bilmeyen kişinin
söyleyeceği işte budur. Zira ileri yaştaki kişinin bir kadını hamile bırakması
imkânsızdır! Üstelik sarhoşluktan dolayı onun cinselliği de kaybolmuştur.
Bunun imkânsızlığını şu
nokta da kuvvetlendirir. Zannediyorlar ki, onun küçük kızı bunu ikinci gecede
yaptı, yapmaya da devam etti! Yaşlı bir ihtiyardan iki gece üst üste aynı
şekilde cinsel ilişkiye girişmek beklenemez! Ancak Amon ve Moaboğulları’yla
İsrailler arasında süregelen düşmanlık, onlar hakkındaki yüz kızartan bu hâlin
ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Hz. Musa İmamet’i
Hârûnîler’e vermiştir. Tâlût idareyi ele alınca zina olayı Hârûnîler’e ağır
gelmiştir. Tâlut da onlardan büyük bir kitleyi kılıçtan geçirmiştir. Sonra
yönetim Hz. Davud’a geçmiş, idareciliği şiddetle arzu eden Hârûnîler de uzun
bir süre bu görevi yürütmüşlerdir.
Azra kendine bir pay
çıkarmak için Fars kralına hizmet etmiş, Beyt-i Mukaddes binasına yönelerek
bugünkü Tevrat’ı hazırlamıştır.
Hârûnîler, Hz. Davud’un
ikinci kere idareye geri gelmesini çirkin görünce, Hz. Davud’un soyunu
ayıplayan iki bölümü Tevrat’a eklemişlerdir:
1- Hz. Lut’un kızlarıyla ilgili serüveni
2- Şamar hikâyesi. (İleride
anlatılacaktır).
Hayatıma yemin olsun ki,
onlar gayesine ulaşmıştır. Onların Beyt-i Mukaddes’teki ikinci devletleri
Dâvûdiler’in tasarrufunda değildi, üstelik kralları Hârûnîler’dendi!
Bu Azra zannedildiği
gibi Uzeyr değildir. Zira Uzeyr “el-Âzâr”ın İbrancalaşmış şeklidir.
İzra’ya gelince, bu
kelimenin tamamen Arapçalaşmış yapısından bir şey değişmemiştir O, harf ve
hareke bakımından hafif bir isimdir. İzrâ ise onlara göre bir peygamber
değildir. Ancak onu İzrâhûfîr diye isimlendirmişlerdir ki nesheden demektir.
Yine aynı şekilde
Tevrat’ta Yahûza b. Yâkub’la ilgili bundan ilginç bir hikâye daha vardır. Güya
o, büyük oğlunu Şâmâr adındaki bir
kadınla evlendirmiştir.
O eşiyle ters ilişkiye
giriyordu. Allah bu davranışına kızmış onu öldürerek diğer oğluyla
evlendirmiştir. Onunla cinsel ilişkiye girdiğinde de menisi boşa dökülmüştür. Zira doğacak ilk çocuğun kardeş
ismiyle çağrılacağını bildiği için böyle yapmıştı. Bu şekildeki davranışından
dolayı Allah onu çirkin görerek aynı şekilde öldürmüştü. Yahûza, oğlu Şilo’yu
büyümek üzere bu kadının ailesine katılmasını, iki kardeşine isabet edenden
sakınarak oğluna akıllı olmasını emretmişti.
Kadın babasının evinde
oturur. Yahûza’nın eşi de sonra ölür. Koyunlarım kırpmak için Semnâs denilen
yere çıkar. Sâmâr, Semnâs’taki kayınpederine gitmesini söyleyince, zina
elbisesi giyerek yüksek bir tepede yolunu gözlemeye başlar. O kadın Yahuza’nın
davranışlarını bildiğinden Yahuza cinsel ilişkide bulunmak ister. O da ücretini
hemen isteyince bir oğlak sözü verir. Karşılığında da asâ ve mührünü rehin
bırakarak cinsel ilişkiye girişir. Bu ilişkiden Bifarıs ve Zarih olur. Faris’in
soyundan gelen Bûaz, Moab’ın neslinden olan Berus’la evlidir. Davud da onun
oğlundan olur.
Bu hikâyede neshi
gerektiren bir incelik vardır. Yahûza zinayı duyurunca kadının yakılmasına
fetva verir. Kadın ona mühür ve asâsını geri gönderir ve şöyle der:
Bu ikisi Rab’dandır, ben
hamileyim. Bu söz üzerine o:
Bu konuda benden
doğrusun; özür diliyorum. Bunu kimse bilmez, tekrar etmez, der.
Bu olay o zamanki din
anlayışına göre zina yapanların yakılması gerektiğini gösterir! Tevrat bunun
neshini gerekli görerek, recm (taşlatarak öldürme” edilmelerini emretmiştir.
Tevrat’ta küfür ve zinanın peygamberlik ocağına
yaklaştırılarak Hz. Lut’a bile bulaştırılmaya çalışıldığı görülmektedir.
Onlara göre bütün
bunlar, kendi kitaplarının metinlerindendir. O bakımdan bunu, Hz. Davud, Hz.
Süleyman ve beklenen Mesih için soykütüğü kabul ediyorlar. Sonra Müslümanlar’a
bakarak bu ünvana beklenen Mehdi’den çok daha fazla hak kazandıklarını
söylüyorlar. Bu sözdeki yalanları açık-seçik ortadadır. Zaten biz buna
inanmamıştık.
Kur’an’ın icazını
reddetmelerine gelince, fasihler için ondan daha şaşılacak bir şey yoktur. Zira
Arapça’da, güzel konuşanla, konuşma özürlüsü arasındaki farkı bilmiyorlardı.
Üstelik Müslümanlar arasında uzun müddet kalmış olmalarına rağmen
Aynı şekilde şu da
Müslümanlar’a olan itirazlarından biridir: Bazısı bazısı ile çelişki içeren
kitabın Allah’a nisbet edilmesi nasıl mümkün olur? Bununla, kitabın bir kısmı
bazısını nesheder demek istiyorlar. Biz onlara deriz ki:
Buna izin vermenin
güzelliğini bu kitabın başında
anlatmıştık. Siz şaşırarak onu çirkin gördünüz. Hâlbuki kendi kitabınızda da
bunun benzeri vardır! Gerçeği inkâr ederlerse işte cevabımız:
Cumartesi için ne diyorsunuz, o ikisinden hangisi,
Cumartesi mi, yoksa Büyük Oruç mu size
daha önce farz kılınmıştır?
Cumartesi daha önce,
diye cevap veriyorlar. Şayet “Oruç öncedir” derlerse, onları yalanlarız. Zaten
Cumartesi, bıldırcın eti verilmezden önce üzerlerine farz kılınmıştı. Büyük
Oruç ise, İki Levha’nın indirilişinden, isyan ve buzağıya tapmalarından sonra
farz kılınmıştı. Bugüne ait günahlarının cezası kaldırılınca o günün oruç ve
yüceliği üzerlerine farz kılınmış oldu.
Cumartesi daha önce,
diye ısrar ederlerse işte cevabımız: Cumartesi hakkında ne diyorsunuz? Size o
günde dinlenme, çağrı ve çalışma yasağı farz kılındı mı, kılınmadı mı?
Evet, cevabını
veriyorlar. Bunun üzerine diyoruz ki:
Orucunuz Cumartesiden
sonra farz kılınmıştı. Cumartesi ve Büyük Oruç birleştiği hâlde aynı günde
orucu niçin farz kıldınız? Bilindiği gibi bu orucunuzun birçok zorlukları
vardır. Bütün gün ayakta kalmak bunlardan sadece biridir. Bu durum Cumartesi
farzını ortadan kaldırmaz mı?
Allah Rasulü Efendimiz
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem bu oruca gereken saygıyı göstermişken
aralarında onun (sallallâhü aleyhi ve sellem) yalnız iki ismi vardır:
1- Düşük, değersiz.
2- Mecnun, deli,
Allah, melekler ve bütün
insanların lâneti onlara olsun!
Kur’an-ı Kerim’e kendi
aralarında “Kâlûn” dediler. Bu, kendi dillerinde “kötü ateş” anlamına
gelmektedir. Bu sözle sanki Müslümanların özürlü olduklarını kastediyorlardı!
Bu ve benzeri sözlerle
imanlı kişilere en büyük düşmanlığı yapmış oluyorlardı. Allah onlara nasıl
lânet etmesin?! Lânet yağdıranların
lâneti onlara nasıl ulaşmasın?!!
Bazı Skandallarının
Açıklanması
Kendi dinlerine göre
skandallarından biri “ “el-Yetâmâ ve’l-hâlûs” hikâyesinde şu emredildiği
şekilde geçmektedir:
İki kardeş aynı yerde
yaşarken biri çocuk bırakmaksızın ölürse ölenin karısı yabancı ile evlenemez.
Ancak kayınbiraderiyle evlenebilir! Doğan ilk çocuk da ölen kardeşin adıyla
anılır! Eğer bu kadın kayınbiraderi kadınla evlenmek istemezse kadın şikayet
ederek oradan ayrılır. Bölgenin en yaşlısına gelerek şöyle der:
“Kayınbiraderim
İsrail’de kardeşinin adını devam ettirmek istemediği için benimle evlenmedi!!”
Hakim oraya gelir ve
ayakta durmasını emrederek şöyle der: “Onunla evlenmek istemedin ha!”
Bunun üzerine kadın erkeğin
ayakkabısını çıkarır, elinde sıkıca tutarak adamın yüzüne tükürür ve şöyle
bağırır:
“Kardeşinin yuvasını
yapmayan adamın hâli işte böyledir!” Bundan sonra onun adı “ayakkabısı
çıkarılan” diye çağrılır. Evi de, “ayakkabısı çıkarılmış ev” diye anılır. İşte
bütün bu hususlar Tevrat’ta onlara farz kılınmıştır!!
Bunda erkeği, ölen
kardeşinin karısını nikâhlamaya zorlayan bir hikmet vardır. Zira o, kadının
hâlkın toplandığı yerde şikayetinin farz olduğunu bilseydi bu olay o kadınla
evlenmesini sağlardı!
Utanma duygusu böyle
davranmasına yasak getirmeseydi, belki o geldiğinde şöyle demekten utanacaktı:
“Onunla evlenmek
istemezdim”. Bu da onu utandırmazsa belki ayakkabısı çıkarılarak şerefine
hareket edilmekten utanırdı. Bir kadın tarafından ayakkabısının çıkarılması
yüzüne tükürülmesi, ona uğursuz ve şahsiyetsiz diye bağırılması...
Adam bunları da
küçümserse, kendisine bir lâkap takılmasından çekinir. Bu ünvan, o öldükten
sonra utanma duygusu, adının kötülüğü vb. olarak kendisiyle aile fertleri
üzerinde devam eder gider! Bu durumda o, evlenmek zorunda kalır.
Bütün bunlardan da
rahatsız olmuyorsa din onları birbirinden ayırır. Zaten Tevrat’ta da bundan
başkası yazılı değildir.
Bu olay üzerine fakihler
detaylı açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu açıklamalarda onların ayıplamaları ve
skandalları vardır. Şöyle ki: Kadın, ölen kocasının kardeşiyle evlenmek
istemezse erkek bundan vazgeçmesi için zorlanır. Sonra kadın zorla hahamlardan
oluşan hakimler huzuruna çıkarılır ve şöyle demesi emredilir:
“Kardeşim İsrail’de
kendi kardeşinin adını sürdürmek istemediği için benimle evlenmiyor!” Ayrıca
onu yalan söylemeğe de mecbur ederler. Zira adam istedi fakat o kadın engel
oldu. Kadında çekinme, erkekte irade mevcuttu.
Bu sözleri ona telkin
ettiklerinde kadına yalan söylemesinden ayrı, erkeğin yanma gelerek ayakta
şöyle demesini de emrederler: “Onunla evlenmek istemedim!”
Belki dileği de bu idi.
Ancak bu durumda onun yalan söylemesini istemişlerdir!
Kadının küçümseyerek
yüze tükürmesine gelince bu, terbiyesizliğin son haddidir. Zira
karşısındakilere söylediği yalanla yetinmeyerek fazladan onu yalan söylemeğe
mecbur etmişlerdir. Öyle ki, işlemediği bir suçtan dolayı ona cezayı lâyık
görmüşlerdir. Böylece, şairin şu beytinde dile getirdiği gibi olmuşlardır:
Bir suç ki, kavmin
terbiyesizleri onu işler Cezası da işlemeyenin üzerinde kalır.
Yükümlülüklerinin
Artırılmasındaki Sebep Yahudiler’in kendi yükümlülüklerini arttırma sebepleri:
İlki fakihleri
açısından. Onlara “hahamlar” denir. Bu kelimeyi “hükema” şeklinde tefsir
ederler.
Yahudiler’in eski
dönemlerde fakihlerine “hükema” (hakimler) adını verirlerdi. Onların, Roma,
Yunan, İran Bâbil devirlerinde Şam ve Medain’de okulları ve binlerce fıkıh
bilgini vardı. Bu din bilginleri iki kitabın yazılması hususunda anlaştılar:
1-Mişna, 2-Talmud
Mişna, 800 yapraklı
küçük bir kitaptır. Talmud büyük bir kitaptır. Aşağı yukarı bir katır yükünün
yarısı hacmindedir. Fakihler Talmud’u nesiller boyu yazmışlardır. O sadece bir neslin eseri değildir. Sonra
gelenler bu yazılanlara bir takım eklemeler yapmışlardır. Bu sonraki ilavelerde
ilk yazılanları bozan onlarla çelişen şeyler var.
Ona ilaveden
vazgeçmedikleri takdirde açık bir hata ve düzeltilemeyecek bir çelişkiye
düşeceklerini anladılar. Bundan dolayı ilaveyi kestiler fakihlerin de ona bir
ekleme yapmasını yasakladılar. Yazılanlar da o miktarda kaldı.
İmamları bu iki kitapta
yabancılarla yani Yahudi olmayanlarla birlikte yemek yemeği yasaklamışlardı!
Yine imamları kendi
dinlerinden olmayanların kestiği etleri yemelerini de yasaklamıştı. Zira onlar
başka milletlerle birarada yaşadıkları sürece yani zillet ve kölelikte kalmak
suretiyle dinlerinin devam etmeyeceğini anlamışlardı. Ancak kendi
milletlerinden olmayanlarla birarada yaşamak, başkalarıyla evlenmek ve
başkalarının kestiği etleri yemek. Bunları haram kılanlarsa başka...Kendi
uydurdukları bir delil bulunmaksızın bu konuda aşırı gitmeleri mümkün değildir.
Ancak Allah’a iftira etmeleri hariç...
Tevrat, onlara başka
milletten olanlarla evlenmelerini, bu hanımların Allah’a küfür ve putlara
ibadet konusunda hassas davranmayacakları korkusundan dolayı haram kılmıştır!
Tevrat putlar adına kesilen hayvanların etinden yemeği onlara haram kılmıştır.
Zira o hayvan, Allah’tan başkası adına boğazlanmıştır.
Kurban olarak
boğazlanmayan hayvanlara gelince, Tevrat onun haramlığı konusunda bir şey
söylemiyor, aksine başka milletler tarafından boğazlanan hayvanın yenilmesinde
bir sakınca görmüyordu! Nitekim Cenab-ı Hak, Hz. Musa’ya Ben-i Ays
topraklarından geçtikleri sırada şöyle buyurmuştu:
“Onların hayvanlarına
saldırmayın. Onlardan gümüş karşılığında yiyecekler alarak yiyor, satın alarak içiyorsunuz!”
Tevrat, diğer
milletlerin Yahudiler için hazırladıkları yiyeceklerin yenilmesinde bir sakınca
bulunmadığını açıklamıştı. Onlar Aysoğullarının da putlara taptıklarını ve
küfür içinde olduklarını biliyorlardı.
Müslümanlar her zaman bu
konumun altında olmazlar, yani kendileriyle Aysoğuları denk olamaz. Yahudiler,
Müslümanlar’ın yediklerinden yemek suretiyle putlara tapmayarak Allah’a inanan
bu insanları üstün tutmak durumundadırlar. Nitekim Hz. Musa da putlara
tapanlarla evlenmeği ve putlar adına kesilen hayvanları yemeği kendi
dinindekilere yasaklamıştı. Biz kurbanlık bir hayvanı put adına kesen hiçbir
Müslüman tanımıyoruz!
Onlara ne oluyor da
Müslümanlar’ın kestikleri kurbanlardan yemiyorlar? Bundan da öte, Şam ve Arap
ülkeleri dışında yaşayanlara, ne oluyor ki, Müslümanlar’ın elinden süt, tatlı,
peynir ve diğer yiyecekleri yemiyorlar?!
Tevrat bize tırnaklı
hayvan etini yemeği haram kılmıştır, derlerse işte cevabımız:
Gerçekte tırnaklı
hayvan, aslanın, kurdun veya pençeli hayvanlardan birinin avladığı kurbandır.
Bunun delili de Tevrat’ın şu cümlesidir:
“Çölde köpeklere
terkedilmiş kurban etini yemeyin.” Önderleri kendi üzerlerine diğer milletlerin
yiyeceklerinin haramlığını konuşmaksızın Tevrat’a baktıklarında puta tapanların yiyeceklerinin haramlığını ve
onlarla karışmayı bizzat Tevrat’ın açıkladığını göreceklerdir.
Tevrat, puta tapanlarla
evlenmek suretiyle Yahudiler’in karışacağından korkarak bunu haram kılmıştır.
Onların dinlerine girerek putlarına ibadet edecekleri korkusuyla evlenmeyi
yasaklayan yine Tevrat olmuştur.
Bütün bunları Tevrat’ta
açık şekilde okumalarına rağmen, “Hayvan Boğazlama İlmi” ismini verdikleri
uydurma bir kitap ortaya koydular.
Bu kitapta bizzat uğraştıkları
ve sıkıntıya düştükleri yükü ağırlaştırarak yazıya dökmüşlerdir. İşte bundan
dolayı, iyice şişinceye kadar hayvanın akciğerine hava üfleyerek başladılar
kontrol etmeye Hava bir delikten çıkıyor
mu, çıkmıyor mu? Hava delikten çıkıyorsa onu yasakladılar!! Akciğerin yan
tarafı diğer yüzüne yapışmışsa o hayvanın etini yemediler!! Yine aynı şekilde,
kurbanın karnına el sokarak parmakla araştırma yapılmasını istediler! Hayvanın
yüreği sırt veya yan taraflarından birine yapışıksa, bunu da kıl gibi ince bir
damar sağlamışsa o hayvanı haram sayarak
yemediler! “Tarîfâ” adını verdikleri bu hayvanın pis olduğunu böylece gösterdiler.
Bu tür bir isimlendirme,
onların haddi aşmalarıdır. Tarîfâ lügatte “bazı yabanî hayvanlar tarafından
parçalanmış” anlamına gelmektedir. Bunun kanıtı da, Hz. Yûsuf’un kanla
kirlenmiş gömleğini babası Hz. Yâkub’a getirdiklerinde söylediği şu sözdür:
“Onu düşündü ve dedi: Bu
benim oğlumun gömleğidir. Vahşi bir alçak onu yemiş, Yusuf’umu paramparça
etmiş.”
“Tarûfu tûrâf-ı Yûsuf”
cümlesi Hz. Yûsuf’un parçalanmak suretiyle ortaya atılmasıdır. Burada geçen
“tarîfâ” parçalanan avın tâ kendisidir.
Bir delil de onun şu
sözüdür:
“Çöldeki parçalanmış
‘avı’ yemeyin.” Çölde parçalanmış ‘av’ bulunmaz; zaten buna da şaşmamak
gerekir! Av yenilmesindeki bu uygulama, ancak çölde oturan göçebe insanlardan
kalmış bir yasaktır.
Onlar çöl ve sahralarda
kırk yıldan fazla oturmuşlardır. Bu esnada “men” (kudret helvası)’den başka
yiyecek bulamıyorlardı. Et yeme iştahları
kabarınca Hz. Musa onlara “selva” (bıldırcın) getirmişti. O, (sümânî)
bıldırcına benzer küçük bir kuştur. Etinin yenilmesi katı kalpleri yumuşatır,
kibir-gurur, gam-kederi giderir!
İşte bu kuş, dolunun
kırlangıç kuşunu öldürmesi gibi, gök gürlemesini duyduğunda hemen ölür.
Allah bu kuşlara, yağmur
ve gök gürültüsünün olmadığı, yağmurla gök gürültüsü son buluncaya kadar
Okyanus Adaları’nda yaşamalarını ilham etmiştir.
Allah, katı kalpleri
yumuşatma özelliği taşıyan bu kuşun
etinden faydalanılması için onu bir taraftan diğer tarafa yönlendirmiştir.
Ete karşı olan aşırı
düşkünlükleri bundan önce onları ölü ve av eti yemekten alıkoymayacak derecede
artmıştı. Ancak Tevrat’ın bunu haram olarak bildirilmesi hariç... Av anlamına
gelen “tarîfâ” yı yorumlarken iştahtan dolayı sınırı aştıkları da bir
gerçektir.
Fakihlerine gelince;
kendi aralarında hayvanın akciğer ve yüreğiyle ilgili hurafe ve
saçma-sapanlıklar üzeıinde çekişerek şöyle diyorlardı: Kurbanlardan bu
özellikleri taşıyanı “dahyân” dır. Bu kelime “tâhir” şeklinde tefsir edilir.
Şartları taşımayan “tarîfâ” dır, “haram” kelimesiyle tefsir edilir.
Bu konudaki Tevrat
buyruğu hakkında şöyle dediler:
Çölde yırtıcı hayvanın
parçaladığı “av”ı yemeyin, onu köpeğe atın. Hayvanı boğazladığınızda bu
şartları taşımıyorsa onu yemeyerek kendi milletinizden olmayan birine satın!
“Onu köpeğe atın” cümlesini şöyle tefsir ettiler:
“Kendi milletinizden
olmayanlara onu yedirin ve satın. Aman dikkat onlar ancak köpeklere benzer!”
Diğer milletlerden kendilerine denk olanlara karşı yaptıkları bu benzetmeye,
akıllarının çarpıklığı, zanlarının kötülüğü ve inançlarının sapıklığı
sebebiyle kendileri daha lâyıktır!
Yahudiler İki Gruptur
1- Mişna
ve Talmud’u kaleme olan bütün geçmiştekiler. Onlar, Allah’a ve Hz.
Musa’ya karşı yalan uyduran, korkunç derecede ahmak ve beyinsiz olan Yahudi
fakihleridir! Bundan dolayı mezhep ve fıkıhlarıyla ilgili problemlerin çoğunda
çelişkiye düşmüşlerdir. İddialarına göre fakihler bu meselelerin herhangi
birinde ihtilâf ettikleri zaman Allah hepsinin işitebileceği şekilde vahiy
gönderir ve şöyle buyurur:
“Bu meselede filanca
fakih haklıdır!” Onlar bu sesi ‘bes kavi’ (yayılan söz) diye isimlendirdiler.
Karain Yahudileri-Anân
b. Dâvud ve Bünyamin’in ashabı bu olmayacak alçaklıklara, çirkin iftiralara ve
tutarsız yalanlara bakınca, fakihlerden de, söyledikleri sözlerden de
uzaklaştılar! Allah’a karşı attıkları bütün iftiraları da fakihler
yalanladılar. Allah’a karşı yalanları sabit olunca “onlar peygamberlik
iddiasında bulunuyor” dediler. Zannettiler ki, Allah onların hepsine her gün
defalarca vahiy gönderiyor! Böylece onları yalanladılar. Karainlerin hiçbir
şeyini kabule yanaşmadılar! Tevrat’ın bildirmediği diğer hususlarda yanılgıya
düşerek karşı cephe aldılar. Bu çerçevede sütlü eti yediler, annesinin sütü ile
beslenmiş oğlak yavrusundan başkasını haram saymadılar. Tevrat’ın, “annesinin
sütü ile oğlak yavrusunu pişirmeyiniz” emrini gözeterek
Fakih hahamların yazdığı
saçma-sapan sözlere “Heleket Şahîtâ” adını vererek “Boğazlama İlmî” dediler!
Fakihlerin düzenlediği bu fıkhî meseleleri Allah’ın Hz. Musa’ya vahyi şeklinde
algıladılar.
Karrâiler bu ve bunun
dışındakileri reddederek yok hükmünde saydılar. Kesim konusunda haram kabul
ettiklerini de haram hanesine yazmadılar.
O Yahudi fırkasının
durumu işte budur. Karrâiler, evet onlar Allah’a karşı yalan söylemek,
peygamberlik iddiasında bulunmak vb. aşırılık göstermediler. Tefsirlerinden
hiçbir şeyi Allah’a ve peygambere bağlamadılar, aksine kendi içtihatlarına
dayandırdılar.
2- Mensubu en çok olan Rabbâniyyûn’dur.
Allah’a iftira atan, fakih hahamlar taraflıları olan Rabbânîler, Allah’ın
kendilerini “bes kavi (yayılan söz)” diye isimlendirilen bir sesle çağırdığını
iddia ederler.
Bu mezhep
diğer milletlere düşmanlık açısından
Yahudiler’in en aşırısıdır. Zira Allah’a iftira atan bu fakihler yiyecek ve
içecekler konusunda insanları şüpheye düşürmüşlerdir. Onlar güya Allah ve Hz.
Musa’ya dayandırdıkları bu ilim bağlamında insanlar için bu yiyecek ve
içecekleri helâl saymışlardır. Bunu bilmeyen diğer milletlere gelince, Allah
onları, kıt akıllı beceriksizlerin saçma-sapan bu ve benzeri uydurmalarından
korumuştur. Allah’ın koruduğu bu insanlar, kendi milletinden olmayanları da
aynı şekilde görerek o milletlerin yediği yiyeceklere de insan pisliğine veya
leşe bakarcasına bakıyorlardı!
Bu gurubun dinleri üzerinde
kalmamalarının aslı esası diğer milletlere karşı aşırı ters tutumlarından
dolayıdır. Zira onlar insanları hakir görerek basite alıyorlardı.
Karrailerin Kimliği
Onların çoğu İslâm’a ilk
girenlerdir. Dinlerini sürdüren bir gruptan başka onlardan kimse kalmamıştır.
Ahid Cemaati’ni sıkı tutan iftiracı Rabbânî fakihlerle diyalogdan uzak
durdukları için İslâm’ı kabule en yakın bunlardır.
Bizim açıklamalarımızdan
hahamların bu mezhebe karşı şiddet gösterdikleri kolayca anlaşılır. Hayat ve
Ahid konusunda insanları sıkıntıya düşürerek böylece onları başka milletlerle
karışmasın ve dinlerine de girmesin diye fanatikleştirmişlerdir.
Onlar üzerindeki
sıkıntının ikinci sebebine gelince, Yahudiler doğu ve batıya dağılmışlardı.
Kendi dinlerine mensup bir kişi uzak bir yerden yanlarına gelince, ihtiyat,
verâdaki aşırılık ve dindeki zorluğu onlara gösterirler.
Gelen kişi fakihlik
taslarsa ona bazı şeyleri inkâr etmenin dinî olduğunu söyleyerek içerisinde
bulundukları arınmak hâlinden şüphe uyandırırlar!
Yine bu fakihlik
taslayan kişi onları dininin az bir bölümüne uymaya çağırır ve inkâr ettiği
şeyi beldesinin halkına nisbet eder. Böylece bu dayandırmanın çoğu yalandan
meydana gelirdi! Bu durumda onun maksadı, ya onlara başkanlık etmek, ya da
çıkar sağlamaktır. Özellikle aralarında makam sahibi olmak isterse, onlara
gelen şeyi tevil eder. Bu cümleden olarak yemeklerini ve boğazladıklarını yemez
de, boğazlamada kullandıkları bıçağı düşünerek onların bazı şeylerini inkârla
şöyle der:
“Ben ancak kendi elimle
kestiğim hayvanın etini yerim!” Karrailer onunla beraber sıkıntıya düşer. O,
sakıncasız ve helâl şeyleri inkâr etmeyi sürdürür. Ortaya attığı isnatlarla onu
haram kılarak onları kuruntuya düşürür; ta ki şüpheleri kalmasın!
Uzun bir zaman sonra
kendi beldesinden, bu hususlardaki yalancılığını bilen biriyle karşılaşırsa, o
takdirde işi ya yolunda gider, ya da aksi olur!
Gelen onun bu
davranışlarını uygun görürse, o kişinin başkanlık işlerine katılmasına yeşil
ışık yakar. Şayet görüşlerine karşı çıkarsa, onun dinî konularda bilgisizliğine
hükmeder!
İkinci gelen, birincinin
dayandığı mubahları haram kılmak, helâlleri inkâr etmek vb. uygun bulmuşsa
onlara şöyle der:
“Allah, filancanın
sevabını yüceltmiştir. Zira bu cemâatin kalplerindeki dinî hassasiyeti
kuvvetlendirmiş ve onlar nazarında dini yapılandırmıştır.” Şayet onunla tek
başına karşılaşırsa teşekkür eder, hayırla ödüllendirerek şöyle der:
“Gerçekten Allah seninle
beldemiz halkını şereflendirmiştir!” İkinci gelen, ilk gelenin bildirdiğini
inkâr ve sıkıntıyı yalanlarsa, onunla arkadaş olan ve dostluk kuran hiç kimse
kalmaz!
Bundan da öte toplum
onun din açısından zayıf olduğu izlenimini edinir. Zira bütün cemiyet, geçim sıkıntısıyla
helâllerin haram yapılmasının din ve perhiz hayatına aşırılık yüklediğine
inandıkları gibi, sonsuza dek dinin kendilerine zorluk vereceğine de inanırlar!
Bu konuda bir delil geldi mi, gelmedi mi bakmazlar. Onun oluşumunun hak mı
bâtıl mı olduğunu da araştırmazlar!
Fıkıh âlimi geçinerek
herhangi beldeye gelen birinin hâli işte budur.
Gelen kişi haham veya
bilginlerden biri ise, burada onun kanuna dayanarak yeni bir şey ortaya
atmasında, sünnet ve sünnete eklediği farzlarda şaşılacak acaiplikler görülür.
Kimse ona itiraz edemez. Çevresindekiler ona teslim olurlar. Onların sütlerini
sağar, alır götürür. O kadar ki, Yahudiler’in bazı yeni olayları ona ulaşırsa,
Cumartesi günü yol ortasında oturarak yahut bazı inançlı kişilerden süt veya
şarap satın alarak şehir Yahudiler’inden oluşan bir toplulukta iftira atarak
söver. Namusunu onlardan esirgemez! Bunu da dininin zayıflığına bağlar!
Bu ve daha önce
açıkladığımız sebeplerin her ikisi, Yahudiler’i ahdi kuvvetlendirmek için
kendilerine yükledikleri bir illet ve geçim sıkıntısındandır. Buna, kendi
milletlerinden olmayanlarla karışma-
mak ve başkalarının yiyeceklerinden uzak durmak da eklenmelidir.
Düşünülmesi için her ikisini açıklamıştık.
Karakteri itibarıyla
hakikatlara boyun eğmekten uzak ve gerçekleri anlamakta aklı yetersiz olan
kişi, bilgisizlik ve sapkınlıkla damgalanmaya insanların en lâyık olanıdır.
Gerçekleri teslim
etmekten çekinen, bununla beraber olmayacak fenomenleri ve bâtılı kabule koşan,
evet işte o, delilik ve düşüklükle anılmaya hak kazananın ta kendisidir!!
Buna insanların en fazla
lâyık olanı bu topluluktur! Zira onların babaları her gün, kendilerinden
başkasının görmediği İlâhî nuru ve hissî ayetleri gözleriyle görüyorlardı!
Bununla beraber onlar çoğu zaman, Hz. Musa ve Hz. Harun’u taşlayarak sıkıntıya
sokuyorlardı.
Daha Hz. Musa hayatta
iken buzağı heykeli edinmeleri, Mısır’a dönüşteki ısrarları, acur, soğan, etle
karınlarını doyurmak için tekrar köleliğe dönme inatları, Yuşa b. Nûn
döneminden sonra putlara tapmaya başlamaları, sonra Abşalûm’a
katılmalarını (Kere kralının kızından
olan Davud’un oğlu Ak) özellikle hatırlatmalıyız. Onların en büyük günahı, bu
âsî çocuk “Ak”ı, Allah’ın büyük peygamberi ve savaş kralı Hz. Davud’la birlikte
değerlendirmeleridir.
Onlar Hz. Davud’a itaat
etmeye başlayınca onların heyetleri ve askerleri yaptıklarından af dilediler.
Sonra kral Davud’un selâmetini müjdeleyerek heyetleri ve askerleriyle Hz.
Davud’a geldiler. Şöyle ki:
Yahûza kabilesiyle diğer
kabileler birbirlerine düşmanlık beslemişti. Yahudi kabile askerleri gelmeden
önce Ürdün kralıyla birlikte kral hizmetinde göze girmek için gayret göstererek
nehrin karşı tarafına geçtiler. Nazik bir kınamada bulundular.
Yahûza kabilesi şöyle
diyor:
Krala hizmet ve öncelik
konusunda insanların en layığı biziz! Zira kral bizdendir. Ey İsrailoğulları,
bizi hiçbir şekilde kınayamazsınız. Şib’ b. Bekri denilen kişi sesi çıktığı
kadar bağırır:
Davud’da bize nasip yok;
İbn Yessay’da da! Ey İsrailliler! Sizden
her birinizin ona yakın olmak için öne geçmek şansı yoktur.
İsrail askerleri bu
adamın sözlerinden dolayı Hz. Davud’tan ne de çabuk ayrıldılar!
Vezir Yoab, karışıklık
çıkaran bu öldürme olayına yönelince, askerin hepsi Hz. Davud’a itaat etmiştir!
Sanki çığlıkla dağılan, debdebeyle toplanan zayıf koyun çobanının sürüsü gibi
bir topluluk oldular!
İki koça tapmalarına,
Kudüs Haccı’nı terk etmelerine, devletleri yıkılıncaya kadar peygamberlerine
cephe almalarına gelince bu hususlarda aklın icabına göre hareket etmediler
Onların ortaya çıkan rezaletleri diğer milletlerden herhangi birinin ayıbına
dahi benzemiyordu!
Olmayacak ve geçersiz
fenomenleri kabul etmeğe koşmaları konusunda zayıf akıllılıklarından biraz
bahsetmiştik! Zamanımızın en zeki ve en akıllılarında da benzer durumlar
görülmektedir. Bunların en hilecileri Bağdat Yahudileri’dir!
Yahudi gençlerinden Ruhi
olarak tanınan hileci Menahim b. Süleyman Musul’da yetişmiştir. O, çok
yakışıklıdır. Musul şehirlerinden İmâdiyye diye bilinen beldede yaşayan
Yahudiler’den çoğunun anlattığına göre o, fıkıh bilginlerindendir. Buranın
yöneticisi de odur. Aynı zamanda o, hileye yatkın, inancının gereği hileyi
seven, ziyaretine vali geldiği zaman nasıl gerekiyorsa öyle davranan biridir!
Nitekim bir keresinde valinin yanında hileye yeltenmiş, fakat becerememiştir.
Kaleye sıçrayabileceğini zannederek sıçramaya başlamış, sıçrayışlar sadece
hilesini ortaya çıkarmaktan başka bir işe yaramamıştır.
Bir zamanlar
Azerbaycan’a yakın şehirlerdeki Yahudiler’le onlara tabi olanlara mektuplar
yazmıştır. Çünkü o, yabancı Yahudiler’in, diğer Yahudiler’e nispetle çok daha
cahil olduklarını biliyordu!!
O, kitaplarında
Müslümanlar vasıtasıyla Yahudiler’i aldattığını, hile ve sahtekarlığın her
çeşidiyle onlara hitabettiğini de açıklamıştır.
Kitaplarındaki bazı
bölümlerin bu anlamı taşıdığını ben de görmüştüm.
“Belki şöyle diyorsunuz:
Hangi şey dolayısıyla biz uzaklaştık?” Savaşmak için mi, yoksa öldürmek için
mi? Hayır, biz sizin için savaşı istemedik! Biz kapısı önündeki kral
elçilerinden kimin onu aldattığını görmeniz ve onun karşısında durmanız için
bunu istiyoruz!
Kitapların son
kısımlarında şunlar vardır:
“Her birinizin, harp
aletlerinden kılınç vb. yanında bulundurması, bunu da elbisesi içinde saklaması
gerekir.”
Yabancı Yahudiler,
Musul’un çoğu ve İmâdiyye halkı gizlenmiş silâhlarıyla ona koştular. Böylece
yanında kalabalık bir topluluk oluşmuştu.
Vali iyi niyet
sahibiydi! Kalabalığın, emelleri netleşinceye kadar ülkelerindeki bu âlim
hahamı ziyaret için geldiklerini zannediyordu! Vali kan dökmek istemiyordu. Bu
yüzden sadece hilekâr, fitne çıkaran kişiyi öldürtmüştü. Kalanlar da boylarının
ölçüsünü olarak geri dönmüşlerdi!
Akıllı kişiler anladığı
hâlde onlar bu hikâyeyi kavrayamadılar! Üstelik onu şu ana kadar
peygamberlerinden çoğunu üstün tutuyorlardı! Ben burada Amadiye Yahudileri’ni
kastediyorum.
Beklenen Mesih’e
kesinlikle inanan herkes bunu anlamıştır! Ben Arap kavminden olmayan Merağa, Tebriz ve Salmas şehirleri Yahudileri’nden
bir topluluk gördüm. Bunlar onun ismini toplum içerisinde yüceltmişlerdir.
Amadiye Yahudileri bütün
işlerinde Nasıralı Yahudiler’e nisbetle, karşı çıkmak ve ayrılık bakımından en
aşırı davranışları sergilemişlerdir.
Bu vilayette onların adı
geçen hilekâr Menahîm’e bağlı bir cemaati vardır.
Onun haberi Bağdat’a
ulaşınca Yahudiler’in yaşlı, karaktersiz ve belâlılarından iki kişi Menahim’in
ağzından yazılmış kitapları Bağdat’a göndermek için anlaştılar. Kitaplar onların
eskiden beri bekledikleri kurtuluşu müjdeliyor, hep birlikte Beyt-i Mukaddes’e
uçacakları çıkış gecesini dahi belirliyorlardı.
Bağdat Yahudileri onun
zeki olduğunu iddia etmekle beraber, hileciliğiyle övünerek ona boyun eğdiler. Bunu onaylamak
suretiyle de esaretlerine razı oldular!
Kadınları da o
sahtekârın buna hak kazandığına inanarak mal ve ziynetleriyle o iki yaşlıyı
tasdik etmek için gittiler! Yahudiler mallarının çoğunu bu şekilde harcadılar.
Yeşil elbiseleri giydiler, o gece bir yerde toplanarak uçmayı, beklemeğe
başladılar! Zannediyorlardı ki,* meleklerin kanatlarıyla Beyt-i Mukaddes’e
uçacaklar!!
Süt çocukların ağlaması
üzerine kadınlar, çocuklarından önce kendilerinin, yahut çocuklarının
kendilerinden önce uçurulması hâlinde emzirmedeki gecikmenin çocukları
acıktıracağından korkarak bağırmaya başladılar!
Müslümanlar bu işten
Yahudiler’in başına gelenler üzerine yalanın belirtileri görülünceye kadar
kavgadan uzak durarak hayret içerisinde beklemeğe başladılar!
Sabahın aydınlığı iyice
çıkıncaya kadar uçmaya olan aşırı isteklerini sürdürdüler. Yahudiler’in malları
bu iki ihtiyara ulaşınca da ikisi kurtuldular.
Bundan sonra hilenin
gerçek yüzü ve alçaklığın ne boyutta olduğu ortaya çıkmış oldu. Bu yıla “Uçuş
Yılı” adını verdiler. 30-40 yaş grubundakiler bu yıla özel bir önem vermeğe
başladılar. O zamanda Yahudileşen
Bağdatlılar’ın tarihi işte budur! Daimi bir utanma ve bitmeyecek bir rezalet
olarak bu onlara yeter de artar bile!!
Bizim, onların
açıklarına dayanarak ortaya koyduğumuz delillerde taraftarlarını susturacak
yeterli bilgi verilmiştir. Şirk koştukları her hususta Allah’a sığınırım.
Kurtuluşa ancak küfrettiklerinden uzak durmakla kavuşabiliriz.
Samuel’e Bir Mektup ve
Cevabı
Bismillâhirrahmânirrahim
Biricik âlim imam, dinin
güçlü lideri, İslâm’ın güneşi bilge kişilerin koruyucusu saygıdeğer büyüğümüz!
Allah onu güçlü kılsın. İsrail’den İslâm milletine kadar ya beğenerek ve şaka
ile ya bir kanıtla olsun, onu çekemeyenleri rezil etsin!
Sevgi, beğenme ve abes
kavramları çoğu zaman kendi benzerleriyle çirkindir! İlimde onun derecesine
ulaşan kişiye bu yakışmaz. Özellikle de din ve inanç kavramlarında...
O bir delildir (burhan),
bir bahistir (araştırma), bir bakıştır (nazar) derse, bu bahis ve bakış bundan
sonra ortaya çıkacak mantıkla olacaksa, şu anda geçersizi gösteren bir takım
olaylar diğer bir mantıkla meydana gelmiş olabilir!
Eğer bu bahis akl-ı
evvel ile oluyorsa, o bahis ve görüşteki dinin dışında kalan gerçeği bilmek
gerekecektir. Eğer, “bu dinde ben gerçeği kanıtla öğrendim” derse, biz de ona
hangi yolla, diye sorarız.
Herhangi bir kişi, bir
dinin diğer dinlerden daha doğru olduğunu ancak diğer dinleri dikkatle
araştırmak, delillerini incelemek, orijinalini yetkililerden sormak suretiyle
ancak bilebilir!
Şayet o bunu iddia
ediyorsa o imkânsızdır. Çünkü diğer din ve mezheplerin bağlıları ile dinlerin
hepsini incelemek için ömrü yetmez!
Belki ona Mecusilik,
Putperestlik ve Brahmanizm dinlerinin gerçeği sorulsa o dinlerin bilgileriyle
bu mümkün olabilir. Yine o, aynı şekilde bir millete intikal eden pek çok
dinden hangisine bağlanmış, hangisini seçmiştir?
Şimdiye kadar bunlardan
birine bağlanmamışsa, o şu ana kadar Müslim değildir.
Mezheplerden birini
tercih etmişse bu beğenme hangi yolda olmuştur?
Kanıtlar bunu geçersiz
sayıyor derse onun, Şâfii, Hanefî, Mâliki ve Hanbeli mezheplerini incelemiş
olması gerekir!
Eğer mezheplerden
birini, taklit ve güzel görmekten dolayı seçmişse bu, hikmet sahibi bilgili
kişilere yakışmaz! İşte o zaman onlar yönetimi kaybetmiş olurlar.
Önderimiz âlim imam bunu
görmüş, üzerinde düşünmüş ve ona cevabın en güzelini vermiştir.
Cevabın Metni
Bismillâhirrahmanirrahîm
Cenab-ı Hak şöyle
buyurur:
“İnsanlardan bir kısım
beyinsizler, yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir
diyecekler. De ki, doğu da, batı da Allah’ındır. O dilediğini doğru yola
iletir” (Bakara, 142).
Kendisini
ilgilendirmeyen problemi sorarak itiraz eden kişinin söylediklerini iyice
düşündüm. Bilsinler ki, Allah beni açık bir belge ile bir hoca veya babayı
taklit etmeksizin hidayete erdirmiştir!
İslâm’a girişim
hakkındaki sorusuna gelince; inancımın hemen arkasından mı geldi, yoksa ikisi
arasına bir zaman dilimi girdi mi? Bu zaman dilimi içerisinde İslamiyet’i kabul
etmemin gizliliği bir çeşit saçmalıktır!
İslâm Allah nazarında
makbul bir dindir; hangi zamanda olursa olsun...
Açıklamayı
geciktirmesinden dolayı olayın hafife alınmasına gelince, İslâm’a girmenin, onu
açıklamayı belli bir vakte denk getirmenin düşman korkusundan olmadığını kim
söyleyebilir? Bildikten sonra Hakk’ın çağrısına geç uymaktan Allah’a sığınırız.
Allah’ın ileri
görüşlülüğü nasip ederek hidayet nuruyla kalbimi aydınlatmasının hemen ardından
hak kervanına katılmak için acele ettim!
Bu aklen nasıl olduysa,
“belki ona onu batıl göstererek olmuştur” sözüne gelince, bu kötü bir
benzetmedir ve anlamsız bir sözdür. Çünkü böyle bir davranış, araştırarak ve
inceleyerek bir dine giren, sonra ikinci bir dine, sonra üçüncü bir dine giren
kişi için düşünülebilir!
Çocukluğunda atalarından
gelen ve mümkün olmayan şeyleri elinin tersi ile iten kişi hakkında bu itiraz
geçerli olamaz!
Aklını ve fikrini
çalıştırmak zamanı gelince, aklı ve doğru deliller onu Hakk’a ulaştırmıştır.
Yoksa varlığından söz edilen deliller onu düşünceye götürmemiştir. İleri
sürülen şüphe onu nasıl bağlasın?
Bütün dinleri araştırdım
mı; buna ihtiyacım yok. “Zira gerçek birdir, sayısız hakikat yoktur,” sözüne
gelince; delil beni Hakk Din’e yönelttiğinde diğer dinlerin geçersizliğini
öğrenmek için yetkililerin bütün yazdıklarını okumaya ihtiyaç duymaksızın onun
doğru olduğuna inandım.
“Araştırsaydı gerçeğin,
üzerinde bulunduğu o dinden başkasında olduğunu anlardı sözüne gelince; bu,
olmayacak bir şeydir. Zira hakikat birdir.
Onun “Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemin çağrısını benim nezdinde doğrulatan yol nedir?
sualine gelince;
Büyük milletlerin, karşı
çıkamaz büyük mucize ile Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin
peygamberliğine şahitliği bana kılavuzluk eden Kur’an fesahatinin tâ
kendisidir. Bunu, Tevrat’tan öğrendiğim ve onu gösteren işaretler kuvvetlendirmektedir.
Ancak ilki kılavuzlukta temeldir.
Onun, bütün mezhep
imamlarını araştırmam gerektiğini sanmayarak bağlı bulunduğum İslâm’dan sual
sormasına gelince, işte bu sual bir şüphe ve gereksiz bir girişim niteliği
taşımaktadır. Hâl böyle olmakla beraber benim ona cevabım, ilk cevabımın aynısı
olacaktır. Bu da beni, doğruluğuna inandığım dine ulaştıran kesin delildir.
Bundan başkası için derin düşünmeğe ihtiyacım yoktur! Milletler sayısız
olmadığı gibi dinlerde de gerçek birdir!
Müslüman imamlar
arasındaki çekişmeye gelince, o ancak tâbi (uyan) ve küçüklerde görülür.
Bazısının bazısına küfretmeleri açısından inancın temelinde bu yoktur. Bununla,
“bidatçılar dışında Hanefî, Mâliki, Şâfii ve Hanbelilerde de yoktur” demek
istiyorum.
Gereksiz soru soran bu
kişiye gelince; bu yerde onun üzerine düşen, Yahudiler’in yıktığım delillerini
kuvvetlendirmek ve önemsiz sualine onlardan yardım almak için uğraşmaktır. Zira
ben İfhâmu’l-Yehûd’ta kendi çelişkilerini ve inançlarının bozukluğunu gözler
önüne serdim! Bu, Allah’ın beni hidayet ettiği ve beni onlardan ayırdığı o
milletin içinde bulunan, öldürülmesi gereken felsefeci geçinen kâfirlerin
hezeyanlarından ve dinsizlerin şüphelerine katılmaktan daha iyidir!
Sözünü tamamladığı şeye
geline; bu da, gerçeğe yükselmiş bir durumdur. Ancak sultan ve kralların âdeti,
bir işe lâyık gördükleri birine görevlerin bekçiliğini vermek şeklinde cereyan
etmiştir.
Haset, sahibinin ancak
bilgisizliğini artırır! Sözümü bir beyitle bitiriyorum:
Ahmaktan gizlendiğim
zaman
Körlerin görmemesinden
ben özürlüyüm.
Elhamdülillah. Cevap
sona erdi.
Kaynak:
Samuel b. Yahya El Mağribî, Bir Rüyanın İzinde, Orijinal Adı İfhamu’l-Yehud,
Çeviren Doç. Dr. Osman CİLACI, Birinci Baskı: Ocak 2004, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar