Print Friendly and PDF

BİR SÖZCÜĞÜN ÖYKÜSÜ



Suat AYDAR
Bundan 533 yıl önce Türk diline yerleşmiş sevimli, munis bir sözcük­ten ve bu sözcüğün etimolojisinden söz etmek istiyorum. Biliyorsunuz, etimoloji bir dili oluşturan sözcüklerin kökenini, nereden geldiklerini araştıran bir bilim dalıdır.
Nedir bu sevimli, bu munis sözcük?
Zihinlerde daha belirgin bir iz bırakması için, bu sözcüğün ne oldu­ğunu biraz ertelemek, önce dilimize nasıl girdiğinin öyküsünü anlatmak istiyorum.
Yıl 1453, Ilık bir İlkbahar sabahı;
Dünyamızın YERYÜZÜ CENNETİ denen güzel bir köşesinde, Akde­niz ile Karadeniz’in biribiriyle kucaklaştığı yerde, Doğanın bütün renkle­rini, bütün güzelliklerini cömertçe sergilediği, toprakları kadar denizleri bereketli bir büyük kentin surları dışında, elli günden beri devam eden askeri kuşatma sona ermişti. Bin yıldan beri hükümran olan bir impara­torluğun başkenti, Ortodoksluğun kutsal beldesi Kostantinopolis’in görkemli kaleleri, URBAN’ın döktüğü büyük toplarla tar-ü mar edilmiş, Şehrin mağrur müdafileri, Ortaçağın muhteşem krallarının gözleri önünde yenik düşmüş ve büyük kent, Türk gazilerine kapılarını açmak zorunda kalmıştı. Şimdi surların içinde kıyamet kopuyor, ölüm korkusu insan yüreklerini dolduruyordu...
Büyük kentin Ortodoks halkı, Ortaçağ Avrupası’nın vaadettiği yar­dımlardan ümidini kesmiş, son yıllarda yaşadıkları sefil entrikaların, se­fahat alemlerinin nedameti ile mahcup ve perişan, mabetlerin en büyü­ğü HAGİYA SOFİYA’ya sığınmışlar, dillerinde binbir dua, binbir yakarışlarla, bir elleriyle çocuklarına sarılmış, bir elleriyle de keşişlerin etekle­rine yapışmış, ağlaşıyorlardı.
Her halde asırlardan beri merhametine sığındıkları ikona’lar azizler ve azizeler artık gazabe gelmişlerdi. Şimdi onları ölümlerin en acısı ile cezalandıracaklardı...Tanrının Cehennemi işte bugün yeryüzüne ini­yordu.
Bütün halk Keşişlerden, Keşişlerse azizlerden af niyaz ediyorlardı.
Bu sırada büyük kentin merkezine doğru yürüdüğü anlaşılan fetih ordularının gür bıyıklı yavuz erlerinin kendilerini bir kılıçta yok edeceği, mallarına, mülklerine el koyacağı, binbir işveli, narin yapılı Bizans kızla­rının kılıç zoru ile Türk gazilerinin haremlerine sokulacağı, genç yaşlı bütün erkeklerin kılıçtan geçirileceği saati bekliyorlardı.
Bütün Ortaçağ boyunca hep fetihler böyle sonuçlanmamış mıydı?
Elbet yine de böyle olacaktı...
Ama bu korkulu anlar hiç te uzun sürmedi.
Ayos Romanos’tan, yani, bugünkü Topkapı’dan gelen haberlerden, genç Türk hükümdarının, kimsenin canına kıydırmadığı, hiçbir mala el sürdürmediği, halkı merhametle, sevecenlikle teselli ettiği, Ortodoks din adamlarını muhabbetle selamladığı öğreniliyordu.
İnanılır bir şey değildi bu...ama gerçekti.
Çünkü o gün, gerçek hümanizmanın doğduğu, insanlık tarihinin de­ğiştiği gündü...
Bir süre tereddütten sonra Ayasofya’yı boşaltan halk, şimdi sevinç çığlıkları ile sokaklara dökülmüş, muzaffer ordunun geçeceği MESE MEGALOS’un, yani, bu günki Divanyolu’nun etrafına doluşmuş, genç hükümdarı bekliyorlardı.
İkindi vaktine doğru KONSTANTİN FORMU’ndan aşağıya doğru yü­rüyen ordunun başında muzaffer kumandan Mehmet Han’ın yaşlı hoca­ları Akşemsettin, Molla Hüsrev, murassa koşum takımlarıyla süslü, lekesiz kır atlar üzerinde göründüler. Hocaların hemen gerisinde, bıyıkları yeni terlemiş genç hükümdar Fatih Mehmet Han, sağında yine hocalarından Tacizade Cafer Çelebi, solunda o dönemin büyük bilgini Kuşçu Ali olduğu halde, kendine özgü asil tavrı ile Bizans halkının çoşkun tezahüratına mukabele ederek yaklaşıyordu.
Günlerdenberi ağlamaktan gözleri yumuk yumuk olmuş buğday be­nizli Bizans kızları, serin boğaz rüzgarının uçuşturduğu simsiyah saçla­rıyla sağa, sola koşuyorlar, Mehmet Han’ın geçeceği yerlere çiçekler serpiyorlardı.
Bu sırada Bizans bilginleri ve keşişleri yolun iki kenarından OFENTİS...OFENTİS...diye sesleniyorlardı...
Genç hükümdar, hocası Cafer Çelebi’ye soruyordu (Bak ağa, biz bi­raz Rumca biliriz...Ama bu sözcüğü hiç duymadık. Nedir bu Ofendis? Neden bize böyle seslenirler?)
(Hünkarım,) dedi Cafer Çelebi. (Bu, bilim çevrelerinde kullanılagelen kadim Yunanca bir sözdür...Çelebi insan, Hak bilir insan, Uygar insan, Şehir Çocuğu, Okur yazar insan, Bilgili, Tolerans sahibi, yumuşak tabiat­lı, insan-sever insan, Yüce Tanrının işlek gönüllü, mübarek kulu demektir.)
O zaman, Ofentis sözcüğünün kapsadığı bu sıfatlardan çok etkile­nen hükümdar, şöyle buyurdu Cafer Çelebi’ye: (Öyleyse fermanım o dur ki; bundan sonra bu kentin bütün okur yazarlarına, Müslüman ve Orto­doks tefrik edilmeksizin hep Ofentis denilsin.)
Dilimizde daha önceki tarihlerden beri var olan BEY sözcüğü, sade­ce mal sahipliği ve sadece varsıllık ifade eden, okuryazarlığı, çelebiliği, uygarlığı, insan sevgisini ihtiva etmeyen bir hitaptır.
Şimdi durup dururken size neden anlattım bu öyküyü?
Hemen söyliyeyim. Geçen hafta, Fikret Çeltikçi üstadımızın bir kitabında efendilik üstüne...bir pasaj ilişmişti gözüme...(Sayfa 469 da).
Çeltikçi Üstadımız, işte bunları söylüyor
Gördüğünüz gibi insanlık, bir taraftan sevgi ve kardeştir ortam içinde cemiyetlerini bir fikir laboratuvarı gibi kullanarak hakikati araştırırken, bir taraftan da kendilerini yontmak, nefislerini terbiye etmek ve Cafer Çelebi’nin Fatih Sultan Mehmet’e özelliklerini sıraladığı Efendiliğe ulaşmak çabasında olmalıdırlar.
Dilerim Tanrıdan bizleri her türlü beşeri kusurlardan arın­dırıp gerçek efendiliğe eriştirsin.
Amin...
Kaynak: “Kardeşlik Kitabı”ndan, Hazırlayan: Şadan GÖKOVALI, İZMİR-1986


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar