Print Friendly and PDF

BİR TÜRK FİLOZOFU OLARAK HİLMİ ZİYA ÜLKEN



                                            Hzl:Yonca GÖKALP
     
         “ Türkiye’de orijinal fikir yoktur, orijinal fikir potansiyeli mevcuttur.”
                                                                                             H. Ziya Ülken
GİRİŞ: Türk düşünce tarihinde önemli bir dönemeç olan Hilmi Ziya Ülken ve eserlerinin incelendiği bu çalışmamızda amacımız, düşünürümüzün neden bir filozof olarak adlandırılması gerektiğinin tespiti doğrultusundadır. Sosyal bilimlerdeki çok yönlülüğü, disiplinlerin soy kütüğünü çıkarabilme özelliği ve kompleks-mukayeseci düşünce yapısı onun belirleyici özelliklerindedir. İncelememiz düşünürün eserleri ve içerikleri üzerinden, onların tarihsel seyrine sadık kalınarak yapılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Hilmi Ziya Ülken, Sosyoloji, Felsefe, Materyalizm, Sentezcilik    

Abstract: Hilmi Ziya Ulken is an important turning point in Turkish intellectual history and the works examined in this study, our goal is in line with his cause determination should be called a philosopher. The versatility of the social sciences, disciplines and complex genealogy-comparative structure of thought we would feature some features specific to its determinant. Thinkers to examine the contents of his work and over the course of their historically been loyal to.
Key Words: Hilmi Ziya Ulken, Sociology, Philosophy, Materialism, Synthesism

   Öncelikle belirtmek gerekir ki Hilmi Ziya Ülken’ in[1] sosyal bilimlerdeki çok yönlülüğü böylesi bir araştırmanın sınırlarını fazlasıyla aşmaktadır. Asıl zorluk, Ülken’ in düşünce tarihi, felsefe, mantık, psikoloji, ahlak, tarih, sanat gibi pek çok değişik alanda ürettiği birçok yapıtın incelenmesinde değil, tüm bu çeşitlilik ve zenginlik arasında nasıl bir yol izleneceği ve hangi metodolojinin takip edileceği noktasındadır. Onun bir insan ömrünün sınırlılığını oldukça aşan ölçüde ve sayıda bu denli geniş bir çeşitlikle devasa yapıtlar ortaya koyması, öncelikle bu yapıtların ne denli özgün olduğu sorusunu akla getirebilmektedir. İtiraf etmek gerekir ki, ansiklopedik betimleme merakı onu bir özgünlük tehlikesiyle yüz yüze bırakmıştır.[2] Bu anlamda Türk düşünce tarihinde Ülken’ e gelinceye kadar birçok sosyal bilimcinin taşıdığı sistematik bilgi eksikliği, onu; felsefe, sosyoloji, mantık, İslam ve Türk düşüncesi gibi alanların tarihlerini yazmaya iten en temel itki ve kaygı gibi gözükmektedir.
   Türk düşünce tarihinde Ülken’ den önce, doktrinlerin gelişim aşamalarını, karşı doktrinler incelenerek araştırma alışkanlığı kazanılmamıştı. Çağdaş anlamıyla kendini ifade etme tarzı ise tek fikir/tek düşünür ve tek ekol bağlamıyla sınırlıydı. Farklı zihin dünyaları arasında kıyas metodu pek önemsenmiyordu. Öyle ki, insanı toplum içinde açıklamaya yönelenler, psiko dinamik süreçleri dikkate almıyor, onu metafizik-tinsel olarak algılayanlar ise bilinci dış dünyaya tamamen kapatıyorlardı. Sosyal bilimlerin denklemi adeta tek yönlü sebep sonuç zincirleri ile kurulmuş idi. Hilmi Ziya Ülken kendinden önceki tüm bu paradigmaları yıkmış ve Türk düşünce tarihinde ilk kez çok değişkenli kompleks bir düşünce altyapısı oluşturmuştur.[3] Dolayısıyla söz konusu Ülken olunca ona ne kadar özgün olduğu açısından değil, düşünüş ve algılayış biçiminin farkına işaret ederek bakmak gerekir.
   Hilmi Ziya Ülken’ i okurken karşılaşılabilecek en büyük zorluk, onun hangi konuma yerleştirileceğidir. O, akademide bilgi biriktiren bir ordinaryüs müdür, bir felsefeci, mantıkçı ya da modern bir sosyolog mudur, yoksa sentezciliğin tüm şekillerine karşı çıkmasına rağmen nihayetinde sentezci olmuş bir düşünür müdür? Bizce Hilmi Ziya hakkında sorulabilecek en keskin soru budur ve sistemik-kompleks düşünce biçimiyle Türk düşünce tarihinde filozof olarak niteleyebileceğimiz ender şahıslardan biridir.
   Ülken’ in üzerinde önemle durduğu konu; batıdan aktarılan kavramların kökenleri analiz edilmediği zaman aydınların kavram değiştirmelerinin toplum üzerinde ciddi bir baskı ve yük oluşturacağı fikridir. Zira ona göre her kavram mikro bir kurumdur, soyut görünen kavram bileşkelerinin arkasında maddi yapılar ve tarihin bir zamansallığı yatmaktadır. Düşünür acele hükümlerden ve aşırı genellemelerden çoğu yerde kaçınmayı akademik bir tutum olarak benimsemiştir. Genellemeci ve indirgeyici mantığın bir sosyal bilimciyi nasıl da kolayca etkisizleştirdiğini ve yanılttığını çoğu yerde gösterir.[4]  Ona göre, bir dereceye kadar genel hükümleri kullanmadan, önyargısız ve indirgemeden uzak düşünebilmek zihni işleyişe aykırı olmakla birlikte, hangi disiplin olursa olsun her tür çözümlemede belirli bir felsefi kaygı mutlak olarak gözetilmelidir.
   Ülken’ i güç anlaşılır kılan bir diğer zorluk, onun sınıflandırmalarındaki geniş eğilimdir. Ona göre her bilimin ayrı bir çıkarsaması vardır ve her çıkarsama kendi katında özgündür. Disiplinler birbirine indirgenemez farklı ölçütler geliştirmiştir ve anlamlı olan bu çoğulcu yapıları kendi sahalarında çözümlemektir. Düşünürün, sosyal bilimlere sürekli dayanaklar araması, sosyolojisinde görülen sabit noktalardan kaçışlar, sanıldığının aksine onun yalnızca felsefi eğilimi ile değil, değişme, olasılık tekrar edilemezlik, sınıf ve gruplar arası karşılıklı etkiler ve statizmi kıran dinamik öğeler gibi kavramları Türk sosyolojisine kazandırmış olmasıyla açıklanabilir.[5] Çünkü Ülken’ e göre sosyoloji, toplumu sabit ve otomatik bir kütle olarak görmek yerine değişim şartlarını incelemelidir. Düşünürün büyük anlatıların genel soruları yerine, yeni bilim anlayışının parçalar arasındaki ilintileri üzerinde durması, ona mikro sosyolojinin öncüsü olma payesini verecektir. Ona göre, klasik sosyologların değişime ayak direyen hataları, tarihim mütemadiyen kanunlarla teşekkül ettiği noktasında hemfikir olmalarından kaynaklanmaktadır. Ülken açısından insanı disipline edici bu tür özdeşleştirmelerle sosyoloji saltanatı sürenlerin teklifi kabul edilirse tarihteki tüm bireysel oluşumları, tekâmülü, varlıklar arasındaki ontolojik farklılıkları yok etmişiz demektir.[6] Sonuç olarak düşünürün bilimlerde özele inen spesifik konumlandırmaları onu, Türk düşünce tarihinde birinci kuşak modern sosyologlardan saymamız için yeterli bir sebeptir.
   Hilmi Ziya Ülken, 1920’li yıllarda revaçta olan Durkheim’ cı sosyolojinin etkisi altındadır. İleriki yıllarda bunu terk edecektir. 1925’de Emile Boutroux’ un plüralizmine dayanan sosyo-psikolojik inanç felsefesine eğilir. Boutroux’ un varlığın esasını mutlak zarurette değil de hürriyete dayandırması yaşamı son derece belirsiz bir temelde kavramasına yol açmıştır. Fransız düşünürün tek düze ağır bir kütle olarak algılanan dünyayı parçalara bölerek çoğullaştırması, Ülken’ in ufkunu genişletmiştir.[7] Arayışını derinlere indirme ihtiyacı onu Spinoza[8] ile tanıştırır. Spinoza’nın madde alanında tespit edilen nedensellik zincirini geometrik bir tarzda tinsel alanda anlatması Ülken’ e göre felsefi sorunların olgunluk noktasıdır. Düşünürün tabiat felsefesini[9] derinlemesine incelemiştir. 1933’de aşk ahlakını yazdığında Boutroux’ un plüralizmiyle Spinoza’nın natüralizmini kaynaştırır ve Aşk Ahlakı’ nı mono-plüralist bir temel üstünde yükseltir. Çoklukta birlik düşüncesinin çeşitli manzaralarını Platon, Plotinus, Cusa, Bruno, Schelling ve Baldwin de görür. Diğer yandan Mehmet İzzet’ in tavsiyeleriyle Bergsoncu felsefeden idealizme doğru kaymıştır. Ülken Batı düşüncesinin sorunlarıyla yoğun bir biçimde beslenirken üzerinde yaşadığı toprakların sorunlarını İnsani Vatanseverlik adlı eseriyle aşmaya çalışır: “İnsanlıkla ilgisi olmayıp, tek bir toprağa bağlı kalan insan basit insandır. Fakat insaniyete iman edip hiçbir toprakla ilgisi olmayan da renksiz, şekilsiz, şahsiyetiz ve kozmopolit insandır.[10] Onun olgu inancı, gerçekliğin konusudur. Ulus sevgisi, bir toprağa bağlılık, yurtseverlik gibi duygular birer olgudur ve milliyetçilik bir olgu inancıdır.  Bu anlamda düşünüre göre, vatanseverlik hem gerçekçi bir ülkü hem de bir olgu inancıdır. Olgu inancının tehlikesi sözde ideali doruklarına çıkararak gerçekliği aşındırmaktır. 19. Yüzyılda ulusların siyasi emellerini bu travmatik gerçek-ideal karşıtlığı yaratmıştır. Irkçılığa ayırıcı önem atfetme esasen olgu inancının deformasyonudur. İdeal inancı evrensel ilkelerdir. Olgu inançlarının topraklardaki yozlaşması ancak ideal inanca konu olan evrensel insaniyetçilikle önlenebilir. Yalnız sadece ideal inançla yüklü bir insan da toprağının ve ulusunun sınırlarını deforme eder, sonuçta barış havariliği ve saf hümanizma, hayalci ilkel bir kozmopolitizmi doğurur.
   Hilmi Ziya Ülken’ in 1933’te yazdığı Telifçiliğin Tenakuzları ise, sentezci bir aklın eleştirisidir. Söz konusu eser, uç noktalarda dolaşan akımların bir araya getirilmesinin olanaksızlığı üzerinedir. Sentez yolu ile aykırı düşünceler barıştırılamaz diyen yazar birçok çalışmasında bu düşüncesine sahip çıkmasına rağmen farkında olmayarak kendisi de sentezciliğe düşmüştür. Telifçiliğin Tenakuzları düşünürün genel gidişatında ciddi paradokslar yaratmasına rağmen önemi, zıt kutuplardaki siyasi-felsefi hareketlerin temel savlarını görebilmesinde yatar ve bu onun zihin dünyasını genişletecektir. Eserinin girişinde, içinde bulunduğu konumu sarsmayan, idarei maslahatçı, erik endişeden çok pratik kaygıların adamı olarak belirttiği oportünist tipin yani “hesabı adamın” portresini çizer. Hesabi adam, ilmi olma görünümündedir fakat koşullar değiştikçe tüm hesapları dereye girer. Siyasi felsefi tartışmalara set çekebilmek ve istikrar adına en olmadık düşünce akımlarını bile uzlaştırır.
   Ülken’e göre ilk telifçi (sentezci) filozof, Demokritos’un maddeciliği ile Platon’un idealizmini kaynaştıran Aristoteles’dir. Aristoteles çökmekte olan site devlet yapısının enkazı üzerine “vaziyeti kurtarma cehtinin en dahiyane metafiziğini yapmıştır.”[11] Aynı zamanda tarihi materyalizm ile iktisat ve hukuku telife çalışan Stammler, spiritüalist sosyolojiyi tarihi materyalizm ile kaynaştıran Oppenheimer ve marksist sınıf çatışmasını burjuva ideolojisinin lehine kullanan Werner Sombart sentezci ideologlardan bazılarıdır.[12] Yine sosyal demokrasi hareketlerini de telifçi çalışmaların bir diğer re-visionu olarak kabul eder.[13]  Marksizm tüm öğeleri ile kabullenilmediğinden, sosyal demokrasi senteze giderek marksizmi yeniden şekillendirmek istemektedir. Ülken bu çaba içinde Kautsy ve Bernstein’ı özellikle zikreder. Bernstein’e göre üretim araçlarının yanında hukuksal-ahlaki temellere, coğrafi koşullara ve ruhsal kabiliyetlere de yer açılmalıdır.[14]  
   1936’larda ve Yirminci Asır Filozoflarında Ülken, diyalektik materyalist metodun takipçisidir. O yıllarda düşündüğü şey, hiçbir felsefe hareketinin tarihi materyalizm kadar insicamlı ve neticelerine sadık bir hareket olmadığıdır.[15] Düşünüre göre ilmin tüm gelişmeleri tarihi materyalizmi doğrulamaktadır. Ancak ülken bizatihi kendi düşüncelerinin de tashihini yaparak 1947’de Tarihi Materyalizme Reddiye’yi kaleme almış, klasik marksizmin kapsamlı bir eleştirisine girişmiştir. Bu sefer sergilenen materyalizmin tarih felsefesi ve determinizm[16] konusundaki açmazlarıdır. Marksizmin başta tarih olmak üzere, iktisat, felsefe ve fizik gibi pek çok alandaki argümanlarını çürütür.
    Ülken, 1940’lı yılların sonuna doğru Platon ve Schelling okumaları ile Varlık ve Oluş adlı yapıtını meydana getirir. Felsefeye Giriş’te artık mistik kavramları literatüründe yoğunlaştırmıştır. Düşünür, bilme düşünme ve inanma üçleminde son sözü inanca bırakır. İnsan bilgi ve duyularını inanç yoluyla aşkın varlığa çevirmelidir. İnsanın zihni melekeleri ve duyu verileri kısıtlıdır, oysa sezgici ekollerdeki transandantal anlayış sayesinde bilginin sınırlılığından kurtulmak mümkündür.
   Yazar İslam Düşüncesi adlı eserine yazdığı önsözde Batılı oryantalistlerin ve filologların hatalarına değinir, doğulu araştırmacıların yanılgısı ise tüm konuları bir itikat meselesine dönüştürerek İslam felsefesinin ana kaynağından uzaklaşmalarıdır. Ona göre her iki taraf da genel geçer doğrulardan hareket etmektedir.
   Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi’ni tamamladığında ise yalnızca Türk düşüncesinin Batı ile serüvenindeki çatışmayı dile getirmekle kalmamış, bu iki kutuplu fikri mücadelenin özgün sonuçları üzerinde de durmuştur. Ona göre Türklerin İslam’a girişleri herhangi bir düşünsel kırılma yaratmamıştır. Bu eski inançlarının İslam’a çok yakın benzerliğinden değil, önceki pagan inanışlarının bütüncül bir tasarımı yaratmamasından kaynaklanmaktadır. Ancak Türklerin İslam dinini kabul etmiş iken yabancısı oldukları ikinci bir modelle batılılaşma sayesinde tanışmaları üzerine, kökleri oldukça derin olan İslam kültürünün batı kültürüne eklemlenememesi asıl ve ilk travmatik sarsıntıyı doğurur. Batı değişim demektir ve Yunan-Roma kültürü ile Hıristiyanlık arasındaki sentez sayesinde rahat bir hareket alanı bulmuş, aradaki Rönesans ve Reform gibi büyük halkalarda kopma olmamıştır.  
   Öyleyse Türk modernleşmesi sorunu nasıl aşılacaktır?[17] Ülken’e göre bu konuda iki yaklaşım geliştirilebilmiştir; biri modernleşmeyi tamamen reddeden radikal kanat diğeri ise, kültür ve medeniyetin uzlaştırabileceğini iddia eden muhafazakar kanattır. Yazar açısından her iki reaksiyoner görüş farklı yollardan geçseler de, bir sosyal intiharın farklı yüzlerini teşkil etmekle kalacaklardır. Ülken, medeniyet ve kültür ayrımını yapay bulur. Bu ayrımları Skolastik düşüncenin madde ile sureti, öz ile şekli keskin bir biçimde birbirlerinden koparmalarına benzetir. Düşünür için tekniksiz bir kültür düşünülemez ve bilginin bölük-pörçük bağlantısız bir doğası yoktur.[18] Buradan hareketle batıda gelişen akımları bir bütün olarak okuma taraftarıdır. Maddi ve teknik uygarlığı batıdan alalım fakat kültürel yapımızı muhafaza edelim düşüncesini alaycı bir dille reddeder. “ Böyle milletlerarası bir piyasa yoktur ”[19]. Ülken bu anlamda Ziya Gökalp’ in aksine prens Sabahattin’ in görüşlerini daha gerçekçi bulmaktadır.[20]
  Milliyetçiliğin felsefi yapılanışında Ülken, millet ve yurt kavramlarını, özgürlük adalet ve insan gibi kavramlara göre somutlaştırmaktadır.[21] Bu konuda Mehmet İzzet’in rolü üzerinde epey durmuştur. İlk defa Mehmet İzzet’ de toplum alelade bir organizma veya siyasetin yüzeysel bir aygıtı olarak görülmeyip derinlemesine çözümlenip bireyin değerleri dert edinilmiştir.[22]  
   Hilmi Ziya Ülken çoğu eserinde Ziya Gökalp üzerinde etraflıca durur. Bir çok makalesine Gökalp’ in görüşleri eleştirerek başlar fakat onun yöntemli zekası sayesinde de ilk defa toplumsal bir planın çıkarıldığını da onaylar. Batı düşüncesi ilk kez onunla birlikte rasyonel amaçlılık içerisinde bütün kurumlara ve sosyal birimlere uygulanmıştır. Yine de Ülkene göre Gökalp, hayali Turancılık ile realist Türkçülük arasında sıkışıp kalmıştır.[23]
   Denilebilir ki; Türk düşüncesi felsefi anlamda iki insan tipi şahsında Gökalp-Ülken zıtlığı ile somutlaşır. Ülken’e göre, Gökalp felsefeyi kendi özel ülkesine çekmek arzusundadır.  Felsefe toplum için yalnızca onaylayıcı ahlak, tüm ahlaki değerlerin takdiridir. Osmanlı münevverlerinin Batıyı konseptüalist bir şekilde incelerken kavramları birer dogma haline getirmesi ve buradan siyaset çıkarma ülküsü Gökalp’ de en üst düzeydedir.[24] Gökalp ilimden önce sosyal eylemi konu edinmiştir. Toplum üzerine bindirilen ahlakın menşei sosyolojiktir. Gökalp sosyolojisinde kavramların kullanılış biçimi oldukça somut ve işlevseldir.
   “ …Ziya’nın yazılarında Fouillee’ nin tesiriyle pozitivizmi aşmak isteyen bir çaba hakim ise de ilim zihniyeti bırakılmış değildir. Bir yandan felsefenin pozitivist tarifine uyuyor, bir yandan da metafiziğin tecrübeye dayanan müspet bir ilim gibi kurulduğundan bahsediyor. Bu gelişme Auguste Comte zihniyetine bağlanmakla birlikte Fouillee felsefesinin baskısı altında bulunmaktan ileri geliyor.Nietzsche’den bahsediyor fakat tam Nietzscheci değildir, bu ancak Guyau’yu ve Alman filozofunu çok beğenen Fouillee’ nin gözlüğü ile görülmüş yani zihnileştirilmiş bir Nietzsche’dir. Kafa yapısı mantıkçı olan Gökalp, heyecanlarını dahi tanımlamak ve sınıflandırmaktan hoşlanır. Halbuki fikirlerini dahi heyecan ve ihtiras haline koymadıkça ifade edemez ”.[25]     
   Ülken’e göre Gökalp açısından felsefe ve ahlak topluma yanıt verdiği ölçüde yaşatılmalıdır. Esasen Gökalp, koordinasyonunu oluştururken özgürlüğü sorun edinemeyen bir otomatizme saplanmıştır. Birey ancak müesseselerin toplumsal fonksiyonlarını yerine getirdiğinde bir kişilik kazanır. Bu yüzden Gökalp’ in şahsiyetleri siliktir ve hemen hemen hiçbir kahramanı yoktur. Gökalp, kültüre içkin kurumların heyulası altında ezilip kalmıştır. Ülken ise onun aksine toplumu önceden sınanmış hazır bir kalıp halinde almamaktadır. O, hayatın akışını ters istikamete çevirmek yerine fiziksel müptelalıklarla ahlak arasında estetik bir dönüşüm yakalayarak hayatı olumlayabilir ve ancak bu sayede müspet ilimler sergileyebiliriz inancındadır. Toplumun kuruluşu Durkheim’ ın determinizmine bağlandığı takdirde bireysel tecrübenin her safhası atlanacak olacak, insan iradesi sıfırlanacaktır . Ülken bireyin niteliklerini mertebeler ahlakı kavramı ile edilgenlikten kurtararak zaaflarıyla beraber dinamikleştirme niyetindedir.

   Sonuç Yerine,
   Necati Öner’in de dediği gibi Hilmi Ziya Ülken bir Türk filozofudur. [26] Varlıkların her iki yönünü eş zamanlı olarak gösteren ve alternatifleri birleştiren dyadelar Ülken’in zihinsel dünyasında hazır bulundurduğu bir kavramdır. Ülken olgu ve olayları çok yönlü olarak analiz ederken başarısını geliştirdiği dyadolojik yönteme borçludur. Düşünce sistemini farklı bir metodoloji ile farklı kavramlarla özgünleştiren Ülken, multi-disipliner, karşılaştırmacı ve kompleks bakış açısıyla da şahsına münhasırdır. Aşk Ahlakında hangi tezi savunduğunu soranlara İsa ile Nietzsche’yi barıştırmaya çalıştığını söyleyecek kadar çelişkilerle ve derinliklerle doludur. O, Türk düşüncesinde alışılagelen değerler levhasında yaptığı oynama ve düzeltmelerle de yeni bir paradigmanın başlatıcısı olmuştur.











KAYNAKÇA

Emre Kongar, Türk Toplumbilimcileri, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1996.
Hilmi Ziya Ülken, Aşk Ahlakı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999.
Hilmi Ziya Ülken, İnsani Vatanseverlik, Ülken Yayınları, İstanbul, 1998.
Hilmi Ziya Ülken, Sosyolojiye Giriş, İ. Ü. Edebiyat Fak. Yayınları, İstanbul, 1947.
Hilmi Ziya Ülken, Bilgi ve Değer, Aytemiz Kitabevi, Ankara, 1956.
Hilmi Ziya Ülken, Yirminci Asır Filozofları, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1936.
Hilmi Ziya Ülken, Telifçiliğin Tenakuzları, Mülkiye Mecmuası Neşriyatı, İstanbul, 1933.
Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, Dergah Yayınları, İstanbul, 1978.
Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, İstanbul, 1998.
Necati Öner, “Cumhuriyet Dönemimizin Bir Filozofu Olarak Hilmi Ziya Ülken” Felsefe Dünyası, sayı:28, Ankara, 1998.
Taşkın TAKIŞ, “ Değerler Levhasının Tersine Çevrilişi: Hilmi Ziya Ülken” Doğu Batı Dergisi, sayı:12, Felsefe Sanat ve Kültür Yayınları,  Ankara, 2000

Şuur’un Fenomenolojisi - 1
Kendini bilme ilk olarak Sokrates’le ortaya çıkmıştır. Ancak bu kendini bilme tam anlamıyla bir ‘şuur’ değildir. Şuur, bu zamana ait bir kavramdır. Şuur kavramı, çeşitli dillerde farklı anlam ve kelimelerle ifade edilmiştir. Yel yani rüzgâr, bilinç, ruh ya da nefs gibi ifade şekilleri vardır. Sokrates’in ‘kendini bil’ formunu il olarak dönüştüren, ‘düşünüyorum o halde varım’ ifadesiyle Descartes’tir. Bununla birlikte şuur, nefs ve ruh kavramlarından kurtulup ilk defa bilgi ve sezgi konusu olmuştur. Descartes’le birlikte düalist bir anlayış başlar çünkü o maddenin iki cevherinden söz eder. Bu cevherler ise, âlem ile şuur arasındaki ayrımı ifade eder. Daha sonrasında ise cevher yani ‘öz’ü birçok düşünür ele aldı ve E. Husserl şuura yani öz olarak cevhere fenomenoloji adını verdi. Husserl’de şuur üç şekilde algılanmaktadır. Ona göre fenomenoloji, hem kastlı fiillerin hem de kastlı muhteva veya objelerin tasviridir. Fenomenoloji bu değişmez özlerin tasvirini yapan kesin bir ilimdir. Fenomenolojinin asıl konusu nesnelerden önce şuurun tasviridir. Âlemsiz şuur ve şuursuz âlem olmaz. İnsanın varlığı âlemde varlık olmasıdır. Âlem Husserl’e göre her şeyden önce cisimler kâinatıdır. Şuurun aktüel olan ve aktüel olmayan iki yönü vardır. Bu şuur dar anlamda bir bilgi fonksiyonu geniş anlamda ise bilgiye yönelmektir. Aktüel şuur asla bir kapalı şuur değildir, onun eylemi sonsuza kadar uzanır. Genel olarak bir şuura ait bir fenomenoloji kurmak istersek Husserl’e bakmamız gerekir. Fenomenoloji, matematikçiler, tabiat bilimcileri, manevi ilimler ve insan ilimlerinin yanında değerler felsefesinin de bir yöntem aracı olmuştur. Max Scheler daha çok insan felsefesine uygulamıştır. Fenomenolojinin günümüze yakın ki kullanım alanları daha çok ontolojiye fenomenalojik bir bakış açısıyla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Şuur, insani varlığın ilk açık özelliğidir. Şuur eğer kendini bilebilmedir. O halde diğer canlılarda kendini bilme ya da deli ve çocuklarda kendini bilme nasıl gerçekleşir? Bunu tartışması da önemli bir konudur. Kendi başınalık ve âlemde varlık ifadeleri şuur fenomenolojisi ile insani varlığı ontolojik anlamda birleştiriyor. Descartes düşünüyorum o halde varın Nietzsche varım o halde düşünüyorum ve Schopenhaur ise irade halinde âlemden söz eder. Bu da şuura yönelişi ifade eder. Şuur yalnız ben şuuru ya da kendi şuur değil, aynı zamanda âlem şuurudur da. Husserl’e göre insanın özelliği âlemde var olmaktır. Şuur bir oluşun şuuru, zaman şuurudur. Çünkü insan ruh ve beden bütünü halinde yaşayan bir varlıktır. Şuurun ilk hallerine Kierkegaard ölüm korkusu, Heidegger tasa, Sartre ise iç bunaltısı demiştir.
Sosyal şuur ise insanı toplumsal bir varlık yapar ve bir an için onu organik şuurdan uzaklaştırır. Sosyal şuur, toplumun mekân-zaman şemalarına göre kurulmuş bir şuurdur. Sosyal şuurun insani varlıkta rolü büyüktür. Organik şuur ile sosyal şuur insanın varoluşunda karşılıklı etkileşim ile rol alır. Organik ve sosyal şuur ritimler içinde gelişir. Kişi bir bakımdan toplumdur bir bakımdan ise ferttir. Ancak toplum olunca fert, fert olunca da toplum olmaz. Ayrıca organik ve sosyal şuur aynı zamanda zamana da bağlıdır. Çünkü şuur sahibi insan zamani varlıktır. Egzistansiyalist filozoflar insanın bu vasfı üzerinde çok dururlar. Örneğin; jaspers’a göre insanın başlıca faktörü ‘tarihilik’tir. Bu düşünürlerin görüşleri ‘her canlı varlık maddeyi kuşatır’ sonucuna ulaşılır. İnsan ise bu noktada tüm varlıkları kuşatır. Ancak bu egzistansiyalist zaman görüşü doğru değildir. Çünkü bu süreç içerisinde insan, yaşlanacağını ve öleceğini bilir. Yani oluşu bilen bir varlıktır. Şuurun zaman dışı ve zaman diye iki tür şuuru vardır. Zaman dışı olan şuur, Yunanlıların ‘logos’ ve ‘nous’ dediği, İslam filozoflarının ise ‘nur’ diye ifade ettiği şuurdur. Sühreverdiye göre nurdan nura yükseliş varlık tabakalarının aydınlanması ortaya çıkması demektir. Bu yükseliş sonunda nurlar nuruna yani Allah’a ulaşır. Jaspers ise buna ‘genel şuur’ adını verir. Egzistansiyalizm zaman dışı şuura önem vermemiştir. Buna ise Sartre’ın ‘varoluş özden önce gelir’ ifadesi açıklar. Eğer zaman dışı şuur olmasaydı geçmişi, geleceği ve bu günü bilemezdik. Çünkü geçmişi tekrar yaşayacak değil, hayalci gençlerin ise gelecekte yaşaması aktüel şuurun ya gevşemiş ya da henüz doğmamış olmasındandır.
Şuur’un Fenomenolojisi – 2
Şuurun ilk olgusu süje ve objedir. Süje ve obje, ruh-beden, tez-antitez gibi birbirini tamamlar. Süjesiz obje ve objesiz de süje olmaz. Şuur fenomeni objelerle birlikte bulunan hareketli bir kastlı fiiller sürecidir. Bilmek de bu süreç içerisinde süje ve objenin münasebetleri sonucunda gerçeklerleşir. Şuur işte bu süreç içerinde yani bilmek noktasında diğer varlıklardan ayrılan bir özelliktir. Obje şuur dışındaki bir mekânda ve belli bir mesafededir de denemez. Çünkü peygamberin hayatı bizden 1400 yıl uzaktadır. Ancak süje ve obje bütünlüğü sayesinde bu mesafe silinir. Süje ile obje arasında mantıki bir münasebet yoktur. Çünkü süje ya da obje birbirini içermez yahut biri birinden özellik olarak üstün değildir. Bazı düşünürler buna zihni münasebet deseler de yine de bu karmaşıklığı çözememişlerdir. Bu ifadelere baktığımızda öyle ise, süje-obje fiili, fiziki, ruhi, mantıki münasebetlerin hiçbiriyle açıklanamaz. Bu münasebet ancak tasvir edilebilir. Bu yüzden Husserl’in fenomenolojisi bir açıklama değil, yalnızca tasvir metodu ile kurulmuştur. Süje ile obje birbirini tamamlar. Bu yüzden birinin varlığı diğerini ortadan kaldırmaz. Yani farklı ve zıt olanlar birbirini dışta bırakır ve aynı zamanda tamamlarlar. Schopenhaur’a göre süje objesiz, obje de süjesiz olamaz. Süje gerçekleştikçe obje, obje gerçekleştikçe de süje karanlıkta kalır.
Bu noktada çeşitli filozof ve düşünürün görüşleri ele alınmış ve suje-obje arasındaki ilişkiye –özellikle psikoloji alanında çalışmış düşünürlerin fikirleri ele alınarak- çocuk psikoloji örnek verilmiştir. Çünkü çocuk özellikle de dış dünyayı algılamakta ve ardından kendi beninin farkına varmaktadır. Örneğin; Piaget’e göre çocuk şuuru kendine katlanış ile başlar. Bu daha sonra animizm yani objeye çevrilir. Sanat da bu noktada çocuk şuuruna benzetilebilir. Çünkü sanat da primitif şuur, rüya ya da çocuk şuuru gibi zaman dışılığa işaret eder. Bazı düşünürlere göre mitoloji de şuur dışında gerçektir. Ancak Schelling’e göre mitolojinin şuur dışında gerçekliği yoktur. Politeizm yani çok tanrıcılığın mitolojilerin ürünü olduğunu söyler. Ancak projektif şuurdan objektif şuura geçişe ait ilk esaslı bilgiyi felsefe ve ilim tarihi vermektedir. Felsefede primitif düşünce ile objektif düşüncenin ortasında doğdu. Bu düşünce mitoslar halinde ve ilk olarak sembolleştirme olarak Eflatunda ortaya çıktı. Kader düşüncesi de bununla birlikte varlık gösterdi. Çünkü kader tabiata dalma ve ona karşı koyma olarak mücadeleyi ifade eder.
Objektif şuurun gelişmesi ilmi düşüncenin gelişmesi demektir. Yani ilimlerin gelişmesi objektif şuurun ile paraleldir. Örneğin matematiğin gelişmesi Descartes’in objektif şuura kendini vermesiyle gerçekleşir.
Soyut obje tabiatın temelini oluşturur. Yani tabiat iç münasebetlerini, kanunlarını meydana çıkarma gücü yalnız ondadır. Ancak mitosta bu böyle değildir. Tabiatın genel münasebetlerini kavrama gücüne sahip değildir. Soyut obje objektif bilinç yani şuur alanına aittir ve bilgi cinsinden idealdir. Bilginin ve âlemin kaynağı suje ve obje bütünlüğüdür. Zaman ile mekân arasındaki ilişki sembol ve muhteva ilişkisidir. Zamansız mekân olmaz. Yani her ikisinde de bağlılığı süjeleşme ile objeleşmenin zıtlıklarına rağmen karşılıklı bağlılıkları vardır.
Şüphe bilmenin değil, inanmanın karşılığıdır. Bu yüzdendir ki Descartes “şüphe ediyorum, öyleyse varım” demiştir. Yani “inanmaya hazırlanıyorum” anlamında kullanmıştır. İnsanın ahlaki kişi olması insana insan olarak bakması ile gerçekleşir. Hürlük ise bu noktada irade hürlüğüdür. İrade hürlüğü insanların birbirine kişi olarak bakmaları ile gerçekleşir. İnsan beden olarak hatta beden ve ruh yetilerinin özelliği olarak bir ferttir. İçinde bulunduğu zümre veya zümreler organizasyonu olarak toplumdur. Bu durumda fert ve toplum kişinin iki manzarasıdır. Toplum kişiler arası münasebetlerde derece derece şiddeti artan sözleşme, anlaşma, dayanışma halinde bulunur. Bu münasebetlerin şiddet derecesine göre o toplum, cemaat ve komisyondur. Toplumlarda kişi seviyesi vardır ve kişiler arası münasebetler de söz konusudur. Toplumun olmaması sonucunda kişi, sürü, kalabalık, yığın, çete ve toplantı halini alır. Toplumda duygudaşlık ne kadar kuvvetli ise alet ve şey olarak görme vasfı o kadar silinir. Bu da gösterir ki fertlerin yan yana gelmeleri daima toplumu meydana getirmez. Yalnız yükümlülük ve sorumluluk duyguları olan hür kişiler arasında gerçek dayanışma ve cemaat doğar.
Cansız tabiat çözülme olarak bir yöne doğru değişme halindedir. Bu yöne enerjinin evrimi denir. Bu evrim bir yok olma manzarası gösterir. Her nerede varlık varsa ondan ilerisinde ancak onun imkânı, yani olacak olan vardır. Bu da varlık ve imkânı ifade eder. Varlık sonsuzluğu gerektirir. Sonsuz kendi kendisini kuşatamayacağı için sonsuz şuuru tasavvur edebilir. Varlığın enerji halinde şekil değiştirmesi ise sonsuzca yeni imkânlar kazanmasıdır. Varlığın enerji ile ilişkisine bakıldığında öncelikle varlık bir oluş içerisinde enerji olarak değişme halindedir. Yani mekân ve zamanda belli bir hareketi ve değişimi vardır. Bu düşünce Elealı Zenon’a kadar giden felsefi bir düşüncedir. Heisenberg’in ‘kesintisizlik teorisi’, Einstein’ın ‘izafiyet teorisi’ varlığın zamandaki hareketini ifade eden örneklerdendir.
Enerji olan ve olacak olan şeydir yani mümkün varlıktır. Bu yüzden enerjinin varlığı varlık halindedir. Madde enerjinin başka bir manzarasıdır. Ya enerji yoğunlaşarak madde halini alır ya da madde çözülerek enerji haline geçer. Âlem Einstein’a göre zamanı sonsuz, mekânı kapalı bir eğri olduğu için sınırlıdır. Yani âlem sonsuz bir harekete sahip sonlu bir küredir.
Maddi varlık hem gerçek hem de imkândır. Mutlak değişme dağılmadır. Mutlak değişmezlik hareketsizlik ve ölümdür. Maddi varlık yalnız mekani varlıktır. Maddenin bir evrimi vardır ve bu evrim sonlu varlığın başlangıç vasfıdır. Maddi varlıkta mekânın mahiyeti genişleme, şişme ve daralma şeklinde olur. Antik felsefede madde şekilsiz bir güç, varlığın alçalması ve yok olması gibi olumsuz anlamlara sahiptir. Ancak çağdaş felsefede Materyalizm denen akım maddeye bütün varlıkların kökü, devrimlerle üstün varlıklar kendinden doğan yaratıcı varlık anlamı verir. Minkowsky’nin mekân-zamanı statiktir, fakat boşluktur.
Maddedeki oluş yani değişme birçok düşünürü ve araştırmacıyı zaman içinde değişen enerji ve değişmeye bağlı olarak kâinatın yaşı nedir? Sorusuna yöneltmiştir. Yani evrendeki değişme ‘ilk hal’e götürebilirdi. Bu yüzden çeşitli araştırmalar yapıldı. Örneğin; Gamow, âlemin başlangıcından beri üç safhadan geçtiğini söyler:
a-   Patlama safhası
b-   Kesifleşme safhası ve
c-   Şimdiki safha
Kâinatın başlangıç tezini savunanların bir kısmı kelâm görüşüne bir kısmı ise filozoflara yakındır.
Canlı varlık imkâna doğru açılmış daha üstün bir mertebededir. Yani maddenin imkânlarına göre canlının imkânları daha geniştir. Canlı varlık ile madde arasındaki ayrımları, Hylozoism, Animisme, Mecanism, Vitalism, Yeni Vitalism, Psiko-Biyoloji gibi akımlar ifade etmiştir. Canlı için vardır diyemeyiz, var olacaktır diyebiliriz. Örneğin; Bergson’a göre madde parçalanmaya, bölünmeye elverişli olduğu halde, hayat meydana gelmekte ve devam etmektedir. Canlı daima yaratış ve spontanelik değildir. Varlığını, kendi varlık şartı olan maddeye bağlı olduğundan dolayı yaşlanma, alçalma, çözülme ve dağılma vasıfları vardır.
Canlı aynı zamanda hem sebat hem de değişme olarak görünür. Özümseme cansız varlıkların canlılarda eriyerek hayat bulmasıdır. Bir yerde özümseme varsa orada hayat da vardır. Buna en iyi örnek virüslerdir. Virüsler canlı ortama girerek hayat kazanırlar. Fertleşme canlı varlıkta başlar. Fertleşme özümsemedir, yayılmadır. Fertleşme, taşkın bir özümsemeye yüklenmiş sınırlamadır. Bütün-fert münasebeti canlı varlıkta kendini daha açık olarak gösterir. Canlı varlığın gelişimi onun evrimini de ifade eder bir anlamda. Evrim bir olgudur. Bergson bu evrimi, bütün varlıkların dinamiğinde bulunan “hayat hamlesi” fikriyle açıklamaya çalışır.
Canlının evriminde ağaç dalları gibi açılmanın ileriye veya yana doğru iki manzarası vardır. Canlı varlığın evrimi ile ilgili evrim teorileri vardır. Lamarcism, Darwin, Ernst Heackel, Weismann ve Naegeli’nin araştırmaları, Hugo De Vrier ve Mendel’in önce bitkiler ardından da hayvanlar üzerindeki mutasyon tecrübeleri, Eimer’in teorileri, Yeni Darwincilik, teorileri evrim teorilerine örnek verilebilir. Bu teorilerin en önemli özelliği ırkçı düşünen kişilerin işine gelmiş olmasıdır. Faşizm gibi bir ideolojinin ortaya çıkmasına neden olmuşlardır. Bunun yanı sıra Alman felsefesini de önemli ölçüde etkilemişlerdir. Evrim olguları parçalıdır ve aralarındaki boşluklar doldurulamamıştır. Evrimin ortak özellikleri:
1-   Evrim tekrar edilemez ve aksedilemez.
2-   Vergi evrimi ile madde ve enerjiye ait olan evrim karıştırılmamalıdır.
3-   Evrim ilerleyici veya gerileyici olabilir.
4-   Gerileyici veya ilerleyici evrimlerin türlü problemleri vardır.
5-   Devreli evrim ya da ihtiyarlama canlılara ait bir özelliktir.
bu sonuçlara bakılarak evrim yalnızca dış faktörlerin etkisiyle gerçekleşmez. İç faktörlerde bu noktada oldukça önemlidir.
Canlı varlık insanda içgüdü ve ona bağlı yetiler olarak beden, canlı varlığın olgunlaştırıcı fonksiyonunun gelişmesinden doğan zekâ, düşünce, dil, alet yapma, eğitim oarak ruhtur. Düşünce insanın en önemli vasfıdır. İnsana sübjektif ve objektif şuur güçlerini verir. Ancak insanın biyolojik özelliklerine bakıldığında insan, diğer canlılara oranla daha geç gelişir ve olgunlaşır. Örneğin; sinekler yumurtadan çıktığı gibi uçar, ördekler doğdukları gibi yüzerken insanın gelişimi 20-21 yaşlarındayken gerçekleşir. Ancak şu açıdan bakıldığında insan doğduğu gibi beyin kabuğu hızlı bir şekilde gelişir ve alıcıları kuvvetlidir. Vicdan ve şuur çocuğun büyümesiyle birlikte olgunlaşmaya başlar. Ruh hastalıklarında da vicdanın gerçekleşmesini engelleyen haller ortaya çıkar. Bu da yetişme döneminde kritik süreçlerin aşılamaması, kişiliğin gelişmemesi sonucunda gerçekleşir. Vicdan üstün bir evrim derecesidir ve fert-toplum krizinin aşılmış olmasına, kişiliğin normal işlemesine bağlıdır.
Bu iki kavramda soyut kavramlardır. Burada mutlak varlık ele alınır. Mutlak varlık başı ve sonu olmayan zamansız ve sonsuz bir varlıktır. Ancak zamanda bu zamansız varlığa bağlıdır. Bu durumda zaman sonsuzluğun içinden bir kesit, sonsuzluğa göre sonlunun değişme ölçüsüdür. Zaman ve sonsuzluk fikrini ilkçağ düşünürleri de ele alır. Özellikle Parmenides’in varlığa yüklediği özellikler bu anlamda önemlidir. Kant, Leibniz zamanı ele almış düşünürlerdir.
Varoluşçuluğa ait zaman fikri ize tamamen yeni felsefeye özgüdür. Ancak köklerini yine ilkçağ’dan alır. Örneğin, Herakleitos varlığı oluş sayar. Augustinus’ta ise “hatırlamak” ve “ümit etmek” zamanın boyutlarıdır. Sartre’a göre insan âlemde kendisi için vardır. “varlık ve yokluk” adlı eseri bu düşüncelerin açıklanmasında önemlidir. Heidegger ve Bergson da zamanı, yaşayan, şuur sahibi olan varlık insandır. Karl Jaspers ise varoluş fikrine hem ilim hem de felsefe yolundan yaklaşmış bir düşünürdür. Jaspers zamanın akışını engelleyen durumları ölüm, ıstırap ve hastalık olarak gösterir. Egzistansiyalizmin bu düşüncelerine rağmen eksik ve yetersiz düşünceleri de vardır. Çünkü insanı aşkın varlıktan ve tabiattan uzaklaştırmıştır.
Varlık konusu içerisinde “Hürriyet” meselesi de ele alınmıştır. İnsan hür müdür? Sorusu üzerinde durulur da çok. Özellikle Kant bu konu üzerinde durmuştur. Varoluşçulara göre şuur hürriyettir. Varoluşçularda da hürriyeti ele alan Merleau-Ponty’dur. Ona göre “ben” hürdür. Hürriyet sıfırdan başlamaz hürriyet, hem âlemden hem de âleme doğmaktır. Sınırlı hürriyette Merleau-Ponty, mutlak hürriyette ise, Sartre önemli düşünürlerdir. Sartre’a göre varoluşlar karşılıklı hürriyetlerin bozulması ile olur. İnsan ona göre, hür olmaya terk edilmiş bir varlıktır. İradi fiil ve hür fiil tam olarak insanda ortaya çıkar. İnsan sonlu varlığı içinde zamansız bir şuura sahip olduğu içindir ki sonsuz varlığa yönelir. Bergson hürriyeti ontolojik olarak inceler ve derin şuurda yani şuurun dinamizminde arar.
İnsan, hürriyetini çaba ile kazanır. Çaba ize tehlike zevkinden ölümü hiçe saymaktan gelir. Ruh insanın üstün yönüdür ve hürriyet ise bu üstün yön ile ilişkilidir. Bu yüzden insan dince ve hukukça kanunlar önünde yaptıklarından sorumlu tutulmuştur. Çünkü sorumlu olmak için hür olmak gerekmektedir. “Biz emaneti göklere ve yerlere verdik, onlar kabulden çekindiler. Sonra insana verdik, o kabul etti. Çünkü zalim ve cahildi.” Ayeti de insanın sorumluluk ve şuur sahibi varlık olduğuna işaret eder. Kierkegaard “ben nedir?” sorusuna “Hürriyet” diye cevap verir. Heidegger’e göre ise varoluş ve hürriyet aynı şeydir. Sartre’a göre de insanın en bariz vasfı hür olmaya mahkûm olmasıdır. Bunun için de ne âleme ne de başkalarına açılmayan yalnızlık içindedir.
Hegel zamanla hürriyeti birleştirmiştir. Her kurtuluş ona göre oluşta yani sentezde gerçekleşir. Bu noktada benin başka benlerle ilişkiye girmesi ve sosyalleşmesi ele alınır. Birçok düşünür benin diğer benlerle münasebet içerisinde olması gerektiğini söyler. Münasebet yalnızca benler değil ancak benler aracılığıyla başkalarına aktarılmaktadır. İnsanlığa ve sonsuzluğa açık olan inanış hürriyetlerin en yüksek derecesidir.
Düşüncenin en üstün şekli kavrayan, yani insanda ortaya çıkar. Bu da karşılıklı çatışmalar şeklindedir. Hiçbir davranış tek cevaplı değildir, çeşitli yollara ayrılabilir. Bugün ortaya çıkan çatışma ve kavgalar ise bu çok çeşitli yollar yüzündendir. Mümkün yolların çıkmaza girmesiyle de birlikte problemler ortaya çıkar. Bu problematikler ise, insan ilimlerinden doğan problematikler, fizikten ve canlılar ilminden doğan problematikler, mantıktan doğan problematikler, felsefeden doğan, bir-çok, tecrübe-akıl şeklinde ortaya çıkan problemlerdir. Bu tartışma ve karşılaştırmalar ilkçağdan günümüze kadar devam etmiş tartışmalardır. Örneğin; Realizm-İdealizm karşıtlığı zamanla Realizm-Nominalizm karşıtlığı halini almış ve son halini ise günümüze varoluş felsefesi olarak gelmiştir. Bunun yanı sıra Dogmatizm-Septisizm, Mekanik-Organik, Bütün-Fert ilişkileri de ele alınmıştır. Sosyalizm bütüncülüğü, Liberalizm ise fertçiliği temsil eden anlayışlardır. Birçok antinomi ilkçağdan günümüze kadar çeşitli şekillerde gelmiştir. Kant fenomen kavramını görünen alem için ele alırken Husserl tam tersi olarak görünmeyen aleme atfetmiştir.
Bütün bu antinomiler içerisinde tarafsız bir görüş sergilemeye çalışmış olan Pragmatizm’dir. Bu anlayış Nietzsche ile başlamış ve son aşamasını ise Bergson’da bulmuştur. Pragmatizm için fayda tarafı önemlidir. Ona göre, bütün doktrinler pratik faydamızı tatmin ettikleri ölçüde doğrudurlar. Tarafsız durmaya çalışan bir diğer düşünce sistemi ise, Pyrron ile ortaya çıkmış olan şüpheciliktir. Bu sistem mutlak ve genel doğruları reddetmiş, her şeye hatta duyu organlarımıza bile şüphe ile bakılması gerektiğini söylemiştir.
Lezgi KARADAĞ
Sh:95-103




[1] Hilmi Ziya ÜLKEN, İstanbul’da 1901 yılında doğmuştur. Babası, Mehmet Ziya Ülken kimyager bir doktordur, anne tarafı Kazan’ın tanınmış müderrislerinden Kerim Hazret’e uzanır. İlk bilgilerini aile dostu İbn-ül Emin Mahmut Kemal Bey’in sohbetlerinden almıştır. Hilmi Ziya, ilköğrenimini, tefeyyüz mektebinde ortaöğrenimini ise İstanbul Sultanisinde tamamlamıştır. Gençlik yıllarında ateşli bir Anadoluculuk taraftarıdır. 1919 yılında Reşat Kayı ile Anadolu Dergisi’ni çıkarır. Anadolu’nun Bugünkü Vazifeleri ilk eserlerinden biridir. 1921’de mülkiye mektebinden mezun olur, ardından İstanbul Edebiyat Fakültesi Beşeri Coğrafya Kürsüsüne tayin edilir. Diğer bölümlerin de derslerini takip ederek felsefe bölümünden ahlak-sosyoloji ve felsefe tarihi sertifikalarını almıştır. Bu arada çeşitli liselerde felsefe, psikoloji ve coğrafya dersleri verir. Umumi İçtimaiyyat, Türk Tefekkür Tarihi adlı kitaplarıyla ilgi çeken Ülken, 1933yılında Berlin Üniversitesi Devlet Kütüphanesi’ne gönderilir. Türkiye’ye dönüşünün hemen ardından Edebiyat Fakültesi Türk Tefekkür Tarihi doçentliğine atanmıştır. 1936’da İçtimai Doktrinler Tarihi öğretim üyesi olur. 1940’da Von Aster’ in isteğiyle Felsefe Profesörlüğüne, 19442de İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü Sanat Tarihi profesörlüğüne getirilmiş, 1957’de ordinaryüs profesör olmuştur.
   Yaşamının her safhası, kitaplar arasında geçmiş, yüzlerce makale yazmış, kitaplar ve çeviriler hazırlamıştır. Fransızca ve Türkçe çeviriler almış, dergiler yayınlamıştır. Sebahattin Eyüboğlu ve Celalettin Ezine ile birlikte çıkardıkları İnsan dergisi entelektüel kesimde epey ses getirir. İlgi göstermediği alan hemen hemen yok gibidir. Başta İslam felsefesi, Türk tefekkür tarihi, doktrinler tarihi, sosyoloji, sistematik felsefe, bilim felsefesi, mantık, sanat, estetik derslerini yıllarca okutmuş, sayısız öğrenci yetiştirmiştir. Aynı zamanda iyi bir edebiyatçı olan Hilmi Ziya Ülken, Posta Yolu, Şeytanla Konuşmalar, Yarım Adam adlı romanlar yazmış, şiirle de ilgilenmiştir. 1918-1920’lerde kara kalem, 1940-1945 yılları arasında yağlı boya ve 1967-1970 yılları arasında kompozisyon çalışmaları ile resim alanında çalışmalar veren Ülken, hat sanatı ve müzikle de uğraşır. Pek çok alanda ilgisini ve başarısını ispatlamış olan bu ünlü Türk düşün adamı 5 Haziran 1974’de yaşamını yitirmiştir.   
[2] Taşkın Takış, ”Değerler levhasının tersine çevrilişi: Hilmi Ziya Ülken”, Doğu Batı Dergisi, Sayı 12, Ağustos-Eylül-Ekim 2000, s.87.
[3] Hilmi Ziya, kompleks bir yapı oluştururken dyadolojik bir yöntem (ilerde değinilecektir) takip edilerek düşüncelerin çift karakteri üzerinde durmuştur. Ülken bu yöntem sayesinde her disiplini kendi sahasından çıkarıp öteki disiplinlerle karşılaştırarak bilimlerin temas noktalarını aramıştır. “Bilgi bize gerçekleri, onlara ait tahlil ve terkipleri verir. Fakat gerçekler bilgiyi parçalar, çokluklar halinde kalır. Ne fizik, ne biyoloji, ne sosyoloji bizi bütün olarak varlığa ve onunla bağlantımızı kuran eyleme götürür. Fizikten çıkan pratik onun tekniği olan türlü araçlardır. Biyolojiden çıkan pratik onun teknikleri olan tıp dallarıdır. Psikoloji ve sosyolojiden çıkan pratikler eğitim ve insan yönetme sanatları olan pedagoji ve politiktir. (Hilmi Ziya Ülken, Aşk Ahlakı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999, s.155)
[4] Mantık terimlerinde tümdengelimsel akıl yürütmenin genele karşı özeli hiçe sayan, indirgemeci bir mantık çeşidi olduğu açıklanır. Francis Bacon’dan itibaren benimsenen yeni tümevarımsal akıl yürütme ise gözleme dayanan objektif ve bilimsel yöntem olma iddiasındadır. Ancak Hilmi Ziya Ülken, bilimlerin gelişiminde yeni tümevarımsal akıl yürütmenin etkinliğini kabul etse de tüme varımın indirgemeci ve analojik hatalarını da unutmamıştır. Lavosier, Boyle, Huyghens’in nerelerde yanıldığını göstermiştir. Bu konuda Hume ve Reichenbach’ın tümevarımsal akıl yürütme konusundaki eleştirilerine katılır. Ülken’ e göre tümel kavramların çatışkı ve dikotomilerden kurtulması imkânsızdır. (Hilmi Ziya Ülken, Bilgi ve Değer, Aytemiz Kitabevi, Ankara, 1956, s.152-162) Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta, Hilmi Ziya Ülken’ e atfettiğimiz söz konusu indirgemecilik karşıtı davranışlın yalnızca ahlaki bir kaygı olmayıp epistemolojik bir tutum olarak kendini gösterdiğidir.
[5]Taşkın takış, “Değer levhasının tersine çevrilişi: Hilmi Ziya Ülken”, Doğu Batı Dergisi, Sayı:12, Ağustos-Eylül-Ekim 2000, s.90
[6] Hilmi Ziya Ülken, Sosyolojiye Giriş, s.16
[7]Emile Boutroux, (1845-1921) Fransız düşünürüdür. Emile Boutroux 28 Temmuz 1845'te Montrouge'da doğdu. On yaşında IV.Henri lisesine girdi. Klasik öğrenimini burada yaptı. Yirmi yaşında Ecole Normale girdi; orada Jules Lachelire'nin talebesi oldu. Onun psikoloji derslerini takip etti. Ondan çok etkilendi. Bergson ve Blondel'in hocası olan Boutroux'nun temel eseri Doğa Yasalarının Olumsallığıdır. O, metafizik alanında, radikal bir olumsallık ve belirsizlik anlayışı geliştirmiş ve doğada zorunluluğun yalnızca görünüşte var olduğunu öne sürmüştür. Nitelik görüşünün niceliği temele alan görüşe baskın çıkması gerektiğini, amaçlılığın mekanik hareketin üstünde olduğunu, neden sonuç bağlantılarının ötesinde ise olumsallık ve ilerlemenin bulunduğunu öne süren Boutroux, Maine de Biran'ın da etkisiyle, dini tecrübenin psikolojik ve sosyolojik bir yaklaşımla ele alınmasına şiddetle karşı çıkmıştır.
   Ülken, Boutroux’ u çağdaş Fransız felsefesinin ana kaynağı olarak görmektedir. Boutroux hem Biran’dan gelen Fransız spiritüalist geleneği devam ettirmiş hem de Bergsonizmin temellerini hazırlamıştır. Düşünür anti-mekanist bir evren telakkisi geliştirmiş, tabiat kanunlarındaki imkân meselesini metafizik bir açıdan değerlendirmiştir. Ülken onun Tabiat Kanunlarının Zorunsuzluğu Hakkında adlı eserini 1947’de Türkçeye çevirmiştir.
[8] Baruch Spinoza (24 Kasım 1632 (Amsterdam) – 21 Şubat 1677 {Lahey) ) , Benedictus de Spinoza veya Bento d'Espiñoza olarak da bilinmektedir. René Descartes ve Gottfried Leibniz ile birlikte 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Zamanında anlaşılmayan pek çok filozof gibi Spinoza da yanlış anlaşılmanın ve anlaşılmamanın muhatabı olmuş, tuhaf bir çelişkiyle hem en büyük din düşmanlarından biri sayılmış, hem de eserinin temel kaynağının Tanrı sevgisi olduğu söylenmiştir. Bunlarla birlikte Spinoza'nın tam bir bilge yaşamı yaşadığı belirtilebilir. En büyük eseri Ethica isimli kitaptır.
9 Spinoza'nın düşünce kaynaklarında farklı etkilerin olduğu söylenebilir. Onun zor anlaşılan ya da tamamen zıt yönlerde anlaşılan felsefesinin oluşumunda bir yanda Yahudi mistiklerini, İslam düşünürlerini, skolastikleri, 17. yüzyılda çok önemli gelişmeler kaydeden doğa bilimlerini, Giordano Bruno ve özellikle onun panteizmini ve bütün bunların ötesinde Descartes'ı ve Kartezyen felsefeyi buluruz. Bir anlamda bunlara bağlı olarak onun felsefi sorununun töz sorunu olduğunu, bu eksende varlık problemine yöneldiğini söyleyebiliriz. Beden ve ruhun birbirlerine olan üstünlükleri yerine paralelliklerini savunan Spinoza ereksel bir nedenselliğe de karşı çıkmıştır. Bununla birlikte aşkın bir tanrı anlayışı yerine içkin bir doğa anlayışı getirmiştir. Böylece ruhun bedeni yönettiği insan biçimli tanrı fikri yerine bütün çeşitlilikleri barındıran ereksel olmayan tek bir doğadan bahsetmekle beraber insandaki temel üç yanılsamayı tasvir etmiştir. Ereklilik çerçevesinde; Bilinç, özgürlük ve tanrı bilimsel yanılsama. Spinoza'nın felsefi çalışmalarının anlaşılmak ve değerlendirilmek bakımından özel zorlukları olduğu bilinen bir gerçektir. Kullandığı kavramlar, bunlara getirdiği tanım ve açıklamalar birçok farklı yollardan yeniden sorgulanabilir ya da değerlendirilebilir görünmektedir. Bu yalnızca Spinoza'nın bir yanda 'Tanrı-sarhoşu, öte yanda din ve tanrı düşmanı olarak değerlendirilmesi meselesinde ortaya çıkmaz, bir bütün felsefi sisteminin anlaşılmasında özel bir sorun yaratır. Felsefenin bildik terimlerini kullanmakla birlikte, Spinoza'nın kendi metafiziğini kurarken bu terimlere sağladığı anlam katmanları ve terimleri birbiriyle ilintilendirme tarzı onun sisteminin anlaşılmasını güçleştirmiş ve bunun yanı sıra pek çok farklı şekillerde yorumlanmasına yol açmıştır.
Temel yapıtı Ethica ilginç özelliklere sahiptir. İlkin burada Spinoza'nın felsefi çalışmasına bilimsel bir konum kazandırmaya çalıştığı söylenebilir. Rasyonalist filozofların matematikten etkilenmeleri ya da onu model almaları Spinoza içinde geçerlidir, ancak Spinoza matematikten çok geometriyi benimser ve yapıtlarında geometrik yöntemi kullanır. Ethica'nın alt başlığı bu bakımdan örnektir: Geometrik yönteme göre kanıtlanmış olan ahlak. Yorumcuları, çalışmanın ağır yapısının buradan kaynaklandığında hemfikirdirler. Ethica'nın hem biçimsel yapısın hem de içeriğini geometrik yöntem şekillendirir. Ethica'nın temel kavramları olan töz, nitelik, görünüm, nedensellik bunlara örnek olarak verilebilir. Spinozacı metafiziğin nasıl bir ontolojiye sahip olduğu, Tanrı ya da Doğa dediğinde ne demek istediği, insanın doğadaki yerinin nasıl ele alındığı, özgürlük ve zorunluluk ilişkisinin nasıl değerlendirildiği önemli boyutlar ve sorunlar içerir; Spinoza bu bakımdan etkisi geç anlaşılmış ve anlaşıldığı andan itibaren sürekli yeniden değerlendirilir bir filozof olmuştur.
[10] Bkz., İnsani Vatanseverlik, s.86
[11] Hilmi Ziya Ülken, Telifçiliğin Tenakuzları, Mülkiye Mecmuamsı Neşriyatı, İstanbul, 1933, s. 4
[12] Ülken’in Werner Sombart hakkındaki görüşleri ileriki yıllarda yumuşamaktadır. Tarihi Maddeciliğe Reddiye’de Sombart mukayeseli sosyoloji çerçevesinden okunur. Sombart’ın iktisadi tabakalardaki sınıf gerginliği ne denli hakikatse ulus, zümre, ırk ve dil gibi unsurların gerilimi de o denli hakikattir düşüncesine dikkat çekilir (Hilmi Ziya Ülken, Tarihi Maddeciliğe Reddiye, İstanbul Kitabevi, İstanbul, 1981, 4. Baskı, s. 198).
[13] Konu ile ilgili ayrıntılı bilgiler için bkz: Hilmi Ziya Ülken, Siyasi Partiler ve Sosyalizm, Anıl Yayınevi, İstanbul, 1963, s.46-47, s.77-83, s.91-93, s.95-109, s.151-158.
[14] Ülken, Bernstein’ın çift karakterli yeni marksist kuramını eleştirse de Sombart örneğinde olduğu gibi sonraki çalışmalarında ideolojileri tek kutupluluğundan çoğulcu kavramlarına bir geçiş yaşanmaktadır.
[15] Hilmi Ziya Ülken, Yirminci Asır Filozofları, s.397.
[16] Determinizm evrenin veya olayların ya da bir bilimsel disiplinin alanına giren tüm nesne ve olayların önceden belirlenmiş olduğu, onla­rın öyle olmalarını zorunlu kılan birtakım yasa veya güçlerin etkisiyle meydana geldikleri­ni ileri süren öğretiye verilen addır. Başka bir söyleyişle felsefe bağlamında, ahlâ­kın kapsamına giren seçimler de dahil, bütün olayların Özgür iradeyi ve insanın başka türlü davranabilme imkânını kabul etmeyen birta­kım önceden var olan zorunlu nedenler zinci­rinin zorunlu olarak belirlediğini savunan te­oridir. Buna göre insan iradesinin söz konusu zorunlu nedenler zincirine etkisi olmadığın­dan olayların meydana gelişinde nedenlerin gücü bulunmaktadır. Böylece nedensellik ilke­si determinizmde temel İlke olarak kabul edil­mektedir. Çünkü determinizme göre evrende akli bir yapı ve düzen vardır, dolayısıyla belirli nedenlerin veya durumların bilgisine sahip olunduğunda, o nedenlerin veya durumların ortaya çıkartacağı olayların bilgisini elde et­mek mümkündür. Nitekim Spinoza'nın külli determinizm olarak nitelenen determinist an­layışı objektif akılcılığın ulaştığı tam ve kesin determinizm olarak nitelendirilir. Fakat deter­minizmin klasik öğretisini XVIII. yüzyılda Simon Laplace ortaya koymuştur. Laplace'a göre, evrenin bugünkü durumu, önceki durumunun bir sonucu ve bundan sonraki du­rumunun İse bir nedenidir.

[17] Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, Dergah Yayınları, İstanbul, 1978, 2. Baskı, s.61.
[18] Millet ve Tarih Şuuru, s.22.
[19] [19] Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, Dergah Yayınları, İstanbul, 5. Baskı, s.23.
[20] “Zannediyoruz ki en ileri memleketlerde olduğu gibi mükemmel şoseler, demiryolları, limanlar, kanallar, okullar, kütüphaneler, bankalar gibi tesisler vücuda getirmek Türkiye’yi Batı medeniyeti seviyesine yükseltebilir. Hiç düşünmüyoruz ki, biz bunlardan daima yoksun olagelmişken, Batı bunları yoktan çıkarmış ve çıkarmaktadır. Doğunun alçalması yolsuzluk, bilgisizlik ve idaresizlikten geliyor deyivermekle nasıl duraklama ve alçalma sebeplerimiz açıklanmış olmuyorsa, Batının bugünkü ilerlemesi yolları, okulları, ilim kurumlarının mükemmelliğidir veya hükümetlerin iyi idaresinden doğuyor demekle de oranın üstünlük sebepleri açıklanmış olmuyor. Çünkü bilgisizlikle bilgiyi, yolsuzlukla yolları, iyi ve kötü idareleri, hasılı alçalma ve ilerlemeyi yaratan başka asli sebepler var.” (Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s.338.)  
[21] Millet ve Tarih Şuuru, s.17.
[22] Millet ve Tarih Şuuru, s.202.
[23] Hilmi Ziya Ülken, Ziya Gökalp, Kanaat Kitabevi, Ankara, 1958, s.38.
[24]  Hilmi Ziya Ülken, Ziya Gökalp, Kanaat Kitabevi, Ankara , s.36.
[25] Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s.310.
[26] Necati Öner, Cumhuriyet Dönemimizin Bir Filozofu Olarak Hilmi Ziya Ülken, Felsefe Dünyası, sayı:28, Ankara, 1998, s.90.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar