Print Friendly and PDF

"BİR ZAMANLAR BİR İSMET ÖZEL VARDI..." TARTIŞMASI



(4 Ağustos 2003 - Millî Gazete)
"Yazı yazmak" demiş E.L.Doctorow, "geceleyin araba sürmeye benzer. Önünüzü sadece size farların gösterdiği yere kadar görebilirsiniz; ama bu suretle seyahatin tamamına erersiniz." Bu söze itibar edeceksek, ben de geldim geleceğim yere kadar, bitirdim gezimi. Benim için gazete yazarlığı bağlamındaki seyahat tamamlandı. Bundan sonra gazete yazısı yazmayacağım. Yirmi altı sene önce bir yandan inancıma ortak saydığım kimselere laf anlatmak, diğer yandan geçim derdiyle şoför mahalline bir şekilde oturduğum bu arabayı sürmem için hiçbir ahlâki gerekçe kalmadı artık. Neydi gazete yazısı yazmamdaki ahlâki gerekçe? İslamî siyaset yaklaşımı başını dik tutmak istiyorsa, ona destek olmaktı. Çok önemli ve işlev değeri çok yüksek bir işe giriştiğimi düşündüm. Yıllar ve yıllar boyunca çabalarımı hafife almadım. O kadar ki benden başka bir başka kalemle ikame edilebilecek bir tek satır yazmadım. Devran döndü ve benim niyetlerimle olduğu kadar, benim ciddiyetimle ortamın ahvali arasında herhangi bir irtibat bulunmadığı ortaya çıktı.
Bu sebepten dolayı hakkımda "Bir zamanlar bir İsmet Özel vardı.." denilmesi pek yakışık almaz. Ben ortalıkta dönüp duran işlere, çevrilen dolaplara bulaşmadım. Buna mukabil adı duyulmuş biri haline geldim. Adım elbet gizli kalmayacaktı. Lakin benim hedeflediğim şey adımın yaygınlaşması değildi, varlığımın neyle uğraştığının farkına varılmasıydı. Gazete yazısı yazmaya başladığım günden bugüne aradan yirmi altı yıl üç ay geçti. Sonuç benim açımdan ve benim beklentilerim açısından pek parlak değil. Aslına bakarsanız, sonucun parlaklıktan uzak kalmasını ben istedim. Bidayetten itibaren basın hayatında kendine yer açmak isteyenlerden biri değildim. Eğer nefsanî tatmin söz konusuysa edebiyattaki yerim buna kifayet ediyordu. Üstelik neye emek verdiğimi anlamayan insanların benim adımı ağızlarına almalarından oldum olası büyük bir rahatsızlık duyarım, ilk yazımda dedim ki kitle iletişim araçları vesilesiyle yazı işine giren bir Müslüman'ın vazifesi dikkate değer şeyler yazmak değil yazdıklarıyla dikkatlerin Kur'an-ı Kerîm'de yoğunlaşmasını sağlamaktır.
Dikkatler benim yazdıklarım vesilesiyle Kur'an-ı Kerîm'de yoğunlaştı mı? Hayır, hiç öyle olmadı. Meseleye "itibar" açısından bakarsanız yirmi altı senelik gazete yazarlığım pek parlaktır. Meseleyi önümüze "hakikate yönelmek" hassasiyetiyle koyarsak ortada tam bir fiyasko vardır. Demek ki girdiği yazı işinin altından kalkamamış bir Müslüman sayılırım. Neden? Şimdiye kadar elimden, dilimden ve sair azalarımdan ne kadar gavurluk (!) sadır oldu ise hepsinin bir alıcısı çıktı. Gel gelelim, Türklüğüme müşteri bulamadım. Bu başarısızlığı devam ettirerek daha çok rezil olmaya katlanamam. Şimdiye kadar gazete yazarlığı dolaylarındaki işi kovalamamın sebebi sabır göstermemdi. Sabır dediğimiz şey sonu olan bir şeydir. Zamanı gelince sabır taşar. Belli şartlar oluştuğu halde sabrı taşmayan insan eğik bir boyunla ve mağlubiyetle yaşamayı seçen insandır. Artık siyasete dair yazı yazmayacağım. Yazdıklarım hakkında her gün biraz daha battıkları cehaletten aldıkları cesaretle mülahazalarını beyan etme hevesine kapılan kimselere söyleyecek sözüm yok. Onlara artık tahammül edemiyorum. Şimdiye kadar kendilerine gelmelerini, kendilerini bilmelerini ümit ettim. Ümidim boşa çıktı.
Kendini bilenin rabbini bildiği gerçeği bizi aynı zamanda rabbini bilenin kendini bildiği gerçeğine götürmez mi? Hayır, götürmez. Giderek tersi olma ihtimali yüksektir, yani rablerini bilmeyi öne alan kimseler kendilerini unutma akışında ilk sırayı doldururlar. Dikkat edin, "r" harfini büyük yazmadım. "Rabbim Allah, kitabım Kur'an" diyenleri ortamdan ayrı tutuyorum. İçinde yaşadığımız çağ İslâm'ı arayanların onu ancak kitaplarda, Müslümanları arayanların onları ancak mezarlarda bulabildiği bir çağdır. Hal-i hazırda kimin terbiyesi altında bulunuyorsak (bir zamanlar bulunmuşsak değil) rabbimiz odur. Demek ki ne ile terbiye edildiğimiz hakkında edineceğimiz her malumat rabbimizi tanıma yönünde bir miktar ilerlememize sebep olacaktır. Terbiye edeni de terbiye eden vardır diye düşünmekten kendimizi alamayız. En iyisi bir başkasının terbiyesi altında olmayanın terbiyesi altına girmektir. Demek ki kültürün kökeni bizi ilk elden ilgilendirir. Buradan kalkarak aldığımız terbiyenin Türklüğümüzün derecesini de belli ettiğinin farkına varırız. Türkiye'de yaşayanların ne kadarı Türk'tür? Siz bu soru üzerinde düşüne durun. Ben sizin durduğunuz yerden tedirgin oldum, başka yere gidiyorum.
'BENİ ANLAMADILAR' / HABER: ÖMER ÇAKKAL
(8 Ağustos 2003 - Yeni Şafak)
Gerçek Hayat'ın 26 Mayıs'ta çıkan sayısında Cuma Mektupları'nı sonlandıran İsmet Özel, geçtiğimiz Pazartesi günü de Milli Gazete'de kaleme aldığı makale ile gazete yazılarına son verdi.
Milli Gazete yazarı İsmet Özel, geçtiğimiz Pazartesi günü yayınlanan son yazısı ile gazete yazılarına son verdi. 26 Mayıs'ta Gerçek Hayat dergisindeki Cuma Mektupları köşesine veda eden İsmet Özel, bu seferki son'u; "Yirmialtı sene önce bir yandan inancıma ortak saydığım kimselere laf anlatmak, diğer yandan geçim derdiyle şoför mahaline oturduğum bu arabayı sürmem için, artık hiçbir ahlaki gerekçe kalmadı" cümleleriyle anlattı.
Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun olan ve yazı hayatına atıldığı günden bu güne birçok gazete, dergi ve mecmuada yazan İsmet Özel, 1970'li yılların ikinci yarısından itibaren geçirdiği fikri dönüşümün ardından İslamcı çevrelerin kanaat önderleri arasına girdi. Bu tarihlerden itibaren şairlik kimliğinin yanına yazarlık serüvenini de ekleyen Özel, pekçok dergide yazdı. Son olarak haftalık Gerçek Hayat dergisinde Cuma Mektupları adıyla makaleler yazan İsmet Özel, özellikle 'Türkçülük' konusunu işlediği son yazılarında zaman zaman dergi okurundan tepki aldı. Cuma Mektupları'nı aynı dönemde kitap olarak yayınlayan Özel, derginin 26 Mayıs'ta yayınlanan sayındaki şu cümlelerle vedasını duyurdu: "Yazacak şey bitmemiş olsa bile, artık ortada yazılacak 'yer' kalmadı. Benim için daha çok dikkat çekmek suretiyle daha çok yanlış anlaşılmaya tahammül etmenin sınırını artık geçtim."
Geçtiğimiz yıllarda Yeni Şafak gazetesinde de okurları ile buluşan Özel, Gerçek Hayat'taki vedasının ardından iki ay daha Milli Gazete'de yazmayı sürdürdü. Geçtiğimiz Pazartesi günü kaleme aldığı manifesto gibi bir makaleyle 26 yıldır sürdürdüğü gazete yazarlığı serüvenine nokta koyduğunu duyurdu.
Şoför olmak, yolcu olmak..
İsmet Özel'in siyasi yazılar diye tarif ettiği gazete yazarlığından kopuşu, ilginç yorumları da beraberinde getirdi. Yazarın, Milli Gazete'nin özellikle son dönemde izlediği politikadan duyduğu rahatsızlıktan ötürü ayrıldığı ileri sürülen görüşlerden biri. Bir başka görüş ise Özel'in, Yusuf Kaplan'ın Umran'dan ayrılış gerekçesi olan 'söylediklerine karşılık bulamaması' sorununu yaşadığı yönünde. Ancak İsmet Özel yazısının ilk cümlesinde belki de tartışmaların önüne geçmek için ayrılık nedenini kısaca şöyle anlatıyor: "Yazı yazmak" demiş E.L.Doctorow, 'geceleyin araba sürmeye benzer. Önünüzü sadece size farların gösterdiği yere kadar görebilirsiniz; ama bu suretle seyahatin tamamına erersiniz.' Bu söze itibar edeceksek, ben de geldim geleceğim yere kadar, bitirdim gezimi. Benim için gazete yazarlığı bağlamındaki seyahat tamamlandı. Bundan sonra gazete yazısı yazmayacağım."
İsmet Özel makalesinde, yazı serüveninin başladığı tarihten bu yana, şoför olmanın getirdiği zorunlulukla yalnızca kendi yazdıklarını dikkate alabildiğini, gazete yazarlığı serüvenine son vererek artık her tarafı rahatça görebileceğini ifade ediyor. Usta şair, kendisini anlamayanlara kırgınlığını, "Ben sizin bulunduğunuz yerden tedirgin oldum" sözleriyle ifade edip, yazının son cümlesinde başka yere gideceğini duyuruyor.
"Beni anlamak isteyen çaba sarfetmeli"
İsmet Özel daima sözünü ince eleyip sık dokuyarak, sözün mâna ile buluşmasındaki şiddeti en etkili haliyle ayarlayarak yazdı. Oldukça ağır bir dille kaleme aldığı makalelerini anlamakta güçlük çekip, 'Ne var sanki daha açık yazsanız" diyenlere, "Ben anlatmak için büyük çaba sarfediyorum. Anlamak isteyen de azıcık kendini yorsun" diyerek cevap veren Özel, yaptığı işe verdiği önemi son yazısındaki "O kadar ki benden başka bir kalemle ikâme edilebilecek tek bir satır yazmadım" diyerek ortaya koydu.
'TÜRKLÜĞÜME MÜŞTERİ BULAMADIM'
İsmet Özel son yazısında, içinde yaşadığımız çağı, İslâm'ı arayanların onu ancak kitaplarda, Müslümanlar'ı arayanların onları ancak mezarlarda bulabildiği bir çağ olarak niteliyor:
Neye emek verdiğimi anlamayan insanların benim adımı ağızlarına almalarından oldum olası büyük bir rahatsızlık duyarım. İlk yazımda dedim ki kitle iletişim araçları vesilesiyle yazı işine giren bir Müslüman'ın vazifesi dikkate değer şeyler yazmak değil yazdıklarıyla dikkatlerin Kur'an-ı Kerîm'de yoğunlaşmasını sağlamaktır. Dikkatler benim yazdıklarım vesilesiyle Kur'an-ı Kerîm'de yoğunlaştı mı? Hayır, hiç öyle olmadı..
Demek ki girdiği yazı işinin altından kalkamamış bir Müslüman sayılırım. Neden? Şimdiye kadar elimden, dilimden ve sair azalarımdan ne kadar gavurluk (!) sadır oldu ise hepsinin bir alıcısı çıktı. Gel gelelim, Türklüğüme müşteri bulamadım. Bu başarısızlığı devam ettirerek daha çok rezil olmaya katlanamam.
Yazdıklarım hakkında her gün biraz daha battıkları cehaletten aldıkları cesaretle mülahazalarını beyan etme hevesine kapılan kimselere söyleyecek sözüm yok.
· İSLAMİ KESİMİN ÖNCELİĞİ: ÇIKAR / RÖPORTAJ: AHMET TULGAR
(10 Ağustos 2003 - Milliyet)
İslami kesim, AKP'nin iktidara gelmesiyle birlikte yozlaştı. Başını örten kızların bir kısmıyla göbeklerini açan kızlar aynı amacı taşıyorlar.
Cemal Süreyya, İsmet Özel için şöyle bir şey söylemişti: "İsmet Özel'den solcular vazgeçemedi, sağcılar da bir türlü tam sahiplenemedi." Evet, Türkçenin en büyük şairlerinden İsmet Özel, 1975 yılında, o güne kadar ön saflarında yer aldığı soldan kopmuş ve İslami harekete katılmıştı. İslami kesimin,Özel'i sahiplenme sürecindeki tereddüdü bir süre sonra ünlü şairin bu kesimin yıldızı haline gelmesi, getirilmesiyle sona erdi. Özel'in şiiri ise değişmemişti, hâlâ her yazdığı şiir laik gazetelerde de tam sayfa haberlerle duyuruluyor ve okurlarını heyecanlandırıyordu. Ama Özel, bir yandan da günlük, ideolojik yazılara başlamış, İslami kesimin en önde gelen teorisyeni halini almıştı. Bu tam 26 yıl sürdü. Özel'in toplantıları tıklım tıklım dolu salonlarda, rock konserlerindeki gibi bir hayranlık isterisi eşliğinde gerçekleşiyor, onun dizeleri ve davudi sesinden etkilenen birçok genç, kendine İslami mücadele içinde bir anlatı oluşturma kararı alıyordu.
Ancak İsmet Özel, geçen hafta pazartesi Milli Gazete'de yayımlanan "Bir Zamanlar Bir İsmet Özel Vardı" başlıklı yazısı ile İslami hareketle bağlarını fiili ve ideolojik olarak kopardı. Bu karar Türkiye'nin entelektüel dünyasında tam bir şok etkisi yaptı. Şair, bu konudaki ilk ve son röportajını Milliyet'e verdi. İşte, Özel'in çarpıcı açıklamaları:
'Sıkıştıklarında vazgeçiyorlar'
Türkiye'de Cumhuriyet'in neye dönüşeceği sorusu 60'tan sonra sosyalizm olarak cevaplandırıldı. Bu cevap 80'den sonra İslamiyet oldu. Çoğunlukta olan okuryazar insan birinci aşamada, "Sosyalizm gelecek madem, benim payıma ne düşer, ne vermeliyim bunun için? Sosyalizm gelecek madem, ben buradaki yerimi nasıl elde etmeliyim?" düşüncesiyle hareket etti. İşler bu entrikayla yürüdü sosyalist hareket içinde yani.
Ve sonra aynı şey İslamiyet için de söz konusu oldu. Ama bir farkla: "Bu devlet bir İslam devletine dönüşecek madem, o halde benim payıma ne düşüyor, ben ne yaparsam bu işler daha iyi yürür?" sorusunu kimse sormadı kendisine İslami çevrelerde. İslamcılar, sadece "Madem bu devlet İslam devleti haline gelecek, öyleyse ben nereyi kapatayım da, güme gitmemeyim?" düşüncesiyle hareket ettiler. İslamcıların, sosyalistlerden farkı şuydu: Sosyalizm, Batı'nın vicdan azabıdır. İşin içine vicdan girince mesele biraz değişiyor. Şüphesiz ki o zaman bina etme, binaya harç taşıma işi daha acil, daha zaruri bir şey oluyor.
Ama İslamiyet söz konusu olduğunda bir mirasyedilik durumu oluyor. Türk toplumunun kültürel değeri zaten İslamiyettir. O yüzden de İslami siyaset yapan insanlar hazır bir şeyi kullandıkları ve bu yüzden de sosyalistler gibi harç taşımak zorunda olmadıkları için bu hareketi bir yerinden yakalayıp kullanmakla geçirdiler vakitlerini. Aynı bugünkü felaket AKP yönetiminin yaptığı gibi.
Sosyalistler mücadelelerinde büyük sıkıntıya girdiler, öbürleri ise sıkıştıklarında hemen "Tamam, ben savunmuyorum, zaten bu İslamdır" deyip bırakıyorlar. Sosyalistler, İslamcılardan daha samimiydi. İslami hareket, sadece pastanın peşinde.
'İnsanlara konum teklif ediyorlar'
İslami kesimdekiler benim kendilerine benzediğimi sanarak gurur duydular. "Bak, kömünist şair de bizim gibi oldu" dediler. Bu bana bir yıldızlık sağladı. Ama bu aynı zamanda benim ne dediğimi anlamama şartlarını da yarattı. Oysa ben İslamı onların şartlanmalarından bağımsız olarak öğrendiğim için 12'den vuruyordum hep. Ben onların korunma mekanizmalarına ihtiyaç duymadığım için asıl meseleye yöneliyordum. Ben, İslami hareket içinde çok prestijli ama söylediği kulak arkası edilen bir adam olarak yaşadım. İslami kesimde birtakım şeyleri kullanıp sivrilmek soldan çok daha kolaydır. Çünkü Necip Fazıl'dan beri bir tek adamlık, bir üstatlık mertebesi olmuştur bu kesimde. Ve isim sahibi olan insanlar, gizli ve açık olarak buna oynuyorlar. İslami kesimde insanlara asıl meseleden uzaklaşmaları karşılığında birtakım konumlar teklif ediliyor. Ve sonuçta da işte AKP oluyor.
'AKP pastanın peşindeydi, kaptı'
AKP'liler pastayı kapmak isteyen insanlardı. Ve kaptılar da. Kapmak istedikleri şey pasta olduğu için krema da bende olduğu için benim kitaplarımla dolaşmaya başladılar. Bana katılmam için teklifte bulundular mı? Hayır. İsmet Özel'e teklif edilmez çünkü. "Nasıl olsa kabul etmez" diye düşünülür. Ve "Ya, kabul ederse" diye korkulur. Kanal 7'de üç sene program yaptım, bant yayına geçtiler ve "Biz canlı yayında sizden korkuyoruz" dediler. Ben bugün en hafifinden şunu söyleyebilirim ki, AKP'liler içten pazarlıklıdır. Çok daha ağır şeyler söylenebilir tabii. (Bu sırada konuştuğumuz kafenin önünden göbeği açık, derin göğüs dekolteli bir genç kız geçiyor. İsmet Özel, onu işaret ederek sürdürüyor konuşmasını.) Başörtülü kızların bir kısmı bu. Amaçları bu yani. Göbeklerini açan kızlarla aynı amacın peşindeler başlarını örterken.
'İslamcı kesim artık yozlaştı'
Şimdi artık gazetelerde ideolojik yazı yazmayacağım için çok rahatlamış durumdayım. Ben, hayatımı İslami ölçüler içinde düzenlemiş olmaktan pişmanlık duymuyorum. Ama ben bunun bir de yanımda, yöremde benim gibi yaşayan insanlar olması durumunda güzel olacağını düşünerek yaptım. Eğer bende şimdi bir rahatsızlık oluyorsa, bunun nedeni budur. İnsan, kendini biraz soyutlanmış hissediyor. İslami kesim, AKP'nin iktidara gelmesiyle birlikte yozlaştı, kelimenin tam anlamıyla yozlaştı. Artık, İslami kesimde bütün öncelik fakirler için de, zenginler için de çıkar hesabında. Gariptir, nezaket bile kayboldu.
'Ben edebiyatın hasını yaptım'
Ben, edebiyatı hep has, tamamen dünyevi endişelerden arınmış bir çerçeve içinde değerlendirdim. Benim için edebi üretim, o işi dünya ölçüsünde iyi yaptığını göstermekle eşanlamlıydı. Ama benim şiire başladığım yıllarda, yani 60'larda, Türkiye'de edebiyat "Acaba, gerçekten Türkiye'yle ilgili bir yeni endişeye bulaşmalı mıyım?" sorusunu sordu kendisine. Ve sosyalist hareketle bağlantılandırdı kendini. Ben de sosyalist harekete katıldım ama ben Türk edebiyatı için yeni bir şey de yaptım: Devrimci şiir yazdım ve bu yine de şiirdi. O zamana kadar edebiyatçılar Türkiye'de "Sol tandanslı edebiyat sol değerler dışında edebiyat olarak ne taşır?" sorusunu cevaplandıramıyordu. Benim şiirimle beraber bu soru cevaplanmış oldu. Benim edebiyatta yaptığım bu dönüşüm daha sonra bir aşama daha geçirdi. Benim kendimi 1975 yılında Müslüman olarak adlandırmamla birlikte eski arkadaşlarım da dahil olmak üzere birçok insan "Artık şiir yazamaz. Ne yazacak ki; oldu gerici!" dediler. Ama yeni kitabım çıkınca insanlar baktılar ki, "Adam hâlâ şiir yazıyor." Çünkü ben hangi sebeplerle sosyalist olduysam, aynı sebeplerle Müslüman oldum.
'İSMET ÖZEL ASLINDA HİÇ DEĞİŞMEDİ' / HABER: BELMA AKÇURA
(11 Ağustos 2003 - Milliyet)
Şair İsmet Özel'in İslami çevrelere ağır eleştiriler yönelterek bu camiadan kopuşunu sol görüşlüler, "O aslında hiç değişmedi" diye açıkladı. Bazı İslami çevreler de kararı ve yönelttiği eleştirileri "haklı" buldu.
Sol hareketten 1975'te koparak İslami harekete yönelen şair İsmet Özel'in bu kez de İslami çevrelere ağır eleştiriler yönelterek bu camiadan kopuşu farklı yorumlandı. Eski Fikir Kulüpleri Federasyonu'nun da yöneticilerinden olan şair Özel'in önce soldan, sonra İslami hareketten kopuşunu sol görüşlüler, "O aslında hiç değişmedi" diye açıkladı. Bazı İslami çevreler de bu kararı ve yönelttiği eleştirileri "haklı" buldu.
Hüseyin Ergün (Eski Fikir Kulüpleri Federasyonu'nun ilk Genel Başkanı): "İsmet aslında hiç değişmedi. İsyancı tavrını hep korudu; sosyalist iken de dindar iken de aynı isyancı tavrını hep sürdürdü. Onun isyanı insan değerlerinin hiçe sayılması insanın incitilmesi ile ilgili. Ben İsmet'in İslami hareket içerisinde arılığı, duruluğu, içtenliği bulamayacağını biliyordum. Yine de islami hareketin içerisinde bulunması uzun sürdü diye düşünüyordum ama böyle olacağını da biliyordum. Bu kopuşu ve eleştirileri İsmet'in isyancılığına ve dobralığına uygun bir davranış. İsmet'i yine birşeyin içerisinde olursa insanın incitilmesine karşı akımların içinde görmek mümkün olur. Öyle bir gidişin içinde olur diye düşünüyorum."
Veysi Sarısözen (Eski Fikir Kulüpleri Federasyonu yöneticisi): "İsmet benim çok eski arkadaşım; 1960'lar da o Fikir Kulüpleri Federasyonu'nda yönetici iken ben de federasyonun sekreteriydim. Yurtdışında iken İsmet'in mistik bir dünyaya yöneldiğini duyduğumda bu bana tuhaf gelmedi. Çünkü İsmet'in politik yaşamını belirleyen şiir dünyası. Bence zaten şiir sanatında mistik bir yan var her zaman. İsmet şiirleriyle, şiirdeki mistik öğeyle tutarlı olmaya çalıştı. Dolayısıyla bu durum onun o çevreye kaymasını doğal kıldı. Ancak onun düşündüğü mistik dünya, şiir dünyasının içinde var. Politik hayatın içine girdi ve bu kez de İslami politik çevre onun şiir dünyasıyla çatışmaya düştü. Sanırım İsmet hiçbir zaman politikacı olamayacak. Onun yeri kendi şiir dünyasının içinde, başka bir yerde yeri yok."
'Yerini koruyor'
Abdurrahman Dilipak (Vakit Gazetesi Yazarı): "İsmet Özel'in eleştirisi, yozlaşma üzerine. Türkiye Müslüman bir toplum, ancak büyük bir bölümünün hayatında İslamın etkisini göremiyorsunuz. Bu bir gerçek. Dolayısıyla burada İslam'a ve gerçek anlamda Müslümanlara yönelik bir eleştiri yok. Müslüman kesimdeki yozlaşma, yabancılaşmaya karşı bir eleştiri var. AKP'yi eleştirirken de, bu yozlaşmış kesimin rant kaygıları ile AKP'ye yöneldiğini ve AKP'nin bu kesimi temsil ettiğini söylüyor. Benzer eleştirileri Mehmet Akif'in Safahat'ında, ya da Muhammed İkbal'in şiirlerinde de görebilirsiniz. Şevket Eygi de benzer eleştiriler getiriyor. Yoksa Müslüman kimliğe genel bir eleştiri yok. İsmet Özel bir şair. O yerini koruyor."
'AKP hakkındaki değerlendirmeleri çok önemli'
Afet Ilgaz (Milli Gazete yazarı): "İsmet Özel gibi önemli bir şair ve yazarın samimiyetinden şüphe etmek de değerlendirmek de bana düşmez. Özel'in Milli Gazete'den ayrıldığını belirttiğinin ertesi günü, duyduğum üzüntüyü kendi köşe yazımda dile getirdim. Özel'in 'Türklüğüme bir müşteri bulamadım' sözleri gerçekten çok önemlidir. Çünkü bizi Türk olduğunu söylemekten adeta çekinir hale getirdiler. Türklüğe sahip çıkanlar da müslümanlığımızı anlayamadılar. Yani bu konuda büyük bir oyuna getirilmiş bulunuyorduk. İsmet Özel'in düşüncelerine derin bir saygı duyuyorum. Kendi hesabıma konuşursam sosyalist iken de, müslüman iken de aynı samimiyeti taşıdım. Ayrıca Özel'in AKP hakkındaki değerlendirmelerini de son derece dikkate değer ve önemli buluyorum."
(14 Eylül 2003 - Zaman)
İsmet Özel, Faydasız Yazılar kitabında Chuang Tzu'nun peşinden giderek meyveleri için dallarını kimsenin taşa tutmadığı, çok budaklı olduğundan marangozların kesmeye değer bulmadığı, dokusu gevşek olduğu için yakmaya da yaramayan, kimsenin bahçesine dikmek istemeyeceği, şehrin bulvarlarına sokulmayan bir ağaç olmak istediğini anlatmıştı.
Kıraç bir ıssızlıkta, bunalmış bir yolcu, dibinde oturacağı, sırtını dayayacağı bir ağaç buldu diye ferahlarsa bunun ona yeteceğini söylüyordu.
Bu uzun söyleşi, bu portrenin bir izdüşümü oldu sanki. Okurlar, İsmet Özel gerçekten faydasız bir ağaç olabilmiş mi? Yoksa 'Meyvem var diye taşlanıyorum, kerestem mükemmel diye marangozların saldırısına uğruyorum, herkes beni bahçesine ekmek, şehri benimle süslemek istiyor' mu dediği test edilsin. Milliyet'ten Ahmet Tulgar'a İslami kesimden koptuğunu açıkladıktan sonra ortalık birbirine girmiş, soldan, sağdan ve de ortadan pek çok kalem bunun ne anlama geldiğini sorgulamıştı. Bu söyleşi İsmet Özel'in ruhunun temel koordinatlarını çok açık bir şekilde ortaya koyuyor ve yeni tartışmalara aday görünüyor. İsteyen onun dev egosuna takılır, isteyen İslamcılıkla ilgili sözlerinin içeriğine kafa yorar. Sadece şunu söyleyeyim; söyleşi boyunca çok neşeliydi, öfkesini coşkuyla yansıttı, en mahrem sorulardan kaçmadı. Öyle ki ben daha ileri gitmekten çekinip bir noktada durmak zorunda hissettim kendimi. Söyleşi bitiminde, Türk sanat müziğinin çok ağır parçalarından oluşan bir dizi şarkı söyledi. O an, masum bir çocuk gibiydi...
Demek İslami kesimle yollarınızı ayırdınız, öyle mi? Bu eyleminiz, aşağıdakilerden hangisini kapsıyor? A) Bu kesimden insanlarla görüşmemek, B) Bu kesimin yayın organlarında görünmemek, C) Ne halleri varsa görsünler deyip İslami sorunlar üzerinde düşünmemek, D) Merkez medyaya kucak açmak, E) Sadece şiirle ilgilenmek.
Merkez medyaya kucak açmak, küçümseyebileceğim bir şey. Asıl beni bir ahlaki zaaf içinde göstermek isteyen insanların ne halleri varsa görsün diyorum. 59 yaşındayım, itibarlı çevrelere girmek için birçok imkanla karşılaştım. Hiç umrumda olmadı. Ben bir zaman, birileri tarafından itilip kakılmışım da, şimdi, birilerinin imkanlarına mı talibim yani? Asla. Ben tenezzülen, lûtfen yazdım.
Bu ne kibir böyle?
Yıllarca insanlar bana 'Buralarda neden yazıyorsun?' diye sordu. Benim çapımda bir yazarın, o yayın organlarında görülmesi zaten şaşırtıcı bir şeydi. Bu sadece kalite değil, aynı zamanda tutum meselesidir. Yazı yazdığım yayın organlarının politikasıyla benim yazdığım şeyler arasındaki konu, tavır, üslup farkına bakın. Ben fiilen kaç kere yazmayı bıraktım. Ama hayatımı idame ettirmem için bir yerden para almam lazım ve yıllarca yaptığım öğretmenlik de bunu bana sağlamadı.
O zaman nasıl, size ekmeğinizi veren yerde tenezzülen yazdığınızı söylersiniz?
Kim benim ekmeğimi vermiş? Rezzak olan Allah'tır. Ben merkez medyada da çalışabilirdim. O zaman onlar mı benim ekmeğimi vermiş olacaktı? Diyelim bir bankada veznedarım. Bana teslim edilen paraları iç etmedikten sonra, banka idaresinin bana ödediği para lûtfen mi olmuş olur? Hem ayrıca alacaklıyım ben o insanlardan.
Ne alacağınız var?
Ben yıllarca onlara 'İsmet Özel bizim gazetemizde yazıyor' deme imtiyazını bağışladım. Onlar beni beslemek yerine, ben onlara yayın imkanlarının bir şekilde tezkiye edilmesini sağladım. Yıllarca insanlar, bana müracaat etti. Kimileri gelip, dizi konuşmalarının ilkini benim yapmamı, birinci sayıda mutlaka yazımın olmasını istedi. Dolayısıyla onlar bana borçludur. Benim onlara kuruş borcum yok.
Kopmak için neden bunca yıl beklediniz?
Ben sadece sabrettim. Taşmayan sabır sabır değildir, o tahammüldür. Ben o insanların kalitece yükselmelerini bekledim. Ve nitekim, Milli Gazete'yi yazılarımı bastığı için, düşünce özgürlüğüne saygılı bir yer olarak kabul ettim. Hatta şöyle bir olay oldu: Necmettin Erbakan, 'Atatürk sağ olsaydı, Refah Partili olurdu' dediği günün ertesinde, ben Milli Gazete'de şu başlıklı bir yazı yazdım: 'Atatürk sağ olsaydı, İsrail'i durdurur muydu?' Bu, okuyucunun tepkisini çekti. Hatta bir kısmı gazeteye telefon edip, 'İsmet Özel aleyhinde imza toplayalım' teklifinde bulundu.
Bardağı ne taşırdı?
Bardağı, MSP, RP, SP çizgisinin ve tabii AKP de bunun içinde, siyasi bakımdan nasıl bir tezgâhın ürünü olduklarını izah eden bir yazımı Milli Gazete'nin basmakta tereddüt etmesi taşırdı. 'Bu İsmet Özel'in yazısı, ne olursa olsun basılır.' Böyle düşünmelerini beklerdim. Erbakan'ın uyguladığı bir sansür yok. Bilakis, bir keresinde bunlar benim istediğim parayı vermeye cesaret edemediler, Erbakan'a danıştılar, o da rıza gösterdi.
Ayrıldıktan sonra 'Niye ayrıldın?' dedi mi size Erbakan?
Demez. Tam tersine, Erbakan'la bir anlaşma alanımız yok. İsmet Özel isminin bir prestij ürettiğini biliyor, ona itirazı yok. Siyasi kamp bakımından da benim ona muhalif olan bir kampın bir elemanı olmadığımı da biliyor tabii. Erbakan'la bir sorunumuz yok.
Milli Gazete'deki tezgâh nedir?
Türk siyasi hayatındaki ihtiyaçlara cevap verecek bir mekanizmanın bir parçası, siyasal İslam dediğimiz şey. 1973'te AP oylarının bölünmesi gerektiği için MSP'ye yol verildi mesela. 80 sonrasında neyi dolduracaktı, onu tekrar tartışmamız lazım.
Saadet Partisi ile AKP arasında bir fark var mı?
Arada bir fark var. Birisi iktidarda, diğeri değil. İktidarda olduğu için birileri bazı imkanları kullanıyor, öbürleri sanki biz olsak başka türlü yapardık gibi karşılıyorlar. Ben genellikle AKP'nin bir siyasi parti olduğu ve birtakım görüşlerin savunmasını üstlenerek ve bu görüşler adına iktidara geldiği fikrini taşımıyorum. Belli güç odakları tarafından kendi uygulamalarına vesile olabilecek bir kadroyu, daha doğrusu kadrolaşma diyelim... Hazır bir kadro yoktu. Bunlar belli örgünün birer parçaları. Mesela ANAP'lı bir dalga oldukça baskın, MSP'den ziyade. O mânâda ben AKP'yi bir siyasi görüşleri billurlaşmış insanların faaliyetlerinin bir sonucu olarak değil, bir emir yerine getiren konumda görüyorum.
Kimin emrini?
Onu olaylarda görüyoruz. Mesela Irak'a asker gönderme meselesi, gündeme geldiğinde kararsızlığı ortaya çıkan; ama AB konusunda yapmayacağını bırakmayan bir performans sergiledi AKP. Bu demektir ki, sözünü dinlediği bir merkez var.
Türk derin devletini mi?
Ben Türkiye'de devletin, hiçbir derinliği olmadığı kanaatindeyim. Derin olmayan ama birçok unsurun etkilediği bir ortam var. Pervasız olarak bir politik çizgi sunmuyor AKP. Net olarak şöyle yapabilir, sınırları şudur diyemiyoruz. Kendisine bir şey söylenirse ancak yaptığını çıkarıyoruz buradan.
Daha önce de Gerçek Hayat'taki yazılarınıza son vermiştiniz. Oradaki problem neydi?
Onlar beni sadece bir malzeme, bir flaş isim olarak gördü. Ben Gerçek Hayat'ın önerisi üzerine, 'Toparlanın, gitmiyoruz' konuşmaları yaptım. Bunlar, Gerçek Hayat'ta özetle dahi olsa yansıtılmadı. Ki o konuşmalara giriş bileti, Gerçek Hayat'tı. Yeni Şafak'taki problemim de, gazetenin Müslüman olmayan yazarlarına tanıdığı hem maddi, hem manevi yer olmuştur.
Orada Hıristiyan yazar mı var?
Müslüman olmayan deyince Hıristiyan mı anlıyorsunuz?
Bir kulun Müslümanlığını başka kulun ölçmesini doğru mu buluyorsunuz?
'Ben Müslüman kimliğimle öne çıkıyorum' demeyen yazarlar diyelim. Yeni Şafak gazetesinin ortaklarından birinin, gazetede alenen, 'Bundan böyle İslamcı bir gazetede çalışıyorum demeyeceksiniz' dediğini de biliyoruz.
Siz sadece bir yazarsınız. Gazetenin bütün yayın politikası ile ilgili kararı sizin vermenizi nasıl beklersiniz? İstediğine yazdırır. Size ne? Yazınızı yazın geçin.
Tamam helal olsun, ben Yeni Şafak ile o gün bana verilen ücretlerin en üstünü, yani yazarlara ödediklerinin üstünde, üstelik bir misli para vermesi şartıyla kabul etmiştim. Bir yıl sonra zam yapılması gerekti. Yüzde 30 herkese zam yaptılar ve bana yapmadılar. Alenen yüzüme dediler ki: "Biz filanca yazara yüzde yüz zam yapıyoruz, ama onun aldığı, senin almakta olduğuna hâlâ yetişmiyor." Ben de onlara dedim ki: "Ben bu para için yazıyorum, para için yazmıyorum." Çünkü o sırada borçlarım vardı. Ondan sonra birkaç yıl daha sürdü Yeni Şafak'ta çalışmam.
Yani zamsız yazmaya devam ettiniz.
Yo yo hayır. Onlar yaptılar zammı. Ne münasebet? Hiçbir zaman kendimi birilerine mecbur hissetmedim. O yüzden de ayrılmam çok şaşırtıcı olmamalı.
Milli Gazete'den ne alıyordunuz?
En son 635 milyon alıyordum.
İslami kesimden ayrılmanın diğer şıklarına dönelim mi?
İslami kesimle ilişkim neymiş? Ne zaman kurulmuş, ne yapmışım onlarla ortak da bunu ayıracağız? Ben Müslümanlarla müşterek dergi bile çıkaramadım. Bunu istedim, fakat hiç kimse, bir kişi bile arkamda, yanımda olmadı. Siyasi olarak dönen bir dolap var ve ben bunun içinde hiçbir zaman olmadım. Kendim de bir dolap çevirmedim. O bakımdan çok rahatım, hiç dert değil bana İslami kesimin yayın organları. Kanal 7'de üç sene, haftada bir 'İsmet Özel ile Başbaşa' programı yaptım. Ama onlar hiçbir zaman rahat olmadılar bu konuda. 'İsmet Özel acaba ne der, bizi ne bakımdan zor durumda bırakır' endişesiyle, bir süre canlı olan yayın, kısa sürede bant yayına dönüştü.
Ama bir kurum, her şeyiyle, A'dan Z'ye size göre kendini dizayn edemez ki.
Valla edemez ise çok kaybeder.
Siz de kaybedebilirsiniz.
Ben niye kaybedeyim ki? Bir şey elde etmek istemişim de başarısız mı olmuşum? Türkiye'nin ileri gelen ailelerinden birine mensup değilim. Herhangi bir yarışmada birinci gelmedim. Benim İsmet Özel olmamda, Türkiye'nin tutacağı istikamet açısından sıhhatin nerede olduğunu bilip, ona göre zahmet çeken bir kimse olmanın harcı var.
SOSYAL BİR ÇEVREM HİÇ OLMADI
O kesimden insanlarla görüşmeyi de bıraktınız mı?
Benim sosyal bir çevrem hiç olmadı. İnsanlarla temas ettim, ama o insanlar baktılar ki, bu adamla işleri devam ettirmenin fiyatı çok yüksek.
Nedir o fiyat?
Yaşadığımız ortamın eleştirisini üstlenme fiyatı. Yani perhiz yapacaksınız ve lahana turşusu yemeyeceksiniz. Bu perhiz çok ağır geldi insanlara.
İslamcılığı terk ettiniz mi peki?
Hayır, ben sözlerimi İslamcılığı terk edenlere karşı söyledim. İslamcılarla eğer aramda bir mesele varsa onların İslamcı olmayışı yüzünden.
Onlardan kopuşunuzu medyatik bir gösteriye dönüştürdüğünüz yolunda eleştiriler oldu.
Valla bunu eleştiri kabul etmek doğru değil, bu bir tespit.
Niye böyle bir gösterişe ihtiyacınız var?
Gol atmak için.
Vay be! Bu ne hınç?
İçimdeki kırgınlık, bu hıncın daha üstünde. Çocuklarımın başkalarının çocukları yanında daha az imkanlar içinde büyümelerine sebep olacak bir aralıkta yaşadım hayatımı. Çocuklarımın hakkını yedim bir bakıma.
İslami medyada yazıp az para alarak mı?
Tabii. Davama sadık kalmaktan pişman değilim. Ama insanlar orada burada kuyruk sallarken ben belli bir yolu yürüdüm. Hem de ayak seslerimin duyulacağı bir şekilde.
VAKURUM, ASLA KİBİRLİ DEĞİLİM! / RÖPORTAJ: NURİYE AKMAN
(15 Eylül 2003 - Yeni Şafak)
Ahmet Tulgar'ın söyleşi diye sunduğu şey, düz bir metindi. Orada bir çarpıtma var mıydı?
Orada birçok çarpıtma var. Mesela, benim sosyalistlerle İslamcılar arasında bir kıyaslama yapıp, sosyalistleri daha samimi adlandırmam konusundaki çarpıtma. Ben şöyle dedim: Herkes Türkiye'de siyaseti, Türkiye'nin alacağı siyasi resim doğrultusunda yapıyor. Sosyalistler, 'Bir gün Türkiye sosyalist olacak, ben de burada bir yer kapayım' diye, Müslümanlar da 'Bir gün Türkiye İslami bir yer olacak, ben de burada bir yer kapayım!' diye siyaset yaptı. Herkes aslında dünyalığa talipti. Ben bunu söyleyince Ahmet Tulgar araya girip, 'Ama.' dedi, 'Sosyalistler daha samimi değiller miydi İslamcılara göre?' Ben bunun üzerine dedim ki, oradaki fark, sosyalizmin Türkiye'de Batılılaşmanın vicdan azabı olması yüzündendir. Orada yazıldığı gibi Batı'nın vicdan azabı demedim. Sosyalistler, bir bina kurmak üzere, kendi yaptıklarının isabetli olduğunu kanıtlamak için buraya harç taşımak zorundaydı. İslamcıların böyle bir şeye ihtiyacı yoktu. Çünkü, hazır bir İslami kültür var. Türk toplumunun başka bir kültürü yok. İslamcıların bunu istismar etmeleri daha kolay. Sosyalistler ise sosyalizmin haklılığını, Türkiye için yararlı olduğunu göstermek için birçok malzeme taşımak zorundalar buraya. Bir İslamcının, İslamiyet'in Türkiye'nin lehine olduğunu göstermek için birtakım malzemeler taşımasına ihtiyaç yok. Böyle bir fark var arada dedim. Ama bu böyle yansımadı.
Neden tekzip yoluna gitmediniz?
Dedim ya, goldü bu zaten. Milliyet gibi bir gazetede böyle birinci sayfada, Pazar eki bile olsa benim böyle beyanlarımın olması benim için yeterliydi.
Neden Milliyet'i bu kadar önemsediniz?
Milliyeti mi önemsedim? Yok canım, Ahmet Tulgar benimle ilgili bir mülakatı yapmaya razı olacağını bildiğim için ve o da Milliyet'te çalıştığı için. Yani Hürriyet'te olması biraz rahatsız ederdi beni.
Patronları aynı, ne fark eder ki?
Ne bileyim, yani hava meselesi biraz.
Dergah'ta yayınlanan Of Not Being a Jew adlı şiirinizde Müslümanlar arasında kendinizi diasporada bir Yahudi gibi hissettiğinizi öğrenmiştik: "Yükün ağır / He is so heavy / Just because his your brother / Kardeşlerin pogrom sana / Dostlarının eşiğine varınca başlıyor senin diasporan." Bu kadar trajikti yani sizin durumunuz?
Evet ama, bu sadece Müslümanları kapsayan bir şey değil, Türkiye'de yaşayan hatta Türkiye'de yaşamayan Türkiye kökenli insanları bile kapsıyor.
Bu şiir 93'te yayınlandı. On yıl daha beklediniz, köprüleri atmak için.
Köprüleri atmak yanlış. Bir köprü kurmuş değiliz.
Ama kurmuş gibi davrandınız.
Türkiye'de İslamiyet'in posası çıkmak üzere kullanıldığı bir dönem var. Ve ben bu dönemde 'Bu, posası çıkarılacak bir şey değildir'in mücadelesini tek başıma veriyorum. 'Müslüman'ım' diye ortaya çıkan insanları işe yaramaz hale getirmek üzere bir siyasi program uygulandı. Ben bu programın başarısızlığa uğraması için çaba sarf ettim. Benim son yazdıklarıma, 'Vay canına herif neler söylüyor!' diyenler, merak edip, önce yazdıklarıma baktı ve 'Aaaa adam zaten bunu söylüyormuş.' dedi. Bu mücadelemin farkına varmayan insanlarla köprü mü kurmuş oldum ben şimdi? 'Hey ahmaklar' dedim ben onlara. İşin rengi, sizin bildiğiniz gibi değildir. Bunu dilimde tüy bitene kadar söyledim. Dilimde tüy bittikten sonra da artık yeter dedim.
Ama 'tenezzülen yazıyor olmak', o tevazudan yoksun oluş, yazılarınıza siniyordu demek ki.
Ben tevazuyu elden bırakmadım. Tevazu, insanın kendi yerini bilmesi demek.
Lizy Behmeoras'a dediniz ki, 'Müslümanlıkla ilgili aşkın gerçekleri bir Müslüman'la konuşamıyorum.' İyi ama abi, 'En hakiki Müslüman' sen misin?
Ben 'Türkiye'de Müslüman var mı?' sorusuna hep şöyle cevap verdim: Aynaya baktığım zaman bazen görüyorum.
Kendiniz bile her zaman Müslüman değilsiniz yani.
Ben kimseyi tekfir etmiyorum, bu dince haramdır. Pekala bütün Müslümanlar yanlış bir rüzgara kapılmış olabilir, ki bu kanaatteyim. Ben hayatının orta yaşlarında İslamiyet'i seçmiş bir insan olarak çok daha bilinçliyim birçok insandan. Yıllar önce, İzmir İlahiyat Fakültesi'nde konuşuyorlar. 'Niye İsmet Özel, İslamiyet'e bu kadar kıskançlık gösteriyor?' diyor biri. Öteki şöyle diyor: 'Herkesin gözü görüyor. Ama gözü sonradan açılmış olan adam mı gözüne ihtimam gösterir, yoksa doğuştan beri zaten görmekte olan adam mı?'
Sık sık Hz. Ömer'i örnek göstermekten hoşlandınız.
Çünkü Hz. Ömer, İslam'a büyük bir düşmanlık gören bir yerden, İslam aleyhindeki her şeye büyük bir rahatsızlık duyan bir noktaya geldi. Dolayısıyla hiç umrumda değil. İnsanlar, 'Sosyalistti, İslamcı oldu, şimdi de Türkçülük tellerini çalıyor' diyorlar. Hepsi salakça şeyler. Komünist olmam, bugünkü durumumla tıpa tıp yerine oturan bir şey. Ben pozitivist kültür içinde yetişmiş bir insan olarak, o gün komünist olmadığım takdirde, bir gün Müslüman olamayacaktım. Ben de onlara söylüyorum: 'Behey salaklar, ben komünistken siz niye değildiniz? Ben sosyalist değilim demedim hiçbir zaman. Sosyalist olmayı geride bıraktım dedim. O zaman, 'Hah İsmet Özel bak, sen bu kadar zaman vakit kaybettin. Biz bu sırada buradan buraya gelmiştik, gel bunu sana gösterelim' diyemediler. Tam tersine, ben ihtida ettikten sonra, onlara 'Bakın kardeşim, oradan buraya gelmek lazım' diye yol gösterdim.
'Niye o zaman onlar komünist olmadı?' sözünü açmak lazım. Yani dinlerini mi bıraksalardı?
Dinlerini bırakmaları gerekmiyormuş demek ki. O sırada Türkiye için sosyalizm, bugün Irak'taki işgale 'hayır' demek gibi bir şeydi.
Bunun için sosyalist etiketine gerek var mıydı?
Eee... Yok işte, görüyorsunuz. O gün Müslüman kimliğinde olmak, kirli ilişkiler içinde olmaktan ayrılamıyordu. Benim verdiğim karar, bunun üzerine zaten. Şimdi de ayrılamıyor. Ben niye, bu kadar ter dökeyim, gırtlağımı yırtayım yani?
O şiirin sonunda 'Eve dön, şarkıya dön, kalbine dön' diyorsunuz. Ev neresi, nereye dönüyorsunuz şimdi?
Oradaki sıralama içinde eve ve şarkıya dönmenin, kalbine dönmedikçe, bir üretken alan türetemediği tezi işleniyor. Eve dönmek, ülkesinin asli kültürüne dönmektir. Şarkıya dönmek, insanlık için söylenebilecek en güzel şeyi terennüm etmektir. Bütün bunlar kalbe dönmenin aşamalarıdır.
Kalp dediğiniz vahiy mi?
Hayır, Kâbe. Vahiyle, Resullullah'a inen vahyi kastediyoruz. Ama Kâbe'yi Hz. İbrahim yaptı. Ve Kâbe kalp şeklindedir.
Kare şeklindedir.
Benim Muhammed Hamidullah'tan öğrendiğim şekliyle o kalptir. Köşelerden birisi bükümlüdür, ilk yapıldığında mı artık, bakmak lazım metne.
Hep anlaşılamamaktan yakınıyorsunuz ya, şöyle düşündüm. Foucault, Joyce, Baudrilliard, Lacan da çok zor okunan, çok ağır metinler yazan insanlar. Ama hiçbiri sizin gibi anlaşılamamaktan yakınmadı. O kadar öfke dolu olmadılar insanlara karşı. Siz niye böylesiniz?
(Gülerek). Bu entelektüel sahtekârlıkla alakalı bir şey. Bu adamların hepsi şarlatan.
Hadi ya!
Çetin metin yazıyor olmaları, lafı eveleyip gevelemelerinden dolayı. Yoksa sarahaten bazı şeyleri söyleyebilirler, cesaret edemiyorlar. Politik yerlerini tespit ettiğiniz zaman, bunların şarlatanlığını fark edebiliyoruz. Habermas, NATO kuvvetleri tarafından Belgrad'ın bombalanmasının yerinde olduğunu, çünkü Belgrad'ın vahşet odağı olduğunu söylüyor. Daha geçenlerde yine Habermas bir metin yazdı. Bunu da Derida imzaladı. O zaten şarlatanların başı. Bu imzaladıkları şey de, Irak'taki işgali haklı görmek. Baudrilliard dediğiniz adam, Fransız devletine Birinci Körfez Savaşı sırasında danışmanlık yapan adam. Faucoult, Halkın Mücahitleri'yle iş tuttu İran Devrimi'nden önce. Erken öldü. Yaşasaydı ne herzeler yerdi bilmiyoruz. Lacan'ın numarası çok daha derinlerde. Onu söylemeyeceğim. Söylersem işin büyüsü bozulur. Merak etsin millet.
James Joyce'a nasıl şarlatan dersiniz?
James Joyce bugünleri göremeden öldü yazık. James Joyce şarlatan değil. Tam tersine şarlatanlık postmodernlere mahsus.
Siz sanki hayal kırıklığına uğramaktan gizli bir mutluluk duyuyorsunuz. Çünkü herkes sizi anlarsa elinizde onları eleştirme gücü kalmayacak.
Bu kesinlikle doğru. (Gülmeler)
O zaman niye 'anlaşılamıyorum' diye afra tafra yapıyorsunuz?
Ben yanlış anlaşılmayı bile nimet kabul ediyorum. Rahatsız olduğum şey, beni yanlış bile anlamıyorlar, hiç anlamıyorlar şeklinde. Yoksa beni gerçekten anlayacak olsalar, hiç konuşmam. (Gülüyor)
Siz anlaşılmak istediğinizden emin misiniz?
İnsan anlaşılmak ister mi? İnsan ancak sevgilisi tarafından anlaşılmak ister ve bu da mistik bir şeydir. İnsan, 'Rabbim Allah' dediği andan itibaren, yaratıcısı ile kendisi arasında bir sır doğar. Bu sır mutlaka saklanmalıdır. Ve bu anlaşıldığı zaman insan kalitesizleşir. O yüzden beni hiç anlamıyorlar. 'Beni bari yanlış anlayın' diyorum.
Ama canım söz oyunu var burada.
Tabii. Söz oyunu nasıl olmasın? Oyunsuz nasıl yaşanır? Ayet-i Kerîme demiyor mu ki, 'Dünya bir oyundan, oyalanmadan ibarettir' diye. Wittgenstein ne demiş, 'Language games', yani dil oyunları.
Bu kadar dil oyunu yaparsanız, samimiyetiniz sorgulanır hale gelir.
Samimiyetimi sıkıysa sorgulasınlar. Ben gençlik yıllarımdan beri edindiğim tecrübe sonucunda, işkence altında söyleyecek sözümün olmaması dikkatini gösterdim.
Başkalarına durmadan çuvaldız batırıp bir iğneyi bile kendinize çok görmekte hastalıklı bir taraf yok mu yani?
Ben buluğa erdiğim zamandan itibaren yaşamanın dayatmalara boyun eğmekle değil, seçenekler arasında yaptığım tercihle yürütülmesi gerektiğine inanarak yaşadım. O bakımdan birçok yanlış yaptıysam eğer, bu yanlışların hepsini bile isteyerek yaptım. Yani ayağım kaymadı, bir kaza olmadı. Neden acaba ben her zaman haklıyım?
Çünkü çok kibirlisiniz.
Ben vakur bir insanım, kibirli değilim. Benim vakarımdan başka tutunacağım bir dünyevi güç yok. Babam zengin değil. Param, ilmî kariyerim yok. Onun için benim bir vakarım var, onu da elden çıkarmak istemem.
TÜRKİYELİLİK, TÜRK OLUNMAYINCA GÜLÜNÇ KALIYOR
İslamcılardan sıtkınız sıyrılmasaydı, Türklüğünüze müşteri arar hale gelir miydiniz?
Benim İslamcılığımla, Türkçülüğüm arasında hiçbir mesafe yok. İnsanlar anlamak istemiyor. Başlangıçta Türklükten söz etmek, İslam'dan uzaklaşmak içindir. Batılılaşma serüveni içinde Türklüğünü öne sürenler, İslamcılığı yok saymayı mümkün kılar ümidiyle buna yamanmışlardır. Bize Yahudilerin öğrettiği Türklükten bahsetmiyorum ben. Yaptığım Türklük tarifi şu: Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman'a Türk denir. Bu adam Malezya'da da olsa budur, Filistin'de de olsa budur, İzlanda'da da olsa budur. Belçika'da bir Türk köyü var. Modern çağın başlarında, kâfir devlet, bir vergi koymuş. Bu köy demiş ki 'Vermiyoruz bu vergiyi.' Devlet bunlara, 'Nasıl olur da vermezsiniz, Türk müsünüz siz?' demiş. 'Evet' demişler, bu fırsatı yakalayıp, 'Evet Türk'üz vermiyoruz.' Türk köyü olarak kalmışlar, bu vergiyi de vermemişler. Bu köy, Türk köyü adıyla hâlâ Belçika'da var. Demek ki kâfirle çatışmayı göze alan herkes Türk'tür.
Özetle Türklük vurgusuyla şu anda Müslümanların emperyalizmle işbirliği halinde olduğuna mı işaret etmek istiyorsunuz?
Emperyalizm ile işbirliği halinde olan Müslümanlar vardır. Olmayanlar da Türk'tür.
Tayyip Erdoğan'ın başlattığı 'Türkiyelilik' tartışmasına ne diyorsunuz?
Türkiyelilik, Türk olunmadığı takdirde gülünç bir şey. Mesela Bulgaristan'daki Türk diyor ki, ben Bulgar değilim, ama ben Bulgaristanlıyım. Bunun manası ne olabilir? 'Ben Türk'üm' dediği anda, Türk olmanın yükümlülükleri var. 'Ben Türk'üm, ama Müslüman değilim' diyen insanlar, bir şeye ihanet ediyorlar. Neye ihanet ettiklerini kendileri keşfetsinler!
İnsanlarla ilişkilerinizde biraz paranoyak mısınız siz?
Biraz değil, çok! Lizy Behmeroas, bana Yahudiler hakkında paranoyam olup olmadığını sordu. Dedim ki, 'Hayır, Yahudiler hakkında paranoyam yok, ben zaten paranoyakım.'
'Delidir, ne yapsa yeridir' sözünden yararlanmak için mi bu yolu seçtiniz?
Bakınız, paranoyak, komplocu, bunlar birtakım namussuzlukları saklama için birilerinin başkalarını suçladıkları şeyler. Bırak o paranoyak! Neden? Çünkü o diyor ki, filanca işi yapanlar, filanca adamlardır. O ilişkiyi keşfetmiş. Adamın yalan söylediğini kanıtlayamıyorsunuz, ne yapacaksınız? Paranoyak diyeceksiniz ona. Ben bu manada bayıla bayıla paranoyakım.
ERKEKLER ÖKÜZ OLMADIĞI SÜRECE BEN KADINLARA 'İNEK' DİYORUM / RÖPORTAJ: NURİYE AKMAN
(16 Eylül 2003 - Zaman)
İslami kesimdeki imamlık, hocalık, üstatlık, abilik sistemini eleştiriyorsunuz. Yerden göğe kadar da haklısınız. Ama İslam'ı, sizin gibi anlamadılar diye, hırçınlaşarak üstatlık rolüne talip olan siz değil misiniz?
İslami eğitim tarzında hocaya talip olunur. Onun için talebedir onun adı. Ama hoca da talebesini seçer. Yani bir insan, filancadan ders almak isteyebilir, fakat o ders verecek olan da, 'Sen bu dersi almaya müsaitsin veya değilsin' diye karar verir. Hatta tasavvufta, şeyh bazı insanların peşine düşer, müridi olsun diye. Yani çünkü vereceği şeyi o alabilir ancak. Ben şeyhlik, müritlik, üstatlık, ağabeylik sistemini eleştirirken, böyle bir ilişki kurulmadığını, işin tam tersine, hakimiyet ve yararlanma ilişkisi olarak devam ettiğini söylemeye çalıştım. Ben üstat falan olmadım. İlgilendiğim meseleler dolayısıyla uygun çizgiyi tutturacak birisi olsaydı, bunu ret mi edecektim?
Siz ederdiniz valla!
Hayır. Nitekim birçok deneme de benim haklı olduğum şekilde tezahür etti. Tıpkı yayın organlarında olduğu gibi, bireyler de bana yaklaşırken benim havamı, taşıdığım şeyden daha önemli buldular. Şimdi yarım bıraktığım şeyleri tamamlamaya çalışacağım. Çünkü ben bütün bu süreç boyunca, takınılacak tavır konusunda insanlarla yardımlaşmayı, dayanışmayı-elbette benim farkına vardığım şeylerin-onların da farkına varmasını sağlamak için uğraştım.
Ama yine de sizi idol etmelerine müsaade ettiniz. Hiç mi kusurunuz yok bunda?
Başka bir formu yok bunun. Bir adam kahve gürültüsü içinde konuşup, sözlerinin neye değdiğini anlatamaz. Diyelim ki bir kahvehanedeyiz. Herkes patır kütür konuşuyor. Bir adam da 'Biraz sonra bu kahvehane bombalanacak' diyecek. Bu adam, 'Yanındakine söylesene bu kahve bombalanacak' diyemez.
Sandalyenin üstüne çıkıp......
'Susun lan!' der. 'Laga luga yapmayın. Biraz sonra bu kahve bombalanacak!' Böyle demezse hiçbir şey anlaşılmaz. 'Ey muhterem kahvehane sakinleri' diye lafa başlasa herkes ticari kaygılarla böyle konuştuğunu, sirk palyaçosu olduğunu düşünür. Benim de bir şekilde 'Bakın, bu böyledir' demeyi sağlayacak bir üslup tutturmam gerekir.
Bunda, ruhunuzun saygı ve hürmete fazlaca ihtiyacı olmasının bir rolü yok mu?
Yok. Amerikan sosyologlarının haberdar olduğum araştırmalarına göre, politikacılar bu mesleği, daha ziyade anne şefkati arayışı için seçerlermiş. Yakın ilgi bulamadıkları için bunu kitle ilgisi ile telafi etmeye çalışırlarmış. Bu belki isabetli bir yorum olabilir. Mesela Hitler'in Führer olmadan önceki hayatı oldukça karışık. Çok özel sebeplerden dolayı, o siyasi yaklaşımı benimsemiş olabilir. Çünkü J. P. Taylor diye bir İngiliz tarihçisinin söylediğine göre Hitler, en samimi beyanlarını kitleler karşısında yaparmış. Yani Hitler'le konuşmak, onun gerçek görüşünü öğrenmek için yeterli değilmiş.
Sizde de psikolojik bir boşluk var mı?
Varsa bile, benim şiir alanında yaptıklarım, bu psikolojik sorunlarımla baş etmem için yeterlidir. Benim ayrıca bu ideolojik kelam ile bazı şahsiyet problemlerime çözüm aramam, bana göre aydınlatıcı bir bilgi sayılmaz.
Sizin şahsiyet problemleriniz neler ki?
Kendi psikanalizimi mi yapmamı bekliyorsunuz?
Varsa cesaretiniz!
Ben bunları yapıyorum. Ve bu bende kalıyor. Sonra kendimi tedavi etmeye çalışıyorum. Biraz ipucu verin.
O zaman bu sır olmaz. Ben size bir hikâye anlatayım. Anadan doğma bir kör varmış. Ama hayatını iki gözü gören bir insan gibi yaşarmış. Merak etmiş herkes tabii. Ama o, bu konuda hiçbir bilgi vermemiş. Günün birinde kıramayacağı kadar yakın birisi çıkmış karşısına. Demiş ki 'Sen nasıl oluyor da, iki gözü gören bir adam gibi yaşıyorsun?' Ona cevap vermezlikten kaçamamış. Demiş ki, 'Benim, önümde iki tane koç beliriyor. Mesela şu bardağı tutmak istedim değil mi, iki tane koç, bardağın iki yanında duruyorlar, ben ortadan bardağı tutuyorum. Hangi yoldan gitmem gerektiğinde o iki koçun arasında gidiyorum.' Ama sözünü burada kesmiş. Demiş ki, 'Bunları söyledim, koçlardan birisi kayboldu. Bunu söyledim, ikincisi de kayboldu.' Ve adam günün geri kalan kısmını bir âmâ gibi geçirmiş. İnsanın ayakta durmak için kendisiyle ve Rabbiyle sır olan kısmı, başkasına söylemesi, aleyhine olur. Onun için İslam'da bütün hükümler zahire göre verilir. Rüyalar göreni bağlar.
Ama verdiğiniz örnekte sır, pozitif. Ben sizin huysuzluğunuzun sırrını istedim. Yoksa sizin önünüze de size dev aynası tutan şeytanlar mı çıkıyor?
(Kahkaha) Benim önüme çıkan şeytan dünyayı kundaklamaya beni kışkırtıyor.
Özel hayatınızda mutlu bir adam olsaydınız, size sizi yumuşatacak bir kadın eli değseydi böyle bir İsmet mi olurdunuz?
Bu Freud'un sublimasyon yani yüceltme tezi. Freud der ki, 'İnsanlar, sanat eserleri gibi, bilim çalışmaları gibi yüce şeyleri, hayatlarındaki mahrumiyetleri, özellikle cinsel doyumsuzlukları telafi etmek için yaparlar.' Buna gençliğimde ben de inandım. Ama böyle olmadığını Freud'un talebesi Jung'dan öğrendim. O diyor ki: 'Evet, şairler birçok cinsel problemler taşıyan insanlar. Ama aynı problemleri yaşayan insanlar şair olmuyorlar ki.' Yani insanların cinsel tatminsizlik içinde olmaları eğer birtakım davranışları benimsemelerine sebep olsaydı, o zaman o tatminsizlikler kimde varsa onun da bir numara çekmesi lazımdı. Sadece şair olması lazım değil. Mimar olabilirdi. Ama böyle bir şey yok.
Şairliğinizi sorgulamaya ne cüret ederim, ne böyle bir niyetim var. Ama söyleyin, aşkı yaşayan bir insan olsaydınız, bu kadar öfkeli olur muydunuz?
Bilakis, ben bu manada birtakım tatmin fırsatları elde etmiş biri olsaydım belki çok daha cüretkâr ve saldırgan olurdum. Mesela Arapça bilmeyişimi de Allah'ın lütfu olarak yorumluyorum. İyi bir Arapça bilgim olsaydı, şimdi olduğundan çok daha ukala olurdum.
Bundan ötesini ben düşünemiyorum!
Öyle mi? Olsaydı da görseydiniz.
Siz mutsuz bir insansınız, doğru mu?
Çok doğru. Çünkü mutluluğun daha ziyade ineklere yakıştığını düşünüyorum. Saman bulan ineklerin hepsi mutlu olur.
Ama sublimasyonu şimdi yaptınız. Sahip değilsiniz diye küçümsediniz mutluluğu, kendinizi yücelttiniz.
Mutluluğu küçümsediğim yok.
Ama ineklere layık gördüğünüze göre küçümsüyorsunuz.
Boğalar mutlu değil, inekler mutlu.
Mutlu olan boğalar inekliğe mi dönüyor yani?
Herhalde onlar da mutluluğu boğalığı devam ettirmekte bulamayacaklarını anlıyorlar.
Açık konuşun, siz kadınlara inek mi diyorsunuz?
Erkekler öküz olmadığı sürece evet. Çünkü erkek olmasına rağmen öküz, erkekliğini kullanamaz.
Kadınlardan nefret mi ediyorsunuz?
Nefret demeyelim de hınç diyelim. Çünkü ben sevdiğim kızla evlenemedim. Hıncım onun gibilere. İnsan tercih edilmek, seçilmek istiyor.
Ondan yola çıkıp bütün kadınlara hınç mı besliyorsunuz?
Beni seçmeyen bütün kadınlara hınçlıyım. (Gülmeler)
Hiçbir kadını yanınıza yaklaştıracak kadar yüreğinizin sıcak olduğuna inanmıyorum.
Ben de hiçbir kadının benim yüreğime yaklaşacak kadar cesur olduğunu sanmıyorum.
Fırsat verdiniz de yaklaşamadılar mı?
Tabii ki. 'Yanarım' diye çekildiler. 'Bu adamla, onun istediği şekilde bir ilişki kurduğum takdirde ben ne olacağım?' dediler.
Sunduğunuz format neydi?
Kölelik. Bunu gönüllüce, çok arzulayarak yapması lazım.
Eşiniz köleniz olmadı diye mi küstünüz ona?
Köle olmak şöyle dursun, beklediğim yardımı bile alamadım. İyi evlilik kolay elde edilebilen bir şey değil. Bunun yanı sıra çocuklar Allah'ın bize emaneti.
Peki köleniz olmasını istediğiniz kadının siz de kölesi olacak mısınız?
Hayır. Çünkü bir ilişkide iki köle olmaz.
Neden siz değilsiniz köle de, kadın oluyor?
Çünkü Kur'an-ı Kerîm'de 'Kadınlar sizlerin tarlalarınızdır' diye yazıyor.
Bu, 'kadın köledir' değil ki. Siz oradan ürün alacaksınız, soyunuz ilerleyecek anlamındadır.
Ayet-i kerîme nasıl devam ediyor: 'Onlara istediğiniz zaman girebilirsiniz.' Kadın benim tarlam olacağına kölem olduğu takdirde, daha avantajlı durumda. Çünkü köleyle bir diyalog kurmak mümkün. (Suat Yıldırım'ın mealinde ayetin doğrusu şöyle: 'Eşleriniz sizin nesil yetiştiren tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz şekilde varın. Kendiniz için ilerisini düşünerek hazırlık yapın. Allah'ın haram kıldığı şeylerden korunun ve onun huzuruna varacağınızı iyi bilin.' NA)
Kadınları Tanrı'nın muradı dışında aşağılıyorsunuz. O, böyle adaletsiz olamaz.
Tanrı'nın adaletsiz olduğunu kim söylemiş? Demek ki adalet bu.
Çok hastalıklı bir yorum bu. İstemesem bile, erkeğim benimle olmak istiyor diye buna müsaade edeceğim ha?
İnsanın fiziki zorlukları dışında evet.
Ne diyorsunuz ya siz? Psikoloji diye bir şey var.
Neden bir kadın kocasından bağımsız bir psikoloji sahibi oluyormuş?
Siz delirdiniz mi? Niye olmasın?
O zaman niye onun kocası, niye onun karısı? Evlilik bir birlik değil mi?
Sizin anlattığınız birlik değil ki.
Bir insan evlendiği zaman, evlenmeden önceki insan değildir.
Bu neden sadece kadın için geçerlidir?
Erkek için geçerli olmadığını kim söyledi? Siz bana deseniz de, kadın erkekle beraber olmak istedi, ama erkek onu reddetti. Buna erkeğin de hakkı yok tabii ki.
Köleyse, kadın efendisinden nasıl bir şey talep edecek?
Şarkıda söylendiği gibi, efendi, ihsanını köleden esirgemez.
O zaman niye kadını köle olarak adlandırıyorsunuz da, 'Erkek de onun kölesi olmalı' demiyorsunuz?
Bir iş bir türlü yapılır. Beş türlü yapılmaz.
Bir iş İsmet Özel, bin türlü yapılır.
Hayır, her biri başka iştir onların. Her biçim, başka bir özdür.
Yine söz oyunu. Bir erkeğin kölesi olma mantığıyla hiç işim olmaz!
Erkeğinin kölesi olmayan kadın, o erkekle niçin evlenmiştir?
Eğer böyle bir eşitlik kurduysanız, erkek de kadının kölesi olabilir.
Bunun nöbet defterini kim düzenleyecek?
Onların psiko-kimyaları.
Demek ki kadın ve erkeğin birliğinin üstünde bir makam belirliyorsunuz siz.
O sizi ilk başta reddeden harika kadın, belli ki köle olmak istemedi. Aferin ona. Ama siz Bir Yusuf Masalı'nda acı acı feryat ediyorsunuz, 'Gel ey kadın beni bul' diye. Kalbinizin soğukluğunu giderecek bir kadın arayışı bu kitapta çok belirgin. Ama siz 'bulunan' olmayı tercih ediyorsunuz. Arayıp bulmaya cesaretiniz yok.
Vaktim yok. (Gülüyor) Belki cesaretim de.
Çünkü rekabete girmek istemiyorsunuz.
Kesinlikle. Bunun da tabii psikolojik, derin sebepleri vardır.
Oralara girmeyeyim artık. Özetle ihtiyacım yok diyorsunuz kadınlara.
Yahu altmış yaşıma geldim ben. (Gülüyor)
Allah Allah. Her şey cinsellik değil ki. Bir paylaşımdır, bir şefkattir.
Her şey cinsellik değildir ne demek? Walt Whitman'ın bir mısraı var biliyor musunuz? Sex contains all-Cinsiyet her şeyi içerir.
O halde siz şu anda bir hiç misiniz yani?
Nerede bende o şans? (Gülüyor) Hiç olmak öyle herkese nasip olmuş mu? Ben bir şeyim ve işe yarayan bir şey değilsem, işe yarayan bir şey olmak istiyorum. Hiçlik bunun üstünde. Hiç olamıyorum, hiç olmayı çok isterdim.
Madem ki seks her şeyi içerir ve sevdiğiniz bir insan yok. O halde, zaten hiç olmuşsunuz da farkında mı değilsiniz acaba?
Olabilir. Ama farkına varmadığımız şeyler, pek bize yakın şeyler değildir.
Siz sadece kadınları değil, hiç kimseyi sevmiyorsunuz sanki.
Belki de öyledir bilmiyorum. Ama sevmeyi isteyen bir adamım en azından. Ben sevginin herkese kolayca dağıtılabilecek bir şey olduğunu sanmıyorum. Sevgimi de kıskançlıkla en uygun kişiye vermek istiyorum.
Ama veremiyorsunuz.
Veremiyorum.
Çünkü sevgi yok sizde.
Ha o zaman bende bir kabahat yok. (Gülüşmeler) Olmayan şeyi nasıl vereyim?
BENİM GÖREVİM TEBLİĞ DEĞİL Kİ
Sizin bu kendini beğenmiş tarzınızı sorgulamaya devam edeceğim. Peygamberimiz insanlara tebliğini sunarken daha anlayışlı, daha merhametliydi. Hatta Allah onu uyardı, 'Ey Muhammed, onları hidayete erdirecek sen değilsin, benim' diye. Sizin bu kadar öfkeli olmaya ne hakkınız var?
Bu soruyu tersine çevirmek lazım. Peygamber bile bir âmâya tebliğde bulunmak konusunda ihmalkâr davrandığı için Allah tarafından azarlanmışken, benim hiç peygamber olmadığım halde, hatta evliyadan biri de olmadığım halde......
Ama Peygamberimiz üzülüyordu, hidayete ermiyorlar diye, 'Senin görevin sadece tebliğ' dedi Allah.
Benim görevim tebliğ değil ki.
Eee, tebliğ yapıyormuş gibi davranıyorsunuz ama.
Hayır, ne münasebet. Ben Müslümanlığın yaşanması üzerinde hiçbir şey söylemedim. Hiç kimseye şunu yapma, şunu yap demedim. Ben sadece şartların ne olduğunu izah etmeye çalıştım insanlara. Hiçbir zaman hüküm verip, 'Kardeşim bu yanlış oluyor, şöyle yapın' demedim.
Hadi canım, basbayağı dediniz. Üstelik Gerçek Hayat'taki son yazınızda, 'Beni sevmeyenlere gelince, onların da canı sağ olsun demeyeceğim. Allah onların kalplerindeki hastalığı artırsın' diyorsunuz. Bu, Müslümanca bir tavır mı? Kusurlu bile olsa, insan böyle beddua eder mi, din kardeşlerine? Peygamberimizin geçtiği yola taşlar döşediler. Ayaklarından kanlar akarken bile böyle beddua etmedi. Siz niye bu kadar merhametsizsiniz?
Yoo ben merhametsiz değilim. Eğer, beni sevmemek bir hastalıksa, e tabii ki yani, 'Beni sevsinler' mi diyeyim?
Ama 'Canları sağ olsun demeyeceğim', büyük bir aşağılama. Peygamberimiz kimseyi aşağılamadı. 'Onları affet, ne yaptıklarını bilmiyorlar' dedi.
Onu Hz. İsa söyledi. (Gülüyor)
Hz. İsa da Allah'ın peygamberiydi, Hz. Muhammed de hiç beddua etmedi.
Acaba? Resullah hiç beddua etmedi, öyle mi? Ben peygamber değilim. Kur'an-ı Kerîm'de diyor ki, 'İnsan hayra olduğu kadar, şerre de dua eder.' Ben insanım ve bu konuda da böyle bir dua ediyorum. Kendimden çok eminim. Yani Türkiye için doğru hatt-ı hareketin ne olduğunu tespit konusunda hiçbir tereddüdüm yok. Benim söylediklerim konusunda yamru yumru şeyler söyleyen ve beni bu sebepten ötürü sevmeyen insanların, Allah kalplerindeki hastalığı bin kat artırsın.
Allah aşkına, insanların hastalıklarının artması, sizin murat ettiğiniz nihai amacın gerçekleşmesine nasıl bir katkıda bulunur?
Ben yaşadığım ülkenin ve insanlarının, dünyada haysiyetli ve itibarlı bir yere kavuşmasını öngörüyorum. Çünkü bu insanlardan birisi benim. Eğer benim yaptığım şey, Türkiye'nin aleyhindeyse, Allah benim bin belamı versin. Ama benim yaptığım şey, Türkiye'nin lehinde bir şey de insanlar bu sebepten dolayı beni sevmiyorsa, Allah hepsini kahretsin.
YAPTIĞIM BÜTÜN İŞLERE BAKINCA 'BUNU ANCAK BİR DÂHİ BAŞARABİLİR' DİYORUM / RÖPORTAJ: NURİYE AKMAN
(17 Eylül 2003 - Zaman)
Daha alçakgönüllü olamaz mısınız?
Asla! Çünkü alçakgönüllülükte alçaklık vardır.
'Allah hepinize selamet versin, hadi bana Allah'a ısmarladık' deyip, niye edeplice veda etmiyorsunuz da, kapıları çatur çutur milletin suratına kapatıp, 'Allah belanızı versin' diye bir ayrılışı seçiyorsunuz?
Ha! Ayrıldık ama dost kalalım! (Gülüyor) Bu kadar iğrenç bir şey düşünemiyorum. Niçin ayrıldık? Dostluğumuz sona erdiği için.
O kadar kapıyı sert çarpmayın, sonra bir gün tıklatmak zorunda kalırsınız.
Allah beni tekrar tıklatmak zorunda bırakmasın. Kalırsam da layık olayım bu işe. Amerikalılar derler ki, merdivenden yukarı çıkarken aşağı inenleri küçük görmeyin, çünkü bir gün rolleri değişebilirsiniz. Eğer hayattaki rolümüz, bir merdiveni çıkmak ve o merdivenden inmek şeklindeyse sadece, biz Amerikalı gibi daha çok para kazanmaktan başka hiçbir değer tanımıyorsak, tabii bizim başımıza gelenler, müstahaktır. Beter olalım.
Bu hastalığın artmasının dünya barışına katkısı ne olacak?
Dünya barışına katkısı, bu beni sevmeyenlerin manyak bir pozisyonda kalmaları, dolayısıyla Türkiye'nin artık aklı başında insanlarla daha yüksek bir hayata geçmesi.
Sizin dünyanızda hiçbir zaman sizden sevgi alabilen bir insan olmayacak.
Olmayacaksa boş ver, çekiver kuyruğunu gitsin. Peki ben öyle bir insansam, nasıl oldu da bu kadar adım duyuldu? Şöhretli biri olmak için, küçük parmağımı bile kıpırdatmadım. Hiçbir zaman nabza göre şerbet vermeye çalışmadım. Ne mevki olarak yüksek insanlara, ne benden maddi imkanları daha büyük olan insanlara tebessüm ettim. Tam tersine, onların tebessümlerinin bir gün hatalarını fark etmeye yol açacak olmasını gözeten bir davranış rotası izledim. Yani şimdilik bunu terslemiyorum. Bir gün inşaallah anlarlar diye. Yoksa, başından terslemem lazımdı birçok şeyi. O yüzden bugünlerde olup bitenler, sadece bazı şeylerin açığa çıkmasıdır. Bundan otuz sene önce, Türkiye'de namaz kılan bir insan, düzenin adamları tarafından, şüpheyle karşılanan bir insandı. Aynı insan bugün düzenin adamları tarafından küçümsenen bir insan. Bu durumda ben kimi ne gözle göreceğim. O yüzden söylediklerime pişman değilim.
Sizin şöyle bir sözünüz var. 'Dikkatler, benim yazdıklarım vesilesiyle, Kur'an-ı Kerîm üstünde yoğunlaşmadı.' Siz onun ölçümünü mü yaptınız?
Tabii ki yaptım. Yazı yazmaya, inançlarına sadık kalan bir insan olarak bir İslamî yorum getirmenin İslam'a uygun olmadığı görüşüyle başladım. Hiçbir ferdin, İslam'ı kendi şahsına ya da şartlara göre yorumlama imtiyazı yoktur. İslam neyse odur. Dersin ki, 'İslam budur, ama ben uymuyorum.' Ben bu inançla işe başladım. Bunun böyle olduğu konusunda görüş birliği içinde birçok insan var gibi görünüyordu. Hayatımızı yaşarken, asr-ı saadetteki insanların vizyonlarını değerli bulmak otuz sene önce birçok insanın, olağan, isabetli karşıladığı bir şeydi. Şimdi, bu insanlar sahabenin anlayışını ihmal edilebilir bir şey olarak bir kenara itti ve Kopenhag Kriterleri çok daha önemli oldu. O zaman beni sevmeyenlere ben niye gülücük dağıtayım?
Otuz yıl az bir zaman değil. Bu süre içinde kaç kişinin elinden tuttunuz? İyi bir entelektüel yetişmemesinde sizin de payınız var. Kimseye destek çıkmadınız. Hışmınıza uğramamak için takma adlarla yazılar yazdılar. Bir korku odağı oldunuz.
Neden benden korkuyorlar? Çünkü, ben Türkiye'de söz söyleyecek bir mevkideysem, bu mevki hiç kimse tarafından bana armağan edilmedi. Dolayısıyla aleyhimde söz söyleyecek adamın, önce o söz söyleme mevkiine nasıl geldiğinin sorgulanması lazım: 'Sen kim oluyorsun da nereden çıktı da İsmet Özel aleyhinde konuşmaya başladın?'
Bu kadar dokunulmazsınız ha!
Yo, dokunan dokunsun! Son olayların ardından Konya'dan bir kitapçı bana telefon etti ve dedi ki, 'Ben Kur'an-ı Kerîm'i ve İsmet Özel'i okumaya aynı zamanda başladım. Ve Kur'an'ı, İsmet Özel okuduğum için daha iyi anladığım kanaatindeyim. Ruz-i mahşerde bunu söyleyeceğim.' Bu bana yeter. Ben böylelikle otuz yıl değil, otuz yüz yıl boyunca yapılmış bir şeyin üstünde bir şey yaptığıma kanaat getirdim. Yazı dünyasında iyi ki, hiç kimseye destek olmamışım. Çünkü olduğum takdirde, sahte birtakım insanları hak etmedikleri avantaja kavuşturacaktım. Bu, benim terk olayımdan sonra hemen ortaya çıktı. Bir kişi bile aleyhimde yazılanlara cevap verme gereğini duymadı.
Zaman'da Nevval Sevindi olumlu şeyler yazdı sizin için.
Biliyorum, ama o benim aleyhimde yazılanlara cevap değildi. O sadece 'Bu adam iyi bir şey yapıyor.' dedi. Yoksa çirkin denebilecek saldırılar oldu. Öyle insanlar vardır ki şu dünyada, onlara gerçekten faydam olmuştur. Hiç biri, 'Ya etmeyin, eylemeyin' demedi. Ben neyle övüneceğim? Kalkıp 'filancaya şunu yaptım, bunu yaptım' mı diyeceğim? Gördüm ki, iyi ki yapmamışım.
Ece Ayhan'ın şöyle bir sözü varmış sizin için. 'Silgiler silerken, silinirler de.' Sizin silgi gibi çalıştığınızı ima etmiş, böyle bir şey doğru mu?
Onun böyle bir sözü olduğunu, dolaylı olarak biliyorum. Bütün bu laflar Sivas olaylarından sonra çıktı. Benim ahlayıp vahlamamış olup, tam tersine, 'Sivas göklerinde Sırp tayyareleri uçacak mı?' diye sormam sol görüşlülerin benim asla savunulacak bir tarafım kalmadığı fikrinde toplanmalarına neden oldu. Bundan da hiç şikâyetçi değilim.
Ama sizin için insanların yakılmasını onayladınız gibi bir anlama oldu.
İnsanların yakılmasını onaylamam için, benim o yakanların ekibine dahil olmam lazım. Otelin kuşatılması ile yanması arasında yedi saat var. Herkes Ankara'yla temasa geçildiğini gayet iyi biliyor. Ve bu olay oluyor. Ne Müslümanların, ne İsmet Özel'in birtakım insanların yanarak ölme hadisesinde bir dahli var. Burada bir kasıt var, ama bu kasıt kime ait ve kimin icraatı bu? Bu hiç konuşulmuyor. Demek ki bundan faydalanan birtakım insanlar var. Hemen akabinde Başbağlar olayı. Ve biri diğerine hiç benzemeyen iki şey. Ama sanki intikam hadisesi gibi. Şimdi bütün bu karışıklıklar içinde Türkiye'nin lehine bir ses olmak, eğer kötü bir şeyse, ben bu kötülüğün tamamını üzerime alıyorum. Ve Sivas olayları için hâlâ ahlayıp vahlamıyorum.
Öyle demeyin.
Derim. Bunun Alevi-Sünni çatışmasını çıkarmak için çok özel bir çalışma olduğunu düşünmemek mümkün mü? Daha önce Maraş olayları var. İstanbul'da Gaziosmanpaşa olayları yaşandı. Ve mesela o sırada ben 'Eğer ajanlar devredeyse Alevi'siyle Sünni'siyle hepimiz devletiz' diye bir yazı yazdım ben. Neden insanlar bunu öne çıkarmıyor? İnsanların salaklığına saygı mı duymam lazım?
İnsanların yanmasından memnun olan bir adam görüntüsü verdiniz.
Benim insanların yanmasından memnun olduğumu ilan edenler, o yanma dolayısıyla bir provokasyonu gündeme getirememiş olmanın sıkıntısındadır. Böyle tuhaf bir duygu manipülasyonu ile Türkiye üzerine oynanan oyunlara alet olmak, güzel bir şey ise güzellik onların olsun. Çirkinlik nerede, ben oradayım. O yazı gazetede yayınlandığı zamanlar, hiç tanımadığım insanlar, bu yazıyı afiş haline getirip, duvarlara yapıştırdı. Bunu yapanlar kimlerdi? Onun için ben, elveda deyip, elimi yıkadım bu işlerden.
Şimdi tamamen şiire mi döndünüz?
Şiir öyle bir şey ki, yazmadığınız zaman bile bir parçanız olarak yaşar. Siz sadece şiir yazdığınız zaman şairseniz, hakiki şair değilsiniz.
Bir şair gibi yaşamadığınızı, hiç riske girmediğinizi, karavana atmadığınızı, evinizin yolunu hiç şaşırmadığınızı, daima hesaplı olduğunuzu, bu nedenle de şiirden uzaklaştığınızı düşünenler var.
Beethoven de öyleydi. Biraz tutumlu olduğu söylenir Beethoven'in. Çünkü sakat olan kardeşlerine de bakmak zorunda. Çalışmaktan başka bir şey yapmadı. Yani öyle maceralı bir hayatı yok. Şairlerden örnek vereyim. Mesela Wallace Stevens... Ben gençliğimden beri keşke onun gibi olabilsem derim. Onun sigortacı, bankacı gibi hayatı var. İnsan, yazdıklarıyla şairdir. Oscar Wilde ne demiş, 'Ben, dehamı hayatıma koydum. Eserlerimde sadece kabiliyetim vardır.' Hatta Amerika'ya girerken gümrük memuru, 'Deklare edeceğiniz bir şey var mı?' diye sormuş. O da, 'Dehamdan başka deklare edeceğim hiçbir şey yok' diye cevap vermiş.
Oscar Wilde ultra sanatçı hayatı yaşadı. Onun için de eserleri o kadar parlak değil. Sadece kabiliyeti olmasına rağmen, dikkate değer şeyler yaptı. İddia üzerine yazmıştır Dorian Grey'in Portresi'ni. Birisi demiş ki, 'Sen roman falan yazamazsın.' 'Öyle mi?' demiş. Efsaneye göre birkaç gündür, ama bu imkansız tabii. Çok kısa bir zamanda yazmış.
Kendinizi dâhi mi kabul ediyorsunuz?
Ben kendimi dâhi saymıyorum. Fakat, yaptığım şeylere bakıyorum ki, bunları ancak bir dâhi yapabilir. (Gülüşmeler)
Bir de şöyle deniyor: 'O kadar çok politikayla, nesirle, teoriyle uğraştı ki, düş kuracak hali kalmadı. Şiire dönse ne olacak bundan sonra, çok geç olmayacak mı?'
Valla göreceğiz. Bu adam, bütün bu düz yazı süreci içinde acaba dünyayı bir şair gözüyle mi değerlendirdi, yoksa başka bir şey mi yaptı? Reel politik diye bir şey var. Reel politik, bir çeşit ahlaksızlıktır. Demek ki politik diye bir şey var, reel olmayan. Benim bütün politik yazılarım, reel politik değildir. O yorumu yapanlar, benim ne kadar açık uçlu bir metin ürettiğimi okumadıkları için bunu söylüyor.
BİR DAHA GAZETEDE YAZMAK MI? ALLAH KORUSUN!
Artık yazı yazmayacak mısınız?
Allah korusun! İnşaallah yazmak zorunda kalmam.
'Ben hep 12'den vurmuştum. Çünkü İslam'ı onların şartlanmalarından bağımsız öğrendim' dediniz. İslam'ı dışarıdan öğrenmek nasıl 12'den vurmanın garantisi olabilir?
Ben hep 12'den vurdum. Çünkü Müslümanlığın millet olarak bizi düze çıkaracak bir düşünce olduğu kadar yaşama biçimi olduğuna da inanarak işe başladım. Halbuki, birçok insan, gelenekten böyle olduğu için, İslam'la Türkiye arasındaki bağı kurmuş olabilir, mutaassıp bir çevreden gelebilir. Yani İslam'la olan ilişkisi fonksiyonel değildir. Benimse sadece bu ilişkim var. Zaten ben, Allah bana hidayet nasip ettikten sonra, bugünkü durumuma gelmek istemiştim, 1974'te.
Yani nasıl?
Hiç yazı mazı yazmayan. Fakat ne oldu? Benim ihtida ettiğimi öğrenen insanlar, bana öyle bir ilgi gösterdiler ki, ben şöyle düşündüm: Bu insanlara bir faydam dokunabilir. Bu, benim 11'den vurmamı önledi. Faydam olmuyorsa zaten yapmadım onu. Yani annemden babamdan gördüğüm şeyi yapmadığım için, sadece bu insanlara ne faydam olur düşüncesinde olduğum için, 12'den vurmazsam, onu vurmuş olmuyordu yani. Açın 1977'de Yeni Devir'de yazdığım yazıları, görürsünüz bugün yaşadıklarımızın o günden tohumları olduğunu. Diyelim ki, ben İETT yazmışım. Onun İstanbul, elektrik, tramvay, tünel olduğu bugün anlaşıldı. Yani bunları böbürlenerek söylemem bana rahatsızlık vermiyor. Çünkü ben bunları yaptım.
Şimdi yazı yazmayacağınıza göre, gelirlerinizde bir düşme olacak.
Evet. Trajik durum. Gelirim, üçte iki oranında azaldı. İçim birazcık titremiyor değil. Ama gayet eminim, Allah hem kapı açar, hem beni besler. Eğer sıkıntı yaşayacaksam, demek ki hak etmişimdir. Ben mutlak mânâda kaderciyimdir.
Ne kadardı yazı gelirleriniz?
Daha önce Milli Gazete'den 635 milyon aldığımı söyledim. 1,5 milyar da Gerçek Hayat'tan alıyordum.
Hocalığınız var, bir de emekli maaşınız.
Evet. O kadar. Ama hocalığım da part time.
Tek eviniz var. Onu yazı gelirlerinizle mi almıştınız?
Tabii. Gerçi, babamın Söke'deki evinin satılması sonucunda da elime geçen, çok cüzi bir para da oldu. Ama genel olarak alnımın teriyle yaptım. O günlerde beni bir yere davet ettiklerinde, 'Kusura bakmayın' diyordum, 'haftanın 14 günü işim var.' Evimin borçları bittiği gün, televizyondaki programlara son verdim.
(18 Eylül 2003 - Vatan)
"Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata görmedim orda çinko damların ve plastik sürahilerin tanrısını yerimi yadırgadım yerim olmadı zaten kendi mezarımdan başka çılgının biri sanılmaktan sakınmaya vaktim olmadı..." Evet, şair İsmet Özel geçtiğimiz günlerde yine yerini yadırgadı; yine "çılgının biri sanılmaktan" sakınmaksızın yerini değiştirdi. Gazeteler, dergiler de günlerdir ondan söz ediyor. Solcu'ydu 60'larda. 70'lerin başında hidayete erdi. Buraya bir not koymalıyım: Bizim bu işlere pek yakın olmayan arkadaşlanmız o zaman da, şimdi de olayı anlatırken İsmet Özel'in "İslami harekete geçtiğini" yazıp durdular. Oysa ihtida etmekle (Bilerek seçim yoluyla Müslüman olmak) belli bir siyasal ideolojinin savunucusu olmak arasındaki farkı unutmamak gerek. Tabii ki ardından Türkiye'de o yıllarda gelişip zenginleşmeye başlayan İslamcı düşünce ve siyaset platformunda İsmet Özel de kendine özgü yerini aldı.
Görüşlerine katılınırsa da, katılınmasa da "İsmet Özel ne diyor?" sorusu hep heyecan verici oldu. Doğrusu o da aydın çevrelerdeki bu heyecanı iyi kullandı!.. 80'lerde medeniyet hakkında radikal teoriler geliştirdi. Batı'nın teknolojik kalitesine karşı Müslümanları, tek tek insani kalitelerini geliştirdikleri bir düzen kurmaya çağırdı. Batı medeniyetini tümüyle dışlamaktan çekinmedi. 90'larda İsmet Özel'in düşüncelerinde yeni ve alışılmadık kıpırdanmalar başladı. Müslüman kavramı yerine sık sık Türklüğü öne çıkarır olmuştu. O çevrelerdeki egemen bakışın aksine Cumhuriyet'in insanlık tarihindeki önemini vurguluyordu. (Bu aslında eski Türk-İslam sentezi tezlerinin 28 Şubat sonrası yeniden ve şairane dirilişi mi, yoksa özgün bir tez mi, ayrıca tartışılmalı!) En sonunda da Milli Gazete'deki ve Yeni Hayat'taki köşelerini bıraktı; "Bundan böyle yazmayacağım" dedi. "İslami kesime derdini anlatamadığını, anlaşılmadığını" öne sürerek, o platformdan da çekildi. Gürültü koptu. Televizyon söyleşileri, gazete söyleşileri, havalı fotoğraflar, iddialar.... Benim aklıma o söyleşileri gördükçe İsmet Özel'in şu dizeleri geldi durdu hep: "Bir hayatı, ısmarlama bir hayatı bırakıyorum görenler üstünde iyi duruyor derdi her bakışta"
İsmet Özel muhafazakâr-İslami kesim tarafından anlaşılmıyor muydu, yoksa anlaşılmak istemiyor muydu? Ben epeydir doğru yanıtın ikincisi olduğunu düşünüyorum. İsmet Özel doğruları mı anyordu, "hep haklı olmayı" mı istiyordu? Bu sorunun yanıtı da benim için ikinci şıktı. İsmet Özel hep sivri olmayı istemişti, şimdi "beni sivri buldular, kendime aralarında yer edinemedim" tavrını anlamam zor. Fakat bunlan bırakıp bugün asıl konu etmek istediğim noktaya gelelim. Zaman Gazetesi'nde geçen hafta Nuriye (Akman) öyle bir söyleşi yaptı ki İsmet Özel'le, inanılır gibi değil. (Karşısındakinin bütün korkularından çılgınca cesur laflar üreten bir söyleşi tarzı! İletişim okullarında ders olacak türden!) İşte orada şu sözleri söyleyiverdi İsmet Özel. "Kadınlara sunduğum format kölelik. Bunu gönüllüce, çok arzulayarak yapması lazım. Eşimden köle olması şöyle dursun, bekledğim yardımı bile alamadım. Erkeğin kölesi olmayan kadın, o erkekle neden evlenmiştir ki? Bu iş bir türlü yapılır. Beş türlü yapılmaz." Özel bu, düşüncesini en çarpıcı biçimde ifade ediyor. Buyrun işte! "Kadınlar inektir. Boğalar mutsuz, inekler mutludur."
Ve son olarak da şu saptama: "Cinsellik her şeyi içerir." Böylece popüler basının aradığı malzeme de bulunmuştu. Bu kez İsmet Özel medya arenasında dişi aslanların önüne atılıyor. Profesörler, toplumbilimciler, feminist olmayan ve fakat kendini feminist sananlar öfke kusuyorlar şimdi: "Dikkate almaya bile gerek yok." "Psikolojik tedaviye ihtiyacı var onun." "Bu insan haklan için ihlaldir." Bence Özel'e böyle karşı çıkanlar bir yerde ciddi yanlış yapıyorlar. Bu sözler bakkal İsmet Amca'nın laf arası saçmalıkları veya kocanızın, sevgilinizin bir sarhoşluk esnasında öfkeyle içini boşaltması veya bir sadistin itirafları filan değil ki! Bir düşünce adamı cesaretle bir şeyler söylüyor. Kızarsınız, katılmazsınız, beğenmezsiniz. Tamam. Ama böyle tezlere karşı hem "bana ne" deyip hem de bu konularda fikir yürüten birisi olamazsınız. Kaldı ki, bu sözler Bukowski, D. H. Lawrence'ın filan sözleri olarak gündeme gelseydi, böyle sırtımızı kolayca döner miydik? Merak ediyorum. İsmet Özel'in açıklamalarını konuşmaya devam edeceğiz, umarım, yarın...
Kaynak:
bkz:
» Bir Zamanlar Bir İsmet Özel Vardı... / İsmet Özel (04.08.2003 - Millî Gazete)
» 'Beni Anlamadılar' / Haber: Ömer Çakkal (08.08.2003 - Yeni Şafak)
» İslami Kesimin Önceliği: Çıkar / Röportaj: Ahmet Tulgar (10.08.2003 - Milliyet)
» 'İsmet Özel Aslında Hiç Değişmedi' / Haber: Belma Akçura (11.08.2003 - Milliyet)
» İsmet Özel ve Nezaket / Nevval Sevindi (12.08.2003 - Zaman Turkuaz)
» Şairin Kuyuya Attığı Taşı Kim Çıkaracak? / Mehmet Bekaroğlu (22.08.2003 / 28.08.2003 - Gerçek Hayat)
» Çok "Özel" Bir Hikaye / Sami Hocaoğlu (25.08.2003 - Yeni Şafak)
» Hiç Kimse Hep "12'den" Vuramaz / Sami Hocaoğlu (29.08.2003 - Yeni Şafak)
» "İslamcılar Ortada Yok" / Özdemir İnce (29.08.2003 - Hürriyet)
» İsmet Özel - Sevdiği Oyun: Kuka. Sevmediği Oyun: Saklambaç / Ahmet Güntan (Eylül 2003 - Kitap-lık)
» Herkes Neden Burada? / Mehmet Butakın (Eylül 2003 - Milliyet Sanat)
» "Çerağıma Kastedenin / Hak Yandırsın Çerağını" Diyebilmek... / Sami Hocaoğlu (01.09.2003 - Yeni Şafak)
» Şairin Kuyuya Attığı Taş / Hayrettin Karaman (05.09.2003 / 11.09.2003 - Gerçek Hayat)
» Evet İsyan'dan Amentü'ye - Amentü'den Evet İsyan'a... / Rahmi Emeç (13.09.2003 - Evrensel)
» İslami Medyada Tenezzülen Yazdım Benim Onlara Tek Kuruş Borcum Yok / Röportaj: Nuriye Akman (14.09.2003 - Zaman)
» Vakurum, Asla Kibirli Değilim! / Röportaj: Nuriye Akman (15.09.2003 - Zaman)
» Erkekler Öküz Olmadığı Sürece Ben Kadınlara 'İnek' Diyorum / Röportaj: Nuriye Akman (16.09.2003 - Zaman)
» Yaptığım Bütün İşlere Bakınca 'Bunu Ancak Bir Dâhi Başarabilir' Diyorum / Röportaj: Nuriye Akman (17.09.2003 - Zaman)
» Hakîkati Hakkıyla Mesele Edinemediğimiz İçin İsmet Özel'i Anlayamıyoruz (1) / Yusuf Kaplan (15.09.2003 - Yeni Şafak)
» "Çılgının Biri" Konuştukça... / Haşmet Babaoğlu (18.09.2003 - Vatan)
» İsmet Özel Ne Dedi? / Haşmet Babaoğlu (19.09.2003 - Vatan)
» Erkek Nesli Yok Oluyor / Nevval Sevindi (21.09.2003 - Zaman Turkuaz)
» İsmet Özel Şaka mı Yapıyor? / Hasan Sutay (21.09.2003 - Zaman Turkuaz)
» Üstadımız Bediüzzaman'dan, Vicdanımız İsmet Özel'e Bir "Aşk Ateşi" "Masal"ı (1) / Yusuf Kaplan (22.09.2003 - Yeni Şafak)
» Kukalı Saklambaç / Haftalık Komiser (26.09.2003 / 02.10.2003 - Akşam-lık)
» Mahkum Etmek mi? / Sami Hocaoğlu (26.09.2003 - Yeni Şafak)
» Part-Time Feministler / Mustafa Armağan (28.09.2003 - Zaman Turkuaz)
» Erkek Milleti / Hasan Sutay (28.09.2003 - Zaman Turkuaz)
» İsmet Özel Haklı mı? / Nesrin Yanık (29.09.2003 - Internethaber.com)
» Üç Kerre Çüşş / Ömer Lekesiz (Ekim 2003 - Hece)
» Bıyıklı İktidar, Etekli İktidar / Fadime Özkan (04.10.2003 - Yeni Şafak)
» Türkiye'nin Vicdanı / Osman Özbahçe (Ekim / Aralık 2003 - İslâmiyât)
» Bir "Özel" Vaka Münasebetiyle / Arif Kaya (Kasım 2003 - İktibas)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar