Print Friendly and PDF

Borges





Hazırlayan: Eren Arcan
Kaynak:http://www.dipnotkitap.net/OYKU_ve_NOVELLA/BORGES/Borges_Dosyasi2.htm

Borges zaman, mekân, sonsuzluk, kavramlarını, bir çocuk oyuncağıymış gibi eğip, büker, karıştırır, çoklu zamandan tekliye, evrensel mekândan dünyadaki tüm noktaları içeren bir noktaya, Alef’e geçer, Tüm dinleri aynı caminin taşında konuşturur, Bakarsınız evren Alef’te özetlenmiştir. Kadim zamanlardan gelen arketipler aynı sayfada birbirleriyle buluşur. .Bakarsınız “Ölümsüz” de yazar “Homeros olmuşluğum vardır” diyen hırpani kılıklı biriyle aynı zamanı ve aynı mekânı paylaşır. Kütüphaneler evrenlere kadar uzanır. Yaşamın harikaları tek sözcüğe, şiir tek dizeye indirgenir.
Borges kendini “geçmişe” borçlu hisseder; etki altında kalmaktan korkmaz. Geçmişi yeniden yaratır ve yazarken de çok eğlenir. Borges yazarın yazdıklarının onu durmadan değiştirdiğini söyler. Ona göre yazar kendi öncülerini de kendisi yaratır. Onun çalışması hem geçmişe hem de geleceğe olan bakışı değiştirir. Borges’e göre “geçmiş şimdiki zaman tarafından değişime uğrayabilmeli; tıpkı şimdiki zamanın geçmiş tarafından yönlendirildiği gibi. “
Bu açıdan Borges geçmişi yorumlayarak yeniden yazdığında, geçmişe olduğu kadar güncele de özgün bir dokunuş getirdiğini düşünür. Arketipler onun kaleminde reenkarnasyona uğrar.
Ustanın kaleminde gerçek, gizem, fantazi, ve felsefe harikulade bir sentezle bütünleşir.
Borges öyküleri birer mesel  gibidir.
25.08.2013
Çeşme
Eren Arcan
Borges’e göre metaforlar dilden önce ortaya çıkan eksik, ucu açık tanımlamalardır. Hatta ona göre “bir kelime eksik bir metafordur”. Metaforun gönderme yaptığı kavramı da kendi aklımızda tamamlamamız gerekmektedir.
Aynalar, labirentler, nehirler, kaplanlar, kılıçlar, güller gibi simgeleri ustalıkla öykülerine kurgulayan Borges, aslında bütün dünyanın bir simgeler oyunu olduğunu, orada her olgunun bir başka anlatımla temsil ettiğini söyler.
Nesnelerin hem dayanıksızlığını hem de kalıcılığını simgeleyen gül; ataların kahramanlık ve cesaret simgesi kılıç; özgürlük savaşçısı atalar, Gaucholar, öldürücü yiğitlik simgesi olan bıçak; yaşam ve zamanın akıcılığını anlatan nehir; yaşamın geçiciliğini simgeleyen düş; paylaşılan bir rüya evren; başka tür bir rüya ölüm Borges’in çözülmesi gereken bilmeceler gibi önümüze çıkar.
Yukarıda sözünü ettiğimiz ana izleklerden bir başkası da labirenttir. Canavarın hapsedildiği labirent canavar için bir hapishane, ama aynı zamanda onun için bir korunaktır. Sonsuz bir nehir bir su labirenti, orman bir bitki örtüsü labirenti, kütüphane kitaplarla dolu bir bilgi labirentidir. Şehir de bir başka tür labirent simgesidir. Labirentinin merkezinde daima Korku, Tanrı, Baba gibi bir giz bulunur. Labirent ayrıca yaşamdan ölüme, ölümden yaşama geçişi de simgeler.
Aynalar dışlarında bulunan gerçekliği yansıtırlar. Narsisos mitinde olduğu gibi su da bir aynadır. Ya da Lewis Caroll’un kurguladığı gibi bir kapı. Borges ayna temasını “çoğaltmak” anlamında da kullanır. “ Aynalar ve babalık tiksindiricidir; çünkü her ikisi de onu çoğaltır ve doğrular” der. Anka mezhebinde kuşaklar boyunca bir töreni yerine getirince soya ölümsüzlük vaad eden bir Tanrı’dan söz edilir. Tören kuşaktan kuşağa aktarılan bir sırdır. Bu sır babalığın gizemi, soya ölümsüzlük sağlayan döllemedir.
Bir başka metafor da insan doğasının ikiliğini vurgulayan ikiz simgesidir. Biri yaratır diğeri yıkar. İkisi hem birbirinin karşıtı hem de birbirinin tamamlayıcısıdır. İki adamın birbiriyle rekabeti, kendi kendisiyle savaşan bir kişi ya da kendi kendini dölleyen bir hermafrodit…
Borges’in bir kütüphaneci olarak yaşadığı korunmuş yaşamında hiç bilmediği şiddete karşı duyduğu özlem kaplan metaforu ile karşımıza çıkar. Bu metafor kuvveti, şiddeti, karanlığı simgelediği gibi zamanı da simgeler. Kaplanın yüceltilmesi babalıktan ve uzamın sonsuzluğuna duyulan korkunun bir başka biçimidir.
Borges başlangıçta metaforları sıklıkla kullandığını ama daha sonra ise dilin sadeleşmesi gerektiğine inandığını söyler. “Deniz diyeceğine “balinanın yolu” ; gemi diyeceğine “denizin kısrağı” demek ne anlamsız. Daha sonra dile aşık oldum; metaforları kullanmaktan vaz geçtim. “ der
Bu dönemde çok ekonomik davrandığı dilinde, ana fikri tek satıra, tek kelimeye indirgediği öyküler kaleme almıştır. Bu kez öykünün kendisi - kelimenin metaforu haline gelmiştir. Undr öyküsünde hayatın mucizeleri haline gelen yaşam mucizeleri tek sözcüğe “Undr’a” indirgemiştir. Ayna ve Maske’de ise şiir tek dizeye indirgenerek güzelliği temsil eder. Mobius Şeridin’tekine benzeyen, yalnızca tek yüzü bulunan boyutsuz disk, “Kurs” bir Öklid çemberidir.
Borges’in metaforlar döneminin en güzel şiirlerinden biri şöyle:
“Zaman beni sürükleyen bir nehir, ama nehir benim;
Beni parçalayan bir kaplan, ama kaplan benim.
Beni tüketen bir ateş, ama ateş benim.
Evren, ne yazık ki, gerçek;
ben, ne yazık ki Borges’im...”
20.08.2013- Çeşme
E: Rodriguez Manguel- Gendaş Yayınları
http://maschmeyer.blogspot.com/2012/11/metaphors-as-incompleteness.html 
http://www.studymode.com/essays/Summary-Of-The-Main-Article-Metaphor-1629358.html
**
Eren Arcan
Borges’in soyut evreni onun, yoğun biçimde edebiyat,felsefe, ve teoloji okumalarından kaynaklanmıştır. Borges İngiliz filozof Berkeley’den etkilenir, Berkeley’e göre dünya, Tanrı’nın insanlarda uyandırdığı düşüncelerin tümünden başka şey değildir. Bu nedenle, dünya aslında Tanrı’nın insanlara yönelik dilidir. Tanrı tarafından düşünülmüş Söz’dür.
Borges’in Döngüsel Yıkıntılar öyküsünde bir oğlan çocuğu yaratmakta olan Büyücü, yapıtını hayata geçirmesi için, Ateş Tanrısına gider. Ateş Tanrısı bu öneriyi bir şartla kabul eder: Büyücü yapıtını gerçekleştirecek ama kendisi ve ateş Tanrısından başkası bu yapıt ile gerçek insan arasındaki farkı bilmeyecektir. Büyücü genç adamı dünyaya getirmeden önce ümitsizliğe ve paniğe kapılır. Hayatını feda etmeye karar verir.
Büyücü Ateş Tanrısının alevler içindeki evine girdiğinde cildinin yanmadığını görür. Büyük bir korku ama aynı zamanda yürek ferahlığı içinde, kendisinin de yalnızca bir başkası tarafından düşlenen bir görüntü olduğunu anlar.
Kabala adlı öyküsünde Borges, “Her birimizde Tanrının bir cüzü vardır. Bu dünya, açıktır ki, her şeye kadir ve hak bilir bir Tanrı’nın eseri olamaz. Bu dünya bize bağlıdır....Aralarında Kabil ve İblis’in bulunduğu bütün yaratıklar büyük ruh göçlerinin sonunda geri dönecekler ve bir zamanlar içinden çıktıkları Tanrı’ya karışacaklardır.” der (Yedi Gece – Kabala öyküsü s 112)
Borges İnsanın sonsuz evrende bir anlam aramasının boşuna olduğunu görmüştür. Enerji, kütle ve ışık hızı evreninde Borges ana bilmecenin uzam değil zaman olduğunu düşünmüştür. Evrenin sonsuz kere büyüyen, birbirini yineleyen, birleşen, ayrışan, paralel giden baş döndürücü bir zaman ağı olduğuna inanmıştır. Borges’e göre bu birbirine yaklaşan, birleşen, çatallanan, birbirinden kopan veya asırlarca birbirinden habersiz olan ağ bütün zamanların olasılıklarını içinde barındırmaktadır. Labirent gibi, her dönüş muhtemel değişik geleceklere açılmaktadır. Yolları Çatallanan Bahçe öyküsünde anlatıcıyı öldürmek üzere gelen katil “Zaman sayısız geleceğe doğru hiç durmamacasına çatallanıyor. Bunlardan birinde ben sizin düşmanınızım” der ve anlatıcıyı öldürür ama bir başka gelecekte belki de kurtarıcısı olacaktır.
Ölüm ve Pusula öyküsünde katil anlatıcıyı “Seni bir daha öldürdüğümde (karmaşık bir labirentte değil) gözle görünmez, düz ve kesintisiz tek çizgiden oluşan o labirenti söz veriyorum sana,” der ve ateş eder. Borges duran zaman içinde (düz çizgi) yaşamların döngüsel (çoklu labirentler) olarak birbirini izlediğini düşünür.
Alef adlı başyapıtı Leviathan’dan bir alıntı ile başlar. “Ama bize Ebediyetin bir Şimdiki Zamanın durması, Nunc-stans (şimdi olma) demek olduğunu öğreteceklerdir, bunu ne onlar ne başkaları anlar. Mekânın sonsuz büyüklüğünü bir Hic-stans’ı da (burada olma) olgusunu anlayamadıkları gibi.
Alef’te yazar bir bodrum katında evrendeki bütün noktaları içeren tek bir nokta görür. Tüm evren bu tek noktanın içinde gizlidir. Yazar yaşadığı tecrübeyi şöyle dile getiriyor. “Ben bir tek dev saniye içinde, hem fevkalade, hem korkunç olan binlerce eylem gördüm, hiçbiri de beni, hepsi mekânda aynı noktayı kapladıkları halde, birbirlerini gölgelememeleri, örtmemeleri kadar etkilemedi. Gözlerimin yakaladığı şey eşzamanlıydı. Ama şimdi yazacaklarım zaman içinde sıralanacak çünkü dil sınırlayıcıdır.”
Borges sınırsız, bitimsiz, mitik, duran bir zaman kavramı içinde her an her şeyin orada olup gittiği bir zaman/mekan kavramından söz etmektedir Öyküsünde Borges “Alef’in çapı herhalde birkaç santimden fazla değildi ama tüm alem gerçekten ve eksiksiz içindeydi. ... Alef’te dünyayı, dünyada Alef’i gördüm.” der (Alef – 146 – 147)
Bu bitimsiz, sınırlayıcı olmayan zaman kavramı içinde insanların farklı labirentlerde (labirenti yaşamın metaforu olarak görebiliriz.) farklı yaşamlar sürdüklerini, Ölümsüzler adlı ünlü öyküsünde dile getirir. Öyküsün başında Bacon’dan alınma epigrafta “Süleyman yeryüzünde yeni bir şey yoktur buyurur. Böylece nasıl Eflatun, bütün bilginin yalnızca ansıma olduğunu kurmuşsa, Süleyman da bütün yenilik yalnızca unutuştur yargısını verir.” denmektedir. Unutulduğu için keşfedilen her yenilik bize ilkmiş gibi gelir.
Bu öyküde ölümsüzlüğü bir ırmağın sularında bulan insanlar bu sonsuz zaman içinde “her insanın başına her şeyin geleceğini biliyorlardı.” Değişik labirentlerde değişik hayatlar yaşayan bitkin, savaş yorgunu bir yerli ‘Homeros olmuşluğum vardır’,” der.
Borges evrenin kusursuz bir denklik sistemi içinde işlediğini düşünür. “Suları ölümsüzlük bağışlayan bir ırmak varsa bir diğer ırmak ta ölümlülüğü bahşedecektir. Ayrıca Ölümsüzler geçmişteki ya da gelecekteki erdemlerinden ötürü her insan her iyilikten payını alacaktı ama geçmişteki ya da gelecekteki lekesinden ötürü sapkınlıktan da alacaktı payını.
Zahir adlı öyküsünde Borges görünen, belli olan, var olan her şeyin Zahir olduğunu söyler. Müslümanlığın kitabı Kuran Allah’ın kitabıdır. "Zahir" Allahın 99 adından biridir. Allah her yerde vardır. Zahirdir. "Batın" ise örtülü olan, gizlenmiş olan anlamındadır. Zahir ve batın öyküdeki paranın iki yüzü gibidir. Apaçık olan ve gizlenmiş olan.
Borges bu öyküsünde bir para gördüğünü ve bu paranın aklını başından aldığını söyler. Zahir adlı bu paraya bakınca hummaya tutulmuş gibi olur. Bu para, dünyadaki gelmiş geçmiş bütün paraları içermektedir. (Alef s 94-95)
“Bu para soyuttur. Bu para gelecek zamanları da içinde barındırır. Banliyoda bir gece, ya da Brahms’ın bestelediği bir müzik, haritalar, satranç ya da kahve olabilir. Değişkendir. Önceden kestirelemeyecek zamandır. Bergson’cu zamandır. Zamanın bitimsizliğidir. İnsanın özgür iradesinin simgesidir...” düşünceleri aklına dolar. Olanları kavrayamayan Borges daha önce bu aydınlanmayı yaşayan arkadaşı Julie gibi delireceğini düşünür. Allah’ın en karmaşık niteliğini görmüştür: Artık evreni algılamayacak, Zahir’de bâtını algılayacaktır.
Öykünün sonunda Borges’in kimliklerinin çokluktan tekliğe dönüştüğünü şöyle anlatır. “İdealist öğretiye göre “yaşamak” ve “düş görmek” sözcükleri arasında kesin bir eş anlamlılık bulunmaktadır. “Binlerce imgeden bir tekine geçeceğim; son derece karmaşık bir düşten son derece basit bir düşe geçeceğim. Ötekiler benim delirdiğimi düşleyecek; ben Zahir’in düşünü göreceğim. Bütün insanlar gece gündüz Zahir’in düşünü görürken hangisi düş, hangisi gerçek olacak –yeryüzü mü yoksa Zahir mi?”
Borges’in öykülerinde sıklıkla rastlanan bir başka tema da insanın bünyesindeki farklı kimlikleri yansıtan “ayna” dır. Borges ve Ben öyküsünün ana fikri, bir gün aynadan kendisine bakan yansımasından kaynaklanmıştır. Bu öyküde iki ayrı kişilikten söz edilmektedir. Hikâyeleri yazan, tanınmış, ansiklopedide yeri olan bir adam ve gerçek olan bir başkası. “Yani hayatım ve bir tez/antitez., bir tür füg, bir ayrışma, her şey benim için yitimle sonlarıyor, diğer adamın elinde bir unutuluşla.” der. “Öteki” adlı öyküsünde de bir parkta yanına oturan aynı kendisi gibi olan ikinci bir Borges ile yaptığı sanal konuşmayı anlatır. (Kum Kitabı 10-11)
Borges Düşsel Varlıklar Kitabında insanın bir yansımasının, “ikiz” fikrinin pek çok toplumda var olduğunu anlatır. Almanya’da sizinle aynı şekilde yürüyen anlamına gelen Doppelganger, İskoçya’da insanı ölüme götüren “fetch” vardır. Ayrıca ölümden hemen önce insanın tıpkı kendisi gibi gördüğü “wraith” sözcüğü kullanılmaktadır. Eski Mısırlılarda kendilerinin tıpkısı olan Ka’nın insanın kendisinin bir kopyası olduğuna inanılırdı. Ayrıca alter ego kavramı başka yazarlarca da ele alınmıştır. Julio Cortezar Seksek’te Oscar Wilde Dorian Gray’in Portresinde aynı temayı işlemiştir. Ingeborg Bachman Malina adlı eserinde, otobiyografik ögeler taşıyan dişil kişiliği bölünerek, yazar olan bir erkek ‘ikiz’ yaratır. Sema Kaygusuz Yere düşen Dualar adlı kitabında gerçek hayatta geçen öyküyü bir izdüşümü ile mitik zamanda geçen bir öykü ile koşutlandırmıştır.
Borges ve Ben öyküsünde, özel Borges ve herkesçe bilinen Borges arasında geçen diyalogdan alınan bir bölüm şöyledir:
“Spinoza bütün nesnelerin kendileri olmaya devam etmek için uğraştıklarını iddia ederdi; bir taş, taş olarak kalmak ister, kaplan ise bir kaplan olarak. Ben kendimde değil, Borges’te kalacağım (eğer biriysem) fakat onun kitapları yerine başkalarının kitaplarında; ya da bir gitarın yorucu melodisinde daha çok buluyorum kendimi. Yıllar önce kendimi ondan kurtarmaya çalıştım ve kentin uzaktaki yoksul mahallelerinin efsanelerinden, zamanın ve sonsuzluğun oyunlarından kaçtım; fakat bu oyunlar Borges’in bir parçası ve ben yine başka şeylere dönmek zorundayım. Ve hayatım böylece bir kaçışa dönüştü ve her şeyi kaybediyorum ve her şey unutuluşa ya da öteki adama bırakılmış durumda.
Bu sayfayı hangimiz yazıyor bilmiyorum.” Borges iki dünyada veya gerçeğin iki boyutunda aynı zamanda yer alıyordu. Biri hepimizin bildiği dar, ölümlü, bağıl, fizikî dünya, diğeri ise ara sıra gözlerimize ilişen özgür, sonsuz ve şartsız manevi dünya. (Ustanın Dersi s88)
O gerçeğin iki zıt diyarını eşzamanlı olarak yaşıyordu..
“...Zaman beni taşıyan bir nehir, ama ben nehirim; beni harap eden bir kaplan ama kaplan benim; beni yakıp yok eden ateş ama ateş benim. Eyvah! Dünya gerçek. Eyvah! ben Borges’im.” (Ustanın Dersi s89)
Tanrının evrenin her cüzünde var olduğuna inanan bir panteist olan Borges, yolun sonunda ise artık mistik bir huzura kavuşur.
Artık unutabilirim hepsini,
Ulaşıyorum kaynağıma,
Cebrim, anahtarım,
Ve aynam
Yakında kim olduğumu öğreneceğim an.
Borges bir aksaklığı mükemmelliğe çevirmesini bilen nadir kişilerdendir. Körlüğü giderek ilerleyen Borges 1955 yılında tamamen kör olur. Aynı yıl ulusal kitaplığın müdürlüğüne atanır. Cenneti diğer insanlar gibi bahçe ya da saray olarak değil her zaman bir kitaplık olarak düşünmüştür. Armağanlar şiirini yazar.
Kimse yakınıp yerindiğimi sanmasın
Bu lûtfundan Yüce Tanrının
Bana ilâhi bir şaka yaptı
Kitabı ve körlüğü aynı anda bağışladı.
Körlüğün kendisini yıldırmasına izin vermeyen Borges “Karanlığa Övgü” kitabını yazar. Kitabında “Bir yazar ya da herhangi bir insan başına gelen şeyin bir araç olduğuna, her şeyin bir amaçla verilmiş olduğuna inanmalıdır. ... Bir şiirimde aşağılanmadan, mutsuzluktan ve uyumsuzluktan “kahramanların en eski besini” diye söz etmemim nedeni bunları alıp dönüştürebilelim diye, yaşamlarımızdaki bahtsızlıklardan olümsüz şeyler, ölümsüz olmaları beklenen şeyler yaratalım diye verilmiştir. Kör bir adam böyle düşünüyorsa kurtulmuş demektir. Körlük bir armağandır.” der.
16 Eylül 2008
İzmir

Eren Arcan
Borges için  Tanrı bir küre, merkezi her yerde, çevresi hiçbir yerdedir. Geçmiş ve gelecek bitimsizse “ne zaman?” kavramı oluşamaz. Her yaratık sonsuza eşit uzaklıktaysa “nerede ?” kavramı oluşamaz. Bu mantık düzenini sürdürürsek hiç bir kimse hiç bir zaman hiç bir yerde değildir.  Evrenin tüm noktalarını aynı anda birden gören Borges, Alef'te tanrıyı kavramıştır.  Alef onun için bütün noktaları içeren tek bir noktadır. Sonsuz ve bitimsizdir. Borges kendini öncesiz ve sonrasız bir nehirde akıp giden bir nokta olarak görür.
“Evreni edebiyatta özetleyen yazar “ olarak anılan Borges “Alef” öykü kitabındaki  mistik, allegorik ögeleri bilim kurgu ile ustaca harmanlamış. Kitaptaki öyküler yüzeysel olarak okunduğunda  müthiş akıcı ve okuru merakta bırakan bir kurgu içinde soluksuz izleniyor. Ancak derinlemesine irdelendiğinda felsefik içeriğini kavramak bir hayli emek gerektiriyor.
Borges, büyülü paralar, gelecek ve geçmişin iç içe geçtiği çarklar, düşlerden varedilen katiller, yüzyıllardır yaşayan “ölümsüzler” lerden sözeder. Alef ise evrendeki bütün noktaları içeren  bir tek noktadır. Bir tek nokta evrendeki bütün noktaları nasıl içerebilir?
Bu konuya açıklık getirebilmek için Borges’in Zahir adlı hikayesinden yola çıkabiliriz
 İslâmda "Zahir", Allahın 99 adından biridir. Görünen, belli olan, var olandır. Çünkü Allah her yerde vardır. "Bâtin" ise örtülü olan, gizlenmiş olan anlamındadır. Kuran hem zahir açısından incelenebilir hem de batın. Ancak batınî incelemenin bu yönde eğitilmiş kişilerce yapılması gerektiği söylenir. Çünkü kavranması çok güç olan Allah’ın, bilgisizler tarafından incelenmesi onlara yıkım getirecektir. Bu nedenle konunun  ancak aydınlanmış, eğitimli kişiler tarafından ele alınması zorunlu olacaktır. Bu bakış açısına Sufiler (sufi = saf, arı) karşı çıkmış batının herkese açık olduğunu ve dileyen herkesçe görülebileceğini söylemişler.  
Zahir adlı öyküsünde Borges bir para gördüğünü ve bu paranın aklını başından aldığını söyler. Zahir adlı bu paraya bakınca hummaya tutulmuş gibi olur. Bu para, dünyadaki gelmiş geçmiş bütün paraları içermektedir. (s 94-95) 
“Bu para soyuttur. Bu para gelecek zamanları da içinde barındırır. Banliyoda bir gece, ya da Brahms’ın bestelediği bir müzik, haritalar, satranç ya da kahve olabilir. Değişkendir. Önceden kestirelemeyecek zamandır. Zamanın bitimsizliğidir. İnsanın özgür iradesinin simgesidir...” 
düşünceleri aklına dolar. Olanları kavrayamayan Borges daha önce bu aydınlanmayı yaşayan arkadaşı Julie gibi delireceğini düşünür. Allah’ın en karmaşık niteliğini görmüştür: 
“paranın önce ön yüzünü sonra da arka yüzünü gözümün önüne getirebildiğim zamanlar olmuştu (zahir ve batın) şimdi her iki yüzünü de görebiliyordum. " (Tam aydınlanma)
diye öyküsünü bitirir.
Borges için  Tanrı bir küre, merkezi her yerde, çevresi hiçbir yerdedir. Geçmiş ve gelecek bitimsizse “ne zaman?” kavramı oluşamaz. Her yaratık sonsuza eşit uzaklıktaysa “nerede ?” kavramı oluşamaz. Bu mantık düzenini sürdürürsek hiç bir kimse hiç bir zaman hiç bir yerde değildir. 
Evrenin tüm noktalarını aynı anda birden gören Borges, Alef'te tanrıyı kavramıştır. Alef onun için bütün noktaları içeren tek bir noktadır. Sonsuz ve bitimsizdir. Borges kendini öncesiz ve sonrasız bir nehirde akıp giden bir noktadır.
“Son olarak iki gözlem daha eklemek istiyorum; birincisi Alef’in özü ikincisi adı üzerine. Bilindiği gibi Alef İbrani alfabesinin ilk harfidir... Kabala’da bu harf katışıksız hem de sonsuz olan tanrının, En Soph’un başını tarif etmek için kullanılır. Alef’in hem göğü hem yeri gösteren bir insan biçiminde olduğu da söylenir, bu insan aşağıdaki dünyanın yukarıdakinin aynası olduğunu ifade edermiş...”
“Kahire’de Amr camiinin orta avlusunu çevreleyen sütunların birinde tüm alemin olgusunun yattığını bilirler... sütunun yüzeyine kulaklarını dayayanlar kısa bir süre sonra yoğun bir gürültü duyduklarını söylerler; cami yedinci yüzyıldan kalmadır sütunlar da islam öncesi tapınaklardan gelmiştir.” (bütün zamanın dinleri)  
“Şu Alef taşın yüreğinde mi. O bodrumda her şeyi gördüğümde Alef’i mi gördüm ve şimdi unuttum mu? Zihinlerimiz elek gibi; unutkanlık içeri sızıyor; ben de aradan geçen yıpratıcı yılların etkisiyle Beatriz’in belleğimdeki yüzünü çarpıtıyorum ve yitiriyorum.”
Telekominikasyon kehaneti
1945 yılında yazılan Alef ayrıca, bir telekominikasyon kehaneti olarak yorumlanabilir. İnternet teknolojisi yer, mekan olgusunu ortadan kaldırmaktadır. Bilgisayarının başına oturan herkes (bir nokta) aynı zamanda dünyadaki bütün noktaları içermektedir. İnternet mekân olgusunu da ortadan kaldırmıştır. Bilginin yanı başınızdaki odadan mı yoksa kıtalar ötesinden mi geldiği hiç önem taşımamaktadır. 
Bilgi bir “tık” ötemizdedir. 
Alef’te Danieri çağdaş insanı şöyle över. 
“çağdaş insanı şöyle görüyorum: en gizli, en kutsal hücresine, sözgelimi şatosuna bile kapanmış olsa gene de donanmıştır; telefonlarla, telgraflarla, gramafonlarla, radyolarla, sinema perdeleriyle, göstericilerle, sözcüklerle, tarifelerle, el kitaplarıyla, bültenlerle ...”
Danieri böylesine donanmış bir insan için sahici bir yolculuğun artık gereksiz olacağını belirtir. 
“Yirminci yüzyılımız Muhammed’le dağın öyküsünü tersine çevirmiştir. Bugün artık dağ çağdaş Muhammed’e geliyor” der
1982 yılında henüz kişisel bilgisayarlar yeni yeni evlerde yerlerini almaya başladığında Borges, dünyanın henüz “Aleflenmediğini” söyler. Yani insanlar bulundukları noktadan henüz evrenin bütün noktalarına ulaşmış değillerdir.
O günlere oranla, bugün  Alef'e dünyasına çok daha yakınız.
24 Eylül 2003
Eren Arcan
Borges’in ana temalarından bir tanesi de Çoğulluk ve Tekillik kavramlarına dayanır. Babil Kütüphanesinin sonsuz sayıdaki kitaplarına karşın, “Ayna ve Maske”de, yaşamın mucizevî güzellikle bir tek dize ile ifade edilir. Undr adlı öyküde ise şiirdeki mucize ve güzellik tek mistik kelimeye indirgenmiştir.
İrlanda Kralı, sarayın şairi Ollan’dan, Vergillius’un Aneid’i gibi kendisini yücelten bir şiir yazmasını ister ve kendisine bir sene mühlet verir. Bir sene sonra şair gelir ve şiiri okur. Kral şiiri çok beğenir. İmgeler klasik şiirlerdeki gibidir. Uyaklar, hece sayıları ölçüleri hep yerli yerindedir. Hepsi güzeldir ama Krala göre bu şiir damarlarındaki kanı daha hızlı akıtmıyordur. Kimse sararıp solmamış, savaş çığlıkları atmamıştır. Kral Şaire şiirine görüntüleri yansıttığı ve çoğalttığı için bir Ayna hediye eder ve ikinci bir şiir yazması için yine bir sene mühlet verir.
Bir yıl sonra Ollan daha kısa bir şiirle geri döner. Metin tuhaftır. Savaşın betimlemesi değil, ta kendisi gibidir. Savaş tanrıları metnin içinde kaynaşıp dururlar. Ama şiir daha örtük olarak kavramları anlatır hale gelmiş ama yine de idealizme ulaşamamıştır.
Kral şaire bazı kavramları gizlediği, üstü kapalı bir şiir yazdığı, lafın tamamını söylemediği için bu kez altın bir maske hediye eder. Yeni bir şiir için bir yıl daha mühlet verir.
Bir yıl sonra şair saraya geldiğinde tanınmaz haldedir. Yaşlanmıştır, sanki kurumuş kalmış gibidir. Gözleri uzaklıklara bakmaktadır. Kral yazdın mı diye sorar. Şair “yazdım” ama “Keşke İsa Efendimiz beni yasaklamış olsaydı,” der. Kral şiiri okumasını emreder. Şairin okuduğu şiir tek bir dizedir. Yeryüzünün bütün büyüleyici güzelliklerini içeren, bir tek dize şiiri idealizmin doruklarına taşımıştır.
Kral böylesine bir güzelliği paylaşmanın bir günah olduğunu söyler. Güzelliği tanımış olmanın günahıdır bu. İkisi de günahlarının kefaretini ödeyecektir.: “Sana bir ayna ve altından bir maske vermiştim, sonuncu ve üçüncü armağanım bir hançer.” der.
Şair bu hançerle kendisini öldürür. Kral da İrlanda topraklarını bir baştan bir başa dilenci gibi dolaşır ve bir dizelik şiiri bir daha hiç okumaz.
25 Ağustos 2013
İstanbul
Eren Arcan
Yalnızca özel bilgisi olanlar tarafından anlaşılabilen, ezoterik öğretileri kapsayan Kabala, sonsuz, değişmez, gizemli, ezelî ve ebedî olan “Ein Sof” (sonsuz) Tanrı ile, onun yaratımı olan ölümlü ve bitimli evren arasındaki ilişkiyi açıklar. .
"Babil Kütüphanesi" adlı kısa hikâyesinde Borges evreni, bitimsiz bir kütüphane olarak tasarlar. Kütüphane birbirine geçmeli, sonsuza kadar uzanan, altıgen odalarla kaplıdır. Odalarda temel insan ihtiyaçlarını karşılayacak malzeme ile dört duvarı kaplayan kitap rafları bulunmaktadır. Raflar 25 alfabetik karakterin tüm kombinasyonlarını taşıyan kitaplarla doludur. Bu kitap evreninde kitapların çoğu saçma sapan olmasına rağmen, kütüphane, o güne kadar yazılmış, gelecekte yazılacak olan bütün kitapları ve bütün bu kitapların mümkün olan tüm varyasyonlarını, hatta hatalılarının, onların hatalılarının hatalılarını, yine bütün bu kitapların ve varyasyonlarının evrendeki bütün dillere çevrilmiş kopyalarını bulundurmak mecburiyetindedir.
Bu kütüphanede hem geçmişin hem de geleceğin ayrıntılı dökümü mevcuttur. Meleklerin otobiyografileri, insanların yazmış olabileceği ama yazmadığı kitaplar, Babil Kitaplığının tarihçesini açıklayan kitaplar, bu fantastik kozmozun nasıl oluştuğunun içeren bilgiler, varlık, doğa ve Tanrının niteliklerini açıklayan kitaplar, her bireyin biyografisini kapsayan kitaplar bulunmaktadır.
Öte yandan bilginin sonsuzluğu ve kütüphanenin organizasyondan yoksun oluşu kütüphaneyi yararsız kılmaktadır. Bilgi kaosu içinde İnsanlar istedikleri hiç bir şeyi, özellikle kendilerine, geleceklerine ait bilgileri bulamamaktadır. Bu durum, onları çaresizliğe iter. Kör inançlara kapılırlar ve "arındırıcılar" gibi kitaplara gizli oto sansür uygulayan mezheplere katılmaya başlarlar.
Kitaplarda karmakarışık harflerden üretilmiş kelimeler bulunur. Bilgiye ulaşmak amacıyla insanlar bu saçma harflerden oluşan kelimelerin peşine düşerler. Bu kelimeler bir şey ifade etmez ama her kelimenin kodunu çözen açıklayıcı bir de kitabı vardır. Bu kitapların bazıları tehlikelidir. Bu kitaplarda herkesin hayatının doğumdan ölüme kadar geçen tüm sürecin anlatıldığına inanırlar. Kendi kaderlerinin arayışı içine girerler. Amaçları "Kızıl Altıgeni,” sihirli kitapları, bir kurtarıcı olarak görülen tanrısal "Man of the Book" "Kitabın Adamını" bulmaktır.
Tüm kitapları açıklayabilecek tek bir “kitabın kitabının” bulunduğunu ve bu tek kitabın kütüphane indeksinin tüm kodlarını içerdiğini düşünürler. 25 karakterle yapılabilecek her kombinasyon yapılmıştır. Ancak. “dhcmrlchtdj” karakterlerinin yapabileceği bir kombinasyon mevcut değildir. . Bu dizin özgündür ve tektir. Benzeri yoktur.
Eğer kütüphane evrense, bu evrenin dışında hiçbir şey var olamaz. Bu nedenle hem anlatıcı hem de okurları var olan bu düzenin bir parçasıdır. Yalnızca “parçası” olduğumuz bir düzenin “tamamını” nasıl görebiliriz. Kütüphaneciler denizdeki balıklar misali okyanusların tamamını nasıl kavrayabilirler. Ancak bir kısmına vakıf oldukları gerçeklere dayanarak dünyanın gizlerini nasıl çözebilirler?
Bu nedenle tüm kitapların bütün kodlarını içeren tek bir kitabı bulmak imkânsızdır. Çünkü bu kitabın varlığı onu içeren başka bir kitap tarafından işaret edilmektedir. Yani hepsi “parçanın” bir parçasıdır.. Bu yüzden eksiksiz, küllî bilgi imkânsızdır. Ezelî ve ebedî “Ein Sof’un”: yaratımı olan, ölümlü ve bitimli evrendeki kütüphaneciler bilginin tamamına vâkıf olmaktan uzaktırlar.
Borges gerçekten zamanının ilerisinde bir yazardı.   “Babil Kütüphanesini” evrenin bir metaforu olarak kaleme almış. Lütfen kütüphane yerine” internet”; kitap yerine “web sitesi”, “Man of the Book” yerine “arama motorunu” koyun karşınızda Babii Kitaplığı paralelinde hem muhteşem bir bilgi kaynağı, hem de aynı zamanda devasa bir çöplük olan interneti bulacaksınız.  Yalnız Babil Kütüphanesinin kodu 25 karakterden oluşurken internetinki iki karakterden oluşmaktadır   0 ve 1. :))
Çeşme 21.07.2013
Eren Arcan
Borges'in sıklıkla kullandığı ikizler temasına çarpıcı bir örnek olan Borges ve Ben adlı yazısı Borges'in ikili kimliğine dayanır. Ben kavramı yazarın öz kişiliğini temsil ederken Borges kavramı kamuya yansıyan yazar kişiliğini ortaya koyar. Ben kişiliği sürekli öteki Borges kişiliği ile didişir. Böylece yaşam akıp gider. Ben kimliği giderek yiterken her şey yazar Borges'e mal olur. Borges Bu sayfayı ikimizden hangisinin yazdığını bilmiyorum." diye yazısını bitirir.
"Ötekisi, Borges bu başına türlü işler gelen. Buenos Aires’i dolaşıyorum ve arada belki de öylesine durup, bir girişin kemerine ya da bir demir kapıya bakıyorum. Borges’in haberleri postadan ulaşıyor bana ve bir akademik oy pusulasında ya da bir yaşam öyküsü sözlüğünde adını okuyorum onun. Ben kum saatlerini, haritaları, on sekizinci yüzyıl baskılarını, kahvenin tadını ve Stevenson’ın düzyazılarını seviyorum. Öteki bu beğenileri benimle paylaşıyor, ama onları bir oyuncuya özgü davranışlara dönüştürerek sahtekârlıkla yapıyor bunu. İlişkilerimizin düşmanca olduğunu söylemek biraz fazla olacak: durum öyle ki ben yaşıyorum, yaşamı kabullenip sürdürüyorum, işte Borges böyle yaratıyor yazınını ve bu yazın benim varoluşumu doğruluyor. Birkaç değerli sayfa yazmayı başardığını İtiraf etmekten çekinmiyorum onun ama bu sayfalar beni kurtaramıyor; belki de bu, iyi bölümlerin artık hiç kimseye, hatta ötekine bile ait olmayıp geleneğe ya da İspanyol diline ait olmasındandır. Bunlar da ötekine ait oldu mu, benim işim bitik demektir kesinlikle ve o zaman onun içinde artık birkaç parçacığım sağ kalabilir artık. Uslanmak bilmez abartma ve yalan söyleme huyunun çok iyi ayrımında olsam da yavaş yavaş her şeyi açıklıyorum ötekine.
Spinoza her şeyin kendi doğasını koruma eğiliminde olduğunu savunurdu: Kaya, sonsuza dek kaya olmak ister, kaplan da kaplan. Oysa ben -eğer gerçekten birisiysem- yaşamımı, kendi içimde değil Borges’in içinde sürdürmek zorundayım; kendimi onun kitaplarında, diğer bir çoğununkinden ya da bir gitarın özenle çalınışını dinlerkenkinden daha az ayrımsıyorsam da böyle bu. Yıllar önce kendimi ondan bağımsız kılmaya çalıştım ve aşağı —orta— sınıf söylencelerinden sonsuzlukla ve zamanla oyunlar oynamaya yükseldim, ama bu oyunlar Borges’in oldu şimdi ve ben yeni bir şeyler bulmalıyım. Böylece yaşamım akıp gidiyor işte ve ben her şeyi yitiriyorum ve her şey ya unutuluşun ya da ötekinin oluyor.
Bu sayfayı ikimizden hangisinin yazdığını bilmiyorum. "
Jorge L. Borges
Çev: Zafer Aracagök, Yazko Çeviri, Kasım Aralık 1982, Sayı:9, s.62

 ANLAR
Sil baştan yaşama şansım olsaydı eğer,
Oturup saymazdım eski yanlışlarımı.
Kusursuz olmaya çalışmaz, rahat bırakırdım yüreğimi.
Ve elbette çok daha çoşkulu olurdu sevdalarım,
İçine az buçuk da ciddiyet katılmış.
Bu denli titiz olmazdım hiç, öyle bir şansım olsaydı eğer.
Korkmazdım daha çok riske girmekten
Daha çok yolculuğa çıkar,
Gün doğumlarını kaçırmazdım asla;
Hele dağlara tırmanmanın keyfini.
Hiç bilmediğim yerlere giderdim gidebildiğimce.
Doyasıya dondurma yer, boş verirdim kuru nimetlere.
Öyle bir şansım olsa idi eğer,
Dertlerim de yaşamın gerçeğini taşırdı,
Yalnızca düşlerin değil.
İşte hani onlardan,
Her saniyesini verimli geçirenlerden biriydim.
Aynı anlara geri dönebilse idim eğer,
Yalnızca iyi ve güzel olanları tatmak isterdim yeniden.
Yanında termometresi, bir şişe suyu, şemsiyesi ve
Paraşütsüz yerinden kıpırdamayanlardan biriydim.
Ama yeni baştan başlayabilse idim eğer,
İyice hafiflemiş olarak çıkardım yolculuklara.
İlkbahara yalınayak girer,
Sonbahara dek unuturdum pabuçlarla yürümeyi.
Hiç bilinmeyen yollara dalardım,
Tadını çıkarırdım gün ışığının,
Çocuklarla daha çok oynardım,
Sil baştan yapabilseydim eğer...
Ama heyhat, seksen beşindeyim artık
Ve biliyorum ki...
Ölmekteyim...
JORGE LUİS BORGES
                        ben, ne yazık ki Borges’im
“Zaman beni sürükleyen bir nehir, ama nehir benim;
Beni parçalayan bir kaplan, ama kaplan benim.
Beni tüketen bir ateş, ama ateş benim.
Evren, ne yazık ki, gerçek;
ben, ne yazık ki Borges’im...”
 KÖRLÜK
Kimse yakınıp yerindiğimi sanmasın
Bu lûtfundan Yüce Tanrının
Bana ilâhi bir şaka yaptı
Kitabı ve körlüğü aynı anda bağışladı
Bir rüya gibi ağır yalnızlık
kentin yakınlarında durdu.
Çanlar hüznünü topluyor
dağınık günün.  Yeni ay
Göyüzünde küçük bir ses
Alacakaranlıkla birlikte
Kent tekrar kıra dönüşüyor.
           
Bahar Vardarlı
Bu bir kritik, bir eleştiri yazısı formatında bir öykü. Pierre Menard diye bir Fransız Şair var fakat burada bahsedilen Pierre, gerçek mi yoksa Borges'in kurmacası mı anlayamadım. Zaten bu yazı o kadar çok yazar ve felsefeciden bahsediyor ki yazının neresinin ciddi neresinin alay olduğunu benim gibi avaraj kültür sahibi olan okur çözmekte zorlanıyor.
Borges, başta Pierre Menard'ın Özel Arşivi olarak onun çalışmalarından uzun bir liste sunuyor. Bu listenin çoğu monografi, bilimsel alanlarda özel inceleme başlığı altında ama incelenen konular basit ve incelenmeye değmez. Bu öykü boyunca okuyucuyu şaşırtma, çelişkiye düşürme ve ince alay etme sürüp gidiyor. Sanırım sadece edebiyat dünyasını iyi bilen insanlar arasında anlaşılacak bir metin bu okuduğum.
Öyküde bahsedilen yazar, Pierre Menard ölmüş ve ardında bitmemiş eseri Don Kişotu bırakmıştır. Bu eser Donkişot'un ilk kitabının 9. ve 38. bölümleriyle 22. Bölümünün bir parçasından oluşmaktadır.
Öyküde Borges, 'o başka bir Kişot yazmak değil, bunu yapmak kolaydır, o Don Kişot kitabının kendisini yazmak istiyordu. Onun amacı kopya etmek değildi. Onun akıllara durgunluk veren amacı Cervantes'inkilerle, kelime kelime, satır satır örtüşecek birkaç sayfa yazabilmekti. Servantes ile Menard'ın Birleşmesi olarak da tanımlanabilecek bir düştü onunkisi.'demekle Menard'ın yapmak istediğini açıklıyor.20. Yy da 17. Yyda yaşamış çok okunan bir romancı olmak ona alçalma gibi geliyordu aynı zamanda. Bir yolunu bulup Cervantes'in kendisi olarak Kişot'a ulaşmak amacıydı.' Diyor.Borges menard'ın bir mektubunda, 'Don Kişot beni derinden ilgilendiriyor ama vaz geçilmez gelmiyor bana. Don Kişot ratlantı sonucu doğmuş bir kitaptır. Don Kişot olmasa da olurdu. Onu yazabilirim de... Kitabı yazarken Cervantes anlık esintilerden etkilenmiş , baştan savma yazmıştı. Ben onun eserini yeniden kurma gibi bir görev üstlendim.' Dedi diye de belirtiyor. O zaman zaten labirentler içinde bunalan bir okur olan ben iyice açmaza düşmüşken; Cervantes'in ve Menard'ın tıpa tıp aynı satırlarının 17. Yy da okur tarafından algılanışı ve 20. Yy da okur tarafından algılanışı arasındaki fark ortaya çıkınca konu benim için tamamiyle aydınlanmış oldu.
Burada üstünde durulan konu anokronizma tekniğidir. (Bu teknik zamanı değiştirme tekniği olarak da adlandırılabilir.) Bu yazıda belirtmeye çalıştığı esas fikir, sonda belirttiği gibi, okuma sanatını bilinçli zaman değişimleri yaratarak ve yanlış anıştırmalar yoluyla yeni bir teknik ortaya koyarak zenginleştirmek fikridir.
'Düşünmek, çözümlemek, uydurmak zekanın soluk alıp verişidir. Bu işlevin arada sırada yerine getirilişi eski çağlardan kalma yabancımız olan düşünceleri bir kenara biriktirmek, eski allamei cihan kişilerin neler düşünebildiklerini hatırlamak , tembelliğimizi ve barbarlığımızı itiraf etmektir. İnsan kafasında her türlü düşünceyi barındırabilmeli...'yaptığım bu alıntı da bu yazının neden 300 yıl öncesinin bir kitabını yazma öyküsüne dair olduğunun nedenini açıklığa biraz olsun kavuşturuyor sanırım.
Bahar Vardarlı
Gerçekten var mıyız, yoksa bir düş müyüz?
Düpedüz bir insan değil de bir başkasının düşlerinin yansısı olmak- ne katlanılmaz bir eziklik, ne çılgınlık! Ya o seni düşlemekten vazgeçerse ...
Öyküyü kısaca özetlersem, kahramanımız bir adam düşleyecek, onu en ince ayrıntılarına kadar canlandıracak ve gerçekliğe katacaktı, amacı buydu. Amacına ulaştı gerçekleştirdi de düş oğlunu ama ne yazık ki hareket ettiremiyordu onu. Bu konuda da Ateş tanrısı ona yardımcı oldu ve düşlenen hayalete tılsımıyla can verdi. Bu düş çocuk (ateşte yanmayacak) kendisini gerçek sanacak sadece ateş tanrısı ve onu düşünde yaratan, onun hayalet olduğunu bilecekti.
Ve de sonunda düşleyenin düşünde, düşlenen uyandı. Artık oğlunu yaratmayı başaran adam hazzın keyfini yaşıyordu, oğlunun geleceğinden kaygılanıyor, onun yetişmesi için çabalıyordu. Ama sonunda adam bir yangında kendi acı gerçeğini gördü; yanmadığını fark etti.
Demek ki oğlu gibi kendisi de bir hayal, bir başkasının düşüydü.
Bu kısa öykü bana varlığımın gerçek olup olmadığı konusunda birçok soru sordu. Bunlar önceden hiç düşünmediğim şeylerdi. Oysa Borges gerçekten var olup olmadığını sorgulayan bir yazar. Ne diyor, benim biyografik özelliklerimi bırakın, eserlerimi okuyun. Eserlerinde de hiçbir öğretiyi açıkça yöneltmiyor; her dediği sis perdesi ardında. Okuyucuyla iş birliği bekliyor. Eseri yaratan okuyucuya kadar ilerletiyor iddiasını.
Ben bu öyküyü 'hiç birimiz özgür değiliz' başlığı altında algıladım kendi dağarcığımda. Var olduğumuzu sanıyoruz, oysa var ediliyoruz! Varlığımız aile, toplum, kültür, örf ve adetlerle şekilleniyor. Aynı zaman diliminde var olduğumuz insanlarla benzeşmiyoruz çünkü her zaman diliminin kesiştiği mekanlar, yerler ayrı. Onun için İsveç'te yaşayan Peter ile ben aynı insan değiliz.
Gene bu düşsel öyküde; düşlediği döngüsel bir amfitiyatronun merkezinde (bence evren) öğrencilerine ders veriyor, evrene katılmayı hak eden canı arıyordu. "Öğretisini ses çıkarmadan benimseyen öğrencilerden hiçbirşey bekleyemeyeceğini; buna karşılık kendisine arasıra da olsa karşı çıkmayı göze alanlardan birşeyler bekleyebileceğini anladı. Birinci kümedekiler, sevgiyi ve yakınlığı hak etseler de birey katına yükselemezlerdi asla; ikinci kümedekilerse varoluş öncesi dönemindeydiler." Sormak , sorgulamak, ses çıkarmak, karşı gelmek; bütün bunlar var olduğumuzun belirtileri değil midir?
Bu kadar düşsel sunulan kısacık bir öyküden böyle evrensel bir sorunu iletmek ancak Borges gibi bir ustanın işi olabilir. Hakikaten onun içinde bir evren saklıymış, bu evrene nasıl sahip olmuş, onu da kendisi söylüyor, okuyarak...

Şule Bölükoğlu
“Değerli görünen doktrinlerle alay eden Borges aklın, aşk ve ölüm gibi zorlu bilmecelerin üstesinden gelme gücünün varlığına inanmazdı.” J.W
Gizli Mucize – Hayaller ve Hikayeler, Artificios (1944)
Allah da onu yüzyıl ölü bıraktıktan sonra dirilterek, “ne kadar zaman kaldın?” diye sormuş, o da “Bir gün, belki daha az,” demiş. Kur’an II, 259
“Borges’ in “Sonsuzluğun Tarihi” ne benzeyen “Sonsuzluğun Zaferi” nin ve bir deneme kitabının yazarı olan Jaromir Hladik, III. Reich’ in zırhlı birliklerinin Prag’ a girmesinden sonra tutuklanmıştır.” Hladik hapishane hücresinde idamını beklerken, manzum oyunu Düşmanlar’ ı tamamlamak ister. Hladik Tanrı’ ya kendisine bir yıl bahşetmesi için dua eder ve rüyasında tıpkı kendisi gibi Tanrıyı arayan kara gözlükler takmış kör bir kütüphaneci görür. Kütüphaneci ona, Hindistanın haritasını içeren bir atlas verdikten sonra , Hladik dileğinin kabul edildiğini söyleyen bir ses duyar. Yarım saat erken getirildiği idam mangasının önünde ölümü beklerken, şakağına koca bir yağmur damlası düşer ve yanağından aşağıya hafifçe süzülür, ve çavuş tam atış emrini haykırdığı sırada birden zaman durur. Damla yanağında öylece kalır. Önce delirdi zanneder kendisini, sonra zamanın durduğunu düşünür. Ancak bunu düşünebildiğime göre zihnimi de sınamalıyım der. Tanrı ona yarım kalmış oyununu bitirmesi için bir yıl süre tanımıştır. Kendisini sınamak için Vergilius’ un o gizemli dördüncü çobanıl kasidesini dudaklarını oynatmadan söyler içinden.
Belleğinden başka hiçbir belge yoktur elinde. Fiziki olarak kendisi de zaman içinde donmuştur çünkü. “Gizli zihinsel labirentinde, oyununu bitirebilmek için iğneyle kuyu kazar gibi uğraşır didinir.” “Oyununu yazmayı bitirdiği anda, yanağındaki yağmur damlası yere düşer ve Hladik vurulur. “
“Borges gerçek sanat eserinin, zihinde, iradede gömülü, somutlaşması gerekmeyen bir erek olduğunu ima etmektedir. Hepimiz bu acı gerçeği biliriz. Ölümün kendisi için kaçınılmaz olduğunu anlayan herhangi biri, artık üretmeye devam edemeyecektir. Erişilmesi imkansız bu ereğin farkındalığı, Borges’ in 1940’ lardaki çalışmalarının temeline uzanan bir çelişkidir. “ (2)
Einstein bile zaman görecelidir derken bu hikayede de zamanın subjektifliği dikkat çekici. Tanrıdan beklediği bir yılı alıyor ama o bir yıl beklendiğinin çok ötesinde bir an gibi geçip gidiyor . Ölümden kurtuluşu ile beraber yaratma mutluluğunun tadına varırken bir yandan da yaşamın normal akışı içinde farketmeyeceği güzellikleri algılayıp, takdir ediyor (“avlunun zeminindeki parke taşlarından birinin üzerine bir arının kıpırtısız gölgesi vurdu.”)
Öyküde insanî gayretin elle tutulamayan değerini keşfediyoruz bir yandan da. Oyun yazarı Hladik belki de son oyununu yaratırken daha öncekilere gore daha büyük keyif alıyor çünkü bu son oyunun sadece ona ait olduğunu kimseyle paylaşılamayacağını biliyor.
Yaşamın mücadeleleri büyük ödülleri de beraberinde getirir. İnsanoğlu yanıt bulacağı dualarını kendisi şekillendirir. Etrafımızda yerine getirilmek üzere bekleyen onlarca belli/belirsiz başarı vesilesi ve ulaşmak için atmamız gerektiğini düşündüğümüz onca adımlar var ki. Bizler de bu öyküde olduğu gibi birer “gizli mucize” ile mükafatlandırılsak bu mükafat ne şekilde olurdu acaba? Ya da gizli mucize gerçekleştiğinde farkına dahi varabilir miydik?
Hepimizin başına gelmiştir müthiş güzellikte bir manzara ile karşılaştığımızda heyecanla fotograf makinamızın ayarları peşine düşerek ya da etrafımızdakileri telaşla manzaraya davet ederek ne çok zaman kaybetmişizdir kimbilir? Bunu yapmak yerine her detayı inceleyerek ve o anı zihnimize kaydederek sadece kendimizin seyredeceği zihin fotografları çekmeyi deneyebilir miyiz?
Bu belki de zamanı da yavaşlatmanın bir yoludur ! Nitekim sorabiliriz ; Hladik’I gerçekten Tanrı mı ödüllendirildi yoksa kendisi mi zamanını dondurdu? Belki muhtelif mecralarda rivayet edildiği üzere kara delik benzeri gözle görünmeyen dördüncü veya beşinci boyutlar etrafımızda kıvrılıp duruyorlardır !? Belki de gençlik vaad eden çeşme zannedilen şey sadece bir çeşit ruh halidir. Hatta belki bugün Himalaya dağlarında bir keşiş son 50 yılda bile bir milenyum uzunluğunda bir ömrü geride bırakabilmiştir.
Ne kadar zamanımız kaldığından bağımsız olarak, istediğimiz gibi kullanılmak üzere yaşam bize armağan edilmiş…
1. (Jorge Luis Borges, Ficciones hayaller ve hikayeler, İletişim 2012 Istanbul, Çev.Fatih Özgüven, Tomris Uyar) 2. (Jason Wilson, “Jorge Luis Borges - biyografi” YKY Temmuz 2011 Istanbul, Çev. Tonguç Çulhaöz)

Eren Arcan
Borges “Eğer öykülerimden yalnızca birini kurtarmam gerekseydi en fazla otobiyografik ögeler taşıyan, anılarla en yüklü ve en yaratıcı olan “Kongre” yi kurtarırdım.” diyor. Öykü Borges’in alıştığımız temaları olan zaman, tarih, bellek, mikro ile makro, inanç ile kuşku, kahramanlık ile korkaklık, sadakat ile ihanet, insan ile insanlık gibi karşıtlıklarla yüklüdür. Borges karşıtlıkların birbirlerinin zıddı değil tamamlayıcısı olduğunu düşünür.
Kongre, Borges’te aşina olduğumuz ironi, simgeler, sahte alçakgönüllülük, kabalist harfler, rakamlarla oyunlar, ansiklopedilerden bilinçli çalıntılar, eski öykülerine göndermelerle yüklü sözsel oyunları kapsayan bir Borges manzumesi gibidir.
Yazar öykünün epigrafında Didorot’nun “Kaderci Jaques ve Efendisi” adlı eserinden bir alıntı ile başlar: Alıntı aynı zamanda “Kongre” öyküsünün bir özeti gibidir.
“Devasa bir şatoya doğru yola koyuldular. Şatonun dış cephesinde şunlar yazılıydı: ‘Kimseye ait değilim ve herkese aitim. Siz içine girmeden de oradaydınız, çıktıktan sonra da oradasınız.’ ”
Kongre’ye paralel olan “Bilimin Kesinliği” adlı öyküsünde Borges, yörenin her santimetrekaresini saplantıyla haritalamaya çalışan kartograflardan (haritacılar) söz eder. Kartograflar kentin her yanını birebir kapsayan haritalar üretmektedirler. Fakat işi o kadar ileri götürürler ki ürettikleri haritalar imparatorluğun tamamını kaplamaya başlar. Ancak daha sonra gelen kuşaklar bu sonsuz haritanın nafile olduğuna karar vererek onu tabiatın acımasızlığına terk ederler.
Borges, “Kafkayesk” bir öykü olarak tanımladığı “Kongre” de ise, gelmiş geçmiş ve gelecek tüm insanların, tüm kültürlerin temsil edildiği bir ütopik, evrensel ve devâsa kuruluştan söz eder.
“İnsanlığın Kongresi” olarak tasarlanan bu kuruluşta dünya üzerindeki her grup, bir üye tarafından temsil edilmektedir. (Borges ince ince Birleşmiş Milletler ile dalga geçmiş.)
Ancak daha kuruluş aşamasında hangi üyenin hangi grubu temsil edeceği konusunda sorunlar vardır. Çünkü her üyenin birden fazla öne çıkan niteliği vardır. Örneğin Başkan Glencoe hem Uruguaylı, hem kırmızı sakallı, hem de sürü sahibidir. Uruguaylıların mı, sürü sahiplerinin mi, yoksa kırmızı sakallıların mı temsilcisi olacaktır? .
Sonra dil meselesi de vardır. Tüm insanlar hangi dil şemsiyesi altında birleştirecektir? Esperanto mu, Volaptik mi, yoksa Latince mi?
Üçüncü sorun da bir Kongre’nin kendine özgü bir kütüphaneye sahip olması konusunda çıkar. Kongreye göre İnsanlığa tanıklık ettiği için tüm basılı medyanın saklanması zaruridir. Depolar kitap, gazete, dergi, belgeler ile doldurulur. Ancak getirilen dokümanlar belirli grupları temsil edeceği için birleştiriciliğe değil ayrımcılığa neden olacaktır. Ayrıca dünyada var olan şiddet, gaddarlık, ve kargaşa nedeniyle kuruluş ütopya olmaktan çok uzaktır. Dünyayı tüm ayrıntılarıyla ve ilişki ağlarıyla yeniden kurgulama çabasının abes olduğu anlaşılır. Bu nedenle dünyayı olduğu gibi kabul ederek var olanla mutlu olmak en iyi yoldur.
Ölümlü olan bireyin ya da topluluğun tüm dünyayı temsil etmesi mümkün değildir. Gerçek Kongre “Dünya”nın ta kendisidir. Onun sınırlı ögelerle bir temsilini, yine sınırlı kişiler ve topluluklarla yapmaya çalışmak hem imkânsız, hem faydasız, hem de saçmadır. Dünyanın kendisi zaten tüm bütünselliğe sahiptir. Oysa öyküdeki “Kongre” tanımlanmış, kurallarla sınırlandırılmış ve bilinir bir yapıya sahiptir.
Başkan Glencoe tüm kitapların yakılmasını emreder ve şu sözlerle Kongre’yi lağveder.. “Dünya Kongresi Dünya ile başladı ve bizler toprak olup gidinceye kadar sürecek. Bulunmadığı bir yer yok. Kongre yaktığımız kitaplardır. Kongre Sezar’ın ordularının yolunu değiştiren Kaledonyalılardır. Kongre çöplükte oturan Eyüp ve çarmıha gerilmiş İsa’dır. Kongre paramı kötü kadınlarla yiyen o hayırsız delikanlılardır.”
Alevler çatır, çatır kitapları sararken Kongre üyeleri duvar kenarlarına yapışıp kalırlar. Yazına gönül veren Irala ise ‘Bir kaç yüzyılda bir İskenderiye Kütüphanesi yakılmalıdır” diye fısıldar.
Anlatıcı da öyküyü “Kongre gizli gizli var olduğunu duyumsadığımız evrendi. Bizdik,” diye bitirir.
Bu öyküde Borges, görkemli, sonsuz olan evrenden sıradan bir dille söz ederken amacı büyülü, gizemli olanı, fantastik ile açıklamak değil; muhteşem olanın zaten sıradanın içinde barındığını anlatmaktır.
18.08.2013
Çeşme
Borges – E. Rodriguez Monegal Gendaş Kültür
http://www.autodidactproject.org/bib/borges_biblio.html
http://www.poetryfoundation.org/bio/jorge-luis-borges
http://www.ucema.edu.ar/conferencias/download/2011/06.01CPii.pdf
http://www.borges.pitt.edu/sites/default/files/Standish%20El%20congreso.pdf
http://www.escapeintolife.com/literature-essay/jorge-luis-borges-and-the-congress-of-the-world/
Eren Arcan
Borges’in “Kum Kitabı” adını taşıyan son eseri bazı eleştirmenler tarafından eski eserlerine nazaran yetersiz bulunmuş, daha önce Borges’e özgü semboller olan nehirler, güller, kaplanlar, labirentler, metafizik muziplikler taşımamasından ötürü eleştirilmiştir. Ancak Borges 80’ine gelinceye kadar metaforlarla yüklü o kadar eser vermiştir ki artık kendi okuru, tek sözcükle, onun ne demek istediğini anlar hale gelmiştir. Bu nedenle Borges anlatımının yalınlaştığını, artık bilinmedik kelimeler ile okurunu lügat karıştırmaya mecbur etmemek, yüklü metaforlardan kaçınmak istediğini söyler.
Kum Kitabındaki öyküler Tanrı, dil, ölüm, uyanıkken görülen düşler, zaman, asıl ile kopya, sonsuzluk, her şey ve hiçbir şey gibi konuları içeren birer mesel gibidir.
Borges Kum Kitabı adlı öyküsünde, bir Anglikan papazı olan George Herbert ‘in (1593-1633) “The Collar” (papazların yakalığı, hizmetkârlık simgesi) adlı şiirinin bir mısrasını epigraf olarak kullanıyor. “thy rope of sands”.
Şairin iç sesi ile başlayan şiir, tanrısal otoriteye başkaldırı olarak sürer. Şair isyanla rüzgâr kadar özgür olduğunu, ,” ahlar, vahlarla” vakit kaybetmeyeceğini, kendi yolunu kendisinin çizeceğini ateşli bir şekilde dile getirir. Bugüne kadar öğretilenler aslında onun özgürlüğünü elinden alan “kafeslerdir” Ona hakikat olarak sunulanlar, yetersiz ve gerçek dışıdır. . Kumdan ipler kadar dayanıksız, çekince koparılabilen gerçekler… Şair “Kurtul kafeslerinden” diye bağırır. Ve “korkularını bitir, bütün bu ipleri, telleri al. Vicdanının sesini yatıştırmak; ya da eylemlerinin sonuçlarından duyacağın korkularından sıyrılmak için kullan,” diye öğütler verir.
Ama “Benim çizgim ve hayatım özgürdür diye çılgınca isyan ederken şair Tanrının “Oğlum,” diyen sesini duyduğunu düşünür. Aslında şairin duyduğu kendi iç sesinden başka bir şey değildir. Tanrı bir “Baba” otoritesiyle, yolunu şaşıran evlâdını doğru yola getirmektedir. Şairin ise korku ile tanrısal otoriteye “Yüce Efendimiz diyerek” biat etmekten başka çaresi yoktur.”. “Bağırıp çağıran, zincirlerini koparmaya çalışan” birey, efendinin kim olduğunu anlayarak hizaya gelmiştir. “Baba” yı aşamamış. “Oğul” olarak kalmıştır. (Lacan ) Baba-Oğul, Kral-hizmetkâr hiyerarşisi yeniden yerli yerine oturur. Şairin iç sesinin yerini artık Baba’nın sesi alır.
Anlatıcı kendisine dayatılan, aslında birer “kumdan ip” kadar gevşek ve dayanıksız olan öğretilere zamanında karşı çıkmamış, onları irdelemeden içselleştirmiştir.. Kendi özgürlüğünü gönüllü olarak kısıtlamış, kendi kendinin hapishanesi olmuştur. Bu nedenle şiire adını veren “The Collar” başlığını yani metaforik anlamda “boyunduruğa” razı olmuştur.
Borges Öyküye bir geometri kitabıymış gibi başlar “Çizgi sonsuz sayıda noktalardan oluşur; düzlem ise sonsuz sayıda çizgilerden, hacim ise sonsuz sayıda düzlemlerden,; hiper-hacim sonsuz sayıda hacimlerden… Ama kesin olarak bu bir more geometritico değil, öyküme başlamanın en iyi yolu. Her düşsel öykünün gerçek olduğunu belirtmek moda oldu günümüzde, ama benimki gerçek.”
Borges “…aslında öyküm kesin olarak more geometretico değil”, diye başlıyor. Ama hemen sonra bu geometrik kavramı bir daha değinmemek üzere bırakarak “sonsuz sayfalı” Kum Kitabını anlatmaya başlıyor
Biz yine de ilk paragrafa dönerek Borges’in bu ilk paragrafta noktadan hiper-hacime varan geometrik kavramlardan ne kasdettiğini anlamlandırmaya çalışalım.
0 Boyut: Eni, boyu, yüksekliği olmayan nokta
1. Boyut: Noktayı sonsuza dek uzatırsak çizgi
2. Boyut: Çizgiyi dikey ve eşit olarak sonsuza kadar uzatırsak düzlem
 3. Boyut: Düzlemi dört yanından eşit ve dikey olarak uzatırsak küp
4. Boyut: Küpü üç boyutunun üzerinde dikey olarak hareket ettirirsek hiper-küpe ulaşırız.
Hiper-küpü dikey olarak hareket ettirirsek 5. Boyut. Bu boyuttakini dikey olarak hareket ettirirsek 6. Boyut…vs. ve sonsuzluk (infinite) ; ve  ardından sonsuzlukların çoğaltılmasıyla transfinite (sonsuzluğun ötesi) evrenlerlerden söz edebiliriz.
Borges’in sonsuzluk, paradoks, topoloji, olasılık, kaos, kuantum, kozmoloji, çatallanan sonsuz evrenler içeren temaları, Kum Kitabı, Babil Kütüphanesi, Disk, Yolları Çatallanan Bahçe, Pascal’ın Küresi, Alef ve daha pek çok öyküsü, Kum Kitabı örneğinde olduğu gibi, bilim ile edebiyatın bağdaştırılması olarak görülebilir. Alef tek noktada tüm evreni içerir. Babil Kütüphanesinin merkezi her yerde çevresi hiçbir yerdedir; Yolları Çatallanan Bahçede Çinli Ts’ui Pen’in hayatı lineer zaman içinde değil, kuantum mekaniğinin yorumladığı gibi çoklu zaman sekmeleri içinde çatallanarak sürer gider. . İncecik tek bir “hyper-volume” olan Kum kitabı dünyanın bütün kitaplarını içinde barındırır.
İngilizce’de “volume” hem hacim hem de cilt, kitap olarak tanımlanır. Bir “hyper-volume” hem sonsuz boyutlardaki hacimler, hem de sonsuz sayıda kitaptan yapılmış bir “hyperbook / hiper-kitap”, bu kitapların yazısı da “hyper-text” olarak kabul edilebilir. Günümüzün yorumlaması ile bu tüm Kitapların Kitabı olan “Kum Kitabı” digital boyuttaki HTML dili ile yazılan internet kodları ile oluşturulan sayısız veridir. İşin şaşırtıcı yanı Borges daha 1941 yılında interneti düşlemiştir. “Kitapların Kitabı” artık bizler için aklımızın, belleğimizin ayrılmaz bir parçası olan internettir.
İlginç bir başka tanımda da,internet “okur bir yolcu, linkler birer yol, yolcunun seçimleri de hikâye” olarak tanımlamış
Paralel evrenlerin Kitabı
Dört boyutlu hiper-küpün her yandan olası diğer hiper-küplerle çevrili olduğunu hatırlayalım. Bunun gibi hiper-kitap ta, tüm olası boyutlarla çevrili bir kitaptır. Borges Kum Kitabını açtığında bütün paralel evrendeki kitapları da açmış olacaktır.)))
Birinci sayfası olmayan kitap
Şimdi Kum Kitabı’na gelelim. Borges’in Buenos Aires’teki apartman dairesine hırpani kılıklı bir İncil satıcısı gelir. Satıcı Bikaner’de rastladığı tuhaf bir kitabı Borges’e satmak istediğini söyler. Başı sonu olmayan, her açılışında bambaşka sayfalar içeren, sonsuz sayfada ama incecik bir kitap olan “Kum Kitabı” satıcıya göre hem kutsal hem de şeytanîdir.
Borges kitabı açar. Sayfa diyelim ki 40514. Karşısındaki sayfa 40515 olacağına 999 dur. Sayfayı çevirir. 999’dan sonra 1,000 gelmelidir ama sayfa numarası sekiz hanelidir. Sayfaların doğru numaralanmadığı ortadadır. Tuhaf adam kitabın isminin “Kum Kitabı” olduğunu söyler. Çünkü ne kumun, ne de bu kitabın başı ve de sonu vardır.
Bu tuhaf kitap öylesine gizemlidir ki birinci sayfası yoktur. Kitap kapağı ile ilk sayfa arasında şaşırtıcı bir şekilde durmadan yeni sayfalar ortaya çıkar. Son sayfayı da bulmak aynı derecede sinir bozucu olur. Tıpkı kumsaldaki birinci ve sonuncu kum tanesini bulmak gibi …
Sıradan görünen ama başı ve sonu olmayan, sayfaları bir beliren, bir kaybolan bir kitap bitimsiz bir kitap (infinite) demektir... Borges şaşkındır. Hırpanî satıcı aynı mel’un şeylerin kendisine de olduğunu kitaptan bunun için kurtulmak istediğini söyler. Daha sonra yüksek sesle düşünür gibi konuşur. “Eğer uzay sonsuzsa biz de uzayın herhangi bir noktasındayız demektir. Eğer zaman sonsuzsa biz de zamanın herhangi bir noktasındayız.”
Borges’in sonsuzluk kavramı bizim algılamalarımızın çok ötesindedir. Ona göre sonsuzluk, başı sonu olmayan (kitabın birinci sayfası yok) kural tanımayan, düzeni yok sayan, öngörülemeyen bir kaostur. Sonsuz yalnızca erişilemez değil, herhangi bir bölümü de algılanamaz olan bir yapıdadır.
Borges Kum Kitabını bir miktar para ve çok değerli olan Wycliffe İnciliyle değişir. Adam gittikten sonra müthiş bir saplantıyla bu sonsuz kitabın gizini bulmak için çırpınır. Bilgiyi anlaşılabilir, yorumlanabilir bir düzene sokmaya çalışır. Çalınır korkusuyla kitaba gece gündüz bekçilik eder. Sokağa çıkmaktan vaz geçer. Dostlarını kaybeder. Azap içindedir. Kitabın esiri olmuştur. Kitabın bir canavar, bir karabasan, ahlâksız bir şey olduğunu, gerçeğe sızarak onu lekelediğini, kendisinin de kitap kadar ürkünç hale geldiğini düşünür.
Herbert’in şiirindeki gibi, Borges kendini, aslında hemen kopabilen, kolaylıkla kurtulunabilecek kumdan iplerle bağlamıştır. Korkularının, saplantılarının boyunduruğundan kurtulmak üzere “kumdan iplerini” ürkerek koparır ve kitabı alarak Ulusal kitaplığın en üst raflarından birine bırakır. Çünkü “bir yaprağın saklanacağı en iyi yerin orman olduğunu” bir yerlerde okumuştur.
________________________________________
E. Rodriguez Monegal - Borges
http://www.amazon.com/Book-Shakespeares-Memory
http://www.borges.pitt.edu
http://4dlab.blogspot.com/2008/09
http://www.theparisreview.org/interviews
http://teamikaria.com/hddb/classic/
http://bookofsand.net/hypertext/
http://www.complete-review.com/
http://en.wikipedia.org/wiki/The_Book_of_Sand
http://kunst.erzwiss.uni-hamburg.de/
http://4dlab.blogspot.com/2008/11/
http://borgesianbibliophilia.blogspot.com
http://4dlab.info/index-4.htm

  Eren Arcan
 “Emerson kütüphanenin büyülü ruhların barındığı sihirli bir mekân olduğunu söyledi. Büyülü ruhlar çağırdığımızda uyanıyorlar. Açılmadan, öylece duran bir kitap kelimenin anlamıyla geometrik bir şekilden başka bir şey değildir. Bir cisim… Şeylerin arasında bir şey… Kitabı açtığımızda, kitap kendini okura teslim ettiğinde estetik bir olay gerçekleşir. Hatta aynı okur için, aynı kitap değişir, çünkü biz değişiriz, çünkü biz, “dünün insanı bugünün insanı değildir, yarının insanı da olmayacaktır.” diyen Heraklitus’un ırmağıyız. Durmadan değişiyoruz, her kitap okuyuşumuz, her kitabı yeniden okuyuşumuz, yeniden okuyuşumuzun anıları, metini yeniden yaratır. Metin de Heraklitius’un değişen ırmağıdır.”(J.L. Borges Yedinci Gece
Borges’in Öteki, Borges ve Ben, Yedinci Gece, İlahiyatçılar adlı öykülerinde kullandığı Almancada çift yürüyen anlamına gelen “doppelganger” - ikiz kişilik teması, yazarın gözde temalarından biridir. Aynı tema Poe’nun “William Wilson” adlı öyküsünde ana karakterin vicdanı olarak önümüze çıkar. Stevenson’ın Dr. Jekyll ve Mr. Hyde eserinde ikiz kişilik bu kez ana karakterin karanlık yüzü olarak görünür.
“Borges ve Ben” adlı yazısında, yazar, kendi kişiliğinin ikili yanını özel ve topluma açık olarak ikiye ayırır. Kişiliklerinin aralarındaki farklıları da şakacı bir dille anlatır. Kendisi Buenos Aires sokaklarında dolaşır. Kum saatlerini, haritaları, on sekizinci yüzyıl baskılarını sever Borges ise bunları paylaşır ama bunu bir oyuncu gibi sahtekârlıkla yapar.! Borges onun nefret ettiği her şeydir. Şöhret, fotoğraf çektirmek, röportaj vermek, görüş bildirmek, başarı/başarısızlık… “Ben” benliği ise onun özel olan tarafını ve gerçek olanı ifade eder. Çünkü diğer öbür şeyler “Ben” için gerçek dışıdır.
“Yıllar önce kendimi ondan kurtarmaya çalıştım ve kentin uzaktaki yoksul mahallelerinin efsanelerinden, zamanın ve sonsuzluğun oyunlarından kaçtım; fakat bu oyunlar artık Borges’in bir parçası ve ben yine başka şeyler düşlemek zorundayım. Ve hayatım böylece bir kaçışa dönüştü ve her şeyi kaybediyorum ve her şey unutuluşa ya da ötekine bırakılmış durumda.
"Bu sayfayı hangimiz yazıyor bilmiyorum.”
Öteki öyküsünde de bu kez ikilik, geçmişin genç Borges’iyle, bugünün yaşlanmış Borges’i arasındadır. 1969 yılında Borges bir parkta 1918 yılının Borges’i ile karşılaşır. Genç Borges idealist, atak, toplumcu; yaşlı Borges ise dingin, gerçekçi ve bireyseldir. İkisi de birbirlerinden farklılaşmış olmakla beraber yine de birbirlerine benzerler. Ancak birbirlerinin karikatürü gibidirler. Yaşlı adam gencin kendi gençliği olduğundan emindir çünkü onu zamanında yaşamıştır. Ama genç adam onun kendi yaşlılığı olduğunu kabul etmez. Kendisinin sadece bir rüya görmekte olduğunu iddia eder
Borges kendi gencine Heraklitius’un zaman ve değişim üzerindeki düsturundan söz eder. “Bir insan aynı ırmakta iki kere yıkanamaz. Dünün insanı bugünün insanı değildir; bugünün insanı yarının insanı da olamaz. Cenevre’de ya da Cambridge’deki şu bankta oturmuş olan biz ikimiz belki de bunun kanıtıyız.”
Öğüt vermek, tartışmak ta yararsızdır. Zaten genç adamın yazgısı “yaşlı” Borges olmaktır. Borges cebinden çıkardığı bir kağıt parayı gösterir. Diğeri bir çığlık atar “ama bu para 1964 tarihli,” Oysa kâğıt paralarda tarih yoktur. Henüz mü? O zaman ikisinin de bilmediği bir üçüncü Borges mi vardır? Geleceğin Borges’i? ))
Yaşlı Borges’e göre düş bir gerçektir. Bizim doğmuş olmayı, soluk almayı kabullendiğimiz gibi düşün de gerçek olduğunu kabullenmemiz gerekir. Coleridge’in bir fantezisi aklına gelir: “Birisi düşünde cennetten geçtiğini görüyor ve kendisine kanıt olarak bir çiçek veriyorlar. Uyandığında çiçek oracıkta, yanındadır.”
20.08.2013-Çeşme
25 Ağustos 2013
İstanbul
Eren Arcan
Borges’in öyküsü "Tlön, Uqbar, Orbis Tertius" yalnızca fantastik bir hikâye değil, aynı zamanda idealist felsefe üzerine kurulu, akılcı, zarif ama ürkütücü bir öyküdür. Yazar fantastik ile gerçek olanı üst üste bindirerek, öyküsünü metafizik problemler içeren hikâyelerle anlatır.
Hikâye bir komplo teorisi üzerine kurulmuş bir dedektif öyküsü gibi başlar. Okur bir ansiklopedi maddesiyle, gezegenler ötesi gizli bir tarikatın peşine düşer. Derken yazar birdenbire polisye öyküyü bir yana bırakarak, Tlön gezegeni, Tlön’deki hayat, Tlön kavramları üzerine felsefik açıklamalar yapmaya başlar. Anlatım ansiklopedik maddeler halinde devam eder.
İdealizm - Maddesiz bir dünya
Aydınlanma çağı filozofları Berkeley, Hume gibi idealist felsefecilerden çok etkilenen Borges onlar gibi dünyanın algılarımızın bir tasarımı olarak zihnimizde oluştuğunu söyler. İdealist felsefecilere göre düş gücümüzün bir kurgusu olan madde, zihinlerimizde var olur. Dünyamız, algılanarak idrak ettiklerimizle belirlenir. Zihinsel bir yaratım olan hayat rüya ile eşdeğerdir. Madde zihinlerde düşlenerek üretilebilir. Uzam, zamanın akışı içindeki hızla algılanan formlardan başka bir şey değildir. Zaman kavramı da aldatıcıdır. Yalnızca içinde bulunduğumuz “an” gerçektir.
Borges Tlön gezegenini Berkeley’in “Esse est percipi” “var olmak algılanmaktır” prensibi üzerine kurgular. Berkeley’e göre dünya, Tanrı’nın insanlarda uyandırdığı düşüncelerin tümünden başka şey değildir. Nesneler kendilerini yaratan Tanrı’da bile, birer düşüncedirler. Kendisiyle ilgili edindiğimiz düşünceler dışında, madde diye bir şey yoktur. Öyleyse, dünya aslında Tanrı’nın insanlara yönelik dilidir. Tanrı tarafından düşünülmüş sözdür.
17. Yüzyılda Entelektüel bir Grubun Düşleri
Bir akşam yemeğinde Borges’in arkadaşı Bloy Cesares, Uqbarlı kâfirlerlerden birinin “insanı çoğalttıkları için aynaların ve çiftleşmelerin tiksindirici saydığını” hatırlar. Konu Borges’i çok meraklandırır. Cesares Kâfir hakkındaki bilgiye Anglo-Amerikan ansiklopedisinin “Uqbar” adlı maddesinde rastladığını söyler.
Bu makale, 17. Yüzyılda “düşleyerek” bütün fiziksel ve metafiziksel yasalarıyla, destanları ve efsaneleriyle Tlön adlı bir gezegen yaratmak isteyen, büyük bir entelektüel grubun entrikalarına işaret eder. Borges ve arkadaşı büyük bir merakla bu medeniyeti araştırmaya başlar. Ancak konu hakkında 1902 basımı Encyclopedia Britannica’nın korsan kopyası olan bir tek cildinden başka hiç bir yerde bilgi yoktur.
Bir kaç yıl sonra Birinci Ansiklopedi’nin XI cildinde Tlön hakkında bilgilere rastlarlar. Tlön hakkında bilgi edinmek için Borges ve grup arkadaşı ansiklopediyi didik didik ederler. Tlön dili, felsefesi, epistomolojisi üzerine uzun uzadıya tartışmalara girerler. Sonuçta Tlon medeniyetini diliyle, kültürüyle, tarihiyle kurgulamaya karar verirler.
Tlön Felsefesi
Öykü burada bir dönemeç alarak uzun uzadıya Tlön felsefesinin açıklanmasına girişir. Tlön felsefesi idealist bir felsefedir ama eksiklikleriyle. Tlon’daki en önemli öğreti felsefedir. Her hakikatin doğru olduğuna inanırlar. İkisi de doğru kabul edildiği için her kitap hem tezi hem de antitezini içerir. Gezegende kullanılan bazı dillerde isim bulunmaz. Fiil yerine isimlerden ve sıfatlardan kurulu bir dize kullanırlar; “Ay nehrin üzerinde yükseldi.” Yerine “hlor u fang axaxaxas mlo,” derler. Yani “Durmazakanın arkasından yukarıya doğru ayladı,” derler. Bir başka dilde ise hiç varlık adı bulunmaz. İsim yerine birkaç sıfatı yan yana koyarak meramlarını anlatırlar. Tlonlüler uzamsal olanın zaman içinde var olduğunu kavrayamazlar. “
Adların bulunmadığı bir dünyada Batı Felsefesi mümkün değildir. Cisimler ve Adlar olmadan akıl yürütme mümkün değildir. Bu nedenle tarih, din bilimi, mantık, Tlönlular için imkânsızdır. Ayrıca, varlıkların adlarının hatta kendilerinin bulunmadığı bir düzende batı felsefesini uygulamak mümkün değildir. İsimler olmadan a priori ve a posteriori kavramlarını uygulamak mümkün olamayacaktır. Tarih olmadan da din bilimi olamaz. Aynı objeyi farklı zamanlarda incelemek mümkün değilse tecrübelerle edinilmiş bilgileri genellemek mümkün olamayacaktır.
Varlık bilimi ontoloji yabancı bir kavramdır. Tlön Berkeley’ci idealizmin varoduğu bir gezegendir ama her yerde var olan, her şeyi gözleyen bir tanrıdan yoksundur. Bu nedenle idealist felsefenin dayanağı olan Tanrı düşüncesi olmadığı için idealist felsefe Tlön gezegeninde eksik kalmaktadır.
Tlön dünyası bir çelişkiler karmaşasıdır. Tlön’de, bir yandan maddesizciliği savunurken diğer yandan kopyalanabilen objelerden, hrönir’lerden, hatta bunların seri imalâtından söz eder. Maddenin bulunmadığını iddia ederken şekillerin matematiksel bilimi olan “Geometrico” dan söz eder. Tlön’de akıl yürütme olmadığı halde sonsuz sayıda bilim dalları vardır.
Tlön çok seslidir. Okullardan biri zamanı reddeder. Başka biri evrenin tarihinin ikinci derecede sıradan bir tanrının bir cinle haberleşmesinden doğan bir metin olduğunu beyan eder. Bir tanesi de dünyada uyurken başka bir suretimizin başka bir yerde uyanık olduğunu, aslında bir değil iki insan olduğumuzu söyler. Bilgi tek ve sonsuzdur. Edebî uğraşılarda tek konu görüşü ağırlıktadır.
Dünya Tlön Oluyor
1940 ta Tlön projesi sır olmaktan çıkar proje dünyanın içine sızmaya başlar. 1941 yılında Tlon hakkında bilinmeyenleri açıklayan bir mektup bulunur. Araştırmacıların ulaştıkları bilgi, büyüleyicidir. Mektup 17. yüzyılda yaşayan çok üst düzey bir kültürün varlığını göstermektedir. İçinde Delgarno ve Berkeley’in de bulunduğu bir takım aydın bir ülke “tasarlamaya” koyulmuştur. Programları “simya araştırmaları, hayır işleri ve Kabala’yı” içermektedir. Daha sonraları bu yeni bir dünya tasarımının tek kuşak içinde tamamlanamayacağını anladıkları için her ustanın bir çömez seçmesine karar verilir. Usta-çömez uzun süre devam eder.
İki yüzyıl sonra sonra Amerika’da bir biraderler grubu ortaya çıkar. 1824 yılında insanlardan kaçan Ezra Buckley adlı tanrıtanımaz bir milyonere bir ülke icat etme teklif edilir. Buckley projenin yetersiz olduğunu, onun yerine bir gezegen icat etmenin daha yerinde olacağını söyler. Buckley var olmayan bir tanrıya insanoğlunun da bir dünya tasarımlayabileceğini göstermek ister. Zehirlenerek öldürülür.
Yüzyıllar süren idealizm, gerçekliği etkiler. 1942 de Tlön’den gelen esrarlı nesneler gerçek dünyada görülmeye başlar. Düşlenerek var edilen “hrönirler” dünyayı kaplamaya başlar. Sonra yıllar boyunca kopyalar, kopyaların kopyaları ve onların kopyaları ortaya çıkar. Ayrıca “ima youyla üretilen nesneler ‘urlar’ görülür. (s 27) Eşyalarda ortaya çıkıp, silinip bozulma eğilimi gözlenir. En bilinen örnek bir dilenci tarafından aşındırıldığı sürece varolmayı sürdüren, o öldüğünde ise yok olan kapı eşiğidir.”(s27)
Bu arada düşsel gezegen Tlon araştırmaları akademik çevrelerde çok popüler hale gelir. Çocuklar okullarda Orbis Tertius dilini öğrenmeye başlar.
Tlön bulgusu dünyanın merkezine oturur. Her yanda, gerçek, ya da üretilmiş yayın dörtbir yanı kaplar. Sonuç olarak Tlön’luların kurgulanmış gelenekleri, görenekleri, bilimsel uygulamaları o kadar rağbet görür ki, bu düzenli gibi görünen dünyanın yeni fikirleri dünya gerçeklerinin içine sızar.
Her şeyin üstünde devlet
Ancak metin yine yön değiştirir. Kendimizi dünyanın Tlön gezegeni tarafından yavaş, yavaş ele geçirildiği için hiç farkına varmadığımız bir kıyamet senaryosu içinde buluruz. Aynı yirminci yüzyılda, soyut devlet kavramını her şeyin üzerinde tutan, nasyonal sosyalizm, komünizm, faşizm dalgalarının yarattığı sapkınlığın benimsenmesi ya da seyirci kalınması gibi. Öykü dünyanın büyük bir savaşın içinde kasıp kavrulduğu bir döneme, 1935, 1940,1942 yıllarına savaştan hiç söz etmez. Böyle bir dönemde insanların idealizmi coşkuyla benimsemesinin bir kaçış, gerçeklerin üstünün örtülmesi anlamına geldiğini sezdirilir.
“Daha işin başındayken gerçeklik duygusu pes etti. Doğrusu ya pes etmeye de dünden hazırdı. Bundan on yıl önce az çok düzenli görünen her simetrik yapı – diyalektik maddecilik, Yahudi düşmanlığı, Nazilik insanoğlunun gözlerini kamaştırmaya yetiyordu. Durum böyleyken kişi Tlön’e bu en ince ayrıntılarına kadar belirlenmiş uçsuz bucaksız, düzenli gezegen düşüncesine nasıl olur da boy eğmez? Düzenli olabilir ama hiçbir zaman kavrayamayacağımız Tanrısal yasalara – çeviriyorum insanlık dışı yasalara göre. Tlön bir labirenttir kuşkusuz ve insanlar tarafından çözülmesi gereken bir labirenttir.”
Tlön’le kurulan bağ dünyayı çözülmeye götürür. Onun sarsılmaz kesinliğinden insanlığın gözleri kamaşır.
Öykünün büyük bir bölümü 1940 tan geriye dönülerek kaleme alınır. Ancak epilog anakronistik bir şekilde gelecekteki 1947 tarihini taşımaktadır. Bazı eleştirmenler epilogun ileri tarihe taşımasının öykünün yazıldığı dönemde Avrupa’yı kasıp kavuran totelitarizmin meteforu olarak görmektedirler.
Öykü biterken Borges bir bir kehanette bulunur. “”Önümüzdeki yüzyıl içersinde biri yüz çiltlik İkinci Tlön Ansiklopedisini bulup çıkaracak. İngilizler Fransızlar, İspanyollar yeryüzünden silinecek. Dünya Tlön olacak.”
Dünya yeni bir döngüye gece olacak
İzmir
9.10.2013

Hiçbir zaman belleğin nimetleri üzerinde durmamıştı. İzle- nimler, anlık ve canlı, üzerinden kayıp geçiyordu; çömlekçi- nin kırmızı kurşun oksidi (zincifresi); yıldızlarla kaplı kubbe, ki her yıldız bir tanrıydı; ay, ki aslan bu aydan inmişti; duyarlı, hafif parmak uçlarını hissettiği pürüzsüz mermer; inci gibi dişleriyle hırçınca koparmaktan hoşlandığı yaban domuzu etinin lezzeti; Fenike dilinde bir sözcük; bir okun san kum- lara yansıyan kara gölgesi; denizin-ya da kadınların yakınlığı; balın, buruk tadını yumuşattığı koyu şarap bütün ruhunu kapsayabilirdi. Dehşeti de biliyordu öfkeyle cesareti de, bir keresinde düşman surlarına ilk tırmanan o olmuştu. İstekli, meraklı, rahat, keyif ve dolaysız umursamazlıktan başka yasa tanımayan biriydi; birçok diyarda dolandı ve bir kıyıdan bir başka kıyıya insanların şehirlerini ve saraylarını seyretti. Kala- balık pazar yerlerinde ya da dorukları belirsiz dağların etek- lerinde dinlediği karmaşık hikayelerin doğru ya da düzmece olup olmadıklarını araştırmadan, ki pekala aralarında taşla- malar da olabilirdi, bunları gerçek olarak kabullendi.
Yavaş yavaş muhteşem evren onu terk etmeye başladı, inatçı bir sis elinin çizgilerini sildi, gece yıldızlardan yok- sun kaldı, ayaklarını bastığı toprak güvenilir değildi. Her şey uzaklaşıyor, silikleşiyordu. Kör olmaya başladığını anlayın- ca bir çığlık attı; stoacı ölçülülük henüz icat edilmemişti ve Hektor çekinmeden istediği kadar kaçabilirdi. Artık ne mito- lojik korku dolu gökyüzünü görebileceğim (bunu hissetti), ne de yılların değiştireceği bu yüzü. Günler ve geceler bu çaresiz- lik içinde geçti, ama bir sabah uyandığında (bu kez şaşırma- dan) çevresindeki silik şeylere baktı ve anlaşılmaz bir biçim- de, sanki bir ezgiyi ya da bir sesi tanırcasına, bütün o korka- rak ama aynı zamanda merakla, umutla yüzleştiği korkuları- nın gerçekleşmiş olduğunu hissetti. İşte o zaman ona bitim- sizmiş gibi gelen belleğinin derinliklerine indi; o baş dön- dürücü derinliklerden unuttuğu bir anıyı çıkarmayı başar- dı. Yağınurda parlayan bir akçe gibi pırıl pırıl bir anı. Yoksa hiçbir zaman rüyaların dışında hiçbir şey görmemiş miydi?
Anı şöyleydi. Bir çocuk ona sövüyordu, o da babasının ya- nına koşmuş ve hikayesini anlatmıştı. Babası sanki dinlemi- yormuş gibi ya da anlamıyormuş gibi bakarak bırakmıştı an- latsın; sonra duvardan çocuğun gizli gizli göz koyduğu gü- zel mi güzel, güçlü mü güçlü bir bronz kama indirmişti. Ar- tık kama elindeydi ve kamayı elinde tutmanın şaşkınlığı, he- def olduğu tüm hakaretleri unutturmuştu, ama babasının şöyle dediğini duymuştu: "Senin erkek olduğunu bilsinler," bu seste bir emir vardı. Gece karanlığı yolları görünmez et- mişti, büyülü bir güç verdiğini hissettiği kamayı kucaklayıp evi çevreleyen dik yokuşu inip deniz kıyısına koşmuştu, ka- ranlık deniz havasını savaşlar ve yaralarla süsleyerek kendi- ni Aias ve Perseus olarak düşlemişti. Şimdi de aradığı o anda duyduğu tattı, gerisi umurunda değildi; ne meydan okuma- lar ne beceriksiz çatışmalar ne kanlı sayfaların geri dönüşü.
Bu anı, yine bir geceyi ve macera vaat eden bir başka amyı çağrıştırdı. Bir kadın, tanrıların ona sunduğu ilk kadın onu bir yeraltı gömütünün gölgesinde beklemişti, oysa o kadını taştan örülmüş labirentleri andıran, karanlık, inişli yokuş- lu dehlizlerde aramıştı. Bu anılar neden geri dönmüşlerdi, ve neden sanki bugünü öngörür gibi hiç acı vermeden geli- yorlardı aklına?
Omuzlarını çökerten bir şaşkınlıkla anladı. Aşk ve tehlike, şimdi derinliklerine indiği ölen gözlerinde bu gece ona pusu kurmuştu. Ares ve Afrodit, çünkü şöhret ve altı ölçülü dize- lerin sesi, tanrıların kurtarmayacağı tapınağı savunan kişile- rin ve denizde sevimli bir ada arayan kapkara gemilerin sesi- ni, insanlığın belleğinde çınlayacak olan ve kaderin ona söy- le ttiği Odysseia ve tlyada'nın seslerini (yaklaşıyor, çevresi- ni sarıyorlardı) uyandırıyordu içinde. Bunları biliyoruz, ama en karanlığa indiğinde ne hissettiğini bilmiyoruz.
Çeviren : Peral Bayaz Chorum
İletişim Yayınları

Yücel Nural
Borges’in bütün eserleri gibi son derece gizemli, şaşırtıcı, mistik, ve insanın algılama yeteneğine tepeden bakan, hatta biraz sadist bir meydan okuyuş… Hele Hristiyan olmayan bir kültürde yetişmiş, ve o kültürün kurallarına yabancı olanların, o inancın sapkınlıklarını kavrayabilmesi olanaksız gibi bir şey.Yine de “mistisizmin evrensel şefkatinin kanatlarına sığınarak, ve çok, araştırarak (ve doğal olarak keçilere dikkat ederek) biraz bir sezgiye varmak olası” dedim ve ufak araştırmalar yaptım.
Hikaye Nils Runeberg adında kurgusal bir gnostik hakkında.Amma kahramanımız Runeberg anlaşılan , şiddetli sapkınlardan… Borges bu karakteri, gerçek tarihi, mistik kişilerin adları ile , ve Hristiyan din adamlarının kafasını karıştıran Yahuda gizemine ilişkin çeşitli savlar arasına öyle bir ustalıkla yerleştirmiş ki, okuyanın Runeberg’in sanal olduğuna inanması zor.
Tabii metni anlamak için bazı kavramları açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Örneğin gnostik ne demek:
Gnostizm: Antik Mısır, Antik Yunan esoterizmini, İbrani geleneklerini, Zerüştçülüğü, bazı doğu geleneklerini, Hristiyanlığı eklektik bir tutumla sentezleyen, ve bir çok tarikatın benimsediği mistik felsefeye verilen genel bir addır. Eski Yunancada, ”sezgi ve tefekkür yoluyla edinilen bilgi” anlamına gelen “gnosis” sözcüğünden türemiştir.
Gnostizmin ilkeleri şunlardır:
1.Hakikatlere ulaşmada dinler yetersizdir.
2.Hakikatlere ulaşmak ancak ruhsal ve psişik gelişmeyle olur.
3.Ruh ölümsüzdür.
4.Gerçek olan ruhsal yaşamdır.
5.Dünya düalite ilkesinin geçerli olduğu bir gelişim ortamıdır.
6.Ruhsal gelişim yolunda, ruhsal alemden alınabilecek yüksek bilgiler içeren tebliğler en önemli bilgi kaynaklarıdır.
(Agnostizm -Tanrının varlığının ya da yokluğunun bilinemeyeceğini öngören felsefe akımı.)
Borges kendi yarattığı kişilik olan Nils Runeberg’in hikayesine başlarken, m.s.2.yy’da, edebiyatın ve esoterik felsefenin başkenti olan İskenderiye okulunun gnostik üstadı Basilides’e, göndermede bulunarak metninin hangi entelektüel derinliklerde yol alacağının işaretini de vermiş oluyor. Nitekim, Basilides’in, ”Evrenin, kifayetsiz meleklerin fütursuz, ya da, kötü niyetli bir doğaçlaması olduğu” fikri ile ün yapan, gnostik felsefesi yüz yıllar boyunca dünyanın mistik edebiyat, ruhbilimi, sanat ve müzik akımlarını etkilemiş .Avrupa edebiyatına uyuşturucu konusunu da sokan, ”Confessions of an English Opium Eater” in yazarı De Quicey , (Edgar Allan Poe, Charles Baudelair, Nikolai Gogol, Berlioz (Symphonie Fantastique), C.G.Jung ve daha nicelerini bu türle tanıştırmış. )
Gelelim hikayemize:
Kahramanımız Nils Runeberg, dünyaca ünlü Lund Ünivesitesinde hoca, Ulusal İncil Birliği üyesi ve son derece dindar bir kişidir. Hristiyan teolojisinin belli başlı sırlarından biri olarak çeşitli yorumlara konu olan Yahuda hakkında üç kitap yazar.Kanıttan ya da diyalektikten mahrum bu eserler, Yahuda’nın kişiliğini Hristiyan inancının kabul ettiği görüş açısının tam tersi bir projeksiyonda nakleder.Aykırı ve sapkın De Quinseyi de referans göstererek birinci kitabında, mucizeler gösteren bir öğretmenin, tanrısallığını ispat etmek için bir havarinin ihanetine ihtiyaç olmadığını öne sürer.Bu sebepten Yahuda’nın yaptığı gereksizdir. Ama bu olmuştur. Kutsal Kitaba hata atfetmek kabul edilemez, bu bir tesadüf de olamaz, mutlaka bir derin anlamı ve amacı vardır.”Alt düzen yüce düzenin yansımasıdır, dünyadaki biçimler cennetteki biçimlere denk düşerler. Yahuda bir biçimde İsa’yı yansıtır. İhaneti lanetlenmişliği daha da çok hak edebilmek içindir.”
Tüm mezheplerden tanrı bilimciler bu sava karşı çıkarlar. Bunun üzerine Runeberg, kitabını değiştirerek kısmen yeniden yazdı.İsa’nın seçtiği havarilerden biri olarak Yahuda’ yı açgözlülükle suçlamak haksızlıktır” dedi. O’nunki aşırılaştırılmış, sınırsız çıleciliktir “dedi” sadece bedene değil ruha da uygulanan çileciliktir” dedi. Onurdan, ahlaktan, huzurdan ve Tanrı’nın cennetinden vaz geçti. O mutluluğun ahlak gibi tanrısal bir nitelik olduğuna inanıyor ve ona insanlarca haksız yere el konmaması gerektiğine inanıyordu.Tanrı insanların günahlarının kefaretini ödemek için ete kemiğe bürünüp dünyaya indiyse, onun kefaretini bir öğleden sonra çarmıhta yaşadığı ıstırapla sınırlı tutmak küfür sayılır. Eğer o insan olarak geldiyse ona kusursuzlukö(impeccabilitas), ve insanlık (humanitas) sıfatları atfedilemez. O’nun günah işleyip yoldan çıkabileceğini de öne sürebiliriz. Tanrı tamamen kendini insanlaştırmıştır, en son alçalma noktasına kadar!Lanetlenme ve uçurum noktasına kadar insanlaşmıştır. O , kaderlerin en alçakçasını seçti :Yahuda oldu!
Stockholm’un ve Lund’un kitapçıları onun bu açıklamasını halka duyurmak için ellerinden geleni yaptılar.  Ama savı kabul görmedi. Runeberg din çevrelerinin bu kayıtsızlığının neredeyse mucizevi bir onay olduğunu düşündü.Bu kayıtsızlığı Tanrı istemişti;Tanrı korkunç sırrının yeryüzünde açığa çıkmasını istemiyordu.Tanrının korkunç adını bulduğu ve söylediği için kendisini nasıl bir korkunç ceza bekliyordu acaba?
Uykusuzluktan ve baş döndüren diyalektikten sarhoş düşen Nils Runeberg, Cehenneme, Kurtarıcının yanına kabul edilme inayetinin lütfedilmesini istediğini haykırarak Malmö sokaklarında dolaştı durdu.1 Mart 1912’de atar damarı çatlayarak öldü. O, tüketilmiş gibi görünen oğul kavramına, kötü’ nün ve bahtsızlığın çapraşıklıklarını ekledi…
Hikayenin sonu böyle, amma okuyanın ( özellikle benim) akıl sınırlarımın civarında dolaşan bir metin .Doğal olarak bu denli olağan dışı bir zeka ürününü özümsemek bir hayli çaba gerektiriyor. Şeytanın avukatlığını, ancak Borges gibi bir deha bu kadar yetkin bir savunmayla ortaya koyabilirdi!
Eren Arcan

Ayna ve Maske’ye paralel olan Undr öyküsünde Borges, tüm şiirin tek kelimeye indirgendiği, Kuzey Avrupa ülkelerinden biri olan Urn’dan söz eder. Urn’da Şiir bütün materyalist göndermelerden arındırılarak “Undr” sözcüğüne indirgenmiştir. İzlandalı bir gezgin şair, tüm şiirin nasıl tek sözcükle ifade edilebileceğine inanamaz ve bu gizin peşine düşerek Urn ülkesine gelir.
Urn dilinde “Undr” sözcüğü “wonder” şaşırtıcı, mucizevî anlamlarını taşırmış. “Uzun bir düş olan hayatımızın fırtınasında” farkına vardığımız, ya da ıskaladığımız tüm güzelliklerin, tüm mucizelerin toplamıdır “Undr”. Tek kelimeyle ifade edilen şiir hayatın gerçekçi yansıması olarak, kelimelerin toplamı olmaktan çıkmış, bir ideayı temsil eden bir SÖZ haline gelmiştir
İrlandalı gezgin şaire yardım eden ölüm döşeğindeki bir şair sırrı onunla paylaşır.
“Sahip olduğun ilk kadın sana ne verdi?”
“Her şeyi,” diye yanıt verdim”.
“Bana da yaşam her şeyi verdi. Yaşam herkese her şey verir ama çoğu bunu bilmez. Sesim yorgun, parmaklarım zayıf ama dinle beni” Arpını aldı ve mucize anlamına gelen “Undr” sözcüğünü durmaksızın söyledi. .
.
Ölmekte olan bir adamın şarkısı beni altüst etmişti. Fakat şarkısında ve tellerinde yaptığım işleri, bana ilk aşkı tanıtan köle kadını, öldürdüğüm adamları, soğuk sabahları, suyun üstünde güneşin doğuşunu, kürekleri gördüm. Arpı elime aldım ve değişik bir sözcükle şarkı söyledim. “
“Tamam,” dedi öteki, ne dediğini duyabilmek için yanına yaklaştım. .
“Beni anladın,” dedi. .
.
Ozan değişik bir sözle şarkısını söyler çünkü herkes kendi “Söz”ünü kendisi bulmalı, kendi Undr’unu söylemelidir. Ozanın aradığı giz kendi içindedir. Öğrenilemez, başkalarına aktarılamaz. Anıların, tecrübelerin, duyguların, gittiğimiz yerlerin, edindiğimiz izlenimlerin tümü olan, hayatın sıradanlığı içinde kolayca unuttuğumuz kişisel mucizelerimizdir, “Undr”. SÖZ ise bütün bunların organik bağlarla birbirine bağlandığı bir tanrısal bütünlük olarak görünebilir.
           
Eren Arcan
Ulrike Borges - Destandaki SevgiliBorges’in son kitabı olan Kum Kitabında yer alan “Ulrike” öyküsü eleştirmenler tarafından “Edebî bir hayatın İmzası” olarak görülmüştür. Borges bu öyküde  Kuzeyin Volsungs Destanını arketip sıçramaları kullanarak günümüze yerleştirir.
Destanda Sigurd adlı bir kahraman ünlü kılıcı “Gram” ile toplumun başına bela olan korkunç ejderhayı öldürür. Savaşçı-kadın Brynhilde ile evlenmeye hak kazanır. Ancak şatosu alevlerle çevrili olan Brynhilde’ın bir şartı vardır. Alevleri aşma cesaretini gösterecek olan erkekle evlenecektir.
Ülkenin kraliçesi ise evlenmek üzere olan Sigurd’un gönlünü çeler. Sigurd kendi kılıcını kraliçenin erkek kardeşi Gunnar’a vererek kendi cesaretini onun bedenine yerleştirir. Gunnar alevleri geçer. ve savaşçı-kadın ile evlenir. Ama tezgâhı anlayan kadın birleşme gecesi Sigurd’un kılıcı Gram’ı ikisinin arasına koyar. Destan hem Sigurd’un, hem de Brynhilde’ın ölümü ile son bulur.
Borges, Volsungs destanından alınan bir dizeyi epigrafına koyar. “Kılıcı Gram’ı aldı ve çıplak silahı aralarına koydu”  Böylece epigraftaki kılıçla simgesiyle çağlar ötesi destanın kahramanları, 1970 yılının York kentindeki aşıklara bağlanır. Destan zamanı ile güncel zaman Borges’in kaleminde birleşir.
İzlanda dilinde “kudretli” anlamına gelen All-rikr güncelin Ulrike’si ile birleşerek Borges’in kaleminde bir arketip oluşturur. Güncelde Ulrike’ye aşık olan Javier kadına sahip olduğunda, yüzyıllar öncesinden gelen tüm All-rikr’lere de sahip olmaktadır.
Aralarındaki kılıç kalkar. Javier aralarındaki aşkı şöyle anlatır. “İkimizin arasında kılıç yoktu. Zaman kum gibi akıyordu. Yüzlerce yıllık karanlıkta aşk aktı gitti ve ben ilk ve son kez Ulrike’nin görüntüsüne sahip oldum”
Sevgili zamanın içinden geldiği için Javier, Ulrike’nin “kendisine” değil. “görüntüsüne” sahip olmuştur.
25 Ağustos 2013
İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar