Borges
Hazırlayan: Eren Arcan
Kaynak:http://www.dipnotkitap.net/OYKU_ve_NOVELLA/BORGES/Borges_Dosyasi2.htm
Borges zaman, mekân,
sonsuzluk, kavramlarını, bir çocuk oyuncağıymış gibi eğip, büker, karıştırır,
çoklu zamandan tekliye, evrensel mekândan dünyadaki tüm noktaları içeren bir
noktaya, Alef’e geçer, Tüm dinleri aynı caminin taşında konuşturur, Bakarsınız
evren Alef’te özetlenmiştir. Kadim zamanlardan gelen arketipler aynı sayfada
birbirleriyle buluşur. .Bakarsınız “Ölümsüz” de yazar “Homeros olmuşluğum
vardır” diyen hırpani kılıklı biriyle aynı zamanı ve aynı mekânı paylaşır.
Kütüphaneler evrenlere kadar uzanır. Yaşamın harikaları tek sözcüğe, şiir tek
dizeye indirgenir.
Borges kendini “geçmişe”
borçlu hisseder; etki altında kalmaktan korkmaz. Geçmişi yeniden yaratır ve
yazarken de çok eğlenir. Borges yazarın yazdıklarının onu durmadan
değiştirdiğini söyler. Ona göre yazar kendi öncülerini de kendisi yaratır. Onun
çalışması hem geçmişe hem de geleceğe olan bakışı değiştirir. Borges’e göre
“geçmiş şimdiki zaman tarafından değişime uğrayabilmeli; tıpkı şimdiki zamanın
geçmiş tarafından yönlendirildiği gibi. “
Bu açıdan Borges geçmişi
yorumlayarak yeniden yazdığında, geçmişe olduğu kadar güncele de özgün bir
dokunuş getirdiğini düşünür. Arketipler onun kaleminde reenkarnasyona uğrar.
Ustanın kaleminde
gerçek, gizem, fantazi, ve felsefe harikulade bir sentezle bütünleşir.
Borges öyküleri birer
mesel gibidir.
25.08.2013
Çeşme
Eren Arcan
Borges’e göre metaforlar
dilden önce ortaya çıkan eksik, ucu açık tanımlamalardır. Hatta ona göre “bir
kelime eksik bir metafordur”. Metaforun gönderme yaptığı kavramı da kendi
aklımızda tamamlamamız gerekmektedir.
Aynalar, labirentler,
nehirler, kaplanlar, kılıçlar, güller gibi simgeleri ustalıkla öykülerine
kurgulayan Borges, aslında bütün dünyanın bir simgeler oyunu olduğunu, orada
her olgunun bir başka anlatımla temsil ettiğini söyler.
Nesnelerin hem
dayanıksızlığını hem de kalıcılığını simgeleyen gül; ataların kahramanlık ve
cesaret simgesi kılıç; özgürlük savaşçısı atalar, Gaucholar, öldürücü yiğitlik
simgesi olan bıçak; yaşam ve zamanın akıcılığını anlatan nehir; yaşamın
geçiciliğini simgeleyen düş; paylaşılan bir rüya evren; başka tür bir rüya ölüm
Borges’in çözülmesi gereken bilmeceler gibi önümüze çıkar.
Yukarıda sözünü
ettiğimiz ana izleklerden bir başkası da labirenttir. Canavarın hapsedildiği
labirent canavar için bir hapishane, ama aynı zamanda onun için bir korunaktır.
Sonsuz bir nehir bir su labirenti, orman bir bitki örtüsü labirenti, kütüphane
kitaplarla dolu bir bilgi labirentidir. Şehir de bir başka tür labirent
simgesidir. Labirentinin merkezinde daima Korku, Tanrı, Baba gibi bir giz
bulunur. Labirent ayrıca yaşamdan ölüme, ölümden yaşama geçişi de simgeler.
Aynalar dışlarında
bulunan gerçekliği yansıtırlar. Narsisos mitinde olduğu gibi su da bir aynadır.
Ya da Lewis Caroll’un kurguladığı gibi bir kapı. Borges ayna temasını
“çoğaltmak” anlamında da kullanır. “ Aynalar ve babalık tiksindiricidir; çünkü
her ikisi de onu çoğaltır ve doğrular” der. Anka mezhebinde kuşaklar boyunca
bir töreni yerine getirince soya ölümsüzlük vaad eden bir Tanrı’dan söz edilir.
Tören kuşaktan kuşağa aktarılan bir sırdır. Bu sır babalığın gizemi, soya
ölümsüzlük sağlayan döllemedir.
Bir başka metafor da
insan doğasının ikiliğini vurgulayan ikiz simgesidir. Biri yaratır diğeri
yıkar. İkisi hem birbirinin karşıtı hem de birbirinin tamamlayıcısıdır. İki
adamın birbiriyle rekabeti, kendi kendisiyle savaşan bir kişi ya da kendi kendini
dölleyen bir hermafrodit…
Borges’in bir
kütüphaneci olarak yaşadığı korunmuş yaşamında hiç bilmediği şiddete karşı
duyduğu özlem kaplan metaforu ile karşımıza çıkar. Bu metafor kuvveti, şiddeti,
karanlığı simgelediği gibi zamanı da simgeler. Kaplanın yüceltilmesi babalıktan
ve uzamın sonsuzluğuna duyulan korkunun bir başka biçimidir.
Borges başlangıçta
metaforları sıklıkla kullandığını ama daha sonra ise dilin sadeleşmesi
gerektiğine inandığını söyler. “Deniz diyeceğine “balinanın yolu” ; gemi diyeceğine
“denizin kısrağı” demek ne anlamsız. Daha sonra dile aşık oldum; metaforları
kullanmaktan vaz geçtim. “ der
Bu dönemde çok ekonomik
davrandığı dilinde, ana fikri tek satıra, tek kelimeye indirgediği öyküler
kaleme almıştır. Bu kez öykünün kendisi - kelimenin metaforu haline gelmiştir.
Undr öyküsünde hayatın mucizeleri haline gelen yaşam mucizeleri tek sözcüğe
“Undr’a” indirgemiştir. Ayna ve Maske’de ise şiir tek dizeye indirgenerek
güzelliği temsil eder. Mobius Şeridin’tekine benzeyen, yalnızca tek yüzü
bulunan boyutsuz disk, “Kurs” bir Öklid çemberidir.
Borges’in metaforlar
döneminin en güzel şiirlerinden biri şöyle:
“Zaman beni sürükleyen
bir nehir, ama nehir benim;
Beni parçalayan bir
kaplan, ama kaplan benim.
Beni tüketen bir ateş,
ama ateş benim.
Evren, ne yazık ki,
gerçek;
ben, ne yazık ki
Borges’im...”
20.08.2013- Çeşme
E: Rodriguez Manguel-
Gendaş Yayınları
http://maschmeyer.blogspot.com/2012/11/metaphors-as-incompleteness.html
http://www.studymode.com/essays/Summary-Of-The-Main-Article-Metaphor-1629358.html
**
Eren Arcan
Borges’in soyut evreni
onun, yoğun biçimde edebiyat,felsefe, ve teoloji okumalarından kaynaklanmıştır.
Borges İngiliz filozof Berkeley’den etkilenir, Berkeley’e göre dünya, Tanrı’nın
insanlarda uyandırdığı düşüncelerin tümünden başka şey değildir. Bu nedenle,
dünya aslında Tanrı’nın insanlara yönelik dilidir. Tanrı tarafından düşünülmüş
Söz’dür.
Borges’in Döngüsel
Yıkıntılar öyküsünde bir oğlan çocuğu yaratmakta olan Büyücü, yapıtını hayata
geçirmesi için, Ateş Tanrısına gider. Ateş Tanrısı bu öneriyi bir şartla kabul
eder: Büyücü yapıtını gerçekleştirecek ama kendisi ve ateş Tanrısından başkası
bu yapıt ile gerçek insan arasındaki farkı bilmeyecektir. Büyücü genç adamı
dünyaya getirmeden önce ümitsizliğe ve paniğe kapılır. Hayatını feda etmeye
karar verir.
Büyücü Ateş Tanrısının
alevler içindeki evine girdiğinde cildinin yanmadığını görür. Büyük bir korku
ama aynı zamanda yürek ferahlığı içinde, kendisinin de yalnızca bir başkası
tarafından düşlenen bir görüntü olduğunu anlar.
Kabala adlı öyküsünde
Borges, “Her birimizde Tanrının bir cüzü vardır. Bu dünya, açıktır ki, her şeye
kadir ve hak bilir bir Tanrı’nın eseri olamaz. Bu dünya bize
bağlıdır....Aralarında Kabil ve İblis’in bulunduğu bütün yaratıklar büyük ruh
göçlerinin sonunda geri dönecekler ve bir zamanlar içinden çıktıkları Tanrı’ya
karışacaklardır.” der (Yedi Gece – Kabala öyküsü s 112)
Borges İnsanın sonsuz
evrende bir anlam aramasının boşuna olduğunu görmüştür. Enerji, kütle ve ışık
hızı evreninde Borges ana bilmecenin uzam değil zaman olduğunu düşünmüştür.
Evrenin sonsuz kere büyüyen, birbirini yineleyen, birleşen, ayrışan, paralel
giden baş döndürücü bir zaman ağı olduğuna inanmıştır. Borges’e göre bu
birbirine yaklaşan, birleşen, çatallanan, birbirinden kopan veya asırlarca
birbirinden habersiz olan ağ bütün zamanların olasılıklarını içinde
barındırmaktadır. Labirent gibi, her dönüş muhtemel değişik geleceklere
açılmaktadır. Yolları Çatallanan Bahçe öyküsünde anlatıcıyı öldürmek üzere
gelen katil “Zaman sayısız geleceğe doğru hiç durmamacasına çatallanıyor.
Bunlardan birinde ben sizin düşmanınızım” der ve anlatıcıyı öldürür ama bir
başka gelecekte belki de kurtarıcısı olacaktır.
Ölüm ve Pusula öyküsünde
katil anlatıcıyı “Seni bir daha öldürdüğümde (karmaşık bir labirentte değil)
gözle görünmez, düz ve kesintisiz tek çizgiden oluşan o labirenti söz veriyorum
sana,” der ve ateş eder. Borges duran zaman içinde (düz çizgi) yaşamların
döngüsel (çoklu labirentler) olarak birbirini izlediğini düşünür.
Alef adlı başyapıtı
Leviathan’dan bir alıntı ile başlar. “Ama bize Ebediyetin bir Şimdiki Zamanın
durması, Nunc-stans (şimdi olma) demek olduğunu öğreteceklerdir, bunu ne onlar
ne başkaları anlar. Mekânın sonsuz büyüklüğünü bir Hic-stans’ı da (burada olma)
olgusunu anlayamadıkları gibi.
Alef’te yazar bir bodrum
katında evrendeki bütün noktaları içeren tek bir nokta görür. Tüm evren bu tek
noktanın içinde gizlidir. Yazar yaşadığı tecrübeyi şöyle dile getiriyor. “Ben
bir tek dev saniye içinde, hem fevkalade, hem korkunç olan binlerce eylem
gördüm, hiçbiri de beni, hepsi mekânda aynı noktayı kapladıkları halde,
birbirlerini gölgelememeleri, örtmemeleri kadar etkilemedi. Gözlerimin
yakaladığı şey eşzamanlıydı. Ama şimdi yazacaklarım zaman içinde sıralanacak
çünkü dil sınırlayıcıdır.”
Borges sınırsız,
bitimsiz, mitik, duran bir zaman kavramı içinde her an her şeyin orada olup
gittiği bir zaman/mekan kavramından söz etmektedir Öyküsünde Borges “Alef’in
çapı herhalde birkaç santimden fazla değildi ama tüm alem gerçekten ve eksiksiz
içindeydi. ... Alef’te dünyayı, dünyada Alef’i gördüm.” der (Alef – 146 – 147)
Bu bitimsiz, sınırlayıcı
olmayan zaman kavramı içinde insanların farklı labirentlerde (labirenti yaşamın
metaforu olarak görebiliriz.) farklı yaşamlar sürdüklerini, Ölümsüzler adlı
ünlü öyküsünde dile getirir. Öyküsün başında Bacon’dan alınma epigrafta
“Süleyman yeryüzünde yeni bir şey yoktur buyurur. Böylece nasıl Eflatun, bütün
bilginin yalnızca ansıma olduğunu kurmuşsa, Süleyman da bütün yenilik yalnızca
unutuştur yargısını verir.” denmektedir. Unutulduğu için keşfedilen her yenilik
bize ilkmiş gibi gelir.
Bu öyküde ölümsüzlüğü
bir ırmağın sularında bulan insanlar bu sonsuz zaman içinde “her insanın başına
her şeyin geleceğini biliyorlardı.” Değişik labirentlerde değişik hayatlar
yaşayan bitkin, savaş yorgunu bir yerli ‘Homeros olmuşluğum vardır’,” der.
Borges evrenin kusursuz
bir denklik sistemi içinde işlediğini düşünür. “Suları ölümsüzlük bağışlayan
bir ırmak varsa bir diğer ırmak ta ölümlülüğü bahşedecektir. Ayrıca Ölümsüzler
geçmişteki ya da gelecekteki erdemlerinden ötürü her insan her iyilikten payını
alacaktı ama geçmişteki ya da gelecekteki lekesinden ötürü sapkınlıktan da
alacaktı payını.
Zahir adlı öyküsünde
Borges görünen, belli olan, var olan her şeyin Zahir olduğunu söyler.
Müslümanlığın kitabı Kuran Allah’ın kitabıdır. "Zahir" Allahın 99
adından biridir. Allah her yerde vardır. Zahirdir. "Batın" ise örtülü
olan, gizlenmiş olan anlamındadır. Zahir ve batın öyküdeki paranın iki yüzü gibidir.
Apaçık olan ve gizlenmiş olan.
Borges bu öyküsünde bir
para gördüğünü ve bu paranın aklını başından aldığını söyler. Zahir adlı bu
paraya bakınca hummaya tutulmuş gibi olur. Bu para, dünyadaki gelmiş geçmiş
bütün paraları içermektedir. (Alef s 94-95)
“Bu para soyuttur. Bu
para gelecek zamanları da içinde barındırır. Banliyoda bir gece, ya da
Brahms’ın bestelediği bir müzik, haritalar, satranç ya da kahve olabilir.
Değişkendir. Önceden kestirelemeyecek zamandır. Bergson’cu zamandır. Zamanın
bitimsizliğidir. İnsanın özgür iradesinin simgesidir...” düşünceleri aklına
dolar. Olanları kavrayamayan Borges daha önce bu aydınlanmayı yaşayan arkadaşı
Julie gibi delireceğini düşünür. Allah’ın en karmaşık niteliğini görmüştür:
Artık evreni algılamayacak, Zahir’de bâtını algılayacaktır.
Öykünün sonunda
Borges’in kimliklerinin çokluktan tekliğe dönüştüğünü şöyle anlatır. “İdealist
öğretiye göre “yaşamak” ve “düş görmek” sözcükleri arasında kesin bir eş
anlamlılık bulunmaktadır. “Binlerce imgeden bir tekine geçeceğim; son derece
karmaşık bir düşten son derece basit bir düşe geçeceğim. Ötekiler benim
delirdiğimi düşleyecek; ben Zahir’in düşünü göreceğim. Bütün insanlar gece
gündüz Zahir’in düşünü görürken hangisi düş, hangisi gerçek olacak –yeryüzü mü
yoksa Zahir mi?”
Borges’in öykülerinde
sıklıkla rastlanan bir başka tema da insanın bünyesindeki farklı kimlikleri
yansıtan “ayna” dır. Borges ve Ben öyküsünün ana fikri, bir gün aynadan
kendisine bakan yansımasından kaynaklanmıştır. Bu öyküde iki ayrı kişilikten
söz edilmektedir. Hikâyeleri yazan, tanınmış, ansiklopedide yeri olan bir adam
ve gerçek olan bir başkası. “Yani hayatım ve bir tez/antitez., bir tür füg, bir
ayrışma, her şey benim için yitimle sonlarıyor, diğer adamın elinde bir
unutuluşla.” der. “Öteki” adlı öyküsünde de bir parkta yanına oturan aynı
kendisi gibi olan ikinci bir Borges ile yaptığı sanal konuşmayı anlatır. (Kum
Kitabı 10-11)
Borges Düşsel Varlıklar
Kitabında insanın bir yansımasının, “ikiz” fikrinin pek çok toplumda var
olduğunu anlatır. Almanya’da sizinle aynı şekilde yürüyen anlamına gelen
Doppelganger, İskoçya’da insanı ölüme götüren “fetch” vardır. Ayrıca ölümden
hemen önce insanın tıpkı kendisi gibi gördüğü “wraith” sözcüğü
kullanılmaktadır. Eski Mısırlılarda kendilerinin tıpkısı olan Ka’nın insanın
kendisinin bir kopyası olduğuna inanılırdı. Ayrıca alter ego kavramı başka
yazarlarca da ele alınmıştır. Julio Cortezar Seksek’te Oscar Wilde Dorian
Gray’in Portresinde aynı temayı işlemiştir. Ingeborg Bachman Malina adlı
eserinde, otobiyografik ögeler taşıyan dişil kişiliği bölünerek, yazar olan bir
erkek ‘ikiz’ yaratır. Sema Kaygusuz Yere düşen Dualar adlı kitabında gerçek
hayatta geçen öyküyü bir izdüşümü ile mitik zamanda geçen bir öykü ile
koşutlandırmıştır.
Borges ve Ben öyküsünde,
özel Borges ve herkesçe bilinen Borges arasında geçen diyalogdan alınan bir
bölüm şöyledir:
“Spinoza bütün
nesnelerin kendileri olmaya devam etmek için uğraştıklarını iddia ederdi; bir
taş, taş olarak kalmak ister, kaplan ise bir kaplan olarak. Ben kendimde değil,
Borges’te kalacağım (eğer biriysem) fakat onun kitapları yerine başkalarının
kitaplarında; ya da bir gitarın yorucu melodisinde daha çok buluyorum kendimi.
Yıllar önce kendimi ondan kurtarmaya çalıştım ve kentin uzaktaki yoksul
mahallelerinin efsanelerinden, zamanın ve sonsuzluğun oyunlarından kaçtım;
fakat bu oyunlar Borges’in bir parçası ve ben yine başka şeylere dönmek
zorundayım. Ve hayatım böylece bir kaçışa dönüştü ve her şeyi kaybediyorum ve
her şey unutuluşa ya da öteki adama bırakılmış durumda.
Bu sayfayı hangimiz
yazıyor bilmiyorum.” Borges iki dünyada veya gerçeğin iki boyutunda aynı
zamanda yer alıyordu. Biri hepimizin bildiği dar, ölümlü, bağıl, fizikî dünya,
diğeri ise ara sıra gözlerimize ilişen özgür, sonsuz ve şartsız manevi dünya.
(Ustanın Dersi s88)
O gerçeğin iki zıt
diyarını eşzamanlı olarak yaşıyordu..
“...Zaman beni taşıyan
bir nehir, ama ben nehirim; beni harap eden bir kaplan ama kaplan benim; beni
yakıp yok eden ateş ama ateş benim. Eyvah! Dünya gerçek. Eyvah! ben Borges’im.”
(Ustanın Dersi s89)
Tanrının evrenin her
cüzünde var olduğuna inanan bir panteist olan Borges, yolun sonunda ise artık
mistik bir huzura kavuşur.
Artık unutabilirim
hepsini,
Ulaşıyorum kaynağıma,
Cebrim, anahtarım,
Ve aynam
Yakında kim olduğumu
öğreneceğim an.
Borges bir aksaklığı
mükemmelliğe çevirmesini bilen nadir kişilerdendir. Körlüğü giderek ilerleyen
Borges 1955 yılında tamamen kör olur. Aynı yıl ulusal kitaplığın müdürlüğüne
atanır. Cenneti diğer insanlar gibi bahçe ya da saray olarak değil her zaman
bir kitaplık olarak düşünmüştür. Armağanlar şiirini yazar.
Kimse yakınıp
yerindiğimi sanmasın
Bu lûtfundan Yüce
Tanrının
Bana ilâhi bir şaka
yaptı
Kitabı ve körlüğü aynı
anda bağışladı.
Körlüğün kendisini
yıldırmasına izin vermeyen Borges “Karanlığa Övgü” kitabını yazar. Kitabında
“Bir yazar ya da herhangi bir insan başına gelen şeyin bir araç olduğuna, her
şeyin bir amaçla verilmiş olduğuna inanmalıdır. ... Bir şiirimde aşağılanmadan,
mutsuzluktan ve uyumsuzluktan “kahramanların en eski besini” diye söz etmemim
nedeni bunları alıp dönüştürebilelim diye, yaşamlarımızdaki bahtsızlıklardan
olümsüz şeyler, ölümsüz olmaları beklenen şeyler yaratalım diye verilmiştir.
Kör bir adam böyle düşünüyorsa kurtulmuş demektir. Körlük bir armağandır.” der.
16 Eylül 2008
İzmir
Eren Arcan
Borges için Tanrı bir küre, merkezi her yerde, çevresi
hiçbir yerdedir. Geçmiş ve gelecek bitimsizse “ne zaman?” kavramı oluşamaz. Her
yaratık sonsuza eşit uzaklıktaysa “nerede ?” kavramı oluşamaz. Bu mantık
düzenini sürdürürsek hiç bir kimse hiç bir zaman hiç bir yerde değildir. Evrenin tüm noktalarını aynı anda birden
gören Borges, Alef'te tanrıyı kavramıştır.
Alef onun için bütün noktaları içeren tek bir noktadır. Sonsuz ve
bitimsizdir. Borges kendini öncesiz ve sonrasız bir nehirde akıp giden bir
nokta olarak görür.
“Evreni edebiyatta
özetleyen yazar “ olarak anılan Borges “Alef” öykü kitabındaki mistik, allegorik ögeleri bilim kurgu ile
ustaca harmanlamış. Kitaptaki öyküler yüzeysel olarak okunduğunda müthiş akıcı ve okuru merakta bırakan bir
kurgu içinde soluksuz izleniyor. Ancak derinlemesine irdelendiğinda felsefik
içeriğini kavramak bir hayli emek gerektiriyor.
Borges, büyülü paralar,
gelecek ve geçmişin iç içe geçtiği çarklar, düşlerden varedilen katiller,
yüzyıllardır yaşayan “ölümsüzler” lerden sözeder. Alef ise evrendeki bütün
noktaları içeren bir tek noktadır. Bir
tek nokta evrendeki bütün noktaları nasıl içerebilir?
Bu konuya açıklık
getirebilmek için Borges’in Zahir adlı hikayesinden yola çıkabiliriz
İslâmda "Zahir", Allahın 99 adından
biridir. Görünen, belli olan, var olandır. Çünkü Allah her yerde vardır.
"Bâtin" ise örtülü olan, gizlenmiş olan anlamındadır. Kuran hem zahir
açısından incelenebilir hem de batın. Ancak batınî incelemenin bu yönde
eğitilmiş kişilerce yapılması gerektiği söylenir. Çünkü kavranması çok güç olan
Allah’ın, bilgisizler tarafından incelenmesi onlara yıkım getirecektir. Bu
nedenle konunun ancak aydınlanmış,
eğitimli kişiler tarafından ele alınması zorunlu olacaktır. Bu bakış açısına
Sufiler (sufi = saf, arı) karşı çıkmış batının herkese açık olduğunu ve dileyen
herkesçe görülebileceğini söylemişler.
Zahir adlı öyküsünde
Borges bir para gördüğünü ve bu paranın aklını başından aldığını söyler. Zahir
adlı bu paraya bakınca hummaya tutulmuş gibi olur. Bu para, dünyadaki gelmiş
geçmiş bütün paraları içermektedir. (s 94-95)
“Bu para soyuttur. Bu
para gelecek zamanları da içinde barındırır. Banliyoda bir gece, ya da Brahms’ın
bestelediği bir müzik, haritalar, satranç ya da kahve olabilir. Değişkendir.
Önceden kestirelemeyecek zamandır. Zamanın bitimsizliğidir. İnsanın özgür
iradesinin simgesidir...”
düşünceleri aklına
dolar. Olanları kavrayamayan Borges daha önce bu aydınlanmayı yaşayan arkadaşı
Julie gibi delireceğini düşünür. Allah’ın en karmaşık niteliğini
görmüştür:
“paranın önce ön yüzünü
sonra da arka yüzünü gözümün önüne getirebildiğim zamanlar olmuştu (zahir ve
batın) şimdi her iki yüzünü de görebiliyordum. " (Tam aydınlanma)
diye öyküsünü bitirir.
Borges için Tanrı bir küre, merkezi her yerde, çevresi
hiçbir yerdedir. Geçmiş ve gelecek bitimsizse “ne zaman?” kavramı oluşamaz. Her
yaratık sonsuza eşit uzaklıktaysa “nerede ?” kavramı oluşamaz. Bu mantık
düzenini sürdürürsek hiç bir kimse hiç bir zaman hiç bir yerde değildir.
Evrenin tüm noktalarını
aynı anda birden gören Borges, Alef'te tanrıyı kavramıştır. Alef onun için
bütün noktaları içeren tek bir noktadır. Sonsuz ve bitimsizdir. Borges kendini
öncesiz ve sonrasız bir nehirde akıp giden bir noktadır.
“Son olarak iki gözlem
daha eklemek istiyorum; birincisi Alef’in özü ikincisi adı üzerine. Bilindiği
gibi Alef İbrani alfabesinin ilk harfidir... Kabala’da bu harf katışıksız hem
de sonsuz olan tanrının, En Soph’un başını tarif etmek için kullanılır. Alef’in
hem göğü hem yeri gösteren bir insan biçiminde olduğu da söylenir, bu insan
aşağıdaki dünyanın yukarıdakinin aynası olduğunu ifade edermiş...”
“Kahire’de Amr camiinin
orta avlusunu çevreleyen sütunların birinde tüm alemin olgusunun yattığını
bilirler... sütunun yüzeyine kulaklarını dayayanlar kısa bir süre sonra yoğun
bir gürültü duyduklarını söylerler; cami yedinci yüzyıldan kalmadır sütunlar da
islam öncesi tapınaklardan gelmiştir.” (bütün zamanın dinleri)
“Şu Alef taşın yüreğinde
mi. O bodrumda her şeyi gördüğümde Alef’i mi gördüm ve şimdi unuttum mu?
Zihinlerimiz elek gibi; unutkanlık içeri sızıyor; ben de aradan geçen yıpratıcı
yılların etkisiyle Beatriz’in belleğimdeki yüzünü çarpıtıyorum ve yitiriyorum.”
Telekominikasyon
kehaneti
1945 yılında yazılan
Alef ayrıca, bir telekominikasyon kehaneti olarak yorumlanabilir. İnternet
teknolojisi yer, mekan olgusunu ortadan kaldırmaktadır. Bilgisayarının başına
oturan herkes (bir nokta) aynı zamanda dünyadaki bütün noktaları içermektedir.
İnternet mekân olgusunu da ortadan kaldırmıştır. Bilginin yanı başınızdaki
odadan mı yoksa kıtalar ötesinden mi geldiği hiç önem taşımamaktadır.
Bilgi bir “tık”
ötemizdedir.
Alef’te Danieri çağdaş
insanı şöyle över.
“çağdaş insanı şöyle
görüyorum: en gizli, en kutsal hücresine, sözgelimi şatosuna bile kapanmış olsa
gene de donanmıştır; telefonlarla, telgraflarla, gramafonlarla, radyolarla,
sinema perdeleriyle, göstericilerle, sözcüklerle, tarifelerle, el kitaplarıyla,
bültenlerle ...”
Danieri böylesine
donanmış bir insan için sahici bir yolculuğun artık gereksiz olacağını
belirtir.
“Yirminci yüzyılımız
Muhammed’le dağın öyküsünü tersine çevirmiştir. Bugün artık dağ çağdaş
Muhammed’e geliyor”
der
1982 yılında henüz
kişisel bilgisayarlar yeni yeni evlerde yerlerini almaya başladığında Borges,
dünyanın henüz “Aleflenmediğini” söyler. Yani insanlar bulundukları noktadan
henüz evrenin bütün noktalarına ulaşmış değillerdir.
O günlere oranla,
bugün Alef'e dünyasına çok daha yakınız.
24 Eylül 2003
Eren Arcan
Borges’in ana
temalarından bir tanesi de Çoğulluk ve Tekillik kavramlarına dayanır. Babil
Kütüphanesinin sonsuz sayıdaki kitaplarına karşın, “Ayna ve Maske”de, yaşamın
mucizevî güzellikle bir tek dize ile ifade edilir. Undr adlı öyküde ise
şiirdeki mucize ve güzellik tek mistik kelimeye indirgenmiştir.
İrlanda Kralı, sarayın
şairi Ollan’dan, Vergillius’un Aneid’i gibi kendisini yücelten bir şiir
yazmasını ister ve kendisine bir sene mühlet verir. Bir sene sonra şair gelir
ve şiiri okur. Kral şiiri çok beğenir. İmgeler klasik şiirlerdeki gibidir.
Uyaklar, hece sayıları ölçüleri hep yerli yerindedir. Hepsi güzeldir ama Krala
göre bu şiir damarlarındaki kanı daha hızlı akıtmıyordur. Kimse sararıp
solmamış, savaş çığlıkları atmamıştır. Kral Şaire şiirine görüntüleri
yansıttığı ve çoğalttığı için bir Ayna hediye eder ve ikinci bir şiir yazması
için yine bir sene mühlet verir.
Bir yıl sonra Ollan daha
kısa bir şiirle geri döner. Metin tuhaftır. Savaşın betimlemesi değil, ta
kendisi gibidir. Savaş tanrıları metnin içinde kaynaşıp dururlar. Ama şiir daha
örtük olarak kavramları anlatır hale gelmiş ama yine de idealizme
ulaşamamıştır.
Kral şaire bazı
kavramları gizlediği, üstü kapalı bir şiir yazdığı, lafın tamamını söylemediği
için bu kez altın bir maske hediye eder. Yeni bir şiir için bir yıl daha mühlet
verir.
Bir yıl sonra şair
saraya geldiğinde tanınmaz haldedir. Yaşlanmıştır, sanki kurumuş kalmış
gibidir. Gözleri uzaklıklara bakmaktadır. Kral yazdın mı diye sorar. Şair
“yazdım” ama “Keşke İsa Efendimiz beni yasaklamış olsaydı,” der. Kral şiiri
okumasını emreder. Şairin okuduğu şiir tek bir dizedir. Yeryüzünün bütün
büyüleyici güzelliklerini içeren, bir tek dize şiiri idealizmin doruklarına
taşımıştır.
Kral böylesine bir
güzelliği paylaşmanın bir günah olduğunu söyler. Güzelliği tanımış olmanın
günahıdır bu. İkisi de günahlarının kefaretini ödeyecektir.: “Sana bir ayna ve
altından bir maske vermiştim, sonuncu ve üçüncü armağanım bir hançer.” der.
Şair bu hançerle
kendisini öldürür. Kral da İrlanda topraklarını bir baştan bir başa dilenci
gibi dolaşır ve bir dizelik şiiri bir daha hiç okumaz.
25 Ağustos 2013
İstanbul
Eren Arcan
Yalnızca özel bilgisi
olanlar tarafından anlaşılabilen, ezoterik öğretileri kapsayan Kabala, sonsuz,
değişmez, gizemli, ezelî ve ebedî olan “Ein Sof” (sonsuz) Tanrı ile, onun
yaratımı olan ölümlü ve bitimli evren arasındaki ilişkiyi açıklar. .
"Babil
Kütüphanesi" adlı kısa hikâyesinde Borges evreni, bitimsiz bir kütüphane
olarak tasarlar. Kütüphane birbirine geçmeli, sonsuza kadar uzanan, altıgen
odalarla kaplıdır. Odalarda temel insan ihtiyaçlarını karşılayacak malzeme ile
dört duvarı kaplayan kitap rafları bulunmaktadır. Raflar 25 alfabetik
karakterin tüm kombinasyonlarını taşıyan kitaplarla doludur. Bu kitap evreninde
kitapların çoğu saçma sapan olmasına rağmen, kütüphane, o güne kadar yazılmış,
gelecekte yazılacak olan bütün kitapları ve bütün bu kitapların mümkün olan tüm
varyasyonlarını, hatta hatalılarının, onların hatalılarının hatalılarını, yine
bütün bu kitapların ve varyasyonlarının evrendeki bütün dillere çevrilmiş
kopyalarını bulundurmak mecburiyetindedir.
Bu kütüphanede hem
geçmişin hem de geleceğin ayrıntılı dökümü mevcuttur. Meleklerin
otobiyografileri, insanların yazmış olabileceği ama yazmadığı kitaplar, Babil
Kitaplığının tarihçesini açıklayan kitaplar, bu fantastik kozmozun nasıl
oluştuğunun içeren bilgiler, varlık, doğa ve Tanrının niteliklerini açıklayan kitaplar,
her bireyin biyografisini kapsayan kitaplar bulunmaktadır.
Öte yandan bilginin
sonsuzluğu ve kütüphanenin organizasyondan yoksun oluşu kütüphaneyi yararsız
kılmaktadır. Bilgi kaosu içinde İnsanlar istedikleri hiç bir şeyi, özellikle
kendilerine, geleceklerine ait bilgileri bulamamaktadır. Bu durum, onları
çaresizliğe iter. Kör inançlara kapılırlar ve "arındırıcılar" gibi
kitaplara gizli oto sansür uygulayan mezheplere katılmaya başlarlar.
Kitaplarda karmakarışık
harflerden üretilmiş kelimeler bulunur. Bilgiye ulaşmak amacıyla insanlar bu
saçma harflerden oluşan kelimelerin peşine düşerler. Bu kelimeler bir şey ifade
etmez ama her kelimenin kodunu çözen açıklayıcı bir de kitabı vardır. Bu
kitapların bazıları tehlikelidir. Bu kitaplarda herkesin hayatının doğumdan
ölüme kadar geçen tüm sürecin anlatıldığına inanırlar. Kendi kaderlerinin
arayışı içine girerler. Amaçları "Kızıl Altıgeni,” sihirli kitapları, bir
kurtarıcı olarak görülen tanrısal "Man of the Book" "Kitabın
Adamını" bulmaktır.
Tüm kitapları
açıklayabilecek tek bir “kitabın kitabının” bulunduğunu ve bu tek kitabın
kütüphane indeksinin tüm kodlarını içerdiğini düşünürler. 25 karakterle
yapılabilecek her kombinasyon yapılmıştır. Ancak. “dhcmrlchtdj” karakterlerinin
yapabileceği bir kombinasyon mevcut değildir. . Bu dizin özgündür ve tektir.
Benzeri yoktur.
Eğer kütüphane evrense,
bu evrenin dışında hiçbir şey var olamaz. Bu nedenle hem anlatıcı hem de
okurları var olan bu düzenin bir parçasıdır. Yalnızca “parçası” olduğumuz bir
düzenin “tamamını” nasıl görebiliriz. Kütüphaneciler denizdeki balıklar misali okyanusların
tamamını nasıl kavrayabilirler. Ancak bir kısmına vakıf oldukları gerçeklere
dayanarak dünyanın gizlerini nasıl çözebilirler?
Bu nedenle tüm
kitapların bütün kodlarını içeren tek bir kitabı bulmak imkânsızdır. Çünkü bu
kitabın varlığı onu içeren başka bir kitap tarafından işaret edilmektedir. Yani
hepsi “parçanın” bir parçasıdır.. Bu yüzden eksiksiz, küllî bilgi imkânsızdır.
Ezelî ve ebedî “Ein Sof’un”: yaratımı olan, ölümlü ve bitimli evrendeki
kütüphaneciler bilginin tamamına vâkıf olmaktan uzaktırlar.
Borges gerçekten
zamanının ilerisinde bir yazardı.
“Babil Kütüphanesini” evrenin bir metaforu olarak kaleme almış. Lütfen
kütüphane yerine” internet”; kitap yerine “web sitesi”, “Man of the Book”
yerine “arama motorunu” koyun karşınızda Babii Kitaplığı paralelinde hem
muhteşem bir bilgi kaynağı, hem de aynı zamanda devasa bir çöplük olan
interneti bulacaksınız. Yalnız Babil
Kütüphanesinin kodu 25 karakterden oluşurken internetinki iki karakterden
oluşmaktadır 0 ve 1. :))
Çeşme 21.07.2013
Eren Arcan
Borges'in sıklıkla
kullandığı ikizler temasına çarpıcı bir örnek olan Borges ve Ben adlı yazısı
Borges'in ikili kimliğine dayanır. Ben kavramı yazarın öz kişiliğini temsil
ederken Borges kavramı kamuya yansıyan yazar kişiliğini ortaya koyar. Ben
kişiliği sürekli öteki Borges kişiliği ile didişir. Böylece yaşam akıp gider.
Ben kimliği giderek yiterken her şey yazar Borges'e mal olur. Borges Bu sayfayı
ikimizden hangisinin yazdığını bilmiyorum." diye yazısını bitirir.
"Ötekisi, Borges bu
başına türlü işler gelen. Buenos Aires’i dolaşıyorum ve arada belki de öylesine
durup, bir girişin kemerine ya da bir demir kapıya bakıyorum. Borges’in
haberleri postadan ulaşıyor bana ve bir akademik oy pusulasında ya da bir yaşam
öyküsü sözlüğünde adını okuyorum onun. Ben kum saatlerini, haritaları, on
sekizinci yüzyıl baskılarını, kahvenin tadını ve Stevenson’ın düzyazılarını
seviyorum. Öteki bu beğenileri benimle paylaşıyor, ama onları bir oyuncuya özgü
davranışlara dönüştürerek sahtekârlıkla yapıyor bunu. İlişkilerimizin düşmanca
olduğunu söylemek biraz fazla olacak: durum öyle ki ben yaşıyorum, yaşamı
kabullenip sürdürüyorum, işte Borges böyle yaratıyor yazınını ve bu yazın benim
varoluşumu doğruluyor. Birkaç değerli sayfa yazmayı başardığını İtiraf etmekten
çekinmiyorum onun ama bu sayfalar beni kurtaramıyor; belki de bu, iyi
bölümlerin artık hiç kimseye, hatta ötekine bile ait olmayıp geleneğe ya da
İspanyol diline ait olmasındandır. Bunlar da ötekine ait oldu mu, benim işim
bitik demektir kesinlikle ve o zaman onun içinde artık birkaç parçacığım sağ
kalabilir artık. Uslanmak bilmez abartma ve yalan söyleme huyunun çok iyi
ayrımında olsam da yavaş yavaş her şeyi açıklıyorum ötekine.
Spinoza her şeyin kendi
doğasını koruma eğiliminde olduğunu savunurdu: Kaya, sonsuza dek kaya olmak
ister, kaplan da kaplan. Oysa ben -eğer gerçekten birisiysem- yaşamımı, kendi
içimde değil Borges’in içinde sürdürmek zorundayım; kendimi onun kitaplarında,
diğer bir çoğununkinden ya da bir gitarın özenle çalınışını dinlerkenkinden
daha az ayrımsıyorsam da böyle bu. Yıllar önce kendimi ondan bağımsız kılmaya
çalıştım ve aşağı —orta— sınıf söylencelerinden sonsuzlukla ve zamanla oyunlar
oynamaya yükseldim, ama bu oyunlar Borges’in oldu şimdi ve ben yeni bir şeyler
bulmalıyım. Böylece yaşamım akıp gidiyor işte ve ben her şeyi yitiriyorum ve
her şey ya unutuluşun ya da ötekinin oluyor.
Bu sayfayı ikimizden
hangisinin yazdığını bilmiyorum. "
Jorge L. Borges
Çev: Zafer Aracagök,
Yazko Çeviri, Kasım Aralık 1982, Sayı:9, s.62
ANLAR
Sil baştan yaşama şansım
olsaydı eğer,
Oturup saymazdım eski
yanlışlarımı.
Kusursuz olmaya
çalışmaz, rahat bırakırdım yüreğimi.
Ve elbette çok daha
çoşkulu olurdu sevdalarım,
İçine az buçuk da
ciddiyet katılmış.
Bu denli titiz olmazdım
hiç, öyle bir şansım olsaydı eğer.
Korkmazdım daha çok
riske girmekten
Daha çok yolculuğa
çıkar,
Gün doğumlarını
kaçırmazdım asla;
Hele dağlara tırmanmanın
keyfini.
Hiç bilmediğim yerlere
giderdim gidebildiğimce.
Doyasıya dondurma yer,
boş verirdim kuru nimetlere.
Öyle bir şansım olsa idi
eğer,
Dertlerim de yaşamın
gerçeğini taşırdı,
Yalnızca düşlerin değil.
İşte hani onlardan,
Her saniyesini verimli
geçirenlerden biriydim.
Aynı anlara geri dönebilse
idim eğer,
Yalnızca iyi ve güzel
olanları tatmak isterdim yeniden.
Yanında termometresi,
bir şişe suyu, şemsiyesi ve
Paraşütsüz yerinden
kıpırdamayanlardan biriydim.
Ama yeni baştan
başlayabilse idim eğer,
İyice hafiflemiş olarak
çıkardım yolculuklara.
İlkbahara yalınayak
girer,
Sonbahara dek unuturdum
pabuçlarla yürümeyi.
Hiç bilinmeyen yollara
dalardım,
Tadını çıkarırdım gün
ışığının,
Çocuklarla daha çok
oynardım,
Sil baştan yapabilseydim
eğer...
Ama heyhat, seksen
beşindeyim artık
Ve biliyorum ki...
Ölmekteyim...
JORGE LUİS BORGES
ben, ne yazık ki Borges’im
“Zaman beni sürükleyen
bir nehir, ama nehir benim;
Beni parçalayan bir
kaplan, ama kaplan benim.
Beni tüketen bir ateş,
ama ateş benim.
Evren, ne yazık ki,
gerçek;
ben, ne yazık ki
Borges’im...”
KÖRLÜK
Kimse yakınıp
yerindiğimi sanmasın
Bu lûtfundan Yüce
Tanrının
Bana ilâhi bir şaka
yaptı
Kitabı ve körlüğü aynı
anda bağışladı
Bir rüya gibi ağır
yalnızlık
kentin yakınlarında
durdu.
Çanlar hüznünü topluyor
dağınık günün. Yeni ay
Göyüzünde küçük bir ses
Alacakaranlıkla birlikte
Kent tekrar kıra
dönüşüyor.
Bahar Vardarlı
Bu bir kritik, bir
eleştiri yazısı formatında bir öykü. Pierre Menard diye bir Fransız Şair var
fakat burada bahsedilen Pierre, gerçek mi yoksa Borges'in kurmacası mı
anlayamadım. Zaten bu yazı o kadar çok yazar ve felsefeciden bahsediyor ki
yazının neresinin ciddi neresinin alay olduğunu benim gibi avaraj kültür sahibi
olan okur çözmekte zorlanıyor.
Borges, başta Pierre
Menard'ın Özel Arşivi olarak onun çalışmalarından uzun bir liste sunuyor. Bu
listenin çoğu monografi, bilimsel alanlarda özel inceleme başlığı altında ama
incelenen konular basit ve incelenmeye değmez. Bu öykü boyunca okuyucuyu
şaşırtma, çelişkiye düşürme ve ince alay etme sürüp gidiyor. Sanırım sadece
edebiyat dünyasını iyi bilen insanlar arasında anlaşılacak bir metin bu
okuduğum.
Öyküde bahsedilen yazar,
Pierre Menard ölmüş ve ardında bitmemiş eseri Don Kişotu bırakmıştır. Bu eser
Donkişot'un ilk kitabının 9. ve 38. bölümleriyle 22. Bölümünün bir parçasından
oluşmaktadır.
Öyküde Borges, 'o başka
bir Kişot yazmak değil, bunu yapmak kolaydır, o Don Kişot kitabının kendisini
yazmak istiyordu. Onun amacı kopya etmek değildi. Onun akıllara durgunluk veren
amacı Cervantes'inkilerle, kelime kelime, satır satır örtüşecek birkaç sayfa
yazabilmekti. Servantes ile Menard'ın Birleşmesi olarak da tanımlanabilecek bir
düştü onunkisi.'demekle Menard'ın yapmak istediğini açıklıyor.20. Yy da 17.
Yyda yaşamış çok okunan bir romancı olmak ona alçalma gibi geliyordu aynı
zamanda. Bir yolunu bulup Cervantes'in kendisi olarak Kişot'a ulaşmak
amacıydı.' Diyor.Borges menard'ın bir mektubunda, 'Don Kişot beni derinden
ilgilendiriyor ama vaz geçilmez gelmiyor bana. Don Kişot ratlantı sonucu doğmuş
bir kitaptır. Don Kişot olmasa da olurdu. Onu yazabilirim de... Kitabı yazarken
Cervantes anlık esintilerden etkilenmiş , baştan savma yazmıştı. Ben onun
eserini yeniden kurma gibi bir görev üstlendim.' Dedi diye de belirtiyor. O zaman
zaten labirentler içinde bunalan bir okur olan ben iyice açmaza düşmüşken;
Cervantes'in ve Menard'ın tıpa tıp aynı satırlarının 17. Yy da okur tarafından
algılanışı ve 20. Yy da okur tarafından algılanışı arasındaki fark ortaya
çıkınca konu benim için tamamiyle aydınlanmış oldu.
Burada üstünde durulan
konu anokronizma tekniğidir. (Bu teknik zamanı değiştirme tekniği olarak da
adlandırılabilir.) Bu yazıda belirtmeye çalıştığı esas fikir, sonda belirttiği
gibi, okuma sanatını bilinçli zaman değişimleri yaratarak ve yanlış
anıştırmalar yoluyla yeni bir teknik ortaya koyarak zenginleştirmek fikridir.
'Düşünmek, çözümlemek,
uydurmak zekanın soluk alıp verişidir. Bu işlevin arada sırada yerine
getirilişi eski çağlardan kalma yabancımız olan düşünceleri bir kenara
biriktirmek, eski allamei cihan kişilerin neler düşünebildiklerini hatırlamak ,
tembelliğimizi ve barbarlığımızı itiraf etmektir. İnsan kafasında her türlü
düşünceyi barındırabilmeli...'yaptığım bu alıntı da bu yazının neden 300 yıl
öncesinin bir kitabını yazma öyküsüne dair olduğunun nedenini açıklığa biraz
olsun kavuşturuyor sanırım.
Bahar Vardarlı
Gerçekten var mıyız,
yoksa bir düş müyüz?
Düpedüz bir insan değil
de bir başkasının düşlerinin yansısı olmak- ne katlanılmaz bir eziklik, ne
çılgınlık! Ya o seni düşlemekten vazgeçerse ...
Öyküyü kısaca
özetlersem, kahramanımız bir adam düşleyecek, onu en ince ayrıntılarına kadar
canlandıracak ve gerçekliğe katacaktı, amacı buydu. Amacına ulaştı
gerçekleştirdi de düş oğlunu ama ne yazık ki hareket ettiremiyordu onu. Bu
konuda da Ateş tanrısı ona yardımcı oldu ve düşlenen hayalete tılsımıyla can
verdi. Bu düş çocuk (ateşte yanmayacak) kendisini gerçek sanacak sadece ateş
tanrısı ve onu düşünde yaratan, onun hayalet olduğunu bilecekti.
Ve de sonunda düşleyenin
düşünde, düşlenen uyandı. Artık oğlunu yaratmayı başaran adam hazzın keyfini
yaşıyordu, oğlunun geleceğinden kaygılanıyor, onun yetişmesi için çabalıyordu.
Ama sonunda adam bir yangında kendi acı gerçeğini gördü; yanmadığını fark etti.
Demek ki oğlu gibi
kendisi de bir hayal, bir başkasının düşüydü.
Bu kısa öykü bana
varlığımın gerçek olup olmadığı konusunda birçok soru sordu. Bunlar önceden hiç
düşünmediğim şeylerdi. Oysa Borges gerçekten var olup olmadığını sorgulayan bir
yazar. Ne diyor, benim biyografik özelliklerimi bırakın, eserlerimi okuyun.
Eserlerinde de hiçbir öğretiyi açıkça yöneltmiyor; her dediği sis perdesi
ardında. Okuyucuyla iş birliği bekliyor. Eseri yaratan okuyucuya kadar
ilerletiyor iddiasını.
Ben bu öyküyü 'hiç
birimiz özgür değiliz' başlığı altında algıladım kendi dağarcığımda. Var
olduğumuzu sanıyoruz, oysa var ediliyoruz! Varlığımız aile, toplum, kültür, örf
ve adetlerle şekilleniyor. Aynı zaman diliminde var olduğumuz insanlarla
benzeşmiyoruz çünkü her zaman diliminin kesiştiği mekanlar, yerler ayrı. Onun
için İsveç'te yaşayan Peter ile ben aynı insan değiliz.
Gene bu düşsel öyküde;
düşlediği döngüsel bir amfitiyatronun merkezinde (bence evren) öğrencilerine
ders veriyor, evrene katılmayı hak eden canı arıyordu. "Öğretisini ses
çıkarmadan benimseyen öğrencilerden hiçbirşey bekleyemeyeceğini; buna karşılık
kendisine arasıra da olsa karşı çıkmayı göze alanlardan birşeyler
bekleyebileceğini anladı. Birinci kümedekiler, sevgiyi ve yakınlığı hak etseler
de birey katına yükselemezlerdi asla; ikinci kümedekilerse varoluş öncesi
dönemindeydiler." Sormak , sorgulamak, ses çıkarmak, karşı gelmek; bütün
bunlar var olduğumuzun belirtileri değil midir?
Bu kadar düşsel sunulan
kısacık bir öyküden böyle evrensel bir sorunu iletmek ancak Borges gibi bir
ustanın işi olabilir. Hakikaten onun içinde bir evren saklıymış, bu evrene
nasıl sahip olmuş, onu da kendisi söylüyor, okuyarak...
Şule Bölükoğlu
“Değerli görünen doktrinlerle
alay eden Borges aklın, aşk ve ölüm gibi zorlu bilmecelerin üstesinden gelme
gücünün varlığına inanmazdı.” J.W
Gizli Mucize – Hayaller
ve Hikayeler, Artificios (1944)
Allah da onu yüzyıl ölü
bıraktıktan sonra dirilterek, “ne kadar zaman kaldın?” diye sormuş, o da “Bir
gün, belki daha az,” demiş. Kur’an II, 259
“Borges’ in “Sonsuzluğun
Tarihi” ne benzeyen “Sonsuzluğun Zaferi” nin ve bir deneme kitabının yazarı
olan Jaromir Hladik, III. Reich’ in zırhlı birliklerinin Prag’ a girmesinden
sonra tutuklanmıştır.” Hladik hapishane hücresinde idamını beklerken, manzum
oyunu Düşmanlar’ ı tamamlamak ister. Hladik Tanrı’ ya kendisine bir yıl
bahşetmesi için dua eder ve rüyasında tıpkı kendisi gibi Tanrıyı arayan kara
gözlükler takmış kör bir kütüphaneci görür. Kütüphaneci ona, Hindistanın
haritasını içeren bir atlas verdikten sonra , Hladik dileğinin kabul edildiğini
söyleyen bir ses duyar. Yarım saat erken getirildiği idam mangasının önünde
ölümü beklerken, şakağına koca bir yağmur damlası düşer ve yanağından aşağıya
hafifçe süzülür, ve çavuş tam atış emrini haykırdığı sırada birden zaman durur.
Damla yanağında öylece kalır. Önce delirdi zanneder kendisini, sonra zamanın
durduğunu düşünür. Ancak bunu düşünebildiğime göre zihnimi de sınamalıyım der.
Tanrı ona yarım kalmış oyununu bitirmesi için bir yıl süre tanımıştır.
Kendisini sınamak için Vergilius’ un o gizemli dördüncü çobanıl kasidesini
dudaklarını oynatmadan söyler içinden.
Belleğinden başka hiçbir
belge yoktur elinde. Fiziki olarak kendisi de zaman içinde donmuştur çünkü.
“Gizli zihinsel labirentinde, oyununu bitirebilmek için iğneyle kuyu kazar gibi
uğraşır didinir.” “Oyununu yazmayı bitirdiği anda, yanağındaki yağmur damlası
yere düşer ve Hladik vurulur. “
“Borges gerçek sanat
eserinin, zihinde, iradede gömülü, somutlaşması gerekmeyen bir erek olduğunu
ima etmektedir. Hepimiz bu acı gerçeği biliriz. Ölümün kendisi için kaçınılmaz
olduğunu anlayan herhangi biri, artık üretmeye devam edemeyecektir. Erişilmesi
imkansız bu ereğin farkındalığı, Borges’ in 1940’ lardaki çalışmalarının
temeline uzanan bir çelişkidir. “ (2)
Einstein bile zaman
görecelidir derken bu hikayede de zamanın subjektifliği dikkat çekici. Tanrıdan
beklediği bir yılı alıyor ama o bir yıl beklendiğinin çok ötesinde bir an gibi
geçip gidiyor . Ölümden kurtuluşu ile beraber yaratma mutluluğunun tadına
varırken bir yandan da yaşamın normal akışı içinde farketmeyeceği güzellikleri
algılayıp, takdir ediyor (“avlunun zeminindeki parke taşlarından birinin
üzerine bir arının kıpırtısız gölgesi vurdu.”)
Öyküde insanî gayretin
elle tutulamayan değerini keşfediyoruz bir yandan da. Oyun yazarı Hladik belki
de son oyununu yaratırken daha öncekilere gore daha büyük keyif alıyor çünkü bu
son oyunun sadece ona ait olduğunu kimseyle paylaşılamayacağını biliyor.
Yaşamın mücadeleleri
büyük ödülleri de beraberinde getirir. İnsanoğlu yanıt bulacağı dualarını
kendisi şekillendirir. Etrafımızda yerine getirilmek üzere bekleyen onlarca
belli/belirsiz başarı vesilesi ve ulaşmak için atmamız gerektiğini düşündüğümüz
onca adımlar var ki. Bizler de bu öyküde olduğu gibi birer “gizli mucize” ile
mükafatlandırılsak bu mükafat ne şekilde olurdu acaba? Ya da gizli mucize
gerçekleştiğinde farkına dahi varabilir miydik?
Hepimizin başına
gelmiştir müthiş güzellikte bir manzara ile karşılaştığımızda heyecanla
fotograf makinamızın ayarları peşine düşerek ya da etrafımızdakileri telaşla
manzaraya davet ederek ne çok zaman kaybetmişizdir kimbilir? Bunu yapmak yerine
her detayı inceleyerek ve o anı zihnimize kaydederek sadece kendimizin
seyredeceği zihin fotografları çekmeyi deneyebilir miyiz?
Bu belki de zamanı da
yavaşlatmanın bir yoludur ! Nitekim sorabiliriz ; Hladik’I gerçekten Tanrı mı
ödüllendirildi yoksa kendisi mi zamanını dondurdu? Belki muhtelif mecralarda
rivayet edildiği üzere kara delik benzeri gözle görünmeyen dördüncü veya
beşinci boyutlar etrafımızda kıvrılıp duruyorlardır !? Belki de gençlik vaad
eden çeşme zannedilen şey sadece bir çeşit ruh halidir. Hatta belki bugün
Himalaya dağlarında bir keşiş son 50 yılda bile bir milenyum uzunluğunda bir
ömrü geride bırakabilmiştir.
Ne kadar zamanımız
kaldığından bağımsız olarak, istediğimiz gibi kullanılmak üzere yaşam bize
armağan edilmiş…
1. (Jorge Luis Borges,
Ficciones hayaller ve hikayeler, İletişim 2012 Istanbul, Çev.Fatih Özgüven,
Tomris Uyar) 2. (Jason Wilson, “Jorge Luis Borges - biyografi” YKY Temmuz 2011
Istanbul, Çev. Tonguç Çulhaöz)
Eren Arcan
Borges “Eğer
öykülerimden yalnızca birini kurtarmam gerekseydi en fazla otobiyografik ögeler
taşıyan, anılarla en yüklü ve en yaratıcı olan “Kongre” yi kurtarırdım.” diyor.
Öykü Borges’in alıştığımız temaları olan zaman, tarih, bellek, mikro ile makro,
inanç ile kuşku, kahramanlık ile korkaklık, sadakat ile ihanet, insan ile insanlık
gibi karşıtlıklarla yüklüdür. Borges karşıtlıkların birbirlerinin zıddı değil
tamamlayıcısı olduğunu düşünür.
Kongre, Borges’te aşina
olduğumuz ironi, simgeler, sahte alçakgönüllülük, kabalist harfler, rakamlarla
oyunlar, ansiklopedilerden bilinçli çalıntılar, eski öykülerine göndermelerle
yüklü sözsel oyunları kapsayan bir Borges manzumesi gibidir.
Yazar öykünün
epigrafında Didorot’nun “Kaderci Jaques ve Efendisi” adlı eserinden bir alıntı
ile başlar: Alıntı aynı zamanda “Kongre” öyküsünün bir özeti gibidir.
“Devasa bir şatoya doğru
yola koyuldular. Şatonun dış cephesinde şunlar yazılıydı: ‘Kimseye ait değilim
ve herkese aitim. Siz içine girmeden de oradaydınız, çıktıktan sonra da
oradasınız.’ ”
Kongre’ye paralel olan
“Bilimin Kesinliği” adlı öyküsünde Borges, yörenin her santimetrekaresini
saplantıyla haritalamaya çalışan kartograflardan (haritacılar) söz eder.
Kartograflar kentin her yanını birebir kapsayan haritalar üretmektedirler.
Fakat işi o kadar ileri götürürler ki ürettikleri haritalar imparatorluğun
tamamını kaplamaya başlar. Ancak daha sonra gelen kuşaklar bu sonsuz haritanın
nafile olduğuna karar vererek onu tabiatın acımasızlığına terk ederler.
Borges, “Kafkayesk” bir
öykü olarak tanımladığı “Kongre” de ise, gelmiş geçmiş ve gelecek tüm insanların,
tüm kültürlerin temsil edildiği bir ütopik, evrensel ve devâsa kuruluştan söz
eder.
“İnsanlığın Kongresi”
olarak tasarlanan bu kuruluşta dünya üzerindeki her grup, bir üye tarafından
temsil edilmektedir. (Borges ince ince Birleşmiş Milletler ile dalga geçmiş.)
Ancak daha kuruluş
aşamasında hangi üyenin hangi grubu temsil edeceği konusunda sorunlar vardır.
Çünkü her üyenin birden fazla öne çıkan niteliği vardır. Örneğin Başkan Glencoe
hem Uruguaylı, hem kırmızı sakallı, hem de sürü sahibidir. Uruguaylıların mı,
sürü sahiplerinin mi, yoksa kırmızı sakallıların mı temsilcisi olacaktır? .
Sonra dil meselesi de
vardır. Tüm insanlar hangi dil şemsiyesi altında birleştirecektir? Esperanto
mu, Volaptik mi, yoksa Latince mi?
Üçüncü sorun da bir
Kongre’nin kendine özgü bir kütüphaneye sahip olması konusunda çıkar. Kongreye
göre İnsanlığa tanıklık ettiği için tüm basılı medyanın saklanması zaruridir.
Depolar kitap, gazete, dergi, belgeler ile doldurulur. Ancak getirilen
dokümanlar belirli grupları temsil edeceği için birleştiriciliğe değil
ayrımcılığa neden olacaktır. Ayrıca dünyada var olan şiddet, gaddarlık, ve
kargaşa nedeniyle kuruluş ütopya olmaktan çok uzaktır. Dünyayı tüm
ayrıntılarıyla ve ilişki ağlarıyla yeniden kurgulama çabasının abes olduğu anlaşılır.
Bu nedenle dünyayı olduğu gibi kabul ederek var olanla mutlu olmak en iyi
yoldur.
Ölümlü olan bireyin ya
da topluluğun tüm dünyayı temsil etmesi mümkün değildir. Gerçek Kongre
“Dünya”nın ta kendisidir. Onun sınırlı ögelerle bir temsilini, yine sınırlı
kişiler ve topluluklarla yapmaya çalışmak hem imkânsız, hem faydasız, hem de
saçmadır. Dünyanın kendisi zaten tüm bütünselliğe sahiptir. Oysa öyküdeki
“Kongre” tanımlanmış, kurallarla sınırlandırılmış ve bilinir bir yapıya
sahiptir.
Başkan Glencoe tüm kitapların
yakılmasını emreder ve şu sözlerle Kongre’yi lağveder.. “Dünya Kongresi Dünya
ile başladı ve bizler toprak olup gidinceye kadar sürecek. Bulunmadığı bir yer
yok. Kongre yaktığımız kitaplardır. Kongre Sezar’ın ordularının yolunu
değiştiren Kaledonyalılardır. Kongre çöplükte oturan Eyüp ve çarmıha gerilmiş
İsa’dır. Kongre paramı kötü kadınlarla yiyen o hayırsız delikanlılardır.”
Alevler çatır, çatır
kitapları sararken Kongre üyeleri duvar kenarlarına yapışıp kalırlar. Yazına
gönül veren Irala ise ‘Bir kaç yüzyılda bir İskenderiye Kütüphanesi
yakılmalıdır” diye fısıldar.
Anlatıcı da öyküyü
“Kongre gizli gizli var olduğunu duyumsadığımız evrendi. Bizdik,” diye bitirir.
Bu öyküde Borges,
görkemli, sonsuz olan evrenden sıradan bir dille söz ederken amacı büyülü,
gizemli olanı, fantastik ile açıklamak değil; muhteşem olanın zaten sıradanın
içinde barındığını anlatmaktır.
18.08.2013
Çeşme
Borges – E. Rodriguez
Monegal Gendaş Kültür
http://www.autodidactproject.org/bib/borges_biblio.html
http://www.poetryfoundation.org/bio/jorge-luis-borges
http://www.ucema.edu.ar/conferencias/download/2011/06.01CPii.pdf
http://www.borges.pitt.edu/sites/default/files/Standish%20El%20congreso.pdf
http://www.escapeintolife.com/literature-essay/jorge-luis-borges-and-the-congress-of-the-world/
Eren Arcan
Borges’in “Kum Kitabı”
adını taşıyan son eseri bazı eleştirmenler tarafından eski eserlerine nazaran
yetersiz bulunmuş, daha önce Borges’e özgü semboller olan nehirler, güller,
kaplanlar, labirentler, metafizik muziplikler taşımamasından ötürü
eleştirilmiştir. Ancak Borges 80’ine gelinceye kadar metaforlarla yüklü o kadar
eser vermiştir ki artık kendi okuru, tek sözcükle, onun ne demek istediğini
anlar hale gelmiştir. Bu nedenle Borges anlatımının yalınlaştığını, artık
bilinmedik kelimeler ile okurunu lügat karıştırmaya mecbur etmemek, yüklü
metaforlardan kaçınmak istediğini söyler.
Kum Kitabındaki öyküler
Tanrı, dil, ölüm, uyanıkken görülen düşler, zaman, asıl ile kopya, sonsuzluk,
her şey ve hiçbir şey gibi konuları içeren birer mesel gibidir.
Borges Kum Kitabı adlı
öyküsünde, bir Anglikan papazı olan George Herbert ‘in (1593-1633) “The Collar”
(papazların yakalığı, hizmetkârlık simgesi) adlı şiirinin bir mısrasını epigraf
olarak kullanıyor. “thy rope of sands”.
Şairin iç sesi ile
başlayan şiir, tanrısal otoriteye başkaldırı olarak sürer. Şair isyanla rüzgâr
kadar özgür olduğunu, ,” ahlar, vahlarla” vakit kaybetmeyeceğini, kendi yolunu
kendisinin çizeceğini ateşli bir şekilde dile getirir. Bugüne kadar
öğretilenler aslında onun özgürlüğünü elinden alan “kafeslerdir” Ona hakikat
olarak sunulanlar, yetersiz ve gerçek dışıdır. . Kumdan ipler kadar dayanıksız,
çekince koparılabilen gerçekler… Şair “Kurtul kafeslerinden” diye bağırır. Ve
“korkularını bitir, bütün bu ipleri, telleri al. Vicdanının sesini yatıştırmak;
ya da eylemlerinin sonuçlarından duyacağın korkularından sıyrılmak için
kullan,” diye öğütler verir.
Ama “Benim çizgim ve
hayatım özgürdür diye çılgınca isyan ederken şair Tanrının “Oğlum,” diyen
sesini duyduğunu düşünür. Aslında şairin duyduğu kendi iç sesinden başka bir
şey değildir. Tanrı bir “Baba” otoritesiyle, yolunu şaşıran evlâdını doğru yola
getirmektedir. Şairin ise korku ile tanrısal otoriteye “Yüce Efendimiz diyerek”
biat etmekten başka çaresi yoktur.”. “Bağırıp çağıran, zincirlerini koparmaya
çalışan” birey, efendinin kim olduğunu anlayarak hizaya gelmiştir. “Baba” yı
aşamamış. “Oğul” olarak kalmıştır. (Lacan ) Baba-Oğul, Kral-hizmetkâr
hiyerarşisi yeniden yerli yerine oturur. Şairin iç sesinin yerini artık
Baba’nın sesi alır.
Anlatıcı kendisine
dayatılan, aslında birer “kumdan ip” kadar gevşek ve dayanıksız olan öğretilere
zamanında karşı çıkmamış, onları irdelemeden içselleştirmiştir.. Kendi
özgürlüğünü gönüllü olarak kısıtlamış, kendi kendinin hapishanesi olmuştur. Bu
nedenle şiire adını veren “The Collar” başlığını yani metaforik anlamda
“boyunduruğa” razı olmuştur.
Borges Öyküye bir
geometri kitabıymış gibi başlar “Çizgi sonsuz sayıda noktalardan oluşur; düzlem
ise sonsuz sayıda çizgilerden, hacim ise sonsuz sayıda düzlemlerden,;
hiper-hacim sonsuz sayıda hacimlerden… Ama kesin olarak bu bir more
geometritico değil, öyküme başlamanın en iyi yolu. Her düşsel öykünün gerçek
olduğunu belirtmek moda oldu günümüzde, ama benimki gerçek.”
Borges “…aslında öyküm
kesin olarak more geometretico değil”, diye başlıyor. Ama hemen sonra bu
geometrik kavramı bir daha değinmemek üzere bırakarak “sonsuz sayfalı” Kum
Kitabını anlatmaya başlıyor
Biz yine de ilk
paragrafa dönerek Borges’in bu ilk paragrafta noktadan hiper-hacime varan
geometrik kavramlardan ne kasdettiğini anlamlandırmaya çalışalım.
0 Boyut: Eni, boyu,
yüksekliği olmayan nokta
1. Boyut: Noktayı
sonsuza dek uzatırsak çizgi
2. Boyut: Çizgiyi dikey
ve eşit olarak sonsuza kadar uzatırsak düzlem
3. Boyut: Düzlemi dört yanından eşit ve dikey
olarak uzatırsak küp
4. Boyut: Küpü üç
boyutunun üzerinde dikey olarak hareket ettirirsek hiper-küpe ulaşırız.
Hiper-küpü dikey olarak
hareket ettirirsek 5. Boyut. Bu boyuttakini dikey olarak hareket ettirirsek 6.
Boyut…vs. ve sonsuzluk (infinite) ; ve
ardından sonsuzlukların çoğaltılmasıyla transfinite (sonsuzluğun ötesi)
evrenlerlerden söz edebiliriz.
Borges’in sonsuzluk,
paradoks, topoloji, olasılık, kaos, kuantum, kozmoloji, çatallanan sonsuz
evrenler içeren temaları, Kum Kitabı, Babil Kütüphanesi, Disk, Yolları
Çatallanan Bahçe, Pascal’ın Küresi, Alef ve daha pek çok öyküsü, Kum Kitabı
örneğinde olduğu gibi, bilim ile edebiyatın bağdaştırılması olarak görülebilir.
Alef tek noktada tüm evreni içerir. Babil Kütüphanesinin merkezi her yerde
çevresi hiçbir yerdedir; Yolları Çatallanan Bahçede Çinli Ts’ui Pen’in hayatı
lineer zaman içinde değil, kuantum mekaniğinin yorumladığı gibi çoklu zaman
sekmeleri içinde çatallanarak sürer gider. . İncecik tek bir “hyper-volume”
olan Kum kitabı dünyanın bütün kitaplarını içinde barındırır.
İngilizce’de “volume”
hem hacim hem de cilt, kitap olarak tanımlanır. Bir “hyper-volume” hem sonsuz
boyutlardaki hacimler, hem de sonsuz sayıda kitaptan yapılmış bir “hyperbook /
hiper-kitap”, bu kitapların yazısı da “hyper-text” olarak kabul edilebilir.
Günümüzün yorumlaması ile bu tüm Kitapların Kitabı olan “Kum Kitabı” digital
boyuttaki HTML dili ile yazılan internet kodları ile oluşturulan sayısız
veridir. İşin şaşırtıcı yanı Borges daha 1941 yılında interneti düşlemiştir.
“Kitapların Kitabı” artık bizler için aklımızın, belleğimizin ayrılmaz bir
parçası olan internettir.
İlginç bir başka tanımda
da,internet “okur bir yolcu, linkler birer yol, yolcunun seçimleri de hikâye”
olarak tanımlamış
Paralel evrenlerin
Kitabı
Dört boyutlu hiper-küpün
her yandan olası diğer hiper-küplerle çevrili olduğunu hatırlayalım. Bunun gibi
hiper-kitap ta, tüm olası boyutlarla çevrili bir kitaptır. Borges Kum Kitabını
açtığında bütün paralel evrendeki kitapları da açmış olacaktır.)))
Birinci sayfası olmayan
kitap
Şimdi Kum Kitabı’na
gelelim. Borges’in Buenos Aires’teki apartman dairesine hırpani kılıklı bir
İncil satıcısı gelir. Satıcı Bikaner’de rastladığı tuhaf bir kitabı Borges’e
satmak istediğini söyler. Başı sonu olmayan, her açılışında bambaşka sayfalar
içeren, sonsuz sayfada ama incecik bir kitap olan “Kum Kitabı” satıcıya göre
hem kutsal hem de şeytanîdir.
Borges kitabı açar.
Sayfa diyelim ki 40514. Karşısındaki sayfa 40515 olacağına 999 dur. Sayfayı
çevirir. 999’dan sonra 1,000 gelmelidir ama sayfa numarası sekiz hanelidir.
Sayfaların doğru numaralanmadığı ortadadır. Tuhaf adam kitabın isminin “Kum
Kitabı” olduğunu söyler. Çünkü ne kumun, ne de bu kitabın başı ve de sonu
vardır.
Bu tuhaf kitap öylesine
gizemlidir ki birinci sayfası yoktur. Kitap kapağı ile ilk sayfa arasında
şaşırtıcı bir şekilde durmadan yeni sayfalar ortaya çıkar. Son sayfayı da
bulmak aynı derecede sinir bozucu olur. Tıpkı kumsaldaki birinci ve sonuncu kum
tanesini bulmak gibi …
Sıradan görünen ama başı
ve sonu olmayan, sayfaları bir beliren, bir kaybolan bir kitap bitimsiz bir
kitap (infinite) demektir... Borges şaşkındır. Hırpanî satıcı aynı mel’un
şeylerin kendisine de olduğunu kitaptan bunun için kurtulmak istediğini söyler.
Daha sonra yüksek sesle düşünür gibi konuşur. “Eğer uzay sonsuzsa biz de uzayın
herhangi bir noktasındayız demektir. Eğer zaman sonsuzsa biz de zamanın
herhangi bir noktasındayız.”
Borges’in sonsuzluk kavramı
bizim algılamalarımızın çok ötesindedir. Ona göre sonsuzluk, başı sonu olmayan
(kitabın birinci sayfası yok) kural tanımayan, düzeni yok sayan, öngörülemeyen
bir kaostur. Sonsuz yalnızca erişilemez değil, herhangi bir bölümü de
algılanamaz olan bir yapıdadır.
Borges Kum Kitabını bir
miktar para ve çok değerli olan Wycliffe İnciliyle değişir. Adam gittikten
sonra müthiş bir saplantıyla bu sonsuz kitabın gizini bulmak için çırpınır.
Bilgiyi anlaşılabilir, yorumlanabilir bir düzene sokmaya çalışır. Çalınır
korkusuyla kitaba gece gündüz bekçilik eder. Sokağa çıkmaktan vaz geçer.
Dostlarını kaybeder. Azap içindedir. Kitabın esiri olmuştur. Kitabın bir
canavar, bir karabasan, ahlâksız bir şey olduğunu, gerçeğe sızarak onu
lekelediğini, kendisinin de kitap kadar ürkünç hale geldiğini düşünür.
Herbert’in şiirindeki
gibi, Borges kendini, aslında hemen kopabilen, kolaylıkla kurtulunabilecek
kumdan iplerle bağlamıştır. Korkularının, saplantılarının boyunduruğundan
kurtulmak üzere “kumdan iplerini” ürkerek koparır ve kitabı alarak Ulusal
kitaplığın en üst raflarından birine bırakır. Çünkü “bir yaprağın saklanacağı
en iyi yerin orman olduğunu” bir yerlerde okumuştur.
________________________________________
E. Rodriguez Monegal -
Borges
http://www.amazon.com/Book-Shakespeares-Memory
http://www.borges.pitt.edu
http://4dlab.blogspot.com/2008/09
http://www.theparisreview.org/interviews
http://teamikaria.com/hddb/classic/
http://bookofsand.net/hypertext/
http://www.complete-review.com/
http://en.wikipedia.org/wiki/The_Book_of_Sand
http://kunst.erzwiss.uni-hamburg.de/
http://4dlab.blogspot.com/2008/11/
http://borgesianbibliophilia.blogspot.com
http://4dlab.info/index-4.htm
Eren
Arcan
“Emerson kütüphanenin büyülü ruhların
barındığı sihirli bir mekân olduğunu söyledi. Büyülü ruhlar çağırdığımızda
uyanıyorlar. Açılmadan, öylece duran bir kitap kelimenin anlamıyla geometrik
bir şekilden başka bir şey değildir. Bir cisim… Şeylerin arasında bir şey…
Kitabı açtığımızda, kitap kendini okura teslim ettiğinde estetik bir olay
gerçekleşir. Hatta aynı okur için, aynı kitap değişir, çünkü biz değişiriz,
çünkü biz, “dünün insanı bugünün insanı değildir, yarının insanı da
olmayacaktır.” diyen Heraklitus’un ırmağıyız. Durmadan değişiyoruz, her kitap
okuyuşumuz, her kitabı yeniden okuyuşumuz, yeniden okuyuşumuzun anıları, metini
yeniden yaratır. Metin de Heraklitius’un değişen ırmağıdır.”(J.L. Borges
Yedinci Gece
Borges’in Öteki, Borges
ve Ben, Yedinci Gece, İlahiyatçılar adlı öykülerinde kullandığı Almancada çift
yürüyen anlamına gelen “doppelganger” - ikiz kişilik teması, yazarın gözde
temalarından biridir. Aynı tema Poe’nun “William Wilson” adlı öyküsünde ana
karakterin vicdanı olarak önümüze çıkar. Stevenson’ın Dr. Jekyll ve Mr. Hyde
eserinde ikiz kişilik bu kez ana karakterin karanlık yüzü olarak görünür.
“Borges ve Ben” adlı
yazısında, yazar, kendi kişiliğinin ikili yanını özel ve topluma açık olarak
ikiye ayırır. Kişiliklerinin aralarındaki farklıları da şakacı bir dille
anlatır. Kendisi Buenos Aires sokaklarında dolaşır. Kum saatlerini, haritaları,
on sekizinci yüzyıl baskılarını sever Borges ise bunları paylaşır ama bunu bir
oyuncu gibi sahtekârlıkla yapar.! Borges onun nefret ettiği her şeydir. Şöhret,
fotoğraf çektirmek, röportaj vermek, görüş bildirmek, başarı/başarısızlık…
“Ben” benliği ise onun özel olan tarafını ve gerçek olanı ifade eder. Çünkü
diğer öbür şeyler “Ben” için gerçek dışıdır.
“Yıllar önce kendimi
ondan kurtarmaya çalıştım ve kentin uzaktaki yoksul mahallelerinin
efsanelerinden, zamanın ve sonsuzluğun oyunlarından kaçtım; fakat bu oyunlar
artık Borges’in bir parçası ve ben yine başka şeyler düşlemek zorundayım. Ve
hayatım böylece bir kaçışa dönüştü ve her şeyi kaybediyorum ve her şey
unutuluşa ya da ötekine bırakılmış durumda.
"Bu sayfayı
hangimiz yazıyor bilmiyorum.”
Öteki öyküsünde de bu
kez ikilik, geçmişin genç Borges’iyle, bugünün yaşlanmış Borges’i arasındadır.
1969 yılında Borges bir parkta 1918 yılının Borges’i ile karşılaşır. Genç
Borges idealist, atak, toplumcu; yaşlı Borges ise dingin, gerçekçi ve
bireyseldir. İkisi de birbirlerinden farklılaşmış olmakla beraber yine de
birbirlerine benzerler. Ancak birbirlerinin karikatürü gibidirler. Yaşlı adam
gencin kendi gençliği olduğundan emindir çünkü onu zamanında yaşamıştır. Ama genç
adam onun kendi yaşlılığı olduğunu kabul etmez. Kendisinin sadece bir rüya
görmekte olduğunu iddia eder
Borges kendi gencine
Heraklitius’un zaman ve değişim üzerindeki düsturundan söz eder. “Bir insan
aynı ırmakta iki kere yıkanamaz. Dünün insanı bugünün insanı değildir; bugünün
insanı yarının insanı da olamaz. Cenevre’de ya da Cambridge’deki şu bankta
oturmuş olan biz ikimiz belki de bunun kanıtıyız.”
Öğüt vermek, tartışmak
ta yararsızdır. Zaten genç adamın yazgısı “yaşlı” Borges olmaktır. Borges
cebinden çıkardığı bir kağıt parayı gösterir. Diğeri bir çığlık atar “ama bu
para 1964 tarihli,” Oysa kâğıt paralarda tarih yoktur. Henüz mü? O zaman
ikisinin de bilmediği bir üçüncü Borges mi vardır? Geleceğin Borges’i? ))
Yaşlı Borges’e göre düş
bir gerçektir. Bizim doğmuş olmayı, soluk almayı kabullendiğimiz gibi düşün de
gerçek olduğunu kabullenmemiz gerekir. Coleridge’in bir fantezisi aklına gelir:
“Birisi düşünde cennetten geçtiğini görüyor ve kendisine kanıt olarak bir çiçek
veriyorlar. Uyandığında çiçek oracıkta, yanındadır.”
20.08.2013-Çeşme
25 Ağustos 2013
İstanbul
Eren Arcan
Borges’in öyküsü
"Tlön, Uqbar, Orbis Tertius" yalnızca fantastik bir hikâye değil,
aynı zamanda idealist felsefe üzerine kurulu, akılcı, zarif ama ürkütücü bir
öyküdür. Yazar fantastik ile gerçek olanı üst üste bindirerek, öyküsünü
metafizik problemler içeren hikâyelerle anlatır.
Hikâye bir komplo
teorisi üzerine kurulmuş bir dedektif öyküsü gibi başlar. Okur bir ansiklopedi
maddesiyle, gezegenler ötesi gizli bir tarikatın peşine düşer. Derken yazar
birdenbire polisye öyküyü bir yana bırakarak, Tlön gezegeni, Tlön’deki hayat,
Tlön kavramları üzerine felsefik açıklamalar yapmaya başlar. Anlatım
ansiklopedik maddeler halinde devam eder.
İdealizm - Maddesiz bir
dünya
Aydınlanma çağı
filozofları Berkeley, Hume gibi idealist felsefecilerden çok etkilenen Borges
onlar gibi dünyanın algılarımızın bir tasarımı olarak zihnimizde oluştuğunu
söyler. İdealist felsefecilere göre düş gücümüzün bir kurgusu olan madde,
zihinlerimizde var olur. Dünyamız, algılanarak idrak ettiklerimizle belirlenir.
Zihinsel bir yaratım olan hayat rüya ile eşdeğerdir. Madde zihinlerde
düşlenerek üretilebilir. Uzam, zamanın akışı içindeki hızla algılanan
formlardan başka bir şey değildir. Zaman kavramı da aldatıcıdır. Yalnızca
içinde bulunduğumuz “an” gerçektir.
Borges Tlön gezegenini
Berkeley’in “Esse est percipi” “var olmak algılanmaktır” prensibi üzerine
kurgular. Berkeley’e göre dünya, Tanrı’nın insanlarda uyandırdığı düşüncelerin
tümünden başka şey değildir. Nesneler kendilerini yaratan Tanrı’da bile, birer
düşüncedirler. Kendisiyle ilgili edindiğimiz düşünceler dışında, madde diye bir
şey yoktur. Öyleyse, dünya aslında Tanrı’nın insanlara yönelik dilidir. Tanrı
tarafından düşünülmüş sözdür.
17. Yüzyılda Entelektüel
bir Grubun Düşleri
Bir akşam yemeğinde
Borges’in arkadaşı Bloy Cesares, Uqbarlı kâfirlerlerden birinin “insanı
çoğalttıkları için aynaların ve çiftleşmelerin tiksindirici saydığını” hatırlar.
Konu Borges’i çok meraklandırır. Cesares Kâfir hakkındaki bilgiye
Anglo-Amerikan ansiklopedisinin “Uqbar” adlı maddesinde rastladığını söyler.
Bu makale, 17. Yüzyılda
“düşleyerek” bütün fiziksel ve metafiziksel yasalarıyla, destanları ve
efsaneleriyle Tlön adlı bir gezegen yaratmak isteyen, büyük bir entelektüel
grubun entrikalarına işaret eder. Borges ve arkadaşı büyük bir merakla bu
medeniyeti araştırmaya başlar. Ancak konu hakkında 1902 basımı Encyclopedia
Britannica’nın korsan kopyası olan bir tek cildinden başka hiç bir yerde bilgi
yoktur.
Bir kaç yıl sonra
Birinci Ansiklopedi’nin XI cildinde Tlön hakkında bilgilere rastlarlar. Tlön
hakkında bilgi edinmek için Borges ve grup arkadaşı ansiklopediyi didik didik
ederler. Tlön dili, felsefesi, epistomolojisi üzerine uzun uzadıya tartışmalara
girerler. Sonuçta Tlon medeniyetini diliyle, kültürüyle, tarihiyle kurgulamaya
karar verirler.
Tlön Felsefesi
Öykü burada bir dönemeç
alarak uzun uzadıya Tlön felsefesinin açıklanmasına girişir. Tlön felsefesi idealist
bir felsefedir ama eksiklikleriyle. Tlon’daki en önemli öğreti felsefedir. Her
hakikatin doğru olduğuna inanırlar. İkisi de doğru kabul edildiği için her
kitap hem tezi hem de antitezini içerir. Gezegende kullanılan bazı dillerde
isim bulunmaz. Fiil yerine isimlerden ve sıfatlardan kurulu bir dize
kullanırlar; “Ay nehrin üzerinde yükseldi.” Yerine “hlor u fang axaxaxas mlo,”
derler. Yani “Durmazakanın arkasından yukarıya doğru ayladı,” derler. Bir başka
dilde ise hiç varlık adı bulunmaz. İsim yerine birkaç sıfatı yan yana koyarak
meramlarını anlatırlar. Tlonlüler uzamsal olanın zaman içinde var olduğunu
kavrayamazlar. “
Adların bulunmadığı bir
dünyada Batı Felsefesi mümkün değildir. Cisimler ve Adlar olmadan akıl yürütme
mümkün değildir. Bu nedenle tarih, din bilimi, mantık, Tlönlular için
imkânsızdır. Ayrıca, varlıkların adlarının hatta kendilerinin bulunmadığı bir
düzende batı felsefesini uygulamak mümkün değildir. İsimler olmadan a priori ve
a posteriori kavramlarını uygulamak mümkün olamayacaktır. Tarih olmadan da din
bilimi olamaz. Aynı objeyi farklı zamanlarda incelemek mümkün değilse
tecrübelerle edinilmiş bilgileri genellemek mümkün olamayacaktır.
Varlık bilimi ontoloji
yabancı bir kavramdır. Tlön Berkeley’ci idealizmin varoduğu bir gezegendir ama
her yerde var olan, her şeyi gözleyen bir tanrıdan yoksundur. Bu nedenle
idealist felsefenin dayanağı olan Tanrı düşüncesi olmadığı için idealist
felsefe Tlön gezegeninde eksik kalmaktadır.
Tlön dünyası bir
çelişkiler karmaşasıdır. Tlön’de, bir yandan maddesizciliği savunurken diğer
yandan kopyalanabilen objelerden, hrönir’lerden, hatta bunların seri
imalâtından söz eder. Maddenin bulunmadığını iddia ederken şekillerin
matematiksel bilimi olan “Geometrico” dan söz eder. Tlön’de akıl yürütme
olmadığı halde sonsuz sayıda bilim dalları vardır.
Tlön çok seslidir.
Okullardan biri zamanı reddeder. Başka biri evrenin tarihinin ikinci derecede
sıradan bir tanrının bir cinle haberleşmesinden doğan bir metin olduğunu beyan
eder. Bir tanesi de dünyada uyurken başka bir suretimizin başka bir yerde
uyanık olduğunu, aslında bir değil iki insan olduğumuzu söyler. Bilgi tek ve
sonsuzdur. Edebî uğraşılarda tek konu görüşü ağırlıktadır.
Dünya Tlön Oluyor
1940 ta Tlön projesi sır
olmaktan çıkar proje dünyanın içine sızmaya başlar. 1941 yılında Tlon hakkında
bilinmeyenleri açıklayan bir mektup bulunur. Araştırmacıların ulaştıkları
bilgi, büyüleyicidir. Mektup 17. yüzyılda yaşayan çok üst düzey bir kültürün
varlığını göstermektedir. İçinde Delgarno ve Berkeley’in de bulunduğu bir takım
aydın bir ülke “tasarlamaya” koyulmuştur. Programları “simya araştırmaları,
hayır işleri ve Kabala’yı” içermektedir. Daha sonraları bu yeni bir dünya
tasarımının tek kuşak içinde tamamlanamayacağını anladıkları için her ustanın
bir çömez seçmesine karar verilir. Usta-çömez uzun süre devam eder.
İki yüzyıl sonra sonra
Amerika’da bir biraderler grubu ortaya çıkar. 1824 yılında insanlardan kaçan
Ezra Buckley adlı tanrıtanımaz bir milyonere bir ülke icat etme teklif edilir.
Buckley projenin yetersiz olduğunu, onun yerine bir gezegen icat etmenin daha
yerinde olacağını söyler. Buckley var olmayan bir tanrıya insanoğlunun da bir
dünya tasarımlayabileceğini göstermek ister. Zehirlenerek öldürülür.
Yüzyıllar süren
idealizm, gerçekliği etkiler. 1942 de Tlön’den gelen esrarlı nesneler gerçek
dünyada görülmeye başlar. Düşlenerek var edilen “hrönirler” dünyayı kaplamaya
başlar. Sonra yıllar boyunca kopyalar, kopyaların kopyaları ve onların
kopyaları ortaya çıkar. Ayrıca “ima youyla üretilen nesneler ‘urlar’ görülür.
(s 27) Eşyalarda ortaya çıkıp, silinip bozulma eğilimi gözlenir. En bilinen
örnek bir dilenci tarafından aşındırıldığı sürece varolmayı sürdüren, o
öldüğünde ise yok olan kapı eşiğidir.”(s27)
Bu arada düşsel gezegen
Tlon araştırmaları akademik çevrelerde çok popüler hale gelir. Çocuklar
okullarda Orbis Tertius dilini öğrenmeye başlar.
Tlön bulgusu dünyanın
merkezine oturur. Her yanda, gerçek, ya da üretilmiş yayın dörtbir yanı kaplar.
Sonuç olarak Tlön’luların kurgulanmış gelenekleri, görenekleri, bilimsel
uygulamaları o kadar rağbet görür ki, bu düzenli gibi görünen dünyanın yeni
fikirleri dünya gerçeklerinin içine sızar.
Her şeyin üstünde devlet
Ancak metin yine yön
değiştirir. Kendimizi dünyanın Tlön gezegeni tarafından yavaş, yavaş ele geçirildiği
için hiç farkına varmadığımız bir kıyamet senaryosu içinde buluruz. Aynı
yirminci yüzyılda, soyut devlet kavramını her şeyin üzerinde tutan, nasyonal
sosyalizm, komünizm, faşizm dalgalarının yarattığı sapkınlığın benimsenmesi ya
da seyirci kalınması gibi. Öykü dünyanın büyük bir savaşın içinde kasıp
kavrulduğu bir döneme, 1935, 1940,1942 yıllarına savaştan hiç söz etmez. Böyle
bir dönemde insanların idealizmi coşkuyla benimsemesinin bir kaçış, gerçeklerin
üstünün örtülmesi anlamına geldiğini sezdirilir.
“Daha işin başındayken
gerçeklik duygusu pes etti. Doğrusu ya pes etmeye de dünden hazırdı. Bundan on
yıl önce az çok düzenli görünen her simetrik yapı – diyalektik maddecilik,
Yahudi düşmanlığı, Nazilik insanoğlunun gözlerini kamaştırmaya yetiyordu. Durum
böyleyken kişi Tlön’e bu en ince ayrıntılarına kadar belirlenmiş uçsuz
bucaksız, düzenli gezegen düşüncesine nasıl olur da boy eğmez? Düzenli olabilir
ama hiçbir zaman kavrayamayacağımız Tanrısal yasalara – çeviriyorum insanlık
dışı yasalara göre. Tlön bir labirenttir kuşkusuz ve insanlar tarafından
çözülmesi gereken bir labirenttir.”
Tlön’le kurulan bağ
dünyayı çözülmeye götürür. Onun sarsılmaz kesinliğinden insanlığın gözleri
kamaşır.
Öykünün büyük bir bölümü
1940 tan geriye dönülerek kaleme alınır. Ancak epilog anakronistik bir şekilde
gelecekteki 1947 tarihini taşımaktadır. Bazı eleştirmenler epilogun ileri
tarihe taşımasının öykünün yazıldığı dönemde Avrupa’yı kasıp kavuran
totelitarizmin meteforu olarak görmektedirler.
Öykü biterken Borges bir
bir kehanette bulunur. “”Önümüzdeki yüzyıl içersinde biri yüz çiltlik İkinci
Tlön Ansiklopedisini bulup çıkaracak. İngilizler Fransızlar, İspanyollar
yeryüzünden silinecek. Dünya Tlön olacak.”
Dünya yeni bir döngüye
gece olacak
İzmir
9.10.2013
Hiçbir zaman belleğin
nimetleri üzerinde durmamıştı. İzle- nimler, anlık ve canlı, üzerinden kayıp
geçiyordu; çömlekçi- nin kırmızı kurşun oksidi (zincifresi); yıldızlarla kaplı
kubbe, ki her yıldız bir tanrıydı; ay, ki aslan bu aydan inmişti; duyarlı,
hafif parmak uçlarını hissettiği pürüzsüz mermer; inci gibi dişleriyle hırçınca
koparmaktan hoşlandığı yaban domuzu etinin lezzeti; Fenike dilinde bir sözcük;
bir okun san kum- lara yansıyan kara gölgesi; denizin-ya da kadınların
yakınlığı; balın, buruk tadını yumuşattığı koyu şarap bütün ruhunu
kapsayabilirdi. Dehşeti de biliyordu öfkeyle cesareti de, bir keresinde düşman
surlarına ilk tırmanan o olmuştu. İstekli, meraklı, rahat, keyif ve dolaysız
umursamazlıktan başka yasa tanımayan biriydi; birçok diyarda dolandı ve bir
kıyıdan bir başka kıyıya insanların şehirlerini ve saraylarını seyretti. Kala-
balık pazar yerlerinde ya da dorukları belirsiz dağların etek- lerinde
dinlediği karmaşık hikayelerin doğru ya da düzmece olup olmadıklarını araştırmadan,
ki pekala aralarında taşla- malar da olabilirdi, bunları gerçek olarak
kabullendi.
Yavaş yavaş muhteşem
evren onu terk etmeye başladı, inatçı bir sis elinin çizgilerini sildi, gece
yıldızlardan yok- sun kaldı, ayaklarını bastığı toprak güvenilir değildi. Her
şey uzaklaşıyor, silikleşiyordu. Kör olmaya başladığını anlayın- ca bir çığlık
attı; stoacı ölçülülük henüz icat edilmemişti ve Hektor çekinmeden istediği
kadar kaçabilirdi. Artık ne mito- lojik korku dolu gökyüzünü görebileceğim
(bunu hissetti), ne de yılların değiştireceği bu yüzü. Günler ve geceler bu
çaresiz- lik içinde geçti, ama bir sabah uyandığında (bu kez şaşırma- dan)
çevresindeki silik şeylere baktı ve anlaşılmaz bir biçim- de, sanki bir ezgiyi
ya da bir sesi tanırcasına, bütün o korka- rak ama aynı zamanda merakla, umutla
yüzleştiği korkuları- nın gerçekleşmiş olduğunu hissetti. İşte o zaman ona
bitim- sizmiş gibi gelen belleğinin derinliklerine indi; o baş dön- dürücü
derinliklerden unuttuğu bir anıyı çıkarmayı başar- dı. Yağınurda parlayan bir
akçe gibi pırıl pırıl bir anı. Yoksa hiçbir zaman rüyaların dışında hiçbir şey
görmemiş miydi?
Anı şöyleydi. Bir çocuk
ona sövüyordu, o da babasının ya- nına koşmuş ve hikayesini anlatmıştı. Babası
sanki dinlemi- yormuş gibi ya da anlamıyormuş gibi bakarak bırakmıştı an-
latsın; sonra duvardan çocuğun gizli gizli göz koyduğu gü- zel mi güzel, güçlü
mü güçlü bir bronz kama indirmişti. Ar- tık kama elindeydi ve kamayı elinde
tutmanın şaşkınlığı, he- def olduğu tüm hakaretleri unutturmuştu, ama babasının
şöyle dediğini duymuştu: "Senin erkek olduğunu bilsinler," bu seste
bir emir vardı. Gece karanlığı yolları görünmez et- mişti, büyülü bir güç
verdiğini hissettiği kamayı kucaklayıp evi çevreleyen dik yokuşu inip deniz
kıyısına koşmuştu, ka- ranlık deniz havasını savaşlar ve yaralarla süsleyerek
kendi- ni Aias ve Perseus olarak düşlemişti. Şimdi de aradığı o anda duyduğu
tattı, gerisi umurunda değildi; ne meydan okuma- lar ne beceriksiz çatışmalar
ne kanlı sayfaların geri dönüşü.
Bu anı, yine bir geceyi
ve macera vaat eden bir başka amyı çağrıştırdı. Bir kadın, tanrıların ona
sunduğu ilk kadın onu bir yeraltı gömütünün gölgesinde beklemişti, oysa o
kadını taştan örülmüş labirentleri andıran, karanlık, inişli yokuş- lu
dehlizlerde aramıştı. Bu anılar neden geri dönmüşlerdi, ve neden sanki bugünü
öngörür gibi hiç acı vermeden geli- yorlardı aklına?
Omuzlarını çökerten bir
şaşkınlıkla anladı. Aşk ve tehlike, şimdi derinliklerine indiği ölen gözlerinde
bu gece ona pusu kurmuştu. Ares ve Afrodit, çünkü şöhret ve altı ölçülü dize-
lerin sesi, tanrıların kurtarmayacağı tapınağı savunan kişile- rin ve denizde
sevimli bir ada arayan kapkara gemilerin sesi- ni, insanlığın belleğinde
çınlayacak olan ve kaderin ona söy- le ttiği Odysseia ve tlyada'nın seslerini (yaklaşıyor,
çevresi- ni sarıyorlardı) uyandırıyordu içinde. Bunları biliyoruz, ama en
karanlığa indiğinde ne hissettiğini bilmiyoruz.
Çeviren : Peral Bayaz
Chorum
İletişim Yayınları
Yücel
Nural
Borges’in bütün eserleri
gibi son derece gizemli, şaşırtıcı, mistik, ve insanın algılama yeteneğine
tepeden bakan, hatta biraz sadist bir meydan okuyuş… Hele Hristiyan olmayan bir
kültürde yetişmiş, ve o kültürün kurallarına yabancı olanların, o inancın
sapkınlıklarını kavrayabilmesi olanaksız gibi bir şey.Yine de “mistisizmin
evrensel şefkatinin kanatlarına sığınarak, ve çok, araştırarak (ve doğal olarak
keçilere dikkat ederek) biraz bir sezgiye varmak olası” dedim ve ufak
araştırmalar yaptım.
Hikaye Nils Runeberg
adında kurgusal bir gnostik hakkında.Amma kahramanımız Runeberg anlaşılan ,
şiddetli sapkınlardan… Borges bu karakteri, gerçek tarihi, mistik kişilerin
adları ile , ve Hristiyan din adamlarının kafasını karıştıran Yahuda gizemine
ilişkin çeşitli savlar arasına öyle bir ustalıkla yerleştirmiş ki, okuyanın
Runeberg’in sanal olduğuna inanması zor.
Tabii metni anlamak için
bazı kavramları açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Örneğin gnostik ne demek:
Gnostizm: Antik Mısır,
Antik Yunan esoterizmini, İbrani geleneklerini, Zerüştçülüğü, bazı doğu
geleneklerini, Hristiyanlığı eklektik bir tutumla sentezleyen, ve bir çok
tarikatın benimsediği mistik felsefeye verilen genel bir addır. Eski Yunancada,
”sezgi ve tefekkür yoluyla edinilen bilgi” anlamına gelen “gnosis” sözcüğünden
türemiştir.
Gnostizmin ilkeleri
şunlardır:
1.Hakikatlere ulaşmada
dinler yetersizdir.
2.Hakikatlere ulaşmak
ancak ruhsal ve psişik gelişmeyle olur.
3.Ruh ölümsüzdür.
4.Gerçek olan ruhsal
yaşamdır.
5.Dünya düalite
ilkesinin geçerli olduğu bir gelişim ortamıdır.
6.Ruhsal gelişim
yolunda, ruhsal alemden alınabilecek yüksek bilgiler içeren tebliğler en önemli
bilgi kaynaklarıdır.
(Agnostizm -Tanrının
varlığının ya da yokluğunun bilinemeyeceğini öngören felsefe akımı.)
Borges kendi yarattığı
kişilik olan Nils Runeberg’in hikayesine başlarken, m.s.2.yy’da, edebiyatın ve
esoterik felsefenin başkenti olan İskenderiye okulunun gnostik üstadı
Basilides’e, göndermede bulunarak metninin hangi entelektüel derinliklerde yol
alacağının işaretini de vermiş oluyor. Nitekim, Basilides’in, ”Evrenin,
kifayetsiz meleklerin fütursuz, ya da, kötü niyetli bir doğaçlaması olduğu”
fikri ile ün yapan, gnostik felsefesi yüz yıllar boyunca dünyanın mistik
edebiyat, ruhbilimi, sanat ve müzik akımlarını etkilemiş .Avrupa edebiyatına
uyuşturucu konusunu da sokan, ”Confessions of an English Opium Eater” in yazarı
De Quicey , (Edgar Allan Poe, Charles Baudelair, Nikolai Gogol, Berlioz
(Symphonie Fantastique), C.G.Jung ve daha nicelerini bu türle tanıştırmış. )
Gelelim hikayemize:
Kahramanımız Nils
Runeberg, dünyaca ünlü Lund Ünivesitesinde hoca, Ulusal İncil Birliği üyesi ve
son derece dindar bir kişidir. Hristiyan teolojisinin belli başlı sırlarından
biri olarak çeşitli yorumlara konu olan Yahuda hakkında üç kitap yazar.Kanıttan
ya da diyalektikten mahrum bu eserler, Yahuda’nın kişiliğini Hristiyan
inancının kabul ettiği görüş açısının tam tersi bir projeksiyonda
nakleder.Aykırı ve sapkın De Quinseyi de referans göstererek birinci kitabında,
mucizeler gösteren bir öğretmenin, tanrısallığını ispat etmek için bir
havarinin ihanetine ihtiyaç olmadığını öne sürer.Bu sebepten Yahuda’nın yaptığı
gereksizdir. Ama bu olmuştur. Kutsal Kitaba hata atfetmek kabul edilemez, bu
bir tesadüf de olamaz, mutlaka bir derin anlamı ve amacı vardır.”Alt düzen yüce
düzenin yansımasıdır, dünyadaki biçimler cennetteki biçimlere denk düşerler.
Yahuda bir biçimde İsa’yı yansıtır. İhaneti lanetlenmişliği daha da çok hak
edebilmek içindir.”
Tüm mezheplerden tanrı
bilimciler bu sava karşı çıkarlar. Bunun üzerine Runeberg, kitabını değiştirerek
kısmen yeniden yazdı.İsa’nın seçtiği havarilerden biri olarak Yahuda’ yı
açgözlülükle suçlamak haksızlıktır” dedi. O’nunki aşırılaştırılmış, sınırsız
çıleciliktir “dedi” sadece bedene değil ruha da uygulanan çileciliktir” dedi.
Onurdan, ahlaktan, huzurdan ve Tanrı’nın cennetinden vaz geçti. O mutluluğun
ahlak gibi tanrısal bir nitelik olduğuna inanıyor ve ona insanlarca haksız yere
el konmaması gerektiğine inanıyordu.Tanrı insanların günahlarının kefaretini
ödemek için ete kemiğe bürünüp dünyaya indiyse, onun kefaretini bir öğleden
sonra çarmıhta yaşadığı ıstırapla sınırlı tutmak küfür sayılır. Eğer o insan
olarak geldiyse ona kusursuzlukö(impeccabilitas), ve insanlık (humanitas)
sıfatları atfedilemez. O’nun günah işleyip yoldan çıkabileceğini de öne
sürebiliriz. Tanrı tamamen kendini insanlaştırmıştır, en son alçalma noktasına
kadar!Lanetlenme ve uçurum noktasına kadar insanlaşmıştır. O , kaderlerin en
alçakçasını seçti :Yahuda oldu!
Stockholm’un ve Lund’un
kitapçıları onun bu açıklamasını halka duyurmak için ellerinden geleni
yaptılar. Ama savı kabul görmedi.
Runeberg din çevrelerinin bu kayıtsızlığının neredeyse mucizevi bir onay
olduğunu düşündü.Bu kayıtsızlığı Tanrı istemişti;Tanrı korkunç sırrının yeryüzünde
açığa çıkmasını istemiyordu.Tanrının korkunç adını bulduğu ve söylediği için
kendisini nasıl bir korkunç ceza bekliyordu acaba?
Uykusuzluktan ve baş
döndüren diyalektikten sarhoş düşen Nils Runeberg, Cehenneme, Kurtarıcının
yanına kabul edilme inayetinin lütfedilmesini istediğini haykırarak Malmö
sokaklarında dolaştı durdu.1 Mart 1912’de atar damarı çatlayarak öldü. O,
tüketilmiş gibi görünen oğul kavramına, kötü’ nün ve bahtsızlığın
çapraşıklıklarını ekledi…
Hikayenin sonu böyle,
amma okuyanın ( özellikle benim) akıl sınırlarımın civarında dolaşan bir metin
.Doğal olarak bu denli olağan dışı bir zeka ürününü özümsemek bir hayli çaba
gerektiriyor. Şeytanın avukatlığını, ancak Borges gibi bir deha bu kadar yetkin
bir savunmayla ortaya koyabilirdi!
Eren Arcan
Ayna ve Maske’ye paralel
olan Undr öyküsünde Borges, tüm şiirin tek kelimeye indirgendiği, Kuzey Avrupa
ülkelerinden biri olan Urn’dan söz eder. Urn’da Şiir bütün materyalist
göndermelerden arındırılarak “Undr” sözcüğüne indirgenmiştir. İzlandalı bir
gezgin şair, tüm şiirin nasıl tek sözcükle ifade edilebileceğine inanamaz ve bu
gizin peşine düşerek Urn ülkesine gelir.
Urn dilinde “Undr”
sözcüğü “wonder” şaşırtıcı, mucizevî anlamlarını taşırmış. “Uzun bir düş olan
hayatımızın fırtınasında” farkına vardığımız, ya da ıskaladığımız tüm
güzelliklerin, tüm mucizelerin toplamıdır “Undr”. Tek kelimeyle ifade edilen
şiir hayatın gerçekçi yansıması olarak, kelimelerin toplamı olmaktan çıkmış,
bir ideayı temsil eden bir SÖZ haline gelmiştir
İrlandalı gezgin şaire
yardım eden ölüm döşeğindeki bir şair sırrı onunla paylaşır.
“Sahip olduğun ilk kadın
sana ne verdi?”
“Her şeyi,” diye yanıt
verdim”.
“Bana da yaşam her şeyi
verdi. Yaşam herkese her şey verir ama çoğu bunu bilmez. Sesim yorgun,
parmaklarım zayıf ama dinle beni” Arpını aldı ve mucize anlamına gelen “Undr”
sözcüğünü durmaksızın söyledi. .
.
Ölmekte olan bir adamın
şarkısı beni altüst etmişti. Fakat şarkısında ve tellerinde yaptığım işleri,
bana ilk aşkı tanıtan köle kadını, öldürdüğüm adamları, soğuk sabahları, suyun
üstünde güneşin doğuşunu, kürekleri gördüm. Arpı elime aldım ve değişik bir
sözcükle şarkı söyledim. “
“Tamam,” dedi öteki, ne
dediğini duyabilmek için yanına yaklaştım. .
“Beni anladın,” dedi. .
.
Ozan değişik bir sözle
şarkısını söyler çünkü herkes kendi “Söz”ünü kendisi bulmalı, kendi Undr’unu
söylemelidir. Ozanın aradığı giz kendi içindedir. Öğrenilemez, başkalarına
aktarılamaz. Anıların, tecrübelerin, duyguların, gittiğimiz yerlerin,
edindiğimiz izlenimlerin tümü olan, hayatın sıradanlığı içinde kolayca unuttuğumuz
kişisel mucizelerimizdir, “Undr”. SÖZ ise bütün bunların organik bağlarla
birbirine bağlandığı bir tanrısal bütünlük olarak görünebilir.
Eren Arcan
Ulrike Borges -
Destandaki SevgiliBorges’in son kitabı olan Kum Kitabında yer alan “Ulrike”
öyküsü eleştirmenler tarafından “Edebî bir hayatın İmzası” olarak görülmüştür.
Borges bu öyküde Kuzeyin Volsungs
Destanını arketip sıçramaları kullanarak günümüze yerleştirir.
Destanda Sigurd adlı bir
kahraman ünlü kılıcı “Gram” ile toplumun başına bela olan korkunç ejderhayı
öldürür. Savaşçı-kadın Brynhilde ile evlenmeye hak kazanır. Ancak şatosu
alevlerle çevrili olan Brynhilde’ın bir şartı vardır. Alevleri aşma cesaretini
gösterecek olan erkekle evlenecektir.
Ülkenin kraliçesi ise
evlenmek üzere olan Sigurd’un gönlünü çeler. Sigurd kendi kılıcını kraliçenin
erkek kardeşi Gunnar’a vererek kendi cesaretini onun bedenine yerleştirir.
Gunnar alevleri geçer. ve savaşçı-kadın ile evlenir. Ama tezgâhı anlayan kadın
birleşme gecesi Sigurd’un kılıcı Gram’ı ikisinin arasına koyar. Destan hem
Sigurd’un, hem de Brynhilde’ın ölümü ile son bulur.
Borges, Volsungs
destanından alınan bir dizeyi epigrafına koyar. “Kılıcı Gram’ı aldı ve çıplak
silahı aralarına koydu” Böylece
epigraftaki kılıçla simgesiyle çağlar ötesi destanın kahramanları, 1970 yılının
York kentindeki aşıklara bağlanır. Destan zamanı ile güncel zaman Borges’in
kaleminde birleşir.
İzlanda dilinde
“kudretli” anlamına gelen All-rikr güncelin Ulrike’si ile birleşerek Borges’in
kaleminde bir arketip oluşturur. Güncelde Ulrike’ye aşık olan Javier kadına
sahip olduğunda, yüzyıllar öncesinden gelen tüm All-rikr’lere de sahip
olmaktadır.
Aralarındaki kılıç
kalkar. Javier aralarındaki aşkı şöyle anlatır. “İkimizin arasında kılıç yoktu.
Zaman kum gibi akıyordu. Yüzlerce yıllık karanlıkta aşk aktı gitti ve ben ilk
ve son kez Ulrike’nin görüntüsüne sahip oldum”
Sevgili zamanın içinden
geldiği için Javier, Ulrike’nin “kendisine” değil. “görüntüsüne” sahip
olmuştur.
25 Ağustos 2013
İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar