Print Friendly and PDF

BU MEYDAN’DA YAŞAR KAPLAN VARDI



Aylık Dergi.. ardından Bu Meydan.. sonra Hüner. Ve Vakit’teki yazıları.. Bir gün darbecilerden bahsetmişti.. ve sonra… 10 yıldır yok! Üzerimdeki hakkını  yok saymak nankörlük olur benim için.
İlk defa Kudüs gecesi için Denizli’ye Dilipak ile geldiklerinde görmüştüm ve ortaokuldaydım. Programa izin verilmemiş, arbede çıkmış, ağabeyimizingömleği yırtılmıştı. Bugün gibi hatırlıyorum. Daha sonra izin verildiğinde mikrofonu eline almış, ‘kusura bakmayın, yedek gömleğimiz olmadığı için..’ diyerek konuşmasına başlamıştı.
Bu Meydan ve Hüner dergileri!
Önce Bu Meydan dergisine abone oldum okudum sonra Hüner dergisine.
Üniversitede ise Vakit’te okudum yazılarını. Bir gün Vakit’i okumuş, kantine bırakmıştık. Tarih 10 Nisan 1994. Yazısının başlığı ‘Sistem yeni kurbanlar istiyor’ idi ve ülkücü gençliğe yönelik uyarıcı, düşündürücü kaliteli bir yazıydı. Bir müddet sonra kantine tekrar gittiğimde gördüm ki gazetenin ilgili sayfası yok edilmişti.
O yazıyı arşivime koymak için 5-6 km yol yürümüştüm.
Kitaplarını imzalarken ‘Hocam bir kitabını alacağız, hangisini alalım’ diye sorduğumda ‘Devrim ve Terbiye’yi alın cevabını almıştım. Kitabı şöyle imzalamıştı. ‘Sevgili Şevket Şimşek için okumanın hakkını vermeleri dileğiyle’  Az, öz ve etkileyici…
Bana göre büyük sanatçı kitaplarını okuyup bitirdikten sonra zihnimizde orijinal cümleleri kalan sanatçıdır. İşte benim zihnimde ondan kalan ve güvenle yürüyebileceğimiz sağlam bir düşünce koridoru oluşturduğunu düşündüğüm cümleler…

Unutamadığım cümleleri
“Bütün fanatikler düşünceden korkar.”
“Mücadelesinin üslubunu önemsemeyenler davasını önemsemeyenlerdir.”
“‘Daha İslami’liğin önemli belirleyicilerinden birisi ise, düşüncelerin çarpışmasından ve zamana karşı verilen mücadeleden sonra ayakta kalabilmektir.”
“Bazı Müslümanlar, meseleyi hiç kavramamış gibi, niçin düşmanı bırakıp da kendimizle uğraşıyoruz diye soruyorlar. Oysa dine yıkıcı darbeler indirenler düşmanlarımız değil, biziz.
“Birliği sağlamanın tek yolu, bağnazlıkla savaşmaktan ve aydın kişiler yetiştirmekten geçmektedir.”
“İslamı anlamış olmanın da, İslamı yaşamaya başlamış olmanın da ilk belirtisi, mü’minlere bütün kusur ve yanlışlarına rağmen (gereken yerde gerektiği kadar eleştiri ve uyarı hakkımız mahfuz olmak üzere) Allahın hatırı için muhabbet duymaktır.”
“Yazarlar ikiye ayrılır. Sistematik yazanlar, yazdıkları birbirinden kopuk olanlar. Derin düşünenler, sığ düşünenler. Okuyucusunu sürekli geliştirenler, okuyucusunu yerinde saydıranlar. Yazmayı hak edenler, henüz iyi bir okuyucu bile olamamış yazarlar.”
“Hakkın söylenmesinden bütün saltanat heveslileri rahatsız olurlar.”
Kardeşi  İbrahim ile üniversitedeyken, babası ile kendi evinde tanışmıştım. Babası, ilerleyen yaşına rağmen diri bir İslami bilince sahipti. Tırafik kazasında vefat ettiklerinde cenazesine katılamamış olmasına çok üzülmüştüm.
Şimdi yurtdışındaymış
Haber kaynağım beni yanıltmıyorsa değerli ağabeyim şimdi yurtdışında ekonomik işlerle uğraşıyormuş. Kendini iyi yetiştirmiş bir mütefekkirin ekomik işlerle uğraşıyor ya da uğraşmak zorunda kalıyor olması benim canımı acıtıyor.
Hemen hemen bütün kitapları kütüphanemde yerini almış durumda. Bir şeyler yapmak isteyenlerin Yaşar Kaplan’ın kitaplarını okumalarında fayda var diye düşünüyorum. Düşüncenin Temel Dinamikleri 1’i elde etmek için epey uğraşmıştım. 2.’sini hararetle bekliyorum. Yaşar Kaplan’ın yine yazıya dönmesini istemek, Müslümanların ondan istifadesini sağlamak mümkün olsa keşke.
Bunları ilgili yayın organlarının yöneticilerinin ve Yaşar Kaplan’ın duyması için bağırmış olmak niyetiyle yazdım…
Şevket Şimşek 
Güncelleme: 10:00, 23 Ağustos 2009 Pazar
Erişim: http://www.dunyabizim.com/?aType=haber&ArticleID=1736

Son yıllarda anadilimiz, sonunda "terapi" keli­mesinin bulunduğu bazı bileşik kelimeler kazanma­ya başlamıştır. Tıp ilminde yeni yeni tedavi yöntem­leri bulundukça, yeni bazı terkipler oluşturulmakta­dır. Bunlar da Türkçe karşılıklarının bulunması zahmetine katlanılmadan olduğu gibi aktarılarak dilimize sokulmaktadır. Başta radyoterapi, fizyote­rapi ve kemoterapi gibi artık hemen herkesin da­ğarcığına girmiş ve sıkça kullanılır hale gelmiş te­rimler olmak üzere, psikoterapi, elektroterapi, hid­roterapi, fototerapi, hipnoterapi ve osteoterapi gibi birçok tıp terimi günlük hayatımızın sıradan kelime­leri halini almaktadır. Bunlara bir onuncusunu da biz ekleyelim: İdeoterapi.
İnsanların çeşitli hastalıklarının tedavilerinde havayı, suyu, ışığı, kimyasal ilaçları, psikolojik veri­leri, hipnotizmayı hatta kemiği bile kullanabiliyoruz da, niçin bazı hastalıkların tedavisinde düşünceyi (idea) kullanmıyor, düşünceyle tedavi (ideoterapi) yöntemine başvurmuyoruz?
İnsanların hiç bilmemek veya bilseler bile eksik bilmek, yanlış bilmek gibi birtakım hastalıkları yok mudur?
İnsanların kelime bilmemek veya bildikleri­ni zannettikleri o kelimeleri yanlış kullanmak; din­lerken o yanlışa göre dinlemek, okurken o yanlışa göre okumak, konuşurken o yanlışa göre konuşmak, sonuçta yanlış anlamak ve yanlış anlatmak gibi bir­takım hastalıkları yok mudur?
İnsanların, düşünce­ye saygı göstermemek, düşünce eserinin değerini bilmemek, değişik düşüncelere tahammül edeme­mek, kendi düşüncelerine benzemeyen düşüncelerin kökünü kazımaya çalışmak gibi birtakım hastalıkla­rı yok mudur? İnsanların düşüncesizlikten ileri ge­len zihinsel bozuklukları, çarpıklıkları yok mudur?
Düşünce bakımından yetersiz veya dengesiz beslen­meleri nedeniyle karşı karşıya bulundukları bazı zaafîyetleri, yakalandıkları bazı illetleri yok mudur?
İnsanların düşünce zannederek, sarıldıkları ama aslında düşünce olma haysiyetine kavuşamamış, in­sanın hayat bulmasına değil yok olmasına yol aça­cak birtakım düşünce bozuntusu şeylerden beslenmeye kalkışarak yakalandığı kafa hastalıkları yok mudur?
Bütün bunların varlığı bir gerçek, ama bir prob­lemin varlığını tespit veya kabul etmek, çözüm için yeterli değildir. Bununla birlikte, doğru yapılmış bir tespit veya doğru konulmuş bir teşhis, problemin çö­zümüne veya hastalığın tedavisine doğru atılacak ilk ve en önemli adımdır. Öyleyse şikâyetçisi olduğu­muz konuda, beklenen çözüme doğru ilk adımımızı atalım ve ilk teşhisimizi koyalım: Düşüncesizliğin yahut yanlış, eksik veya tutarsız düşüncelerin yol açtığı bütün hastalıkların tedavisi tabiîdir ki gene ancak düşünceyle, ama doğru, tam ve sağlıklı dü­şünceyle yapılabilir.
İnsana, ihtiyaç duyacağı kalıcı, tutarlı, sağlıklı bilgileri; kendini iyileştirici ve kurtarıcı düşünceleri daha fazla geciktirmeden vermeliyiz ki düşüncesiz­lik hastalığı daha çok tahribata yol açmasın. İnsanı en kısa yoldan hakikat bilgisiyle aydınlatmalıyız ki, insan için hayatı yaşanır kılabilelim ve yaşamayı daha anlamlı, daha kolay hale getirebilelim.
İnsanların amaçsızlık, boşluk, içeriksizlik nede­niyle bunalıma düştüğü veya sahte ve çürük bazı düşünceler nedeniyle hayata taptığı yahut birçoğu­nun hayatı teğet geçtiği şu zamanda, düşüncesizliğin açtığı yarayı düşünceyle sarmak, insanı fıtrî muhtevasından uzaklaştıran sahte düşüncelerin tahribatını insana muhteva kazandıran hakiki dü­şüncelerle önlemeye çalışmak başvurabileceğimiz en geçerli tedavi yöntemidir.
Bu bakımdan, insanların yakalandıkları çeşitli hastalıkların tedavilerini sağlamaya çalışırken başvurduğumuz fizyoterapi, radyoterapi veya kemote­rapi kadar, ideoterapi yönteminin de kullanılır ha­le getirilmesini arzuluyor, kendilerine ümid bağladı­ğımız değerli hekimlerimizin bu terimi tıb literatürüne kazandırmalarını teklif ediyorum.(s.30-32)


Dilimize "tanrıtanımaz" olarak aktardığımız . "ateist" kelimesi, Yunanca "theos" (tanrı) kelimesin­den türemiştir. Buna göre, "theism" kelimesi bir tan­rıya inanmak, "theist" kelimesiyse "bir tanrıya inanan, tanrıtanır kimse" demektir. Bu kelimelerin ba­şına olumsuzluk anlamı veren "a" eklenince, "athe-ism" (tanrıtanımazlık) ve "atheist" (tanrıtanımaz) kelimeleri türemektedir.
Aslında bu kelimenin ilk kullanılmaya başlandığı dönemlerde, atheism, hiçbir tanrıyı kabul etmemek anlamına gelmiyordu. Yunanlılar, sadece kendi tan­rılarını kabul etmeyenler için bu kelimeyi kullanı­yorlardı. Başka tanrılar kabul etse bile Yunan tanrı­larını kabul etmeyen bir insan, hiç tereddütsüz "tan­rıtanımaz" damgasını yiyordu.
Burada, kendinden başkasının değerlerine saygı duymayan insan bencilliğinin tipik bir örneğini görüyoruz. Daha sonraki dönemlerde, atheism, daha felsefî boyutlar kazanmış ve primitif anlamından uzaklaşarak, sistematik bir şekilde tanımlanmaya başlanmıştır. Bu kelime bugün artık, "hiçbir tanrıya inanmayan, tanrısı olmayan insan" anlamına gel­mektedir.
İnsan, "Tanrı" düşüncesini neden inkâra kalkış­mıştır?
Dinler, daha doğrusu dinler adına konuşan din adamları, kendi sığ ve dar anlayışlarını din yeri­ne koymaya başlayınca, insanın din'le kavgası da kı­zışmıştır. Eski çağlardan beri, tabiat ve kâinatı her şeyiyle tanımak, varoluş macerasını eksiksiz ve ke­sintisiz olarak yorumlamak isteyen insan, bu zor iş­te kendisine sürekli yeni bilgi kaynakları aramayı da sürdürmüştür.
DOĞU'DA TANRITANIMAZLIK DİYE BİR OLAYA PEK RAST­LANMAZ. ÇÜNKÜ, DOĞU'NUN ORTAÇAĞ'I HİÇ OLMAMIŞTIR. Doğu derken de, sadece müslümanca bir egoizmle, "İslâm'lı Doğu"yu kasdetmiyoruz. Doğu'nun en ilkel veya en "ötedünyacı" din anlayışları bile hayattan tamamen kopuk olmadığı için, Doğu'da toplum vic­danında derin yaralar açacak şekilde bir din-bilim kavgası yaşanmamıştır.
Oysa, Doğu'ya, özellikle İslâm dünyasına kapalı kaldığı için Ortaçağ'daki Hristiyan kökenli bilgi birikimi ile 19. ve 20. yüzyılı yorumlamakta güçlük çe­ken Batı insanı, keşifler ve icadların ardından gelen Sanayi Devrimi ile baş döndüren bir değişim süreci­ne girince, "bilimin tabiatı ve hayatı yorumlamaya yeterli olacağı, bilimin olduğu yerde dinî düşünceye ihtiyaç bulunmayacağı" düşüncesi giderek, bir dog­ma halinde benimsenmeye başlamıştır. Bilimcilik akımının bütün temsilcileri bu görüştedir. Açılan bu şüphe kapısı, insanın tanrıtanımazlık yolunda hızla ilerlemeye başlamasına neden olmuştur.
Tanrıtanımazlık fikri, bazı insanlarda bir tür bilimperestlik'ten doğarken, bazılarında "insan tan­rı" düşüncesinden, bazılarında da "ideal tanrı" dü­şüncesinden doğmuştur.
Feuerbach, Hristiyanlığın Özü (Das Wesen des Christentums) isimli eserinde "İnsanın gerçek Tanrısı, yine insanın kendisidir." demektedir.
Bazıları da insanın olduğu yerde Tanrı'ya gerek kalmayacağı düşüncesindedirler. Çünkü insan, özgür bir varlıktır, Tanrı olursa insanın özgürlüğü yok olur. Dolayısıyla, insanın varlığı, Tann'nın yokluğu­nu gerektirir. Alman felsefesinin ünlü "kaçık"ı Nietzsche bu görüştedir. Buna mukabil, existansiyalist felsefenin önde gelen isimlerinden, J. P. Sartre gibi düşünürlere göre ise, Tanrı olsaydı, yeryüzünde bu kadar kötülüğün bulunmaması gerekirdi. Madem ki toplum kötülüklerle doludur öyleyse, bir Tann'nın da bulunmaması gerekir. Çünkü Tann'nın varlığı bu kötülüklerle bağdaşmaz. Tanrı varsa kötülük olmaz; kötülük varsa Tanrı olmaz.
Gene existansiyalist felsefenin bir başka ünlü is­mi Heidegger, Tanrı ile insan arasındaki korkunç uçurumun ve aşılması imkânsız mesafenin, insanın Tanrı'ya inanmasını anlamsız hale getirdiği düşüncesinden çıkarak, ateizm'e geçit bulmaya çalışmak­tadır.
Bazılarına göre ise, Tanrı, gerçekte varolan bir varlık olmaktan çok insanın kendi hayalinde "yarat­tığı" bir varlıktır. Öyleyse, insanı, bu "hayalı varlı­ğın vesayeti"nden kurtarmak gerekir. Bir dönem Batı felsefesinde "kuşku ustaları" olarak nitelenmiş Marx ve Freud bu görüştedirler. Marxist düşüncenin önde gelen isimlerinden ENGELS'E GÖRE İSE, TANRI İNANCI, "bir sınıfın çıkarlarını, diğer sınıfların aley­hine savunmak için takılmış bir maske"ydi.
Görüldüğü gibi, insanları ateizm'e götüren dü­şüncelerin hepsinin de temelinde, "Allah'ı takdir edememek" vardır. Kur'an-ı Kerîm, insanların inkârlarının en önemli nedeni olarak "Allah'ı takdir edememek"ten sözetmektedir[1] ki bizim bu ilahî de­ğerlendirmeleri, çağdaş sapmaların tesbit ve tahlili­ne yapılmış emsalsiz bir katkı olarak görmekten başka yapacağımız bir şey yoktur.
Marxist kuramlara göre, Kapitalist ekonomi or­tadan kalktıktan sonra artık var olma nedeni kalma­yan dinin tamamen silinmesi gerekirdi, ama öyle ol­madı. 20. Yüzyılın son çeyreğinde daha dinamik bir sosyal hareket halini alan İslâmî hareketlerin de et­kisiyle, Polonya'da Katoliklik, Tibet'te Budizm, İslâm'dan esinlenerek, Kapitalist ve Sosyalist baskı­lara karşı direnişe geçen kitleler meydana getirdi. Bütün baskılara rağmen Çin ve Rusya'da bir türlü yok edilemeyen din düşüncesinin yeniden filizlenme­ye başlaması, dinamik İslâmî oluşumlardan etkile­nen öteki dinlerin de daha sosyal ve direnişçi bir karakter kazanması nedeniyle, 21. yüzyıl, "dinlerin diriliş çağı" olarak tarihe geçmeye aday görünmek­tedir. Bütün bu gelişmeler, bir zamanlar "Tanrı"ya ömür biçmekle uğraşan ateist mantığın artık işle­mez hale geldiğini göstermektedir.
Hayattan kopuk ve çağın gerisinde kalan din telâkkileri, her zaman insanların ateizm'i bir kurtu­luş gibi görmelerine neden olacaktır. O yüzden, müslümanların dinlerini bu çağın mantalitesine ve bu çağın diline göre anlatmayı öğrenmeleri, ihmal edi­lemez bir vecîbe'dir.
İnsanların çoğunun Allah'ı takdir edebilmeleri, yani doğru olarak tanıyabilmeleri ve bütün özellikle­rini hakkıyla anlayabilmeleri, önce müslümanların takdir edebilmelerine bağlıdır.( s.203-207)

Kaynakça
Yaşar KAPLAN [Kitap]. - Düşüncenin Temel Dinamikleri Birleşik Yay.1998 İstanbul.



[1]En'am, 6/91; Hacc, 22/74; Zümer, 39/67

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar