BUGÜNLERDE BUNLARI KONUŞUYORLAR
Alev ALATLI
Bugün size dünya düşünce gündemini teşkil
eden birbirine bağlı üç gelişmeden söz etmek istiyorum. Bunlardan ilki, 1920’li
yıllarda baş veren, günümüzde “İkinci Aydınlanma Çağı” diye adlandırılagelen
düşünce devrimi. İkincisi, temellerini “Yuvarlak Masa” “Bilderberg
Toplantıları” ve “Roma Kulübü” hareketlerinin teşkil ettiği öne sürülen “Yeni
Dünya Düzeni”. Üçüncüsü “Yeni Dünya Düzeni”nin muhalifleri ve kültler.
İkinci Aydınlanma Çağı’nı teşhis
edebilmemiz için beş yüz yıl kadar geri gitmemiz, ilk “Aydınlanma Çağı”nı
hatırlamamız gerekecek. Malum olduğu üzere Birinci Aydınlanma Çağı, Aristo’yu
kaynak edinen Kopernik, Kepler, Galileo ve Newton’la devam eden bir dizi buluş
ya da keşif sonucunda, semavi dinlerin dünya ve kâinat açıklamalarını reddeden,
onlara yeni açıklamalar getiren sürecin adıdır.
Birinci Aydınlanma Çağı öncesinde kâinata
ilişkin “doğrular” ya vahiy ya da usavurum yoluyla saptanırken, Isaac Newton’un
1687 basımı Principia’sı ile birlikte “doğruların” gözlem sonucu olarak
belirlenmesi ilkesi kesin olarak benimsenir, gözlem ve deney bilimsel
düşüncenin olmazsa olmazları olarak yerleşir.
Vahiye dayalı düşünce biçimini reddeden
Newton, dünyanın çok sayıda olmakla birlikte gözlemlenebilir ve çözümlenebilir
verilerden oluştuğunu söyler. Dahası, parçaların gözlemlenmeleri ve
çözümlemeleri sonucunda ortaya çıkacak birkaç sade, basit ve kesin kanunun
“bütün”e uygulanabileceğini, bu sade ve basit kanunların bütünü kesin olarak
açıklayabileceğini savunur.
Günümüzde “Klasik Fizik” olarak adlandırılan
Newton Fizik’inin tanımladığı evren ve dünya, belli kurallara göre işleyen,
“deterministik,” yani her olayın bir takım sebeplerin kaçınılmaz sonucu olarak
tezahür ettiği, başı sonu belli olan bir sistemdir. Kâinat’ta belirsiz olan,
bulanık olan, ortada olan hiçbir şey yoktur. Yine Klasik Fizik’e göre kesin bir
sistem olan Kâinatı oluşturan parçacıklar belirli Fizik kurallarına göre
hareket ederler. Parçacıkların birbirleriyle olan ilişkileri “nedensellik”
çerçevesinde gelişir. Biz insanlar nedensellik kurallarının neler olduğunu
keşfedersek, Kâinatın nasıl işlediğini kesin olarak öğrenebiliriz. İnsanlığı
Kâinatın nasıl işlediğini öğrenmekten alakoyacak hiçbir şey yoktur.
Bir başka ifadeyle, Klasik Fizik’in dünyası
bir ya-ya da dünyasıdır. Doğrusal mantığın kurallarına tabidir. Bir şey ya
doğrudur, ya da yanlış. Ya siyahtır ya da beyaz. “Hem doğru hem de yanlış”
olamaz, çünkü “doğru” tektir. Örneğin, ışık. Klasik Fizikçiler, ışığın ya
cisimcik bölüklerinden ya da dalga serilerinden oluşması gerektiğini
düşünürlerdi. Hem dalga serilerinden hem de cisimcik bölüklerinden oluşan ışık
tanımlaması, “saçmalık”tan başka bir şey olamazdı.
Newton’un dünyanın çok sayıda olmakla
birlikte gözlemlenebilir ve çözümlenebilir verilerden oluştuğu, gözlem ve
çözümleme sonucunda ortaya çıkacak birkaç sade, basit ve kesin kanunun bütüne
uygulanabileceği, bu sade ve basit kanunların bütünü kesin olarak
açıklayabileceği şeklindeki dünya görüşü sadece fiziği değil, fiziğin dışındaki
diğer tüm bilimleri de etkiledi. Modern dünyayı şekillendiren sosyal bilimler,
sanat, edebiyat, hatta müzik Klasik Fizik’in kuralları doğrultusunda
şekillendi.
Örneğin, Newton’un atomlardan oluşan Kâinat
fikri, ekonomide Adam Smith’in çıkarlarını kovalayan bireysel girişimcilerden
oluşan, kapitalist/liberal anlayışının mesnedini teşkil eder. Münferit
atomların birbirleriyle olan ilişkileri ekonomide bireylerin birbirleriyle olan
ilişkileri olarak algılanır. Gerek fizikte, gerekse ekonomide kullanılan
araştırma yöntemi de aynı esasa dayanır: sistemi mümkün olan en küçük parçasına
indirmek ve bu parçacıkların davranışına bakarak, bütünün geleceğine dair karar
vermek, tahmin yürütmek.
Newton’un dünyasında belirsizlik,
bulanıklık yoktur. Bir şey ya öyledir ya da öyle değildir. Ya siyah ya
beyazdır, gri yoktur. Bu anlayışı, siyaset bilimine taşıdığımızda iki olgu ile
karşılaşırız: toplum mühendisliği ve ideolojilerin keskinliği.
Toplum mühendisliği, otokratik ya da en
azından Jakoben/tepeden inmeci yönetimlerle sonuçlanırken, ideolojiler
keskinleşir. Örneğin, Newton’un siyah-beyaz dünyasında ya sağcı, ya da solcu
olunur. Tıpkı bir fotonun aynı zamanda hem cisimcik hem de dalga olması
düşüncesinin saçma olduğu inancı gibi, burada da hem solcu hem de sağcı
olduğunu savunan birisi ciddiye alınamaz. Ya da daha güncel bir örnek: hem
laik, hem de Müslüman olunabileceği şeklindeki bir iddia ya kabul edilemez bir
yozlaşma olarak nitelendirilir ya da marjinal bir tutum olarak kenara itilir.
Newton’un dünya görüşü, edebiyata da
yansır. Mesela roman karakterleri de ya iyi ya kötü, ya kahraman ya da korkak
olur. Hemen her zaman belirli bir hedefe hizmet etmeleri, iyilik ya da
kötülükte tutarlı olmaları gerekir. Karakterleri bu kurala uymayan bir eserin
roman olmadığı sonucuna varılır. Mesela müzik. Müzikte notaların do-re-mi gibi
kesin/matematiksel sesler şeklinde düzenlenmesi Birinci Aydınlanma Çağının
sonuçlarındandır. Türk müziğinin ara tonları, Batı anlayışında yok sayılır.
Özetle, Klasik Fizik’in “doğru tektir”
aksiyomunun kabulü, hem o hem de bu, anlayışının reddidir. Gri alanlar,
şahsiyetsizlik, yozluk, bozukluk anlamına geldiği için yok sayılırlar.
Klasik Fizik’in “mekanize” dünya görüşünün
sarsılmaya başlaması, 1920’lerde filizlenen parçacık ya da kuantum fiziğindeki
ilerlemelerin sonucu. “Yeni Fizik” diye bilinen kuantum fiziği, bilim
dünyasının “doğru” anlayışını altüst etmekle tehdit eder, çünkü siyah-beyazcı
Newton Fizik’inin aksine, “Yeni Fizik”te “kesinlik” yoktur, “tek” doğru yoktur.
“Hiçbir şey şey kesin değil, hiçbir şey imkânsız değil.” Yeni Fizik’in temel
cümlesidir.
Albert Einstein’ın “matematik kesin
olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir” saptamasıyla
dikkatleri çeken kuantum devrimi, ışığın hem dalga serileri hem de cisimcik
bölüklerinden oluştuğunun tespit edilmesiyle birlikte reddedilemez bir oluşum
haline gelir. Dahası, ışığın dalga veya cisimcik niteliğini gözlemci ile adeta
bir diyaloga girerek belirttiğinin ortaya çıkması işleri daha da karıştırır.
Arşimet’in “Evraka! Evraka!” diye bağırdığı
su ve tas deneyini hatırlarsınız. Kuantum Fizik’inin evrekası da ışığın hem
dalga serileri hem de cisimcik bölüklerinden oluştuğunu saptayan deneydir.
Şöyle ki, herhangi bir ışık kaynağının, mesela bir ampülün, önüne dalga
dedektörü koyulduğunda, ışığın dalga niteliğini açık ettiği, oysa cisimcik
dedektörü kullanıldığında cisimcik niteliğini sergilediği saptanır. Bu deneyin
telmihi, ışığın biz onu nasıl görmek istiyorsak, kendisini bize öyle
gösterdiğidir!
Deneyin sonucu öylesine garipsenir ki,
kuantum Fizikçisi Erwin Schrödinger, ışığın bu hem dalga hem de cisimcik olma
niteliğini vurgulamak için “Schrödinger’in Kedisi” diye anılan, benim de bir
romanıma ismini veren kuantum deneyini tertipler. Schrödinger bu deney ile
ışığın tetikleyeceği bir tabancanın namlusunun karşısına yerleştirilen bir
kutuya konan bir kedinin ölü ya da diri olmasının, ışığın dalga ya da cisimcik
gibi hareket etmesine bağlı olduğunu göstermeyi amaçlar. Işık, cisimcik gibi
hareket ederse kedi ölecek, dalga gibi hareket ederse yaşamaya devam edecektir.
Işığın ne zaman nasıl hareket edeceği asla bilemeyeceğimiz şeylerden biri
olduğu için, deney bizi kedinin ölümle/yaşamın üst üste bindiği, süperpoze, bir
durumda olduğu şeklinde garip ve tekinsiz bir gerçeklikle karşı karşıya
getirir. Böylece aynı anda ölü ve diri olmak gibi bildiğimiz hayatta imkânsız
olan bir keyfiyetin kuantum dünyasında bir gerçeklik olduğu vurgulanır.
Tasavvuru Zor, Alışması,
Sindirmesi Daha da Zor Bir Gerçeklik
Öyle ya da böyle, “Yeni Fizik”in önümüzdeki
bin yılın dünya görüşünü şekillendireceğine kesin gözüyle bakılıyor. Tıpkı
Klasik Fizik’in “Birinci Aydınlanma Çağını” başlatıp, günümüze hâkim olan
“mekanize” dünya görüşünü şekillendirdiği gibi, “İkinci Aydınlanma Çağı”nın da
insanın kendisine, kendi bedenine, topluma, Kâinatı oluşturan canlı cansız tüm
varlıklara hatta “canlılık ve ölülük” durumlarına bakışını radikal bir biçimde
değiştireceği öngörülüyor.
Öte yandan, “İkinci Aydınlanma Çağı”nın
önde gelen iki telmihinden birisi “Kaos Paradigması,” diğeri “Fuzzy,” puslu
veya saçaklı mantık. Kaos Teorisi, Klasik Fizik’in açıklamaya muktedir olmadığı
için göz ardı etmeyi sürdürdüğü “türbülans”a/karmaşaya anlam kazandıran,
“dinamik sistemler” denilen fenomenlerin işleyişini açıklayan teori. Klasik
Fizik’in, “şunu şöyle etkilersen bu sonucu alırsın” şeklindeki nedensellik
ilişkilerinin işlemediği durumlar. Deniz dalgaları, girdaplar, borsa
hareketleri gibi nedenleri kesin olarak saptanamayan, doğrusal olmayan
sistemler. İnsan toplumlarının da dinamik sistemler olmasının dünyamız için
telmihi daha önemli, çünkü Kaos paradigmasının toplum mühendisliği
girişimlerini tümüyle anlamsız kılması gibi bir sonuca götürüyor.
İnsan toplumları gibi dinamik sistemlerin
başlangıç noktalarında meydana gelen en ufak bir değişikliğin beklenmedik
sonuçlar doğurabildiği gözlemleniyor. Kelebek etkisi diyorlar: şu anda
Beylerbeyi’nde kanat çırpan bir kelebeğin, bir süre sonra burada Diyarbakır’da
fırtınaya sebep olabilmesi gibi bir durum söz konusu olabiliyor. Böylece, ne
kadar iyi düzenlendiği, denetlendiği sanılırsa sanılsın, herhangi bir toplumsal
olayın bütün bir dünyayı sarsacak kelebek etkisi yaratabileceği ortaya çıkıyor.
Diğer bir deyişle, “ateş olsa cirmi kadar yer yakar” deyişinin hiç de gerçekçi
bir deyiş olmadığı, tersine, “bir mıhın bir nal kurtardığı, bir nalın bir at
kurtardığı, bir atın bir atlı kurtardığı, bir atlının bir muharebe kurtardığı,
bir muharebenin bir ülke kurtardığı” ispat ediliyor.
Öte yandan, Einstein’ın “matematik kesin
olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir” şeklinde
özetlediği olgu, dünyada hiçbir oluşumun/hiçbir hadisenin kesin olarak
gözlemlenemediği gibi, kesin olarak ölçümlenemediği olgusu. Bunun böyle olduğu
az önce naklettiğim tekerleme de görüldüğü gibi hep bilinir, ancak küsurat
işlevsellik adına göz ardı edilirdi. Oysa göz ardı edilen küsuratın, küçücük
farkın dinamik sistemlerde ülke kaybına varıncaya kadar fırtınalar
yaratabildiği ortaya çıkınca, ihmal edilmemesi gereği ortaya çıktı. Olgular,
veriler “fuzzy” veya “puslu”dur, ölçümler fuzzy veya “puslu”dur, hatta ölü ile
diri arasındaki fark bile fuzzy ya da “puslu”dur. Nesneler arası ilişki
fizikçilerin öngördüğü şekilde tezahür etmeyebilir. Hatta “hiçbir şey kesin
değildir, ama her şey mümkündür.”
Fuzzy ya da çokdeğişkenli mantık, hem-hem
de şeklinde ifade edilen gerçekliğin mantığıdır. A’nın hem A, hem de A olmadığı
durumu tasvir eder. Aristo mantığının siyah beyaz kesinliğini, bilgisayarların
0/1 sistemini reddeder.
Peki, bir şeyin hem o hem de bu olduğu
şeklinde muğlak bir tanım hesaba gelir mi? Evet, geliyor. 1970’li yıllarda,
California Üniversitesi Elektrik Fakültesi Dekanı Lütfi Askerzade ki aslen
Azeridir, fuzzy mantık elektrik devreleri düzenledi. Fuzzy mantık 1990’ların
başlarında Uzak Doğu’nun teknolojik ve kültürel amblemi olarak ortaya çıktı. “Saçaklı
İhtilal” denilen bu gelişmenin ve izleyen yüksek-teknoloji tüketim ürünleri
imalatının bayraktarlığını Japonya yaptı. Japon mühendisleri bilgisayarlardan,
elektrikli süpürgelere kadar yüzlerce alet edevatın ve sistemlerin makine zekâ
quotient (IQ) arttırmak için saçaklı mantığı kullandılar. Japon hükümeti iki
büyük araştırma laboratuarı kurdu. Saçaklılık üzerine konferanslar tertip
ediyorlar. İnsanlar metrolarda saçaklı mantığın ne menem bir şey olduğunu
anlatan popüler bilim kitapları okuyorlar. Japon televizyonu Saçaklı
Mühendislik belgesellerini en iyi saatte (prime-time) yayınlıyor. Japon
parlamentosunda siyasiler saçaklı mantığın anlamı tartışılıyor. Uluslararası
Ticaret ve Sanayi Bakanlığı, MİTİ, saçaklı ürünlerin 1990’da bir buçuk, 1991’de
iki milyar dolar getirdiğini hesaplıyor. Küresel bilgisayar pazarı yaklaşık iki
yüz milyar lira. Fuzzy Japonlar daha şimdiden bu pazarın yüzde birine hâkimler.
Ve yarış daha yeni başlıyor, denmesine karşın Körfez krizinde fuzzy füzelerin
deneme mahiyetinde kullanıldıklarından söz ediliyor. Dahası, Güney Asya’yı
perişan eden ekonomik krizde bu ülkelerin fuzzy bilgisayar imalatında çok
başarılı olmalarını engellemek isteyen Bill Gates’in parmağı olduğu söyleniyor.
Bill Gates’in kişisel serveti bir yana kendisinin Bilderberg üyesi olduğunu
ayrıca hatırlatmalıyım. Bilderberg’in ne olduğunu birazdan açıklayacağım.
Özetle, Schrödinger’in kedisinde
sembolleşen Yeni Fizik ve onun türevleri Kaos Pradigması ve fuzzy, saçaklı
mantık, kaos teorisi - bütün bu gelişmeler bizi siyah-beyaz düşüncenin
cenderesinden kesin yargıların kabalığından ve zorlamasından kurtarıyor.
Dünyada yüzde yüz doğru olan hiçbir tanım veya ölçü olmadığını idrak noktasına
getiriyor.
Peki, yüzde yüz doğru olan hiçbir tanım ya
da ölçü yoksa insanlar nasıl düşünürler? Nasıl karar verirler? Bunun cevabı da,
düşünce biçimimizin bundan böyle bütünü kapsayacak şekilde değişeceği.
“Holistik” denen, “bütüncü” yani “küresel” dünya görüşünün hâkimiyetinin
gerçekleşeceği. “Holistik” düşünce, ne kadar bölünürse bölünsün, maddenin temel
olarak nitelendirebileceğimiz bir parçasının olmadığını, hiçbir parçanın
diğerlerinden daha temel olmadığını, bütünün birbirileriyle örülü olayların
devingen ağı olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor. Kuantum mekaniğinin
Potinbağı Hipoteziyle örtüşen bu düşünce şeklinde, ‘madde’yi, yeryüzündeki
yaşamın bütünü olarak yorumlamamız halinde sadece insan ırklarının değil,
milletlerin değil, tüm canlı türlerinin birbirlerinin yaşamlarıyla örülü
birlikteliklerini gözetmek durumundayız. Hiçbir ulusun yaşam biçiminin
diğerininkinden daha temel, dolayısıyla daha vazgeçilmez, dolayısıyla daha
üstün olmadığını teslim etmek durumdayız.
Peki, “Yeni Dünya Düzeni” olarak revaç
verilen oluşum, İkinci Aydınlanma Çağının çocuğu “bütüncü” yani –tekrar
ediyorum- hiçbir ulusun yaşam biçiminin diğerininkinden daha temel, dolayısıyla
daha vazgeçilmez, dolayısıyla daha üstün olmadığını şeklindeki dünya görüşü ile
çakışıyor mu? “Yeni Dünya Düzeni,” İkinci Aydınlanma Çağının uzantısı mı diye
sorarsanız, orada şöyle bir durmak gerektiğini söylemek durumunda kalıyoruz.
Çünkü her ne kadar “küreselleşme” ve “Yeni Dünya Düzeni” eşanlamlı oluşumlar
olarak sunuluyor, küresel köyden bahsediliyorsa da günümüz pratiğinin İkinci
Aydınlama Çağının bulgularına uymadığına dair işaretlerin ihmal edilemeyecek
kadar çok olduğunu teslim etmek zorunda kalınıyor. Kimin tarafından? Dünya
entelijensiyası tarafından.
“Yeni Dünya Düzeni”nin İkinci Aydınlanma
Çağının yol verdiği holistik düşünceye ters düştüğünün işaretlerinden birincisi,
Dünya Devletinin temellerinin daha 1877 yılında John D. Rockefeller, John P.
Morgan, Andrew Carnegie, Mayer A. Rothschild, ve Cecil Rhodes beşlisi
tarafından atıldığı şeklindeki yaygın iddia. John D. Rockefeller malum, petrol
imparatoru, Standard Oil Trost’ün sahibi, 1890’lı yıllarda Birleşik Devletler
petrol endüstrisinin yüzde yetmiş beşi kendisine ait. Ayrıca demir madenleri,
ormanları, imalat sanayinde ve ulaşım sektöründe büyük iştirakleri var.
Yaklaşık 150 yıllık bir Rockefeller Hanedanından bahsediliyor, servetlerinin
1-2 trilyon dolar olduğu hesap ediliyor. John P. Morgan uluslararası banker ve
gezegenimizin ilk milyar dolarlık (1901 yılı itibariyle) endüstrisinin, U.S.
Steel’in sahibi, “Amerika’yı Amerikan yapan adam” diye bilinen kişi. Andrew
Carnegie 1890’da İngiltere toplamından daha fazla çelik üreten Carnegie
Çelik’in sahibi, ayrıca kömür ve demir madenleri, şilepleri ve demiryolları
var. Mayer Rothschild ünlü Rothschild Hanedanının kurucusu banker –
Rockefeller’den iki misli zengin, 2000li yılların başındaki servetlerinin 3
trilyon dolar olduğundan bahsediliyor. Ve Cecil Rhodes, ünlü Elmas İmparatoru.
Güney Afrika elmas tarlalarını işleten, Güney Afrika’yı İngiltere adına
fetheden adam. Rhodesia adını onun soyadından alıyor. Ayrıca apartheid/ırk
ayrımının mucidi.
Bu beş adamın akıl hocaları Oxford
Üniversitesi profesörlerinden John Ruskin. 1877’de “Yuvarlak Masa” adındaki
gizli cemiyeti kuruyorlar. Amaçları İngilizce konuşan dünyayı oligarşik
federasyon halinde birleştirmek. Büyük Britanya İmparatorluğunu siyasi,
ekonomik ve kültürel olarak yeniden yapılandırmak suretiyle, oligarşik dünya
federasyonuna giden yolu açmak. Otuz yıl sonra, 1908 yılına gelindiğinde,
‘Yuvarlak Masa’yı çokuluslu, Anglo-sever bir yarı açık cemiyet olarak görüyoruz.
‘Yuvarlak Masa’ cemiyetinin iki uzantısının ‘Bilderberg Grubu’ ve ‘Roma Kulübü’
olduğu söyleniyor.
Bilderberg Grubu, 1954’de Avrupalı
Rothschild Hanedanı öncülüğünde kuruluyor, Amerikalı rakibi, Rockefeller
Hanedanı tarafından destekleniyor, ev sahipliğini eski SS-Nazi Hollanda Kralı
yapıyor. Bilderbeg adı da buradan geliyor – kralın sahip olduğu otelin adı bu.
1954’den itibaren toplantılar her yıl dünyanın değişik bir şehrinde yapılıyor.
Gündem gizli, katılanlar gizli, meğerki patron olsunlar gazeteciler Bilderberg
toplantılarına alınmıyorlar, A.B.D. ve Avrupa Devletlerinin gizli teşkilatları
toplantıların yapıldıkları otellere gazetecileri sokmamak için olağanüstü
önlemler alıyorlar. Katılanlar içerde konuşulanları anlatmamaya yeminli. Kapıda
biriken gazetecilerle katılanlar arasında köşe kapmaca oynanıyor, içeriye
sızmayı başarabilen bir iki muhabir feci şekilde tartaklanıyor ve tutuklanıyor.
Buna rağmen, üyelerin bir kısmının fotoğrafları çekiliyor, bugün bu fotoğraflar
bir takım internet sitelerinde “ARANIYOR” başlığı altında yayınlanıyor.
Aranıyor olmalarından kasıt, bu resimlerin sahiplerinin adını bilen internet
kullanıcılarının kim olduklarını söylemeleri ricası.
Bilderbergcilerin amaçlarının dünyayı
sıkıca koordine edilmiş küçük, seçkin bir uluslarötesi bankerler ve
sanayicilerden oluşmuş, entelijensiya destekli oligarşinin eline teslim etmek
olduğu söyleniyor. Avrupa Birliği’nin Avrupa kıtası için yaptığını dünya için
yapmak ve bir Dünya Devleti kurmak istiyorlar. David Rockefeller’in farklı
zamanlarda farklı yerlerde bu arada 1999 yılı Şubat’ında Newsweek İnternational
dergisine verdiği bir mülâkatta “hükümetlerin yerini alacak birileri olmalı ve
bana öyle görünüyor ki, bunu da en iyi şirketler yaparlar...” demekten
çekinmemiş olmasına işaret ediliyor ve yaygın söylemin aksine karşı çıkılmadığı
takdirde önümüzdeki asırlarda dünyanın yeni feodal lordların boyunduruğu altına
gireceğine uyarıyorlar.
Uyaranlar Kimler?
Uyaranlar, Yeni Dünya Düzeni Muhalifleri
Muhalifler, Yeni Dünya Düzeninin anlamının,
dünyanın siyasi ve yasal hüviyetini tümüyle değiştirmek, ulus-devletlerin
tarihi rollerini ortadan kaldırmak, kontrolu uluslarötesi tröstlere devretmek
suretiyle millet kavramını ortadan kaldırarak, idareyi İngilizce konuşan
anglo-sever bir oligarşiye teslim etmek olduğuna eminler. İddiaları, Birleşmiş
Milletler Teşkilatının bundan böyle Birleşmiş Tröstler Teşkilatı olarak isim
değiştireceğini şeklinde. Bilderberg toplantılarına katılanların isimlerinin
saklı tutulması, görüşmelerin basına kapalı olması, dünya ekonomisine ve
siyasetine dair kararların kapalı kapılar ardında alınmasını ülkelerinin
anayasalarının en galiz ihlâli şeklinde algılıyorlar. Ulusal politikacılarının,
özgür iradeleriyle seçtikleri vekillerinin etkisizleştirilmesine tepki
gösteriyorlar. Amerikan başkanlarından, Dünya Bankası guvernorlarına, diğer
ülkelerin başbakanlarına varıncaya kadar dünyanın kaderini etkileyen eşhasın
kapılar ardında saptanmasına karşı çıkıyorlar. Dünya basın devlerinin
Bilderbergcilerle işbirliği içinde oldukları gerekçesiyle muhalefetlerini
internet üzerinden yapıyorlar. Seattle’da olduğu gibi zaman zaman da
gösterilerine de şahit oluyoruz.
Roma Kulübü, Bilderberg’e göre daha yeni
bir örgütlenme. 1968’de kuruluyorlar. Kendilerine “özel think tank”
nitelemesini yakıştırıyorlar. “İnsan ırkının sesi ve zekâsı, insanlığın yolunu
aydınlatan bir deniz feneri, tüm dünyaya umut saçacak olan ışık...” diye
tanımlıyor SGI Başkanı Japon İkeda. SGI, ise dünya Budist liginin kısaltılmışı.
Yeni feodal lordların ne denli güçlü olduklarını,
ulusların kimliklerini kaybetmemek için ne denli direnebileceklerini kuşkusuz
zaman gösterecek. Ancak Yeni Dünya Düzeni muhaliflerinin iddia ettikleri gibi
“yeni bir toplumsal mühendislik projesi” ise ki öyle görünüyor, o zaman
işlerinin zor olduğunu kabul etmemiz lâzım. Bir yandan “İkinci Aydınlanma
Çağı”nın reddettiği “tek doğru” anlayışı, öte yandan finans oligarşisi bir
arada yaşayamayacak oluşumlar gibi görünüyorlar.
Nitekim daha bugünden Birleşik Amerika’da
iki buçuk milyon muhalif kültün varlığından bahsediliyor.
Kült, bizim için yeni bir kavram. ‘Kült’ü
yakın bir tarihte, karizmatik bir liderin önderliğinde ortaya çıkan, militan,
ideolojik/dini örgütlenmeler olarak tanımlıyorlar. Kültlerin ortak özellikleri,
üyelerini psikolojik baskı uygulayarak devşirmeleri ve kendilerine bağlı
tutmaları, topluluğun seçkinci totaliter bir yapısı olması, liderinin
kerametinin kendinden menkul, dogmatik, mesihi, sorgulanamaz ve karizmatik
olması, amaçların araçları caiz kıldığı inancıyla para toplamada ya da üye
devşirmede her yolun mübâh sayılması, üyelerin örgüt fonlarından yararlanamıyor
olmaları. Londra’daki Kült Enformasyon Merkezi CIC’nin kriterlerine uygun ilk
kült örnekleri geçen yüzyılda, Jonestown’da, dokuzyüz onüç müridini siyanürlü
portakal suyu ile intihara sevkeden vaiz Jim Jones kültü. San Diego,
California’daki Cennet’in Kapısı kültü. Waco, Texas’daki Cennet’in Elçiliği
Kilisesi vaizi John Joe Gray’in ‘Branch Davidians’ı. Bu üçüncüsü devasa bir
cephaneliği de olan büyük bir çiftliğe kapanmışlar, elektrik dahil, tüm
ihtiyaçlarını kendileri karşılıyorlardı. Devletten bütünüyle bağımsızdılar,
hiçbir müdahale kabul etmiyorlardı. Başkanlarının bir polis memuruna saldırması
sonucu çıkan olaylarda, Birleşik Devletler Savunma Bakanlığı, Hazine Bakanlığı ve
FBI’ya bağlı özel timlere üç hafta direnmişler, sonunda kadın, erkek ve
çocuklardan oluşan seksen kişi yanarak ölmüşlerdi.
Kültlerin Amerika’da olduğu gibi Avrupa ve
Japonya’da da gözardı edilemeyecek sayılara ulaşmış olmaları, bir yandan Kaos
Paradigmasını, öte yandan olası bir kelebek etkisinin sonuçlarını düşündürüyor.
Bugün bir kilisede, ya da Neo-Pagan dedikleri putperest tapınağında ya da Kızıl
dergâhta meydana gelen ya da gelmeyen bir olayın dünyada ne gibi bir fırtınaya
neden olabileceğinin kestirilemeyeceğinin bilgisi, yepyeni askeri savunma
stratejilerinin geliştirilmesini de dayatıyor. İki kutuplu dünya için
düşünülmüş stratejilerin Kaos Çağı’nda işe yaramayacağı, kültlerin ya da “rogue
states” denilen “bozguncu” ulusların - bunlara verilen ilk örnek Irak - Yeni
Dünya Düzenini tehdit eden savaşlar çıkarmaları halinde ortaya çıkacak kelebek
etkisinin Kaos teorisinin matematiksel modeli doğrultusunda çığ gibi
büyüyebileceğinin bilinci içinde, silâhlı kuvvetlerinin, diplomatlarının, BM,
NATO gibi kurumların görevleri yeniden tanımlanıyor, yeni stratejiler
geliştiriliyor.
Bana göre en ilginç olanı da savaşı meşru
kılan ihlâller listesinin uluslarararası hukuk düzenini, uluslararası
kurumların inanırlılıklarını, insan haklarını, uluslararası ticareti, ekolojiyi
ve çevreyi, egemenlik haklarını, ABD’nin güvenliğini, ABD’nin Yeni Dünya Düzeni
içindeki konumunu korumak gibi, kurulduğu iddia edilen Dünya Devletini
destekler mahiyette tezahür ediyor olmaları.
Umarım, sizlere bir büyük düşünce turu
attırırken, dünya gündemi hakkında biraz da olsa fikir verebilmiş, dünya
düşünürlerinin nelerle uğraştıklarının ipuçlarını sunabilmişimdir.
* Dicle Üniversitesi konferansı, 2003,
Diyarbakır.
http://www.dusuncetarihi.com/kategori/uecuencue-bin-yilin-esiginde
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar