“BURHAN UYGUR” Gerçeği
İlk kez Burhan Uygur'un
resimleriyle karşılaşan bir seyirci, ressamın kaynaklarını nerede aramalı
acaba?
Bu soru, iki sayfa
içinde kesinlikli biçimde, yanıtlanamaz elbet. Yine de, bir ilk yaklaşım
denebilir: Uygur'un gerçeküstücülerle, özellikle Chagall'la içsel ve dilsel bir
yakınlığı olduğu kesin gibi. Ama soyut resmin uzamın değerlendirilmesine
ilişkin olanaklarından yararlanmayı seçtiği de belli. Bu gerçeküstücü ilgi
vurgulanırken bir noktanın hemen belirtilmesi gerekiyor: Metafizik kaygılarla
yola çıkmıyor Uygur. Sorunu dünyasal onun. Bu yüzden de Dali gibi, başka bir
bilinçlilik içinden algılanmış nesnelerin oluşturduğu reddedici bir uzam
öngörmüyor. Bu yüzden de seyirciyi bir kaygı durumuyla da karşı karşıya
getirmiyor. Uygur, daha çok Chagall gibi çocuksu bir serbest çağrışımı
benimsemiş görünüyor. Paletinin koyu renklerden oluşmasına rağmen (beyazı yine
kullanıyor ama egemen olan öge bu) bir saflık, bir sevinç var Uygur'un
resimlerinde. Resimsel uzamla nerdeyse konturları eriyerek bütünleşen o uzamın
içinde eriyen figürlerin bozuluşu ya da tündükten, tamamlanmışlıktan yoksun
oluşu, dış dünyanın, toplumsal/bireysel yaşamın karabasansı bir algılanmasını
yansıtmıyor. Tam tersine: "Hüzün dolu bir bekleyişin anısı"na
yönelirken Burhan Uygur, bu bekleyişin bir anlamı, bir değeri olduğunu
vurgulamaktadır. Seyirciye vadetmekted'ır ressam: Beklenen gelecektir, acı
bitecektir, yaşam ölümü saracaktır. Uygur, reel-uzamdan kaçar, insanlarını bir
boşlukta "yüzdürmeyi" ya da "eritmeyi" seçerken, bir
birliği dile getirmektedir. Düşlere çekilmesinin nedeni budur zaten: Düşte
olanaklıdır lıer şey, dahası, bu düş saf bir çocuğun düşüyse. Çünkü, çocuğun
dünyası bir oyun dünyasıdır, yani mutluluk dünyası. Orada cadılar ve ölüm bile
oyunun içinden algılanır ve kendi gerçeklikleri içindeki bir uzama
eklemlendikleri için mutluluğu engellemezler; engelleyemezler. Nitekim,
Uygur'un büyük boyutlu sayılabilecek resimlerinden birinde, o beyaz tuvalde,
ölümün beyazlığı nerdeyse saflığın, erdenliğin beyazına dönüşmüştür. Resmin üst
sağ köşesine yerleştirilmiş ölünün yüzü de işte bu yüzden nerdeyse bir aylayla
aydınlanmış gibidir. O yüz, düşleminde, imgeleminde ressamın, o en ilk haliyle
kalmıştır hep.
Uygur'un yaşamın
katlanılmaz yanını güzelleştirmeye çalıştığı, böylece seyirciyi
edilgin/eştirdiği söylenemez elbet. Çünkü, bu resimler, içerdikleri yaşama
sevinciyle ilk bakışta seyirciye doyum sağlıyormuş gibi görünmelerine rağmen,
alt katmanda yaşamımızın kırık dökük yanlarına göndermekte, engellenmiş olanı
imlemektedirler. Öne sürdüğü asıl değer güzellik değil güzelleştirilebilir bir
yaşamdır. Kuşkusuz, yazınsal bir ileti değildir resmin iletisi. Bu yüzden
seyirci, Burhan Uygur'un resimlerine yakından ve dikkatli bakmak zorundadır.
Ancak bu sayede gündelik olana ilişkin öğeleri ayırdedebilir. Resmin şurasına
burasına dağılmış bu nesnelerin yaşamla bağıntılı iniler olduğunu kavrayabilir.
Kimi resimlerine alt yazılar eklemesi boşuna değildir elbet. O yazılar ressamın
geldiği ve gittiği yönü belirtir her şeyden önce. Çünkü yaşamı sevmek her şeye
katlanmak demek değildir. Burhan Uygur, bu katlanılmaz dünyanın yaşanabilir bir
dünya olabileceğini anımsatır seyirciye.
Şurası kesin: Burhan
Uygur, şoke etmeyi öngören, her sergisinde değişmeyi isteyen bir ressam değil.
Bu yüzden, biçeminin kalıplaştığı yolunda izlenim uyandırmıyor da değil. Ne var
ki, değişmenin asıl içerikte oluşması gerektiği gözönünde bulundurulursa,
Uygur'un aynı resmi üretmediği görülür. Dikkatli bir göz, değişmemiş gibi
görünenin değişmiş olduğunu hemen ayırıyor çünkü. Şu da bir başka gerçek:
Ressam, kendi gerçeğini resmediyor aslında. Uygur'un resmettiği bir kurmacalık
(fiction) değil, daha çok bir duy arlık’tır.
AHMET
OKTAY
Tirebolu 'da doğdu.
Orta ve lise öğrenimini
Trabzon 'da tamamladı.
1961 'de Devlet Güzel
Sanatlar Akademisi Resim Bölümü'ne girdi. Nurullah Berk Atölyesi'ni müteakip,
1969 Şubat döneminde Bedri Rahmi Eyüboğlu Atölyesi'nden mezun oldu.
1968'de İstanbul Beyoğlu
Şehir Galerisi'nde ilk kişisel sergisini açtı. 1970'de Avusturya hükümetinin
bursuyla Salzburg Yaz Akademisi'nde ressam Corneille ile çalıştı.
1981 'de Stuttgart'ta
açtığı kişisel sergisinin yanında yurtiçinde, Ankara, İstanbul ve İzmir'de
20'ye yakın kişisel sergi düzenledi.
1968 Çağdaş Ressamlar
Cemiyeti'nin yılın genç sanatçısı özel jüri ödülü.
1976 Uluslararası
İstanbul Festivali kapsamında İstanbul Arkeoloji. Müzeleri'nin düzenlediği
yarışmada ödül, İstanbul Resim Heykel Müzesi ve Derneği açık hava sergilerinde
ödül ve mansiyon. 1983 Abdi İpekçi Barış ve Dostluk gösterilerinde mansiyon.
1978 Hürriyet Gazetesi
Sedat Simav 'ı Vakfı, Görsel Sanatlar Birincilik Ödülü.
1985 İzmir Ticaret Odası
100. Yıl Resim Yarışması Birincilik Ödülü
1988 II. Asya - Avrupa
Sanat Bienali Dostluk ve Barış Ödülü (Gümüş Madalya)
Ayrıca, Can Yücel'in
"Rengâhenk", Ahmet Oktay'ın "Sürgün",
Gülseli İnal'ın
"Sulara Gömülü Çağrı ” isimli şiir kitaplarını özgün üslubuyla resimledi.
"Geçenlerde
bir gece silahlar patladı gözlerimin önünde. Artık geceleri sokağa çıkmak
istemiyorum. Ya ölürsem diye düşünüyorum. Ölürsem, İstanbul'un sokaklarını,
bahar ağaçlarının çiçeklerini göreme m bir daha. Ölürsem kırmızı ile yeşili
birbirine katamam sonra."
**
"Sanatçı
para istemez. Sanatçı hava ister, nefes alacak, su ister içecek, göz ister
görecek. Ve tümünden de öte alkış ister. Toplumun onu görmesini ister. Sanatçı
eseri para ettiği zaman sevinir. Ama cebine para gireceği için değil, eserinin
kıymeti takdir edildiği için sevinir."
**
"İnsanın
kafasının içindekileri çizmeye çabalıyorum. İnsanın içinden çıkamadığı
sorunların resmini çiziyorum, insanın bilinçaltındaki dertlerine fırça
atıyorum, ideolojiyi çizmiyorum. Ama benim resimlerime bakanlar, isterlerse
insanların sorunlarını görebilirler."
**
"Klee'yi,
Lautrec'i, Van Gogh'u severim. Ancak seviyorum diye, onlar gibi resim yaparsam,
ben, ben olmam ki. Empresyonistleri ve expresyonistleri beğenirim. Ama
beğeniyorum diye onların izlerini taşırsam, ben ben olamam ki. Sanatçı
eğitiminin ve görgüsünün verdiği izleri taşır. Ancak fırçası benliğini
bulduktan sonra bu izlerin görünenlerini silmek zorundadır. Bazen bir tuvalde
ufak bir mavi, başka bir tabloda sıyalı bir gölge, eskilerden kalmıştır.
Sanatçı bu mavilerin gölgelerin üstüne kendi özünden gelenleri
eklemelidir."
**
"Bir
tablomdan elime yedi bin lira kadar para geçmişti.
Eminönü'nden
motor tuttum. Önce Haliç'in ortasından gittik Eyüp'e kadar. Sonra mavnaların
arasında dolaştık saatlerce Karaköy'e dönerken, güneşlerin en kırmızısı Yeni
Cami'nin minareleri arasından batıyordu, işte ben buna yaşamak derim. Sanatçı
görmezse, duymazsa, işitmezse nasıl çizer, nasıl boyar?”
**
"Güzel
Sanatlar Akademisini 7,5 yılda güç belâ bitirdim. Burs kazanmak için Devlet
sınavına girdim. Resim barajından tam not aldım, ancak yazılı soruları
cevaplayamadım. Avusturya hükümeti bana burs verdi. Daha sonra Amsterdam 'da
açık hava sergilerimi açtım."
Kaynak:
14 Ekim - 12 Kasım 1993-YAPI KREDİ KÜLTÜR MERKEZİ
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar