ÇAĞDAŞIMIZ MAKYAVEL
“Yenilik
getirenlerin kendi başlarına mı iş gördüklerini, yoksa başkalarının yardımına
mı bağlı olduklarını araştırmak lazımdır; yani, kendi eserlerini yürütmek için
rica etmeye mi mecburdurlar, yoksa zorla iş görebilirler mi?(...)
“İyi
silahlanmış bütün peygamberlerin galip çıkmaları ve silahsızların başarısızlığa
uğramaları bundandır. {Hükümdar, s. 21)
— Niccoló Machiavelli
Niccoló Machiavelli günümüzde bir
siyaset kuramcısı olarak anılıyor. Bir siyaset felsefecisi de diyebiliriz.
Felsefe tarihlerinde genellikle ona da bir bölüm ayırıyorlar.
Oysa Machiavelli 1469-1527 yılları
arasında yaşamış bir devlet adamı. Floransa’da doğmuş, Floransa’da ölmüş,
yaşadığı sürece Floransa’ya hizmet etmiş, görevden uzaklaştırıldığında da,
Floransa’yı yönetenlere yazılarıyla yol göstermeye çalışmış bir devlet adamı.
Onun bir siyaset kuramcısı olarak
felsefe tarihlerine geçmesine bu tür yazılarından kitap boyutlarındaki II
Principe (Hükümdar) ile Discorsi (Söylevler) neden olmuş. Ayrıca,
adının, “amacına varmak için her kötülüğü yapan” ya da,
kısaca, “ahlaksız” anlamına terimleşmesi de bu yapıtları yüzünden.
“Makyavelizm” terimi önce
Fransızcada kullanılmış, sonra bu yaygın dilin etkisiyle başka dillere de
geçmiş. Türkçe Sözlük'de de var :
İngilizce sözlükler de, aşağı
yukarı, böyle “politika” çerçevesinde kalan karşılıklar veriyorlar. Ama Yeni
Redhouse ucunu biraz aralamış :
“Hileli
politika veya iş kabilinden, entrikacı.”
Tahsin Saraç’ın Büyük
Fransızca-Türkçe Sözlük'ünde ise “politika” sınırlaması kaldırılmış :
“Düzen,
dolap; düzencilik, dolapçılık; çıkarı için anasını satarlık; hainlik,
kalleşlik.”
Bir insan düşünün, adı anılınca
bunlar geliyor akla. Ne yapmış bu Machiavelli ki böylesine kötü bir damga
yemiş?
Yaşadığı çağda, İtalya’daki
hükümdarların, düşmanlarını nasıl alt ettiklerini, ülkeleri nasıl ele
geçirdiklerini, yönettikleri devletleri nasıl koruduklarını, başarılı olmak
için ahlak kurallarını nasıl çiğnediklerini gözlemlemiş, gerçekçi bir
yaklaşımla, tam bir açık sözlülükle, başarılı olmanın yolu budur diye,
uygulanan acımasızlıkları, ahlaksızlıkları yazıya geçirmiş.
Hükümdar adlı
kitabının bir yerinde şöyle diyor :
“Ve bütün
insanların, bilhassa, yargılayıcısı bulunmayan hükümdarların icraatında neticeye
bakılır. Bunun için bir hükümdar muzaffer olmayı ve devleti muhafaza etmeyi
sağlasın, vasıtalar daima muteber ve makbul sayılır ve herkesçe övülür; çünkü
halk görünene ve olana kapılır; dünyada ise halktan başka bir şey yoktur;
çoğunluğun dayanacak yeri olunca, azınlığın sözü olmaz. Adını söylemek uygun
düşmeyen zamanımızdaki bir hükümdarın ağzı barış ve doğruluktan gayri söz
etmez; halbuki her ikisinin de en büyük düşmanıdır; bunlara riayet etmiş
olsaydı, bunlar birkaç defa, ya itibarını veya devletini kaybettirirlerdi.”
(ss. 71-72)
Evet, başarılı oldun mu, “araçlar
her zaman geçerli ve iyi”dir, iş halka iyi görünmekte, halkın gözünü
boyamaktadır, “barış ve doğruluk” sözlerini dilinden düşürmez, ama “itibarım
ve devletini” korumak için ne gerekliyse onu yaparsın!..
Bunlar Machiavelli’nin düşünüp
bulduğu, kendi yarattığı değil, gözlemleyip saptadığı şeyler. Başarılı olanlar
böyle yapıyorlar, biz de başarılı olabilmek için böyle yapmalıyız diyerek bir
siyaset felsefesi oluşturuyor. Yaşadığı çağda, gırtlağına kadar kötülüklere
batmış İtalya’da, Floransa’nın bağımsızlığını yitirmemesini, güvenliğini
koruyabilmesini, düzenli bir devlet yapısına kavuşmasını, İtalya’daki dağınık
devletlerin birleşerek dış düşmanlara, İspanyollara, Fransızlara,
İsviçrelilere, Cermenlere karşı ülke topraklarını korumalarını özlüyor.
Machiavelli, aslında, Medici’lerin
Floransa’ya geri dönüşüyle devlet görevlerinden uzaklaştırılmış bir
cumhuriyetçi. Gönlü kesinlikle monarşiden yana değil. 1494’de Piero di Lorenzo
de’ Medici, Fransızların yardımıyla Floransa’dan sürülüp cumhuriyet yanlıları
kentin yönetimini ele aldıktan sonra, genç Machiavelli, daha yirmi dokuz
yaşındayken, önemli görevlere atanmış, hem iç, hem dış politikada etkili olmuş,
ülkesini korumak için profesyonel olmayan bir ordu kurmuş, tam on dört yıl
Floransa Cumhuriyeti’ ne hizmet etmiş. 1512’de Medici’ler Papa’nın baskısıyla
geri geldikten sonra ise, cumhuriyetçi bir komploya karıştığı suçlamasıyla
tutuklanmış, işkence görmüş, sonunda serbest bırakılmışsa da, özgürlükleri
kısıtlanmış, yenik, ezik bir devlet adamı olarak bir köy evine çekilmek zorunda
kalmış.
Ama bir cumhuriyetçi olduğu kadar,
gerçekçi de Machiavelli. Onun için önemli olan, her şeyden önce, Floransa; iç
çekişmelerini düşmanlarının yakından izledikleri, topraklarını paylaşmak,
kentlerini haraca bağlamak amacıyla fırsat kolladıkları İtalya... Bu ülkede
birliği ancak çok güçlü, herkesi yıldıran bir hükümdar sağlayabilir diye
düşünüyor... Kilise’nin de desteğiyle...
.Floransa’nın yeni Medici’si, Papalığı
da elinde tutan bir aileden gelen Lorenzo di Piero de’ Medici olabilir bu
hükümdar. Machiavelli, onu bu göreve yönlendirmek amacıyla yazdığı anlaşılan Hükümdar
adlı yapıtının sonuna doğru şöyle diyor :
“Cansız gibi
kalan memleket, yaralarını saracak, Lombardia’daki soygunlara, Napoli
Krallığının ve Toskana’nın verdiği haraçlara son verecek ve uzun zamandan beri
kanayan cılk yaralarını tedavi edecek kişinin kim olabileceğini beklemektedir.
Bu kadar saygısızlık ve zulümden kendisini kurtaracak birini göndermesi için
Allaha nasıl yalvardığı görülüyor. Bir bayrağın arkasından gitmeye tamamıyla
hazır ve istekli olduğu da görülmektedir; yeter ki bu bayrağı tutacak biri
bulunsun.
“Ve bunun
için, görünürde, sizin ünlü hanedanınızdan başka daha çok ümit bağlayabileceği
bir hanedan da yoktur; o hanedan ki, talih ve liyakati ile, Allah’ın ve başında
bulunduğu Kilise’nin inayeti ile bu kurtuluşun önderi olabilir.” (ss. 104-105)
Son sayfada :
“Böylece bu
fırsatın geçmesine müsaade edilmemelidir, ta ki bu kadar zamandan sonra İtalya,
bir kurtarıcısını görsün. Bu yabancı akınlarından ıstırap çekmiş olan bütün
ülkelerde bu kurtarıcının ne kadar sevgi ile, nasıl bir intikam ateşi ile,
nasıl sarsılmaz bir imanla, nasıl bir vecd ve ne kadar göz yaşı ile
karşılanacağını ifadeden acizim. Ona hangi kapılar kapalı kalabilir?
Hangi halk
ona itaat etmemezlik edebilir?
Hangi haset
ona karşı koyabilir?
Hangi
İtalyan ondan saygısını esirgeyebilir?
Bu barbar
tahakküm herkese iğrenç gelmektedir.” (s. 108)
Amaç memleketini düşmanlardan
korumak olunca, Makyavelizm daha bir hoş mu görünüyor yoksa!.. Oysa değişen
bir şey yok. Haklı bir savaş söz konusu, ama gene her türlü düzen, dolap,
kalleşlik geçerli...
Nerden geldi şimdi Machiavelli böyle
birdenbire gündeme?
İlginizi çekmiştir, alıntıların dili
oldukça eski. Geçenlerde kitaplığımda başka bir kitabı ararken bu Hükümdar
çevirisini buldum. 1955 yılında, Ankara’da, Yıldız Matbaası’nda basılmış.
Yayınevi yok. Anlaşılan çevirmen kitabı kendisi yayımlamış. İtalyanca aslından
yapılmış çeviri. Çevirmen Yusuf Adil Egeli başa kısacık bir “Sunuş” yazısı koyarak birtakım
önemli noktalara değinmiş.
Biri şu :
“Hükümdar'ı okurken
yazıldığı yüzyılda İtalya Yarımadası’nın irili ufaklı birçok prensliklere,
cumhuriyetlere ayrıldığını, bunların birbirleriyle devamlı savaş halinde
bulunduklarını, bu savaşlar neticesinde küçük devletlerden birtakımının yok
olduğunu, yenilerinin doğduğunu, el değiştirdiklerini, büyük devlet hüviyeti
almaya başlamış bulunan İspanya ve Fransa’nın bu iç kavgalara sık sık
karıştıklarını, nihayet o devirlerde hemen hiçbir yerde milli ordular
bulunmadığını hatırlamak faydalı olacaktır.”
(s- I)
Biri de şu :
“Hisler bir
tarafa bırakılarak, vakıalar soğuk ve tarafsız mantığın tahlilinden geçirilince
çıkan neticeler ahlak duygularımızı ve ideallerimizi incitirse, bu neticeleri
çıkaranı mahkûm etmek doğru olur mu?
“Bu esere,
bugünün anlayışına göre, bir bakımdan, İktidar adını vermek de mümkündür
: Usuller yumuşatılmış olmakla beraber davranışlar, ana hatlarıyla, her
memlekette ve memleketten memlekete pek az farklıdır.
“Bu böyle
olagelmiştir : İnsanlık, insanlık idealine henüz pek çok uzaktır.” (ss. I-II)
Yusuf Adil Egeli’nin onca emek verip
Hükümdarı neden çevirdiği bu sözlerinden anlaşılıyor. Herkesin
sözbirliği etmişçesine yerdiği Makyavelizm, yumuşatılmış, inceltilmiş,
bilimselleştirilmiş, iyice sırıtkanlaştırılmış görünümleriyle çağdaşmızdır.
Bir dakika ayrılmıyor yanımızdan, her gün, her yerde karşımıza çıkıyor...
Bu kitabı okuduğumu, doğrusu,
unutmuştum. Açıp içine bakınca, baştan sona, önemli bulduğum yerlerinin altını
çize çize okumuş olduğumu gördüm. Neden böylesine önem vererek okumuşum acaba Hükümdar'ı?
Bilemiyorum,
ama Bertrand Russell yüzünden olabilir. Bu filozofun bir sözüne takılmıştım 1960’ların
başında :
“Dünya
gittikçe Machiavelli'ye yaklaşıyor, bugün onun felsefesini çürütmek isteyen
çağdaş insan, on dokuzuncu yüzyılda bu işi yapmak isteyenlerden çok daha derin
düşünmek zorundadır.” (Batı Felsefesi Tarihi)
Bu sözü bir yazıma alıp altına da
şunu eklemiştim :
“Yıllarca
önce yazmış o kitabı Bertrand Russell. Bugün Machiavelli’nin felsefesini çürütemezsiniz.”
(Çağını Görebilmek, s. 66)
Hükümdar'ı, altını
çizdiğim yerlere ağırlık vererek, baştan sona yeniden gözden geçirdim.
Bir de, en önemlisi, Machiavelli,
insanın doğasının değişmez olduğuna inanıyor. Felsefesini kesin doğrular
saydığı saptamalarına dayandırıyor. Belli bir çağda, belli bir çevrede yaşayan
insanlarda gördüğü özelliklere göre düşünüyor. İnsanın değişmez ÇAĞDAŞIMIZ
MAKYAVEL doğası ise hiç de iç açıcı görünmüyor Machiavelli’nin kaleminde :
“İnsanlar
hakkında, genel olarak, şu denebilir ki : nankör, dönek, olduğundan başka türlü
görünür, düşüncesini gizleyici, tehlikeden kaçıcı ve kazançta açgözlüdürler; ve
onlara iyilik yaptığın müddetçe, yukarda söylediğim gibi, ihtiyaç uzak olduğu
zaman, hepsi de şenindirler; kanlarım, mallarını, canlarını, evlatlarını sana
teklif ederler; fakat sıkışıklığı zaman baş çevirirler.(…)
İnsanlar,
kendisinden korkulan bir kimseye olmaktan ziyade, kendisini sevdirmiş olan bir
kimseye zarar vermekte daha az çekingendirler; çünkü sevgi bir minnettarlık
bağı ile durur; insanlar ise kötü olduklarından, her şahsi menfaat fırsatında
bu bağ kopar; fakat korku hiç bırakmayan bir ceza kaygusu ile beslenir.” (s.
66)
“İnsanlar
babalarının ölümünü, mal ve mülklerinin kaybolmasından daha çabuk unuturlar.”
(s. 67)
“İhtiyatlı
bir hükümdar, verdiği sözü tutmak kendi aleyhine dönerse ve bu sözü vermeyi
gerektiren sebepler ortadan kalkınca, sözünde ne durabilir ne de durmalıdır.
İnsanların hepsi de iyi olsalardı bu kaide iyi olmazdı; fakat kötü oldukları
için ve sana karşı sözlerinde durmayacakları için, sen de onlara verdiğin sözde
durmaya mecbur değilsin.” (s. 70)
Bu son alıntıda, “İnsanların
hepsi de iyi olsalardı...” dediğine göre, Machiavelli bütün insanların kötü
olduklarına inanmıyor. Aslında, gönlünde yatan, iyi insanlardan oluşan bir
cumhuriyet... İnsanlar için böylesine kötü sözler etmesine karşılık, “halk”a
pek vurmuyor. Başlardaki bir alıntımızda, ilginizi çekmiş olabilir, “Dünyada
ise halktan başka bir şey yoktur,” diyordu. Şu sözleri de, halktan
insanları üst tabakalardan insanlara üstün tuttuğunu gösteriyor :
“Büyükleri
namuslu bir surette ve gayriye zarar vermeden memnun etmek kabil olmadığı
halde, halkı memnun etmek mümkündür; çünkü büyükler ezmek, halk ise ezilmemek
istediği için halkın dilediği büyüklerin dileğinden temizdir.” (s. 37)
Gene halkla ilgili başka alıntılar :
“Halkın zulüm görmemekten başka bir dileği yoktur.” (s. 38)
“Bir
hükümdar için halkın sevgisini kazanmak şarttır; başka türlü olursa, kötü
günlerinde çaresiz kalır.(...) ‘Halka dayanan batağa dayanır’ meşhur
atasözü ile bu inancımı cerh etmeye kimse yeltenmesin; çünkü halktan bir kimse,
düşmanlardan veya memurlardan zulüm gördüğü zaman, hükümdar halka dayanır ve
onun kendisini kurtaracağını umarsa bu atasözü doğrudur.” (s. 39)
Machiavelli kendisini tutuklatıp
cezaevine attıran, işkenceden geçirten Lorenzo di Piero de’ Medici’ye
İtalya’yı nasıl kurtarabileceğini, Hükümdar'da uzun uzun anlatırken,
sergilediği engin devlet adamlığı deneyimi karşılığında, herhalde ondan bir görev
de bekliyordu. Ülkesi için kaygılanmasının, eylem tutkusunun ötesinde,
ailesinin geçimini sağlamak için de böyle bir göreve gereksinimi vardı. Hükümdar
ona bu olanağı sağlamadı. Ama daha sonraları, 1520’lerde, Medici’ler
Machiavelli’ye bazı görevler verdiler.
1527 Mayısında Kutsal
Roma-Germen İmparatoru Şarlken Roma’yı kuşatıp yağmalayınca, değişen koşullar
altında, Floransa da bağımsızlığına yeniden kavuştu. Ama cumhuriyetçiler, bir
hükümdara kurtarıcı olarak bakmış, yol göstermiş, hizmet etmiş olan
Machiavelli’ye artık güvenmiyorlardı. Eski görevlerini alamamak onda büyük bir
düş kırıklığı yarattı. Hastalandı, bir ay sonra da öldü.
Buraya kadar yaptığımız alıntılarda,
sanırım, Machiavelli yeterince ortaya çıkmadı, günümüzün politikacıları, devlet
adamları, hatta iş adamları karşısında pek “masum” kaldı. “Çağdaşımız” dedik,
bitirmeden, çağımıza uzanan sözlerinden de hiç olmazsa birkaç örnek verelim :
“İnsanlar ya
okşanmak veya söndürülmelidirler; zira insanlar, hafif zararlardan intikam
alırlar, ağır zararlardan ise intikam alacak halleri kalmaz. Bir insana yapılan
kötülük öyle olmalıdır ki, intikamından korkmaya yer kalmasın.” (s. 6)
“Kim ki
başkasının kudretli olmasına sebep olur, kendini mahveder.” (s. 12)
“Bir ülkeye
sahip olabilmek için onu yıkmaktan başka hiçbir emniyetli yol yoktur. Ve hür
yaşamaya alışmış bir şehri zaptedip de onu yıkmayan kimse, kendisinin o şehir
tarafından yıkılacağını beklemelidir.” (s. 17)
“İyi
kullanılmış zulüm (kötülüğe iyi denebilirse), kendini güven altına almak zoru
ile bir defada toptan yapılan ve, sonra, üzerinde ısrar edilmeyen, fakat mümkün
olduğu kadar uyruğun iyiliğine çevrilen zulümdür. Fena kullanılmış zulüm ise,
başlangıçta az olduğu halde, zamanla sönecek yerde çoğalan zulümdür.” (s. 35)
Makyavelizm günümüzde hiçbir engel
tanımadan derin yatağında gürül gürül akıp gidiyor. Bu suda yıkananlar ise,
her gün, değişik kılıklar, değişik yüzlerle, kentte, kırda, her köşe başından,
her ağacın arkasından karşımıza çıkıveriyorlar.
(Adam Sanat, Mayıs
1990)
“İyi kullanılmış zulüm
(kötülüğe iyi denebilirse), kendini güven altına almak zoru ile bir defada
toptan yapılan ve sonra, üzerinde ısrar edilmeyen, fakat mümkün olduğu kadar
uyruğun iyiliğine çevrilen zulümdür. Fena kullanılmış zulüm ise, başlangıçta
az olduğu halde, zamanla sönecek yerde çoğalan zulümdür.” (Hükümdar, s.
35)
Machiavelli’nin bu sözünü öyle bir
çırpıda okuyup geçmemek gerekir. Darbe yapıp bir ülkenin yönetimine el
koyanların güdümlü demokrasilere yönelişlerinden, işçileri yaşama savaşımında
çaresizliğe düşüren sağlıksız üretim ilişkilerini olduğu gibi koruyabilmek
için, toplu sözleşmelerle bir rahatlama olanağı yaratan patronlara kadar, pek
çok kişiyi, pek çok durumu kapsıyor bu söz. Günümüzdeki nice eylemin kuramı bu sözden
çıkarılabilir...
Hangi düşünür savunduğu böylesine
aykırı, aşağı yukarı her dönemde karşı çıkılmış görüşlerle, beş yüz yıl
sonrasına kadar, insanları etkisi altında tutabilmiştir!.. İyi insanlar, beş
yüz yıldır, kötü bir düşünürün etkisinde kötülük yapıyorlar!.. İnanılır şey
mi?..
Sovyetler
Birliği’nde uzun bir süre Machiavelli’nin yapıtlarını okumak yasaktı.
Yetiştirileceğine inanılan “yeni insan”ın kafasında bu tür pisliklere yer
olmasın isteniyordu...
Oysa Machiavelli özgün bir düşünür
değil, bir gözlemci... Gerçekler karşısında duygusallığa kapılmayan, gerçekleri
özlediği gibi görmeye çabalayarak çarpıtmayan bir gözlemci... Başkalarının
göremedikleri şeyleri görmüş olduğu da söylenemez. Uygulayanlar onun
gördüklerini çok daha önceden görmüşler, çok daha önceden biliyorlardı ki...
Bilmeseler nasıl uygularlar?.. Ama “Başarının yolu budur!” diye açık açık
söyleyen, kuramlaştıran, yazıya döken yoktu anlaşılan...
Her dönemde karşı çıkılmış
görüşlerle, beş yüz yıl sonrasına kadar, insanları etkisi altında tutabilmenin
gizi bu noktada beliriyor :
Machiavelli insanlarda değişik
biçimlerde sürüp giden bir özelliği beş yüz yıl önceki görünümüyle gözleyip
yazıya geçirmiş. Etki onun gözleminden gelmiyor. İnsanlardaki çok ilkel bir
özellik yüzyıllardır sürüp gitmekte... Eğitim bu özelliğin karşısında çaresiz
kalmış; bugün de öyle... Kuramın sorumluluğu ise Machiavelli’ye yüklenmiş, ama
eylem gittikçe daha karmaşıklaşmış, daha inceliklerle donanmış olarak
sürüyor...
Sovyetler Birliği’nde yıllarca kimse
okumuyor Machiavelli’yi, “kuram” yok, ama insanlardaki bu çok ilkel özellik,
“amaca varmak için her araç geçerlidir” görüşü orada da yaşıyor. Çünkü orada da
insanlar, orada da Çıkar çatışmaları var... Yaşam eğitimden güçlü...
İster istemez şöyle düşünüyor insan :
Yoksa Machiavelli’nin suçu bu akışın
bir noktasında dürüstlük etmesi, gözlediklerini günün ahlak kurallarına
uydurmadan yazıya geçirmesi miydi?
Nâzım Hikmet’in Kan
Konuşmaz adlı
romanında, olay örgüsüne pek de bağlı olmayan bir bölüm var. Bir düşünceyi yansıtmak
için araya sokulmuş izlenimi veriyor. İki avukat konuşuyorlar :
Kâmran derin ve
kâbuslu bir uykudan uyanıyormuş gibi silkindi:
¾ Ömer, oğlum, dedi. Avukat da bir insan mıdır? Değil midir?
¾ Ömer bu hiç beklemediği suale birdenbire cevap veremedi.
¾ Kâmran tekrar etti :
¾ Söylesene, avukat denen mahluk da bütün öteki insanlar gibi yiyen, içen,
düşünen, seven, gülen, ağlayan bir insan mıdır, değil midir?
¾ Elbette öyledir, hocam.
¾ Öyleyse, avukat da bir makine değil bir insansa, avukatın da bazı
meselelerde kanaatleri var demektir. Ve avukat da her insan gibi kanaatleri
için, icabında şahsi menfaatlarını çiğneyerek harekete geçer, mücadele eder
değil mi?
¾ Evet, tabii...
¾ Mücadele ne demektir, Ömer? Bunu sen iyi bilirsin herhalde... mücadelede
bütün mesele düşmanı can evinden vurmaktır. Düşmanla merdane dövüşmek, yüzde
yüz kavga etmek lazımdır, kavgada hileye başvurulmamalı gibi palavralara
inanmazsın, değil mi?
¾ İnanmam...
¾ Öyleyse, mesele kalmadı. Bak ne yapacağız?.. Benim vicdani kanaatim, senden
meseleyi dinledikten sonra, bu çocuğun dedesinin evine gitmesi değil, Kunduracı
Hilmi’nin yanında kalmasını bana emrediyor. Mademki bu böyledir, o halde bu
kanaatimin tahakkuku için kavga etmeliyim... yani ne yapıp yapıp çocuğu
anasının, Hilmi’nin yanında bıraktırmalıyım. Doğru değil mi?..
¾ Doğru... fakat nasıl yapacaksın bu kavgayı? Sen, dedesinin avukatısın?
Davayı açmaktan vaz mı geçeceksin? Vazgeçsen bile...
89 birdenbire Ömer’in
sözünü kesti :
¾ Hayır, dedi. Davayı bırakacak değilim, bilakis...
¾ Ömer şaşırdı :
¾ Anlamadım...
¾ Kâmran alaylı bir sesle :
¾ Meslek namusumu ayaklar altında çiğneyeceğim, dedi. Anlıyor musun? Kavga
kavgadır. Yemek nasıl pişirildi, diye sorulmaz, sofraya geldiği vakit lezzetli
mi, lezzetsiz mi, ona bakılır... en iyi pilav toprak tencerede pişer... matlup
çocuğun anasında kalması, Kunduracı Hilmi’nin yanında adam olması...
¾ değil mi?.. Bu gayeye ulaşmak için her yol mubahtır. Yalnız davayı
kaybettikten sonra, dedenin peşin verdiği ücretin bir kısmını iade ederim. Eh,
bu kadar da temizlik ister...
Ömer, Kâmran’ın
yanından bir parça şaşalamış, Kâmran’a karşı sevgisi bir hayli artmış olarak
çıktı.
¾ Meseleyi o akşam Sait Amcaya anlattığı vakit, Sait Amca :
¾ Yazık ki, dedi, şu Kâmran’ı geç tanıdık... (ss. 280, 281)
Kavgada şövalyelik (günümüzdeki
deyimle sportmenlik) yok, “gayeye ulaşmak için her yol mubah”...
“Mubah”
Arapça bir sözcük. Anlamı : “Dince yapılmasında sakınca olmayan, yapılması
günah ya da sevap olmayan.”
Çevirirsek : “Amaca ulaşmak için her
araç geçerlidir,” diyor Avukat Kâmran Bey. Amaç “iyi, haklı, doğru” ise, aracın
“kötü, haksız, yanlış” olmasına aldırmamak gerektiğini savunuyor.
Bölümün bir yerinde Kâmran Beyden
“89” diye söz edilmesi, bu avukatın 1789 Fransız Devrimi’ne duyduğu
hayranlıktan kaynaklanmakta : “1789 Kâmran Bey” takılması “89”a kadar kısalmış.
“89” deyince anlaşılıyor “Avukat Kâmran Bey”den söz edildiği. Ömer ise eylemci
bir işçi çocuğu. Okuyup avukat olmuş...
Devrimci bir küçük kentsoylu avukat
ile devrimci bir işçi avukatın bu tartışmalarından anlıyoruz ki, tartışılan
daha kapsamlı bir konu da olsa, eylemi hiçbir zaman denetimlerinde tutamadıkları
bilinen kuramsal kentsoylu ya da soylu ahlakına aldırış etmeden, gene “amaca
ulaşmak için her araç geçerlidir” görüşüne göre düşünülecek, “meslek namusu”,
ya da “mertlik", “hilesizlik" gibi kaygılara kapılınmayacaktır.
Ömer akşam olayı, sağlam bir
devrimci olan Sait Ustaya anlattığında, onun da, Kâmran Beye, bu davranışından
dolayı yakınlık duyduğunu görüyoruz. Yazarın da bu parçayı romana Kâmran Beyin
düşünüş tarzını sergilemek için eklediği belli...
Demek ki “amaç” olumluysa, “iyi,
haklı, doğru”ysa, Makyavelciliğe karşı çıkılmıyor...
Ama “iyi” ile “kötü” görecedir,
diyoruz...
Karşılıklı bir çatışmaya giren iki
yan da, kendi açılarından, kendi yorumlarıyla “iyi, haklı, doğru” olabileceklerine
göre, Makyavelcilik bütünüyle geçerlilik kazanmış olmuyor mu?
Ya da saltık bir ahlak var
demektir...
Peki, hangisi? Birinin,
“Öldürmeyeceksin!” dediği yerde, öbürü, “Vur pençe-i Ali’deki şemşîr aşkına”
diyor... Birinin yücelttiğini öbürü batırıyor...
Ahlak kurallarını toplumsal
konumların, çıkarların belirlediği çok açık, açık da...
Sonunda varılan nokta şu :
“Biz,
insandışı ve sınıflarüstü kavramlara dayanan her türlü ahlakı reddediyoruz.
Bunun toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin çıkarları uğruna işçileri ve
köylüleri aldattığını, kandırdığını, uyuttuğunu söylüyoruz.(...) Ahlak, insan
toplumunun daha yüksek bir düzeye vardırılması ve kendini emeğin
sömürülmesinden kurtarmasına yardımcı olma amacına hizmet eder.” (Anan :
Thomson, İnsanın Özü, ss. 132, 133)
Bu sözleri 1920’de Lenin söylemiş.
Ama o tarihten beri yaşanan onca çözülmeye, yozlaşmaya, gevşemeye karşın, aşağı
yukarı yüz yıl önce, Engels’in Avrupa için yaptığı bölümleme, nerdeyse bugün de
geçerli :
“Geçmiş
inanç dönemlerinden kalma Feodal-Hıristiyan ahlakı; iki ana bölümlemesi,
Katolik ve Protestan ahlaklan, onların da alt bölümlemeleri, Cizvit-Katolik ve
Ortodoks-Protestan’dan serbest ‘ileri’ ahlaklara kadar. Bunların yanı sıra
çağdaş kentsoylu ahlakı ile geleceğin proletarya ahlakı, öyle ki en ileri
Avrupa ülkelerinde bile geçmişin, bugünün ve geleceğin ahlakları üç büyük grup
olarak bir arada güçlerini sürdürüyorlar. Öyleyse doğru olan hangisi?” (Anti-Dühring,
International Publishers, 1939. pp. 103,104)
“Geleceğin ahlakı hangisiyse o,” demek
kolay da... Herkes kendi toplumsal konumu, kendi çıkarları açısından verecektir
bu sorunun yanıtını. Geleceği kendi özlemlerine göre çizecektir. Yukarda
söylediğimiz gibi, herkesin “amaç”ı kendince “iyi, haklı, doğru” olacağı için
de Makyavelcilik bütünüyle geçerlilik kazanacaktır.
Zaten öyle değil mi? Öyle de, işte,
üstü örtülü geçiliyor. Açık açık söylemiyor kimse...
Şu “görecedir” dediğimiz “iyi” ile
“kötü”nün, “görece” fazla savrulmayacak, genel bir tanımını bulamaz mıyız?
Erich Fromm şöyle diyor :
“Yaşama
hizmet eden her şey iyidir; ölüme hizmet eden her şey de kötüdür. İyilik
yaşama, yaşamı hızlandırmaya, gelişmeye ve açılmaya duyulan saygıdır. Yaşamı
boğan, kısıtlayan, paramparça eden her şey de kötülüktür.” (Aşağıda agy, s.
47)
Güzel de, bu sözler insandaki
eğilimlerin bir yönü için geçerli yalnızca. Yaşamseverlik ahlakının yanında bir
de “Yaşasın ölüm!” diye bağıranların ahlakı var... Onlara göre...
Erich
Fromm’un Sevgi ve Şiddetin Kaynağı adlı
kitabından parçalar okuyalım :
“Ölümseverlik
eğilimi olan insan yaşamayan, ölü olan her şeye, cesetlere, çürümüş şeylere,
dışkıya ve pisliğe büyük bir ilgiyle çekilen ve kendini kaptıran kişidir.
Ölümseverler hastalıktan, cenazelerden, ölümden söz etmekten hoşlanan
kişilerdir. Yalnızca ölümden söz ederken canlanırlar.” (ss. 38, 39)
“Ölümsever
kişi öldürene tutkundur; öldürülenlerden nefret eder.” (s. 40)
“Ölümsever
kişilere göre adalet, yanlışsız bir bölme işlemi demektir; bu kişiler,
kendilerince adalet saydıkları şey uğruna ölmeye ve öldürmeye hazırdırlar. ‘Yasalara
ve düzene’ taparlar yasayı ve düzeni tehdit eden her şey onların gözünde
yüce değerlerine karşı girişilmiş şeytanca bir saldırıdır.” (s. 41)
Bu eğilim, ölümseverlik eğilimi,
insandaki bir bozulmanın ürünü değil mi? Hasta değil mi ölümseverler?
İşkenceciler, Hitler’ler,
Eichmann’lar gibi aşırı örnekler düşünülürse, öyle... Onlara karşı koymak daha
kolay... Ne var ki ölümseverlik eğilimleri bireylerde değişik oranlarla ortaya
çıkıyor. Yaşamı değil de ölümü, gelişmeyi değil de yıkımı seven herkes hasta
izlenimi vermez. Hatta ölümseverliği sonradan açığa çıkan kimi önderler,
“yapıcı, koruyucu, kurtarıcı” kişiler olarak yücelip yığınları kendilerine
bağlayabilirler...
Şöyle diyor Erich Fromm :
“Öldürme
olanağı ve gücü bulamayan ama ölüm sevgisi kendini başka, yüzeysel ya da daha
zararsız biçimlerde belli eden birçok birey vardır. Buna bir örnek, hiç
durmadan çocuğunun hastalıkları, başarısızlıkları, geleceği için karamsar
varsayımlarla uğraşan annedir; bu anne, çocuğundaki olumlu değişikliklere sevinmez,
çocuğun neşesine karşı bir tepki göstermez, onun içinde gelişen yeni bir şeyi
de fark etmez.(...) Bu anne çocuğuna gözle görülür bir zarar vermez; ama onun
yaşama sevincini, büyümeye duyduğu inancını yavaş yavaş öldürür ve sonunda
çocuğuna da kendi ölümseverlik eğilimini aşılar.” (s. 42)
Ölümseverlerle yaşamseverler ayrı
dünyalarda yaşamıyorlar. Çoğunca iç içeler. Dahası ölümseverlik eğilimleriyle
yaşamsever- lik eğilimleri değişik oranlamalarla kişilerde birleşiyor.
“Katıksız
ölümsever delidir, katıksız yaşamseverse azizdir. İnsanların çoğunda
ölümseverlik ve yaşamseverlik eğilimlerinin özel bir karışımı görülür; önemli
olan, bu iki eğilimden hangisinin ağır bastığıdır.” (s. 48)
Öyleyse ahlakların biçimlenmesinde
ölümseverlik eğilimleri de etkili olmuştur, diyebiliriz...
Bu sözle ahlaklara karşı bir kuşku
ortaya vurulmuş oluyor. Bana öyle geliyor, size de öyle geliyorsa,
“Yaşamseverlik iyidir, ölümseverlik kötü” görüşüne katılıyoruz demektir. Açımız
belirleniyor. Yoksa ahlaklara ölümseverlik bulaşmış olabilir diye kaygılanmaz,
bu düşünceyi yüze çıkarmaz, bir kuşku duymazdık.
Öyleyse Erich Fromm’un yaşamseverler
açısından yaptığı tanıma “görece” olmayan bir “iyi” ile “kötü” tanımı diye
bağlanabiliriz :
Ne var ki “kötü”nün kötülüğünü
saptadığımız anda, iyilik adına, ona karşı çıkmak, onu yok etmek zorundayız.
Ölümsever- lik eğilimlerini engellemeli, bütün izlerini, etkilerini yeryüzünden
silmeliyiz. Yani yaşamseverliği korumak için ölümseverleşmemiz gerekiyor.
İyiliği korumak için kötü olmaya katlanmazsak, gene kötü oluruz. İşte bu,
Makyavelciliğin vargeli...
Kötüye karşı kötünün silahlarıyla
karşı çıkmak zorunluluğu...
“Ne acıdır
ki, bizler de başkaldırdığımız bu haksız anlayışa karşı, aynı yöntemleri
kullanarak savaşmak zorundayız.” (M. Komşu, Sirena, s. 184)
Öbür yanağımızı çevirsek?..
İyilikle?.. Belki... Çatışma böylesine büyümeden... Sömürü böylesine
örgütlenmeden...
“Yaşamsevgisinin
gelişmesi için gerekli koşulların arasında şunları sayacağım : Bebeklik
sırasında başkalarıyla sıcak ve şefkat dolu ilişkiler; özgürlük, tehditlerden
uzak olma; içte uyum ve güç yaratan ilkelerin — öğütlerle değil de örneklerle —
öğretilmesi; (...) toplumsal koşullara gelince, (...) ilkönce söz edilmesi
gereken en belirgin etken, hem ekonomik, hem de ruhsal açıdan, kıtlığa
karşı bolluk içinde olma durumudur. İnsanın enerjisinin çoğu saldırılara
karşı yaşamı savunmak ve açlıktan kurtulmak için harcanırsa, yaşam sevgisi
engellenir, ölüm sevgisi güçlenir. Yaşam sevgisinin gelişebilmesi için gerekli
başka bir toplumsal koşul da adaletsizliğin ortadan kaldırılmasıdır.
Bununla (...) bir toplumsal sınıfın ötekini sömürdüğü, doyumlu ve onurlu bir
yaşamı engelleyen koşulların insanlara zorla kabul ettirildiği (...) toplumsal
durumu belirtmek istiyorum. Son olarak, yaşam sevgisinin gelişmesinde önemli
bir koşul da özgürlük'tür. Ne var ki kısıtlayıcı siyasal
zincirlerden ‘özgür olmak’ yeterli bir koşul değildir. Yaşam sevgisinin
gelişebilmesi için bir şey ‘yapmak’ özgürlüğü gereklidir : Yaratma ve kurma
özgürlüğü, şaşabilme ve göze alabilme özgürlüğü.” (Fromm, agy, ss. 51, 52, 53)
Hem toplumsal, hem bireysel
koşullarıyla ölümseverlik eğilimlerini besleyen düzenlerde, insanlar,
kaçınılmaz olarak, kötülüğe karşı koymanın çaresini gene kötülükte görecek,
yaşam- severler de ister istemez ölümseverliğe yöneleceklerdir.
Doğası açısından, önceden, “ne iyi,
ne de kötü” denebilen insan, böyle düzenlerde elbette “nankör, dönek, (...)
düşüncesini gizleyici, tehlikeden-kaçıcı ve kazançta azgözlü” (Hükümdar,
s. 66) görünecektir. Başka türlü olması nasıl beklenebilir?..
Yaşadığımız dünyanın insanları da,
yüzyıllardır süregelen zulmün ürünleridir. Bazı dönemlerde, bazı bölgelerde iyi
kullanılmış zulmün, bazı dönemlerde, bazı bölgelerde ise kötü kullanılmış
zulmün ürünleri...
İnsanlık bir türlü insanlık
ülküsü’ne ulaşamıyorsa, ölümseverlik eğilimlerinden kurtulamıyorsa, bunun
başlıca nedeni, çıkar çatışmalarında, yüzyıllardır insanın insana uyguladığı
zulümdür. Giderek bu zulümden tat alınmaya başlanmış, sadist, mazoşist
eğilimler ağırlık kazanmış, toplumsal olaylardan, sporlara kadar, her alanda,
acı çektirmenin, acı çekmenin yayıldığı, arandığı, dolayısıyla, paraya
dönüştürüldüğü görülmüştür.
Durgun batak, leş kokulu batak!
Atımı getirin benim, kır atımı!
Atımı getirin benim, kır atımı!
İyi de, bu bataktan “dörtnala” nasıl
çıkılacak?.. İnsanlar dayanılmaz düş kırıklıkları içinde bocalarlarken?..
Mehmet Komşu, yukarda bir tümcesini
alıntıladığım, Sirena adlı romanına “Önsöz Yerine” dört satır koymuş :
“Uğruna
öldüğümüz özgürlük ideallerimize ne oldu? Bu değişen dünyayla onlar da mı
değişti? Eğer öyleyse, bu inançlarımız için yüzyıllardır çekilen acıların
hiçbir anlamı kalmadı mı?” (s. 5)
Kalmadı mı?
Bu soru ölümseverlik bildirgesi
gibi...
Romanın ortalarına doğru bir yerde
ise şu sözler yer alıyor :
“Sıradan bir
insan olarak yaşamak ne güzel. Neler olup bittiğini anlamadan, yoksulluktan
kurtulmak için iyi bir iş aramak, güzelce sayılabilecek bir kadınla evlenmek,
akşamları sulusepken bir televizyon filmi seyretmek, çocukların üstü başı, ya
da eve alınacak yeni eşyalar, ya da iyi bir yaz tatilinin düşü üzerinde
konuşmak, bir daire almak için biriktirilecek para ve geleceğe yönelik
planlarla geçecek bir yaşam. Akşamları da yemekle içilen birkaç kadehle, günün olayları
üzerine şöyle çok bilmişçesine bir şeyler söylemek.
“Gerçekleri
bilmenin insana verdiği o delice sıkıntıdan, cezaevlerinin, soğuk ve insanı
ürperten hücrelerinin verdiği korkudan, nereden vuracağı belli olmayan bir
silahın her an üzerinde dolaşan gölgesinden, dostlarımızın ve arkadaşlarımızın
morgun beton masaları üzerine yatırılmış kanlı cesetlerinin, o insanı kahreden
görüntülerinden, gizli avlularda kurulmuş idam sehpalarından, çamurlu sokaklar
ve paslı tenekelerle örtülü gecekondularda yaşayan insanlardan, bozkır
tozlarının örttüğü toprak damlı evlerde oturan yoksul köylülerden, kömür ve
mazot dumanları ile kararmış eski binaların, o izbe ve rutubet kokulu ıslak
bodrumlarında yaşamlarını tüketen, terk edilmiş ihtiyarlardan, birçok kişinin,
uykunun o doyumsuz kollarında olduğu sırada, batakhanelerin o insanın midesini
bulandıran havasım soluyan ve yüzünün beyazlığını renkli boyaların arkasına
saklayan kadınlardan habersiz bir yaşam.
“En kolayı
da, bütün bunları tanrının kutsal takdirinin kaçınılmaz bir gerçeği olarak
kabul etmek.
“Bizim
yanılgımız neydi?” (ss. 84, 85)
Beş sayfa arkada :
“Oysa her
şey son derece basitti. Birilerinin daha iyi yaşaması için, diğerlerinin daha
kötü yaşaması gerekiyor. İşte, gerçek bu kadar açık ve seçikti. Dünyadaki yaşam
sürdükçe, hep birileri diğerlerinden daha iyi ve farklı yaşamak isteyecek,
bunun için de kuşkusuz elinden geleni yapacak. Diğerlerinin arasında kalan
birkaç kişi de, bu haksız farklılığa başkaldıracak. Daha önce de olduğu gibi,
bundan sonra da böyle olacak. Benden sonra, benim yerimi alacak biri mutlaka
olacağı gibi, onların yerini alacak birileri de her zaman bulunacak.” (s. 90)
Mehmet Komşu’nun Sirena'sı
“yeniden doğan özgürlük sevincinin öyküsü” olmanın ötesinde, yaşamseverlik
eğilimleriyle eyleme geçen bir devrimcinin umutsuzluğa kapılarak nasıl ölüm
severliğe yöneldiğini de sergiliyor :
“Bir tek
şeyin gerçek olduğuna inanıyorum, o da, ölümün bütün acıların sonu olduğuna.”
(s. 177)
Evet, insanlar dayanılmâz düş
kırıklıkları içinde bocalarlarken, bu bataktan “dörtnala” nasıl çıkılacak?
Ölümseverlikten yaşamseverliğe nasıl geçilecek? Maçlarda “Ölmeye geldik!” yerine
“Yaşamaya geldik!” diye bağırmak insanımızın içinden ne zaman gelecek?
Ölümseverlik ırmağında boğulmadan, kim, nasıl ulaşacak karşı kıyıya?
Çıkarları sömürüye, baskıya bağlı
olanlar, “Haydi artık yeter, biraz da insanca yaşayalım!”
demeyeceklerine göre, istenmese de, bir savaşıma girilecek... Bu savaşımda
yaşamseverliği savunanların da ölümseverlik eğilimleri güçlenecek... Kim üstün
gelirse gelsin, yenen yenileni baskı altında tutmak zorunda kalacak...
Kısacası, yaşamseverlik kazansa da ölümseverliğe dönüşmüş olacak...
“Şu karşı kıyıya geçene kadar
ölümsever olalım, sonra gene yaşamsever oluruz...” Ne var ki bir düğmeye basıp
“Çıt!” diye değiştirilemiyor insanların eğilimleri...
Hayvanlar gibi, davranışları
doğuştan hazır olarak dünyaya gelmiyor insan. İçine doğduğu kültür çevresine
göre biçimleniyor. Yaşam koşullarıyla, eğitimle, öğrenimle oluşuyor
davranışları, ahlakı, kişiliği... Bir kez oluştuktan sonra da kolay kolay
değişmiyor. Ya uzun süreli, ya da çok çarpıcı, sarsıcı etkiler gerekli
değişmesi için. Ölümseverlik eğilimleri ağır basan bir kişinin, birdenbire
yaşamseverlik eğilimleri ağır basan bir kişiye dönüşmesi hiç de kolay değil;
olanaksız bile denebilir...
“İyi, haklı, doğru” amaçlara
yönelirken, “Her savaşımda Makyavelcilik kaçınılmazdır, amaca varmak için
her araç geçerlidir!” diyerek yola çıkanlar, yandaşlarını ölümseverlik
eğilimleri ağır basanlardan seçenler, gençlerin eğitimlerini, öğrenimlerini,
kavgada güçlü, acımasız olmaları için, nefrete, intikama, şiddete
dayandıranlar, başarıya ulaşıldığında, ortada “iyi, haklı, doğru” hiçbir şey
kalmadığını, savaşım sona erince söneceği sanılan ölümseverlik eğilimlerinden
bir türlü kurtulunamadığını gördüklerinde hiç şaşırmamalıdırlar...
Savaşların eşiğinde bile insanları
yaşamseverlik ilkelerine göre eğitmek gerekir.
“Ne acıdır
ki, bizler de
başkaldırdığımız bu haksız anlayışa karşı, aynı yöntemleri kullanarak savaşmak
zorundayız.” Evet, ne acıdır ki!..
İnsanlar, haklı haksız, her savaşın
kötü olduğunu bilmelidirler...
Sövmeyi, itişip kakışmayı, dövüşmeyi
öğrenmesin diye, çocuğunu sokağa bırakmak istemeyen anneye doktor çıkışıyor :
“Olur mu öyle şey! Koyverin
sokağa!.. Dövüşsün de, sövüşsün de!.. Siz hangi topluma çocuk
yetiştiriyorsunuz!?”
Gerçekçi bir yaklaşım olduğu,
çocuğun yaşayacağı topluma ayak uydurmakta zorlanmamasına yönelik bir öğüt
olduğu kesin, ama temelinde Makyavelcilik yatıyor bu anlayışın...
“Nasıl
yaşandığı ile nasıl yaşanması gerektiği arasında o kadar fark var ki, yapılanı
yapılması gereken için bırakan bir kimse varlığını korumaktan ziyade yok olmayı
öğrenmiş olur; çünkü her yönde iyilik gütmek isteyecek bir kimsenin, iyi
olmayan o kadar kimse arasında, yok olması tabiidir.” (Hükümdar, s. 61)
Kanımca, bu tür bir gerçekçilik
insanlığın bütün kurtuluş yollarını kapatmaktadır. Bu tür kaygılarla eğitim
alanına girilince insanlardaki ölümseverlik eğilimleri ağırlık kazanacak, dünya
sonu gelmez bir çıkar savaşımının acımasızlıklarında büsbütün kana
bulanacaktır.
Makyavelcilik üzerine
kurulu bir eğitim, öğrenim düzeni asıl bu — “yok olmayı öğrenmek”tir...
İnsanlık “iyi, haklı, doğru”
amaçlarına yönelirken, Makyavelci gerçekçiliğe boyun eğmemenin, ölümseverliğe
yönelmemenin çarelerini aramak zorundadır...
“Gücümü gerçekleri
görebilmemden, düşüncelerimin doğruluğundan, yaşama, insanlara duyduğum
sevgiden, daha iyi bir geleceği özlemekte yığınların yanında olmamdan alıyorum...” diyebilmek...
(Adam Sanat, Haziran
1990)
“Görece” sözcüğünü kullanmadan
anmadığımız “iyi” ile “kötü” konusunun “görece fazla savrulmayacak, genel bir
tanımını” bulmuştuk Erich Fromm’da :
“Yaşama
hizmet eden her-şey iyidir; ölüme hizmet eden her şey de kötüdür.” (Sevgi ve
Şiddetin Kaynağı, s. 47)
Daha önce de, daha sonra da, araya
hep bir “görece” sokarak dö ıüp dönüp geldik bu konuya. Bir ara Makyavelciliğin
vargeline düştük : “İyiliği korumak için kötü olmaya katlanmazsak, gene kötü oluruz.”
(Çağdaşımız Makyavel, s. 238) Başka bir yerde şöyle dedik: “Ne yandan
baksak, bu işe iyilik-kötülük diye yaklaşmanın yanlışlığı ortaya çıkıyor.”
(Çağdaşımız Makyavel, s. 245) Sonunda ise “Evrensel insanlık değerleri”
sözüne gelip dayandık :
“Böylece
birtakım saltık değerlerin varlığını mı savunmuş oluyoruz?
“Öyle de
denebilir... İyice irdelenmesi gereken çetin bir konu...” {Çağdaşımız
Makyavel, s. 268)
Böyle bir söz ettikten sonra iyi ile
kötü üzerinde durmam, bu konuyu iyice irdelemek özleminde olduğum izlenimini
yaratabilir. Oysa bu konunun iyice irdelenmesi ancak felsefe öğrenimi görmüş
kişilerin yapabileceği bir iş. Ben, sadece, yazılarımda ortaya attığım
sorulara, daha çok sağduyuya yaslanarak birtakım yanıtlar verirken, eytişimsel
düşünce yolundan çok uzaklara düşüp düşmediğimi araştırmak istiyorum.
“Öyle de denebilir...” sözü başka
bir yorumun da bulunabileceğini deyimliyor. “Evrensel insanlık değerleri” her
zaman, her yerde geçerli saltık değerler mi? Böyle saltık değerlerin varlığını
kabul edince fizikötesi düşünce alanına mı kaymış oluyoruz?
Önce önümüze bir iki kitap alıp
eskileri karıştıralım, serbest çeviriler, alıntılarla, genel bilgilerden
özetlemeler yapalım, yüzyıllar yılı neler denmiş bakalım bu iyi ile kötü
konusunda.
Birtakım düşünürler öncesizlikten
sonrasızlığa değişmeyecek saltık ölçütler aramışlar. İnsanların büyük çoğunluğu
da bu tür ölçütlere inançla bağlanmış. Örnekse İbranilerin On Emir'i bütün zamanlara, bütün yerlere
egemen olan Tanrı’nın koyduğuna inanılan ilkeleri getirir :
“Seni Mısır
ülkesinden, tutsaklık yurdundan çıkaran Tanrın Rab benim.
“Karşımda başka
tanrıların olmayacak.
“Kendin için oyma put
yapmayacaksın; yukarıda, göklerde olanın, aşağıda yerde olanın, yerin altında
sularda olanın suretini yapmayacaksın; onların önünde eğilmeyeceksin, onlara
tapmayacaksın; çünkü ben, senin Tanrın Rab, benden nefret eden babaların
günahını çocuklar üzerinde, üçüncü kuşak üzerinde ve dördüncü kuşak üzerinde
arayan ve beni seven, buyruklarıma uyanların binlercesine iyilikte bulunan,
kıskanç bir Tanrıyım.
“Tanrın Rabb’in adını
boş yere ağza almayacaksın; çünkü Rab, adım boş yere ağza alanı suçsuz
tutmayacaktır.
“Sebt gününü kutsamak
için onu hatırında tut. Altı gün çalışacaksın ve bütün işlerini yapacaksın; ama
yedinci gün Tanrın Rabb’e Sebt’tir; sen ve oğlun ve kızın, erkek ya da kadın
hizmetkârın ve hayvanların ve evindeki konukların hiçbir iş yapmayacaksınız.
“Tanrın Rabb’in sana
verdiği topraklarda ömrün uzun olsun diye babanı ve anneni say.
“Öldürmeyeceksin.
“Zina etmeyeceksin.
“Çalmayacaksın.
“Komşuna karşı yalan
tanıklık etmeyeceksin.
“Komşunun evine,
karısına ve erkek ya da kadın hizmetkârlarına ve öküzüne ve eşeğine ve onun
hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin.” .
Bu ilkelerin t. Ö. 16. ile 13.
yüzyıllar arasında belirlendiği söyleniyor. Musevilerle Hıristiyanlar bunları
Tanrının Musa Peygambere Sina Dağında bildirdiğine inanırlar.
Öbür uçta duran düşünürler ise iyi
ile kötünün görece olduğunu, zamana, yere, koşullara göre değişik
değerlendirmeler olabileceğini savunurlar. Örnekse yalan söyleyerek bir
kötülüğü önleyebilirsiniz. Birisi bir başkasını öldürmek için arıyordur, nerede
olduğunu size sorar, bildiğiniz halde, “Bilmiyorum,” dersiniz. Söylediğiniz
yalanla bir can kurtarmış, yani yalan söylemekle kötülük değil, iyilik etmiş
olursunuz.
Bu iki uç arasında (saltıkçılarla
görececiler arasında), birçok düşünür ilginç görüşler öne sürmüşlerdir.
Efesli
Herakleitos (İ.Ö. 6-5. yüzyıllar) iyi ile kötüyü bir uyum içinde görerek oluş’u
karşıtların çatışmasının sonucu olarak değerlendirir, “hiçbir tanrı ve insan
tarafından yaratılmamış ve hep böyle süregelmiş, hep böyle süregidecek” bir
varlık düzeninden söz eder. Bu filozofa göre, evrende değişmeyen, başkalaşmayan,
karşıtlarıyla birleşmeyen hiçbir şey yoktur : “Her şey akıp gider. Aynı
ırmağa iki kez giremezsin.” Biz ancak karşıtlıkları, iyi ile kötüyü
görürüz. Oysa bunların uyumunu görebilmek, her şeyi kapsayan yasaya, evrensel
ilkeye göre yaşamak gerekir.
Sofistlerin konuyu ele alışları ise
bütünüyle insana dönüktür. Protagoras (İ.Ö. 5. yüzyıl) “İnsan her şeyin ölçüsüdür,” der.
Demek ki iyi ile kötünün de ölçüsü
insan, yani bireydir. Öyleyse her birey neyin iyi, neyin kötü olduğuna kendi
karar verecektir. Dışardan zorlanacak kurallar, yasalar yoktur. Ahlak
alışkanlıklardır. Herkes istediği gibi yaşamalıdır. Birinin iyi dediğine, bir
başkası kötü diyebilir. Öznellik, bireycilik adına dış baskılara yönelik bu
karşı çıkış, aşırılığıyla yadırgansa da, düşünceye verdiği önemle, insana
güveniyle' çok ilginçtir.
Sokrates
de (İ.Ö. 5. yüzyıl) bir yönüyle
Sofistlere benzer: Geleneklere, törelere, yerleşik ahlak kurallarına, insana
dıştan zorlanan değerlere boyun eğmez. O da insanın her şeyin ölçüsü olduğu
kanısındadır. Ama iyi ile kötünün temel ilkeleri bulunması gerektiğini, bu
değerlendirmenin bireye bırakılamayacağını düşünür. Bireyci değildir. İyi
nedir? Bütün evrene ölçüt olabilecek yüce iyilik nedir? Sokrates bu sorulan
“Bilgi” diye yanıtlar. Bir kimse iyiliği bilirse ona uyacaktır. Hiç kimse
kötülüğe gönüllü değildir. Onun için de sürekli aramak, “iyi”nin ne olduğu
konusunda bilgi edinmeye çalışmak gerekir. Yaşamın amacı budur, iyinin ne
olduğunu bulmaya çalışmaktan daha değerli bir şey olamaz.
Platon’a
göre (İ.Ö. 5-4. yüzyıllar) duyular dünyası gerçekdışı, akıp giden, değişen bir
dünyadır; kötüdür. An, değişmeyen düşünceler (ideler) dünyası ise iyidir. İnsan
bu gerçek dünyayı ancak us yoluyla tanıyabilir. Demek ki us insan için en yüce
iyiliktir. Yaşamın amacı ruhu bedenden kurtarıp gerçek düşünceler dünyasına
ulaştırmaktır. Bu akıp giden, değişen gölgeler dünyasında da insan ancak bütün
davranışlarını usuyla yönlendirirse mutlu olabilir. Bedensel açlıkların,
özlemlerin usla denetlenmesi gerekir. Us iyiliktir, usla denetlenmeyen
bedensel açlıklar, özlemler ise kötülüktür.
Aristoteles’e
göre (İ.Ö. 4. yüzyıl) evrende her
şeyin amacı kendini bütünüyle gerçekleştirebilmektir. Her şey öteki şeylerden
başkadır; belirli yetenekleri, yetkinlikleri vardır. Bu yetenekleri,
yetkinlikleri bütünüyle gerçekleştirebilen şey iyidir. İnsanın belirleyici özelliği
ise usudur. Bu yetkinlik yalnız insanda vardır. Demek ki insan için en yüce
iyilik, usunu bütünüyle gerçekleştirebilmektir. İnsanın öbür yönleri,
duygular, özlemler, bedensel açlıklar usla tam bir uyum içinde olmalı, usun
denetimine girmelidirler. Ölçülülük, ılımlılık, dengelilik iyidir. Böyle davranmaya
insanın dışardan zorlanması gerekmez, usunu bütünüyle gerçekleştirmiş olması
onu içinden gelerek böyle davranmaya yönlendirecektir.
Epikuros’a
göre (İ.Ö. 4-3. yüzyıllar) bütün insan davranışlarının amacı hazdır, mutluluk
herkes için en yüce iyiliktir. Ama hazlar seçilirken dikkatli olunmalıdır. Bazı
hazlar sonunda insana acılar getirebilir. Hazları usa uygun bir tarzda
tatmalıdır.
Hazlar üç çeşittir: 1. Tadılması
gereken hazlar; 2. Göz yumulması gereken hazlar; 3. Sakınılması gereken hazlar.
“Doğal ve zorunlu” olan hazlar tadılmalı, “doğal” ama “zorunlu ” olmayan
hazlara göz yumulmalı, “doğal ve zorunlu” olmayan hazlardan ise kesinlikle
sakımlmalıdır. Ayrıca Epikuros’a göre zihinsel hazlar bedensel hazlardan daha
üstündür.
Stoacılar
(İ.Ö. 4-3. yüzyıllar) insan için
en yüce iyiliğin evrene uyum sağlamak olduğunu söylerler. İnsan evrenin bir
parçasıdır. Evrende yönetici güç us olduğuna göre, insanları bireysel
davranışlarında da us yönetmelidir. İnsan evrenin yasalarına boyun eğmeli,
doğaya uymalıdır. İyi insan doğaya uyarak yaşayan, davranışlarını evrensel usun
bir parçası olan usuyla denetleyen insandır.
Felsefede dinlerin baskısı arttıkça
iyi ile kötü arasında kesin karşıtlıklar öne çıkarılmaya başlar. Örnekse
Philo’ya göre (İ.S. 1. yüzyıl) Tanrı bütün iyiliklerin, madde ise bütün
kötülüklerin kaynağıdır. Gene insanın usu, ya da ruhu iyiliklerin, bedeni ise
kötülüklerin yatağıdır. Böylece, insanın amacı bedeninden (günahlarından)
arınıp Tanrıya (iyiliğe) ulaşmak olarak belirlenir.
Apolojistler
(İ.S. 2. yüzyıl) Tanrının
insanı iyi olarak yarattığını, ama onun Tanrıdan yüz çevirip bedene yöneldiğini
söylerler. Böylece günah (kötülük) ortaya çıkmıştır.
Aziz
Augustinus (İ.S. 354-430) Tanrının
bütünüyle iyilik olduğu, eksiksizlik olduğu inancındadır. Tanrı evreni
yokluktan yaratmıştır. Bu doğruysa, nasıl olur da iyi bir Tanrı, her şeyi
yapabilecek güçteyken, içinde kötülük olan bir evren yaratır? Bu soruyu ortaya
atan Augustinus yanıtını
şöyle verir: Evrende her şey iyidir. Bize kötü gibi görünen şeyler de evrenin
bütünlüğü içindeki yerlerinde iyidirler. Bir resmin güzelliğine gölgelerle
karanlık köşelerin de katkısı vardır. Bunlar resmin bütünlüğünden çıkarılıp
parçalar olarak izlenirlerse kötü görünürler. Ama resmin içinde bütünün
güzelliğine katkıda bulunurlar. Evrende gördüğümüz kötülükleri Tanrı evrenin
bütününü güzelleştirmek için yaratmıştır. İnsan dünyadaki hazlara sırtını dönüp
kusursuz iyiliğe, Tanrıya yönelmelidir.
Skolastikler iyi ile kötü sorununu
Aziz Augustinus gibi ele alırlar.
Fransız
filozofu Petrus Abaelardus (Pierre Abelard, 1079- 1142) biraz
değişik bir yaklaşımla, doğru ya da yanlış davranışların, davranışın
kendisinde değil, davranışı yapanın niyetinde değerlendirilmesi gerektiği görüşünü
savunur. Birisi bir başkasından bir şey çalarsa, çalma olayı kendi içinde iyi
ya da kötü değildir. Çalan bu hırsızlığı iyi niyetle yapmışsa, yaptığı iş
iyidir. Bir kimse iyi bir iş yapmak niyetiyle kötü bir iş yaparsa günaha
girmez. Böylece iyi ile kötü sorunu insanın vicdanına kalmaktadır. Yüce
iyiliğe, yani Tanrıya, insanı kendi erdemliliği götürecektir. Yüce kötülük ise
Tanrıdan kopma, Tanrıya karşı çıkmadır.
Skolastik
filozofların en büyüğü sayılan Aquinah Tommaso’ya göre (1225-1274) Tanrı her
şeyi, bu arada insanları da, belirli bir amaçla yaratır. En yüce iyilik bu
amacı gerçekleştirmektir. İnsan niçin, hangi amaçla yaratılmış olduğunu
anlarsa, Tanrının iyiliğini bulmuş olur. En yüce davranış us ya da inanç
yoluyla, en yüce noktasında da sezgiyle Tanrıya ulaşmaya çabalamaktır. Bir
manastırda kendini Tanrıya adayarak yaşayan insan ülküsel (ideal) insandır.
Alman
filozofu Johann Eckhart (1260-1327) Tanrının bütünlüğü üzerinde durarak insanın
bireyciliğini bütünden kopma, dolayısıyla kötülük olarak değerlendirir. Tanrıyı
gören insanın kendisi için ölüp Tanrıya gömülmesi gerektiğini söyler. İyilik
yapmakla iyi olunmaz, kendini Tanrıda yitirmekle iyiliğe ulaşılır.
Buraya
kadar okuduklarımızdan iyi ile kötü sorununa doyurucu bir yorum yapılamadığı,
uygulamaya yön verecek bir açıklığa ulaşılamadığı, en önemli soruların kaçamak
yanıtlarla geçiştirildiği, genellemelere sapıldığı görülüyor. Din alanında
ise, özellikle kafaları kurcalayan, iyi Tanrının kötülüklerle dolu böyle bir
dünyayı, nasıl olup da yarattığı konusu boşlukta kalıyor. Gerçi eski
Hıristiyanlıkta Tanrının yanı sıra ona başkaldıran Şeytan da işlenir. İnsanın
karşısında eğilmek istemeyen Şeytan (Başmelek) insana düşman kesilmiş, onu
Tanrı buyruğundan saptırıp günaha sokmuş, böylece de dünyaya kötülüğü
getirmiştir. Tanrı iyiliklerin bağışlayıcısı, Şeytan kötülüklerin
zorlayıcısıdır. Ama bu durumda da yanıtlanması güç bir soru var : “Şeytanı
Tanrı yaratmadı mı?”
Hıristiyanlık bütün zamanlar, bütün
yerler, bütün koşullar için geçerli saltık kötülüklerin neler olduğunu, başta
verdiğimiz On Emir'deki gibi, çeşitli düzenlemelerle, inananlarına hep
sunmuştur. Örnekse, Aquinalı Tommaso’nun yaptığı günahlar sıralaması şöyle: 1. Kibir; 2.
Açgözlülük; 3. Şehvet, aşırı ve yasaklanmış cinsel istek; 4. Kıskançlık; 5.
Oburluk ve ayyaşlık; 6. Öfke; 7 Tembellik.
I.S. 7.
yüzyılda kurulan İslam’da da günahlar
çeşitli bakımlardan sınıflandırılır. “Hayr” ile “Şerr”in Tanrıdan olduğu
inancı İslam bilgeleri arasında tartışmalara yol açmıştır. Tanrıya karşı işlenen
günahlar (namaz kılmamak, oruç tutmamak gibi), kullara karşı işlenen günahlar
(zekât vermemek, sözünde durmamak, adam öldürmek gibi) bölümlemesi en genel
bölümlemedir. Başka bir sınıflamaya göre günahları büyük (kebire), küçük
(sagire) olarak ikiye ayıranlar bunların sayılan ya da neler olduğu konularında
tam bir anlaşmaya varmış değillerdir. Büyük günahların 17 tane
olduğunu söyleyenler şöyle bir sıralama yaparlar : Kalbe ilişkin (4) : Tanrıya ortak koşmak, günahta ısrar,
Tanrının bağışlamasından umut kesmek, azabından emin olmak. Dile ilişkin (4) :
Yalancı tanıklık, namuslu kadına zina iftirası, bir hakkı iptal eden yalan
yemin ve sihir. Mideye ilişkin (3) : İçki kullanmak, yetim malı ve faiz yemek.
Ele ilişkin (2) : Hırsızlık ve adam öldürmek. Edep yerine ilişkin (2) : Zina ve
homoseksüellik. Ayaklara ilişkin (1) : Savaştan kaçmak. Bütün bedene ilişkin
(1) : Ana babaya başkaldırmak.
Kimi
bilgeler günahların insan yapısında yer alan dört nitelikten kaynaklandığını
söylerler : Rablık, Şeytanlık, Hayvanlık, Yırtıcılık. Rablık herkese üstün olma, kibir, övünme, övgü
bekleme, zenginliğe düşkünlük gibi eğilimlerin; Şeytanlık çeke
memezlik, hile, aldatma, kötülük, bozgunculuk, azgınlık gibi eğilimlerin; Hayvanlık
aşırılık, saldırganlık, yemeye, cinselliğe aşırı düşkünlük gibi
eğilimlerin; Yırtıcılık öfke, kin, vurup kırma, öldürme gibi
eğilimlerin kaynağıdır.
Küçük günahları ise belirlemek,
sıralamak olanaksızdır. Bunlar önemsiz değildirler, bunlardan kaçınılmazsa
büyük günah özelliği kazanırlar.
İslam’a göre bütün insanlar doğuştan
günahsızdır, ama peygamberler dışında herkes günah işleyebilir. İnsandan beklenen
hiç günah işlememesi değil, işlediği günahta direnmemesi, tövbe ederek ondan
arınmasıdır.
Görüldüğü gibi, dinler iyi ile
kötüyü olabildiğince dizgeli bir biçimde sınıflamaya, neyin iyi, neyin kötü
olduğunu açık açık ortaya koymaya özen gösteriyorlar. Bütün zamanlar, bütün
yerler, bütün koşullar için geçerli saltık değerler saptayıp bunlara inançla
bağlanılmasını, Tanrının her zaman, her yerde, her şeyi gördüğünü söyleyerek
sağlamaya çalışıyorlar.
İyi ile kötü sorununu çağcıl felsefe
de ele almıştır.
Thomas
Hobbes (1588-1679) evrendeki
temel etkenin devinim olduğu görüşündedir. Onun düşünüşünde iyi ile kötü
sorunu da bir devinim sorunudur. Devinim başarılıysa haz, başarısızsa acı
verir. Bir insana haz veren şey iyidir; acı verense, kötü. Böylece iyi ile kötü
insandan insana değişebilir. Öyleyse saltık iyi ya da kötü yoktur. İkisi de
insanın belli koşullar altındaki durumuna bağlıdır, insandaki değişmeyle iyi
şeyler kötü, kötü şeyler de iyi olabilir.
Descartes’a
göre (1596-1650) Tanrı
kusursuzdur, bizi yanılgıya sürükleyemez. Biz kendimiz yanılgıya düşer, kendi
yanlış işlerimizin acısını çekeriz. Demek ki Tanrının insana verdiği iyiyi
kötüden ayırma gücü yeterli değildir. Yargı verecek durumda değilken verdiğimiz
yargılarda genellikle yanılır, iyi yerine kötüyü seçeriz.
Spinoza’nın
(1632-1677) kuramı da
aşağı yukarı aynı doğrultudadır. Yanılma bilgi eksikliğindendir. Bilgiye
dayanmadan girişilen devinimler özlenmeyen sonuçlar doğurur, acı getirir. Her
bireyin temel çabası kendini esirgemek, bozulmadan korumaya çalışmaktır. Bu
çaba iyidir. Bu çabayı önlemeye yönelen her şey kötüdür. Ama bu çaba usa dayalı
olmalıdır. Salt çabalamak yetmez, ne yaptığını, yaptığının getireceği sonuçlan
bilmek gerekir. En büyük mutluluk insanın yaptığını çok iyi anlayabilmesidir.
Kendi çabamızı anladıkça, Tanrının görünümleri olduğumuz için, çabamızın
gerçekte Tanrının çabası olduğunu görürüz; çünkü biz Tanrıyız. İnsan için en
büyük iyilik bu algılamadır; böylece kendini sevmekle Tanrıyı sevdiğini anlar.
John
Locke (1632-1704) bütün
bilgilerin dışımızdan geldiğine, bebeklikte boş bir kâğıt gibi olan beynimize
yazıldığına inanır. İyi ile kötü kavramları da böyle gelişir. İnsanlar aynı
deneyimlerden geçerek aynı sonuçlara ulaşırlar. Sonunda birtakım şeylerin iyi,
birtakım şeylerin de kötü olduğu üzerinde görüş birliğine vapılır. Üstelik ana
babalarımız da daha ilk günden başlayarak bize sürekli neyin iyi, neyin kötü
olduğunu anlatırlar. Sonradan bunların içimizden doğduğunu sanırız. Vicdan
Tanrısal bir gücün değil, uzun süre taşıdığımız bu düşüncelerin ürünüdür. Haz
ile acı insanda doğuştan vardır. Mutluluk hoşumuza gider, acıdan kaçarız. Onun
için de mutluluk getiren şeylere iyi, acı getiren şeylere kötü deriz. Ama
herkes aynı şeylerden mutlu olmaz. Bu nedenle yasalar konmuştur. Tanrının
yasaları ödevleri, günahları belirler; yönetimin yasalan suçları belirler;
toplumsal çevrenin yasaları saygınlığı, dışlanmayı belirler. İnsan bütün bunlan
deneyimleriyle öğrenir, bilgilenir, kişisel çıkarlarını korur : İnsan iyidir,
çünkü iyi olmak ona kişisel hazlardan en büyük payı verir.
Locke’u izleyen kimi filozoflar,
araya başkalarının mutluluğunu da katarak, ahlakı bireyin kendi mutluluğuna
olduğu kadar, başkalarının mutluluğuna da dayandırmışlardır.
Richard
Cumberland (1631-1718) insanın
bütünüyle bencil olmadığını, temelde başka insanlara sevgi duyma eğilimi içinde
olduğunu söyler. İyi ile kötünün değerlendirilmesinde topluluğun mutluluğu
belirleyicidir.
Francis
Hutcheson (1694-1746) ahlak ölçütü
olarak bir eylemin “insanlığın yararına olup olmadığı”na bakmak gerektiğini
savunur. Bu filozofun “En çok sayıda kişiye, en yüksek düzeyde mutluluk” sözü
Yararcılık (Utilitarianism) akımının temel ilkelerinden biri olmuştur.
G. W.
Leibniz (1646-1716) Tanrının
iyiliği ile dünyadaki kötülükler arasındaki çelişki üzerinde durur, “iyimser”
bir açıklama arar. Dünya kusursuz değildir, ama “olabilecek en iyi dünya”dır.
Bu dünyadaki kötülük insanın öz bakımından sınırlı yaratılmışlığının sonucu
fizikötesi bir kötülüktür. Fizik kötülükle ahlaksal kötülük ise, bu fizikötesi
kötülüğün kaçınılmaz sonuçlandır. Kötülük ayrıca iyiliğin ortaya çıkmasına da
yardımcı olur; bir resimde renkleri canlandıran, güzelleştiren gölgeler
gibidir. Üstelik insanın ruhunda yaratılıştan gelen birtakım ilkeler vardır
ki, bunlar mantıkla izlenirse bir iyi ile kötü ölçütüne ulaşılabilir. Hazzı
arayıp acıdan kaçmamız bu ilkelerden biridir. Ama çoğu zaman insanlar bu
yaratılıştan gelen ilkelere boyun eğmez, tutkularına, aşırı eğilimlerine
kapılarak iyi ile kötüyü değerlendiremezler.
Immanuel
Kant (1724-1804) için ahlak
yasası insan usunun, kendi kendine, zorunlu ve genel geçer kurallar koymasıdır.
“Öyle davranın ki, davranışınızı yönlendiren düzgü evrensel bir yasa
olabilsin.” Bir eylemi belirleyen ilke, bütün insanlar için geçerli bir
yasa haline getirilince hâlâ geçerliğini koruyabiliyorsa, özgür ve dolayısıyla
ahlaklı bir eylemin ilkesi olabilir. Ahlak yasası insan düşüncesinde önseldir (a priori), onun için de
bir insan iyi niyetle davranırsa, davranışı iyi olur. “İnsanlığa kendi
kişiliğinizde de, başkalarında da, her durumda, bir amaç olarak bakmalısınız,
hiçbir zaman bir araç olarak değil.” Her insanın, bütün insanlarla paylaştığı
“insan onuru”nu kendi benliğinde koruması bir ödevdir; ancak bu nitelikteki
eylemler ahlaklıdır.
Kant’ı
izleyen J. G. Fichte (1762-1814) insanın kendi içinde bir ahlaksal değer olduğu
öğretisinden yola çıkarak dinlerin bu önsel ahlak yasasının tanrısal olduğuna
inanılmasını, böylece güç kazanmasını sağladığını ileri sürer. İnsan doğruyu
anlamak için zekâsını geliştirmelidir. Bilgisiz insan iyi olamaz. Ahlak
yasasına saygı duymak yetmez. Ahlak, ya da iyilik, bir kez kazanılınca hep
süren bir şey değildir; bilgili insanın her durumda ahlak yasasının isteklerine
göre davranmasını sağlayan sürekli bir çabadır. Fichte için bilgi ahlakın onsuz
olmaz bir parçasıdır.
Schopenhauer (1788-1860) yaşam isteminin dünyadaki bütün savaşımın, dolayısıyla
da kötülüklerle acıların nedeni olduğunu söyler. Kör istemlerin birbiriyle
savaşıma girdiği, güçlünün güçsüzü öldürüp yok ettiği bir dünyada kötülük
egemendir. Yaşama istemi bencilliği doğurur. Her birey, başkalarına ne olduğuna
aldırmadan, kendi çıkarlarını korur. Böylece Schopenhauer için ahlakın
temelleri başkalarına duyulan sevgi ya da acımadır. İnsan başkalarını ne kadar
severse, onlar için o kadar kaygılanacak, böylece iyi olacaktır. İyi bir yaşam
bireysel istemlerin aşılmasıyla sağlanır; özveri mutluluğu, barışı getirir.
Her birey, tıpkı bizim gibi, evrensel istemin bir parçası olduğuna göre, bir
başkasıyla savaşıma girmek, parçası olduğumuz bütünün bir parçasıyla savaşıma
girmektir. Bunu anladığımız zaman savaşımı bırakıp sevgiye yöneliriz.
Daha yakın dönemlere gelindikçe iyi
ile kötü belli topluluklara, belli durumlara göre değerlendirilmeye başlanır.
Yararcılık akımının ilk
savunucularından Jeremy Bentham (1748-1832) yararlılık
ilkesini “herhangi bir nesnenin, çıkarı söz konusu olan taraf için haz, iyilik
ya da mutluluk üreten ya da kötülüğü, acıyı ya da mutsuzluğu engelleyen
özelliği” olarak tanımlar. İyi ile kötüyü evrenin doğası değil, toplumsal
etkenler belirler. Ahlak yasalarını Tanrı koymaz, ayrıca kötü davranışların
Tanrıyı kızdırdığı, iyi davranışların ise mutlu ettiği de doğru değildir.
Önemli olan, bireyin davranışlarının başkaları üzerindeki etkileridir.
İyiliğin ölçütü, “En çok sayıda kişiye, en yüksek düzeyde mutluluk”
sağlamaktır.
John
Stuart Mill de (1806-1873) Yararcılık akımının bu ilkesine bağlıdır. Her eylem
şöyle sorgulanmalıdır : “Çok sayıda bireye, yüksek düzeyde iyilik getirecek
mi?” Bencillik ortadan kalkmakta, iyiliğin ölçütü toplumsal yarar olmaktadır.
Mill, ayrıca, iyiliklerde nitelik ayrımı bulunduğu görüşündedir; zihinsel
iyilikler, duyumsal iyiliklere üstündür. Böylece eylemin toplumsal sonuçlan
kadar, doğası da önem kazanır.
Herbert
Spencer (1820-1903) iyi ile kötü
yönelimlere bilimsel bir taban bulmaya çalışır. Evrim açısından, yönelim
gelişen bir şeydir, devinimlerin amaçlara ayarlanmasıdır. En gelişmiş, dolayısıyla
en iyi yönelim, yaşamı hem birey, hem çevresi, hem de gelecektekiler için
zenginleştiren yönelimdir. Topluluk ahlakın asıl amacıdır. İyi yönelimler
saltık doğru, görece doğru diye ikiye ayrılırlar. Hem bireye, hem topluluğa,
hem şimdi mutluluk veren, hem de gelecekti verecek olan yönelimler saltıktır;
yalnızca gelecekte verecek olanlar ise görecedir. Amaç saltık doğruları
gerçekleştirmektir.
Pragmacılık
akımından William James (1842-1910), John Dewey (1859-1952) gibi filozoflar
her davranışın ancak deneyimde yol açtığı sonuçlar dizisi içinde
değerlendirilebileceğini savunurlar. Topluluk ile topluluk içindeki bireyin
amaçlarına yönelik şeyler iyidir. İyi bir davranış bireyi araç olarak değil,
amaç olarak görür. Tek tek bireyleri önemsemekle topluluğu önemsemiş oluruz.
İnsan toplumsal bir birim olarak iyi ile kötünün asıl amacıdır. Kendi yaşamını
geliştiren kişi, ister istemez, başkalarının yaşamını da geliştirir.
Bireysellik toplumsal bir üründür, bir topluluğun üyesi olmadan gerçek bir
bireysellik geliştirilemez.
II
Gelelim yüz elli yıla yakın bir
süredir dünyayı etkileyen eytişimsel (özdekçilik dialectical materialism)
özdekçiliğin iyi ile kötü konusuna nasıl yaklaştığına. Selâhattin Hilâv’m Diyalektik
Düşüncenin Tarihi adlı kitabından konumuzla ilgili bir bölümü okuyalım :
“Her varlık,
kendi olumsuzlanmasını içinde taşıdığı için gelişebilmektedir. Maddeci
diyalektik bakımından, karşıtlıkların birliği, çok önemli bir kavramdır.
Metafizikçi, eşyayı, birbirleriyle olan ilintilerinin dışında,
gerçekliklerinden sıyırarak ve kendilerinde ele alır. Yani, onları katkısız
(saf) bir halde ele alır. Bundan ötürü, metafizikçi için, sözgelimi, bilgi ya
da bilgisizlik, iyilik ya da kötülük, hiçbir derecelenme göstermeyen ve
birbirlerinden apayrı katkısız şeylerdir. Oysa, maddeci diyalektik için iki ucu
bilgi ve bilgisizlik olan sürekli bir uzanış söz konusudur. Nitekim kötülük ve
iyilik arasında da sayısız dereceler vardır ve bu derecelerin teşkil ettiği
sürekli uzantının uç noktalarından biri kötülük, öteki de iyiliktir. Ve belli
şartlar altında, bunların birinden ötekine geçmek her zaman mümkündür.” (s.
163)
Görüldüğü gibi, eytişimsel
özdekçilik iyi ile kötüyü “birbirlerinden apayrı katkısız şeyler”
olarak ele almıyor. Özetlememizin ta başındaki Herakleitos’u anımsıyoruz : “Evrende
değişmeyen, başkalaşmayan, karşıtlarıyla birleşmeyen hiçbir şey yoktur.” Sonra
görececiler... Eytişimsel özdekçilik de görececi; değişmeyen, her zaman, her
yerde, her koşulda geçerliliğini koruyan saltık değerlerin varlığını kabul
etmiyor.
Oysa ben sürekli ayırıyorum: Yaşam
iyi, ölüm kötü; barış iyi, savaş kötü; özgürlük iyi, tutsaklık kötü; paylaşma
iyi, sömürü kötü vb... Araya “dereceler” filan koymadan... Ayrıca sanatlara da
bir erek gösteriyorum, değişmez bir erek : Evrensel insanlık değerleri...
Eytişimsel düşünce yolundan çok
uzaklara düştüğümden kuşkulanmam boşuna değil... Ama bana, ne olursa olsun,
“Savaş, tutsaklık, sömürü iyi” dedirtemezsiniz... Bir püf noktası olmalı bu
işin...
Örnekse şu yaşam ile ölüm konusuna
nasıl yaklaşıyor eytişimsel özdekçilik, ona bir bakalım :
“Metafizik
düşünce, hayat ile ölümü, birbirinden apayrı ve birbirine dönüşemeyecek olan
karşıt şeyler gibi ele alır. Hayat ile ölüm arasında bir çelişme olduğu
besbellidir. Ama bu çelişme, normal bir süreç içinde ortadan kalkar ve her
adımda hayatın, ölüm haline dönüştüğü (geldiği) ve hayatın ortaya çıkmasına,
ölümün imkân verdiği görülür. Bir organizma içinde, belli hücreler başka
hücrelere yer açmak için ortadan kalkarlar. Demek ki, hayat ile ölüm arasında,
metafizik bir çelişme değil, yani aşılması kabil olmayan mutlak bir çelişme
değil, sadece, diyalektik bir çelişme vardır. Bu, hayatın, kendi içinde ölüm
şartlarını ve ölümün kendi içinde hayat şartlarını taşıması demektir.” (agy,
s. 161)
Ama bizim Erich Fromm’dan aldığımız
“ölüm” bu ölüm mü? “Yaşama hizmet eden her şey iyidir; ölüme hizmet eden her
şey de kötüdür,” denirken, “yaşam” ile “ölüm” oldukça değişik anlamlar
kazanıyorlar.
Gene Selâhattin Hilâv’ı okuyalım :
“Tohumun
bitki haline gelmesi tohumun öz varlığını ortadan kaldırıyorsa da, yine aynı
tohumun her türlü ortadan kalkması, mutlaka diyalektik bir gelişmenin
gerçekleşmiş olduğunu göstermez. Sözgelimi, tohumun, bir insan ayağı ile
ezilerek ortadan kaldırıldığını düşünelim. Bu durumda, tohum ortadan
kaldırılmış ve değişikliğe uğratılmıştır ama burada diyalektik bir dönüşüm
(değişme) söz konusu değildir. Daha doğrusu, tohumun organik bir varlık olarak
gelişmesi bakımından diyalektik bir değişme söz konusu değildir. Çünkü bu
durumda, tohum bitkisel varlığının diyalektiğinden çıkmış ve organik-olmayan
maddeler varlığının diyalektiğine girmiştir.” (agy. s. 163)
Tohumun bitki haline gelerek yok
oluşu ile bir insan ayağı altında ezilerek yok oluşu... İkisi de ölüm... ama
başka başka ölümler... “Ölen” bir insanla “öldürülen” bir insan arasında da
“ölüm” açısından çok önemli bir ayrım var. Erich Fromm “Ölüm” derken, doğal
ölümü değil, öldürülmeyi düşünüyor.
Ölüm eytişimsel bir değişme diye
nitelense de, öldürme saltık bir kötülüktür... diyebilir miyiz?
Görece düşünüş izin vermez buna.
Hemen örnekler atar ortaya : Adamın biri eline bir makineli tüfek almış
kalabalığa ateş ediyor, insanları öldürüyor, sen de arkasında o adamı öldürecek
durumdasın, elinde de silahın var. Ne yaparsın? Adamı öldürürsen bir kişiyi
öldürmüş olacaksın, öldürmezsen önleyebileceğin bir kitle kıyımına göz yummuş
olacaksın... Görececiye göre o adamın yaptığı kötülük, senin o adamı öldürmen
iyiliktir... Peki, ya o elinde makineli tüfek olan adam ülkesini düşmanlara
karşı koruyan bir direnişçi, ateş ettiği kalabalık da.düşman askerleriyse? O
zaman her şey tersine döner.
Evet, görececilik böyle...
Gene de evrensel insanlık
değerlerinden kuşkuya düşmek bana çok yanlış geliyor. Adam öldürmek saltık
kötülük. Belli bir durumda, koşullar gereği, daha büyük bir kötülüğü önlemek
için adam öldüren kişi, “iyi” bir iş yapmamış, “iyilik adına bir kötülüğe
katlanmak” zorunda kalmıştır. “İnsanlar, haklı haksız, her savaşın kötü
olduğunu bilmelidirler,” derken de görececilerin verecekleri örnekleri
düşünebiliyorum. Bu tür örnekler hep Makyavelciliğin vargelleridir. İyi
insanların kötülüğe katlanmak zorunda kalmaları, kötülüğü temize çıkaramaz.
III
Bir de eytişimsel özdekçiliğin eski
ustalarına danışalım; bakalım Engels (1820-1895) ne diyor bu konuda.
Anti-Dühring'de şöyle bir
bölüm var :
“Doğru ile
yanlış konusunda fazla bir ilerleme gösteremedikse, iyi ile kötü konusunda bu
kadarını da gösteremeyiz. Bu karşıtlık bütünüyle ahlak alanındadır, bu alan da
insanlık tarihi içindedir, son ve kesin doğrular ise en az bu tarlaya
serpilmiştir. İyi ile kötü kavramları ulustan ulusa, çağdan çağa öylesine
değişir ki çoğu zaman birbirleriyle tam bir çelişme içindedirler. Gene de,
birileri karşı çıkabilir, iyi kötü değildir, kötü de iyi değildir diye; iyi
kötüyle karıştırılırsa bütün ahlak son bulur ve herkes canı ne isterse onu
yapmaya ya da yapmamaya başlar.(...) Ama sorun böylesine kolay çözümlenemez. İş
bu kadar kolay olsaydı iyi ile kötü üzerine kesinlikle bir tartışma olmazdı;
herkes neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilirdi. Ama bugün durum nasıl?
Bize hangi
ahlak öğütleniyor?
Önce, geçmiş
inanç dönemlerinden kalma Feodal-Hıristiyan ahlakı; iki ana bölümlemesi,
Katolik ve Protestan ahlakları, onların da alt bölümlemeleri, Cizvit-Katolik
ve Ortodoks-Protestan’dan serbest ‘ileri’ ahlaklara kadar. Bunların yanı sıra
çağcıl kentsoylu ahlakı ile geleceğin proletarya ahlakı, öyle ki en ileri
Avrupa ülkelerinde bile geçmişin, bugünün ve geleceğin ahlakları üç büyük grup
olarak bir arada güçlerini sürdürüyorlar.
Öyleyse
doğru olan hangisi?
Saltık
geçerlik kazanma anlamında, hiçbiri; ama elbette bugün en fazla dayanıklı öğe
içeren ahlak bugünün yıkımını simgeleyen, geleceği simgeleyen ahlaktır : bu da
proletarya ahlakıdır.
“Çağcıl
toplumun üç sınıfı, feodal aksoyluluk, kentsoyluluk ve proletarya’nın kendi
özel ahlakları olduğunu gördüğümüzde şu sonuca varıyoruz ki, insanlar, bilinçli
ya da bilinçsizce, ahlaksal düşüncelerini, son çözümlemede, sınıfsal
durumlarının dayandığı uygulamadaki ilişkilerden üretiyorlar — üretim ve
değiştirmeyi içeren ekonomik ilişkilerden.
“Ama gene de
yukarda andığımız üç ahlak kuramında birçok ortak şey var — hiç değilse bunlar
durağan görünen bir ahlakın parçalan değil mi? Bu ahlak kuramları aynı tarihsel
gelişmenin üç ayrı dönemini simgeliyorlar, onun için de ortak bir tarihsel arka
yapılan ve yalnızca bu nedenle kaçınılmaz olarak da birçok ortak yanlan
var.(...)
“İşte bunun
için biz, ne olursa olsun, ahlak dünyasının da kalıcı ilkeleri, tarihi ve
uluslar arasındaki ayrımları aşan ilkeleri bulunduğu ileri sürülerek bize kabul
ettirilmek istenen hiçbir ahlaksal dogmayı, sonrasız, son, hiçbir zaman
değişmez ahlak yasasını kabul etmiyoruz. Tersine, bütün eski ahlak
kurallarının, son çözümlemede, toplumun o belirli dönemde ulaştığı ekonomik
evrenin ürünü olduğunu savunuyoruz. Ve toplum bugüne kadar sınıf çatışmalarıyla
geldiğine göre, ahlak her zaman bir sınıf ahlakı olmuştur; ya yönetici sınıfın
egemenliğini ve çıkarlarını olumla- mış, ya da, ezilen sınıf yeterince güçlü
duruma gelince, bu egemenliğe karşı bir başkaldırmayı ve ezilenlerin
gelecekteki çıkarlarım simgelemiştir. Bu süreçte insan bilgisinin bütün öbür
dallarında olduğu gibi, ahlakta da ilerleme olduğundan şüphe edilemez. Ama daha
sınıf ahlakının ötesine geçmiş değiliz. Sınıf çatışmalarını ve onların
düşüncedeki kalıntılarını aşmış gerçek bir insan ahlakı, ancak, yalnızca sınıf
çelişmelerinin sona erdirildiği değil, bunların günlük yaşamda bütünüyle
unutulduğu bir dönemde gerçekleşebilir.” (International Publishers, 1939, pp. 103-105)
Barış, özgürlük, paylaşma da deseniz
Engels’in kabul etmeyeceği anlaşılıyor. Hiçbir ahlaksal dogma tanımıyor.
Ama “insan bilgisinin bütün öbür
dallarında olduğu gibi, ahlakta da ilerleme” olmuş. İngilizce çeviride
“progress” sözcüğünü kullanmışlar. “İlerlemek, ileri gitmek, gelişmek”
anlamlarına geliyor bu sözcük. “Değişmek” başka şey, “ilerlemek, gelişmek”
başka... Engels bir gelişmeden söz ettiğine göre, insan bilgisinin bütün öbür
dallarında olduğu gibi, ahlakta da olumlu değişmeler görüyor demektir. Yani
“iyi”ye gidiş. Her şey belirsizse, göreceyse, hiçbir şeye koşulları dışında
“iyi” diyemezsek, bir değişmeye nasıl, hangi ölçütle olumlu bakılabilir,
“gelişme” denir. Anlaşılan Engels’in kafasında da “iyi” olduğuna inandığı
şeyler var. Bunlara doğru gidişi “gelişme” diye değerlendiriyor.
Anti-Dühring ilk olarak
1877’de yayımlanmış. Bambaşka bir ortamda yapılmış bir tartışmayı içeriyor. Ya
tartışma yüzünden _ aşırılıklara düşülmüş, ya da ben bazı şeyleri yanlış
anlıyorum.
Bogdanov’un bu kitaba yönelttiği
eleştiriler üzerine yazarken Lenin şöyle diyor :
“Bogdanov
için (bütün Mach’cılar gibi) bilgimizin görececiliğini tanımak saltık doğrunun
bütünüyle dışlanmasını gerektirir. Engels içinse
saltık doğru görece doğrulardan oluşur. Bogdanov bir
görececidir; Engels bir
eytişimci.” (A Handbook of Marxism, Burn, Gollancz 1935, p. 663)
Bu ayrımın böylesine bir açıklıkla
belirtilmesi, sanırım, eytişimsel özdekçiliği, görececiliğin kucağına
düşürülmekten, dolayısıyla da, “Barış, özgürlük, paylaşma...”. diye iyilikleri
sıralamayı, bu alanda birtakım saltık doğrular aramayı, fizikötesi düşünceye
sapma diye değerlendirilmekten kurtarıyor.
Biraz daha okuyalım :
“Çağcıl
maddecilik, ya da Marx’çılık açısından, nesnel, saltık doğrunun bilgisine
yaklaşmamızın görece sınırları tarihsel olarak koşullara bağlıdır; ama bu
doğrunun varlığı, ona sürekli olarak yaklaşmakta olduğumuz olgusu gibi,
koşullara bağlı değildir.” (agy, p. 665)
Başka bir yerde :
“Görececiliği
bilgi kuramının temeli yapmak, kendini, kaçınılmaz bir biçimde, kuşkuculuğa,
bilinemezciliğe, safsatacılığa, ya da öznelciliğe mahkûm etmektir. Bilgi
kuramının temeli olarak görececilik, yalnızca bilgimizin görececiliğinin
onaylanması değiİ, bilgimizin yönelmekte olduğu, insanlıktan bağımsız bir nesnel
sınırın ya da amacın yadsınmasıdır. (...)
“Eytişim,
Hegel’in açıkladığı gibi, görececilik, olumsuzlama ve kuşkuculuk ‘öğeleri’ni
içerir, ama bu yüzden görececiliğe indirgenemez.” (agy, pp. 666, 667)
Bunlar son derece uyarıcı,
aydınlatıcı sözler kanımca. Eytişimciliğin görececilik olmadığını çok iyi
bellemek gerekiyor.
Ayrıca, görececilik çerçevesinde de
kalsa birtakım değerler savunulacaktır.
“Ölüme karşı
yaşamı, savaşa karşı barışı, tutsaklığa karşı özgürlüğü, sömürüye karşı
paylaşmayı, adaletsizliğe karşı adaleti, yok etmeye karşı yaratmayı, düşmanlığa
karşı dostluğu, nefrete karşı sevgiyi, geçmişe karşı geleceği” savunmaktan
söz edildiğinde, örnekse, “Hangi adaleti?” diye sorulabilir. Adalet sözü çok
kaypak, görece bulunabilir, ama bu bizim adaleti savunmamızı engellemez.
Kuşkuculuğun, bilinemezciliğin,
safsatacılığın, öznelciliğin ötesinde, hatta bu öğeleri de, sırasında olumlu
yönde kullanarak geleceğe yönelen, görece doğrulardan oluşan saltık doğruya
ulaşmaya çalışan, varlığı koşullara bağlı olmayan “evrensel insanlık
değerleri”ni yüceltmeyi amaçlayan düşünce eylemlerinin başında sanatsal
eylemlerin yer aldığını hiç, ama hiç unutmamalıyız.
(Adam Sanat, Ekim
1990)
“Seçkin Aydınlar” başlıklı yazımda,
toplumsal çalkalanmaların sanatlarda yarattığı bölünmeyi belirlerken şöyle
demiştim :
“Bir yanda
yüksek kültür ürünü, seçkin aydınların sanatı, öte yanda kitle kültürü ürünü
popüler (halkın da anladığı, sevdiği) sanat.”
Yazımı okuyup görüşlerini bildiren
bir iki gençle ayaküstü konuşurken, “yüksek kültür”, “seçkin aydınlar”, “kitle
kültürü”, “popüler sanat” gibi birtakım sözleri böyle yan yana sıralayıp
geçivermenin doğru olmadığım anladım. İyice tanımlanmadan kullanılan sözler
yanlış çağrışımlara yol açabiliyor.
Örnekse, “yüksek kültür” ne demek?
“Kültür” sözcüğünün birkaç anlam
taşıyan belirsizliğine “yüksek” sözcüğünün “yüksek tabaka”yı çağrıştırması da
eklenince, “yüksek kültür”ün soylularla onların arkada bıraktıklarının üstüne
oturmak isteyen kentsoyluların kültürü olduğu sonucuna varılabiliyor.
Oysa ben “yüksek kültür” sözünü
başka bir anlamda kullanıyorum. Bu tür anlam kaymalarının getireceği yanlış
anlamalardan korunmak isterim.
“Yüksek kültür”ün ne olduğunu
belirleyebilmek için, ilkin “kültür” sözcüğünü ele alalım :
“Culture” İngilizcede,
öncelikle, tarlayı sürüp ekime hazırlamak anlamına geliyor. Buna zamanla
ekileni büyütme süreci, giderek, benzetme yoluyla da, insanların eğitilmesi
anlamlan eklenmiş. On sekizinci yüzyılın sonu ile on dokuzuncu yüzyılın ilk
yansında, Endüstri Devrimi’nin etkisiyle, dile yeni kavramlar girer, bazı
sözcükler yeni anlamlar yüklenirken, “culture” da önce insanların zihinsel
yetkinliğini, sonra bir toplumun genel olarak zihinsel gelişmelerini belirtir
olmuş. Arkasından, sanatları bütünüyle içeren bir anlam edinmiş. En sonra da,
yirminci yüzyıla doğru, özdeksel, tinsel, bütün yönleriyle, bir topluluğun
yaşam biçimi anlamına kullanılmaya başlanmış.
Türkçeye
Fransızcasının etkisiyle “kültür” olarak gelen bu sözcüğe Osmanlıcada “hars”
karşılığını bulmuşlar. “Hars”ın anlamlan daha önce : “1. Tarla sürme; 2.
Sürülmeye hazırlanmış tarla” iken, yirminci yüzyıl başında üçüncü bir anlam
kazanmış : “3. Fransızcadan culture karşılığı olarak, kültür.” Türk Dil
Kurumu’nun “kültür”e karşı önerdiği Türkçe sözcük ise “ekin”.
Görüldüğü gibi, Osmanlıcası da,
Türkçesi de “culture” sözcüğünün ilk anlamına karşılık olarak düşünülmüş, ama
kullanımın getirdiği değişik anlamlan üstlenebildikleri söylenemez. “Hars”
sözcüğü ortaya çıktığı dönemde öyle bir gelişme göstermiş miydi, bilmiyorum,
ama bugün “harslı insan”, ya da “ekinli insan” diyemiyoruz, bir insanın “hars
düzeyi” ya da “ekin düzeyi”nden söz edemiyoruz; “kültürlü insan” diyoruz,
“kültür düzeyi” diyoruz. Bu yabancı sözcüğü benimsemiş, işlemişiz.
Kitaplardan “kültür” tanımlarını
okuyalım :
“Bir topluluğun tinsel özelliğini,
duyuş ve düşünüş birliğini oluşturan gelenek durumundaki her türlü yaşayış,
düşünce ve sanat varlıklarının tümü.”
Başka bir yerde :
“Bir
toplumun duyuş ve düşünü birliğini sağlayan, gelenek, görenek, düşünü ve sanat
değerlerinin tümü.”
Bu iki tanımda “yaşayış”, “gelenek”,
“görenek” sözcükleriyle nelerin anlatılmak istendiği pek açık değil. Daha
geniş, daha açık bir tanım şöyle :
“Bir halkın ya da bir toplumun
özdeksel ve tinsel alanlarda oluşturduğu ürünlerin tümü, yiyecek, giyecek,
barınak, korunak gibi temel gereksemelerin elde edilmesi için kullanılan her
türlü araç gereç; uygulanan teknikler; düşünceler, beceriler, inançlar,
geleneksel, dinsel, toplumsal, politik düzen ve kurumlar; düşünce, duyuş,
davranış ve yaşama biçimlerinin topu.”
“Kültür” sözcüğünün çağdaş anlamını
veren bu tanımları okuyunca, kullanırken hiç yadırgamadığımız birtakım
söyleyişlerin bulandığı görülüyor. Örnekse, yukarda geçen “kültürlü insan”,
“kültür düzeyi” gibi sözler havada kalıyor. Bu tanımlara göre, herkes bir
kültürün içinde, kültürlü olmayan yok ki, kültürlüler ayırılıp nitelensin...
Ayrıca, “kültür” bir yaşama biçimini bütün yönleriyle deyimlediğine göre, bir
“düzey”den de söz edilemez. Ölçütü nedir?
Bu tanımlarıyla “kültür” insana
değil, insanın içinde bulunduğu “özdeksel ve tinsel” dünyanın tümüne
yönelik...
Bir de şu tanımı okuyalım :
“Kültür (ya
da uygarlık) toplumun bir üyesi olarak insanoğlunun kazandığı bilgi, sanat,
ahlak, gelenek ve benzeri diğer yetenek ve alışkanlıkları kapsayan karmaşık bir
bütündür.”
Bu tanımda “toplumun bir üyesi”
olmaktan, “yetenek ve alışkanlıklar” kazanmaktan söz ediliyor. Demek ki bir
“toplum içinde”, birtakım “yetenek ve alışkanlıklar” edinme sürecinden geçilecek.
Burada niteleme insana yönelik...
Böylece “kültür” sözcüğünün daha
eski bir anlamını sürdürdüğünü görüyoruz : “Gerekli bilgileri edinerek beğeni,
eleştiri, değerlendirme yeteneklerini geliştirmiş olma durumu.”
O zaman “özdeksel ve tinsel”
dünyanın tümüne oranlanan “bir düzey” tutturmak da kendiliğinden gündeme girer.
“Kültürlü insan” dediğimizde, iyi
öğrenim görmüş, çalışkanlığı, zihinsel yetenekleriyle gelişmiş bir kişi,
beğeni, eleştiri, değerlendirme gücü edinmiş bir insan (kısacası : bir “aydın”)
geliyor gözümüzün önüne. İçinde yetiştiği kültür çevresine göre ortalamanın
üstünde bir düzeye ulaştığı görülerek “kültürlü” diye niteleniyor.
"Kültür” sözcüğü daha başka
anlamlarını da yaşatıyor. Örnekse, tarih bilgisinin genişliğini beğendiğimiz
bir kişi için, Tarih kültürü ne kadar geniş,” diyoruz. Burada “kültür” belli
bir konuda edinilmiş “derinliği olan, düzenli bilgi” anlamına geliyor.
Yukardaki son tanımda “kültür (ya da
uygarlık)” denmiş. Bunun da üstüne gidelim : “Kültür” ile “uygarlık” arasındaki
ilişki nedir?
“Uygarlık” tanımlan şöyle :
“Bir ulusun,
bir toplumun düşün ve sanat yaşamıyla eriştiği düzey, özdeksel ve tinsel
varlıklarının tümü.”
Başka bir yerde :
“Bilim ve
sanatın gelişmesiyle oluşan ileri insanlık düzeyi.”
Başka bir yerde :
“İlkellik ve bilgisizlik durumundan
kurtulup sanat, bilim, yönetim alanlarında eğitim görerek iyi alışkanlıklar ve
davranışlar edinme durumu.”
Başka bir yerde :
“Sanat,
bilim, yurtyönetimi konularında gelişerek toplumsal kültürde ileri düzeye
ulaşmak.”
Bu tanımlardan anlaşıldığı gibi,
“uygarlık” bir durumu değil, gelişmiş bir durumu belirliyor.
Demek ki sanat, bilim, yurtyönetimi konularında gelişmemiş kültürlere “uygar”
denilemez. Gene o soru geliyor akla : Ölçütü nedir?
İngilizce ile Fransızcada kullanılan
“civilisation” sözcüğünün
Latince kökeni “kentli” anlamını taşıyor. Osmanlıca “medenî” sözcüğü de
Arapçada “kentli” demek. Çölde yaşamayan, kentte oturan, bilgili olan kişilere
“medenî” diyorlar. Bu sözcüğün, toplumsal gelişmelerin belirli bir aşamasından
sonra ortaya çıktığı açık. “Uygarlık”dan söz edebilmek için,
“yabanıl-ilkel-öldürücü” olmayan bir kültüre ulaşılmış olması gerekli.
Gene de “kültür” ile “uygarlık”
eşanlamlı sözcükler arasına konuyor. Çünkü “kültür” sözcüğü de, birçok
durumlarda (bilimsel kullanımlarını aştığı kadar), “ileri, gelişmiş,
yabanıllıktan uzak” nitelemelerini getirmekte.
Eşanlamlı bu iki sözcük arasındaki
ince ayrım nedir, sözlükten bakalım :
“Uygarlık özdeksel ve
toplumsal yönlerden iyi yaşama biçiminin ileri bir aşamasını belirler; Kültür
uygarlığın düşünsel görünümüne ağırlık verir: Uygar yaşamın olanakları içinde
aydınlanmayı, beğeni geliştirmeyi, eğitmeyi öne alarak inceliklere iner.”
“Kültür” sözcüğüne yüklenen çağdaş
(toplumbilimsel) anlam düşünülürse, sözlüğün belirlediği bu ayrım geçerliğini
yitirir. Ayrıca, “ileri bir aşama” gibi sözler de bir açıklık getirmiyor. Neye
göre ileri?..
Gene de anlatılmak isteneni
anlıyoruz. “Uygarlık” sözcüğü kentlere yerleşme ile sıkı bir ilişki içinde
düşünülüyor. Genel olarak da çağdaş uygarlık, yani Batı uygarlığı, daha da
sınırlarsak, kentsoylu uygarlığı deyimlenmek isteniyor. Buna iyimser bir
yaklaşımla, bir sonraki aşama, kentsoylu uygarlığını izleyeceği varsayılan
toplumsalcı uygarlık da eklenebilir. Böylece, “ileri bir aşama” sözüne de
değişik bir yorum getirilmiş olur.
Ne var ki eski uygarlıkları
araştıran bilim adamları, şaşırtıcı görüşler ortaya atıyor, geçmişte
günümüzdekinden çok daha “insanca” ilişkiler içinde yaşayan topluluklar
bulunduğunu ileri sürüyorlar. Alışkanlıklarımızdan sıyrılıp biraz derinliğine
düşününce, “ileri bir aşama” diye nitelediğimiz kentsoylu yaşama biçiminde,
pek çok yönden, hiç de “uygar” sözcüğüne sığmayan ilişkiler içinde olduğumuzu
kolayca görebiliriz. Komünizme geçişin “proletarya diktatörlüğü” dönemini,
çeşitli nedenlerle, bir türlü aşamayan toplumsalcı ülkelerde de durum başka
türlü değil.
Öyleyse, “Uygarlık özdeksel
ve toplumsal yönlerden iyi yaşama biçiminin ileri bir aşamasını belirler”
tanımındaki “ileri" sözcüğü, zaman içindeki ya da birbirini izlemedeki bir
“ileri”liği göstermiyor. Bunun gibi, “Kültür uygarlığın düşünsel
görünümü- ııc ağırlık verir : Uygar yaşamın olanakları içinde aydınlanmayı,
beğeni geliştirmeyi, eğitmeyi öne alarak inceliklere iner” tanımındaki “kültür”
sözcüğüne de, “kültür”ün çağdaş (toplumbilimsel) anlamına göre daha dar
çerçeveli bir anlam yüklenmiş oluyor. Anlaşılan, eşanlamlı “kültür” ile
“uygarlık” sözcükleri arasındaki ince ayrımı belirtmenin başka yolu yok.
Bir yaşam biçimini kapsayan “kültür”e
“toplumbilimsel anlamıyla kültür” dedik. Aydınlanmayı, beğeni geliştirmeyi,
eğitmeyi öne alan “kültür”e de “düşünsel anlamıyla” ya da, konumuz sanatlar
çerçevesinde kalacağına göre, “sanatsal anlamıyla kültür” diyebiliriz.
İşte bu noktada, söz sanatsal
anlamıyla kültüre gelince, “yüksek kültür” ile “kitle kültürü” ayrımı ortaya
çıkıyor: Seçkin aydınlar, demokrasi anlayışıyla birlikte gittikçe sayıları
artan sanat alıcılarının, başka bir deyişle, “kitlelerin” ilgilendiği, izlediği,
kolay, ucuz, sıradan, birbirinin benzeri, alışkanlıklar yaratıp o
alışkanlıkları sömüren, ticaretin denetimi, yönlendirişi altındaki sanatsal
ürünleri benimsemiyorlar. Kitle kültürü ürünleri olarak nitelenen bu
yapıtların dışında, karşısında, ticaretin denetimini, yönlendiriciliğini
kabul etmeyen, ya da belirli sınırlar içinde, sanatsal kaygılarını koruyarak,
bir uzlaşma alanı bularak kabul eden yapıtlar yer alıyor. Seçkin aydınlar
“yüksek kültür” ürünü olarak nitelenen bu yapıtları benimsiyorlar.
Yalnızca işinin kurallarına boyun
eğen sanatçılar da, aslında, kitlelerle bütünleşmeyi özlüyor, ama sanat
anlayışlarından ödün vermeden buna olanak bulamayacaklarını biliyorlar. Kapalı,
seçkin aydınlarla çevrili küçük bir ortamda, içine kapanma eğilimini aşabilirse
ancak bilinçliliğiyle aşabilen, kırgın, küskün sanatçıların bir araya
toplandıkları görülüyor. Kimileri de kendilerini kandırmayı başarıp birkaç bin
sanat alıcısını kitleler gibi görmeye başlıyorlar.
Böylece baştaki tümceye geliyoruz:
“Bir yanda
yüksek kültür ürünü, seçkin aydınların sanatı, öte yanda kitle kültürü ürünü
popüler (halkın da anladığı, sevdiği) sanat.”
Birincisi, dürüst, sanata, insana
değer veren, kitlelere ulaşmayı özleyen, ama çoğu zaman bunu başaramayan, her
anlamda ilerici, sağlıklı sanatçıların yanı sıra, değişik nedenlerden toplumla,
insanlarla ilişkileri kopmuş, sağlıksız, ama işinin ustası sanatçıları da
barındıran bir ortam...
İkincisi, dürüstlükten uzak, insana
değer vermeyen, kitleleri sömürmek için seven, her anlamda tutucu, kentsoylu
ticaret ahlakına göre duyan, düşünen, yaşayan, ustalığını kazancıyla ölçen
sanatçıları barındıran bir ortam...
Çok karmaşık bir sorun böyle sonuca
bağlanabilir mi? “Yüksek kültür” ile “kitle kültürü” sözlerinin sınıflarla
ilgisi yok mu? “Yüksek kültür” varlıklı sınıfların, “kitle kültürü” varlıksız
sınıfların ya da kesimlerin kültürü değil mi?
Ayrıca, daha “seçkin aydınlar” ile
“popüler sanat” sözleri de var açıklanması gereken.
Önce şunu belirtelim : “Yüksek kültür”
bir sınıfın kültürü değildir. Çünkü seçkin aydınlar bir sınıf oluşturmazlar,
çeşitli sınıflardan yetişir, kişisel çıkarlarına dayanmayan düşünsel seçimlerine
göre şu ya da bu sınıftan yana olurlar. Yazarlar, sanatçılar, seçkin aydın
nitelikli kişiler gördükleri öğrenimin, yüksek bilinç düzeylerinin etkisiyle
nerdeyse toplumun kıskaçlarından kurtulmuş kişilerdir. İçinden yetiştikleri
sınıfa karşı dönebilmeleri, düşünceleriyle, eylemleriyle kendi çıkarlarına ters
düşen yönelişlere girmeleri bunu gösterir. Onun için de, yaratıcısı ya da
alıcısı oldukları “yüksek kültür” ürünü yapıtlar, varlıklı sınıfların, ya da
çağrışıma neden olan sözcükle söylersek “yüksek tabaka”nın, kültürü içinde yer
almaz.
“Kitle kültürü” ürünü popüler sanatı
ayakta tutan, bu yoldaki sanatçıları paraya boğarak destekleyen ise varlıksız
sınıflar ya da kesimler değildir. Yoksulluk içinde yaşayan, yeterli öğrenim
göremeyen, yaşama savaşımına boylu boyunca gömülmüş insanların, ticaretin
gözünde hiçbir önemi yoktur. Ticaret ödeme gücü olanlara yönelir :
Kentsoylularla küçük kentsoylulara... “Kitle kültürü” ürünü dediğimiz popüler
sanatı destekleyen, ayakta tutan, bu varlıklı sınıflardır. Kentleşme sürecinde
onların çevresine sokulan kırsal kesim insanları, öğrenim görmüş, yabancı diller
konuşan, apartmanlarda yaşayıp otomobillerden inmeyen bu yarı aydınlan
gözlerinde büyütür, onlara öykünürler. Onların beğendiği sanat yapıtlarına
alıcı olmayı “yükselme” diye görürler.
“Kitle kültürü” ürünü yapıtlar
gerçekten çeşitli toplum katlarını içine alan büyük bir kitlenin ortak sanat
gereksinimini karşılar. Ama işin öncülüğünü, destekleyiciliğini varlıksız
sınıflarda, göç olayından etkilenmiş ya da etkilenmemiş kırsal kesim
insanlarında aramak, sanatlardaki yozlaşmaların sorumluluğunu onlara yüklemek
çok yanlıştır. Onlar yüzyılların ortak emeğiyle geliştirilmiş, “yüksek kültür”
ürünü yapıtlara kaynaklık eden, özgün sanatlarından, kentsoyluların çevresinde
yaşama zorunlulukları yüzünden vazgeçmişlerdir. Yükseliyoruz sanarak kendi
özgün sanatlarından kopup yoz sanatlara kaplanmışlardır.
Arkada bıraktıklan, artık değer
vermedikleri sanatların korunması, önemlerinin vurgulanması ise gene seçkin
aydınlara düşmüştür. Nitekim bugün bütün dünyada halk sanatlarını
değerlendirmek, ilerici eylemlerin bir parçası haline gelmiştir.
Bu noktada “popüler sanat”ın (halkın
da anladığı, sevdiği sanatın) aslında bir halk sanatı olmadığını, içinde
yaşadığımız alışveriş düzeninin her şeyi yozlaştıran baskılan altında, ödeme
gücü bulunan kesimler için üretilen, pazara dönük, reklamla öne çıkarılan,
çeşitli yöntemlerle yarattığı alışkanlıkları sömüren tipik bir kentsoylu sanatı
olduğunu söyleyebiliriz.
Gelelim seçkin aydınlara... “Yüksek
kültür” gibi, “seçkin aydınlar” sözü de oldukça itici. Seçkinlik kendini
beğenmişliği, yüksekten bakmayı, her türlüsünden züppeliği akla getiriyor.
Ayrıca, kültürün yalnızca seçkin insanların ürünü olduğu görüşü savunuluyormuş
gibi bir hava da esiyor bu söz kullanılınca.
Oysa tarihsel süreç içinde
toplumbilimsel kültürün kitlelerce yaratıldığını kimse yadsıyamaz. Ne var ki,
sınıflı toplumlarda, yaşama biçimlerindeki ayrımlar belirip soylular,
kentsoylular, işçiler değişik kültürler oluşturunca, sanatsal kültürü ancak
varlıklı sınıfların, seçkinlerin geliştirebileceği görüşü yaygınlaşmıştır.
Uzun yıllar, bu seçkinliğin iyi öğrenim görmekten değil de, doğuştan geldiğine
inanıldığını da biliyoruz. Sınıflar arasındaki engeller aşıldıktan, öğrenim
yaygınlaştıktan sonra ise anlak ile yeteneğin bir sınıf ayrıcalığı olmadığı
kesinlikle anlaşılmıştır. Şu bir gerçek: Zihinsel gelişme için, beğeni
gelişmesi için, yetişme yıllarında iyi beslenme, sağlıklı büyüme, olumlu çevre
etkileri, eğitim, öğrenim gibi çok yönlü, uygun “özdeksel ve tinsel” koşullar
gerekir. Bu koşullar ise büyük oranda egemen sınıfların, varlıklı kesimlerin
elindedir. Gene de kentlerde kötü koşullar altında yaşayan işçi çocukları
arasından, kırsal bölgelerin geçimini güçlükle sağlayan köylü çocukları
arasından ünlü sanatçılar, beğeni, eleştiri, değerlendirme yetenekleri
gelişmiş, seçkin aydınlar çıkmıştır.
Demokrasi düşüncesi, eğitimi,
öğrenimi yaygınlaştırma yolunda önemli adımlar atınca, karnını doyurma
savaşımının ötesindeki mutlulukları yalnızca yüksek sınıfların bir özelliği
olmaktan çıkarınca, “seçkin aydınlar”ı besleyen kaynak, varlıklılığı ile
yüksekte görünmeyi sürdürmeye çabalayan egemen sınıflar olmaktan çıkmıştır.
Kentsoylu öğretisi, savunduğu değer yargılarıyla, seçkin aydın olmayı
yüreklendirmez, tersine, engeller. Onun için de, kentsoylu çocukları seçkin
aydın nitelikleri edinince genellikle sınıflarından kopmakta, içinden
çıktıkları çevrelere nerdeyse düşman kesilmektedirler. Bugün seçkin aydınların,
kapitalist toplumlarda, daha çok, orta tabakalarla alt tabakaların iç içe giren
bölgelerinden yetiştiği görülmektedir.
Seçkin aydın nitelikleri edinmek
için, öncelikle, aydın (kültürlü insan) olmak, bilgilenmek, başka bir
söyleyişle, iyi bir öğrenimden, bilinçli bir kitap okuma döneminden geçmek gere
kir. Birçok durumda bu kitap okuma
dönemi okul öğreniminden daha önemlidir. Ayrıca, beğeni, eleştiri,
değerlendirme yeteneklerinin gelişmesi için, sanatlarla uzun süren bir içli
dışlılık yaşanmalı, sanatçılarla ya da seçkin sanat alıcılarıyla bir arada
olunmalıdır. Bu gelişme sürecine çağdaş bir dünya görüşünün, yaşam anlayışının
temel oluşturması ise belki de en başta anılması gereken koşuldur. Bütün
bunların ötesinde, sıradan aydın ile seçkin aydını ayıran başlıca özellik çok
yönlü düşünmeye alışmış, gelişmeye, yeniliklere açık kalmayı öğrenmiş olmaktır.
Düşüncesini “inanç”larla, “saplantı”larla değil, gerçeklerle, yaşamın akıp
giden karmaşık oluşumlarıyla denetleyen, gerekirse değiştiren, bağlandığı.,
savunduğu doğruların sürekli saptamasını yapabilen insan...
Bir düş yaratığı mı anlatıyorum?
Seçkin aydınların da yetersiz
yönleri olabilir. Onlar da, herkes gibi, kusurları olan insanlardır. Bu
yadsınamaz. Ama yüksek kültür ürünü sanatların yaratıcıları da, alıcıları da
ancak bu saydığım özelliklerle büyük oranda donanmış olurlarsa “seçkin aydın”
diye nitelenebilirler.
“Yüksek kültür” gibi, “seçkin
aydmlar”ın da yüksek tabakayla bir ilişkisi bulunmadığı yeterince
anlaşılmıştır sanırım, bunca sözden sonra —bu umut dolu demokrasi çağında...
Barış yılınızın barış yılları olması
dileğiyle...
Ocak 1986 (Adam Sanat,
Şubat 1986)
Demirtaş Ceyhun’un ‘“Seçkin
Aydınlar Kültürü - Kitle Kültürü’ mü?” (Gösteri, Nisan 1986) başlıklı
yazısından, tartışılması özlenen konulan bulup çıkarmak hiç de kolay değil.
Toptan küçümsemeler, dolaylı suçlamalar, kaba anıştırmalar, bilerek
anlamazlıktan gelmeler, kısacası üstünde durulmasına gerek olmayan sözler
ayıklanınca geriye pek az şey kalıyor.
Bir şu soru :
“Kuşkusuz, bugün toplumumuzda da birtakım
kültür çatış- malan var. Ancak, acaba gerçekten şu an toplumumuzdaki (ülkemizdeki)
çatışan kültürler sayısını iki rakamıyla sınırlayabilmemiz olanaklı mı?”
Bir de şu sözler :
“Batılıların
(mass culture) dedikleri ‘kitle kültürü’ deyimi (kavramı) kapitalist Batı’mn
sosyo-politik dilinde de anca 1950’lerden sonra kullanılmaya başlanmış.
Biliyorsunuz, Marksizme göre, sınıflı toplumlarda çatışan kültürler ‘burjuva
kültürleri’ ile ‘proleter kültürler’dir. Sanayi devrimi geliştikçe ve
proleterya siyasal egemenliği de ele geçirdikçe, proleter kültür, er geç bütün
dünyada burjuva kültürüne egemen olacaktır. İşte işçi sınıfı ideolojisinden
yana olan düşünürlerin yorumlarına göre, kapitalizm, Marksizmin bu 'işçi
sınıfı — proleter — kültürü' kavramına karşı, bu ‘kitle
kültürü’ (mass culture) kavramını icat etmiştir. Kapitalist Batı, böylece
kendi işçi sınıfına karşı yeni bir kültür taarruzunda bulunmaktadır. Amaç, hem
işçi sınıfını kendi geleneksel öz kültüründen soyutlamak, hem de statükoyla
uzlaşmış, edilgin birer tüketiciler haline dönüştürmektir.”
Önce şunu soralım :
Demirtaş Ceyhun’un sözünü ettiği bu
“kültür taarruzu”, “proleter kültürü” deyimi yerine, “kitle kültürü” deyiminin
kullanılmasıyla mı başlamıştır? Yani 1950’lerden sonra kimi yazarlar “proleter
kültürü” demeyip “kitle kültürü” demeye giriştikleri için mi “işçi sınıfı kendi
geleneksel öz kültüründen” soyutlanma durumunda kalmıştır?
İşçi sınıfını da içine alan geniş
bir kitleye yönelik (kitle iletişim araçlarından yararlanılarak
yaygınlaştırılan, endüstrileşen) bir kültür saldırısıdır söz konusu olan.
Ortada adı konulması gereken bir olgu vardır. Politika dışı (ya da politikası
edilginliği geliştirmeyi amaçlayan) her anlamıyla yüzeysel, “alıştırmaya ve
tekrarlamaya” dayalı (keyif verici madde örneği), öncelikle kazanca yönelik bir
kültür üretilmekte, pazarı hep elde tutması için de, her yolla öne
çıkarılmaktadır. Bu saldırgan kültüre “kitle kültürü” değil de, “proleter
kültürü” mü diyeceğiz? Tüketicileri arasında işçiler de bulunduğu için,
ticaretin yönlendirdiği bir kültüre “proleter kültürü” denebilir mi?
Sanıldığı gibi, “burjuva kültürü”
ile “proleter kültürü”ne yeni adlar verilmiyor. Bir terim kaydırması yok
ortada. “Yüksek kültür” ile “kitle kültürü” ayrımı değişik bir düzlemde yapılan
bir ayrımdır. Sınıflı toplumlarda kitle iletişim araçlarının gelişmesi,
tüketime sunulmasıyla ortaya çıkan birtakım gerçeklerin anlaşılması,
tartışılabilmesi için böyle bir ayrıma gitmek gerekmiştir.
“Yüksek kültür bir sınıfın kültürü
değildir. Çünkü seçkin aydınlar bir sınıf oluşturmazlar, çeşitli sınıflardan
yetişir, kişisel çıkarlarına dayanmayan düşünsel seçimlerine göre şu ya da bu
sınıftan yana olurlar.”
Anlaşılması güç, kapalı sözler değil
bunlar.
“Yüksek kültür” içinde değişik
sınıfların kültür ürünleri yan yana yer alıyor. Bir oranda, “kitle kültürü”
içinde de öyle. Çünkü ticaret para getireceğini sezerse, “yaşamsal” bir tehlike
görmediği kadar düşmanına bile silah satmaktan çekinmez.
Kısacası, “kitle kültürü” yerine
“proleter kültürü” deyiminin kullanılması olanaksızdır.
***
Ayrıca, “proleter kültürü” deyimi
kendi düzleminde kullanılırken de çok dikkatli olunmalıdır. Bu deyimle
belirlenmek istenen, kapitalist toplumlarda işçi sınıfı çıkarlarını savunan,
ama, ister istemez, başat kültürün etki alanında olan, onun izlerini taşıyan,
“tepki” niteliğindeki bir başkaldırma kültürüdür.
Bu “proleter kültürü” ile 1917’de
Proletkult’un kurulmasına neden olan aranışm ereği, başka bir deyişle,
“laboratuvarlarda” oluşturulmaya çalışılan “proletarya kültürü” aynı şey
değildir. Proletkult’u yönlendirenler, geçiş dönemindeki bir toplumda,
kentsoylu kültürünün etkilerinden bütünüyle arınmış bir kültürün oluşturulabileceğine
inanıyor, eski dönemlerin kültür kalıtıyla bütün bağlan koparmak istiyorlardı.
“İşçi sınıfı
kendisine gerekli olan toplumsalcı düşünce, duygu ve yaşam biçimlerini hemen
bugünden tezi yok yaratmalıdır,” gibi sözler ediliyor,
Yarın uğruna Raffael’in yapıtını yakacağız,
Müzeleri yıkıp sanat çiçeklerini çiğneyeceğiz...
Müzeleri yıkıp sanat çiçeklerini çiğneyeceğiz...
diye şiirler yazılıyordu.
Bu coşkulu aydın tavrının
yanlışlığını sezip Proletkult’un son bulmasını sağlayan kesin karşı çıkışta ise
şu hiç unutulmaması gereken sözler yer almıştır :
“Marxçılık
kentsoylu döneminin en değerli kazançlarını reddetmek şöyle dursun, tersine,
iki bin yıllık insan düşüncesinin ve kültürünün gelişmesinde değerli ne varsa
hepsini dönüştürüp içine sindirmiştir.” (Lenin)
Proletkult’un özlediği anlamda bir
“proletarya kültürü”nün hiçbir zaman gerçekleşemeyeceğini savunan görüş ise
özetle şöyleydi :
“Her egemen
sınıf kendi kültürünü ve bunun sonucunda kendi sanatını yaratır. Tarih Antik
Çağ’ın ve Doğu’nun kölelik üzerine kurulmuş kültürünün, Orta Çağ Avrupası’nın feodal
kültürünün ve günümüz dünyasına egemen olan burjuva kültürünün tanığı
olmuştur. Bu da proletaryanın kendi kültür ve sanatını yaratması gerektiği
sonucuna götürebilir bizi. Oysa sorun ilk bakışta göründüğü kadar basit
değildir.(...) Tarihin gösterdiği gibi, egemen bir sınıf çevresinde yeni bir
kültürün oluşumu çok zaman gerektirmekte ve ancak o sınıfın politik çöküşü
öncesine rastlayan bir dönemde tamamlanabilmektedir. Peki, proletaryanın bir
‘proleter’ kültürü yaratmak için yeterince zamanı var mıdır? (...) Proletarya
kısa süreli bir geçiş dönemi olarak görür diktatörlüğünü.(...) Demek ki,
proletarya diktatörlüğü döneminde, yeni bir kültürün yaratılması, yani en
geniş bir tarihsel ölçüde kültürel kuruluş söz konusu değildir. Ama tarihte
eşine rastlanmadık bir diktatörlüğün demirden kıskaçlarına duyulan gerekliğin
ortadan kalkmasıyla başlayacak olan kültürel kuruluş da, artık bir sınıf
özelliği taşımayacaktır. Bu düşünceler bizi, proleter kültürünün varolmadığı
ve hiçbir zaman da varolmayacağı sonucuna götürmektedir.(...) Burjuva
kültürünün karşıtı olarak proleter kültürü konulu bulanık ve belirsiz
tartışmaların kaynağında, proletaryanın tarihsel yazgısının son derece
eleştirisiz bir tarzda burjuvazininkiyle bir tutulması yatmaktadır.(...) Bir
sınıf kültürü o sınıftan bağımsız olarak yaratılamaz.(...) Sırf işçi sınıfının
tek tek temsilcileri tarafından yaratıldı diye, birtakım başarıları (çok
değerli olsalar bile) proleter kültürü saymak, son derece hafif ve yüzeysel bir
davranış olur.(...) ‘Proletarya kültürü’ ve ‘proletarya edebiyatı’ gibi
terimler, hatalı bir şekilde, geleceğin kültürünü, bugünün dar sınırlan içine
sıkıştırdığı için tehlikelidirler.” (Troçki)
Biz, gene de, düşünmeyi
kolaylaştırmak için, kapitalist toplumlarda, işçi sınıfı içinde üretilen, işçi
sınıfı çıkarlarını savunan yapıtlardan oluşan kültüre “proleter kültürü”
diyebiliriz. Ama deyimin — biri genel (olmaz denilen), öbürü özel (olmakta
olan) —iki anlamı bulunduğunu hiçbir zaman unutmadan...
***
Bugün ülkemizde çatışan kültürleri iki
rakamıyla sınırlamanın doğru olup olmadığı konusuna gelince.
Sorunun “yüksek kültür - kitle
kültürü” ayrımı düzleminden başka bir düzlemde sorulduğu hemen anlaşılıyor.
“Yüksek kültür - kitle kültürü” ayrımı bu sorunun arkasındaki düşünceyi
karşılayamaz. “Kentsoylu kültürü - işçi sınıfı kültürü” diye genel bir
bölümlemenin de, örnekler üzerinde düşünmeye başlanıp ayrıntılara inilince
yetersiz kaldığı görülecektir.
Dizgesel olmayan, yüzeyden bir yaklaşımla, bugün Türkiye’de yaşayan
kültürler şöyle sıralanabilir :
1-Yabancı
kültürler;
2-Yabancı
kültürlerin etki alanında, Cumhuriyet döneminde gelişen, çağdaşlaşmadan yana,
ulusal kültür;
3-Osmanlı
döneminden kalma, dinsel inançlardan güç alan, zaman zaman iyice etkisini
duyuran, çağdaşlaşmaya karşı çıkan kültürler;
4-Kırsal
yörelerdeki yan feodal denilebilecek kapalı kültürler;
5-Bütün bu
kültürler arasında, ikili üçlü birtakım bireşimler yapmayı deneyen, ilerici,
devrimci bir ulusal kültür.
Değişik yaklaşımlarla, ayrıntılara
inilerek, başka bölümlemeler de yapılabilir. Ama ülkemizde çok çeşitli
kültürlerin bir arada yaşıyor olması, bu kültürler arasında sürekli bir
çatışmanın bulunması, bir kültür sorununa yaklaşırken, gerekiyorsa,
“yüksek kültür - kitle kültürü” diye konuşmamızı engellemez. Yalnızca sınıflar
düzleminde bölümlemeler yapmak bir zorunluluk değildir.
Örnekse, yukardaki sıralamayı da,
sınıfları göz önünde tutarak yapmadık. Ama, gerekiyorsa, düşünmeyi
kolaylaştırıyorsa, gerçeklere daha uygun düşüyorsa, öyle de yapılabilir.
Bugün Türkiye’de kentsoylular,
toprak ağalan, küçük kentsoylular, orta köylüler, sanayi işçileri, tarım
işçileri, yarı proleterler, yoksul köylüler gibi, değişik yaşama biçimleri
(toplumbilimsel anlamıyla değişik kültürleri) olan sınıflar, sırasında sınıf
özelliği kazanan ara tabakalar var. Bunlar kitle kültürünün yaygın kitle
iletişim araçlarıyla giriştiği korkunç saldırıya karşın, belli oranlarda,
“geleneksel öz kültürlerini” koruyorlar. Kitle iletişim araçlarının ulaşamadığı
yerlerde, kapalı topluluklarda, eğitim öğrenim görme olanağı kısıtlı yörelerde
bu oran doğallıkla daha yüksek oluyor. Buna dayanarak sınıflara, ara tabakalara
göre bir sıralama da yapılabilir.
** *
Demirtaş Ceyhun’un konuyu başka
yönlere çekmesi yüzünden, “Seçkin Aydınlar” başlıklı yazıdan çok uzaklara düştük
O yazımın amacı, toplumların kültür varlığının korunmasında, gelecek kuşaklara
taşınmasında seçkin aydınların önemini belirlemekti. Elli milyonluk bir
ülkede, beş bin satılacak bir dergi niçin çıkarılır, üç bin basılacak bir kitap
niçin yazılır, niçin yayımlanır?
Bu sorulara yanıt arıyor, en
azından, sanatçı, yazar, yayıncı, dergici olarak, hep birlikte, yaptığımız,
yapmakta olduğumuz işin bir değeri olup olmadığını araştırıyordum. Seçkin
aydınların önemini vurguladıktan sonra, yazıyı “seçkin aydın yozlaşmasına”
değinerek şöyle sona erdirmiştim :
“Sanattan anlamak, kültürlü kişi
olmak bir üstünlük olarak görülmeye başlanıyor. Seçkinliğin tadı çıkarılmak
isteniyor.
“Giderek seçkin görünmenin,
herkesten başka olmanın, anlaşılmamanın yeni yeni yolları aranıyor. Tutarsız
davranışlar, yapmacık tavırlar, pipolar, fularlarla, sağlıklı insanları, sanata
da, sanatçıya da düşman edecek, geçmişi, bugünü, geleceğiyle toplumdan
soyutlanmış bir sanat çevresi oluşuyor. Bir şeyleri diri tutan, kuşaktan kuşağa
taşıyanlar, kesinlikle, bu seçkin aydınlar değildir.
“Günümüzün
sanat eleştirmenleri, gönülleri arınmış bir kitle kültürüne duyulan özlemle
dolu olsa da, seçkin aydınlara önem vererek yaklaşmak, bu çevreyi
yozlaşmalardan korumak zorundadırlar. Yüksek kültürün sürmesini sağlamak
gerektiğine inanılıyorsa buna katlanılmalıdır.”
“Seçkin Aydınlar” başlıklı yazı hiç
beklemediğim yankılar getirdi. Kimi okurlarca da yanlış anlaşıldı. Ama,
Demirtaş Ceyhun’un sandığı gibi, ilerici gençlerle bir tartışmam olmadı, tam
tersine, olayların akışıyla kafaları bulanmış bir iki gençle “ayaküstü
konuşurken” aldığım övgüler, “Yüksek Kültür” başlıklı ikinci yazıyı yazmama
neden oldu. Olumsuz eleştirileri değil, olumlu ama yanlış anlamalarla dolu
övgüleri karşılamak amacını güdüyordu, Demirtaş Ceyhun’un (“bir arkadaşın
uyarısı üzerine”) okuduğu o yazı.
Bu yanlış övgülere ayaküstü söylenip
geçmiş sözlerden değil, aldığım mektuplardan da örnek verebilirim :
“(...)
Görüşlerinize büyük ölçüde katılıyorum.
“Nasıl ki
bir kutsal / kutsal olmayan (sacré / profane) ayrımı
varsa, bir elit / ayaktakımı ayrımı olması da kaçınılmazdır. ‘Seçkinler sanatı’
ile ‘kitle sanatı’ arasında bir bölünme her zaman olacaktır. Ancak, söz konusu
yazınızda da belirttiğiniz gibi, böyle bir bölünme sınıfsız bir toplumda olmaz,
ki, bu da, sadece bir ütopyadır, bir düştür.(...)
“Lisede
okurken ‘halka inmeyi’ büyük bir marifet sayıyorduk. Aslında halk neden
hoşlanır, toplum neyi beğenir diye yola çıkan bir aydın veya sanatçı, bence,
daha başından batağa saplanıp kalmıştır.(...)
“Diğer
taraftan, bu tip zoraki bir tavrı benimseyen sanatçı, ister istemez yapmacık ve
zoraki olacak, bu, düşünce ve eserinde de göze çarpacak, ‘devrimcilik’ kalkanı
altında hiçbir estetik ve sanatsal yanı olmayan bayağılıkları ‘toplumsal sanat’
diye yutturmaya kalkışacak, karşı eleştirilere de bilinen basmakalıp sloganlarla
yanıt vermeye çalışacaktır.
“Siz bu
yazıyı yazmakla, aydınlar ve sanatçılar kalabalığının ortasına büyük bir taş
yuvarlamış oldunuz : Ortalık toz duman içinde kaldı. Şimdi ilk şaşkınlığın şoku
atlatıldıktan sonra bakalım ne olacak? Bu taşı yerinden kaldırmaya çalışacak
‘kahramanlar’ çıkacaktır; ama, onlar da, eninde sonunda, bu taşın altında
kalmaya mahkûmdurlar.(...)”
Bu mektuba ekli bir de şiir vardı.
Şöyle başlayan bir şiir :
“Ruh için yazdım.
Güruh için, halk için, yığınlar için, toplum için, kalabalıklar için,
ayaktakımı için, yazmadım.”
Okurların, şiirlere, öykülere olduğu
gibi, eleştiri yazılarına da kendilerinden çok şey kattıkları yadsınamayacak
bir gerçektir. Şair, “Şiirlerime ne anlam verirlerse, anlamlan odur,”
diyebilir, ama eleştirmenin durumu çok başka: Yazdığının yanlış yorumlandığını,
sağa sola çekildiğini görürse, yeniden yazar, açıklamalara girişir,
görüşlerini daha iyi yansıtmaya çalışır.
“Seçkin Aydınlar” başlıklı yazımın
sonundaki, “seçkin aydın yozlaşması” bölümü, bence, çok önemliydi, ama
yukardaki mektupta görüldüğü gibi, bir okurun kendi düşünceleri doğrultusunda,
o bölümü yok saymasına engel olunamıyor.
Aydınlarda, özellikle de seçkin
aydınlarda görülen kusurlu yanları şöyle sıralayabiliriz : Birlikte
davranışlardan kaçan olumsuz bir bireycilik; iyi eğitim, öğrenim görmemiş
insanları, kitleleri hor görme; benimsemediği düşüncelere, inançlara önem vermeme;
kişileri yüceltme; ün düşkünlüğü; önderlik özlemi...
Önemli kusurlar bunlar. Üstelik, az
da değil, birinden korunan öbürüne yakalanabilir. Gene de ben bu engelleri
aşabilen, bilinçli seçkin aydınların “bir şeyleri diri tuttuklarına, kuşaktan
kuşağa taşıdıklarına” inanıyorum.
Nedense, bu sözü söylerken
de hep François Truffaut’nun Fahrenheit 451 adlı filmi geliyor
aklıma.
İnsan düşüncesinin baskı altında
tutulduğu, eğitim, öğrenim kurumlarının çağdaşlıktan, insanlığın en değerli
“duygu ve düşünce birikimleri”nden uzağa itildiği dönemlerde, üç bin basılan
kitapların, beş bin satılan dergilerin (başka bir söyleyişle, seçkin
aydınların) ayrıca bir önem kazandıklarını, “yaşamsal” bir görev
yüklendiklerini özellikle belirtmek isterim.
(Adam Sanat, Haziran
1986)
Denizle insan arasındaki bağı ele
alan, insanın ölüm getiren bir sevgiliye koşar gibi denize koşuşunu anlatan
romanlarda, kolayca tadılan, acı, ama çok etkili bir şiirsellik vardır. Çeşitli
ülkelerin edebiyatlarında örnekleri bulunan bu tür romanlara bizim
edebiyatımızda Halikarnas Balıkçısı’nın (Cevat Şakir’in) yapıtları örnek
gösterilebilir.
Dilimizin en büyük şairlerinden
biri, Nâzım Hikmet, bu yazarımız için şöyle diyor :
“Şakir büyük
şairdir. Hiçbirimiz onun ayarında klasik manasıyla, lirik anlayışıyla şair
olamadık.” (Kemal Tahir’e Mapusaneden Mektuplar, 3. Basım, s. 106)
Burada “lirik” sözcüğüyle anlatılmak
istenen, yalnızca “coşkun, ateşli anlatım” değil, daha çok, belirli bir
çevrede yaşayan “insanların ortak duygularının yansıtılışı”dır. Yani söz konusu
edilen doğrudan doğruya içerikteki şiirsellik...
Duygulardaki şiirsellik...
Evet, Halikarnas Balıkçısı’nda
duygulardır ağır basan. Örnekse Aganta! Burina! Burinata’nın giriş
bölümünü okuyalım :
“Rahmetli
babamı andıkları vakit, ‘Nur içinde yatsın’ veyahut ‘Toprağı bol olsun’
demezlerdi. Çünkü babam denizde boğulmuştu. Zaten boğulan yalnız o muydu? Soy
sopumuzun erkeklerinin çoğu denizde kalmıştı. Annem kaptan kızı idi. Babama
varınca kaptan karısı oldu. ‘Babam doya doya göremedim. Evlendim, kocamla
sürekli olarak iki aycağız yaşamadım’ der, beni gösterir, ‘Buncağız da denizci
olursa halim ne olur? Kaptan kızı, kaptan karısı oldum, sanki bunlar
yetmiyormuş gibi üstelik bir de kaptan anası olmasam bari’ diye ilave ederdi.
Mezarlık servilerinin altlarında ninelerim, teyzelerim yatarlardı. Fakat orada
erkek hısım akrabamın mezar taşlarına rastlanılmazdı. Neredeydiler?
İnsan her
yerde ölür — ne bileyim, dağda, taşta, harp meydanında — ne var ki denizden
başka her yerde bir izi, bir kemiği, dikili bir mezar taşı kalır. Denizde boğulan
denizcinin ise tıpkı bir hülya, bir rüya gibi tam bir kayboluşu, bir silinişi
vardır. Annem, ‘Ne olacak toprak insanı topraktan, deniz insanı da sudan
yaratılır. Topraktan olanlar toprağa dönerler. Sudan olanlar akıp denize
karışırlar’ derdi. Annem böyle söylerken, babam da yanık sesiyle, ‘Sakın
ha denizci olayım deme!’ derdi. Ne var ki kasabanın bütün sokakları her ne
kadar sağa sola sapsalar da, eninde sonunda denize çıkıyorlardı.” (1. Basım, s.
5)
Denizcilerin yaşamını başka
anlatılardan da bildiğimiz için, kolayca havasına girdiğimiz bir hüzün var bu
satırlarda. Ayrılık, genç yaşta ölüm, ardında bir iz bırakmamak, bir mezarı
bile olmamak... Değişik bir ortamda, değişik koşullarda yaşayan insanların,
sızlandıkları, ama değiştiremedikleri bir alınyazısına boyun eğişleri... Bu
çaresizliğin halk ağzında şiirleşmesini de saptamış yazar : “Topraktan
olanlar toprağa dönerler. Sudan olanlar akıp denize karışırlar.” Ama bu
acının altındaki sevgiyi, bağlanışı, mutluluğu da sezerek deniz insanının
“aykın kültürünü şöyle özetliyor : “Ne var ki kasabanın bütün sokakları her
ne kadar sağa sola sapsalar da, eninde sonunda denize çıkıyorlardı.”
-Şiirsel bir
özetleme...
-Çok da
etkili...
“Aykırı kültür” sözüyle belirlemek
istediğim duyuş, düşünüş, yaşayış aykırılıkları üstünde biraz duralım. Konumuz
için çok önemli...
Halikarnas Balıkçısı’nın
anlattıkları, yansıttığı çevrelerin insanlarına şiirsel gelmeyebilir; kentlerde
değişik bir kültür içinde yaşayan insanlara “aykırılık’’larıyla şiirsel gelen
şeyler onları etkilemeyebilir.
Yıllar önce bir sanatçı arkadaş
anlatmıştı: Çamaşırcılık eden bir kadının okumaya meraklı kızına, Orhan
Kemal’in Çamaşırcının Kızı adlı yapıtını vermiş. Ertesi gün okuyup
bitirmeden kitabı geri getirmiş kız, “Ben bunları biliyorum,” diyerek okumak
için bilmediği şeyler istemiş...
-Yeni şeyler öğrenmek istiyor...
-Yeni, eski, bilmediği şeyler...
Aslında sorun bilip bilmemenin de
ötesinde. Değişik, “aykırı” şeyler ilginç geliyor insanlara. Şiir düzleminde
de böyle... Aykırılık bir şiirleştirme yöntemi... Her türlüsü... Örnekse Halikarnas
Balıkçısı kitabının adını Aganta! Burina! Burinata! koymuş. Bunlar
Türkçe olmayan denizcilik terimleri. Türkçe konuşan insanlara, aykırılıklarıyla
şiirsel geliyorlar. Anlamlan hiç önemli değil! Tıpkı Asaf Hâlet Çelebi’nin “Om
mani padme hum”ları gibi... Ahenkli bir ses... Aykırı... Şiirsel...
Halikarnas Balıkçısı’nda yer yer
başka şiirleştirme teknikleri görülse de, ağırlığın lirizmde olduğu kesin.
-Yani coşkuda, duygusallıkta...
-Evet, içerikte... Ama lirizmin yanı
sıra, anlattığı azınlıktaki deniz insanlarının çoğunluktaki kara insanlarına
“aykın” görünmelerinden doğan şiirsellik de çok önemli...
-Coşku, duygusallık, aykırılıklar...
Başka yazarlara geçelim. İnsan
ilişkilerindeki şiirselliklere başka yazarlardan da örnekler verelim.
Sait Faik’den bir parça :
“Atikali’nin
bilmediğim sokaklarına sapıyorum. Bekçi düdükleri geliyor. Bir evden deli gibi
birisi fırlıyor. Üstüme çullanıyor.
“— Dostumu
öldürdüm âbi, diyor, sakla beni.
“Paltomun
cebini gösteriyorum. Dikişlerinden yağmur girmiş, sabahki yediğim simidin
susamları kokan cebimi. Girip kayboluyor.
“— İsmin ne
senin? diye sesleniyorum cebime.
“— Hidayet.
“— Neden
öldürdün, Hidayet?
“—Seviyordum
be âbi!” (Alemdağında Var Bir Yılan, 1. Basım, ss. 3-4)
Sait Faik’in “Öyle Bir Hikâye”sinden
aldığım bu parçadaki son sözler, diyebilirim ki, öyküyü kat kat aşan bir
yaygınlık kazanmıştır : “Neden öldürdün, Hidayet? Seviyordum be âbi!”
Gezdiği, yürüdüğü yerde, tekerleme gibi, bu sözleri yineleyen sanatseverler
vardır.
-Gerçekten
de etkili, çok çağrışımlı, yoğun bir söz...
-Dikkat
ederseniz, bu çarpıcı şiirselliğin kaynağı da aykırılık... Sağlıklı bir insan,
ya da herkes gibi düşünen, aykırı olmayan bir insan diyelim, sevdiğini öldürür
mü? Çaresizlikler, yokluklar içinde yaşayan, bu yüzden dengesizleşen, yozlaşan
insanlarda görülebilen bu mantıksız “mantık” aykırılığıyla şiirsellik kazanıyor.
Hidayet için ne düşünüyorsunuz?
-Nasıl?
-Bir
yakınlık duyuyor musunuz Hidayet’e?
-Sanırım...
-Öfkelenmediğiniz
kesin... Ama düşünün, bir insan öldürülmüş, Hidayet bir katil... “Seviyordum
be âbi!” sözüyle her şey birden değişiyor. Olaylara onun açısından bakıyor, bu
aykırı yanıtta derin anlamlar buluyor, acıyoruz Hidayet’e. Üstelik de bir
çırpıda oluyor bütün bunlar. Okur olarak duygularımızı, düşüncelerimizi
yokladığımız da söylenemez. “Seviyordum be âbi!” sözü yetiyor şiirsel
bağlanışımıza. Ayrıca, bu sözün kolayca ulaşılan bir söyleniş ahengi de var.
Söylenişini duyar gibiyiz...
-Evet, bu
neyi gösterir?
-Çok gerçek
bu söz... Yaşamdan alınma... Düşlerle örülen bir öyküye yaşamdan bir şiir taşı,
bir değerli taş olarak alınıp yerleştirilmiş...
-Yaşamdaki
şiir...
-Çekip almış
sanatçı... Yalnız, bir oyun yapmış... Düşlerle örülen bir öykünün içine
yerleştirmiş... Hidayet gerçek değil, gerçek olsa cebe girebilir mi? Dostunu da
öldürmedi, hepsi kuruntu, yazarın uydurmaları, oyunları; gerçi var böyle
insanlar, sevdiği için öldürenler, inanılmaz şey, ama Hidayet onlardan biri
olamaz, soyut çünkü Hidayet, kimseyi öldüremez... Ama ne güzel yakalamış yazar
: “Seviyordum be âbi!”
-Böyle
şeyler düşünmedim...
Böyle şeyler
düşünülmez, ya da düşünülür de düşünüldüğü bilinmez, bir kıpıda hepsi gelip
geçer, ya da gelmeden, yüzeye bile çıkmadan geçer gider.
-Yani
düşündüm mü diyorsunuz!..
-Hidayet düşlerle
örülen bir öykünün soyutluğu açık açık belirlenen bir kişisi değil de, gerçekçi
bir öykünün somutluğu vurgulanan bir kişisi olsaydı, siz bu aykın sözün şiirine
kolay kolay varamazdınız.
Kim bu Hidayet? Yaşam anlayışı size
çok uzak, çok ters, kesinlikle bir arada bulunmak istemeyeceğiniz bir insan,
bir katil... Ne yapıyor bu sözleriyle? Sevdiği kadını neden öldürdüğünü
açıklıyor... Nasıl yakınlık duyulabilir bir katilin açıklamasına! Benim
bilir bilmez sıraladığım o gelişigüzel düşüncelerden çok daha fazlası bir
kıpıda geçti kafanızdan. Düşünceler, duygulanımlar...
Yazar da işinin ustası... Düşlere
vurup Hidayet’i cebine, susamların arasına sakladı... Böylece de, yaşamdan
alınma, aykırılığın yarattığı bir şiirsellik, gerçeklerden soyutlanıp bir düş dünyasında
çıkıverdi ortaya...
-Aykırılığa çok önem veriyorsunuz...
-Bir de belirsizlik... Düzyazıda,
belirsizlikten de bol bol yararlanılıyor şiirleştirme yolunda.
Sait Faik’den buna da çok açık bir
örnek verebiliriz. “Hişt, Hişt!..” adlı öyküde kullanılan şiirleştirme tekniği,
Behçet Necati- gil’in “Solgun Bir Gül Dokununca” adlı şiirinde kullandığı
tekniğe çok benzer. Şiirde neyin dokununca solgun bir gül olduğu belirsizdir;
öyküde de, neyin “Hişt! Hişt!” dediği...
“Yola indim.
İstediği kadar hişt desin. İsterse sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler
olmasın, kendi kendime kulağıma hişt hişt diyen bir divane olayım, ben,
aldırmayacağım.” (Alemdağında Var Bir Yılan, s. 75)
Ama okur olarak, adını koyamasanız
da, bilirsiniz, anlarsınız neyin “Hişt! Hişt!” dediğini... Belirsizlikten doğan
bir şiirsellikle dolarsınız.
“Nereden
gelirse gelsin, dağlardan, kışlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan,
böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!.. Bir hişt hişt sesi
gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları...
“— Hişt
hişt.
“— Hişt
hişt.
“—Hişt
hişt.” (agy,s. 77)
Bu örnekte önemle üstünde durulması
gereken bir özellik var : Sait Faik başka sözcüklerle daha açık anlatılabilecek
bir şeyi, şiirsel olsun diye belirsizleştirmiyor. Yaşımda duyduğu bir
şiirselliği yazıya dökmek isterken, bir anlıtma çabası içinde, belirsizliğe
başvuruyor. “Hişt” sözcüğüne yeri bir boyut eklemek zorunda kalıyor.
Buna da yaşamdaki şiir mi
diyorsunuz?
Yaşamda mı, yazarda mı, ayırmak
güç... Sanınm yazar ağır basıyor... İnsanla çevresi arasındaki ilişkinin şiiri
diyebiliriz... Gözlemle değil de, duyarlıkla varılan şiir...
……….
1930’larda Almanya’da kitaplar
yakıldığı, bütün dünyada, bu arada Türkiye’de, “Kitap Yakmak Yok” diye
tepki yazıları yayımlandığı yıllarda ben çocuktum. Üstünden altmış yıla yakın
bir zaman geçti, konu gene o konu: Kitap yakmak yok...
1930’larda neden yakılıyordu
kitaplar?
Nazilere karşıt düşünceleri
içerdikleri, ya da salt Yahudi yazarlarca yazılmış oldukları için...
A. L.
Haight’ın Banned Books (Yasaklanmış Kitaplar) adlı
yapıtından o günleri anlatan bir bölümü okuyalım :
“10 Mayıs
1933’de öğrenciler Yahudi yazarlarca yazılmış kitabı bir araya toplayıp Berlin
Üniversitesi’nin önündeki alanda yaktılar. Çiseleyen bir yağmur altında
yükselen alevleri 40 000 kişi sessizce seyretti. Propaganda Bakanı Dr. Goebbels
‘bu davranışın sembolik önemi’ üzerine bir konuşma yaptı. Birçok başka
Alman üniversitesinde de benzeri gösteriler düzenlendi. Alanda Marxist edebiyatın
yakıldığını ‘resmen’ seyreden 5.000 Münih’li öğrenciye şöyle dendi : ‘Alman
düşmanı kitapları yakan bu ateş, kalplerinizde de vatan sevgisini tutuştursun.’
Kitapçı dükkânlarına dalan öğrenciler şenlik ateşi için uygun gördükleri
kitapları parasını ödemeden aldılar. Üniversite kitaplıklarını da yağma
etmemeleri için kendilerine engel olmak gerekti.
“Aşağıdaki
listede eserleri ateşe atılan çok önemli yazarlardan bazıları bulunmaktadır
“Sholom Asch, Lion Feuchtwanger, Gorki, Stefan Zweig, Marx,
Freud, Helen Keller, Jack London,
Hemingway, John Dos Passos, Jakop Wasserman, Emil Ludwig, Arthur Schnitzler, Troçki, Lenin,Stalin, Zinoviev, Alfred Adler, Theodore
Lessing, Franz Werfel, Hugo Munsterberg,
Thomas Mann, Heinrich Mann, Remarque, Einstein,
Heinrich Heine, Mendelssohn, Maxmilian Harden, Kurt Eisner, Barbusse, Rosa Luxemburg, Upton Sinclair, Ben Lindsay, Arnold Zweig.
“1935 yılı
Şubatında, Adolf Hitler’in Almanya’da yasak ettiği kitaplardan meydana
getirilen bir Amerikan kitaplığı Brooklyn’deki Jewish Center’da Profesör
Einstein tarafından açıldı. Açış konuşmasında Einstein bu kitaplardan çoğunun
Almanya’da yasaklanmasındaki ‘biricik sebebin onlardaki insani nitelik’ olduğunu,
‘nefret ve düşmanlık üzerine kurulan her toplumun çökmesinin kaçınılmazlığını,
çünkü insan ruhundaki olumsuz itkilerin bir kere oluşup güçlendikten sonra,
ister istemez günlük hayatta da patlak vereceğini’ belirtti.
“Nazilerin
bu büyük kitap yakma şenliği İkinci Dünya Savaşt’na kadar sürdü.”
Almanlar
Avusturya’da, Çekoslovakya’da da aynı “kültür temizliği”ni yaptılar. Kitaplar
yakılırken alanlara toplananlar hep bir ağızdan “Deutschland
Über Alles”yi
söylüyorlardı.
Sonra savaş
bilindiği gibi gelişti, Almanya’ya bir yandan Müttefikler, bir yandan Sovyetler
girdi. Ülke ikiye bölündü. 1946’da, savaş ertesinde, çok ilginç bir şey oldu :
“Almanya’daki
Amerikan Askeri Hükümeti Nazileri hatırlatan şeylerin imha edilmesini emretti.
Amaç Alman militarizmini ve Nazi ruhunu elden geldiğince ortadan
kaldırmaktı.(...) Doğu Almanya’daki komünistler de kendi görüş açılarından aynı
şeyi yapmaktaydılar.”
Nazilerin
kitap yakma şenliklerini başlattıkları 1933 yılının üstünden on üç yıl
geçmişti. Naziliğe karşıt düşünceleri, özgürlükleri savunmak, korumak,
yaşatmak için insanlık büyük acılara katlanmış, İkinci Dünya Savaşı gibi,
benzeri görülmemiş bir savaşı göze almıştı. Bunca sıkıntının, bunca acının
sonunda ise, alanlarda kitap yakma şenlikleri yapılmasa da, “Nazi düşünüşünü
temizleme” adı altında, kitaplıklardan, okullardan, kitabevlerin- den kitaplar
toplanıyor, depolara kaldırılıyor, Hitler, Goebbels, Mussolini derken, araya Marx ile Engels de
karışıyordu.
Özgürlükler
için savaşanların, savaşı kazanınca, Nazi düşünüşünü temizlemenin yolu olarak
kitap yasaklamayı seçmelerindeki tersliği görmemek olanaksızdı. Almanya’daki
Amerikan Askeri Hükümeti’nin bu davranışı bütün dünyada tepkiler yarattı.
Ama uygulama
kaçınılmazdı anlaşılan. Alttan alta sürdürüldü.
Hele altı
yedi yıl sonra, soğuk savaş ortamına girilince, hiç beklenmedik bir noktaya
varıldı :
1953
yılında, Doğu Almanya’da toplanıp ortadan kaldırılan “Alman, Nazi ve yabancı”
yazarların kitaplarının sayısını 5.000.000 olarak veren kaynaklar vardır.
Aynı yıl,
Amerika Birleşik Devletleri’nde ise, Dulles’m deyimiyle, “birçok yabancı
memlekette son derece verimli ve başarılı bir şekilde çalışmakta olan Amerikan
Haberler Merkezi kitaplıklarındaki” kitapların ayıklanması konusu gündeme
gelmişti. Senatör McCarthy, bu
kitaplıklarda, komünistleri tutan yazarların 30.000 cilt kitabı bulunduğunu
ileri sürüyordu.
Sonuçta
Amerikan Haberler Merkezi kitaplıklarından kırktan fazla yazarın yapıtlarının
kaldırıldığı söylenir.
Bu temizleme
işi sürdürülürken, 14 Haziran 1953’de, Başkan Eisenhower’in Dartmouth
Koleji’nde yaptığı ünlü konuşma ortalığı büsbütün karıştırdı. Konuşmanın bir
yerinde şöyle diyordu bu asker kökenli Başkan :
“Kitap
yakanlara katılmayınız. Yanılgıları, onların her zaman var olduğunu gösteren
delilleri ortadan kaldırarak saklayabileceğinizi sanmayınız. Kendi
anlayışınıza göre, yaptığınız işin kötü olduğuna inanmadıkça, kitaplığınıza
gidip herhangi bir kitabı okumaktan korkmayınız. Tek sansürünüz kendi anlayışınız
olmalıdır.
“Komünizmin
ne olduğunu, ne öğrettiğini, insanlara neden bu kadar çekici geldiğini, neden
bu kadar çok kimsenin ona bağlandığım bilmeden, onu nasıl yenebiliriz. Hemen
hemen bir din haline geldi, alt düzeyde de olsa.
“Onunla
savaşmanın daha iyi bir yolunu bulmalıyız, kendi halkımızın düşünce özgürlüğünü
sınırlamamalıyız. Onlar da Amerika’nın bir parçasıdır. Bizim düşüncelerimize
karşıt düşen şeyler düşünseler bile, düşündüklerini söylemek, yazmak,
başkalarının ulaşabileceği yerlerde bulundurmak haklan tartışılamaz; ya da bu
Amerika değildir.”
Bu apaçık sözler, o günün soğuk
savaş siyasasına denk düşmediği, Dışişleri Bakanlığı’nın denizaşırı
kitaplıklara gönderdiği genelgelere uymadığı için, Başkan’ın hemen bir basın
toplantısı yapması, sözlerine açıklamalar getirmesi gerekli görülmüştü : Evet,
bazı kitaplar yasaklanabilirdi...
Demokrasi son derece güç bir yönetim
biçimi.
Baskıcı yönetimlerin, hiçbir engel
tanımadan, insanları hiçe sayarak aştıkları güçlükleri, demokrasi ilkelerine
bağlı yönetimler, çok daha uzun sürede, çok daha umutsuz günler yaşayarak
aşmaya çalışıyor, bazen de aşamıyorlar. Üstelik baskıcı yönetimlerle
varılabilen yerlere, demokrasi anlayışı içinde hiç varılamama olasılığı da var.
Baskıcı yönetimlerde
gücü ele geçirdiniz mi, arkası kolay :
Kafanıza uymayan
görüşleri savunan kitaplan toplatıp hamura gönderirsiniz. Gazeteleri,
dergileri çeşitli yollarla denetiminize alırsınız. Televizyon nasıl olsa
elinizin altında. Zararlı bulduğunuz sanat yapıtlarını, resim, heykel, depolara
kaldırtır, gerekirse parçalatır, kayboldu dersiniz. Filmlere sansür...
Tiyatrolara yardım... Onlar zaten ayakta zor duruyor, elinizi çektiniz mi
yıkılıp giderler. Olmazsa şöyle bir dokunuverirsiniz. Müzikle mimarlıktan
zarar gelmez; ticaretin elindeki sanatların denetimi kolaydır. Şairlerle
romancılar sorun yaratabilirler. Önce ufak tefek işler önerirsiniz, baktınız
olmuyor, bir iki sıkıştırırsıınız, soluğu yurt dışında alırlar...
Bunlar yüzeyde, görünen yönleri
işin. Sanıldığı kadar da önemli değil. Asıl eğitimi ele almak önemli. Çocuklar
daha ilkokul sıralarmdayken sizin düşünceleriniz doğrultusunda
eğitilmelidirler. Böylece, büyüdüklerinde her konuda sizin gibi akıl yürüten,
sizin gibi düşünen kişiler haline gelirler. Değer yargıları, dinsel inançlarıyla,
her şeyleriyle size benzerler.
Baskıcı yönetimlerin görünümünü
çizmek için söylediğim bu sözlerin, kimi demokrasi yönetimlerine de uyduğu bir
gerçek.
Uyar, çünkü her demokraside
demokrasi ilkelerinin tümü bulunmaz da ondan.
Demokrasiyi yalnızca parlamentosu
olmak, partiler kurmak, serbest seçimler yapmak diye değerlendirenler, çoğu
zaman, demokrasi ilkelerinden hayli uzaklara düşerler.
Demokrasiyi denetleyen, koruyan
güçlü özerk kuramların bulunmadığı ülkelerde, seçim yoluyla yönetimi ele
geçirenlerin, bu üste çıkışın getirdiği olanaklardan yararlanarak, karşıtları
üzerinde yoğun bir baskı kurabildikleri bir gerçektir. Karşılarına aldıkları
partilerin yöneticilerini, o partileri destekleyen kişileri ya da kuruluşları
zor durumlarda bıraktıkları gibi, doğrudan halka da yönelebilirler. Örnekse,
yeterli oy alamadıkları bölgelere alttan alta kısıtlamalar getirir, devletin
olanaklarından yararlanmalarına, ilerlemelerine, gelişmelerine engel olurlar.
Anayasası, yasaları demokrasi
ilkelerine tam anlamıyla uymayan ülkeler, özgürlük alanında sağlam bir yere
oturtulamaz- lar. Parlamento, partiler, seçimler, elbette çok önemlidir, ama
“demokrasi” için kesinlikle yeterli değildirler. Özgürlükleri, insan haklarını
koruyan bir anayasa, bu anayasaya uygun yasalar, hükümetlerin gücünün
erişemeyeceği, demokrasinin güvencesi olan özerk kurumlar, demokrasi ilkelerine
dayanan bir “temel eğitim ve öğretim” anlayışı bulunmayan ülkelerde,
demokrasinin varlığından söz edilemez.
Hele o gözlerden uzakta kalan, ilk
bakışta görünmeyen, ama hiç kuşkusuz en önemlisi, demokrasi ilkelerine dayanan
“temel eğitim ve öğretim” anlayışı...
Başka bir söyleyişle : Uzun yol...
Özgürlükler adına onca
insan kanı akıtıldıktan sonra, Almanya’daki Amerikan Askeri Hükümeti, ya da
Doğu Almanya’daki komünistler, “Nazi düşünüşünü temizlemek” için, bu
uzun yolu seçemezlerdi. Böylece de, ne acıdır, kitap yakanlara karşı girişilen
savaşın sonunda, gene kitaplar yasaklandı.
Başkan Eisenhower, uzun yolu
seçemeyen Dışişleri Bakanlığı’nı korumak için, basın toplantısında, “Bazı
kitaplar yasaklanabilir,” derken, çaresiz bir siyasa adamı, Dartmouth
Koleji’nde öğrencilere, “Kitap yakanlara katılmayınız,” derken ise, bağımsız
bir düşünce adamıydı.
Uzun yol... Demokrasi ilkelerine
dayanan “temel eğitim ve öğretim”... Bu nasıl verilecek?
Beyin yıkama yöntemleriyle kafalara
yerleştirilen “Nazi düşünüşü”, kitaplar yasaklanmadan, depolara kaldırılmadan,
raflarda okunmayı beklerken, nasıl “temizlenecek”?
Karşı beyin yıkama yöntemleriyle mi?
Bu kısa yol, Nazi düşünüşünü
temizlerken, Nazi yöntemlerine düşmek demektir ki kesin bir yenilgiyi
belirler. Tıpkı kitap yakmaya karşı, kitapları depoya kaldırmak gibi...
Eğitimi çocuklara doğruları
göstermek, öğütler vermek olarak niteleyen anlayıştan uzaklaşmak, demokrasi
ilkelerine dayanan bir “temel eğitim ve öğretim”e geçişte ilk adımdır. “Parlak
konuşmalara karşı bağışıklık kazanmak demokratik bir ülkenin yurttaşları için
son derece önemlidir,” diyen Bertrand
Russell, çağdaş reklamcılığın gücünden yararlanan propagandacıları düşünerek
şunları yazıyor :
“İşe ana okulunda başlardım,
çocukların, aralarından seçme yapması gereken iki çeşit şekerle : şekerlerden
biri güzel olur, güzelliği soğuk ve kesin bir dille belirtilirdi; öbürü çok
kötü bir şeker olur, en iyi reklamcıların en büyük ustalığıyla övülürdü. Az
zaman sonra onları kırda tatil yapmak için bir yer seçmeye bırakırdım : bir
harita göstermek yoluyla övülen güzel bir yer ve parlak afişlerle övülen çirkin
bir yer.
“Tarih öğretimi de
buna benzer bir şekilde yürütülmelidir. Geçmişte büyük bilgeler gibi görünen
nice hatip ve yazar bugün kimsenin inanmadığı şeyleri savunmuştu: büyücülüğün
gerçekliği, kölelik kurumunun iyiliği gibi. Gençlerin bu gibi söz sanatı
ustalarını tanımasını, retoriklerini ve yanlış düşüncelerini değerlendirmesini
sağlardım. Yavaş yavaş çağdaş sorulara geçerdim. Tarih bilgilerine iyi bir
hazırlık olarak onlara İspanya üzerine (ya da o anda en fazla tartışmaya yol
açan konu üzerine) önce Daily Mail, sonra da Daily Worker'da
söylenen şeyleri okurdum; sonra onlardan gerçeğin ne olduğunu çıkarmalarını
isterdim. Çünkü hiç şüphe yok ki bir demokratik ülke yurttaşı için gazeteleri
okuyarak gerçeğin ne olduğunu anlamak ustalığı kadar faydalı bir şey olamaz.
Birinci Dünya Savaşı’nın önemli anlarında gazetelerde yazılanlarla sonradan
resmi tarihe yazılanları karşılaştırmak bu amaç için yararlı olur. Ve o zamanki
gazetelerde ortaya çıkan kitle isterisi öğrencileri şaşırtınca, onlara —
dengeli ve dikkatli yargılama yeteneğine sahip olmazlarsa — hükümet böyle bir
korku ve kan dökme isteği yaratır yaratmaz aynı duruma düşecekleri
anlatılmalıdır.
“Gel gelelim, büsbütün
olumsuz bir duygusal tavır öğretmek istemem; bütün güçlü duyguların yıkıcı bir
çözümlemeyle yok edilmesinden yana değilim. Bu tavrı yalnız toplu isterinin temeli
olan duygularla ilgili olduğu zaman savunuyorum, çünkü savaşlara ve
diktatoryalara yol açan şey toplu isteridir. Ama bilgelik sadece usal
değildir: us kılavuzluk edip yön gösterebilir, ama eyleme yol açan gücü
doğurmaz. Bu gücü veren duygulardır. İyi toplumsal sonucu olan duygular,
nefret, öfke, korku gibi kolaylıkla ortaya çıkmazlar. Bunların yaratılmasında
birçok şeyler ilk çocukluk dönemine bağımlıdır; birçoğu da, ekonomik koşullara.
Ne var ki, normal eğitim sırasında, iyi duygular geliştirecek besin verilebilir
ve insan hayatına değer katan şeyler gerçekleştirilebilir.” {Power-A New Social Analysis, Çev : Murat Belge,
Yeni Dergi, Sayı 20)
Görüldüğü
gibi, uzun yolun ucunu ta ana okulundan başlatıyor Bertrand Russell. Düşünme,
değerlendirme, seçme yetenekleri geliştirilen insanlar yetiştirmek amacım
güdüyor. Kendi değer yargılarını onlara benimsetmeye çabalamıyor. Her şey
ortada dursun, insanlar gelsinler, baksınlar, değerlendirsinler, kendi
yargılarını kendileri versinler istiyor. İyiyi kötüyü ayırmak herkesin
hakkıdır diye düşünüyor.
Bu sanat
yapıtı muzır mı, değil mi?
Daha
doğrusu, bu bir sanat yapıtı mı, değil mi?
Kim
değerlendirecek?
Bir kurul
kurarız, muzır derse muzır olur.
Ya sanat
yapıtı?
Muzırsa o da
muzırdır.
Yasaklanır
yani!?
Caydırıcı
cezalar verirsek bir daha kimse yayımlamaz öyle şeyleri.
Peki, niye
yayımlanıyor bu kitaplar?
Çok
satıldığı için.
Çok
satılıyor demek! Neden çok satılıyor acaba?
Ahlak diye
bir şey kalmadı...
Demek ki ülkemizin insanları iyiyi
kötüden ayırabilecek düzeyde değiller. Düşünme, değerlendirme, seçme
yetenekleri gelişmemiş. Ahlak diye bir şey de kalmamış. Bir muzır kurulunun
onlara bu iyi, şu kötü demesi gerekiyor.
Ya da böyle bir yetersizlik söz
konusu değil. Birileri kendi değer yargılarım herkese benimsetmeye
çabalıyorlar.
İlk olasılık kesin bir aşağılama;
İkincisi ise, açık bir baskı, özgürlük kısıtlaması... İkisi de demokrasi
ilkelerine uymayan yaklaşımlar...
Bu bilim adamlarının, cinsellik
üzerine incelemeler yapanların konusudur. “Ahlak diye bir şey kalmadı” türünden
boş sözlerin hiçbir anlamı olamaz. İnsanın gelişmesi, bilgilenmesi,
dönüşümleri, bunalımları, gereksinimleri... Bunlar hep bilimsel yaklaşımlarla
ele alınacak, bilimsel çözümler getirilecek konulardır. Bir toplumda aşırı bir
cinsel açlık görülüyorsa, öte yandan birtakım kişiler bu alanda nerdeyse
sakatlar gibi yaşıyorlarsa, köklü bilimsel araştırmalara yönelmek gerekir.
Her şey olabilir. Belki de bozukluk
insanlarımızda değildir, belki de göreneklerimizde, törelerimizde doğaya aykırı,
insanları bunalıma iten yönler vardır. Bilemem. Bilim adamlarına başvurulmalı...
Bildiğim şu:
Yasakçılıkla hiçbir yere varılamaz. Demokrasilerde kısa yol değil, uzun yol
geçerlidir. Onun için de demokrasi son derece güç bir yönetim biçimidir.
Anaokulunda başlar. Yasakçılığın hiçbir çeşidine ödün vermeden, kendi seçimini
kendi yapan insanlarıyla gelişip serpilir.
Ya da
yoktur...
(Adam Sanat, Mayıs 1988)
Kaynak:
Memet FUAT, Çağdaşımız Makyavel-Deneme, Adam Yayınları, Anadolu Yayıncılık A.Ş.
Birinci Basım: Mart 1992, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar