Print Friendly and PDF

ÇAĞDAŞIMIZ MAKYAVEL

Bunlarada Bakarsınız



“Yenilik getirenlerin kendi başlarına mı iş gördükleri­ni, yoksa başkalarının yardımına mı bağlı olduklarını araştırmak lazımdır; yani, kendi eserlerini yürütmek için rica etmeye mi mecburdurlar, yoksa zorla iş görebilirler mi?(...)
“İyi silahlanmış bütün peygamberlerin galip çıkmaları ve silahsızların başarısızlığa uğramaları bundandır. {Hü­kümdar, s. 21)
— Niccoló Machiavelli
Niccoló Machiavelli günümüzde bir siyaset kuramcısı olarak anılıyor. Bir siyaset felsefecisi de diyebiliriz. Felsefe tarihlerinde genellikle ona da bir bölüm ayırıyorlar.
Oysa Machiavelli 1469-1527 yılları arasında yaşamış bir devlet adamı. Floransa’da doğmuş, Floransa’da ölmüş, yaşadığı sürece Floransa’ya hizmet etmiş, görevden uzaklaştırıldığında da, Floransa’yı yönetenlere yazılarıyla yol göstermeye çalışmış bir devlet adamı.
Onun bir siyaset kuramcısı olarak felsefe tarihlerine geçmesi­ne bu tür yazılarından kitap boyutlarındaki II Principe (Hüküm­dar) ile Discorsi (Söylevler) neden olmuş. Ayrıca, adının, “amacına varmak için her kötülüğü yapan” ya da, kısaca, “ahlaksız” anlamına terimleşmesi de bu yapıtları yüzünden.
“Makyavelizm” terimi önce Fransızcada kullanılmış, sonra bu yaygın dilin etkisiyle başka dillere de geçmiş. Türkçe Sözlük'de de var :
İngilizce sözlükler de, aşağı yukarı, böyle “politika” çerçeve­sinde kalan karşılıklar veriyorlar. Ama Yeni Redhouse ucunu biraz aralamış :
“Hileli politika veya iş kabilinden, entrikacı.”
Tahsin Saraç’ın Büyük Fransızca-Türkçe Sözlük'ünde ise “politika” sınırlaması kaldırılmış :
“Düzen, dolap; düzencilik, dolapçılık; çıkarı için anasını satarlık; hainlik, kalleşlik.”
Bir insan düşünün, adı anılınca bunlar geliyor akla. Ne yapmış bu Machiavelli ki böylesine kötü bir damga yemiş?
Yaşadığı çağda, İtalya’daki hükümdarların, düşmanlarını nasıl alt ettiklerini, ülkeleri nasıl ele geçirdiklerini, yönettikleri devletleri nasıl koruduklarını, başarılı olmak için ahlak kurallarını nasıl çiğnediklerini gözlemlemiş, gerçekçi bir yaklaşımla, tam bir açık sözlülükle, başarılı olmanın yolu budur diye, uygulanan acımasızlıkları, ahlaksızlıkları yazıya geçirmiş.
Hükümdar adlı kitabının bir yerinde şöyle diyor :
“Ve bütün insanların, bilhassa, yargılayıcısı bulunmayan hükümdarların icraatında neticeye bakılır. Bunun için bir hüküm­dar muzaffer olmayı ve devleti muhafaza etmeyi sağlasın, vasıtalar daima muteber ve makbul sayılır ve herkesçe övülür; çünkü halk görünene ve olana kapılır; dünyada ise halktan başka bir şey yoktur; çoğunluğun dayanacak yeri olunca, azınlığın sözü olmaz. Adını söylemek uygun düşmeyen zamanımızdaki bir hükümdarın ağzı barış ve doğruluktan gayri söz etmez; halbuki her ikisinin de en büyük düşmanıdır; bunlara riayet etmiş olsaydı, bunlar birkaç defa, ya itibarını veya devletini kaybettirirlerdi.” (ss. 71-72)
Evet, başarılı oldun mu, “araçlar her zaman geçerli ve iyi”dir, iş halka iyi görünmekte, halkın gözünü boyamaktadır, “barış ve doğruluk” sözlerini dilinden düşürmez, ama “itibarım ve devletini” korumak için ne gerekliyse onu yaparsın!..
Bunlar Machiavelli’nin düşünüp bulduğu, kendi yarattığı değil, gözlemleyip saptadığı şeyler. Başarılı olanlar böyle yapıyor­lar, biz de başarılı olabilmek için böyle yapmalıyız diyerek bir siyaset felsefesi oluşturuyor. Yaşadığı çağda, gırtlağına kadar kötülüklere batmış İtalya’da, Floransa’nın bağımsızlığını yitirme­mesini, güvenliğini koruyabilmesini, düzenli bir devlet yapısına kavuşmasını, İtalya’daki dağınık devletlerin birleşerek dış düş­manlara, İspanyollara, Fransızlara, İsviçrelilere, Cermenlere kar­şı ülke topraklarını korumalarını özlüyor.
Machiavelli, aslında, Medici’lerin Floransa’ya geri dönüşüyle devlet görevlerinden uzaklaştırılmış bir cumhuriyetçi. Gönlü kesinlikle monarşiden yana değil. 1494’de Piero di Lorenzo de’ Medici, Fransızların yardımıyla Floransa’dan sürülüp cumhuriyet yanlıları kentin yönetimini ele aldıktan sonra, genç Machiavelli, daha yirmi dokuz yaşındayken, önemli görevlere atanmış, hem iç, hem dış politikada etkili olmuş, ülkesini korumak için profesyonel olmayan bir ordu kurmuş, tam on dört yıl Floransa Cumhuriyeti’ ne hizmet etmiş. 1512’de Medici’ler Papa’nın baskısıyla geri geldikten sonra ise, cumhuriyetçi bir komploya karıştığı suçlama­sıyla tutuklanmış, işkence görmüş, sonunda serbest bırakılmışsa da, özgürlükleri kısıtlanmış, yenik, ezik bir devlet adamı olarak bir köy evine çekilmek zorunda kalmış.
Ama bir cumhuriyetçi olduğu kadar, gerçekçi de Machiavelli. Onun için önemli olan, her şeyden önce, Floransa; iç çekişmeleri­ni düşmanlarının yakından izledikleri, topraklarını paylaşmak, kentlerini haraca bağlamak amacıyla fırsat kolladıkları İtalya... Bu ülkede birliği ancak çok güçlü, herkesi yıldıran bir hükümdar sağlayabilir diye düşünüyor... Kilise’nin de desteğiyle...
.Floransa’nın yeni Medici’si, Papalığı da elinde tutan bir aileden gelen Lorenzo di Piero de’ Medici olabilir bu hükümdar. Machiavelli, onu bu göreve yönlendirmek amacıyla yazdığı anlaşılan Hükümdar adlı yapıtının sonuna doğru şöyle diyor :
“Cansız gibi kalan memleket, yaralarını saracak, Lombardia’daki soygunlara, Napoli Krallığının ve Toskana’nın verdiği haraçlara son verecek ve uzun zamandan beri kanayan cılk yaralarını tedavi edecek kişinin kim olabileceğini beklemektedir. Bu kadar saygısızlık ve zulümden kendisini kurtaracak birini göndermesi için Allaha nasıl yalvardığı görülüyor. Bir bayrağın arkasından gitmeye tamamıyla hazır ve istekli olduğu da görül­mektedir; yeter ki bu bayrağı tutacak biri bulunsun.
“Ve bunun için, görünürde, sizin ünlü hanedanınızdan başka daha çok ümit bağlayabileceği bir hanedan da yoktur; o hanedan ki, talih ve liyakati ile, Allah’ın ve başında bulunduğu Kilise’nin inayeti ile bu kurtuluşun önderi olabilir.” (ss. 104-105)
Son sayfada :
“Böylece bu fırsatın geçmesine müsaade edilmemelidir, ta ki bu kadar zamandan sonra İtalya, bir kurtarıcısını görsün. Bu yabancı akınlarından ıstırap çekmiş olan bütün ülkelerde bu kurtarıcının ne kadar sevgi ile, nasıl bir intikam ateşi ile, nasıl sarsılmaz bir imanla, nasıl bir vecd ve ne kadar göz yaşı ile karşılanacağını ifadeden acizim. Ona hangi kapılar kapalı kalabi­lir?
Hangi halk ona itaat etmemezlik edebilir?
Hangi haset ona karşı koyabilir?
Hangi İtalyan ondan saygısını esirgeyebilir?
Bu barbar tahakküm herkese iğrenç gelmektedir.” (s. 108)
Amaç memleketini düşmanlardan korumak olunca, Makya­velizm daha bir hoş mu görünüyor yoksa!.. Oysa değişen bir şey yok. Haklı bir savaş söz konusu, ama gene her türlü düzen, dolap, kalleşlik geçerli...
Nerden geldi şimdi Machiavelli böyle birdenbire gündeme?
İlginizi çekmiştir, alıntıların dili oldukça eski. Geçenlerde kitaplığımda başka bir kitabı ararken bu Hükümdar çevirisini buldum. 1955 yılında, Ankara’da, Yıldız Matbaası’nda basılmış. Yayınevi yok. Anlaşılan çevirmen kitabı kendisi yayımlamış. İtalyanca aslından yapılmış çeviri. Çevirmen Yusuf Adil Egeli başa kısacık bir “Sunuş” yazısı koyarak birtakım önemli noktalara değinmiş.
Biri şu :
“Hükümdar'ı okurken yazıldığı yüzyılda İtalya Yarımadası’nın irili ufaklı birçok prensliklere, cumhuriyetlere ayrıldığını, bunların birbirleriyle devamlı savaş halinde bulunduklarını, bu savaşlar neticesinde küçük devletlerden birtakımının yok olduğunu, yenilerinin doğduğunu, el değiştirdiklerini, büyük devlet hüviyeti almaya başlamış bulunan İspanya ve Fransa’nın bu iç kavgalara sık sık karıştıklarını, nihayet o devirlerde hemen hiçbir yerde milli ordular bulunmadığını hatırlamak faydalı olacaktır.”
(s- I)
Biri de şu :
“Hisler bir tarafa bırakılarak, vakıalar soğuk ve tarafsız mantığın tahlilinden geçirilince çıkan neticeler ahlak duygularımı­zı ve ideallerimizi incitirse, bu neticeleri çıkaranı mahkûm etmek doğru olur mu?
“Bu esere, bugünün anlayışına göre, bir bakımdan, İktidar adını vermek de mümkündür : Usuller yumuşatılmış olmakla beraber davranışlar, ana hatlarıyla, her memlekette ve memleket­ten memlekete pek az farklıdır.
“Bu böyle olagelmiştir : İnsanlık, insanlık idealine henüz pek çok uzaktır.” (ss. I-II)
Yusuf Adil Egeli’nin onca emek verip Hükümdarı neden çevirdiği bu sözlerinden anlaşılıyor. Herkesin sözbirliği etmişçesi­ne yerdiği Makyavelizm, yumuşatılmış, inceltilmiş, bilimselleştirilmiş, iyice sırıtkanlaştırılmış görünümleriyle çağdaşmızdır. Bir dakika ayrılmıyor yanımızdan, her gün, her yerde karşımıza çıkıyor...
Bu kitabı okuduğumu, doğrusu, unutmuştum. Açıp içine bakınca, baştan sona, önemli bulduğum yerlerinin altını çize çize okumuş olduğumu gördüm. Neden böylesine önem vererek okumuşum acaba Hükümdar'ı?
Bilemiyorum, ama Bertrand Russell yüzünden olabilir. Bu filozofun bir sözüne takılmıştım 1960’ların başında :
“Dünya gittikçe Machiavelli'ye yaklaşıyor, bugün onun felsefesini çürütmek isteyen çağdaş insan, on dokuzuncu yüzyılda bu işi yapmak isteyenlerden çok daha derin düşünmek zorunda­dır.” (Batı Felsefesi Tarihi)
Bu sözü bir yazıma alıp altına da şunu eklemiştim :
“Yıllarca önce yazmış o kitabı Bertrand Russell. Bugün Machiavelli’nin felsefesini çürütemezsiniz.” (Çağını Görebilmek, s. 66)
Hükümdar'ı, altını çizdiğim yerlere ağırlık vererek, baştan sona yeniden gözden geçirdim.
Bir de, en önemlisi, Machiavelli, insanın doğasının değişmez olduğuna inanıyor. Felsefesini kesin doğrular saydığı saptamaları­na dayandırıyor. Belli bir çağda, belli bir çevrede yaşayan insanlarda gördüğü özelliklere göre düşünüyor. İnsanın değişmez ÇAĞDAŞIMIZ MAKYAVEL doğası ise hiç de iç açıcı görünmüyor Machiavelli’nin kaleminde :
“İnsanlar hakkında, genel olarak, şu denebilir ki : nankör, dönek, olduğundan başka türlü görünür, düşüncesini gizleyici, tehlikeden kaçıcı ve kazançta açgözlüdürler; ve onlara iyilik yaptığın müddetçe, yukarda söylediğim gibi, ihtiyaç uzak olduğu zaman, hepsi de şenindirler; kanlarım, mallarını, canlarını, evlatlarını sana teklif ederler; fakat sıkışıklığı zaman baş çevirir­ler.(…)
İnsanlar, kendisinden korkulan bir kimseye olmaktan ziyade, kendisini sevdirmiş olan bir kimseye zarar vermekte daha az çekingendirler; çünkü sevgi bir minnettarlık bağı ile durur; insanlar ise kötü olduklarından, her şahsi menfaat fırsatında bu bağ kopar; fakat korku hiç bırakmayan bir ceza kaygusu ile beslenir.” (s. 66)
“İnsanlar babalarının ölümünü, mal ve mülklerinin kaybol­masından daha çabuk unuturlar.” (s. 67)
“İhtiyatlı bir hükümdar, verdiği sözü tutmak kendi aleyhine dönerse ve bu sözü vermeyi gerektiren sebepler ortadan kalkınca, sözünde ne durabilir ne de durmalıdır. İnsanların hepsi de iyi olsalardı bu kaide iyi olmazdı; fakat kötü oldukları için ve sana karşı sözlerinde durmayacakları için, sen de onlara verdiğin sözde durmaya mecbur değilsin.” (s. 70)
Bu son alıntıda, “İnsanların hepsi de iyi olsalardı...” dediğine göre, Machiavelli bütün insanların kötü olduklarına inanmıyor. Aslında, gönlünde yatan, iyi insanlardan oluşan bir cumhuriyet... İnsanlar için böylesine kötü sözler etmesine karşılık, “halk”a pek vurmuyor. Başlardaki bir alıntımızda, ilginizi çekmiş olabilir, “Dünyada ise halktan başka bir şey yoktur,” diyordu. Şu sözleri de, halktan insanları üst tabakalardan insanlara üstün tuttuğunu gösteriyor :
“Büyükleri namuslu bir surette ve gayriye zarar vermeden memnun etmek kabil olmadığı halde, halkı memnun etmek mümkündür; çünkü büyükler ezmek, halk ise ezilmemek istediği için halkın dilediği büyüklerin dileğinden temizdir.” (s. 37)


Gene halkla ilgili başka alıntılar :
“Halkın zulüm görmemekten başka bir dileği yoktur.” (s. 38)
“Bir hükümdar için halkın sevgisini kazanmak şarttır; başka türlü olursa, kötü günlerinde çaresiz kalır.(...) ‘Halka dayanan batağa dayanır’ meşhur atasözü ile bu inancımı cerh etmeye kimse yeltenmesin; çünkü halktan bir kimse, düşmanlardan veya me­murlardan zulüm gördüğü zaman, hükümdar halka dayanır ve onun kendisini kurtaracağını umarsa bu atasözü doğrudur.” (s. 39)
Machiavelli kendisini tutuklatıp cezaevine attıran, işkence­den geçirten Lorenzo di Piero de’ Medici’ye İtalya’yı nasıl kurtarabileceğini, Hükümdar'da uzun uzun anlatırken, sergilediği engin devlet adamlığı deneyimi karşılığında, herhalde ondan bir görev de bekliyordu. Ülkesi için kaygılanmasının, eylem tutkusu­nun ötesinde, ailesinin geçimini sağlamak için de böyle bir göreve gereksinimi vardı. Hükümdar ona bu olanağı sağlamadı. Ama daha sonraları, 1520’lerde, Medici’ler Machiavelli’ye bazı görev­ler verdiler.
1527 Mayısında Kutsal Roma-Germen İmparatoru Şarlken Roma’yı kuşatıp yağmalayınca, değişen koşullar altında, Floransa da bağımsızlığına yeniden kavuştu. Ama cumhuriyetçiler, bir hükümdara kurtarıcı olarak bakmış, yol göstermiş, hizmet etmiş olan Machiavelli’ye artık güvenmiyorlardı. Eski görevlerini ala­mamak onda büyük bir düş kırıklığı yarattı. Hastalandı, bir ay sonra da öldü.
Buraya kadar yaptığımız alıntılarda, sanırım, Machiavelli yeterince ortaya çıkmadı, günümüzün politikacıları, devlet adam­ları, hatta iş adamları karşısında pek “masum” kaldı. “Çağdaşı­mız” dedik, bitirmeden, çağımıza uzanan sözlerinden de hiç olmazsa birkaç örnek verelim :
“İnsanlar ya okşanmak veya söndürülmelidirler; zira insan­lar, hafif zararlardan intikam alırlar, ağır zararlardan ise intikam alacak halleri kalmaz. Bir insana yapılan kötülük öyle olmalıdır ki, intikamından korkmaya yer kalmasın.” (s. 6)
“Kim ki başkasının kudretli olmasına sebep olur, kendini mahveder.” (s. 12)
“Bir ülkeye sahip olabilmek için onu yıkmaktan başka hiçbir emniyetli yol yoktur. Ve hür yaşamaya alışmış bir şehri zaptedip de onu yıkmayan kimse, kendisinin o şehir tarafından yıkılacağını beklemelidir.” (s. 17)
“İyi kullanılmış zulüm (kötülüğe iyi denebilirse), kendini güven altına almak zoru ile bir defada toptan yapılan ve, sonra, üzerinde ısrar edilmeyen, fakat mümkün olduğu kadar uyruğun iyiliğine çevrilen zulümdür. Fena kullanılmış zulüm ise, başlangıç­ta az olduğu halde, zamanla sönecek yerde çoğalan zulüm­dür.” (s. 35)
Makyavelizm günümüzde hiçbir engel tanımadan derin yata­ğında gürül gürül akıp gidiyor. Bu suda yıkananlar ise, her gün, değişik kılıklar, değişik yüzlerle, kentte, kırda, her köşe başından, her ağacın arkasından karşımıza çıkıveriyorlar.
(Adam Sanat, Mayıs 1990)

“İyi kullanılmış zulüm (kötülüğe iyi denebilirse), kendini güven altına almak zoru ile bir defada toptan yapılan ve sonra, üzerinde ısrar edilmeyen, fakat mümkün olduğu kadar uyruğun iyiliğine çevrilen zulümdür. Fena kullanılmış zulüm ise, başlangıç­ta az olduğu halde, zamanla sönecek yerde çoğalan zulümdür.” (Hükümdar, s. 35)
Machiavelli’nin bu sözünü öyle bir çırpıda okuyup geçmemek gerekir. Darbe yapıp bir ülkenin yönetimine el koyanların güdümlü demokrasilere yönelişlerinden, işçileri yaşama savaşı­mında çaresizliğe düşüren sağlıksız üretim ilişkilerini olduğu gibi koruyabilmek için, toplu sözleşmelerle bir rahatlama olanağı yaratan patronlara kadar, pek çok kişiyi, pek çok durumu kapsıyor bu söz. Günümüzdeki nice eylemin kuramı bu sözden çıkarılabilir...
Hangi düşünür savunduğu böylesine aykırı, aşağı yukarı her dönemde karşı çıkılmış görüşlerle, beş yüz yıl sonrasına kadar, insanları etkisi altında tutabilmiştir!.. İyi insanlar, beş yüz yıldır, kötü bir düşünürün etkisinde kötülük yapıyorlar!.. İnanılır şey mi?..
Sovyetler Birliği’nde uzun bir süre Machiavelli’nin yapıtlarını okumak yasaktı. Yetiştirileceğine inanılan “yeni insan”ın kafasın­da bu tür pisliklere yer olmasın isteniyordu...
Oysa Machiavelli özgün bir düşünür değil, bir gözlemci... Gerçekler karşısında duygusallığa kapılmayan, gerçekleri özlediği gibi görmeye çabalayarak çarpıtmayan bir gözlemci... Başkaları­nın göremedikleri şeyleri görmüş olduğu da söylenemez. Uygula­yanlar onun gördüklerini çok daha önceden görmüşler, çok daha önceden biliyorlardı ki... Bilmeseler nasıl uygularlar?.. Ama “Başarının yolu budur!” diye açık açık söyleyen, kuramlaştıran, yazıya döken yoktu anlaşılan...
Her dönemde karşı çıkılmış görüşlerle, beş yüz yıl sonrasına kadar, insanları etkisi altında tutabilmenin gizi bu noktada beliriyor :
Machiavelli insanlarda değişik biçimlerde sürüp giden bir özelliği beş yüz yıl önceki görünümüyle gözleyip yazıya geçirmiş. Etki onun gözleminden gelmiyor. İnsanlardaki çok ilkel bir özellik yüzyıllardır sürüp gitmekte... Eğitim bu özelliğin karşısın­da çaresiz kalmış; bugün de öyle... Kuramın sorumluluğu ise Machiavelli’ye yüklenmiş, ama eylem gittikçe daha karmaşıklaş­mış, daha inceliklerle donanmış olarak sürüyor...
Sovyetler Birliği’nde yıllarca kimse okumuyor Machiavelli’yi, “kuram” yok, ama insanlardaki bu çok ilkel özellik, “amaca varmak için her araç geçerlidir” görüşü orada da yaşıyor. Çünkü orada da insanlar, orada da Çıkar çatışmaları var... Yaşam eğitimden güçlü...
İster istemez şöyle düşünüyor insan :
Yoksa Machiavelli’nin suçu bu akışın bir noktasında dürüst­lük etmesi, gözlediklerini günün ahlak kurallarına uydurmadan yazıya geçirmesi miydi?
Nâzım Hikmet’in Kan Konuşmaz adlı romanında, olay örgüsüne pek de bağlı olmayan bir bölüm var. Bir düşünceyi yansıtmak için araya sokulmuş izlenimi veriyor. İki avukat konuşuyorlar :
Kâmran derin ve kâbuslu bir uykudan uyanıyormuş gibi silkindi:
¾    Ömer, oğlum, dedi. Avukat da bir insan mıdır? Değil midir?
¾    Ömer bu hiç beklemediği suale birdenbire cevap veremedi.
¾    Kâmran tekrar etti :
¾    Söylesene, avukat denen mahluk da bütün öteki insanlar gibi yiyen, içen, düşünen, seven, gülen, ağlayan bir insan mıdır, değil midir?
¾    Elbette öyledir, hocam.
¾    Öyleyse, avukat da bir makine değil bir insansa, avukatın da bazı meselelerde kanaatleri var demektir. Ve avukat da her insan gibi kanaatleri için, icabında şahsi menfaatlarını çiğneyerek harekete geçer, mücadele eder değil mi?
¾    Evet, tabii...
¾    Mücadele ne demektir, Ömer? Bunu sen iyi bilirsin herhalde... mücadelede bütün mesele düşmanı can evinden vurmaktır. Düşmanla merdane dövüşmek, yüzde yüz kavga etmek lazımdır, kavgada hileye başvurulmamalı gibi palavralara inanmazsın, değil mi?
¾    İnanmam...
¾    Öyleyse, mesele kalmadı. Bak ne yapacağız?.. Benim vicdani kanaatim, senden meseleyi dinledikten sonra, bu çocuğun dedesinin evine gitmesi değil, Kunduracı Hilmi’nin yanında kalmasını bana emrediyor. Mademki bu böyledir, o halde bu kanaatimin tahakkuku için kavga etmeliyim... yani ne yapıp yapıp çocuğu anasının, Hilmi’nin yanında bıraktırmalıyım. Doğru değil mi?..
¾    Doğru... fakat nasıl yapacaksın bu kavgayı? Sen, dedesi­nin avukatısın? Davayı açmaktan vaz mı geçeceksin? Vazgeçsen bile...
89 birdenbire Ömer’in sözünü kesti :
¾    Hayır, dedi. Davayı bırakacak değilim, bilakis...
¾    Ömer şaşırdı :
¾    Anlamadım...
¾    Kâmran alaylı bir sesle :
¾    Meslek namusumu ayaklar altında çiğneyeceğim, dedi. Anlıyor musun? Kavga kavgadır. Yemek nasıl pişirildi, diye sorulmaz, sofraya geldiği vakit lezzetli mi, lezzetsiz mi, ona bakılır... en iyi pilav toprak tencerede pişer... matlup çocuğun anasında kalması, Kunduracı Hilmi’nin yanında adam olması...
¾    değil mi?.. Bu gayeye ulaşmak için her yol mubahtır. Yalnız davayı kaybettikten sonra, dedenin peşin verdiği ücretin bir kısmını iade ederim. Eh, bu kadar da temizlik ister...
Ömer, Kâmran’ın yanından bir parça şaşalamış, Kâmran’a karşı sevgisi bir hayli artmış olarak çıktı.
¾    Meseleyi o akşam Sait Amcaya anlattığı vakit, Sait Amca :
¾    Yazık ki, dedi, şu Kâmran’ı geç tanıdık... (ss. 280, 281)
Kavgada şövalyelik (günümüzdeki deyimle sportmenlik) yok, “gayeye ulaşmak için her yol mubah”...
“Mubah” Arapça bir sözcük. Anlamı : “Dince yapılmasında sakınca olmayan, yapılması günah ya da sevap olmayan.”
Çevirirsek : “Amaca ulaşmak için her araç geçerlidir,” diyor Avukat Kâmran Bey. Amaç “iyi, haklı, doğru” ise, aracın “kötü, haksız, yanlış” olmasına aldırmamak gerektiğini savunuyor.
Bölümün bir yerinde Kâmran Beyden “89” diye söz edilmesi, bu avukatın 1789 Fransız Devrimi’ne duyduğu hayranlıktan kaynaklanmakta : “1789 Kâmran Bey” takılması “89”a kadar kısalmış. “89” deyince anlaşılıyor “Avukat Kâmran Bey”den söz edildiği. Ömer ise eylemci bir işçi çocuğu. Okuyup avukat olmuş...
Devrimci bir küçük kentsoylu avukat ile devrimci bir işçi avukatın bu tartışmalarından anlıyoruz ki, tartışılan daha kapsam­lı bir konu da olsa, eylemi hiçbir zaman denetimlerinde tutama­dıkları bilinen kuramsal kentsoylu ya da soylu ahlakına aldırış etmeden, gene “amaca ulaşmak için her araç geçerlidir” görüşüne göre düşünülecek, “meslek namusu”, ya da “mertlik", “hilesizlik" gibi kaygılara kapılınmayacaktır.
Ömer akşam olayı, sağlam bir devrimci olan Sait Ustaya anlattığında, onun da, Kâmran Beye, bu davranışından dolayı yakınlık duyduğunu görüyoruz. Yazarın da bu parçayı romana Kâmran Beyin düşünüş tarzını sergilemek için eklediği belli...
Demek ki “amaç” olumluysa, “iyi, haklı, doğru”ysa, Makyavelciliğe karşı çıkılmıyor...
Ama “iyi” ile “kötü” görecedir, diyoruz...
Karşılıklı bir çatışmaya giren iki yan da, kendi açılarından, kendi yorumlarıyla “iyi, haklı, doğru” olabileceklerine göre, Makyavelcilik bütünüyle geçerlilik kazanmış olmuyor mu?
Ya da saltık bir ahlak var demektir...
Peki, hangisi? Birinin, “Öldürmeyeceksin!” dediği yerde, öbürü, “Vur pençe-i Ali’deki şemşîr aşkına” diyor... Birinin yücelttiğini öbürü batırıyor...
Ahlak kurallarını toplumsal konumların, çıkarların belirledi­ği çok açık, açık da...
Sonunda varılan nokta şu :
“Biz, insandışı ve sınıflarüstü kavramlara dayanan her türlü ahlakı reddediyoruz. Bunun toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin çıkarları uğruna işçileri ve köylüleri aldattığını, kandırdığını, uyuttuğunu söylüyoruz.(...) Ahlak, insan toplumunun daha yük­sek bir düzeye vardırılması ve kendini emeğin sömürülmesinden kurtarmasına yardımcı olma amacına hizmet eder.” (Anan : Thomson, İnsanın Özü, ss. 132, 133)
Bu sözleri 1920’de Lenin söylemiş. Ama o tarihten beri yaşanan onca çözülmeye, yozlaşmaya, gevşemeye karşın, aşağı yukarı yüz yıl önce, Engels’in Avrupa için yaptığı bölümleme, nerdeyse bugün de geçerli :
“Geçmiş inanç dönemlerinden kalma Feodal-Hıristiyan ahla­kı; iki ana bölümlemesi, Katolik ve Protestan ahlaklan, onların da alt bölümlemeleri, Cizvit-Katolik ve Ortodoks-Protestan’dan serbest ‘ileri’ ahlaklara kadar. Bunların yanı sıra çağdaş kentsoylu ahlakı ile geleceğin proletarya ahlakı, öyle ki en ileri Avrupa ülkelerinde bile geçmişin, bugünün ve geleceğin ahlakları üç büyük grup olarak bir arada güçlerini sürdürüyorlar. Öyleyse doğru olan hangisi?” (Anti-Dühring, International Publishers, 1939. pp. 103,104)
“Geleceğin ahlakı hangisiyse o,” demek kolay da... Herkes kendi toplumsal konumu, kendi çıkarları açısından verecektir bu sorunun yanıtını. Geleceği kendi özlemlerine göre çizecektir. Yukarda söylediğimiz gibi, herkesin “amaç”ı kendince “iyi, haklı, doğru” olacağı için de Makyavelcilik bütünüyle geçerlilik kazana­caktır.
Zaten öyle değil mi? Öyle de, işte, üstü örtülü geçiliyor. Açık açık söylemiyor kimse...
Şu “görecedir” dediğimiz “iyi” ile “kötü”nün, “görece” fazla savrulmayacak, genel bir tanımını bulamaz mıyız?
Erich Fromm şöyle diyor :
“Yaşama hizmet eden her şey iyidir; ölüme hizmet eden her şey de kötüdür. İyilik yaşama, yaşamı hızlandırmaya, gelişmeye ve açılmaya duyulan saygıdır. Yaşamı boğan, kısıtlayan, param­parça eden her şey de kötülüktür.” (Aşağıda agy, s. 47)
Güzel de, bu sözler insandaki eğilimlerin bir yönü için geçerli yalnızca. Yaşamseverlik ahlakının yanında bir de “Yaşasın ölüm!” diye bağıranların ahlakı var... Onlara göre...
Erich Fromm’un Sevgi ve Şiddetin Kaynağı adlı kitabından parçalar okuyalım :
“Ölümseverlik eğilimi olan insan yaşamayan, ölü olan her şeye, cesetlere, çürümüş şeylere, dışkıya ve pisliğe büyük bir ilgiyle çekilen ve kendini kaptıran kişidir. Ölümseverler hastalık­tan, cenazelerden, ölümden söz etmekten hoşlanan kişilerdir. Yalnızca ölümden söz ederken canlanırlar.” (ss. 38, 39)
“Ölümsever kişi öldürene tutkundur; öldürülenlerden nefret eder.” (s. 40)
“Ölümsever kişilere göre adalet, yanlışsız bir bölme işlemi demektir; bu kişiler, kendilerince adalet saydıkları şey uğruna ölmeye ve öldürmeye hazırdırlar. ‘Yasalara ve düzene’ taparlar yasayı ve düzeni tehdit eden her şey onların gözünde yüce değerlerine karşı girişilmiş şeytanca bir saldırıdır.” (s. 41)
Bu eğilim, ölümseverlik eğilimi, insandaki bir bozulmanın ürünü değil mi? Hasta değil mi ölümseverler?
İşkenceciler, Hitler’ler, Eichmann’lar gibi aşırı örnekler düşünülürse, öyle... Onlara karşı koymak daha kolay... Ne var ki ölümseverlik eğilimleri bireylerde değişik oranlarla ortaya çıkı­yor. Yaşamı değil de ölümü, gelişmeyi değil de yıkımı seven herkes hasta izlenimi vermez. Hatta ölümseverliği sonradan açığa çıkan kimi önderler, “yapıcı, koruyucu, kurtarıcı” kişiler olarak yücelip yığınları kendilerine bağlayabilirler...
Şöyle diyor Erich Fromm :
“Öldürme olanağı ve gücü bulamayan ama ölüm sevgisi kendini başka, yüzeysel ya da daha zararsız biçimlerde belli eden birçok birey vardır. Buna bir örnek, hiç durmadan çocuğunun hastalıkları, başarısızlıkları, geleceği için karamsar varsayımlarla uğraşan annedir; bu anne, çocuğundaki olumlu değişikliklere sevinmez, çocuğun neşesine karşı bir tepki göstermez, onun içinde gelişen yeni bir şeyi de fark etmez.(...) Bu anne çocuğuna gözle görülür bir zarar vermez; ama onun yaşama sevincini, büyümeye duyduğu inancını yavaş yavaş öldürür ve sonunda çocuğuna da kendi ölümseverlik eğilimini aşılar.” (s. 42)
Ölümseverlerle yaşamseverler ayrı dünyalarda yaşamıyorlar. Çoğunca iç içeler. Dahası ölümseverlik eğilimleriyle yaşamsever- lik eğilimleri değişik oranlamalarla kişilerde birleşiyor.
“Katıksız ölümsever delidir, katıksız yaşamseverse azizdir. İnsanların çoğunda ölümseverlik ve yaşamseverlik eğilimlerinin özel bir karışımı görülür; önemli olan, bu iki eğilimden hangisinin ağır bastığıdır.” (s. 48)
Öyleyse ahlakların biçimlenmesinde ölümseverlik eğilimleri de etkili olmuştur, diyebiliriz...
Bu sözle ahlaklara karşı bir kuşku ortaya vurulmuş oluyor. Bana öyle geliyor, size de öyle geliyorsa, “Yaşamseverlik iyidir, ölümseverlik kötü” görüşüne katılıyoruz demektir. Açımız belir­leniyor. Yoksa ahlaklara ölümseverlik bulaşmış olabilir diye kaygılanmaz, bu düşünceyi yüze çıkarmaz, bir kuşku duymazdık.
Öyleyse Erich Fromm’un yaşamseverler açısından yaptığı tanıma “görece” olmayan bir “iyi” ile “kötü” tanımı diye bağlanabiliriz :
Ne var ki “kötü”nün kötülüğünü saptadığımız anda, iyilik adına, ona karşı çıkmak, onu yok etmek zorundayız. Ölümsever- lik eğilimlerini engellemeli, bütün izlerini, etkilerini yeryüzünden silmeliyiz. Yani yaşamseverliği korumak için ölümseverleşmemiz gerekiyor. İyiliği korumak için kötü olmaya katlanmazsak, gene kötü oluruz. İşte bu, Makyavelciliğin vargeli...
Kötüye karşı kötünün silahlarıyla karşı çıkmak zorunlu­luğu...
“Ne acıdır ki, bizler de başkaldırdığımız bu haksız anlayışa karşı, aynı yöntemleri kullanarak savaşmak zorundayız.” (M. Komşu, Sirena, s. 184)
Öbür yanağımızı çevirsek?.. İyilikle?.. Belki... Çatışma böylesine büyümeden... Sömürü böylesine örgütlenmeden...
“Yaşamsevgisinin gelişmesi için gerekli koşulların arasında şunları sayacağım : Bebeklik sırasında başkalarıyla sıcak ve şefkat dolu ilişkiler; özgürlük, tehditlerden uzak olma; içte uyum ve güç yaratan ilkelerin — öğütlerle değil de örneklerle — öğretilmesi; (...) toplumsal koşullara gelince, (...) ilkönce söz edilmesi gereken en belirgin etken, hem ekonomik, hem de ruhsal açıdan, kıtlığa karşı bolluk içinde olma durumudur. İnsanın enerjisinin çoğu saldırılara karşı yaşamı savunmak ve açlıktan kurtulmak için harcanırsa, yaşam sevgisi engellenir, ölüm sevgisi güçlenir. Yaşam sevgisinin gelişebilmesi için gerekli başka bir toplumsal koşul da adaletsizliğin ortadan kaldırılmasıdır. Bununla (...) bir toplumsal sınıfın ötekini sömürdüğü, doyumlu ve onurlu bir yaşamı engelle­yen koşulların insanlara zorla kabul ettirildiği (...) toplumsal durumu belirtmek istiyorum. Son olarak, yaşam sevgisinin geliş­mesinde önemli bir koşul da özgürlük'tür. Ne var ki kısıtlayıcı siyasal zincirlerden ‘özgür olmak’ yeterli bir koşul değildir. Yaşam sevgisinin gelişebilmesi için bir şey ‘yapmak’ özgürlüğü gerekli­dir : Yaratma ve kurma özgürlüğü, şaşabilme ve göze alabilme özgürlüğü.” (Fromm, agy, ss. 51, 52, 53)
Hem toplumsal, hem bireysel koşullarıyla ölümseverlik eğilimlerini besleyen düzenlerde, insanlar, kaçınılmaz olarak, kötülüğe karşı koymanın çaresini gene kötülükte görecek, yaşam- severler de ister istemez ölümseverliğe yöneleceklerdir.
Doğası açısından, önceden, “ne iyi, ne de kötü” denebilen insan, böyle düzenlerde elbette “nankör, dönek, (...) düşüncesini gizleyici, tehlikeden-kaçıcı ve kazançta azgözlü” (Hükümdar, s. 66) görünecektir. Başka türlü olması nasıl beklenebilir?..
Yaşadığımız dünyanın insanları da, yüzyıllardır süregelen zulmün ürünleridir. Bazı dönemlerde, bazı bölgelerde iyi kullanıl­mış zulmün, bazı dönemlerde, bazı bölgelerde ise kötü kullanılmış zulmün ürünleri...
İnsanlık bir türlü insanlık ülküsü’ne ulaşamıyorsa, ölümse­verlik eğilimlerinden kurtulamıyorsa, bunun başlıca nedeni, çıkar çatışmalarında, yüzyıllardır insanın insana uyguladığı zulümdür. Giderek bu zulümden tat alınmaya başlanmış, sadist, mazoşist eğilimler ağırlık kazanmış, toplumsal olaylardan, sporlara kadar, her alanda, acı çektirmenin, acı çekmenin yayıldığı, arandığı, dolayısıyla, paraya dönüştürüldüğü görülmüştür.
Durgun batak, leş kokulu batak!
Atımı getirin benim, kır atımı!
İyi de, bu bataktan “dörtnala” nasıl çıkılacak?.. İnsanlar dayanılmaz düş kırıklıkları içinde bocalarlarken?..
Mehmet Komşu, yukarda bir tümcesini alıntıladığım, Sirena adlı romanına “Önsöz Yerine” dört satır koymuş :
“Uğruna öldüğümüz özgürlük ideallerimize ne oldu? Bu değişen dünyayla onlar da mı değişti? Eğer öyleyse, bu inanç­larımız için yüzyıllardır çekilen acıların hiçbir anlamı kalma­dı mı?” (s. 5)
Kalmadı mı?
Bu soru ölümseverlik bildirgesi gibi...
Romanın ortalarına doğru bir yerde ise şu sözler yer alıyor :
“Sıradan bir insan olarak yaşamak ne güzel. Neler olup bittiğini anlamadan, yoksulluktan kurtulmak için iyi bir iş aramak, güzelce sayılabilecek bir kadınla evlenmek, akşamları sulusepken bir televizyon filmi seyretmek, çocukların üstü başı, ya da eve alınacak yeni eşyalar, ya da iyi bir yaz tatilinin düşü üzerinde konuşmak, bir daire almak için biriktirilecek para ve geleceğe yönelik planlarla geçecek bir yaşam. Akşamları da yemekle içilen birkaç kadehle, günün olayları üzerine şöyle çok bilmişçesine bir şeyler söylemek.
“Gerçekleri bilmenin insana verdiği o delice sıkıntıdan, cezaevlerinin, soğuk ve insanı ürperten hücrelerinin verdiği korkudan, nereden vuracağı belli olmayan bir silahın her an üzerinde dolaşan gölgesinden, dostlarımızın ve arkadaşlarımızın morgun beton masaları üzerine yatırılmış kanlı cesetlerinin, o insanı kahreden görüntülerinden, gizli avlularda kurulmuş idam sehpalarından, çamurlu sokaklar ve paslı tenekelerle örtülü gecekondularda yaşayan insanlardan, bozkır tozlarının örttüğü toprak damlı evlerde oturan yoksul köylülerden, kömür ve mazot dumanları ile kararmış eski binaların, o izbe ve rutubet kokulu ıslak bodrumlarında yaşamlarını tüketen, terk edilmiş ihtiyarlar­dan, birçok kişinin, uykunun o doyumsuz kollarında olduğu sırada, batakhanelerin o insanın midesini bulandıran havasım soluyan ve yüzünün beyazlığını renkli boyaların arkasına saklayan kadınlardan habersiz bir yaşam.
“En kolayı da, bütün bunları tanrının kutsal takdirinin kaçınılmaz bir gerçeği olarak kabul etmek.
“Bizim yanılgımız neydi?” (ss. 84, 85)
Beş sayfa arkada :
“Oysa her şey son derece basitti. Birilerinin daha iyi yaşaması için, diğerlerinin daha kötü yaşaması gerekiyor. İşte, gerçek bu kadar açık ve seçikti. Dünyadaki yaşam sürdükçe, hep birileri diğerlerinden daha iyi ve farklı yaşamak isteyecek, bunun için de kuşkusuz elinden geleni yapacak. Diğerlerinin arasında kalan birkaç kişi de, bu haksız farklılığa başkaldıracak. Daha önce de olduğu gibi, bundan sonra da böyle olacak. Benden sonra, benim yerimi alacak biri mutlaka olacağı gibi, onların yerini alacak birileri de her zaman bulunacak.” (s. 90)
Mehmet Komşu’nun Sirena'sı “yeniden doğan özgürlük sevincinin öyküsü” olmanın ötesinde, yaşamseverlik eğilimleriyle eyleme geçen bir devrimcinin umutsuzluğa kapılarak nasıl ölüm severliğe yöneldiğini de sergiliyor :
“Bir tek şeyin gerçek olduğuna inanıyorum, o da, ölümün bütün acıların sonu olduğuna.” (s. 177)
Evet, insanlar dayanılmâz düş kırıklıkları içinde bocalarlarken, bu bataktan “dörtnala” nasıl çıkılacak? Ölümseverlikten yaşamseverliğe nasıl geçilecek? Maçlarda “Ölmeye geldik!” yeri­ne “Yaşamaya geldik!” diye bağırmak insanımızın içinden ne zaman gelecek? Ölümseverlik ırmağında boğulmadan, kim, nasıl ulaşacak karşı kıyıya?
Çıkarları sömürüye, baskıya bağlı olanlar, “Haydi artık yeter, biraz da insanca yaşayalım!” demeyeceklerine göre, isten­mese de, bir savaşıma girilecek... Bu savaşımda yaşamseverliği savunanların da ölümseverlik eğilimleri güçlenecek... Kim üstün gelirse gelsin, yenen yenileni baskı altında tutmak zorunda kalacak... Kısacası, yaşamseverlik kazansa da ölümseverliğe dönüşmüş olacak...
“Şu karşı kıyıya geçene kadar ölümsever olalım, sonra gene yaşamsever oluruz...” Ne var ki bir düğmeye basıp “Çıt!” diye değiştirilemiyor insanların eğilimleri...
Hayvanlar gibi, davranışları doğuştan hazır olarak dünyaya gelmiyor insan. İçine doğduğu kültür çevresine göre biçimleniyor. Yaşam koşullarıyla, eğitimle, öğrenimle oluşuyor davranışları, ahlakı, kişiliği... Bir kez oluştuktan sonra da kolay kolay değişmiyor. Ya uzun süreli, ya da çok çarpıcı, sarsıcı etkiler gerekli değişmesi için. Ölümseverlik eğilimleri ağır basan bir kişinin, birdenbire yaşamseverlik eğilimleri ağır basan bir kişiye dönüşmesi hiç de kolay değil; olanaksız bile denebilir...
“İyi, haklı, doğru” amaçlara yönelirken, “Her savaşımda Makyavelcilik kaçınılmazdır, amaca varmak için her araç geçerlidir!” diyerek yola çıkanlar, yandaşlarını ölümseverlik eğilimleri ağır basanlardan seçenler, gençlerin eğitimlerini, öğrenimlerini, kavgada güçlü, acımasız olmaları için, nefrete, intikama, şiddete dayandıranlar, başarıya ulaşıldığında, ortada “iyi, haklı, doğru” hiçbir şey kalmadığını, savaşım sona erince söneceği sanılan ölümseverlik eğilimlerinden bir türlü kurtulunamadığını gördük­lerinde hiç şaşırmamalıdırlar...
Savaşların eşiğinde bile insanları yaşamseverlik ilkelerine göre eğitmek gerekir.
“Ne acıdır ki, bizler de başkaldırdığımız bu haksız anlayışa karşı, aynı yöntemleri kullanarak savaşmak zorundayız.” Evet, ne acıdır ki!..
İnsanlar, haklı haksız, her savaşın kötü olduğunu bilmeli­dirler...
Sövmeyi, itişip kakışmayı, dövüşmeyi öğrenmesin diye, çocuğunu sokağa bırakmak istemeyen anneye doktor çıkışıyor :
“Olur mu öyle şey! Koyverin sokağa!.. Dövüşsün de, sövüşsün de!.. Siz hangi topluma çocuk yetiştiriyorsunuz!?”
Gerçekçi bir yaklaşım olduğu, çocuğun yaşayacağı topluma ayak uydurmakta zorlanmamasına yönelik bir öğüt olduğu kesin, ama temelinde Makyavelcilik yatıyor bu anlayışın...
“Nasıl yaşandığı ile nasıl yaşanması gerektiği arasında o kadar fark var ki, yapılanı yapılması gereken için bırakan bir kimse varlığını korumaktan ziyade yok olmayı öğrenmiş olur; çünkü her yönde iyilik gütmek isteyecek bir kimsenin, iyi olmayan o kadar kimse arasında, yok olması tabiidir.” (Hükümdar, s. 61)
Kanımca, bu tür bir gerçekçilik insanlığın bütün kurtuluş yollarını kapatmaktadır. Bu tür kaygılarla eğitim alanına girilince insanlardaki ölümseverlik eğilimleri ağırlık kazanacak, dünya sonu gelmez bir çıkar savaşımının acımasızlıklarında büsbütün kana bulanacaktır.
Makyavelcilik üzerine kurulu bir eğitim, öğrenim düzeni asıl bu — “yok olmayı öğrenmek”tir...
İnsanlık “iyi, haklı, doğru” amaçlarına yönelirken, Makyavelci gerçekçiliğe boyun eğmemenin, ölümseverliğe yönelmeme­nin çarelerini aramak zorundadır...
“Gücümü gerçekleri görebilmemden, düşüncelerimin doğru­luğundan, yaşama, insanlara duyduğum sevgiden, daha iyi bir geleceği özlemekte yığınların yanında olmamdan alıyorum...” diyebilmek...
(Adam Sanat, Haziran 1990)
“Görece” sözcüğünü kullanmadan anmadığımız “iyi” ile “kötü” konusunun “görece fazla savrulmayacak, genel bir tanımı­nı” bulmuştuk Erich Fromm’da :
“Yaşama hizmet eden her-şey iyidir; ölüme hizmet eden her şey de kötüdür.” (Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, s. 47)
Daha önce de, daha sonra da, araya hep bir “görece” sokarak dö ıüp dönüp geldik bu konuya. Bir ara Makyavelciliğin vargeline düştük : “İyiliği korumak için kötü olmaya katlanmazsak, gene kötü oluruz.” (Çağdaşımız Makyavel, s. 238) Başka bir yerde şöyle dedik: “Ne yandan baksak, bu işe iyilik-kötülük diye yaklaşmanın yanlışlığı ortaya çıkıyor.” (Çağdaşımız Makyavel, s. 245) Sonunda ise “Evrensel insanlık değerleri” sözüne gelip dayandık :
“Böylece birtakım saltık değerlerin varlığını mı savunmuş oluyoruz?
“Öyle de denebilir... İyice irdelenmesi gereken çetin bir konu...” {Çağdaşımız Makyavel, s. 268)
Böyle bir söz ettikten sonra iyi ile kötü üzerinde durmam, bu konuyu iyice irdelemek özleminde olduğum izlenimini yaratabilir. Oysa bu konunun iyice irdelenmesi ancak felsefe öğrenimi görmüş kişilerin yapabileceği bir iş. Ben, sadece, yazılarımda ortaya attığım sorulara, daha çok sağduyuya yaslanarak birtakım yanıtlar verirken, eytişimsel düşünce yolundan çok uzaklara düşüp düşmediğimi araştırmak istiyorum.
“Öyle de denebilir...” sözü başka bir yorumun da bulunabile­ceğini deyimliyor. “Evrensel insanlık değerleri” her zaman, her yerde geçerli saltık değerler mi? Böyle saltık değerlerin varlığını kabul edince fizikötesi düşünce alanına mı kaymış oluyoruz?
Önce önümüze bir iki kitap alıp eskileri karıştıralım, serbest çeviriler, alıntılarla, genel bilgilerden özetlemeler yapalım, yüzyıl­lar yılı neler denmiş bakalım bu iyi ile kötü konusunda.
Birtakım düşünürler öncesizlikten sonrasızlığa değişmeyecek saltık ölçütler aramışlar. İnsanların büyük çoğunluğu da bu tür ölçütlere inançla bağlanmış. Örnekse İbranilerin On Emir'i bütün zamanlara, bütün yerlere egemen olan Tanrı’nın koyduğuna inanılan ilkeleri getirir :
“Seni Mısır ülkesinden, tutsaklık yurdundan çıkaran Tanrın Rab benim.
“Karşımda başka tanrıların olmayacak.
“Kendin için oyma put yapmayacaksın; yukarıda, göklerde olanın, aşağıda yerde olanın, yerin altında sularda olanın suretini yapmayacaksın; onların önünde eğilmeyeceksin, onlara tapmaya­caksın; çünkü ben, senin Tanrın Rab, benden nefret eden babaların günahını çocuklar üzerinde, üçüncü kuşak üzerinde ve dördüncü kuşak üzerinde arayan ve beni seven, buyruklarıma uyanların binlercesine iyilikte bulunan, kıskanç bir Tanrıyım.
“Tanrın Rabb’in adını boş yere ağza almayacaksın; çünkü Rab, adım boş yere ağza alanı suçsuz tutmayacaktır.
“Sebt gününü kutsamak için onu hatırında tut. Altı gün çalışacaksın ve bütün işlerini yapacaksın; ama yedinci gün Tanrın Rabb’e Sebt’tir; sen ve oğlun ve kızın, erkek ya da kadın hizmetkârın ve hayvanların ve evindeki konukların hiçbir iş yapmayacaksınız.
“Tanrın Rabb’in sana verdiği topraklarda ömrün uzun olsun diye babanı ve anneni say.
“Öldürmeyeceksin.
“Zina etmeyeceksin.
“Çalmayacaksın.
“Komşuna karşı yalan tanıklık etmeyeceksin.
“Komşunun evine, karısına ve erkek ya da kadın hizmetkâr­larına ve öküzüne ve eşeğine ve onun hiçbir şeyine göz dikmeye­ceksin.” .
Bu ilkelerin t. Ö. 16. ile 13. yüzyıllar arasında belirlendiği söyleniyor. Musevilerle Hıristiyanlar bunları Tanrının Musa Peygambere Sina Dağında bildirdiğine inanırlar.
Öbür uçta duran düşünürler ise iyi ile kötünün görece olduğunu, zamana, yere, koşullara göre değişik değerlendirmeler olabileceğini savunurlar. Örnekse yalan söyleyerek bir kötülüğü önleyebilirsiniz. Birisi bir başkasını öldürmek için arıyordur, nerede olduğunu size sorar, bildiğiniz halde, “Bilmiyorum,” dersiniz. Söylediğiniz yalanla bir can kurtarmış, yani yalan söylemekle kötülük değil, iyilik etmiş olursunuz.
Bu iki uç arasında (saltıkçılarla görececiler arasında), birçok düşünür ilginç görüşler öne sürmüşlerdir.
Efesli Herakleitos (İ.Ö. 6-5. yüzyıllar) iyi ile kötüyü bir uyum içinde görerek oluş’u karşıtların çatışmasının sonucu olarak değerlendirir, “hiçbir tanrı ve insan tarafından yaratılmamış ve hep böyle süregelmiş, hep böyle süregidecek” bir varlık düzenin­den söz eder. Bu filozofa göre, evrende değişmeyen, başkalaşma­yan, karşıtlarıyla birleşmeyen hiçbir şey yoktur : “Her şey akıp gider. Aynı ırmağa iki kez giremezsin.” Biz ancak karşıtlıkları, iyi ile kötüyü görürüz. Oysa bunların uyumunu görebilmek, her şeyi kapsayan yasaya, evrensel ilkeye göre yaşamak gerekir.
Sofistlerin konuyu ele alışları ise bütünüyle insana dönüktür. Protagoras (İ.Ö. 5. yüzyıl) “İnsan her şeyin ölçüsüdür,” der.
Demek ki iyi ile kötünün de ölçüsü insan, yani bireydir. Öyleyse her birey neyin iyi, neyin kötü olduğuna kendi karar verecektir. Dışardan zorlanacak kurallar, yasalar yoktur. Ahlak alışkanlıklar­dır. Herkes istediği gibi yaşamalıdır. Birinin iyi dediğine, bir başkası kötü diyebilir. Öznellik, bireycilik adına dış baskılara yönelik bu karşı çıkış, aşırılığıyla yadırgansa da, düşünceye verdiği önemle, insana güveniyle' çok ilginçtir.
Sokrates de (İ.Ö. 5. yüzyıl) bir yönüyle Sofistlere benzer: Geleneklere, törelere, yerleşik ahlak kurallarına, insana dıştan zorlanan değerlere boyun eğmez. O da insanın her şeyin ölçüsü olduğu kanısındadır. Ama iyi ile kötünün temel ilkeleri bulunması gerektiğini, bu değerlendirmenin bireye bırakılamayacağını düşü­nür. Bireyci değildir. İyi nedir? Bütün evrene ölçüt olabilecek yüce iyilik nedir? Sokrates bu sorulan “Bilgi” diye yanıtlar. Bir kimse iyiliği bilirse ona uyacaktır. Hiç kimse kötülüğe gönüllü değildir. Onun için de sürekli aramak, “iyi”nin ne olduğu konusunda bilgi edinmeye çalışmak gerekir. Yaşamın amacı budur, iyinin ne olduğunu bulmaya çalışmaktan daha değerli bir şey olamaz.
Platon’a göre (İ.Ö. 5-4. yüzyıllar) duyular dünyası gerçekdı­şı, akıp giden, değişen bir dünyadır; kötüdür. An, değişmeyen düşünceler (ideler) dünyası ise iyidir. İnsan bu gerçek dünyayı ancak us yoluyla tanıyabilir. Demek ki us insan için en yüce iyiliktir. Yaşamın amacı ruhu bedenden kurtarıp gerçek düşünce­ler dünyasına ulaştırmaktır. Bu akıp giden, değişen gölgeler dünyasında da insan ancak bütün davranışlarını usuyla yönlendi­rirse mutlu olabilir. Bedensel açlıkların, özlemlerin usla denetlen­mesi gerekir. Us iyiliktir, usla denetlenmeyen bedensel açlıklar, özlemler ise kötülüktür.
Aristoteles’e göre (İ.Ö. 4. yüzyıl) evrende her şeyin amacı kendini bütünüyle gerçekleştirebilmektir. Her şey öteki şeylerden başkadır; belirli yetenekleri, yetkinlikleri vardır. Bu yetenekleri, yetkinlikleri bütünüyle gerçekleştirebilen şey iyidir. İnsanın belir­leyici özelliği ise usudur. Bu yetkinlik yalnız insanda vardır. Demek ki insan için en yüce iyilik, usunu bütünüyle gerçekleştire­bilmektir. İnsanın öbür yönleri, duygular, özlemler, bedensel açlıklar usla tam bir uyum içinde olmalı, usun denetimine girmelidirler. Ölçülülük, ılımlılık, dengelilik iyidir. Böyle davran­maya insanın dışardan zorlanması gerekmez, usunu bütünüyle gerçekleştirmiş olması onu içinden gelerek böyle davranmaya yönlendirecektir.
Epikuros’a göre (İ.Ö. 4-3. yüzyıllar) bütün insan davranışla­rının amacı hazdır, mutluluk herkes için en yüce iyiliktir. Ama hazlar seçilirken dikkatli olunmalıdır. Bazı hazlar sonunda insana acılar getirebilir. Hazları usa uygun bir tarzda tatmalıdır.
Hazlar üç çeşittir: 1. Tadılması gereken hazlar; 2. Göz yumulması gereken hazlar; 3. Sakınılması gereken hazlar. “Doğal ve zorun­lu” olan hazlar tadılmalı, “doğal” ama “zorunlu ” olmayan hazlara göz yumulmalı, “doğal ve zorunlu” olmayan hazlardan ise kesinlikle sakımlmalıdır. Ayrıca Epikuros’a göre zihinsel hazlar bedensel hazlardan daha üstündür.
Stoacılar (İ.Ö. 4-3. yüzyıllar) insan için en yüce iyiliğin evrene uyum sağlamak olduğunu söylerler. İnsan evrenin bir parçasıdır. Evrende yönetici güç us olduğuna göre, insanları bireysel davranışlarında da us yönetmelidir. İnsan evrenin yasala­rına boyun eğmeli, doğaya uymalıdır. İyi insan doğaya uyarak yaşayan, davranışlarını evrensel usun bir parçası olan usuyla denetleyen insandır.
Felsefede dinlerin baskısı arttıkça iyi ile kötü arasında kesin karşıtlıklar öne çıkarılmaya başlar. Örnekse Philo’ya göre (İ.S. 1. yüzyıl) Tanrı bütün iyiliklerin, madde ise bütün kötülüklerin kaynağıdır. Gene insanın usu, ya da ruhu iyiliklerin, bedeni ise kötülüklerin yatağıdır. Böylece, insanın amacı bedeninden (gü­nahlarından) arınıp Tanrıya (iyiliğe) ulaşmak olarak belirlenir.
Apolojistler (İ.S. 2. yüzyıl) Tanrının insanı iyi olarak yarattığını, ama onun Tanrıdan yüz çevirip bedene yöneldiğini söylerler. Böylece günah (kötülük) ortaya çıkmıştır.
Aziz Augustinus (İ.S. 354-430) Tanrının bütünüyle iyilik olduğu, eksiksizlik olduğu inancındadır. Tanrı evreni yokluktan yaratmıştır. Bu doğruysa, nasıl olur da iyi bir Tanrı, her şeyi yapabilecek güçteyken, içinde kötülük olan bir evren yaratır? Bu soruyu ortaya atan Augustinus yanıtını şöyle verir: Evrende her şey iyidir. Bize kötü gibi görünen şeyler de evrenin bütünlüğü içindeki yerlerinde iyidirler. Bir resmin güzelliğine gölgelerle karanlık köşelerin de katkısı vardır. Bunlar resmin bütünlüğün­den çıkarılıp parçalar olarak izlenirlerse kötü görünürler. Ama resmin içinde bütünün güzelliğine katkıda bulunurlar. Evrende gördüğümüz kötülükleri Tanrı evrenin bütününü güzelleştirmek için yaratmıştır. İnsan dünyadaki hazlara sırtını dönüp kusursuz iyiliğe, Tanrıya yönelmelidir.
Skolastikler iyi ile kötü sorununu Aziz Augustinus gibi ele alırlar.
Fransız filozofu Petrus Abaelardus (Pierre Abelard, 1079- 1142) biraz değişik bir yaklaşımla, doğru ya da yanlış davranışla­rın, davranışın kendisinde değil, davranışı yapanın niyetinde değerlendirilmesi gerektiği görüşünü savunur. Birisi bir başkasın­dan bir şey çalarsa, çalma olayı kendi içinde iyi ya da kötü değildir. Çalan bu hırsızlığı iyi niyetle yapmışsa, yaptığı iş iyidir. Bir kimse iyi bir iş yapmak niyetiyle kötü bir iş yaparsa günaha girmez. Böylece iyi ile kötü sorunu insanın vicdanına kalmakta­dır. Yüce iyiliğe, yani Tanrıya, insanı kendi erdemliliği götürecek­tir. Yüce kötülük ise Tanrıdan kopma, Tanrıya karşı çıkmadır.
Skolastik filozofların en büyüğü sayılan Aquinah Tommaso’ya göre (1225-1274) Tanrı her şeyi, bu arada insanları da, belirli bir amaçla yaratır. En yüce iyilik bu amacı gerçekleştirmek­tir. İnsan niçin, hangi amaçla yaratılmış olduğunu anlarsa, Tanrının iyiliğini bulmuş olur. En yüce davranış us ya da inanç yoluyla, en yüce noktasında da sezgiyle Tanrıya ulaşmaya çabalamaktır. Bir manastırda kendini Tanrıya adayarak yaşayan insan ülküsel (ideal) insandır.
Alman filozofu Johann Eckhart (1260-1327) Tanrının bütün­lüğü üzerinde durarak insanın bireyciliğini bütünden kopma, dolayısıyla kötülük olarak değerlendirir. Tanrıyı gören insanın kendisi için ölüp Tanrıya gömülmesi gerektiğini söyler. İyilik yapmakla iyi olunmaz, kendini Tanrıda yitirmekle iyiliğe ulaşılır.
Buraya kadar okuduklarımızdan iyi ile kötü sorununa doyu­rucu bir yorum yapılamadığı, uygulamaya yön verecek bir açıklığa ulaşılamadığı, en önemli soruların kaçamak yanıtlarla geçiştirildi­ği, genellemelere sapıldığı görülüyor. Din alanında ise, özellikle kafaları kurcalayan, iyi Tanrının kötülüklerle dolu böyle bir dünyayı, nasıl olup da yarattığı konusu boşlukta kalıyor. Gerçi eski Hıristiyanlıkta Tanrının yanı sıra ona başkaldıran Şeytan da işlenir. İnsanın karşısında eğilmek istemeyen Şeytan (Başmelek) insana düşman kesilmiş, onu Tanrı buyruğundan saptırıp günaha sokmuş, böylece de dünyaya kötülüğü getirmiştir. Tanrı iyiliklerin bağışlayıcısı, Şeytan kötülüklerin zorlayıcısıdır. Ama bu durumda da yanıtlanması güç bir soru var : “Şeytanı Tanrı yaratmadı mı?”
Hıristiyanlık bütün zamanlar, bütün yerler, bütün koşullar için geçerli saltık kötülüklerin neler olduğunu, başta verdiğimiz On Emir'deki gibi, çeşitli düzenlemelerle, inananlarına hep sunmuştur. Örnekse, Aquinalı Tommaso’nun yaptığı günahlar sıralaması şöyle: 1. Kibir; 2. Açgözlülük; 3. Şehvet, aşırı ve yasaklanmış cinsel istek; 4. Kıskançlık; 5. Oburluk ve ayyaşlık; 6. Öfke; 7 Tembellik.
I.S. 7. yüzyılda kurulan İslam’da da günahlar çeşitli bakımlar­dan sınıflandırılır. “Hayr” ile “Şerr”in Tanrıdan olduğu inancı İslam bilgeleri arasında tartışmalara yol açmıştır. Tanrıya karşı işlenen günahlar (namaz kılmamak, oruç tutmamak gibi), kullara karşı işlenen günahlar (zekât vermemek, sözünde durmamak, adam öldürmek gibi) bölümlemesi en genel bölümlemedir. Başka bir sınıflamaya göre günahları büyük (kebire), küçük (sagire) olarak ikiye ayıranlar bunların sayılan ya da neler olduğu konularında tam bir anlaşmaya varmış değillerdir. Büyük günahların 17 tane olduğunu söyleyenler şöyle bir sıralama yaparlar : Kalbe ilişkin (4) : Tanrıya ortak koşmak, günahta ısrar, Tanrının bağışlamasından umut kesmek, azabından emin olmak. Dile ilişkin (4) : Yalancı tanıklık, namuslu kadına zina iftirası, bir hakkı iptal eden yalan yemin ve sihir. Mideye ilişkin (3) : İçki kullanmak, yetim malı ve faiz yemek. Ele ilişkin (2) : Hırsızlık ve adam öldürmek. Edep yerine ilişkin (2) : Zina ve homoseksüellik. Ayaklara ilişkin (1) : Savaştan kaçmak. Bütün bedene ilişkin (1) : Ana babaya başkaldırmak.
Kimi bilgeler günahların insan yapısında yer alan dört nitelikten kaynaklandığını söylerler : Rablık, Şeytanlık, Hayvan­lık, Yırtıcılık. Rablık  herkese üstün olma, kibir, övünme, övgü bekleme, zenginliğe düşkünlük gibi eğilimlerin; Şeytanlık çeke memezlik, hile, aldatma, kötülük, bozgunculuk, azgınlık gibi eğilimlerin; Hayvanlık aşırılık, saldırganlık, yemeye, cinselliğe aşırı düşkünlük gibi eğilimlerin; Yırtıcılık öfke, kin, vurup kırma, öldürme gibi eğilimlerin kaynağıdır.
Küçük günahları ise belirlemek, sıralamak olanaksızdır. Bunlar önemsiz değildirler, bunlardan kaçınılmazsa büyük günah özelliği kazanırlar.
İslam’a göre bütün insanlar doğuştan günahsızdır, ama peygamberler dışında herkes günah işleyebilir. İnsandan bekle­nen hiç günah işlememesi değil, işlediği günahta direnmemesi, tövbe ederek ondan arınmasıdır.
Görüldüğü gibi, dinler iyi ile kötüyü olabildiğince dizgeli bir biçimde sınıflamaya, neyin iyi, neyin kötü olduğunu açık açık ortaya koymaya özen gösteriyorlar. Bütün zamanlar, bütün yerler, bütün koşullar için geçerli saltık değerler saptayıp bunlara inançla bağlanılmasını, Tanrının her zaman, her yerde, her şeyi gördüğünü söyleyerek sağlamaya çalışıyorlar.
İyi ile kötü sorununu çağcıl felsefe de ele almıştır.
Thomas Hobbes (1588-1679) evrendeki temel etkenin devi­nim olduğu görüşündedir. Onun düşünüşünde iyi ile kötü sorunu da bir devinim sorunudur. Devinim başarılıysa haz, başarısızsa acı verir. Bir insana haz veren şey iyidir; acı verense, kötü. Böylece iyi ile kötü insandan insana değişebilir. Öyleyse saltık iyi ya da kötü yoktur. İkisi de insanın belli koşullar altındaki durumuna bağlıdır, insandaki değişmeyle iyi şeyler kötü, kötü şeyler de iyi olabilir.
Descartes’a göre (1596-1650) Tanrı kusursuzdur, bizi yanılgı­ya sürükleyemez. Biz kendimiz yanılgıya düşer, kendi yanlış işlerimizin acısını çekeriz. Demek ki Tanrının insana verdiği iyiyi kötüden ayırma gücü yeterli değildir. Yargı verecek durumda değilken verdiğimiz yargılarda genellikle yanılır, iyi yerine kötüyü seçeriz.
Spinoza’nın (1632-1677) kuramı da aşağı yukarı aynı doğrul­tudadır. Yanılma bilgi eksikliğindendir. Bilgiye dayanmadan girişilen devinimler özlenmeyen sonuçlar doğurur, acı getirir. Her bireyin temel çabası kendini esirgemek, bozulmadan korumaya çalışmaktır. Bu çaba iyidir. Bu çabayı önlemeye yönelen her şey kötüdür. Ama bu çaba usa dayalı olmalıdır. Salt çabalamak yetmez, ne yaptığını, yaptığının getireceği sonuçlan bilmek gerekir. En büyük mutluluk insanın yaptığını çok iyi anlayabilme­sidir. Kendi çabamızı anladıkça, Tanrının görünümleri olduğu­muz için, çabamızın gerçekte Tanrının çabası olduğunu görürüz; çünkü biz Tanrıyız. İnsan için en büyük iyilik bu algılamadır; böylece kendini sevmekle Tanrıyı sevdiğini anlar.
John Locke (1632-1704) bütün bilgilerin dışımızdan geldiği­ne, bebeklikte boş bir kâğıt gibi olan beynimize yazıldığına inanır. İyi ile kötü kavramları da böyle gelişir. İnsanlar aynı deneyimler­den geçerek aynı sonuçlara ulaşırlar. Sonunda birtakım şeylerin iyi, birtakım şeylerin de kötü olduğu üzerinde görüş birliğine vapılır. Üstelik ana babalarımız da daha ilk günden başlayarak bize sürekli neyin iyi, neyin kötü olduğunu anlatırlar. Sonradan bunların içimizden doğduğunu sanırız. Vicdan Tanrısal bir gücün değil, uzun süre taşıdığımız bu düşüncelerin ürünüdür. Haz ile acı insanda doğuştan vardır. Mutluluk hoşumuza gider, acıdan kaçarız. Onun için de mutluluk getiren şeylere iyi, acı getiren şeylere kötü deriz. Ama herkes aynı şeylerden mutlu olmaz. Bu nedenle yasalar konmuştur. Tanrının yasaları ödevleri, günahları belirler; yönetimin yasalan suçları belirler; toplumsal çevrenin yasaları saygınlığı, dışlanmayı belirler. İnsan bütün bunlan deneyimleriyle öğrenir, bilgilenir, kişisel çıkarlarını korur : İnsan iyidir, çünkü iyi olmak ona kişisel hazlardan en büyük payı verir.
Locke’u izleyen kimi filozoflar, araya başkalarının mutlulu­ğunu da katarak, ahlakı bireyin kendi mutluluğuna olduğu kadar, başkalarının mutluluğuna da dayandırmışlardır.
Richard Cumberland (1631-1718) insanın bütünüyle bencil olmadığını, temelde başka insanlara sevgi duyma eğilimi içinde olduğunu söyler. İyi ile kötünün değerlendirilmesinde topluluğun mutluluğu belirleyicidir.
Francis Hutcheson (1694-1746) ahlak ölçütü olarak bir eylemin “insanlığın yararına olup olmadığı”na bakmak gerektiğini savunur. Bu filozofun “En çok sayıda kişiye, en yüksek düzeyde mutluluk” sözü Yararcılık (Utilitarianism) akımının temel ilkele­rinden biri olmuştur.
G. W. Leibniz (1646-1716) Tanrının iyiliği ile dünyadaki kötülükler arasındaki çelişki üzerinde durur, “iyimser” bir açıkla­ma arar. Dünya kusursuz değildir, ama “olabilecek en iyi dünya”dır. Bu dünyadaki kötülük insanın öz bakımından sınırlı yaratılmışlığının sonucu fizikötesi bir kötülüktür. Fizik kötülükle ahlaksal kötülük ise, bu fizikötesi kötülüğün kaçınılmaz sonuçlan­dır. Kötülük ayrıca iyiliğin ortaya çıkmasına da yardımcı olur; bir resimde renkleri canlandıran, güzelleştiren gölgeler gibidir. Üste­lik insanın ruhunda yaratılıştan gelen birtakım ilkeler vardır ki, bunlar mantıkla izlenirse bir iyi ile kötü ölçütüne ulaşılabilir. Hazzı arayıp acıdan kaçmamız bu ilkelerden biridir. Ama çoğu zaman insanlar bu yaratılıştan gelen ilkelere boyun eğmez, tutkularına, aşırı eğilimlerine kapılarak iyi ile kötüyü değerlendiremezler.
Immanuel Kant (1724-1804) için ahlak yasası insan usunun, kendi kendine, zorunlu ve genel geçer kurallar koymasıdır. “Öyle davranın ki, davranışınızı yönlendiren düzgü evrensel bir yasa olabilsin.” Bir eylemi belirleyen ilke, bütün insanlar için geçerli bir yasa haline getirilince hâlâ geçerliğini koruyabiliyorsa, özgür ve dolayısıyla ahlaklı bir eylemin ilkesi olabilir. Ahlak yasası insan düşüncesinde önseldir (a priori), onun için de bir insan iyi niyetle davranırsa, davranışı iyi olur. “İnsanlığa kendi kişiliğinizde de, başkalarında da, her durumda, bir amaç olarak bakmalısınız, hiçbir zaman bir araç olarak değil.” Her insanın, bütün insanlarla paylaştığı “insan onuru”nu kendi benliğinde koruması bir ödev­dir; ancak bu nitelikteki eylemler ahlaklıdır.
Kant’ı izleyen J. G. Fichte (1762-1814) insanın kendi içinde bir ahlaksal değer olduğu öğretisinden yola çıkarak dinlerin bu önsel ahlak yasasının tanrısal olduğuna inanılmasını, böylece güç kazanmasını sağladığını ileri sürer. İnsan doğruyu anlamak için zekâsını geliştirmelidir. Bilgisiz insan iyi olamaz. Ahlak yasasına saygı duymak yetmez. Ahlak, ya da iyilik, bir kez kazanılınca hep süren bir şey değildir; bilgili insanın her durumda ahlak yasasının isteklerine göre davranmasını sağlayan sürekli bir çabadır. Fichte için bilgi ahlakın onsuz olmaz bir parçasıdır.
Schopenhauer (1788-1860) yaşam isteminin dünyadaki bütün savaşımın, dolayısıyla da kötülüklerle acıların nedeni olduğunu söyler. Kör istemlerin birbiriyle savaşıma girdiği, güçlünün güçsüzü öldürüp yok ettiği bir dünyada kötülük egemendir. Yaşama istemi bencilliği doğurur. Her birey, başkalarına ne olduğuna aldırmadan, kendi çıkarlarını korur. Böylece Schopen­hauer için ahlakın temelleri başkalarına duyulan sevgi ya da acımadır. İnsan başkalarını ne kadar severse, onlar için o kadar kaygılanacak, böylece iyi olacaktır. İyi bir yaşam bireysel istemle­rin aşılmasıyla sağlanır; özveri mutluluğu, barışı getirir. Her birey, tıpkı bizim gibi, evrensel istemin bir parçası olduğuna göre, bir başkasıyla savaşıma girmek, parçası olduğumuz bütünün bir parçasıyla savaşıma girmektir. Bunu anladığımız zaman savaşımı bırakıp sevgiye yöneliriz.
Daha yakın dönemlere gelindikçe iyi ile kötü belli toplulukla­ra, belli durumlara göre değerlendirilmeye başlanır.
Yararcılık akımının ilk savunucularından Jeremy Bentham (1748-1832) yararlılık ilkesini “herhangi bir nesnenin, çıkarı söz konusu olan taraf için haz, iyilik ya da mutluluk üreten ya da kötülüğü, acıyı ya da mutsuzluğu engelleyen özelliği” olarak tanımlar. İyi ile kötüyü evrenin doğası değil, toplumsal etkenler belirler. Ahlak yasalarını Tanrı koymaz, ayrıca kötü davranışların Tanrıyı kızdırdığı, iyi davranışların ise mutlu ettiği de doğru değildir. Önemli olan, bireyin davranışlarının başkaları üzerinde­ki etkileridir. İyiliğin ölçütü, “En çok sayıda kişiye, en yüksek düzeyde mutluluk” sağlamaktır.
John Stuart Mill de (1806-1873) Yararcılık akımının bu ilkesine bağlıdır. Her eylem şöyle sorgulanmalıdır : “Çok sayıda bireye, yüksek düzeyde iyilik getirecek mi?” Bencillik ortadan kalkmakta, iyiliğin ölçütü toplumsal yarar olmaktadır. Mill, ayrıca, iyiliklerde nitelik ayrımı bulunduğu görüşündedir; zihinsel iyilikler, duyumsal iyiliklere üstündür. Böylece eylemin toplumsal sonuçlan kadar, doğası da önem kazanır.
Herbert Spencer (1820-1903) iyi ile kötü yönelimlere bilimsel bir taban bulmaya çalışır. Evrim açısından, yönelim gelişen bir şeydir, devinimlerin amaçlara ayarlanmasıdır. En gelişmiş, dola­yısıyla en iyi yönelim, yaşamı hem birey, hem çevresi, hem de gelecektekiler için zenginleştiren yönelimdir. Topluluk ahlakın asıl amacıdır. İyi yönelimler saltık doğru, görece doğru diye ikiye ayrılırlar. Hem bireye, hem topluluğa, hem şimdi mutluluk veren, hem de gelecekti verecek olan yönelimler saltıktır; yalnızca gelecekte verecek olanlar ise görecedir. Amaç saltık doğruları gerçekleştirmektir.
Pragmacılık akımından William James (1842-1910), John Dewey (1859-1952) gibi filozoflar her davranışın ancak deneyim­de yol açtığı sonuçlar dizisi içinde değerlendirilebileceğini savu­nurlar. Topluluk ile topluluk içindeki bireyin amaçlarına yönelik şeyler iyidir. İyi bir davranış bireyi araç olarak değil, amaç olarak görür. Tek tek bireyleri önemsemekle topluluğu önemsemiş oluruz. İnsan toplumsal bir birim olarak iyi ile kötünün asıl amacıdır. Kendi yaşamını geliştiren kişi, ister istemez, başkaları­nın yaşamını da geliştirir. Bireysellik toplumsal bir üründür, bir topluluğun üyesi olmadan gerçek bir bireysellik geliştirilemez.
II
Gelelim yüz elli yıla yakın bir süredir dünyayı etkileyen eytişimsel (özdekçilik dialectical materialism) özdekçiliğin iyi ile kötü konusuna nasıl yaklaştığına. Selâhattin Hilâv’m Diyalektik Düşüncenin Tarihi adlı kitabından konumuzla ilgili bir bölümü okuyalım :
“Her varlık, kendi olumsuzlanmasını içinde taşıdığı için gelişebilmektedir. Maddeci diyalektik bakımından, karşıtlıkların birliği, çok önemli bir kavramdır. Metafizikçi, eşyayı, birbirleriyle olan ilintilerinin dışında, gerçekliklerinden sıyırarak ve kendilerinde ele alır. Yani, onları katkısız (saf) bir halde ele alır. Bundan ötürü, metafizikçi için, sözgelimi, bilgi ya da bilgisizlik, iyilik ya da kötülük, hiçbir derecelenme göstermeyen ve birbirlerinden apayrı katkısız şeylerdir. Oysa, maddeci diyalektik için iki ucu bilgi ve bilgisizlik olan sürekli bir uzanış söz konusudur. Nitekim kötülük ve iyilik arasında da sayısız dereceler vardır ve bu derecelerin teşkil ettiği sürekli uzantının uç noktalarından biri kötülük, öteki de iyiliktir. Ve belli şartlar altında, bunların birinden ötekine geçmek her zaman mümkündür.” (s. 163)
Görüldüğü gibi, eytişimsel özdekçilik iyi ile kötüyü “birbirle­rinden apayrı katkısız şeyler” olarak ele almıyor. Özetlememizin ta başındaki Herakleitos’u anımsıyoruz : “Evrende değişmeyen, başkalaşmayan, karşıtlarıyla birleşmeyen hiçbir şey yoktur.” Sonra görececiler... Eytişimsel özdekçilik de görececi; değişme­yen, her zaman, her yerde, her koşulda geçerliliğini koruyan saltık değerlerin varlığını kabul etmiyor.
Oysa ben sürekli ayırıyorum: Yaşam iyi, ölüm kötü; barış iyi, savaş kötü; özgürlük iyi, tutsaklık kötü; paylaşma iyi, sömürü kötü vb... Araya “dereceler” filan koymadan... Ayrıca sanatlara da bir erek gösteriyorum, değişmez bir erek : Evrensel insanlık değerleri...
Eytişimsel düşünce yolundan çok uzaklara düştüğümden kuşkulanmam boşuna değil... Ama bana, ne olursa olsun, “Savaş, tutsaklık, sömürü iyi” dedirtemezsiniz... Bir püf noktası olmalı bu işin...
Örnekse şu yaşam ile ölüm konusuna nasıl yaklaşıyor eytişimsel özdekçilik, ona bir bakalım :
“Metafizik düşünce, hayat ile ölümü, birbirinden apayrı ve birbirine dönüşemeyecek olan karşıt şeyler gibi ele alır. Hayat ile ölüm arasında bir çelişme olduğu besbellidir. Ama bu çelişme, normal bir süreç içinde ortadan kalkar ve her adımda hayatın, ölüm haline dönüştüğü (geldiği) ve hayatın ortaya çıkmasına, ölümün imkân verdiği görülür. Bir organizma içinde, belli hücreler başka hücrelere yer açmak için ortadan kalkarlar. Demek ki, hayat ile ölüm arasında, metafizik bir çelişme değil, yani aşılması kabil olmayan mutlak bir çelişme değil, sadece, diyalektik bir çelişme vardır. Bu, hayatın, kendi içinde ölüm şartlarını ve ölümün kendi içinde hayat şartlarını taşıması demek­tir.” (agy, s. 161)
Ama bizim Erich Fromm’dan aldığımız “ölüm” bu ölüm mü? “Yaşama hizmet eden her şey iyidir; ölüme hizmet eden her şey de kötüdür,” denirken, “yaşam” ile “ölüm” oldukça değişik anlamlar kazanıyorlar.
Gene Selâhattin Hilâv’ı okuyalım :
“Tohumun bitki haline gelmesi tohumun öz varlığını ortadan kaldırıyorsa da, yine aynı tohumun her türlü ortadan kalkması, mutlaka diyalektik bir gelişmenin gerçekleşmiş olduğunu göster­mez. Sözgelimi, tohumun, bir insan ayağı ile ezilerek ortadan kaldırıldığını düşünelim. Bu durumda, tohum ortadan kaldırılmış ve değişikliğe uğratılmıştır ama burada diyalektik bir dönüşüm (değişme) söz konusu değildir. Daha doğrusu, tohumun organik bir varlık olarak gelişmesi bakımından diyalektik bir değişme söz konusu değildir. Çünkü bu durumda, tohum bitkisel varlığının diyalektiğinden çıkmış ve organik-olmayan maddeler varlığının diyalektiğine girmiştir.” (agy. s. 163)
Tohumun bitki haline gelerek yok oluşu ile bir insan ayağı altında ezilerek yok oluşu... İkisi de ölüm... ama başka başka ölümler... “Ölen” bir insanla “öldürülen” bir insan arasında da “ölüm” açısından çok önemli bir ayrım var. Erich Fromm “Ölüm” derken, doğal ölümü değil, öldürülmeyi düşünüyor.
Ölüm eytişimsel bir değişme diye nitelense de, öldürme saltık bir kötülüktür... diyebilir miyiz?
Görece düşünüş izin vermez buna. Hemen örnekler atar ortaya : Adamın biri eline bir makineli tüfek almış kalabalığa ateş ediyor, insanları öldürüyor, sen de arkasında o adamı öldürecek durumdasın, elinde de silahın var. Ne yaparsın? Adamı öldürür­sen bir kişiyi öldürmüş olacaksın, öldürmezsen önleyebileceğin bir kitle kıyımına göz yummuş olacaksın... Görececiye göre o adamın yaptığı kötülük, senin o adamı öldürmen iyiliktir... Peki, ya o elinde makineli tüfek olan adam ülkesini düşmanlara karşı koruyan bir direnişçi, ateş ettiği kalabalık da.düşman askerleriy­se? O zaman her şey tersine döner.
Evet, görececilik böyle...
Gene de evrensel insanlık değerlerinden kuşkuya düşmek bana çok yanlış geliyor. Adam öldürmek saltık kötülük. Belli bir durumda, koşullar gereği, daha büyük bir kötülüğü önlemek için adam öldüren kişi, “iyi” bir iş yapmamış, “iyilik adına bir kötülüğe katlanmak” zorunda kalmıştır. “İnsanlar, haklı haksız, her savaşın kötü olduğunu bilmelidirler,” derken de görececilerin verecekleri örnekleri düşünebiliyorum. Bu tür örnekler hep Makyavelciliğin vargelleridir. İyi insanların kötülüğe katlanmak zorunda kalmaları, kötülüğü temize çıkaramaz.
III
Bir de eytişimsel özdekçiliğin eski ustalarına danışalım; bakalım Engels (1820-1895) ne diyor bu konuda.
Anti-Dühring'de şöyle bir bölüm var :
“Doğru ile yanlış konusunda fazla bir ilerleme gösteremedik­se, iyi ile kötü konusunda bu kadarını da gösteremeyiz. Bu karşıtlık bütünüyle ahlak alanındadır, bu alan da insanlık tarihi içindedir, son ve kesin doğrular ise en az bu tarlaya serpilmiştir. İyi ile kötü kavramları ulustan ulusa, çağdan çağa öylesine değişir ki çoğu zaman birbirleriyle tam bir çelişme içindedirler. Gene de, birileri karşı çıkabilir, iyi kötü değildir, kötü de iyi değildir diye; iyi kötüyle karıştırılırsa bütün ahlak son bulur ve herkes canı ne isterse onu yapmaya ya da yapmamaya başlar.(...) Ama sorun böylesine kolay çözümlenemez. İş bu kadar kolay olsaydı iyi ile kötü üzerine kesinlikle bir tartışma olmazdı; herkes neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilirdi. Ama bugün durum nasıl?
Bize hangi ahlak öğütleniyor?
Önce, geçmiş inanç dönemlerinden kalma Feodal-Hıristiyan ahlakı; iki ana bölümlemesi, Katolik ve Protes­tan ahlakları, onların da alt bölümlemeleri, Cizvit-Katolik ve Ortodoks-Protestan’dan serbest ‘ileri’ ahlaklara kadar. Bunların yanı sıra çağcıl kentsoylu ahlakı ile geleceğin proletarya ahlakı, öyle ki en ileri Avrupa ülkelerinde bile geçmişin, bugünün ve geleceğin ahlakları üç büyük grup olarak bir arada güçlerini sürdürüyorlar.
Öyleyse doğru olan hangisi?
Saltık geçerlik kazan­ma anlamında, hiçbiri; ama elbette bugün en fazla dayanıklı öğe içeren ahlak bugünün yıkımını simgeleyen, geleceği simgeleyen ahlaktır : bu da proletarya ahlakıdır.
“Çağcıl toplumun üç sınıfı, feodal aksoyluluk, kentsoyluluk ve proletarya’nın kendi özel ahlakları olduğunu gördüğümüzde şu sonuca varıyoruz ki, insanlar, bilinçli ya da bilinçsizce, ahlaksal düşüncelerini, son çözümlemede, sınıfsal durumlarının dayandığı uygulamadaki ilişkilerden üretiyorlar — üretim ve değiştirmeyi içeren ekonomik ilişkilerden.
“Ama gene de yukarda andığımız üç ahlak kuramında birçok ortak şey var — hiç değilse bunlar durağan görünen bir ahlakın parçalan değil mi? Bu ahlak kuramları aynı tarihsel gelişmenin üç ayrı dönemini simgeliyorlar, onun için de ortak bir tarihsel arka yapılan ve yalnızca bu nedenle kaçınılmaz olarak da birçok ortak yanlan var.(...)
“İşte bunun için biz, ne olursa olsun, ahlak dünyasının da kalıcı ilkeleri, tarihi ve uluslar arasındaki ayrımları aşan ilkeleri bulunduğu ileri sürülerek bize kabul ettirilmek istenen hiçbir ahlaksal dogmayı, sonrasız, son, hiçbir zaman değişmez ahlak yasasını kabul etmiyoruz. Tersine, bütün eski ahlak kurallarının, son çözümlemede, toplumun o belirli dönemde ulaştığı ekonomik evrenin ürünü olduğunu savunuyoruz. Ve toplum bugüne kadar sınıf çatışmalarıyla geldiğine göre, ahlak her zaman bir sınıf ahlakı olmuştur; ya yönetici sınıfın egemenliğini ve çıkarlarını olumla- mış, ya da, ezilen sınıf yeterince güçlü duruma gelince, bu egemenliğe karşı bir başkaldırmayı ve ezilenlerin gelecekteki çıkarlarım simgelemiştir. Bu süreçte insan bilgisinin bütün öbür dallarında olduğu gibi, ahlakta da ilerleme olduğundan şüphe edilemez. Ama daha sınıf ahlakının ötesine geçmiş değiliz. Sınıf çatışmalarını ve onların düşüncedeki kalıntılarını aşmış gerçek bir insan ahlakı, ancak, yalnızca sınıf çelişmelerinin sona erdirildiği değil, bunların günlük yaşamda bütünüyle unutulduğu bir dönem­de gerçekleşebilir.” (International Publishers, 1939, pp. 103-105)
Barış, özgürlük, paylaşma da deseniz Engels’in kabul etme­yeceği anlaşılıyor. Hiçbir ahlaksal dogma tanımıyor.
Ama “insan bilgisinin bütün öbür dallarında olduğu gibi, ahlakta da ilerleme” olmuş. İngilizce çeviride “progress” sözcüğü­nü kullanmışlar. “İlerlemek, ileri gitmek, gelişmek” anlamlarına geliyor bu sözcük. “Değişmek” başka şey, “ilerlemek, gelişmek” başka... Engels bir gelişmeden söz ettiğine göre, insan bilgisinin bütün öbür dallarında olduğu gibi, ahlakta da olumlu değişmeler görüyor demektir. Yani “iyi”ye gidiş. Her şey belirsizse, görecey­se, hiçbir şeye koşulları dışında “iyi” diyemezsek, bir değişmeye nasıl, hangi ölçütle olumlu bakılabilir, “gelişme” denir. Anlaşılan Engels’in kafasında da “iyi” olduğuna inandığı şeyler var. Bunlara doğru gidişi “gelişme” diye değerlendiriyor.
Anti-Dühring ilk olarak 1877’de yayımlanmış. Bambaşka bir ortamda yapılmış bir tartışmayı içeriyor. Ya tartışma yüzünden _ aşırılıklara düşülmüş, ya da ben bazı şeyleri yanlış anlıyorum.
Bogdanov’un bu kitaba yönelttiği eleştiriler üzerine yazarken Lenin şöyle diyor :
“Bogdanov için (bütün Mach’cılar gibi) bilgimizin görececili­ğini tanımak saltık doğrunun bütünüyle dışlanmasını gerektirir. Engels içinse saltık doğru görece doğrulardan oluşur. Bogdanov bir görececidir; Engels bir eytişimci.” (A Handbook of Marxism, Burn, Gollancz 1935, p. 663)
Bu ayrımın böylesine bir açıklıkla belirtilmesi, sanırım, eytişimsel özdekçiliği, görececiliğin kucağına düşürülmekten, dolayısıyla da, “Barış, özgürlük, paylaşma...”. diye iyilikleri sıralamayı, bu alanda birtakım saltık doğrular aramayı, fizikötesi düşünceye sapma diye değerlendirilmekten kurtarıyor.
Biraz daha okuyalım :
“Çağcıl maddecilik, ya da Marx’çılık açısından, nesnel, saltık doğrunun bilgisine yaklaşmamızın görece sınırları tarihsel olarak koşullara bağlıdır; ama bu doğrunun varlığı, ona sürekli olarak yaklaşmakta olduğumuz olgusu gibi, koşullara bağlı değildir.” (agy, p. 665)
Başka bir yerde :
“Görececiliği bilgi kuramının temeli yapmak, kendini, kaçı­nılmaz bir biçimde, kuşkuculuğa, bilinemezciliğe, safsatacılığa, ya da öznelciliğe mahkûm etmektir. Bilgi kuramının temeli olarak görececilik, yalnızca bilgimizin görececiliğinin onaylanması değiİ, bilgimizin yönelmekte olduğu, insanlıktan bağımsız bir nesnel sınırın ya da amacın yadsınmasıdır. (...)
“Eytişim, Hegel’in açıkladığı gibi, görececilik, olumsuzlama ve kuşkuculuk ‘öğeleri’ni içerir, ama bu yüzden görececiliğe indirgenemez.” (agy, pp. 666, 667)
Bunlar son derece uyarıcı, aydınlatıcı sözler kanımca. Eytişimciliğin görececilik olmadığını çok iyi bellemek gerekiyor.
Ayrıca, görececilik çerçevesinde de kalsa birtakım değerler savunulacaktır.
“Ölüme karşı yaşamı, savaşa karşı barışı, tutsaklığa karşı özgürlüğü, sömürüye karşı paylaşmayı, adaletsizliğe karşı adaleti, yok etmeye karşı yaratmayı, düşmanlığa karşı dostluğu, nefrete karşı sevgiyi, geçmişe karşı geleceği” savunmaktan söz edildiğin­de, örnekse, “Hangi adaleti?” diye sorulabilir. Adalet sözü çok kaypak, görece bulunabilir, ama bu bizim adaleti savunmamızı engellemez.
Kuşkuculuğun, bilinemezciliğin, safsatacılığın, öznelciliğin ötesinde, hatta bu öğeleri de, sırasında olumlu yönde kullanarak geleceğe yönelen, görece doğrulardan oluşan saltık doğruya ulaşmaya çalışan, varlığı koşullara bağlı olmayan “evrensel insanlık değerleri”ni yüceltmeyi amaçlayan düşünce eylemlerinin başında sanatsal eylemlerin yer aldığını hiç, ama hiç unutmama­lıyız.
(Adam Sanat, Ekim 1990)
YÜKSEK KULTUR
“Seçkin Aydınlar” başlıklı yazımda, toplumsal çalkalanmala­rın sanatlarda yarattığı bölünmeyi belirlerken şöyle demiştim :
“Bir yanda yüksek kültür ürünü, seçkin aydınların sanatı, öte yanda kitle kültürü ürünü popüler (halkın da anladığı, sevdiği) sanat.”
Yazımı okuyup görüşlerini bildiren bir iki gençle ayaküstü konuşurken, “yüksek kültür”, “seçkin aydınlar”, “kitle kültürü”, “popüler sanat” gibi birtakım sözleri böyle yan yana sıralayıp geçivermenin doğru olmadığım anladım. İyice tanımlanmadan kullanılan sözler yanlış çağrışımlara yol açabiliyor.
Örnekse, “yüksek kültür” ne demek?
“Kültür” sözcüğünün birkaç anlam taşıyan belirsizliğine “yüksek” sözcüğünün “yüksek tabaka”yı çağrıştırması da eklenin­ce, “yüksek kültür”ün soylularla onların arkada bıraktıklarının üstüne oturmak isteyen kentsoyluların kültürü olduğu sonucuna varılabiliyor.
Oysa ben “yüksek kültür” sözünü başka bir anlamda kullanı­yorum. Bu tür anlam kaymalarının getireceği yanlış anlamalardan korunmak isterim.
“Yüksek kültür”ün ne olduğunu belirleyebilmek için, ilkin “kültür” sözcüğünü ele alalım :


“Culture” İngilizcede, öncelikle, tarlayı sürüp ekime hazırla­mak anlamına geliyor. Buna zamanla ekileni büyütme süreci, giderek, benzetme yoluyla da, insanların eğitilmesi anlamlan eklenmiş. On sekizinci yüzyılın sonu ile on dokuzuncu yüzyılın ilk yansında, Endüstri Devrimi’nin etkisiyle, dile yeni kavramlar girer, bazı sözcükler yeni anlamlar yüklenirken, “culture” da önce insanların zihinsel yetkinliğini, sonra bir toplumun genel olarak zihinsel gelişmelerini belirtir olmuş. Arkasından, sanatları bütü­nüyle içeren bir anlam edinmiş. En sonra da, yirminci yüzyıla doğru, özdeksel, tinsel, bütün yönleriyle, bir topluluğun yaşam biçimi anlamına kullanılmaya başlanmış.
Türkçeye Fransızcasının etkisiyle “kültür” olarak gelen bu sözcüğe Osmanlıcada “hars” karşılığını bulmuşlar. “Hars”ın anlamlan daha önce : “1. Tarla sürme; 2. Sürülmeye hazırlanmış tarla” iken, yirminci yüzyıl başında üçüncü bir anlam kazanmış : “3. Fransızcadan culture karşılığı olarak, kültür.” Türk Dil Kurumu’nun “kültür”e karşı önerdiği Türkçe sözcük ise “ekin”.
Görüldüğü gibi, Osmanlıcası da, Türkçesi de “culture” sözcüğünün ilk anlamına karşılık olarak düşünülmüş, ama kullanı­mın getirdiği değişik anlamlan üstlenebildikleri söylenemez. “Hars” sözcüğü ortaya çıktığı dönemde öyle bir gelişme göstermiş miydi, bilmiyorum, ama bugün “harslı insan”, ya da “ekinli insan” diyemiyoruz, bir insanın “hars düzeyi” ya da “ekin düzeyi”nden söz edemiyoruz; “kültürlü insan” diyoruz, “kültür düzeyi” diyo­ruz. Bu yabancı sözcüğü benimsemiş, işlemişiz.
Kitaplardan “kültür” tanımlarını okuyalım :
“Bir topluluğun tinsel özelliğini, duyuş ve düşünüş birliğini oluşturan gelenek durumundaki her türlü yaşayış, düşünce ve sanat varlıklarının tümü.”
Başka bir yerde :
“Bir toplumun duyuş ve düşünü birliğini sağlayan, gelenek, görenek, düşünü ve sanat değerlerinin tümü.”
Bu iki tanımda “yaşayış”, “gelenek”, “görenek” sözcükleriy­le nelerin anlatılmak istendiği pek açık değil. Daha geniş, daha açık bir tanım şöyle :
“Bir halkın ya da bir toplumun özdeksel ve tinsel alanlarda oluşturduğu ürünlerin tümü, yiyecek, giyecek, barınak, korunak gibi temel gereksemelerin elde edilmesi için kullanılan her türlü araç gereç; uygulanan teknikler; düşünceler, beceriler, inançlar, geleneksel, dinsel, toplumsal, politik düzen ve kurumlar; düşün­ce, duyuş, davranış ve yaşama biçimlerinin topu.”
“Kültür” sözcüğünün çağdaş anlamını veren bu tanımları okuyunca, kullanırken hiç yadırgamadığımız birtakım söyleyişle­rin bulandığı görülüyor. Örnekse, yukarda geçen “kültürlü insan”, “kültür düzeyi” gibi sözler havada kalıyor. Bu tanımlara göre, herkes bir kültürün içinde, kültürlü olmayan yok ki, kültürlüler ayırılıp nitelensin... Ayrıca, “kültür” bir yaşama biçimini bütün yönleriyle deyimlediğine göre, bir “düzey”den de söz edilemez. Ölçütü nedir?
Bu tanımlarıyla “kültür” insana değil, insanın içinde bulun­duğu “özdeksel ve tinsel” dünyanın tümüne yönelik...
Bir de şu tanımı okuyalım :
“Kültür (ya da uygarlık) toplumun bir üyesi olarak insanoğlu­nun kazandığı bilgi, sanat, ahlak, gelenek ve benzeri diğer yetenek ve alışkanlıkları kapsayan karmaşık bir bütündür.”
Bu tanımda “toplumun bir üyesi” olmaktan, “yetenek ve alışkanlıklar” kazanmaktan söz ediliyor. Demek ki bir “toplum içinde”, birtakım “yetenek ve alışkanlıklar” edinme sürecinden geçilecek. Burada niteleme insana yönelik...
Böylece “kültür” sözcüğünün daha eski bir anlamını sürdür­düğünü görüyoruz : “Gerekli bilgileri edinerek beğeni, eleştiri, değerlendirme yeteneklerini geliştirmiş olma durumu.”
O zaman “özdeksel ve tinsel” dünyanın tümüne oranlanan “bir düzey” tutturmak da kendiliğinden gündeme girer.
“Kültürlü insan” dediğimizde, iyi öğrenim görmüş, çalışkan­lığı, zihinsel yetenekleriyle gelişmiş bir kişi, beğeni, eleştiri, değerlendirme gücü edinmiş bir insan (kısacası : bir “aydın”) geliyor gözümüzün önüne. İçinde yetiştiği kültür çevresine göre ortalamanın üstünde bir düzeye ulaştığı görülerek “kültürlü” diye niteleniyor.
"Kültür” sözcüğü daha başka anlamlarını da yaşatıyor. Örnekse, tarih bilgisinin genişliğini beğendiğimiz bir kişi için, Tarih kültürü ne kadar geniş,” diyoruz. Burada “kültür” belli bir konuda edinilmiş “derinliği olan, düzenli bilgi” anlamına geliyor.
Yukardaki son tanımda “kültür (ya da uygarlık)” denmiş. Bunun da üstüne gidelim : “Kültür” ile “uygarlık” arasındaki ilişki nedir?
“Uygarlık” tanımlan şöyle :
“Bir ulusun, bir toplumun düşün ve sanat yaşamıyla eriştiği düzey, özdeksel ve tinsel varlıklarının tümü.”
Başka bir yerde :
“Bilim ve sanatın gelişmesiyle oluşan ileri insanlık düzeyi.”
Başka bir yerde :
“İlkellik ve bilgisizlik durumundan kurtulup sanat, bilim, yönetim alanlarında eğitim görerek iyi alışkanlıklar ve davranışlar edinme durumu.”
Başka bir yerde :
“Sanat, bilim, yurtyönetimi konularında gelişerek toplumsal kültürde ileri düzeye ulaşmak.”
Bu tanımlardan anlaşıldığı gibi, “uygarlık” bir durumu değil, gelişmiş bir durumu belirliyor. Demek ki sanat, bilim, yurtyöneti­mi konularında gelişmemiş kültürlere “uygar” denilemez. Gene o soru geliyor akla : Ölçütü nedir?
İngilizce ile Fransızcada kullanılan “civilisation” sözcüğünün Latince kökeni “kentli” anlamını taşıyor. Osmanlıca “medenî” sözcüğü de Arapçada “kentli” demek. Çölde yaşamayan, kentte oturan, bilgili olan kişilere “medenî” diyorlar. Bu sözcüğün, toplumsal gelişmelerin belirli bir aşamasından sonra ortaya çıktığı açık. “Uygarlık”dan söz edebilmek için, “yabanıl-ilkel-öldürücü” olmayan bir kültüre ulaşılmış olması gerekli.
Gene de “kültür” ile “uygarlık” eşanlamlı sözcükler arasına konuyor. Çünkü “kültür” sözcüğü de, birçok durumlarda (bilim­sel kullanımlarını aştığı kadar), “ileri, gelişmiş, yabanıllıktan uzak” nitelemelerini getirmekte.
Eşanlamlı bu iki sözcük arasındaki ince ayrım nedir, sözlük­ten bakalım :
“Uygarlık özdeksel ve toplumsal yönlerden iyi yaşama biçiminin ileri bir aşamasını belirler; Kültür uygarlığın düşünsel görünümüne ağırlık verir: Uygar yaşamın olanakları içinde aydınlanmayı, beğeni geliştirmeyi, eğitmeyi öne alarak inceliklere iner.”
“Kültür” sözcüğüne yüklenen çağdaş (toplumbilimsel) anlam düşünülürse, sözlüğün belirlediği bu ayrım geçerliğini yitirir. Ayrıca, “ileri bir aşama” gibi sözler de bir açıklık getirmiyor. Neye göre ileri?..
Gene de anlatılmak isteneni anlıyoruz. “Uygarlık” sözcüğü kentlere yerleşme ile sıkı bir ilişki içinde düşünülüyor. Genel olarak da çağdaş uygarlık, yani Batı uygarlığı, daha da sınırlarsak, kentsoylu uygarlığı deyimlenmek isteniyor. Buna iyimser bir yaklaşımla, bir sonraki aşama, kentsoylu uygarlığını izleyeceği varsayılan toplumsalcı uygarlık da eklenebilir. Böylece, “ileri bir aşama” sözüne de değişik bir yorum getirilmiş olur.
Ne var ki eski uygarlıkları araştıran bilim adamları, şaşırtıcı görüşler ortaya atıyor, geçmişte günümüzdekinden çok daha “insanca” ilişkiler içinde yaşayan topluluklar bulunduğunu ileri sürüyorlar. Alışkanlıklarımızdan sıyrılıp biraz derinliğine düşü­nünce, “ileri bir aşama” diye nitelediğimiz kentsoylu yaşama biçiminde, pek çok yönden, hiç de “uygar” sözcüğüne sığmayan ilişkiler içinde olduğumuzu kolayca görebiliriz. Komünizme geçişin “proletarya diktatörlüğü” dönemini, çeşitli nedenlerle, bir türlü aşamayan toplumsalcı ülkelerde de durum başka türlü değil.
Öyleyse, “Uygarlık özdeksel ve toplumsal yönlerden iyi yaşama biçiminin ileri bir aşamasını belirler” tanımındaki “ileri" sözcüğü, zaman içindeki ya da birbirini izlemedeki bir “ileri”liği göstermiyor. Bunun gibi, “Kültür uygarlığın düşünsel görünümü- ııc ağırlık verir : Uygar yaşamın olanakları içinde aydınlanmayı, beğeni geliştirmeyi, eğitmeyi öne alarak inceliklere iner” tanımın­daki “kültür” sözcüğüne de, “kültür”ün çağdaş (toplumbilimsel) anlamına göre daha dar çerçeveli bir anlam yüklenmiş oluyor. Anlaşılan, eşanlamlı “kültür” ile “uygarlık” sözcükleri arasındaki ince ayrımı belirtmenin başka yolu yok.
Bir yaşam biçimini kapsayan “kültür”e “toplumbilimsel anlamıyla kültür” dedik. Aydınlanmayı, beğeni geliştirmeyi, eğitmeyi öne alan “kültür”e de “düşünsel anlamıyla” ya da, konumuz sanatlar çerçevesinde kalacağına göre, “sanatsal anla­mıyla kültür” diyebiliriz.
İşte bu noktada, söz sanatsal anlamıyla kültüre gelince, “yüksek kültür” ile “kitle kültürü” ayrımı ortaya çıkıyor: Seçkin aydınlar, demokrasi anlayışıyla birlikte gittikçe sayıları artan sanat alıcılarının, başka bir deyişle, “kitlelerin” ilgilendiği, izlediği, kolay, ucuz, sıradan, birbirinin benzeri, alışkanlıklar yaratıp o alışkanlıkları sömüren, ticaretin denetimi, yönlendirişi altındaki sanatsal ürünleri benimsemiyorlar. Kitle kültürü ürünle­ri olarak nitelenen bu yapıtların dışında, karşısında, ticaretin denetimini, yönlendiriciliğini kabul etmeyen, ya da belirli sınırlar içinde, sanatsal kaygılarını koruyarak, bir uzlaşma alanı bularak kabul eden yapıtlar yer alıyor. Seçkin aydınlar “yüksek kültür” ürünü olarak nitelenen bu yapıtları benimsiyorlar.
Yalnızca işinin kurallarına boyun eğen sanatçılar da, aslında, kitlelerle bütünleşmeyi özlüyor, ama sanat anlayışlarından ödün vermeden buna olanak bulamayacaklarını biliyorlar. Kapalı, seçkin aydınlarla çevrili küçük bir ortamda, içine kapanma eğilimini aşabilirse ancak bilinçliliğiyle aşabilen, kırgın, küskün sanatçıların bir araya toplandıkları görülüyor. Kimileri de kendi­lerini kandırmayı başarıp birkaç bin sanat alıcısını kitleler gibi görmeye başlıyorlar.
Böylece baştaki tümceye geliyoruz:
“Bir yanda yüksek kültür ürünü, seçkin aydınların sanatı, öte yanda kitle kültürü ürünü popüler (halkın da anladığı, sevdiği) sanat.”
Birincisi, dürüst, sanata, insana değer veren, kitlelere ulaş­mayı özleyen, ama çoğu zaman bunu başaramayan, her anlamda ilerici, sağlıklı sanatçıların yanı sıra, değişik nedenlerden toplum­la, insanlarla ilişkileri kopmuş, sağlıksız, ama işinin ustası sanatçıları da barındıran bir ortam...
İkincisi, dürüstlükten uzak, insana değer vermeyen, kitleleri sömürmek için seven, her anlamda tutucu, kentsoylu ticaret ahlakına göre duyan, düşünen, yaşayan, ustalığını kazancıyla ölçen sanatçıları barındıran bir ortam...
Çok karmaşık bir sorun böyle sonuca bağlanabilir mi? “Yüksek kültür” ile “kitle kültürü” sözlerinin sınıflarla ilgisi yok mu? “Yüksek kültür” varlıklı sınıfların, “kitle kültürü” varlıksız sınıfların ya da kesimlerin kültürü değil mi?
Ayrıca, daha “seçkin aydınlar” ile “popüler sanat” sözleri de var açıklanması gereken.
Önce şunu belirtelim : “Yüksek kültür” bir sınıfın kültürü değildir. Çünkü seçkin aydınlar bir sınıf oluşturmazlar, çeşitli sınıflardan yetişir, kişisel çıkarlarına dayanmayan düşünsel seçim­lerine göre şu ya da bu sınıftan yana olurlar. Yazarlar, sanatçılar, seçkin aydın nitelikli kişiler gördükleri öğrenimin, yüksek bilinç düzeylerinin etkisiyle nerdeyse toplumun kıskaçlarından kurtul­muş kişilerdir. İçinden yetiştikleri sınıfa karşı dönebilmeleri, düşünceleriyle, eylemleriyle kendi çıkarlarına ters düşen yöneliş­lere girmeleri bunu gösterir. Onun için de, yaratıcısı ya da alıcısı oldukları “yüksek kültür” ürünü yapıtlar, varlıklı sınıfların, ya da çağrışıma neden olan sözcükle söylersek “yüksek tabaka”nın, kültürü içinde yer almaz.
“Kitle kültürü” ürünü popüler sanatı ayakta tutan, bu yoldaki sanatçıları paraya boğarak destekleyen ise varlıksız sınıflar ya da kesimler değildir. Yoksulluk içinde yaşayan, yeterli öğrenim göremeyen, yaşama savaşımına boylu boyunca gömül­müş insanların, ticaretin gözünde hiçbir önemi yoktur. Ticaret ödeme gücü olanlara yönelir : Kentsoylularla küçük kentsoylula­ra... “Kitle kültürü” ürünü dediğimiz popüler sanatı destekleyen, ayakta tutan, bu varlıklı sınıflardır. Kentleşme sürecinde onların çevresine sokulan kırsal kesim insanları, öğrenim görmüş, yabancı diller konuşan, apartmanlarda yaşayıp otomobillerden inmeyen bu yarı aydınlan gözlerinde büyütür, onlara öykünürler. Onların beğendiği sanat yapıtlarına alıcı olmayı “yükselme” diye görürler.
“Kitle kültürü” ürünü yapıtlar gerçekten çeşitli toplum katlarını içine alan büyük bir kitlenin ortak sanat gereksinimini karşılar. Ama işin öncülüğünü, destekleyiciliğini varlıksız sınıflar­da, göç olayından etkilenmiş ya da etkilenmemiş kırsal kesim insanlarında aramak, sanatlardaki yozlaşmaların sorumluluğunu onlara yüklemek çok yanlıştır. Onlar yüzyılların ortak emeğiyle geliştirilmiş, “yüksek kültür” ürünü yapıtlara kaynaklık eden, özgün sanatlarından, kentsoyluların çevresinde yaşama zorunlulukları yüzünden vazgeçmişlerdir. Yükseliyoruz sanarak kendi özgün sanatlarından kopup yoz sanatlara kaplanmışlardır.
Arkada bıraktıklan, artık değer vermedikleri sanatların korunması, önemlerinin vurgulanması ise gene seçkin aydınlara düşmüştür. Nitekim bugün bütün dünyada halk sanatlarını değerlendirmek, ilerici eylemlerin bir parçası haline gelmiştir.
Bu noktada “popüler sanat”ın (halkın da anladığı, sevdiği sanatın) aslında bir halk sanatı olmadığını, içinde yaşadığımız alışveriş düzeninin her şeyi yozlaştıran baskılan altında, ödeme gücü bulunan kesimler için üretilen, pazara dönük, reklamla öne çıkarılan, çeşitli yöntemlerle yarattığı alışkanlıkları sömüren tipik bir kentsoylu sanatı olduğunu söyleyebiliriz.
Gelelim seçkin aydınlara... “Yüksek kültür” gibi, “seçkin aydınlar” sözü de oldukça itici. Seçkinlik kendini beğenmişliği, yüksekten bakmayı, her türlüsünden züppeliği akla getiriyor. Ayrıca, kültürün yalnızca seçkin insanların ürünü olduğu görüşü savunuluyormuş gibi bir hava da esiyor bu söz kullanılınca.
Oysa tarihsel süreç içinde toplumbilimsel kültürün kitlelerce yaratıldığını kimse yadsıyamaz. Ne var ki, sınıflı toplumlarda, yaşama biçimlerindeki ayrımlar belirip soylular, kentsoylular, işçiler değişik kültürler oluşturunca, sanatsal kültürü ancak varlıklı sınıfların, seçkinlerin geliştirebileceği görüşü yaygınlaşmış­tır. Uzun yıllar, bu seçkinliğin iyi öğrenim görmekten değil de, doğuştan geldiğine inanıldığını da biliyoruz. Sınıflar arasındaki engeller aşıldıktan, öğrenim yaygınlaştıktan sonra ise anlak ile yeteneğin bir sınıf ayrıcalığı olmadığı kesinlikle anlaşılmıştır. Şu bir gerçek: Zihinsel gelişme için, beğeni gelişmesi için, yetişme yıllarında iyi beslenme, sağlıklı büyüme, olumlu çevre etkileri, eğitim, öğrenim gibi çok yönlü, uygun “özdeksel ve tinsel” koşullar gerekir. Bu koşullar ise büyük oranda egemen sınıfların, varlıklı kesimlerin elindedir. Gene de kentlerde kötü koşullar altında yaşayan işçi çocukları arasından, kırsal bölgelerin geçimini güçlükle sağlayan köylü çocukları arasından ünlü sanatçılar, beğeni, eleştiri, değerlendirme yetenekleri gelişmiş, seçkin aydın­lar çıkmıştır.
Demokrasi düşüncesi, eğitimi, öğrenimi yaygınlaştırma yo­lunda önemli adımlar atınca, karnını doyurma savaşımının ötesin­deki mutlulukları yalnızca yüksek sınıfların bir özelliği olmaktan çıkarınca, “seçkin aydınlar”ı besleyen kaynak, varlıklılığı ile yüksekte görünmeyi sürdürmeye çabalayan egemen sınıflar ol­maktan çıkmıştır. Kentsoylu öğretisi, savunduğu değer yargılarıy­la, seçkin aydın olmayı yüreklendirmez, tersine, engeller. Onun için de, kentsoylu çocukları seçkin aydın nitelikleri edinince genellikle sınıflarından kopmakta, içinden çıktıkları çevrelere nerdeyse düşman kesilmektedirler. Bugün seçkin aydınların, kapitalist toplumlarda, daha çok, orta tabakalarla alt tabakaların iç içe giren bölgelerinden yetiştiği görülmektedir.
Seçkin aydın nitelikleri edinmek için, öncelikle, aydın (kül­türlü insan) olmak, bilgilenmek, başka bir söyleyişle, iyi bir öğrenimden, bilinçli bir kitap okuma döneminden geçmek gere­


kir. Birçok durumda bu kitap okuma dönemi okul öğreniminden daha önemlidir. Ayrıca, beğeni, eleştiri, değerlendirme yetenek­lerinin gelişmesi için, sanatlarla uzun süren bir içli dışlılık yaşanmalı, sanatçılarla ya da seçkin sanat alıcılarıyla bir arada olunmalıdır. Bu gelişme sürecine çağdaş bir dünya görüşünün, yaşam anlayışının temel oluşturması ise belki de en başta anılması gereken koşuldur. Bütün bunların ötesinde, sıradan aydın ile seçkin aydını ayıran başlıca özellik çok yönlü düşünmeye alışmış, gelişmeye, yeniliklere açık kalmayı öğrenmiş olmaktır. Düşünce­sini “inanç”larla, “saplantı”larla değil, gerçeklerle, yaşamın akıp giden karmaşık oluşumlarıyla denetleyen, gerekirse değiştiren, bağlandığı., savunduğu doğruların sürekli saptamasını yapabilen insan...
Bir düş yaratığı mı anlatıyorum?
Seçkin aydınların da yetersiz yönleri olabilir. Onlar da, herkes gibi, kusurları olan insanlardır. Bu yadsınamaz. Ama yüksek kültür ürünü sanatların yaratıcıları da, alıcıları da ancak bu saydığım özelliklerle büyük oranda donanmış olurlarsa “seçkin aydın” diye nitelenebilirler.
“Yüksek kültür” gibi, “seçkin aydmlar”ın da yüksek tabakay­la bir ilişkisi bulunmadığı yeterince anlaşılmıştır sanırım, bunca sözden sonra —bu umut dolu demokrasi çağında...
Barış yılınızın barış yılları olması dileğiyle...
Ocak 1986 (Adam Sanat, Şubat 1986)


Demirtaş Ceyhun’un ‘“Seçkin Aydınlar Kültürü - Kitle Kül­türü’ mü?” (Gösteri, Nisan 1986) başlıklı yazısından, tartışılması özlenen konulan bulup çıkarmak hiç de kolay değil. Toptan küçümsemeler, dolaylı suçlamalar, kaba anıştırmalar, bilerek anlamazlıktan gelmeler, kısacası üstünde durulmasına gerek olmayan sözler ayıklanınca geriye pek az şey kalıyor.
Bir şu soru :
 “Kuşkusuz, bugün toplumumuzda da birtakım kültür çatış- malan var. Ancak, acaba gerçekten şu an toplumumuzdaki (ülkemizdeki) çatışan kültürler sayısını iki rakamıyla sınırlayabilmemiz olanaklı mı?”
Bir de şu sözler :
“Batılıların (mass culture) dedikleri ‘kitle kültürü’ deyimi (kavramı) kapitalist Batı’mn sosyo-politik dilinde de anca 1950’lerden sonra kullanılmaya başlanmış. Biliyorsunuz, Marksizme göre, sınıflı toplumlarda çatışan kültürler ‘burjuva kültürleri’ ile ‘proleter kültürler’dir. Sanayi devrimi geliştikçe ve proleterya siyasal egemenliği de ele geçirdikçe, proleter kültür, er geç bütün dünyada burjuva kültürüne egemen olacaktır. İşte işçi sınıfı ideolojisinden yana olan düşünürlerin yorumlarına göre, kapita­lizm, Marksizmin bu 'işçi sınıfıproleterkültürü' kavramına karşı, bu ‘kitle kültürü’ (mass culture) kavramını icat etmiştir. Kapitalist Batı, böylece kendi işçi sınıfına karşı yeni bir kültür taarruzunda bulunmaktadır. Amaç, hem işçi sınıfını kendi gele­neksel öz kültüründen soyutlamak, hem de statükoyla uzlaşmış, edilgin birer tüketiciler haline dönüştürmektir.”
Önce şunu soralım :
Demirtaş Ceyhun’un sözünü ettiği bu “kültür taarruzu”, “proleter kültürü” deyimi yerine, “kitle kültürü” deyiminin kullanılmasıyla mı başlamıştır? Yani 1950’lerden sonra kimi yazarlar “proleter kültürü” demeyip “kitle kültürü” demeye giriştikleri için mi “işçi sınıfı kendi geleneksel öz kültüründen” soyutlanma durumunda kalmıştır?
İşçi sınıfını da içine alan geniş bir kitleye yönelik (kitle iletişim araçlarından yararlanılarak yaygınlaştırılan, endüstrile­şen) bir kültür saldırısıdır söz konusu olan. Ortada adı konulması gereken bir olgu vardır. Politika dışı (ya da politikası edilginliği geliştirmeyi amaçlayan) her anlamıyla yüzeysel, “alıştırmaya ve tekrarlamaya” dayalı (keyif verici madde örneği), öncelikle kazanca yönelik bir kültür üretilmekte, pazarı hep elde tutması için de, her yolla öne çıkarılmaktadır. Bu saldırgan kültüre “kitle kültürü” değil de, “proleter kültürü” mü diyeceğiz? Tüketicileri arasında işçiler de bulunduğu için, ticaretin yönlendirdiği bir kültüre “proleter kültürü” denebilir mi?
Sanıldığı gibi, “burjuva kültürü” ile “proleter kültürü”ne yeni adlar verilmiyor. Bir terim kaydırması yok ortada. “Yüksek kültür” ile “kitle kültürü” ayrımı değişik bir düzlemde yapılan bir ayrımdır. Sınıflı toplumlarda kitle iletişim araçlarının gelişmesi, tüketime sunulmasıyla ortaya çıkan birtakım gerçeklerin anlaşıl­ması, tartışılabilmesi için böyle bir ayrıma gitmek gerekmiştir.
“Yüksek kültür bir sınıfın kültürü değildir. Çünkü seçkin aydınlar bir sınıf oluşturmazlar, çeşitli sınıflardan yetişir, kişisel çıkarlarına dayanmayan düşünsel seçimlerine göre şu ya da bu sınıftan yana olurlar.”
Anlaşılması güç, kapalı sözler değil bunlar.
“Yüksek kültür” içinde değişik sınıfların kültür ürünleri yan yana yer alıyor. Bir oranda, “kitle kültürü” içinde de öyle. Çünkü ticaret para getireceğini sezerse, “yaşamsal” bir tehlike görmediği kadar düşmanına bile silah satmaktan çekinmez.
Kısacası, “kitle kültürü” yerine “proleter kültürü” deyiminin kullanılması olanaksızdır.
***
Ayrıca, “proleter kültürü” deyimi kendi düzleminde kullanı­lırken de çok dikkatli olunmalıdır. Bu deyimle belirlenmek istenen, kapitalist toplumlarda işçi sınıfı çıkarlarını savunan, ama, ister istemez, başat kültürün etki alanında olan, onun izlerini taşıyan, “tepki” niteliğindeki bir başkaldırma kültürüdür.
Bu “proleter kültürü” ile 1917’de Proletkult’un kurulmasına neden olan aranışm ereği, başka bir deyişle, “laboratuvarlarda” oluşturulmaya çalışılan “proletarya kültürü” aynı şey değildir. Proletkult’u yönlendirenler, geçiş dönemindeki bir toplumda, kentsoylu kültürünün etkilerinden bütünüyle arınmış bir kültürün oluşturulabileceğine inanıyor, eski dönemlerin kültür kalıtıyla bütün bağlan koparmak istiyorlardı.
“İşçi sınıfı kendisine gerekli olan toplumsalcı düşünce, duygu ve yaşam biçimlerini hemen bugünden tezi yok yaratmalıdır,” gibi sözler ediliyor,
Yarın uğruna Raffael’in yapıtını yakacağız,
Müzeleri yıkıp sanat çiçeklerini çiğneyeceğiz...
diye şiirler yazılıyordu.
Bu coşkulu aydın tavrının yanlışlığını sezip Proletkult’un son bulmasını sağlayan kesin karşı çıkışta ise şu hiç unutulmaması gereken sözler yer almıştır :
“Marxçılık kentsoylu döneminin en değerli kazançlarını reddetmek şöyle dursun, tersine, iki bin yıllık insan düşüncesinin ve kültürünün gelişmesinde değerli ne varsa hepsini dönüştürüp içine sindirmiştir.” (Lenin)
Proletkult’un özlediği anlamda bir “proletarya kültürü”nün hiçbir zaman gerçekleşemeyeceğini savunan görüş ise özetle şöyleydi :
“Her egemen sınıf kendi kültürünü ve bunun sonucunda kendi sanatını yaratır. Tarih Antik Çağ’ın ve Doğu’nun kölelik üzerine kurulmuş kültürünün, Orta Çağ Avrupası’nın feodal kültürünün ve günümüz dünyasına egemen olan burjuva kültürü­nün tanığı olmuştur. Bu da proletaryanın kendi kültür ve sanatını yaratması gerektiği sonucuna götürebilir bizi. Oysa sorun ilk bakışta göründüğü kadar basit değildir.(...) Tarihin gösterdiği gibi, egemen bir sınıf çevresinde yeni bir kültürün oluşumu çok zaman gerektirmekte ve ancak o sınıfın politik çöküşü öncesine rastlayan bir dönemde tamamlanabilmektedir. Peki, proletarya­nın bir ‘proleter’ kültürü yaratmak için yeterince zamanı var mıdır? (...) Proletarya kısa süreli bir geçiş dönemi olarak görür diktatörlüğünü.(...) Demek ki, proletarya diktatörlüğü dönemin­de, yeni bir kültürün yaratılması, yani en geniş bir tarihsel ölçüde kültürel kuruluş söz konusu değildir. Ama tarihte eşine rastlan­madık bir diktatörlüğün demirden kıskaçlarına duyulan gerekliğin ortadan kalkmasıyla başlayacak olan kültürel kuruluş da, artık bir sınıf özelliği taşımayacaktır. Bu düşünceler bizi, proleter kültürü­nün varolmadığı ve hiçbir zaman da varolmayacağı sonucuna götürmektedir.(...) Burjuva kültürünün karşıtı olarak proleter kültürü konulu bulanık ve belirsiz tartışmaların kaynağında, proletaryanın tarihsel yazgısının son derece eleştirisiz bir tarzda burjuvazininkiyle bir tutulması yatmaktadır.(...) Bir sınıf kültürü o sınıftan bağımsız olarak yaratılamaz.(...) Sırf işçi sınıfının tek tek temsilcileri tarafından yaratıldı diye, birtakım başarıları (çok değerli olsalar bile) proleter kültürü saymak, son derece hafif ve yüzeysel bir davranış olur.(...) ‘Proletarya kültürü’ ve ‘proletarya edebiyatı’ gibi terimler, hatalı bir şekilde, geleceğin kültürünü, bugünün dar sınırlan içine sıkıştırdığı için tehlikelidirler.” (Troçki)
Biz, gene de, düşünmeyi kolaylaştırmak için, kapitalist toplumlarda, işçi sınıfı içinde üretilen, işçi sınıfı çıkarlarını savunan yapıtlardan oluşan kültüre “proleter kültürü” diyebiliriz. Ama deyimin — biri genel (olmaz denilen), öbürü özel (olmakta olan) —iki anlamı bulunduğunu hiçbir zaman unutmadan...
***
Bugün ülkemizde çatışan kültürleri iki rakamıyla sınırlama­nın doğru olup olmadığı konusuna gelince.
Sorunun “yüksek kültür - kitle kültürü” ayrımı düzleminden başka bir düzlemde sorulduğu hemen anlaşılıyor. “Yüksek kültür - kitle kültürü” ayrımı bu sorunun arkasındaki düşünceyi karşılayamaz. “Kentsoylu kültürü - işçi sınıfı kültürü” diye genel bir bölümlemenin de, örnekler üzerinde düşünmeye başlanıp ayrıntılara inilince yetersiz kaldığı görülecektir.
1-Yabancı kültürler;
2-Yabancı kültürlerin etki alanında, Cumhuriyet döneminde gelişen, çağdaşlaşmadan yana, ulusal kültür;
3-Osmanlı döneminden kalma, dinsel inançlardan güç alan, zaman zaman iyice etkisini duyuran, çağdaşlaşmaya karşı çıkan kültürler;
4-Kırsal yörelerdeki yan feodal denilebilecek kapalı kültürler;
5-Bütün bu kültürler arasında, ikili üçlü birtakım bireşimler yapmayı deneyen, ilerici, devrimci bir ulusal kültür.
Değişik yaklaşımlarla, ayrıntılara inilerek, başka bölümleme­ler de yapılabilir. Ama ülkemizde çok çeşitli kültürlerin bir arada yaşıyor olması, bu kültürler arasında sürekli bir çatışmanın bulunması, bir kültür sorununa yaklaşırken, gerekiyorsa, “yüksek kültür - kitle kültürü” diye konuşmamızı engellemez. Yalnızca sınıflar düzleminde bölümlemeler yapmak bir zorunluluk değildir.
Örnekse, yukardaki sıralamayı da, sınıfları göz önünde tutarak yapmadık. Ama, gerekiyorsa, düşünmeyi kolaylaştırıyorsa, gerçeklere daha uygun düşüyorsa, öyle de yapılabilir.
Bugün Türkiye’de kentsoylular, toprak ağalan, küçük kent­soylular, orta köylüler, sanayi işçileri, tarım işçileri, yarı proleter­ler, yoksul köylüler gibi, değişik yaşama biçimleri (toplumbilimsel anlamıyla değişik kültürleri) olan sınıflar, sırasında sınıf özelliği kazanan ara tabakalar var. Bunlar kitle kültürünün yaygın kitle iletişim araçlarıyla giriştiği korkunç saldırıya karşın, belli oranlar­da, “geleneksel öz kültürlerini” koruyorlar. Kitle iletişim araçlarının ulaşamadığı yerlerde, kapalı topluluklarda, eğitim öğrenim görme olanağı kısıtlı yörelerde bu oran doğallıkla daha yüksek oluyor. Buna dayanarak sınıflara, ara tabakalara göre bir sıralama da yapılabilir.
** *
Demirtaş Ceyhun’un konuyu başka yönlere çekmesi yüzün­den, “Seçkin Aydınlar” başlıklı yazıdan çok uzaklara düştük O yazımın amacı, toplumların kültür varlığının korunmasında, gelecek kuşaklara taşınmasında seçkin aydınların önemini belirle­mekti. Elli milyonluk bir ülkede, beş bin satılacak bir dergi niçin çıkarılır, üç bin basılacak bir kitap niçin yazılır, niçin yayımlanır?
Bu sorulara yanıt arıyor, en azından, sanatçı, yazar, yayıncı, dergici olarak, hep birlikte, yaptığımız, yapmakta olduğumuz işin bir değeri olup olmadığını araştırıyordum. Seçkin aydınların önemini vurguladıktan sonra, yazıyı “seçkin aydın yozlaşmasına” değinerek şöyle sona erdirmiştim :
“Sanattan anlamak, kültürlü kişi olmak bir üstünlük olarak görülmeye başlanıyor. Seçkinliğin tadı çıkarılmak isteniyor.
“Giderek seçkin görünmenin, herkesten başka olmanın, anlaşılmamanın yeni yeni yolları aranıyor. Tutarsız davranışlar, yapmacık tavırlar, pipolar, fularlarla, sağlıklı insanları, sanata da, sanatçıya da düşman edecek, geçmişi, bugünü, geleceğiyle top­lumdan soyutlanmış bir sanat çevresi oluşuyor. Bir şeyleri diri tutan, kuşaktan kuşağa taşıyanlar, kesinlikle, bu seçkin aydınlar değildir.
“Günümüzün sanat eleştirmenleri, gönülleri arınmış bir kitle kültürüne duyulan özlemle dolu olsa da, seçkin aydınlara önem vererek yaklaşmak, bu çevreyi yozlaşmalardan korumak zorunda­dırlar. Yüksek kültürün sürmesini sağlamak gerektiğine inanılı­yorsa buna katlanılmalıdır.”
“Seçkin Aydınlar” başlıklı yazı hiç beklemediğim yankılar getirdi. Kimi okurlarca da yanlış anlaşıldı. Ama, Demirtaş Ceyhun’un sandığı gibi, ilerici gençlerle bir tartışmam olmadı, tam tersine, olayların akışıyla kafaları bulanmış bir iki gençle “ayaküstü konuşurken” aldığım övgüler, “Yüksek Kültür” başlık­lı ikinci yazıyı yazmama neden oldu. Olumsuz eleştirileri değil, olumlu ama yanlış anlamalarla dolu övgüleri karşılamak amacını güdüyordu, Demirtaş Ceyhun’un (“bir arkadaşın uyarısı üzeri­ne”) okuduğu o yazı.
Bu yanlış övgülere ayaküstü söylenip geçmiş sözlerden değil, aldığım mektuplardan da örnek verebilirim :
“(...) Görüşlerinize büyük ölçüde katılıyorum.
“Nasıl ki bir kutsal / kutsal olmayan (sacré / profane) ayrımı varsa, bir elit / ayaktakımı ayrımı olması da kaçınılmazdır. ‘Seçkinler sanatı’ ile ‘kitle sanatı’ arasında bir bölünme her zaman olacaktır. Ancak, söz konusu yazınızda da belirttiğiniz gibi, böyle bir bölünme sınıfsız bir toplumda olmaz, ki, bu da, sadece bir ütopyadır, bir düştür.(...)
“Lisede okurken ‘halka inmeyi’ büyük bir marifet sayıyor­duk. Aslında halk neden hoşlanır, toplum neyi beğenir diye yola çıkan bir aydın veya sanatçı, bence, daha başından batağa saplanıp kalmıştır.(...)
“Diğer taraftan, bu tip zoraki bir tavrı benimseyen sanatçı, ister istemez yapmacık ve zoraki olacak, bu, düşünce ve eserinde de göze çarpacak, ‘devrimcilik’ kalkanı altında hiçbir estetik ve sanatsal yanı olmayan bayağılıkları ‘toplumsal sanat’ diye yuttur­maya kalkışacak, karşı eleştirilere de bilinen basmakalıp slogan­larla yanıt vermeye çalışacaktır.
“Siz bu yazıyı yazmakla, aydınlar ve sanatçılar kalabalığının ortasına büyük bir taş yuvarlamış oldunuz : Ortalık toz duman içinde kaldı. Şimdi ilk şaşkınlığın şoku atlatıldıktan sonra bakalım ne olacak? Bu taşı yerinden kaldırmaya çalışacak ‘kahramanlar’ çıkacaktır; ama, onlar da, eninde sonunda, bu taşın altında kalmaya mahkûmdurlar.(...)”
Bu mektuba ekli bir de şiir vardı. Şöyle başlayan bir şiir :
“Ruh için yazdım. Güruh için, halk için, yığınlar için, toplum için, kalabalıklar için, ayaktakımı için, yazmadım.”
Okurların, şiirlere, öykülere olduğu gibi, eleştiri yazılarına da kendilerinden çok şey kattıkları yadsınamayacak bir gerçektir. Şair, “Şiirlerime ne anlam verirlerse, anlamlan odur,” diyebilir, ama eleştirmenin durumu çok başka: Yazdığının yanlış yorum­landığını, sağa sola çekildiğini görürse, yeniden yazar, açıklamala­ra girişir, görüşlerini daha iyi yansıtmaya çalışır.
“Seçkin Aydınlar” başlıklı yazımın sonundaki, “seçkin aydın yozlaşması” bölümü, bence, çok önemliydi, ama yukardaki mektupta görüldüğü gibi, bir okurun kendi düşünceleri doğrultu­sunda, o bölümü yok saymasına engel olunamıyor.
Aydınlarda, özellikle de seçkin aydınlarda görülen kusurlu yanları şöyle sıralayabiliriz : Birlikte davranışlardan kaçan olum­suz bir bireycilik; iyi eğitim, öğrenim görmemiş insanları, kitleleri hor görme; benimsemediği düşüncelere, inançlara önem verme­me; kişileri yüceltme; ün düşkünlüğü; önderlik özlemi...
Önemli kusurlar bunlar. Üstelik, az da değil, birinden korunan öbürüne yakalanabilir. Gene de ben bu engelleri aşabilen, bilinçli seçkin aydınların “bir şeyleri diri tuttuklarına, kuşaktan kuşağa taşıdıklarına” inanıyorum.
Nedense, bu sözü söylerken de hep François Truffaut’nun Fahrenheit 451 adlı filmi geliyor aklıma.
İnsan düşüncesinin baskı altında tutulduğu, eğitim, öğrenim kurumlarının çağdaşlıktan, insanlığın en değerli “duygu ve düşün­ce birikimleri”nden uzağa itildiği dönemlerde, üç bin basılan kitapların, beş bin satılan dergilerin (başka bir söyleyişle, seçkin aydınların) ayrıca bir önem kazandıklarını, “yaşamsal” bir görev yüklendiklerini özellikle belirtmek isterim.
(Adam Sanat, Haziran 1986)


Denizle insan arasındaki bağı ele alan, insanın ölüm getiren bir sevgiliye koşar gibi denize koşuşunu anlatan romanlarda, kolayca tadılan, acı, ama çok etkili bir şiirsellik vardır. Çeşitli ülkelerin edebiyatlarında örnekleri bulunan bu tür romanlara bizim edebiyatımızda Halikarnas Balıkçısı’nın (Cevat Şakir’in) yapıtları örnek gösterilebilir.
Dilimizin en büyük şairlerinden biri, Nâzım Hikmet, bu yazarımız için şöyle diyor :
“Şakir büyük şairdir. Hiçbirimiz onun ayarında klasik mana­sıyla, lirik anlayışıyla şair olamadık.” (Kemal Tahir’e Mapusaneden Mektuplar, 3. Basım, s. 106)
Burada “lirik” sözcüğüyle anlatılmak istenen, yalnızca “coş­kun, ateşli anlatım” değil, daha çok, belirli bir çevrede yaşayan “insanların ortak duygularının yansıtılışı”dır. Yani söz konusu edilen doğrudan doğruya içerikteki şiirsellik...
Duygulardaki şiirsellik...
Evet, Halikarnas Balıkçısı’nda duygulardır ağır basan. Örnekse Aganta! Burina! Burinata’nın giriş bölümünü okuyalım :
“Rahmetli babamı andıkları vakit, ‘Nur içinde yatsın’ veya­hut ‘Toprağı bol olsun’ demezlerdi. Çünkü babam denizde boğulmuştu. Zaten boğulan yalnız o muydu? Soy sopumuzun erkeklerinin çoğu denizde kalmıştı. Annem kaptan kızı idi. Babama varınca kaptan karısı oldu. ‘Babam doya doya göreme­dim. Evlendim, kocamla sürekli olarak iki aycağız yaşamadım’ der, beni gösterir, ‘Buncağız da denizci olursa halim ne olur? Kaptan kızı, kaptan karısı oldum, sanki bunlar yetmiyormuş gibi üstelik bir de kaptan anası olmasam bari’ diye ilave ederdi. Mezarlık servilerinin altlarında ninelerim, teyzelerim yatarlardı. Fakat orada erkek hısım akrabamın mezar taşlarına rastlanılmazdı. Neredeydiler?
İnsan her yerde ölür — ne bileyim, dağda, taşta, harp meydanında — ne var ki denizden başka her yerde bir izi, bir kemiği, dikili bir mezar taşı kalır. Denizde boğulan denizcinin ise tıpkı bir hülya, bir rüya gibi tam bir kayboluşu, bir silinişi vardır. Annem, ‘Ne olacak toprak insanı topraktan, deniz insanı da sudan yaratılır. Topraktan olanlar toprağa dönerler. Sudan olanlar akıp denize karışırlar’ derdi. Annem böyle söyler­ken, babam da yanık sesiyle, ‘Sakın ha denizci olayım deme!’ derdi. Ne var ki kasabanın bütün sokakları her ne kadar sağa sola sapsalar da, eninde sonunda denize çıkıyorlardı.” (1. Basım, s. 5)
Denizcilerin yaşamını başka anlatılardan da bildiğimiz için, kolayca havasına girdiğimiz bir hüzün var bu satırlarda. Ayrılık, genç yaşta ölüm, ardında bir iz bırakmamak, bir mezarı bile olmamak... Değişik bir ortamda, değişik koşullarda yaşayan insanların, sızlandıkları, ama değiştiremedikleri bir alınyazısına boyun eğişleri... Bu çaresizliğin halk ağzında şiirleşmesini de saptamış yazar : “Topraktan olanlar toprağa dönerler. Sudan olanlar akıp denize karışırlar.” Ama bu acının altındaki sevgiyi, bağlanışı, mutluluğu da sezerek deniz insanının “aykın kültürü­nü şöyle özetliyor : “Ne var ki kasabanın bütün sokakları her ne kadar sağa sola sapsalar da, eninde sonunda denize çıkıyorlardı.”
-Şiirsel bir özetleme...
-Çok da etkili...
“Aykırı kültür” sözüyle belirlemek istediğim duyuş, düşünüş, yaşayış aykırılıkları üstünde biraz duralım. Konumuz için çok önemli...
Halikarnas Balıkçısı’nın anlattıkları, yansıttığı çevrelerin insanlarına şiirsel gelmeyebilir; kentlerde değişik bir kültür içinde yaşayan insanlara “aykırılık’’larıyla şiirsel gelen şeyler onları etkilemeyebilir.
Yıllar önce bir sanatçı arkadaş anlatmıştı: Çamaşırcılık eden bir kadının okumaya meraklı kızına, Orhan Kemal’in Çamaşırcı­nın Kızı adlı yapıtını vermiş. Ertesi gün okuyup bitirmeden kitabı geri getirmiş kız, “Ben bunları biliyorum,” diyerek okumak için bilmediği şeyler istemiş...
-Yeni şeyler öğrenmek istiyor...
-Yeni, eski, bilmediği şeyler...
Aslında sorun bilip bilme­menin de ötesinde. Değişik, “aykırı” şeyler ilginç geliyor insanla­ra. Şiir düzleminde de böyle... Aykırılık bir şiirleştirme yönte­mi... Her türlüsü... Örnekse Halikarnas Balıkçısı kitabının adını Aganta! Burina! Burinata! koymuş. Bunlar Türkçe olmayan denizcilik terimleri. Türkçe konuşan insanlara, aykırılıklarıyla şiirsel geliyorlar. Anlamlan hiç önemli değil! Tıpkı Asaf Hâlet Çelebi’nin “Om mani padme hum”ları gibi... Ahenkli bir ses... Aykırı... Şiirsel...
Halikarnas Balıkçısı’nda yer yer başka şiirleştirme teknikleri görülse de, ağırlığın lirizmde olduğu kesin.
-Yani coşkuda, duygusallıkta...
-Evet, içerikte... Ama lirizmin yanı sıra, anlattığı azınlıkta­ki deniz insanlarının çoğunluktaki kara insanlarına “aykın” görünmelerinden doğan şiirsellik de çok önemli...
-Coşku, duygusallık, aykırılıklar...
Başka yazarlara geçelim. İnsan ilişkilerindeki şiirselliklere başka yazarlardan da örnekler verelim.
Sait Faik’den bir parça :
“Atikali’nin bilmediğim sokaklarına sapıyorum. Bekçi dü­dükleri geliyor. Bir evden deli gibi birisi fırlıyor. Üstüme çullanıyor.
“— Dostumu öldürdüm âbi, diyor, sakla beni.
“Paltomun cebini gösteriyorum. Dikişlerinden yağmur gir­miş, sabahki yediğim simidin susamları kokan cebimi. Girip kayboluyor.
“— İsmin ne senin? diye sesleniyorum cebime.
“— Hidayet.
“— Neden öldürdün, Hidayet?
“—Seviyordum be âbi!” (Alemdağında Var Bir Yılan, 1. Basım, ss. 3-4)
Sait Faik’in “Öyle Bir Hikâye”sinden aldığım bu parçadaki son sözler, diyebilirim ki, öyküyü kat kat aşan bir yaygınlık kazanmıştır : “Neden öldürdün, Hidayet? Seviyordum be âbi!” Gezdiği, yürüdüğü yerde, tekerleme gibi, bu sözleri yineleyen sanatseverler vardır.
-Gerçekten de etkili, çok çağrışımlı, yoğun bir söz...
-Dikkat ederseniz, bu çarpıcı şiirselliğin kaynağı da aykırı­lık... Sağlıklı bir insan, ya da herkes gibi düşünen, aykırı olmayan bir insan diyelim, sevdiğini öldürür mü? Çaresizlikler, yokluklar içinde yaşayan, bu yüzden dengesizleşen, yozlaşan insanlarda görülebilen bu mantıksız “mantık” aykırılığıyla şiirsellik kazanı­yor. Hidayet için ne düşünüyorsunuz?
-Nasıl?
-Bir yakınlık duyuyor musunuz Hidayet’e?
-Sanırım...
-Öfkelenmediğiniz kesin... Ama düşünün, bir insan öldü­rülmüş, Hidayet bir katil... “Seviyordum be âbi!” sözüyle her şey birden değişiyor. Olaylara onun açısından bakıyor, bu aykırı yanıtta derin anlamlar buluyor, acıyoruz Hidayet’e. Üstelik de bir çırpıda oluyor bütün bunlar. Okur olarak duygularımızı, düşünce­lerimizi yokladığımız da söylenemez. “Seviyordum be âbi!” sözü yetiyor şiirsel bağlanışımıza. Ayrıca, bu sözün kolayca ulaşılan bir söyleniş ahengi de var. Söylenişini duyar gibiyiz...
-Evet, bu neyi gösterir?
-Çok gerçek bu söz... Yaşamdan alınma... Düşlerle örülen bir öyküye yaşamdan bir şiir taşı, bir değerli taş olarak alınıp yerleştirilmiş...
-Yaşamdaki şiir...
-Çekip almış sanatçı... Yalnız, bir oyun yapmış... Düşlerle örülen bir öykünün içine yerleştirmiş... Hidayet gerçek değil, gerçek olsa cebe girebilir mi? Dostunu da öldürmedi, hepsi kuruntu, yazarın uydurmaları, oyunları; gerçi var böyle insanlar, sevdiği için öldürenler, inanılmaz şey, ama Hidayet onlardan biri olamaz, soyut çünkü Hidayet, kimseyi öldüremez... Ama ne güzel yakalamış yazar : “Seviyordum be âbi!”
-Böyle şeyler düşünmedim...
Böyle şeyler düşünülmez, ya da düşünülür de düşünüldü­ğü bilinmez, bir kıpıda hepsi gelip geçer, ya da gelmeden, yüzeye bile çıkmadan geçer gider.
-Yani düşündüm mü diyorsunuz!..
-Hidayet düşlerle örülen bir öykünün soyutluğu açık açık belirlenen bir kişisi değil de, gerçekçi bir öykünün somutluğu vurgulanan bir kişisi olsaydı, siz bu aykın sözün şiirine kolay kolay varamazdınız.
Kim bu Hidayet? Yaşam anlayışı size çok uzak, çok ters, kesinlikle bir arada bulunmak istemeyeceğiniz bir insan, bir katil... Ne yapıyor bu sözleriyle? Sevdiği kadını neden öldürdüğü­nü açıklıyor... Nasıl yakınlık duyulabilir bir katilin açıklamasına! Benim bilir bilmez sıraladığım o gelişigüzel düşüncelerden çok daha fazlası bir kıpıda geçti kafanızdan. Düşünceler, duygula­nımlar...
Yazar da işinin ustası... Düşlere vurup Hidayet’i cebine, susamların arasına sakladı... Böylece de, yaşamdan alınma, aykırılığın yarattığı bir şiirsellik, gerçeklerden soyutlanıp bir düş dünyasında çıkıverdi ortaya...
-Aykırılığa çok önem veriyorsunuz...
-Bir de belirsizlik... Düzyazıda, belirsizlikten de bol bol yararlanılıyor şiirleştirme yolunda.
Sait Faik’den buna da çok açık bir örnek verebiliriz. “Hişt, Hişt!..” adlı öyküde kullanılan şiirleştirme tekniği, Behçet Necati- gil’in “Solgun Bir Gül Dokununca” adlı şiirinde kullandığı tekniğe çok benzer. Şiirde neyin dokununca solgun bir gül olduğu belirsizdir; öyküde de, neyin “Hişt! Hişt!” dediği...
“Yola indim. İstediği kadar hişt desin. İsterse sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma hişt hişt diyen bir divane olayım, ben, aldırmayacağım.” (Alemdağında Var Bir Yılan, s. 75)
Ama okur olarak, adını koyamasanız da, bilirsiniz, anlarsınız neyin “Hişt! Hişt!” dediğini... Belirsizlikten doğan bir şiirsellikle dolarsınız.
“Nereden gelirse gelsin, dağlardan, kışlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!.. Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları...
“— Hişt hişt.
“— Hişt hişt.
“—Hişt hişt.” (agy,s. 77)
Bu örnekte önemle üstünde durulması gereken bir özellik var : Sait Faik başka sözcüklerle daha açık anlatılabilecek bir şeyi, şiirsel olsun diye belirsizleştirmiyor. Yaşımda duyduğu bir şiirselliği yazıya dökmek isterken, bir anlıtma çabası içinde, belirsizliğe başvuruyor. “Hişt” sözcüğüne yeri bir boyut eklemek zorunda kalıyor.
Buna da yaşamdaki şiir mi diyorsunuz?
Yaşamda mı, yazarda mı, ayırmak güç... Sanınm yazar ağır basıyor... İnsanla çevresi arasındaki ilişkinin şiiri diyebiliriz... Gözlemle değil de, duyarlıkla varılan şiir...
……….
1930’larda Almanya’da kitaplar yakıldığı, bütün dünyada, bu arada Türkiye’de, “Kitap Yakmak Yok” diye tepki yazıları yayımlandığı yıllarda ben çocuktum. Üstünden altmış yıla yakın bir zaman geçti, konu gene o konu: Kitap yakmak yok...
1930’larda neden yakılıyordu kitaplar?
Nazilere karşıt düşünceleri içerdikleri, ya da salt Yahudi yazarlarca yazılmış oldukları için...
A. L. Haight’ın Banned Books (Yasaklanmış Kitaplar) adlı yapıtından o günleri anlatan bir bölümü okuyalım :
“10 Mayıs 1933’de öğrenciler Yahudi yazarlarca yazılmış kitabı bir araya toplayıp Berlin Üniversitesi’nin önündeki alanda yaktılar. Çiseleyen bir yağmur altında yükselen alevleri 40 000 kişi sessizce seyretti. Propaganda Bakanı Dr. Goebbels ‘bu davranışın sembolik önemi’ üzerine bir konuşma yaptı. Birçok başka Alman üniversitesinde de benzeri gösteriler düzenlendi. Alanda Marxist edebiyatın yakıldığını ‘resmen’ seyreden 5.000 Münih’li öğrenciye şöyle dendi : ‘Alman düşmanı kitapları yakan bu ateş, kalplerinizde de vatan sevgisini tutuştursun.’ Kitapçı dükkânlarına dalan öğrenciler şenlik ateşi için uygun gördükleri kitapları parasını ödemeden aldılar. Üniversite kitaplıklarını da yağma etmemeleri için kendilerine engel olmak gerekti.
“Aşağıdaki listede eserleri ateşe atılan çok önemli yazarlar­dan bazıları bulunmaktadır
“Sholom Asch, Lion Feuchtwanger, Gorki, Stefan Zweig, Marx, Freud, Helen Keller, Jack London, Hemingway, John Dos Passos, Jakop Wasserman, Emil Ludwig, Arthur Schnitzler, Troçki, Lenin,Stalin, Zinoviev, Alfred Adler, Theodore Lessing, Franz Werfel, Hugo Munsterberg, Thomas Mann, Heinrich Mann, Remarque, Einstein, Heinrich Heine, Mendelssohn, Maxmilian Harden, Kurt Eisner, Barbusse, Rosa Luxemburg, Upton Sinclair, Ben Lindsay, Arnold Zweig.
“1935 yılı Şubatında, Adolf Hitler’in Almanya’da yasak ettiği kitaplardan meydana getirilen bir Amerikan kitaplığı Brooklyn’deki Jewish Center’da Profesör Einstein tarafından açıldı. Açış konuşmasında Einstein bu kitaplardan çoğunun Almanya’da yasaklanmasındaki ‘biricik sebebin onlardaki insani nitelik’ oldu­ğunu, ‘nefret ve düşmanlık üzerine kurulan her toplumun çökmesinin kaçınılmazlığını, çünkü insan ruhundaki olumsuz itkilerin bir kere oluşup güçlendikten sonra, ister istemez günlük hayatta da patlak vereceğini’ belirtti.
“Nazilerin bu büyük kitap yakma şenliği İkinci Dünya Savaşt’na kadar sürdü.”
Almanlar Avusturya’da, Çekoslovakya’da da aynı “kültür temizliği”ni yaptılar. Kitaplar yakılırken alanlara toplananlar hep bir ağızdan “Deutschland Über Alles”yi söylüyorlardı.
Sonra savaş bilindiği gibi gelişti, Almanya’ya bir yandan Müttefikler, bir yandan Sovyetler girdi. Ülke ikiye bölündü. 1946’da, savaş ertesinde, çok ilginç bir şey oldu :
“Almanya’daki Amerikan Askeri Hükümeti Nazileri hatırla­tan şeylerin imha edilmesini emretti. Amaç Alman militarizmini ve Nazi ruhunu elden geldiğince ortadan kaldırmaktı.(...) Doğu Almanya’daki komünistler de kendi görüş açılarından aynı şeyi yapmaktaydılar.”
Nazilerin kitap yakma şenliklerini başlattıkları 1933 yılının üstünden on üç yıl geçmişti. Naziliğe karşıt düşünceleri, özgürlük­leri savunmak, korumak, yaşatmak için insanlık büyük acılara katlanmış, İkinci Dünya Savaşı gibi, benzeri görülmemiş bir savaşı göze almıştı. Bunca sıkıntının, bunca acının sonunda ise, alanlarda kitap yakma şenlikleri yapılmasa da, “Nazi düşünüşünü temizleme” adı altında, kitaplıklardan, okullardan, kitabevlerin- den kitaplar toplanıyor, depolara kaldırılıyor, Hitler, Goebbels, Mussolini derken, araya Marx ile Engels de karışıyordu.
Özgürlükler için savaşanların, savaşı kazanınca, Nazi düşü­nüşünü temizlemenin yolu olarak kitap yasaklamayı seçmelerin­deki tersliği görmemek olanaksızdı. Almanya’daki Amerikan Askeri Hükümeti’nin bu davranışı bütün dünyada tepkiler yarattı.
Ama uygulama kaçınılmazdı anlaşılan. Alttan alta sürdü­rüldü.
Hele altı yedi yıl sonra, soğuk savaş ortamına girilince, hiç beklenmedik bir noktaya varıldı :
1953 yılında, Doğu Almanya’da toplanıp ortadan kaldırılan “Alman, Nazi ve yabancı” yazarların kitaplarının sayısını 5.000.000 olarak veren kaynaklar vardır.
Aynı yıl, Amerika Birleşik Devletleri’nde ise, Dulles’m deyimiyle, “birçok yabancı memlekette son derece verimli ve başarılı bir şekilde çalışmakta olan Amerikan Haberler Merkezi kitaplıklarındaki” kitapların ayıklanması konusu gündeme gelmiş­ti. Senatör McCarthy, bu kitaplıklarda, komünistleri tutan yazar­ların 30.000 cilt kitabı bulunduğunu ileri sürüyordu.
Sonuçta Amerikan Haberler Merkezi kitaplıklarından kırk­tan fazla yazarın yapıtlarının kaldırıldığı söylenir.
Bu temizleme işi sürdürülürken, 14 Haziran 1953’de, Başkan Eisenhower’in Dartmouth Koleji’nde yaptığı ünlü konuşma orta­lığı büsbütün karıştırdı. Konuşmanın bir yerinde şöyle diyordu bu asker kökenli Başkan :
“Kitap yakanlara katılmayınız. Yanılgıları, onların her za­man var olduğunu gösteren delilleri ortadan kaldırarak saklayabi­leceğinizi sanmayınız. Kendi anlayışınıza göre, yaptığınız işin kötü olduğuna inanmadıkça, kitaplığınıza gidip herhangi bir kitabı oku­maktan korkmayınız. Tek sansürünüz kendi anlayışınız olmalıdır.
“Komünizmin ne olduğunu, ne öğrettiğini, insanlara neden bu kadar çekici geldiğini, neden bu kadar çok kimsenin ona bağlandığım bilmeden, onu nasıl yenebiliriz. Hemen hemen bir din haline geldi, alt düzeyde de olsa.
“Onunla savaşmanın daha iyi bir yolunu bulmalıyız, kendi halkımızın düşünce özgürlüğünü sınırlamamalıyız. Onlar da Ame­rika’nın bir parçasıdır. Bizim düşüncelerimize karşıt düşen şeyler düşünseler bile, düşündüklerini söylemek, yazmak, başkalarının ulaşabileceği yerlerde bulundurmak haklan tartışılamaz; ya da bu Amerika değildir.”
Bu apaçık sözler, o günün soğuk savaş siyasasına denk düşmediği, Dışişleri Bakanlığı’nın denizaşırı kitaplıklara gönder­diği genelgelere uymadığı için, Başkan’ın hemen bir basın toplantısı yapması, sözlerine açıklamalar getirmesi gerekli görül­müştü : Evet, bazı kitaplar yasaklanabilirdi...
Demokrasi son derece güç bir yönetim biçimi.
Baskıcı yönetimlerin, hiçbir engel tanımadan, insanları hiçe sayarak aştıkları güçlükleri, demokrasi ilkelerine bağlı yönetim­ler, çok daha uzun sürede, çok daha umutsuz günler yaşayarak aşmaya çalışıyor, bazen de aşamıyorlar. Üstelik baskıcı yönetim­lerle varılabilen yerlere, demokrasi anlayışı içinde hiç varılamama olasılığı da var.
Baskıcı yönetimlerde gücü ele geçirdiniz mi, arkası kolay :
Kafanıza uymayan görüşleri savunan kitaplan toplatıp hamu­ra gönderirsiniz. Gazeteleri, dergileri çeşitli yollarla denetiminize alırsınız. Televizyon nasıl olsa elinizin altında. Zararlı bulduğunuz sanat yapıtlarını, resim, heykel, depolara kaldırtır, gerekirse parçalatır, kayboldu dersiniz. Filmlere sansür... Tiyatrolara yar­dım... Onlar zaten ayakta zor duruyor, elinizi çektiniz mi yıkılıp giderler. Olmazsa şöyle bir dokunuverirsiniz. Müzikle mimarlık­tan zarar gelmez; ticaretin elindeki sanatların denetimi kolaydır. Şairlerle romancılar sorun yaratabilirler. Önce ufak tefek işler önerirsiniz, baktınız olmuyor, bir iki sıkıştırırsıınız, soluğu yurt dışında alırlar...
Bunlar yüzeyde, görünen yönleri işin. Sanıldığı kadar da önemli değil. Asıl eğitimi ele almak önemli. Çocuklar daha ilkokul sıralarmdayken sizin düşünceleriniz doğrultusunda eğitilmelidirler. Böylece, büyüdüklerinde her konuda sizin gibi akıl yürüten, sizin gibi düşünen kişiler haline gelirler. Değer yargıları, dinsel inançlarıyla, her şeyleriyle size benzerler.
Baskıcı yönetimlerin görünümünü çizmek için söylediğim bu sözlerin, kimi demokrasi yönetimlerine de uyduğu bir gerçek.
Uyar, çünkü her demokraside demokrasi ilkelerinin tümü bulunmaz da ondan.
Demokrasiyi yalnızca parlamentosu olmak, partiler kurmak, serbest seçimler yapmak diye değerlendirenler, çoğu zaman, demokrasi ilkelerinden hayli uzaklara düşerler.
Demokrasiyi denetleyen, koruyan güçlü özerk kuramların bulunmadığı ülkelerde, seçim yoluyla yönetimi ele geçirenlerin, bu üste çıkışın getirdiği olanaklardan yararlanarak, karşıtları üzerinde yoğun bir baskı kurabildikleri bir gerçektir. Karşılarına aldıkları partilerin yöneticilerini, o partileri destekleyen kişileri ya da kuruluşları zor durumlarda bıraktıkları gibi, doğrudan halka da yönelebilirler. Örnekse, yeterli oy alamadıkları bölgelere alttan alta kısıtlamalar getirir, devletin olanaklarından yararlanmalarına, ilerlemelerine, gelişmelerine engel olurlar.
Anayasası, yasaları demokrasi ilkelerine tam anlamıyla uymayan ülkeler, özgürlük alanında sağlam bir yere oturtulamaz- lar. Parlamento, partiler, seçimler, elbette çok önemlidir, ama “demokrasi” için kesinlikle yeterli değildirler. Özgürlükleri, insan haklarını koruyan bir anayasa, bu anayasaya uygun yasalar, hükümetlerin gücünün erişemeyeceği, demokrasinin güvencesi olan özerk kurumlar, demokrasi ilkelerine dayanan bir “temel eğitim ve öğretim” anlayışı bulunmayan ülkelerde, demokrasinin varlığından söz edilemez.
Hele o gözlerden uzakta kalan, ilk bakışta görünmeyen, ama hiç kuşkusuz en önemlisi, demokrasi ilkelerine dayanan “temel eğitim ve öğretim” anlayışı...
Başka bir söyleyişle : Uzun yol...
Özgürlükler adına onca insan kanı akıtıldıktan sonra, Alman­ya’daki Amerikan Askeri Hükümeti, ya da Doğu Almanya’daki komünistler, “Nazi düşünüşünü temizlemek” için, bu uzun yolu seçemezlerdi. Böylece de, ne acıdır, kitap yakanlara karşı girişilen savaşın sonunda, gene kitaplar yasaklandı.
Başkan Eisenhower, uzun yolu seçemeyen Dışişleri Bakanlığı’nı korumak için, basın toplantısında, “Bazı kitaplar yasaklana­bilir,” derken, çaresiz bir siyasa adamı, Dartmouth Koleji’nde öğrencilere, “Kitap yakanlara katılmayınız,” derken ise, bağımsız bir düşünce adamıydı.
Uzun yol... Demokrasi ilkelerine dayanan “temel eğitim ve öğretim”... Bu nasıl verilecek?
Beyin yıkama yöntemleriyle kafalara yerleştirilen “Nazi düşünüşü”, kitaplar yasaklanmadan, depolara kaldırılmadan, raflarda okunmayı beklerken, nasıl “temizlenecek”?
Karşı beyin yıkama yöntemleriyle mi?
Bu kısa yol, Nazi düşünüşünü temizlerken, Nazi yöntemleri­ne düşmek demektir ki kesin bir yenilgiyi belirler. Tıpkı kitap yakmaya karşı, kitapları depoya kaldırmak gibi...
Eğitimi çocuklara doğruları göstermek, öğütler vermek olarak niteleyen anlayıştan uzaklaşmak, demokrasi ilkelerine dayanan bir “temel eğitim ve öğretim”e geçişte ilk adımdır. “Parlak konuşmalara karşı bağışıklık kazanmak demokratik bir ülkenin yurttaşları için son derece önemlidir,” diyen Bertrand Russell, çağdaş reklamcılığın gücünden yararlanan propagandacı­ları düşünerek şunları yazıyor :
“İşe ana okulunda başlardım, çocukların, aralarından seçme yapması gereken iki çeşit şekerle : şekerlerden biri güzel olur, güzelliği soğuk ve kesin bir dille belirtilirdi; öbürü çok kötü bir şeker olur, en iyi reklamcıların en büyük ustalığıyla övülürdü. Az zaman sonra onları kırda tatil yapmak için bir yer seçmeye bırakırdım : bir harita göstermek yoluyla övülen güzel bir yer ve parlak afişlerle övülen çirkin bir yer.
“Tarih öğretimi de buna benzer bir şekilde yürütülmelidir. Geçmişte büyük bilgeler gibi görünen nice hatip ve yazar bugün kimsenin inanmadığı şeyleri savunmuştu: büyücülüğün gerçekli­ği, kölelik kurumunun iyiliği gibi. Gençlerin bu gibi söz sanatı ustalarını tanımasını, retoriklerini ve yanlış düşüncelerini değer­lendirmesini sağlardım. Yavaş yavaş çağdaş sorulara geçerdim. Tarih bilgilerine iyi bir hazırlık olarak onlara İspanya üzerine (ya da o anda en fazla tartışmaya yol açan konu üzerine) önce Daily Mail, sonra da Daily Worker'da söylenen şeyleri okurdum; sonra onlardan gerçeğin ne olduğunu çıkarmalarını isterdim. Çünkü hiç şüphe yok ki bir demokratik ülke yurttaşı için gazeteleri okuyarak gerçeğin ne olduğunu anlamak ustalığı kadar faydalı bir şey olamaz. Birinci Dünya Savaşı’nın önemli anlarında gazetelerde yazılanlarla sonradan resmi tarihe yazılanları karşılaştırmak bu amaç için yararlı olur. Ve o zamanki gazetelerde ortaya çıkan kitle isterisi öğrencileri şaşırtınca, onlara — dengeli ve dikkatli yargılama yeteneğine sahip olmazlarsa — hükümet böyle bir korku ve kan dökme isteği yaratır yaratmaz aynı duruma düşecekleri anlatılmalıdır.
“Gel gelelim, büsbütün olumsuz bir duygusal tavır öğretmek istemem; bütün güçlü duyguların yıkıcı bir çözümlemeyle yok edilmesinden yana değilim. Bu tavrı yalnız toplu isterinin temeli olan duygularla ilgili olduğu zaman savunuyorum, çünkü savaşla­ra ve diktatoryalara yol açan şey toplu isteridir. Ama bilgelik sadece usal değildir: us kılavuzluk edip yön gösterebilir, ama eyleme yol açan gücü doğurmaz. Bu gücü veren duygulardır. İyi toplumsal sonucu olan duygular, nefret, öfke, korku gibi kolaylık­la ortaya çıkmazlar. Bunların yaratılmasında birçok şeyler ilk çocukluk dönemine bağımlıdır; birçoğu da, ekonomik koşullara. Ne var ki, normal eğitim sırasında, iyi duygular geliştirecek besin verilebilir ve insan hayatına değer katan şeyler gerçekleştirilebi­lir.” {Power-A New Social Analysis, Çev : Murat Belge, Yeni Dergi, Sayı 20)
Görüldüğü gibi, uzun yolun ucunu ta ana okulundan başlatı­yor Bertrand Russell. Düşünme, değerlendirme, seçme yetenek­leri geliştirilen insanlar yetiştirmek amacım güdüyor. Kendi değer yargılarını onlara benimsetmeye çabalamıyor. Her şey ortada dursun, insanlar gelsinler, baksınlar, değerlendirsinler, kendi yargılarını kendileri versinler istiyor. İyiyi kötüyü ayırmak herke­sin hakkıdır diye düşünüyor.
Bu sanat yapıtı muzır mı, değil mi?
Daha doğrusu, bu bir sanat yapıtı mı, değil mi?
Kim değerlendirecek?
Bir kurul kurarız, muzır derse muzır olur.
Ya sanat yapıtı?
Muzırsa o da muzırdır.
Yasaklanır yani!?
Caydırıcı cezalar verirsek bir daha kimse yayımlamaz öyle şeyleri.
Peki, niye yayımlanıyor bu kitaplar?
Çok satıldığı için.
Çok satılıyor demek! Neden çok satılıyor acaba?
Ahlak diye bir şey kalmadı...
Demek ki ülkemizin insanları iyiyi kötüden ayırabilecek düzeyde değiller. Düşünme, değerlendirme, seçme yetenekleri gelişmemiş. Ahlak diye bir şey de kalmamış. Bir muzır kurulunun onlara bu iyi, şu kötü demesi gerekiyor.
Ya da böyle bir yetersizlik söz konusu değil. Birileri kendi değer yargılarım herkese benimsetmeye çabalıyorlar.
İlk olasılık kesin bir aşağılama; İkincisi ise, açık bir baskı, özgürlük kısıtlaması... İkisi de demokrasi ilkelerine uymayan yaklaşımlar...
Bu bilim adamlarının, cinsellik üzerine incelemeler yapanların konusudur. “Ahlak diye bir şey kalmadı” türünden boş sözlerin hiçbir anlamı olamaz. İnsanın gelişmesi, bilgilenmesi, dönüşümleri, bunalımları, gereksinimleri... Bunlar hep bilimsel yaklaşımlarla ele alınacak, bilimsel çözümler getirilecek konular­dır. Bir toplumda aşırı bir cinsel açlık görülüyorsa, öte yandan birtakım kişiler bu alanda nerdeyse sakatlar gibi yaşıyorlarsa, köklü bilimsel araştırmalara yönelmek gerekir.
Her şey olabilir. Belki de bozukluk insanlarımızda değildir, belki de göreneklerimizde, törelerimizde doğaya aykırı, insanları bunalıma iten yönler vardır. Bilemem. Bilim adamlarına başvur­ulmalı...
Bildiğim şu: Yasakçılıkla hiçbir yere varılamaz. Demokrasi­lerde kısa yol değil, uzun yol geçerlidir. Onun için de demokrasi son derece güç bir yönetim biçimidir. Anaokulunda başlar. Yasakçılığın hiçbir çeşidine ödün vermeden, kendi seçimini kendi yapan insanlarıyla gelişip serpilir.
Ya da yoktur...
(Adam Sanat, Mayıs 1988)

Kaynak: Memet FUAT, Çağdaşımız Makyavel-Deneme, Adam Yayınları, Anadolu Yayıncılık A.Ş. Birinci Basım: Mart 1992, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar