Print Friendly and PDF

CARL GUSTAV JUNG

Bunlarada Bakarsınız




27 Aralık '08
Berk Yüksel
http://blog.milliyet.com.tr/vitriol


“Kendi kalbine bakamayanın yaşamı bulanıktır; Kendi yüreğine bakabilme cesareti gösterenler gönlünün muradını keşfedenlerdir. Dışarıya bakan rüya görür, hayal dünyasında kaybolur, içeriye bakan uyanır, kendini keşfeder.” Carl G. Jung
Carl Gustav Jung 1875 – 1961 yılları arasında yaşamış İsviçreli psikiyatrdır. Analitik psikolojinin kurucusudur. Öğretisi, analitik ruh bilim adıyla anılır. C. G. Jung'un insan ruhunun derinliklerini inceleyen yapıtlarının, Hermetik özellikler taşıdıkları kabul edilmektedir. Semboller, mitler, arketipler ve kolektif bilinçaltı konularındaki fikirleriyle katkılarda bulunmuştur.
“Sembol, bilinçdışı enerjisi tarafından harekete geçirilen ipuçlarıdır. Bilinçdışının kontrollü olarak bilince taşınması, sağlıklı bir süreçtir. Jung psikolojisinde hasta, tanrısal imgeler taşıyan arketiplerle özdeşleştirilir. Bu özdeşleşme, hastanın benlik boşluğunu dolduran önemli bir süreçtir.”
“Akıl hastaları ve mitoslar arasındaki benzerliği araştırmıştır. Bunun sonucunda, akıl hastasının hayallerinin, arkaik simge ve imgelerden oluşan kolektif bir fondan yararlandığını keşfetmiştir.”
“Artık elinde mitolojinin anahtarı var. Ruhun tüm kapılarını açmakta özgürsün.” der Jung.

“Jung kararlarını bilinçaltını dinleyerek alırmış. Bilinçdışının niteliğini ve algılamalarını araştırmıştır. Bu amaçla Kuzey Afrika’da, Amerika’da (Pueblo Kızılderilileri arasında) Arizona’da ve Meksika’da bulunmuştur. Jung hiçbir zaman kendisine yandaşlar aramamış ya da kitleleri çekecek bir düşünce sistemi oluşturmaya çalışmamıştır. Dogmatikliğe her zaman karşı çıkmıştır. Mitoloji ve karşılaştırmalı dinler hakkında derinlemesine bilgi sahibi olmuştur.”

“Jung ekolünde kişiliğin tümü psişe olarak adlandırılır. Latince kökenli olan bu sözcük o dilde ruh anlamına gelse de günümüzde daha çok zihin sözcüğünü karşılamaktadır. Psişe bilinçli ya da bilinçdışı, tüm duygu, düşünce ve davranışları içerir. Psişe birbirinden farklı biçimde çalışan, ancak birbiriyle etkileşim durumunda bulunan sistemlerden oluşur: Bilinç, Kişisel bilinçdışı; kolektif bilinçdışı.”

“Bir süre Freud’un öğrencisi olmuş, daha sonra kendi kişilik ve bilinç/altı kuramlarını geliştirmiştir. Önce Freudçuluktan yola çıkan ve sonra ona karşı olan Prof. Jung ruh bilimin çeşitli alanlarında kendine özgü yeni kuramlar ileri sürmüştür. Toplumsal bilinçaltı ve arketipler (ilk örnek) gibi teorileri ve kendi adıyla anılan geniş bir öğretisi vardır.”
“Arketip, içgüdünün oto portresidir. Maddi değil imgeseldir. Arketipler başlangıçta varolan düşüncelerdir. Elektriksel olarak bir kutsallık duygusuyla yüklenmiş, ilahi nitelik taşırlar. Örneğin güneşin doğuşu sırasında hissettiklerimiz, arketipal düşünceye örnektir. Benzer biçimde, tam uykuya dalacakken ani sıçramalar da arketipal deneyimlerin yeniden yaşanmasıdır. Arketip, önsel ve ilksel algılama tarzlarıdır.”

“Tüm dinsel figürlerin (peygamber, şaman) odaklandıkları önemli bir şey var; içsel vahiy deneyimi... Din psikolojisinde, bütünsellik arketipi, bilinç dışında önemli bir yer işgal eder. Bu bütünsellik süreci, diğer arketipleri de tanrı imgesinin yanına yerleştirir. İsa, bir öz arketipidir. Kişilik bütünlüğüdür. Kilisenin geliştirdiği İsa ise gölgenin, yani şeytan arketipini güçlendiren bir ikincil dinsel değerler sistemidir. Kilise sayesinde İsa, gücünü kaybetmiştir. Kıyamet günü, İsa’nın yarattığı gölgedir.” diyor Jung.
“Simya yani Hermetik zanaat, Hıristiyanlığın ödünleyici gölgesidir. Simyada bilinçdışı, maddenin gölgesine yansımalıdır. Jung’da karşıtlıkların mutlak bileşimi kuramı, Merkür çeşmesi arketipiyle simgelenir.” Jung doğuştan evrimle getirilen ortaklaşa bilinçdışından söz etmiştir.

Prof. Dr. M. Kerem Doksat şöyle diyor:
“Freud’un önce talebesi ve “veliahdı”, daha sonra en ciddi muarızlarından biri olan Jung “ortaklaşa bilinçdışı” ismini verdiği, günümüzde “filogenetik psişe” dediğimiz ve arketiplerle bize ulaşan evrimsel bilgiden bahsetti. Kalıtıma aracılık eden genler de hemen aynı dönemlerde keşfedildi. Genlerin taşıdığı bilgi sadece anne ve babadan gelen değil, onların da ta kendi filumlarının, hatta bütün canlıların evriminden gelen bazı bilgileri ihtiva eder. Hatta canlılıkla cansızlığın arasındaki sınır çok sisli ve tedricî olduğuna göre, evrenin ta ilk anlarından gelme bazı bilgiler de tevarüs ediliyor olmalıdır; sonuç olarak bütün varlıklar aynı kuarklardan, atomlardan ve moleküllerden oluşmaktadır. Yani temel ve esas, dolayısıyla nihaî bilgi bir şekilde ve bir dereceye kadar taşınmış olmalıdır.”

“Jung’un “kolektif bilinç dışı” anlayışı, Freud’un bakışının ötesinde farklı bir yaklaşımda bulunan C. Jung’a göre insan zihni, onun evrimi tarafından biçimlendirilmiştir. Dolayısıyla, bireyin varoluşu onun geçmişiyle de bağlantılıdır. Bu bağlantı, yalnızca kişisel geçmişini değil, kendi türünün geçmişini, hatta insanlığın evrimini içerir. Kişisel bilinçdışının içeriği, daha önce bilinçte varolmuş yaşantılardan oluşur. Kolektif bilinçdışının içeriği ise insanın yaşam süresinde, bilincinde yaşanmamıştır. Kolektif bilinçdışı Jung’un “arketip” dediği imajlardan oluşur. Bu imajlar insana atalarından aktarılırlar. Yalnız insanlık tarihinin değil, insan öncesi evrimin de ürünüdürler. Arketipler, insanın vaktiyle atalarının geliştirmiş olduğu tepkilere benzer eğilimler göstermesinin kaynağını oluşturur. İçine doğduğu dünyanın genel imajı, doğduğu anda insanın içinde de vardır.

“Jung birbirini etkilemesi imkânsız olan kültürlerde dahi ortak semboller keşfetmiştir. Jung aynı sembolleri hastalarının rüyalarında da gözlemlemekte idi. Dolayısıyla arketipler düşüncesini dile getirdi. Jung’un tanımını yaptığı arketipler arasında, doğum, yeniden dünyaya geliş, ölüm, güçlülük, sihir, kahraman, çocuk, üçkâğıtçı, akıllı ihtiyar, toprak ana, dev gibi imgeler, ağaçlar, güneş, ay, rüzgâr, ırmak, ateş ve hayvanlar gibi doğal objeler, yüzük ve silah gibi insan yapısı objeler sayılabilir. Her insan aynı temel arketip imgelerine sahiptir.”
İnsan dış dünyasında, bu içsel imajlarının karşılığı olan objelerle karşılaştıkça, bu imajlar da bilinçli gerçeğe dönüşürler. Örneğin, bebek dünyaya geldiğinde, kolektif bilinçdışındaki anne imajı sayesinde annesini algılar ve onunla ilişkiye geçer. Dolayısıyla, insanın algı ve eylemlerindeki seçiciliği kolektif bilinçdışının içeriğiyle açıklanabilir. Bazı şeyleri kolay algılamamızın ve onlara karşı hazır tepkiler verebilmemizin nedeni, kolektif bilinçdışımızda varolan eğilimlerimizdir. Arketipler, bir insanın geçmiş yaşantılarının ürünü olan bellek imajları gibi canlı görüntüler değildir. Örneğin, anne arketipi bir annenin fotoğrafı gibi değildir. Bir benzetme yapmak gerekirse, banyo edilmesi gereken negatif filmleri çağrıştırabilirler. Gerçek dünyada bir karşılığı bulunduğunda, bu belirsiz imajlar, canlı ya da cansız varlıklarda, bizim için anlam taşıyan bir biçimde somutlaşırlar. Arketipler evrenseldir. Bir başka deyişle, her insan aynı temel arketip imajlarına sahiptir. Bir bebek dünyanın hangi yöresinde doğarsa doğsun, anne arketipini de birlikte dünyaya getirir. Ancak kendi annesiyle etkileşime başladıktan sonra bireysel farklılıklar ortaya çıkar. Çünkü çocukla ilişki, bir toplumun diğerine ya da bir aileden diğerine, hatta aynı aile içinde bir çocuktan diğerine farklılıklar gösterir.”

“Jung psikoz vakaları ile çalışıyordu ve bireysel bilinçdışı kavramının şizofreniyi açıklamaya yetmediğini gördüğü için kolektif bilinçdışı kavramını ortaya koydu. Felsefe din ve mitoloji bilgisi çerçevesi içinde, şizofrenilerin sabuklamalarını karşılaştırmalı olarak inceledi. Aralarında birtakım paralellikler buldu. Şizofreninin kişisel bastırma ile ilk çocukluk çağları olayları ile açıklanamayacak bir nedene dayanması, zihinde daha derin bir düzeyin (kolektif bilinçdışı) gerektiğini düşündürüyordu. Jung’a göre bir insanın yılandan ya da karanlıktan korkması için yılanla karşılaşmış ya da karanlıkta kalmış olması gerekmez. Yılandan ya da karanlıktan korkma eğilimleri, atalarımızın kuşaklar boyu yaşantıları sonucu bize aktarılmış ve beyin dokumuza işlenmiştir. Jung’a göre içinde doğduğu dünyanın genel bir imgesi, doğduğu anda insanın içinde zaten vardır. İnsan dış dünyasında içsel imgelerinin karşılığı olan nesneleri tanıdıkça, bu imgeler bilinçli gerçeğe dönüşürler. Örneğin, çocuk dünyaya geldiğinde kolektif bilinçdışındaki anne imgesi sayesinde annesini derhal algılar ve onunla ilişkiye geçer. Dolayısıyla insanın algı ve eğilimlerdeki seçiciliği kolektif bilinçdışının içeriğiyle açıklanabilir. Bazı şeyleri kolaylıkla algılamamızın ve onlara karşı belirli tepkilerde bulunmamızın nedeni, kolektif bilinçdışında var olan eğilimlerimizidir. Jung’a göre kişiliğimizdeki en etkili güç tüm insanlık tarihinin deneyimlerini kapsayan kolektif bilinçaltımızdır. Jung bilinçdışı kavramını bir ada benzetmesi ile açıklardı. Adanın görünen kısmı bilincimizdir. Okyanus kolektif bilinçdışıdır. Ara sıra görülüp ara sıra yok olan kumsal ise bireysel bilinçdışıdır. Jung’a göre kişisel bilinçdışı baskılanmış çocuksu isteklerden oluşmaktadır. Ancak Jung’a göre insanın düşüncesi ve beyni yalnızca kişisel bilinçdışının etkisi altında değildir. İnsanın düşüncesine ve beynine evrim etki etmiştir. Kolektif bilinçdışı tüm insanlar için ortaktır. Kolektif bilinçdışının içeriği arketipler terimiyle adlandırılır.”

“Jung’un tanımladığı arketiplerden dördü diğerlerinden daha fazla ortaya çıkmıştır. Bu yüksek düzeyli duygusal anlamlarla dolu arketipler; persona, anima, animus, gölge ve bendir.”

“Presona: Maske anlamına gelir. Persona başkaları ile ilişkiye geçtiğimizde giydiğimiz bir maskedir ve bizi topluma görünmek istediğimiz şekilde sunar. İnsanın kendisi olmayan bir kişiliği yaşamasıdır. Bir insanın evde, okulda ve arkadaşlık ortamında farklı maskeleri vardır.
Anima ve Animus: Jung’a göre insan karşı cinse ait niteliklere de sahiptir. Anima arketipi erkek psişesininn kadın yönü, animus arketipi ise kadın psişesinin erkek yönüdür. Bu arketipler insanın karşı cinsi anlayabilmesine yardımcı olmuştur. Jung’a göre her erkek kendinde doğuştan var olan kadın imgesine (anima) uyan kişileri evlenmek için tercih eder. Kadın ise kendi animusuna uyan erkeklere yönelir.
Gölge: Gölge insanın temel içgüdülerini içerir. Kişiliğimizin hayvana benzeyen yanıdır. Hayatın daha alt şekillerinden bize kalan mirastır. Uygar olabilmemiz için gölgemizdeki hayvansı eğilimleri evcilleştirmemiz gerekir. Gölgenin olumlu tarafı insani gelişim için gerekli olan spontanlığın, yaratıcılığın, içgörünün ve yoğun coşkuların kaynağı olmasıdır. Ego ve gölge işbirliği yaptığında kişi kendini yaşam dolu ve canlı hisseder. Gölgenin red edilmesi kişiliğin sönük kalmasına neden olur.
Ben: Ben arketipi, Jung’un kolektif bilinçdışı üzerindeki çalışmalarının en önemli ürünüdür. Jung ben’i kendini gerçekleştirmeye yönelik bir dürtü olarak ele almıştır. Jung ben’i sistemdeki en önemli arketip olarak ele almıştır. Bilinçaltının tüm yönlerini dengeleyen ben, kişiliğin tüm yapısına birlik ve istikrar kazandırır. Ben her zaman tam bir bütünleşmeye çabalar.”

“Jung tam bir birlik ve bütünlüğün çeşitli kültürlerde defalarca rastlanılan bir sembol olan bütünleşme çemberi (mandala) ile temsil edilebileceğini söylemiştir. Mandala, bireyin bilinçli veya bilinçdışı bütünselliğinin simgesidir. Çember, haç ve Jung’un da pek çok kez resimlediği mandala figürleriyle sembolleşmiştir. Mandala, meditasyonda, dikkati merkezde yoğunlaştırmak için kullanılan bir çizimdir.”

“Jung insanın ruhsal kişiliğini, bütün geçmişten soya çekimle gelen bu ortaklaşa bilinç dışı izlenimlerin onardığını ileri sürer. Freud'un cinsellik içgüdüsü ve Adler'in aşağılık kompleksine karşı çıkarak insanın ruhsal karakterini yaşama içgüdüsünün belirlediğini savunur.”
“Jung'a göre cinsellik duyguları da yükseltme isteği de yaşlara ve koşullara göre değişen, bütün insan yaşamını belirleyecek güçte olmayan etkenlerdir. Buna karşı yaşama enerjisi her yaşta ve her koşulda gücünü sürdürür. Jung tip kuramını da bu tip üzerine kurar, yaşama enerjisinin içe ya da dışa dönük oluşuyla insan tiplerini” entrovert” ve “ekstrovert” olmak üzere ikiye ayırır.”
“Diğerinin sevmediğimiz özellikleri, kendi kendimizi bulmaya yardım edebilir.” der Jung.

“Tipolojik kuram, bilincin işlevleriyle birleşince, karakterler ortaya çıkmaktadır:
1) Dışadönük düşünce karakteri: Bilim adamı ve iktisatçılar. Enerjisini öğrenmeye ve nesnel dünya hakkında bilgi toplamaya yönelten bilim adamı bu tipe örnek verilebilir. Bu tip insan diğer insanlara soğuk ve kendini beğenmiş bir izlenim verebilir.
2) İçe dönük düşünce karakteri: Felsefeciler. Kendi benliğinin gerçekliğini araştıran bir filozof bu tipe örnek oluşturabilir. Düşünceleri ile baş başa kalmak ister. İnsanlar onu pek ilgilendirmez. Genellikle inatçı, bildiğini okumak isteyen, hoşgörüsüz, gururlu, çevresindekileri küçümseyici tutumları olan, iğneleyici ve yaklaşılması güç bir insandır.
3) Dışadönük duygusal karakter: Talk show'cular. Bu tipe kadınlar arasında daha sık rastlanır. Duygular düşüncelere egemendir. Kaprisli olma eğilimindedirler. Ortaya çıkabilecek küçük bir değişiklik duygularının değişmesine neden olur. Duygusal tepkileri çok değişkendir. Sürekli kendilerinden söz eden, her şeyi abartan, her zaman pohpohlanmak, onaylanmak isteyen ve gösterişi seven insanlardır. Sevgileri kolayca nefrete dönüşebilir. İnsanlara kolay bağlanabilirler ve kolayca bu bağı yok edebilirler. Modayı severler. Düşünce işlevleri gelişmemiştir.
4) İçedönük duygusal karakter: Müzisyenler. Bu tipe de kadınlar arasında sık rastlanır. Bu tip insanlar duygularını dış dünyadan saklayan, sessiz, ilgisiz, ilişki kurulması güç ve anlaşılması zor insanlardır. Genellikle melankolik bir havaları olmalarına karşılık, aynı zamanda, kendine yeten ve iç huzuru olan kişiler izlenimi de verebilirler. Gerçekte derin ve yoğun duygularla dolu olduklarından, arada bir ortaya çıkan duygusal patlamaları çevrelerindeki insanlarda şaşkınlık yaratır.
5) Dışadönük duyumsamacı karakter: İnşaatçılar, mühendisler. Daha çok erkeklerde rastlanır. Gerçekçi pratik ve aklına koyduğunu yapan kişilerdir. Dış dünya gerçekleri ile ilgilenir ancak bunların ne anlama geldiği üzerinde fazla düşünmezler. Zevk ve heyecan veren şeyleri severler ancak duyguları yüzeyseldir. Dış dünyadan gelen uyaranlara dönük yaşarlar.
6) İçedönük duyumsamacı karakter: Kendini beğenmişler, doktorlar. Kendi duyularına yönelik ve dış dünyadan uzak yaşamaya çalışırlar. Kendi iç dünyalarını dış dünyadan daha ilginç bulurlar. Sakin edilgin, kontrollü biri izlenimi veren böyle insanlar duygu ve düşüncelerinin kısırlığından dolayı diğer insanların dikkatini pek çekmezler.
7) Dışadönük sezgisel karakter: Halkla ilişkiler uzmanları, serüvenciler. Genellikle kadınlarda rastlanır. Değişken bir karaktere sahiptirler. Yeniliğe bayılırlar ancak her türlü yenilikten de çabucak sıkılırlar. Davranışlarına sezgi yön verir. Düşünce işlevleri kısırdır. Aynı işte uzun süre çalışamazlar.
8) İçedönük sezgisel karakter: Mistikler, şairler. Bilmece gibi insanlardır. Kendine göre değeri anlaşılmamış bir dahidir. Etrafındaki insanlar tarafından çözülmesi güç bir bilmece gibi algılanırlar. Bu tipe genellikle artistler arasında rastlanır. İnsanlarla iletişim kuramazlar.”

“Jung, Yoga çalışıp, hastaların astrolojik horoskoplarını çıkartarak terapiden önce incelermiş. Simya ve diğer okült bilimlerin yorumlarıyla ilgili eserler yazmıştır. Geliştirdiği psikolojik kavramlar ile okült ilimler ve çağdaş ilimler arasında köprü kurmuştur.”
“Jung psikolojisinde dört bilinç işlevi vardır: duygu, düşünce(akıl), sezgi, duyum(duyu). Eğer bir karakterde düşünce gelişmişse, bastırılan duygular histeri olarak geri döner. Duygusal olarak gelişmişse, bastırılan düşünce, fobi olarak geri döner.”
“Mars gezegenine ulaşmak, kendi kendine ulaşmaktan daha kolaydır.” diyor Jung.

“Jung’a göre gölge, bilinçaltı bir komplekstir. Bilinç ve benliğin karşıtı, tersidir. İstenilmeyen, kabul görmeyen tüm kişisel özelikler gölge kompleksine dâhil olmaktadır. Örneğin, kişi kendini ince olarak tanımlıyorsa onun gölgesi kaba ve katıdır. Acımasız birinin gölgesi çok ince ve şefkatlidir. Kendini çirkin olarak tanımlayan kişinin gölgesi güzel olmaktadır. Jung’a göre gölgenin içindekiler kötü olmak zorunda değildir. Gölge ne mutlak iyi ne de mutlak kötüdür. Varlığımızın az gelişmiş ve gelişmemiş yönleri bu tanımın kapsamı içindedir. Jung, gölge dokunun varlığını bilinçaltından bilince kavuşturmanın önemini vurgulamaktadır.”
“Gölge, egonun başkalarından saklamayı istediği, ruhu ile ilgili utanç duyduğu, görmezden gelmeyi yeğlediği, alt, uygarlaşmamış ve hayvani nitelikleridir. Egonun nefisle özdeşleşmesi onu şişirir ve tehlikeli kılar.”
“Yunus Emre insan ahlaki varlığının en büyük düşmanı olarak nefsi kabul etmiştir. Nefsin ıslahını da Jung gibi sevgiye bağlamıştır. Jung’a göre gölgeler tamamlanmayan bir bulmacanın eksik parçalarıdır.”
“Krishnamurti şöyle diyor: "Dünyadan sorumluyum, çünkü ben dünyayım." Jung da bunu benzer bir biçimde ifade etmiştir: "Dünyada bazı şeyler yanlış gidiyorsa bu, bireyde bir şeyler yanlış gidiyor, dolayısıyla bende de bir yanlışlık var demektir. Bu yüzden, eğer duyarlı biriysem önce kendimi düzeltmeliyim." Amerikan yerlisi Mohawk Kabilesi'nin bilgeleri ise; "Unutmayın! Çocuklarınız sizin değildir, onları Yaratıcıdan ödünç aldınız" der.

“Sadece evin yolunu bulabilmiş olanlar bu yolu başkalarına gösterebilir. Kendi yolunu kaybetmiş bir kişi kötü bir rehberdir. Bilgisi olmayanların iyi niyetli oldukları sürece dünyaya iyilik edeceklerine inanan eşitlikçi iddiayı geçersiz kılan da bu gerçektir. Uzun vadede yalnızca bilenler işe yarar, iyilikler sunabilir, çünkü onlar yürüdükleri için yolu bilen kişilerdir.”

“Günümüzde, bizi tehdit eden tehlikenin doğadan gelmediğini, insan ve kitle ruhundan kaynaklandığını apaçık görüyoruz. Tehlike insanın ruhundan kopmuş olmasında.”

“Tanrı Âdem ile Havva'yı, düşünmek istemediklerini düşünmek zorunda bırakacak biçimde yaratmıştır.”

“Yaşamım bilinç dışının kendini gerçekleştirdiği öykülerden biridir.”

“Bilinmeyen bir şeyi hissetmek ve bir gize sahip olmak önemlidir. Böyle bir şeyi yaşamamış bir insan, önemli bir şeyi yaşamamış olur.”

“Hayvan basamağının tüm evrelerini aştık; bedenimizde bunların izlerini hala taşırız; örneğin insan cenininde hala solungaçlar bulunur. Atalarımızdan anı olan bir dizi organımız vardır; örgenleme düzlemimiz solucanları andırır, biz de de sempatik sinir sistemi bulunur. Böylece, beden ve sinir örgümüzün yapısında tarihsel soy kütüğümüzle karşılaşırız. Geçmişin izlerini taşıyan ruhumuz için de bu böyledir. Kuramsal olarak ruhumuzun yapısından hareketle tüm insanlık tarihini baştan sona yeniden kurabiliriz. Çünkü bir kez varolan her şey, içimizde hala varlığını sürdürüyordur.”
"… Rüyalarla ilgili bir teorim yok. Nasıl ortaya çıktıklarını bilmiyorum rüyaların. Ayrıca, benim onları ele alma biçimimin bilimsel bir yöntem sayılabileceğinden bile emin değilim. Belirsiz ve kişinin o anki keyfine çok bağlı şeyler oldukları için, rüya yorumlarına karşı hepinizin taşıdığı önyargıları ben de paylaşıyorum. Ama öte yandan, bir rüyayı gerçekten enine boyuna defalarca incelediğimizde, bunun büyük bir ihtimalle bizi bir yerlere götürebileceğini de düşünüyorum. Tabii ki bunun bilimsel bir vargı ya da akılcı bir sonuç olması gerekmiyor, fakat bilinçaltının amacının ne olduğunu, "bilinçaltının aklından neler geçtiğini" gösterecek bir ipucuna varabileceğimizi söylüyorum…"
"Bir insanın elinden tanrılarını alırsanız, karşılığında ona yeni tanrılar vermek zorunda kalırsınız."

“Bilinçdışı bizi bizden daha iyi bilir.”

“Kuramları iyi öğren, ancak yaşayan ruhun mucizesine dokunduğunda onları bir yana bırak.”

“Eğer bir bireyi anlamak istiyorsam, ortalama insan hakkındaki tüm bilimsel bilgileri bir yana atıp, tüm teorileri gözardı ederek tümüyle yeni ve önyargısız bir tavır benimsemek zorundayım.”

“Ruhun başka hiçbir şeye indirgenemeyecek kadar kendine özgü bir doğası vardır.”
"Bilimsel ruh incelemesinin (psikoloji), geleceğin bilimi olduğuna inanıyorum. Psikoloji doğa bilimlerinin en genci ve henüz emekleme evresinde bugün. Bizim için en önemli bilim dalı bu; gerçektende, insanoğlu için en büyük tehlikenin açlık, deprem, mikroplar, kanser olmayıp, yalnızca insanın kendisi olduğu, göz kamaştırıcı bir açıklıkla ortaya çıkmaktadır. Nedeni ortada: Ruhsal yaraları saracak, etkili bir çare yok henüz, oysa bu yaralar doğanın en acımasız, en büyük yıkımlarından daha da yok edicidir! İnsanı olduğu gibi halkları da korkutan en büyük tehlike psişik tehlikedir. Beliren genel güçsüzlüğün nedenleri, bilinçaltını hiç dikkate almaksızın tek bilinçle, ama yalnızca bilinçle ilgilenilmiş olmasıdır."

“Bilinçaltı ürkütücü bir canavar değildir. Doğal bir organizmadır. Ancak bilinçli davranışımız işe yaramaz duruma girdiğinde tehlikeli olabilir. Kendimizi baskı altına aldıkça bilinçaltının tehlikelerine kendimizi maruz bırakmış oluruz.”

“Yaşamımızın büyük bir bölümünü bilinçdışında geçiririz.”
Her insan kendi kendinin ödül ve cezasıdır. Jung’a göre bilmek için mutlaka öğrenmek, yaşamak ve deneyimlemek gerekmektedir. Bilen ile bilmeyenin farkı insan olan ve insan olamamış şeklinde tüm kadim öğretilerde farklı ayrımlar ile nitelendirilir. Jung, Hermetik, Gnostik, Yeni Eflatuncu kadim bilgeliğe önem vermiş, Kabala ve simya ile ilgilenmiştir.
“Gnosis, hem itaat etmeyi hem de başkaldırmayı gerektirir.” Tüm dini sistemleri ve mitolojileri incelemiştir. Yaşam mottosu zıt kutupların birliğidir. Denge, sağduyu, uyanıklık ve ölçülülük onu tanımlamıştır. Kutuplarda gezmez, onda bilim ve akıl, din ve inanç ile tamamlanır.
“Tanrı uzaktaki bir cennetten çok, ruhta olduğuna göre, onu inkâr etmeye kalkmak ruhun sağlığını da ciddi anlamda bozacaktır.” Kabara kabara burun havada dile getirilen
“Ben böyleyim” dengesiz söyleminin yanında ona göre; yaşam, yaşanan bir içsel içgörü, kişisel değişim ve dönüşümdür. Katı olan (madde) her şey değişime tabidir. Jung’a göre kurtuluş bireyleşmedir.

“O, saygınlık ve ahlak doğruluğunun güvenli ve sıradan yolu yerine, o, çok tehlikeli olan ama dönüşümün yegâne gerçek kaynağı, yaşamın canlılık ve güç deposuna götüren eninde sonunda karşılığını verecek ana yolda yürür.” Jung, insanoğlunu özgürleştiren, tüm bağlantı zincirlerini kıran kalbin bilgisini, ruhun dilini yüzeye çıkarmayı hedeflemiştir. Farklılaşma yaratılışın gereğidir. Gaye sadece farklılaşmak değil, gerçek doğamız için uğraş vermektir, faal olmaktır, bu zaten farklılaşmayı gerektirir. Birey olabilen insan, büyüyen bir hayat ağacıdır. Geri dönüş yolculuğu da bireyin kendine özgü olmalıdır.
“Ölülere yedi vaaz” isimli eski Gnostik metinde şöyle geçer:
“İnsanlar(yığınlar) zayıftır ve kendi çeşitliliklerini, farklılıklarını taşıyamazlar.”(sürüden ayrılanlar hariç)
Var olmanın aşkın tamlığı ya da hiçliği (Pleroma) ile insanın birleşme ve yeniden bütünleşme arzusunu dile getirmiştir. Bütünleşmiş ama birey olarak da kalabilmiş dengedeki bilinci yaşamaktır amaç. Egoyu öldürmeyi, kendini yok etmeyi değil, kendine hâkim olmayı, kendini her yönü ile tanımayı önemsemiştir.
“Yapacaksın..., yapmayacaksın...” ahlaksal hegamonik sarmalından çıkıp özgürce kendi farklı yolunda yürümeyi önermiştir. Bu, ceza, tehdit, ahlakçı korkutma vesveselerinin dışında ama erdemli ve özgür bir yoldur. Jung, sadece iyilik ve ahlaksal tamlığın var olmanın bütünlüğünün yerini alamadığını fark etmiştir.
“İyi ve kötü olarak yapay ikiye bölünme kişide tamamlanmamışlık hissi uyandıracaktır. İyi ve güzel için çabalarken kötü ve çirkine de ulaşırız.” İki kutbun arasında üçüncü bir kutup bulunduğunu belirtir. Jung’a göre, kötülüğü de bilmek (yapmak değil) zorundayız. (gerektiğinde ona hâkim olabilmek için) Kendini her yönü ile tanıma ancak bu şekilde gerçekleşebilecektir. Bütünleşmiş ancak birey olmanın farkındalığını da aynı zamanda hissedebilmiş şekilde kalabilmiş bilinci yaşamaktır amaç.
“Ölülere yedi vaaz”da şöyle geçer:
“Kendimizi karşıt çiftlerden nasıl birer ayrı varlık haline getireceğimizi bilirsek kurtuluşa ulaştık demektir. İnsan Tanrıların özünü paylaşandır, tanrılardan gelir, tanrılara gider.”
Bireysel ve çevresel katılaşmış dogma ve taassupların yıkımını özendirir. O, önce bireyin koşullanmış zihninin değişimi sonucu dünyanın da değişeceği tutumunu ve insanın bütünlüğe yeniden ulaşmak için çabaladığı evrensel mücadelesini hatırlatmıştır. Bu yol, gerçek doğamız için verilen uğraştır.
“İtici kuvvet bireyselleşme ilkesidir. Tek yanlılık ise deliliği getirir.” Yaratılmış dünya ve üzerindekiler değişime tabidir.
“İnsanoğlu gerçek çözümlere ulaşmak için, kavramlarını değil, kendini değiştirmek zorundadır. Böylesine önemli bir değişim kökleri, teorik bilgide değil, kendini tanımada, düşüncesini kontrol etmek yeteneğinde yatar.”(logos ilkesi: dile getirilmiş düşüncenin cisimleşmesi) İnsanın içindeki tanrısal özü uyandırmak istemiştir. Aydınlanma yolculuğu için yola koyulanlara
“Dışarıya değil, içinden...” der. Bireysel çabaya önem vermiştir. Jung’a göre
“her insan sık bir ormanda yolunu zahmetle açarak ilerleyen bir kâşiftir.” Bir biliciyi kör takibi değil, içindeki biliciyi uyandırabilmeyi ve bir bilici olabilmenin gerekliliğini belirtmiştir.

“Yalnızlık, insanın çevresinde insan olmaması demek değildir. İnsan kendisinin önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğu zaman kendisini yalnız hisseder... Çocukken kendimi yalnız hissederdim; hala da öyle hissediyorum çünkü bazı şeyleri biliyorum ve bunları hiç bilmedikleri ya da bilmek istemedikleri anlaşılan insanlara bazı ipuçları vermeye çalışıyorum...” C. G. Jung
Kaynakça:

“Natür-Nurtür-Kültür Ortasındaki İnsanın Varoluşuna ve Hastalığına Sinirbilimsel Bir Bakış” Prof. Dr. Kerem Doksat
"Narsisizm ya da ”Şişkin Ego”…yansımaları" Yavuz Çekirge
“Bilinmeyen Jung”.Stephan A. Hoeller
http://www.hipnoterapi.com/jung.htm "Carl Gustav Jung’un Yaşam Öyküsü"
Görüldüğü gibi çok sayıda entelektüel, Madam Blavatsky’den etkilenmiştir, ancak onun özellikle de spiritüel anlamda bir halefi varsa eğer o da İsviçreli psikolog Carl Gustav Jung’dur. 1912 gibi çok erken bir tarihte dahi gnoslisizme ilgi duyduğu bilinen Jung, Freud’a yazmış olduğu bir mektupta, psikanaliz sayesinde Gnostik Sophia’nın Batı kültüründe eskisinden çok daha önemli bir figür olacağına inandığından bahseder. Freud ise onunla aynı heyecanı paylaşmaz, hatta cevap olarak yazdıkları son derece heves kırıcıdır, kısa bir süre sonra da bu iki bilim adamının yolları ayrılır. Freud’a bu mektubu yazmasından yaklaşık dört yıl sonra Jung, son derece gnostik karakterli olan ruhsal bir krizin içine girer.
1916 yılına gelindiğinde ise Jung son derece atalet ve tıkanmışlık içindedir. Zamanla bu ruh hali bir perili evi andıran evine de yansır. Sabrının sonuna geldiğinde öfkeyle haykırır:
Allah aşkına bu dünyada neler oluyor?’
 Jung evin salonunda kimse olmadığı halde, kendisine bir grubun koro halinde cevap vermesiyle irkilir:
‘Kudüs’ten, aradığımızı bulamadığımız o şehirden elimiz boş döndük.’
Yaşadığı bu olayın etkisiyle, üç gecede tamamladığı ‘ölüler İçin Yedi Vaaz’ isimli ünlü eserini yazar. Düz yazı formunda ilerleyen bir şiir olarak görülebilecek eseri, Basilides’in Yedi Vaaz isimli eserini de çağrıştırmaktadır. Basilides’in bu vaazları İskenderiye’de yazdığını söyleyen Jung’a göre bir anti-Kudüs, Anti-Roma olarak nitelenebilecek İskenderiye ‘doğu ile batının buluştuğu’ gerçek bir Gnosis kentidir.
Jung daha sonra bu yazıların ‘gençliğin çiğ boşboğazlığı’, ile yazılmış metinler olduğunu söyleyerek yayınlamaktan vazgeçer, yalnızca birkaç kopyasını bastırarak arkadaşlarına dağıtmakla yetinir. Yine bir takım bağnazların düşmanlığına hedef olmaktan da çekinmiş olabilir, nitekim eserin kopyalarından biri tanrıbilimci Martin Buber’in eline geçmiş ve Buber onu bir ‘sapkın’ olmakla suçlamıştır. Eserlerinde batı Ezoterizmi ile ruhbilim arasındaki ilişkileri açımlamaya çalışan ve özellikle de simya üzerinde duran Herbert Silberer’in başına gelenler de yine Jung'u caydırmış olabilir. Silberer 1914 yılında incelemelerinin bir taslağını Freud’a göstermiş, Freud ise hiç ilgilenmediği gibi dosyasını herkesin gözleri önünde yırtıp çöpe atmıştır. Freud’un çok etkili olduğu Viyana psikanaliz çevresinden dışlanan Silberer bunalıma girmiş ve 1923 yılında da kendini asarak intihar etmiştir.
Bu ilk yazıları beğenmese de ‘aslında tüm yaratıcı hayatını ‘Yedi Vaaz’da ortaya koyduğu tasarımlara ve projeksiyonlara borçlu olduğunu, hatta orada geçen her şeyi, hayatının sonraki evrelerinde deneyimlediğini’  samimi dost sohbetlerinde itiraf etmiştir. 1975 yılında organize edilen Jung konulu bir konferansta ‘Yedi Vaaz’ın gerçekte Jung’un toplamda ortaya koyduğu tüm çalışmanın ‘özü ve orijini’ olduğu öne sürülmüştür."’’ Vaazların her biri, ölülerin Basilides’e özel bir konuda sorular sorması ile başlar. Basilides de Dünyânın doğası,
Gerçek Tanrının doğası, kilise ve topluluk, insanın doğası gibi çeşitli konularda ölülerle konuşur.
İlk Vaazda Basilides ölüye, hem dolu, hem de boş olan ve aslında her birimizin içinde varolan Pleroma’yı anlatır. Pleroma’nııı niteliklerini ancak tezat çiftler anlatabilir: ‘doluluk ve boşluk, ayrılık ve aynılık, karanlık ve aydınlık, sıcak ve soğuk, madde ve enerji, iyi ve kötü, güzel ve çirkin, çokluk ve teklik. Pleroma hepimizin içinde olduğundan her birimiz içimizde bu zıtlıkları taşırız. ‘Sadece iyi ve güzelin peşine düştüğümüzde ise öz doğamızın ayrımlaştığının farkına dahi varmayız’"’  ki asıl sorun da burada yaşanır. Başka bir deyişle iyinin ve güzelin peşine düştüğümüzde kötü ve çirkin de onun peşi sıra gelecektir, karşıtı olmaksızın yalnızca birine sahip olmak mümkün değildir. Dolayısıyla ‘Kurtuluşa ermenin tek yolu her birimizin özünde tezat çiftlerden meydana geldiğini kabullenmektir.’"’” Kendimizi doğru tanıyabilmek için içimizdeki tüm bu zıt unsurların birbiriyle özgürce kaynaşmasına, iç içe geçmesine izin vermemiz gerekir. Bu sayede tüm bu karşıt unsurlar birbirini çözdürür ve yaşamımızda etkisiz bir konuma gelirler. Tüm evreler toplamda Jungcu ruhbilimin temel kavramlarından olan, bireyselleşme sürecini oluşturur.
Ölüler İçin Yedi Vaaz isimli eser 1963 yılına kadar yayımlanmasa da, Gnostisizm’in jung’un üzerinde her zaman belli bir etkisi olmuştur"” Yine Jung’un, Gnostik imge ve kavramları bilinçaltı psikolojisinin süreçlerini aydınlatmak için kullandığı da bilinmektedir: Laldaboath örneğin kendi öz kökenlerinin, başka bir deyişle 'kendi bilinçaltının özgül bütünlüğünün’  bilincinde olmayan ‘yabancılaşmış ego’ karşılığında kullanmıştır. Bizi kendi öz varlığımızdan kopararak psikolojik gelişim, duygusal olgunluk ve mutlu olma imkanından mahrum eden şey de işte bu yabancılaşmışlık durumudur.
Sh:175-177


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar