CEM' VE SIRLARININ BİLİNMESİ
Hakk ile duyduğunda veya baktığında
Duyan, gören, bir ve tek O’dur
Sen ise O’nda değilsin, varlıklar
vardır
Nefs, akıl, ruhlar ve beden
Cem’u’l-cem’i alırsan, ona eşlik eder
Sen ise orada efendi ve muhtaç
olmayansın
Bunu bilip kendisiyle nitelenirsen
Bütün iş senin için çözülür
Bilmelisin ki, bazı sûfılere göre
cem’, ‘halk (yaratıklar) olmaksızın Hakka işaret eden’ kimsenin ifadesidir. Ebu
Ali ed-Dekkak şöyle der: ‘Cem’, senden olumsuzlanandır.’ Bazı sûfıler ise şöyle
demiştir: ‘Cem’ Hakkın sana senin vasıtanla gerçek anlamda gösterdiği
fiilidir.’ Bir gruba göre cem’, marifeti görmektir. Bunun delili ‘Ancak
senden yardım dileriz” ayetidir. Bazı sûfıler ise şöyle demiştir: ‘Cem’
yaratıkları Hakk ile kaim olarak var görmektir.’ Cem’u’l-cem ise hakkın
dışındaki her şeyi görmekten ‘fani’ olmaktır. Bazılarına göre cem’, başkaları
Hakk vasıtasıyla görmektir. Cem’u’l-cem’ ise bütünüyle kendinden geçmek ve
hakikatin egemen olması halinde Allah Teâlâ’nın dışındaki hiçbir şeyi hissetmemektir.
Bazı sûfıler şöyle demiştir: ‘Cem’ Hakkın her şeyi yönlendirdiğini görmek
demektir.’ Sûfılerin cem’ ve fark hakkında söyledikleri dizelerden biri şudur:
Cem’ ettim Ve kendimden O’nunla
ayrıldım
Vuslatın nihayeti ikilik
Sûfılerin cem’ ve cem’u’l-cem’
hakkında bize ulaşan bazı sözlerini zikretmiş olduk. Bize göre cem’, senin
üzerinde bulunan Hakka ait şeyleri toplaman demektir. Bunlar, kendini
nitelediğin hakka ait isim ve niteliklerdir. Bunun yanı sıra, Hakkın kendisiyle
nefsini nitelediği sana ait isim ve nitelikleri de toplaman ve cem’ etmen
demektir. Bu durumda ‘sen, sen’, ‘O, O’ olur. Cem’u’l-cem’ ise, senin
üzerinde O’na ait bulunan ve O’nun üzerinde sana ait bulunan her şeyi (isim ve
nitelikleri) bir araya getirerek, hepsini O’na irca etmendir. ‘Bütün iş O’na
döner” ve ‘Bütün işler Allah Teâlâ’ya döner.” Öyleyse âlemde ancak
hakkın isimleri ve nitelikleri vardır. Şu var ki yaratıklar, bu niteliklerin ve
isimlerin bir kısmında (sahiplik) iddia etmiş, Hakk da onların bu iddialarını
dilemiş, onlara iddia ettikleri şeye göre hitap etmiştir. Bu bağlamda
yaratıkların bir kısmı, örfte Hakka özgü olarak bilinen isimleri sahiplenmiş,
bir kısmı hem bunları hem de şekilci alimlere göre yaratıklara özgü olabilecek
fakat şeriatta geçen nitelikler hakkında iddiada bulunmuştur. Bize gelirsek,
biz bu konularda herhangi bir iddiada bulunmadık. Aksine hepsini Hakta
topladık (cem’).
Şu var ki biz, bu niteliklerin
mümkünlerin hakikatlerinin istidatlarının Haktaki etkilerinin bir hükmü
olduğuna dikkat çektik. Bu, gizli bir sırdır. Bu sırrı, Hakkın varlığın aynı
olduğunu ve mümkünlerin hakikatlerinin bulundukları hal üzere -herhangi bir
nitelikleri değişmeden-kaldıklarını bilen insan anlayabilir. Bu bağlamda selim
akıl sahibi insana onların Cem’ sözleri yeterlidir. Çünkü bu söz, çokluğa imkân
ve çok varlıkları ayrıma imkân veren bir lafızdır. Bu bağlamda ayrım yönünden
cem’, ayrımın ta kendisidir. Fakat ayrım, cem’in aynı değildir. Benzerlerin
şahıslarının ayrımı ise böyle değildir. Çünkü o, aynı anda hem cem hem ayrımdır
(fark). Çünkü tanım ve hakikat, insanlık örneğindeki gibi, benzerleri bir
araya getirir. Bu türün şahısları ise ayrımla nitelenirler. Bu bağlamda, her
birisi de insan olsa bile, Zeyd Amr değildir. Bütün benzerler ve bir türün
bireylerinin hepsi böyledir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O’nun benzeri bir
şey yoktur.’ Bu ayet farklı şekillerde yorumlanmıştır. Allah Teâlâ bu
ayetle ilgili olarak tevil yapan herkesin yorumunu ve bunların arasından en
üstününü bilir. Bu yoruma göre varlıkta Hakka benzeyen veya Hakkın misli bir
şey yoktur. Çünkü varlık, Hakkın aynıdır ve varlıkta O’ndan başkası yoktur ki
O’nun benzeri veya O’ndan farklı olsun. Böyle bir şey düşünülemez.
Şöyle sorabilirsin: ‘Peki bu
görülen çokluk nedir?’ Şöyle deriz: ‘Hakkın varlığında onlar, mümkün istidatların
hükümlerinin nispetleridir. Nispetler ise ne hakikat ne de bir şeydir. Onlar,
nispetlerin hakikatlerine göre, var olmayan durumlardır (umur-ı ademiyye).
Varlıkta O’ndan başka bir şey yok ise, O’nun misli bir şey de yoktur, çünkü
(O’ndan başka) herhangi bir şey yoktur! ima ettiğimiz şeyi anla ve iyice
öğren. Çünkü mümkünlerin istidadan, sadece varlık kazanmışlardır. Varlık ise
Haktan başka değildir. Çünkü varlığın Hakk olmayan (Hakka) ilave bir şey olması
imkânsızdır. Apaçık delil bunu gösterir. Öyleyse varlıkta, varlık ile sadece
Hakk zuhur etmiştir. Yani Varlık, Haktır ve birdir. O’nun benzeri olabilecek
bir şey yoktur. Çünkü birbirinden farklı veya birbirine benzer iki varlığın
olması mümkün değildir. O halde gerçekte cem’, daha önce de belirttiğimiz gibi,
varlığı O’na tahsis etmendir. Bu durumda varlık O’nun aynı olur. Ortaya çıkan
sayı ve ayrımı ise, mümkünlerin ayan’ına tahsis edersin (cem’). Bunlar, onların
istidatlarının aynıdır. Bunu öğrenince, cem’in, cem’u’l-cem’in ve çokluğun
varlığının anlamını öğrenmiş olursun. İşleri asıllarına katmış, hakikatleri
temyiz etmiş olursun. Bu durumda, Hakk her şeye yaratılışını verdiği gibi, sen
de her şeye hükmünü verirsin. Cem’i söylediğimiz şekilde anlamazsan, ona dair
bir bilgin yok demektir.
Sûfilerin zikrettiğimiz işaretlerine
gelirsek, onların bu konuda anlatmak istedikleri bazı hususlar vardır ki, Allah
Teâlâ izin verirse onları zikredeceğim. Bununla birlikte onlar, bizim
vardığımız görüşü veya içlerinden büyüklerin görüşlerini bilirler. ‘Cem, yaratıklar
olmaksızın Haktır (veya O’nu müşahede)’ tanımına gelirsek, bu ifade, Hakkın
varlığın aynı olduğu hakkında belirttiğimiz görüşün aynıdır. Şu var ki tanım,
mümkünlerin hakikatlerine ait istidatların Hakkın varlığındaki etkilerine
değinmemiştir. Bu etki sayesinde Hakkın varlığı, onların nitelendiği şeylerle
nitelenir (yaratıkların özellikleriyle Hakkın nitelenmesi). EdDekkak’ın cem’i ‘senden
olumsuzlanan şey’ diye tanımlamasına gelirsek, bu onun makamına (bakmayı)
gerektirir: Burada ed-Dekkak, kendisinde iddianın gerçekleştiği fakat O’na ait
olan şeyi olumsuzlamayı kast etmiş olabilir. Örnek olarak güzel isimlerle
ahlaklanmayı veya fiillerin sana nispetini verebiliriz. Bunlar, O’na aittir.
Bu, Dekkak’ın sözünün değil, halinin verisidir. Çünkü bir başkası bu sözü
söylemiş olsaydı, belki de onu ‘senden olumsuzladığı şey varlıktır’
anlamında söylemiş olabilirdi. Çünkü varlığın aynı olduğu için, senden
olumsuzlayan O’dur. Diğer iki kişinin sözüne gelirsek, (birine göre), cem’
Hakkın senin vasıtanla olan fiilini gerçekte sana göstermesidir. Burada senin
Hakkın fiillerinin aktığı bir yer olduğunu kast etmektedir. Gerçek ise bunun
tersidir. Aksine mümkünlerin hakikatlerinin kendisindeki hükümleriyle
nitelenmiş olan Hakkın kendisidir. Şu var ki tanım, ‘seninle olan fiili’
derken fiil seninle ortaya çıkmıştır demek isteyip etkinin kimde ortaya
çıktığına değinmemiş olabilir. Bunu kast etmiş olabilir. Bu bizim vardığımız ve
hakikatlerin verisi olan görüştür. Bu görüşün sahibinin kim olduğunu bilseydik,
makamını ve halini bildiğimiz ed-Dekkak hakkında haline göre hüküm verdiğimiz
gibi, onun hakkında da haline göre hüküm verirdik.
Başka bir tanımda ise ‘Cem marifeti
müşahede etmektir’ denilmişti. Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’yı bilmek, kulun
fiiliyle doğru ve geçerli bir bağı olduğunu kabul eder. Bu bağı Hakk ortaya
koymuştur ve bu nedenle de kulunu amelleri nedeniyle yükümlü tutmuştur. Hakkın
da amelle ilgisi vardır. Bunu da Hakk kendisi adına ortaya koymuş ve kuluna
amelinde “Senden yardım isteriz” demeyi farz kılmıştır. Hz. Kelimullah
Musa -ki Allah Teâlâ’yı en iyi bilenler peygamberlerdir-kavmine şöyle demişti: ‘Allah
Teâlâ ile yardım dileyin, sabırlı olun.” Bize göre, Allah Teâlâ’nın
niteliği hakkındaki ifadelerinde güvenilirlik ve nispet bakımından Allah
Teâlâ’nın söylediği ile peygamberlerinin söylediği arasında bir fark yoktur.
Allah Teâlâ ise şöyle buyurmuştur: ‘Namazı kendim ile kulum arasında ikiye
böldüm.’ Sonra kulun söylediği ile Allah Teâlâ’nın söylediğini ayırmış,
sonra kulun sözünü kula doğru bir bağla nispet etmiştir. Söz bir ameldir.
Burada söz, o amelde Allah Teâlâ’dan yardım dilemedir. Böylelikle amelde
ortaklık geçerli olmuştur. Böylelikle amelde Allah Teâlâ ile insanı bir araya
getirmiş oldun (cem’) ki, cem’in anlamı da budur.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi, kul bir mazhardır. Zuhur eden ise Haktır. Hakk da kulun
niteliğinin aynıdır. Amel ise nitelikle ortaya çıkmıştır ve gözüken amel
sahibidir. Öyleyse amel bilhassa Allah Teâlâ’ya aittir.
Şöyle dedik: bunu ortaya koyunca şunu
da ortaya koymuş olduk: Kulun aynının özel bir istidadı vardır. Bu istidat,
(kendisinde) zuhur edende etkindir ve o zuhur edende -ki Haktır-suretlerin
değişmesine yol açan da bu durumdur. Söz konusu istidat, Hakka ‘Ancak senden
yardım dileriz” dedirten şeydir. Burada namaz kılanın ayn’ıyla (hakikati)
zuhur eden Hakk, belli bir ismin hükmüne hitap ederek, amelini yapmak üzere
yardım etmesini istemektedir. Çünkü mümkünün ayn’ının (-ı sâbitesi) istidadı
acizlik ve zayıflık verdiği için, bunun hükmü kendisinde zuhur edende ortaya
çıkmıştır. Öyleyse zuhur edenin sözü, mümkünün dilinin ta kendisidir. Daha
doğru bir ifadeyle mümkünün sözü zuhur edenin diliyle söylenmiştir. Nitekim
Hakk kulunun diliyle ‘Allah Teâlâ kendisini öveni duydu’ demiştir.
Böylelikle marifet, ameli yapanına tahsisi (cem’) gerektirmiştir. Bunun nedeni
amelde ortaya çıkan bir takım iddialardır. Bu iddialarla akılcıların bir kısmı
amelleri sadece kullara izafe ederken bir kısmı onları sadece Allah Teâlâ’ya
izafe etmiştir. Doğru ise iki grubun, yani iki görüşün arasındadır. Buna göre
kulun belirttiğimiz anlamda amelle bir ilgisi olduğu gibi aynı zamanda Hakkın
da belirttiğimiz anlamda amelle bir ilişkisi vardır. Kulun amelle ilgisi,
mümkünün hakikatinin istidadının kendiside zuhur edene etkisi iken Hakkın
amelle ilgisi, söz konusu etkiyi kabul etmesidir. Çünkü kul zuhur edendeki
etkisinin diliyle şöyle der: ‘Sana ibadet eder, senden yardım dileriz-’
Bu, bizim vardığımız görüştür.
Cem’ hakkında görüş belirten kişi,
onun mârifetin müşahedesi olduğunu söylerse ve marifeti müşahede etmeyi
tanımlarsa, bizimle aynı görüştedir. Çünkü biz, marifeti müşahedenin anlamı
hakkında konuştuk, onu dile getirenin makamı hakkında konuşmadık. Bu lafzın
-biz açıklarken dile getirdiğimizin-daha aşağısında yorumları vardır. Biz ise
onu en yetkin ve kamil tarzda açıkladık. Bizim açıkladığımız, gerçeğin
kendiliğinde bulunduğu durumdur. Bu yönlerin bir kısmı nedeniyle, bu görüşü
söyleyenlere bu kitabın özetinde itiraz ettik. Sûfılerin bölümün başında
aktardığımız ve zikrettiğimiz bütün görüşleri, cem’ hakkında söylediğimiz ve
ortaya koyduğumuz görüşlere dayanır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.,
İki Yüz Yirmi Üçüncü Bölüm
Cem haline gelirsen, ayrımı kabul
etmişsindir
Kur’an (cem’) ve furkanı (ayrım)
anladığın gibi
Hakikat bir, hüküm değişik
Söylediğime delil getirdim ben
Cem’ ve fark daima eksik iki hal
Vazgeç sen, insan isen tek ol
Cebrail’in ve arkadaşının yolunu tut
Senin için Müslümanlığı ve imanı
tanımladıklarında
Sonra o ikisinden sonra sahih olan
geldi
Senin için ihsanı, bir daha ihsanı
tanımladılar
Bunlar dörttür, yok bir beşincisi
Hakk Celle’den yardım alandan başkası
Bilmelisin ki, sûfilerin bir kısmına
göre tefrika, ‘Hakk olmaksızın halka işaret etmek’ demektir. Ebu Ali
Dekkak’a göre ise ‘Fark sana nispet edilen şeydir.’ Bazı sûfılere göre
ise ‘Fark, edebin gereği, Hakkın sana gösterdiği fiillerindir.’
Bazılarına göre fark, kulluğu görmek, bir görüşe göre yaratıkları var saymak,
bir görüşe göre ‘başkalarını Allah Teâlâ adına görmektir.’ Bir görüşe
göre ise yaratıkların halden Hakk girmesini müşahede etmektir. Tefrikanın ilahi
ilimdeki dayanağı, ‘Sizin için boşaltacağız’ ayetinde belirtilir. Bu,
miktarı Allah Teâlâ’nın bilgisinde takdir edilmiş olan ve her bir şahıs adına
dünya hayatındaki hayat zamanı olan (ömür) sürenin dolmasıdır.
Bilmelisin ki, bütün eşyanın aslı
tefrikadır (ayrım). Tefrika önce
ilahi isimlerde ortaya çıkmıştır. Böylelikle ilahi isimler, anlamlarının
farklılaşmasıyla farklılaşmıştır. Öyle ki, insan hepsinin tek hakikate delalet
etmeleri bakımından isimlere baksa bile, onların arasında anlamlan arasında
belli bir fark vardır. Bu anlam bilinir ve onun nedeniyle birisi şöyle, öteki
böyle diye isimlendirilir. Özellikle de, isimler övgü ve metih yoluyla
nitelikler anlamında kullanıldığında, tefrika daha bellidir. Allah Teâlâ
tefrika ile bize tanınmış ve şöyle buyurmuştur: ‘O’nun benzeri bir şey
yoktur.’ Başka bir ayette ise ‘Yaratan gibi midir, yaratamayan?’
buyurmuştur. Böylece Allah Teâlâ, yaratan ile yaratamayanı ayırt etmiştir. Eşya
arasında sınırları ve tanımları, ayrım ve tefrika ortaya çıkartmıştır. Makamlar
ve haller tefrika vasıtasıyla orta çıkmış, yaratıkların mertebeleri çoğalmış,
onlarla birbirlerinden ayrışmışlardır. Bu bağlamda (söz gelişi) Allah Teâlâ’nın
seksen kulu vardır, onları imanın hakikatlerine ulaştırmıştır; yüz kulu vardır,
onları ilahi isimlerin ve niteliklerin hakikatlerine ulaştırmıştır. Allah
Teâlâ’nın altı bin ve daha fazla kulu vardır, onları Muhammedi nebiliğin
hakikatlerine ulaştırmıştır. Allah Teâlâ’nın üç bin kulu vardır, onları ilahi
ahlak hakikatlerine ulaştırmıştır. Böylece Allah Teâlâ, kullarını mertebelerle
farklılaştırmıştır.
Cem’ farkın aynıdır,
çünkü o, çokluğun varlığına delildir. Cem’ diye isimlendirilmesinin sebebi ise
ayrımı toplayan tek hakikattir.
Bu bağlamda tefrikayı ‘Hakk
olmaksızın halka işaret etmek’ diye tanımlayanın müşahede ettiği şey,
tanımların verisidir. Tanımlar ise ancak yaratıklarda ortaya çıkabilir. Çünkü
Hakk, âlemlerden müstağni olduğu için, bilinmezdir Başka bir ifadeyle Hakk
herhangi bir alametin kendisini göstermesinden münezzehtir. Öyleyse O, tanımsız
bilinen, tanım ile bilinmeyendir. Tanımlar, eşya arasında farklılığı ve
tefrikayı ortaya çıkartmıştır. Zevk ehli olan her insan, haber verişinde,
müşahede ve zevkinin sınırını aşmaz. Çünkü onlar, doğru sözlülerdir. Onlar,
aktararak değil, gördüklerini bildirirler.
Ed-Dekkak ise ‘fark sana nispet
edilen şey’ demişti, bunu belirtmiştik. Çünkü nispet edilen şey,
tanımlardır. Çünkü Hakka bir tanım nispet edilmez.
Kula nispet edilen her
şey ise sonuçta yokluğa ve silinmeye gider. Hakka nispet edilen şeyler ise beka
ve varlığa gider. Öyleyse sen de yaratıklara değil de hakka nispet edilen
kimselerden ol!
Bu durum ‘O’nun nezdinde olan
bakidir” ayetinde belirtilir. Hakk bize nispet edilen şeyleri ise tükenme
ve yok olmayla nitelemiştir. Ayette geçen ‘şey (ma)’ ise her şeyi gösteren bir
sözdür. Nitekim Sibeveyh böyle demiştir. ‘Allah Teâlâ’nın katında olan şey
ise bakidir” Öyleyse bizden Allah Teâlâ katında olan şey adına beka
geçerliyken yaratıkların katında olan ise tükenicidir. Bakınız! Allah Teâlâ’dan
başkasına ait kölelerden ölüm geldiğinde kölelik kalkar. Başında bir efendisi
varsa, yok olur. Öyleyse yaratılmışa nispet edilen her şey, ölümle veya
tanıklıkla yok olur. Yok olan her şey ise bulunduğu kimsenin yanından
ayrılmıştır. Böyle bir şey ise Hakta bulunmaz, çünkü hiç bir şey O’ndan
ayrılmaz. O bizimle beraberdir ve işler O’na döner. İşte bu Dekkak’ın ‘Fark
sana nispet edilen şeydir’ sözünün anlamıdır.
Başka bir tanımda ise ‘Fark, edebin
gereği olarak, Hakkın sana gösterdiği fiillerindir’ demişti. Burada tanım,
gerçekte Allah Teâlâ’dan olsalar bile, saygı gereği Allah Teâlâ’ya nispet
edilmeyen fiillere işaret eder, yoksa hem saygı gereği ve hem de gerçekte Allah
Teâlâ’ya nispet edilebilen fiillere işaret edilmez. Kulların fiillerinin var
olma anlarının dışında kulda bir kalıcılıkları yoktur. Var olma anlarından
sonraki ikinci anda bu fiiller ortadan kalkar. İşte bu Dekkak’ın
söylediğinin aynıdır. Böylece iki sûfı, aynı anlamda buluşmuştur. Şu var ki bu
şûfi, ‘edebin gereği’ diyerek bazı fiilleri sınırlamıştır. Bu fiillerin
hakikatlerini Allah Teâlâ’ya izafe ettiğinde ise beka ve kalıcılık özelliğiyle
nitelenirler. Bu kalıcılık onların hakikatlerinden kaynaklanmaz, aksine Allah
Teâlâ tarafından görülmelerinden kaynaklanır. ‘Allah Teâlâ’nın katında olan
şey bakidir.’ Aynı şekilde, kendisini gördüğün sürece fiil de senin
katında kalıcıdır. Kendisini görmediğinde ise onun varlığı senin müşahedenden
kaybolur. Bu nedenle ‘Hakkın sana gösterdiği fiiller’ demiş, sana
gösterilene değinmemiştir. Aynı zamanda bu tanım, sana nispet edilmelerine
rağmen, övülen fiillerine de değinmemiş, ‘edebin gereği’ demekle
yetinmiştir.
Başka bir tanıma göre ‘Fark,
kulluğu görmektir.’ Çünkü bu, kulun kendisiyle bilfiil var olan bir
niteliğe mensubiyeti demektir. Bu nitelik ise ancak Allah Teâlâ’ya nispet
edilebilir. Kulluk, kula ait bir niteliktir. Kim kulluğunu görürse, gördüğü
kimseye ait olur. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın kulları, kulluğa değil,
(zorunlu kulluk anlamındaki) ubudete nispet edilmiştir. Öyleyse onlar,
herhangi bir nispet olmaksızın, Allah Teâlâ’nın kullarıdır. Kulluğa nispet
edildiklerinde ise durum farklıdır. Çünkü Hakk, kulluk nispetini kabul etmez.
Çünkü Hakk kulun aynı değil, kulun niteliğinin aynıdır. Öyleyse her kim kulluğu
müşahede eder de Allah Teâlâ’nın kulu olduğunu görmezse, niteliğe nispet edilen
ile Allah Teâlâ’ya izafe edileni ayırt etmiş demektir. Dilciler şöyle der: ‘İnsan
hususiyet ile husus, ubudiyet ile ubudet arasında bulunur. Ubudiyet kendisine
nispet edilen bir şey iken ubudetin nispeti ise (kendisine değil) efendiyedir.’
Başka bir tanımda ise şöyle denilir: ‘Fark
halkı (yaratıklar) ispattır.’ Bu da, daha önce zikredildiği gibi, sûfilerin
‘Hakk olmaksızın, halka işaret” dedikleri tanım gibidir. Ancak yine de
aralarında bir fark vardır. Çünkü burada tanım ‘halkı ispat’ demiş, ‘halkın
(yaratılmışlar) varlığı’ dememiştir. Çünkü yaratılmışların varlığı Hakkın
varlığının aynıdır. Halk ise kendi hakikati bakımından sabittir ve sabitliği de
ezelî olarak kendisindendir. Onun varlıkla nitelenmesi, ortaya çıkmış geçici
bir durumdur.
Böylece bu sözden anlaşılan anlamları
açıklamış olduk. ‘Halkı ispat”, ezelde Allah Teâlâ ile yaratılmışlar
(halk) arasında bir ayrım gerçekleşti demektir. Bu yönüyle Hakk ayan-ı
sâbite’nin aynı değildir. Varlık ile nitelendiklerinde ise durum farklıdır.
Binaenaleyh Allah Teâlâ, varlık ile nitelenenin aynıdır, yoksa o değildir! Bu
nedenle bu tanımı yapan sûfi ‘halkı ispat’ demiştir.
Başka bir tanıma göre ‘Fark,
başkalarını Allah Teâlâ için görmektir.’ Burada Allah Teâlâ’dan dolayı
görmeyi kast eder. Buradaki ‘için’ sebeplilik bildiren edattır. Böylece insan,
Hakkın varlığında ayan-ı sâbite’nin hükümlerini -ki Hakk ise ancak onların
hükümleriyle zuhur eder-müşahede eder. Bu nedenle tanımlar ortaya çıkmış,
hakikatlerin mertebeleri Hakkın varlığında ortaya çıkmış ve melekler, felekler,
unsurlar, türeyenler, cinsler, türler, şahıslar denilmiştir. Varlığın kendisi
ise tek, hükümler farklıdır. Hükümlerin farklılığı ise, varlıkta değil sübutta
(birbirinden) başka olan ayan-ı sâbite’nin farklılığından kaynaklanır.
Başka bir tanıma göre ‘fark,
onların hallerinde türden türe girmesini müşahede etmektir.’ Burada onların
hükümlerinin Hakkın varlığında zuhurunu kast etmektedir. Çünkü bu hükümler
türlü türlüdür. Hakk ise değişmeyi kabul etmez. Buradan değişmenin ayan-ı
(sâbite’nin) bir hükmü olduğu anlaşılır. Bu kula gözüken şey ise türden türe
girmektir. Öyleyse ona görünen, a’yan’dır (ayan-ı sâbite). Böylece onlar ile
varlık arasında fark görmüştür. Tefrika hakkında şöyle denilir:
Topladım, kendimden ayrıldım
O’nunla Vuslatın sonu, ikiliktir ancak
Burada sûfi, bir’in sayı
basamaklarında gözükmesini kasteder. Bir’in basamaklarda gözükmesiyle iki, üç,
dört ve sonsuza değin bütün sayılar ortaya çıkar. Bu, bir şeyin zuhur edenin
aynı -fakat o olduğunu bilmezden-olmasını anlatabilecek en nihai örnektir. Söz
gelişi rüyamda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin muhaddis Ebu Muhammed
İbn Hazm ile kucaklaştığını görmüştüm. Biri diğerinde kaybolmuş, artık sadece
birini görüyordum, o da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem idi. Bu,
vuslatın nihayetidir ve ‘ittihat (bir olma)’ denilen şey budur. Başka
bir ifadeyle varlıkta iki varlığın ilave değil-birbirinin aynı olmasıdır.
Nitekim insan olmada Zeyd Amr’ın aynı, hatta bütün insan türleri onun
kendisidir. Başka bir ifadeyle insanlık yönünden biri diğerinin aynı iken
şahsiyet yönünden aynı değildir. Öyleyse bir’in sayı basamaklarından ikide
kendisiyle bir olması, İkinin ortaya çıkmasıdır. Burada birden başkası yoktur.
Sonsuza varana dek, bütün sayılar böyle devam eder. Öyleyse ince düşünce sahibi
isen, tefrika hakkında yaptığım açıklamayı iyice öğren!
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
Futuhat-ı
Mekkiye, Onsekizinci Sifr; Türkçesi: c.
IX, sh: 294-303
Kaynaklar:
Muhyiddin İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl:
Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar