CENGİZ AYTMATOV
“Ey insan! Sen kendine
yabancılaşma!
Bu Allah’ın sözüdür.
Bu özel bir emir, özel bir mektupdur. ”
Bu Allah’ın sözüdür.
Bu özel bir emir, özel bir mektupdur. ”
**
“Eğer insanlar
yeryüzünde yaşamayı öğrenemezlerse,
yok olup giderler. ”
CENGİZ AYTMATOV
yeryüzünde yaşamayı öğrenemezlerse,
yok olup giderler. ”
CENGİZ AYTMATOV
İnsanın, özünü, çevresindeki kendisine
benzer varlıkları ve benzemeyen dünyayı tanıyıp, adlandırıp, değerlendirmesi
karmaşık bir işlemdir. Bu karmaşık işlemin gerektirdiği akıl yürütmeyi
önermelere dönüştürme üç ayrı alandan gelen yönlendiricilerle mümkün
olabilmektedir:
1) Vahiy'den
cinnete kadar giden yolda bazı insanların alabildiği özel bilgiler,
2) Bilim
denilen ve kendisine mahsus kavram, terim, yöntem ile sabırlı bir çalışmayı
benimseyen insanların ulaşabildiği genelleşen bilgiler,
3) ilk
iki alandan farklı, ancak onlarla beslenen ve onları besleyen bir dünyanın
içinde, fakat ferdî gayretlerin hâkim olduğu bir çalışmanın sonucunda ulaşılan
bir yanıyla özel, bir yanıyla genel bilgiler.
Birinci
alana ait özel bilgiler, Peygamber, Nebî, Resûl adı verilen, Yaradan'la ilişki
kurma hakkı verilmiş, “Vahiy" kavramına giren bilginin muhatapları... O
özel bilginin dünyasına aşk, sezgi ve teslimiyetle uzanan velîlerin
söyledikleri, bu ilk grup insana benzeyen hâller gösterip, başkalarını
yanıltmakla beraber, diğer iki grupla da alâkasız, mecnunlar, şarlatanlar.
Bilim denilen aklın taçlandırdığı bir
dünyada daha önceki önermeleri ve tecrübeyi dikkate alarak, oluş ve kılışların
sırrını çözme yönünde, parçanın sırrına gidenler veya bütünlüğü hükme bağlamaya
çalışanlar, bilim adamları, kendi dünyalarını, insanları, diğer canlıları,
tabiatı kavranılır hâle getirmeye çalışıyorlar. Bilim adamları temkinli, geniş
görüşlü ve sezgisi yüksek insanlar olarak, hem geçmişe, hem de geleceğe karşı
sorumlu olduklarını unutamazlar. Toplumların sıkışık anlarında âcil çözüm
bekleyen bunalımlı günlerinde veya aylarında bilim adamı yahut fikir adamı gibi
görünen şarlatanlar da ortaya çıkıp hükümler, önermeler, çözüm teklifleri ileri
sürerler Bilim ve gerçek fikir adamıyla şarlatanı ayıramayan toplumların işi
zordur.
Peygamber
ve velîden de, bilim ve fikir adamından da daha farklı, daha ferdî bir alan var
ki, o sanat ve edebiyat dünyasıdır. Eşyayı, tabiatı, insanı ve Yaradan’ı özel
gayretlerin sonucunda kavrayan insanlar sanatçılardır. Hem duyarlılığı, hem mesajların iletilişi,
hem de dil adı verilen aracın kullanımı bakımından sanat dünyasının çok özel
alanı Edebiyattır. Edipler (şâirler, romancılar, hikâye yazarları, tiyatro
yazarları, deneme yazarları, seyâhat veya hâtırat yazarları), Yaradan ’ı,
insanı, tabiatı, eşyayı bir taraftan kavrama, bir taraftan da aralarındaki
ilişkileri çözme, özel gibi görünen genel hükümlere bağlama başarısını gösteren
insanlardır. Bu insanların, bir millî iklimde yetişecekleri açıktır. Bir millî
hayatın içinde karşılaştıklarını doğru kavrayıp, doğru anlatıp, dilin
imkânlarından yeterince yararlananlar, diğer milletlerin ufuk çizgisine
yükselmiş olurlar. Gerek peygamber ve velîlerin, gerek gerçek bilim veya fikir
adamlarının, gerekse gerçek ediplerin benzeştikleri noktalardan ikisi, nefsini
aşma acısı ile yalnızlığa mahkûmluk çilesini kabullenmişliktir. Bir diğer
özellik ise, onlar artık kendi milletinin bir parçası olduğu kadar, insanlığın
övüncü, malı ve sesidir.
Cengiz Aytmatov Törekuloviç, bir gerçek
ediptir. Son kırk yılda yazdıklarında Kırgız hayatını anlatıyor gibi görünse
de, öncelikle Türk Dünyasının, sonra da insanlığın ufuk çizgisinde her zaman
karşılaştığımız ve karşılaşacağımız durumlar ve onların yorumlarını anlatan
Aytmatov, insanlığın büyük oğullarındandır.
Cengiz Ağa, Aytmatov Ağabey konusunda bir
akademik toplantı yapmayı her zaman düşünürdüm. Onun 70 yaşına varması bu
dileğimin gerçekleşmesi için bir açık vesile oldu. Kardeşim, dostum, A.
Akmataliyev 'in heyecan dolu cümlelerini ve dileklerini yüreğinde duyan bir
insan olarak, bu büyük yazara hak ettiklerinin küçük bir karşılığı olmak üzere,
Atatürk Kültür Merkezi’nin şeref üyeliğini ve ona ayrılmış bir bilimlik toplantıyı
gerçekleştirmek bize gurur veriyor. Ankara ’da değerli eşleriyle birlikte
ağırlamaktan zevk duyduğumuz büyük yazar Cengiz Aytmatov un eserleri, daha çok
konuşulacak, değerlendirilecektir. Bu toplantıya katılanların, değerlendirme ve
yorumları o yöndeki adımlardan biri sayılmalıdır.
1999 yılı Nisanında Paris’te UNESCO
tarafından Aytmatov adına yaptırılan ilimlik toplantı yanında, bu yılın
Mayıs’ında Kırgızistan Devleti’nin de Cengiz Aytmatov Ağamız için bir toplantı
düzenlemekte olduğunu bilmek bizleri mutlu ediyor. Onun eserlerini okuyanlar,
okumayı kavramaya dönüştürenler Cengiz Aytmatov ’un, insanın çaresizliği
karşısındaki konumunu, kişioğlunu beşerî ölçülerde anlayan ve anlatan ender
büyük yazarlardan biri olduğunu bilirler. Bu büyük yazarı hürmet ve muhabbetle
selâmlıyor, bildiriler kitabımızı sunmanın gururunu taşıyoruz.
Bildirileriyle katkı yapanlara, Saygıdeğer
Cumhurbaşkanımız Sayın Süleyman DEMİREL’e, Devlet eski Bakanı A. Andican’a
şükranlarımızı bildirmek bizim için çok zevkli bir görevdir.
Eserin, hatasız ve güzel basımının
sağlanması için çaba harcayan sevgili Elmas Kılıç’a ve sevgili Neval Konuk’a
teşekkür ediyorum.
Sadık TURAL
Nisan 1999, Ankara
Nisan 1999, Ankara
Sh: 3-5
Hzl: Belkıs GÜRSOY
Cengiz Aytmatov’un eserlerinde
biyografisini aramadan önce, yazarın hayatı hakkında kısaca bilgi vermenin;
sonra bu bilgilerin roman ve hikâyelerindeki akislerden bahsetmenin yerinde
olacağı kanaatindeyiz.
Aytmatov, 12 Aralık 1928’de Kırgızistan’ın
başkenti Bişkek’e bağlı olan ve Talas vadisinde yer alan Şeker Köyü’nde doğar.
Kopuz çalan ve eli her işe yatkın olan dedesi Aytmatov, çalışkan, fakat fakir
bir kimsedir. Dede Aytmatov kardeşi Birimkul ile bir su değirmeni kurarsa da,
bu değirmen kısa bir süre sonra yanar. Bunun üzerine dede Aytmatov on iki
yaşındaki oğlu Törekul’u yanına alır ve Maymak istasyonu yalanındaki demiryolu
tren inşaatında çalışır. Baba Törekul,
Cambul’a yerli Rus Okulu’nda okumaya gider. Sonra memuriyet hayatına atılır.
Törekul, 1937’de Stalin’in temizlik harekâtının kurbanları arasına katılır.
Kemikleri 1991 yılının Ağustos ayında Çön Taş obasında bulunur. Aytmatov’un
amcası da II. Dünya Savaşı’nda ölmüştür. Annesi Nagima Hamzayevna Aytmatova,
çeşitli memuriyetlerde bulunmuş modem bir kadındır. Dört çocuğunu kendi başına
büyütmek durumunda kalmıştır. Cengiz Aytmatov, ilkokula Şeker Köyü’nde gider.
Babaannesi Ayımkan, etrafında saygı gören bilge bir kadındır. İrticalen şiirler
söyler. Beş-altı yaşlarından itibaren torununu ninniler, masallar ve
efsanelerle besler. Ayrıca o, ozanların atışmalarını dinler ve sohbetlerine
katılır. Şifahî kültürün çok canlı olarak yaşadığı bu toprakların destanî
havası yazarı içten içe kuşatıp zenginleştirir. O, çocuk yaşlarından itibaren
çalışma hayatına girer. On yaşında toprağı işler. On bir yaşında Kirovsköye
Köyü’ne taşınır. Yazar burada Rus okuluna gider. 1942’de okulu bırakır ve
kardeşi ile birlikte Manas rayonundaki “Cide” kolhozunda tarlada çalışır. Sonra
Şeker Köyü’nde köy Sovyet’i kolhozu sekreterliğine getirilir. Bir yıl da vergi
memuru olarak çalışır. Bu yıllarda erkekler cephede savaşırken kadın ve
çocuklar köylerde sefalet içinde yaşarlar. Aytmatov, çekilen sıkıntılara
yakından şahit olur. 1946’da Kazakistan’ın Cambul şehrinde veteriner teknik
okuluna gider. Bu okulu bitirdikten sonra 1948’de Kırgızistan Tarım
Enstitüsü’ne devam eder. 1953 ’de buradan veteriner olarak mezun olur.
1956-58 ’de Moskova’da Gorki Edebiyat
Enstitüsü’ne devam eder. Aynı yıl Moskova Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne
girer. 1958’de Sovyet Komünist Partisi’ne ve Yazarlar Birliği’ne üye kabul
edilir. 1958-60’da Literaturnyi Kırgızistan Dergisi'nin editörlüğünü, sonra beş
yıl süreyle, Pravda Gazetesi’nin Orta Asya muhabirliğini yapar. Edebî
eserlerinden dolayı pek çok ödül kazanır. Sovyetler Birliği’nin dağılmadan
önceki döneminde Gorbaçov’un beş danışmanından biri olarak görev yapar.
Kırgızistan’ın Luxemburg, Hollanda ve Belçika büyük elçilikleri görevini
yürüten Aytmatov, 1996’da Kırgızistan’ın Unesco temsilciliğine atanır. Yazar,
evli ve dört çocuk sahibidir.
Aytmatov’un hayatı hakkında verdiğimiz bu
kısa bilgileri, eserleriyle irtibatlandırmaya çalışalım:
Yazar, mekân olarak genellikle Kırgızistan
ve Kazakistan coğrafyasını ele alır. Bozkır ve köy hayatını anlatan bu
eserlere, şehir hayatı nadiren girer. Bu açık ve geniş mekânların kullanılmış
olması Aytmatov’un çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarım köylerde geçirmiş
olmasına bağlıdır. Uçsuz bucaksız Sarı Özek bozkırı, Moyumkum çölü, Alamengü
geçidi, Kiçibel yaylaları, Yenisey ırmağı, Frunze, Şeker köyü, Talaş, Maymak
istasyonu, Başat boğazı, Çalpaksaz, Tiyenşan dağları, Sarısay, Aksay Anarhay
ovaları, Dolan geçidi, Çin sınırı, Issıg ve Aral gölleri, Çimkent, Moskova ve
Orenburg, Cambul gibi yerler; bu çetin tabiat; aman vermez kışları, yakıcı
sıcağı, kan, buzu ve fırtınasıyla canlı levhalar halinde tasvir edilir. İnsan
bu reel mekânlarla bütünleşir, onun bir parçası haline gelir. Yazar hemhal
olduğu topraklarda, tanıyıp bildiği insanların, hayat hikâyelerini anlatır
bize. Gün Olur Asra Bedel ve Kassandra Damgası’nda ütopik ve fantastik mekânlar
söz konusudur. Gün Olur Asra Bedel’de Orman Göğsü adı verilen ve ideal hayat
şartları sunan ütopik bir gezegenden bahsedilir. Kassandra Damgası’nda uzayda
araştırma yapan bir bilgin mekân olarak uzay istasyonunu seçer.
Aytmatov’un eserlerinde demiryolları, tren
istasyonları ve trenler mekân olarak ele alınır. (Gün Olur Asra Bedel’de Sarı
Özek bozkırındaki Boranlı istasyonu, Dişi Kurdun Rüyaları'nda Çalpaksaz
istasyonu ve çevresi, Moskova- Almaata treni, Cengiz Han ’a Küsen Bulut, Dişi
Kurdun Rüyaları, Gün Olur Asra Bedel ve Toprak Ana’da tren yolculukları
anlatılır.)
Gün Olur Asra Bedel’de:
“Bu yerlerde
trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelirlerdi.”
“Bu yerlerde demiryolunun iki yanında Sarı
Özek bozkırı, sarı kumlu geniş bozkırların bomboş orta bölgesi uzanıyordu.”
“Bu yerlerde meridyenlerin Greenwhich 'ten
başlayarak sayılması gibi bütün uzaklıklar demiryoluna göre hesaplanırdı.”
“Trenler ise doğudan batıya, batıdan
doğuya gider gelirlerdi. ” leit-motifı sık sık tekrarlanır.”
Aytmatov’un dedesi demiryolu inşaatında
çalışmıştır. Enstitüyü bitirip asistan olacak olan yazarın, halk düşmanının
oğluna Stalin bursu verilemez, anlayışıyla bursu kesilir ve asistanlığına mani
olunur. Aytmatov, bu durumda da yılmaz. Pazar günleri demiryolu istasyonlarına
gidip, kömür ve ağaç indirir. Ayrıca Orta Asya’da trenler insan ve yük naklinde
en elverişli ve en çok kullanılan vasıtalar olarak karşımıza çıkarlar. Bu
sebeple yazarın gerçek hayatı ile bu hususu bağdaştırmamız mümkündür.
Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek adlı
hikâyede mekân Ohotsk denizidir. Hâdise bu denize açılan bir kayığın içinde
geçer. Eserde Aytmatov’un Vladimir Sangi adlı yazar arkadaşının başından geçen
bir vak’a anlatır.
Fakir, yoksul köy evleri, ağıllar,
ahırlar, yine yazarın hayatından yansıyan mekânlar olarak karşımıza çıkar.
Cengiz Han ’a Küsen Bulut’ta çadır bir mekân olarak kullanılmıştır.
Bize yalandan tanıyıp bildiği ve çok derin
bir şekilde bağlı bulunduğu topraklan anlatan yazarın bu coğrafyaya duyduğu
sevgi satırlarından fışkırıp okuyucuyu sarar.
Yazar eserlerinde zaman olarak kendi
yaşadığı dönemleri bilhassa II. Dünya Savaşı öncesini, savaş yıllarını ve
sonrasını anlatır. Kassandra Damgası, 2000 yılını ve sonrasını anlatan
fütürist bir romandır.
II. Dünya Savaşı’nın yazar üzerinde derin
tesiri vardır. O amcasını, bu savaşta
kaybeder. Savaş acılarını yoğun bir biçimde, bütün yoksulluk ve
yoksunluklarıyla birlikte yaşamıştır. Yazar, çocuk yaşta kendi durumundaki pek
çok gençle birlikte okulu bırakıp kolhozda çalışmak mecburiyetinde kalmıştır.
Anne ve babasına ithaf ettiği Toprak Ana romanında,
‘‘Babam Törekul Aytmatov,
Bilmiyorum mezarın nerededir,
Bunu sana sunuyorum.
Anam Nagima Aytmatova.
Biz dört kardeşi sen yetiştirdin,
Bunu sana sunuyorum” der. (Törekul
Aytmatov’un kemiklerinin daha sonra bulunduğunu hatırlayalım).
Toprak Ana’da Tolgonay, eşini ve üç oğlunu
İkinci Dünya Savaşı’nda kaybetmiş acılı bir kadındır. Aytmatov’un annesi Nagima
Aytmatova’nm eşi Törekul Aytmatov, halk düşmanı olarak 1937’de tutuklanmış, 15
Haziran 1957’de ölüm haberi ile beraber, itibarının iade edildiği karar,
ailesine bildirilmiştir. “Halk düşmanının ailesi” olarak damgalanan
Aytmatovlar’dan Alimkul (Törekul Aytmatov’un ağabeyi), Özibek (Törekul
Aytmatov’un yakım), Rıskulbek (Törekul Aytmatov’un kardeşi) olmak hasebiyle
kısa zaman aralıklarıyla tutuklanırlar. Yazarın halası Karakız ve annesi Nagima
Aytmatova, dört erkek ferdini savaşa gönderen Toprak Ana ile benzeşirler. Gün
Olur Asra Bedel’de Zeliha’nm kocası Abutalip rejim düşmanı olarak
nitelendirilip, tutuklanır. Eşi Zeliha ile çocukları babalarının yolunu büyük
bir ümitle gözler, sonra da başka bir yere taşınırlar. Neticede
Abutalip ölür ve yıllar sonra itibarı iade edilir. Aytmatov ailesinin
yaşadığı dram ile bu vak’ayı rahatlıkla bağdaştırabiliriz.
Aytmatov ailesi tutuklu fertlerinden
mektup bekler, köyün bir ucundan postacıyı gördükleri anda heyecanlanırlar. Bu
zor yıllarda ve savaş dönemlerinde sorgu dolu gözler, haber umuduyla doludur.
Bu duyguyu ve bekleyişi Toprak Ana ve Yüzyüze’de görürüz. Gülsarı’da Tanabay,
Gün Olur Asra Bedel’de Boranlı Yedigey savaşa katılmışlardır. Aynı eserdeki
Abutalip savaşta Alınanlara esir düşer. Başına gelen bütün felâketleri de bu
esaret hazırlar.
Yazarın hikâyelerinden Yüzyüze’de asker
kaçağı İsmail’in bir mağarada saklanması sonucu ruhunun bozuluşu anlatılır.
İsmail, kocası savaşta ölen iki çocuklu dul ve hasta komşu kadının tek geçim
kaynağı olan ineğini çalar ve keser. Yazar onbeş yaşında iken, annesinin hasta
olduğu bir zamanda ailenin Zühre adlı ineği çalınır. Bu yoksul aile bu inekle
birlikte tek geçim kapısını da kaybetmiş olur. Kuz
Başındaki Avcını Çığlığı’nda anlatılanbu
hikâye de, Yüzyüze’de karşımıza çıkan inek çalma hâdisesinde görüldüğü gibi
Aytmatov’un kendi hayatıyla ilgilidir. Aynı eserde kocası savaşta ölen Totay da
üç çocuklu bir dul olarak yer alır. Bu hikâyeler, on üç yaşında oba Sovyeti’nin
sekreteri olan ve köylülerin dertlerini yakından bilen Aytmatov’un bu döneme
ait hâtıralarından intibalar taşır. Cemile hikâyesinde, Cemile’nin kocası
Sadık’m askere gitmesi sonucunda genç kadının Danyar’ı seçmesi anlatılır.
Danyar, savaştan sakatlanmış olarak dönmüş bir gençtir. Oğulla Buluşma’da., II.
Dünya Savaşı’nda oğlunu kaybeden bir babanın yirmi yıl sonra bastırılamaz bir
biçimde kabaran evlât hasreti, Sultan Murad’ ta 15-16 yaşlarındaki Sultan
Murad’ m savaş yıllarında okulu bırakıp, köy kolhozunda çalışması, yazarın
kendi hayatı ve tecrübeleriyle doğrudan ilgilidir. Aytmatov bu yıllarını,
ölesiye çalışarak, köylünün her çeşit derdine yardımcı olmaya gayret ederek ve
bütün problemlerini paylaşarak geçirmiştir.
Sultan Murad annesi ve kardeşleriyle
birlikte yaşar. Arkadaşlarıyla beraber, uzak olduğu için işlenmemiş bulunan
toprakları tarıma açmaya gider. Deve Gözü hikâyesi de Aytmatov’un köy
kolhozunda çalıştığı zamanların intibalarım taşır. Kızıl Elma’da., Tarım
Enstitüsü’nde öğrenci olan İsabiekev adlı genç bir kolhozda çalışmaya gider.
II. Dünya Savaşı’na katılan ve cephe
önlerine sürülerek kırılan Kırgız gençleri, bu savaşı kendi savaşları olarak
görmezler. Bu yüzden psikolojik olarak da bir trajedi yaşarlar. Cepheye
gidenlerden sağ kurtulanlar ya rûhen, ya da bedenen sakatlanmış olarak geri
dönerler. Sakatlıklarının bedelini etraflarına ödetmeye çalışan bir tavra girerler.
Geride kalanlar, yoksullukla, çetin kış şartlarıyla ve cepheden gelen ölüm
haberleriyle sarsılırlar. Savaşın faturası erkeksiz evler, parçalanmış aileler,
dullar ve yetimler, acılı analar, yaşanmamış ve yarım kalmış sevgiler olarak
karşımıza çıkar. Uzun vadeli ve çok yönlü sıkıntılar yaratan savaş acılarını,
kendi nefsinde yaşayan Aytmatov, bu dramı eserlerinde işlerken, savaş aleyhinde
fikirler serdeder (Dişi Kurdun Rüyaları, Giin Olur Asra Bedel).
Yazar, 50’li yılların sonunda Bübüsara
adlı bir balerinle büyük bir aşk yaşar; Sicilya’ya doğru bir gemi yolculuğuna
çıkar. Yalnız ve açılıdır. Kassandra Damgası romanının kahramanı, Japonya’da
gece gemide yürür. Aytmatov’un İtalya yolculuğundaki atmosfer ve duygular ile
Kassandra Damgası’nda tasvir edilen manzara karşısında hissedilen duygu
aynıdır.
Yazarın eserlerinde bazen yüzyıllar
öncesine yolculuk yaptığım, efsane, masal ve hikâyeleri hâle taşıdığını, hâl
ile geçmiş arasında paralellik kurduğunu ve kullandığı malzemeyi hâlin gereğine
göre yemden yorumladığını görürüz. Görüldüğü gibi, Aytmatov yaşadığı zamanı
anlatır. Kendi hayatının anlamını ortaya koyduğu eserleri, zaman olarak da
yazarın ömür çizgisi ile doğrudan bağlantılıdır.
Aytmatov’un kahramanları içinde çocuklar,
önemli bir yer işgal eder. Bilhassa çocukluklarını yaşamayan, olgun, vakitsiz
büyümüş yetim çocukların hikâyeleri, özlem ve sevgileri dile getirilir. Beyaz
Gemi’deki Çocuk, anasız babasız büyür. Uzaklarda belli belirsiz gördüğü bir
beyaz gemide çalışır düşündüğü babasına kavuşmayı hayâl eden Çocuk, balık olup
yüzerek babasına ulaşmayı düşler. Gün Olur Asra Bedel'deki Daul ve Ermek bir
daha göremeyecekleri rejim kurbanı babalarının yolunu bütün gün büyük bir
hasretle beklerler. İlk Öğretmenim'de Altınay öksüzdür. Askerin Oğlu’nda babasını
savaşta kaybetmiş Avalbek’in baba hasreti anlatılır. Çocuk yüreklerini yakan bu
baba yokluğu, Aytmatov’un babasına duyduğu hasretle ve onun bir gün döneceğini
uman bekleyişiyle aynı noktada kesişir.
Bozkır hayatı, yaşanan bir coğrafyayı
anlatan Aytmatov’un eserlerinde hayvanlar da birer roman veya hikâye kahramanı
olarak yer alırlar. Bu yaşama şeklinde insanlar ve hayvanlar içiçe bulunurlar.
İnsanların en büyük dostu ve yardımcısı olan bu hayvanlar, sahiplerine şeref
bahşederler. Hayvanların da bir şeceresi vardır. Aytmatov, hem yaşadığı
toprakların bir gereği olarak, hem de veterinerlik mesleği sebebiyle hayvanları
yakından tanır ve tahlil eder. Onlara bir kişilik kazandırır. Hayvanların
insanlar tarafından gasp edilen haklarını, gördükleri eziyeti, çektikleri
acıları anlatır. İyi bir gözlemci olan yazar bu yanını, veteriner olmasının
getirdiği bilgi, sanatkâr oluşunun verdiği muhayyile gücü ile birleştirir.
Elveda Gülsarı’da aynı adlı at, Gün Olur Asra Bedel’de Akmara ve onun soyundan
geldiği düşünülen Karanar adlı deve, Dişi Kurdun Rüyaları'nda Akbaba adlı dişi
kurt ile eşi Taşcaynar eserlerin kahramanı sayılabilecek bir mesabede
tutulurlar. Yazar, Kuz Başındaki Avcının Çığlığı adlı eserde, bu iki kurdun
hikâyesini yazabilmek için, bu hayvan cinsinin davranış ve hayat tarzım
incelediğini, pek çok kaynağa başvurduğunu söyler. Gün Olur Asra Bedel’de,
Boranlı Yedigey’in koyunlarını açlık ve soğuktan korumak ve yaşatmak için
verdiği olağanüstü mücadele ancak meselenin içinde olanların bilebileceği
konumdadır. Bu durumun da yazarın gerçek hayatıyla bağlantılı olduğu açıktır.
Kuşlar, geyikler, koyun sürüleri yine bozkır hayatının bir tezahürü olarak
karşımıza çıkarlar.
Kassandra Damgası’nda kıyıya vurarak kendi
istekleriyle intiharı seçen balinaların bu fiiline sebep olarak dünyanın ve
insanın bozulması gösterilir. Balinaların bu protestosu ve diğer hayvanların
duyarlılıkları bazen bir fantezi sayılabilecek biçimde sunulur. Gün Olur Asra
Bedel’de çaylak, Deniz Kenarında Koşan Ala Köpek’te “aguguk kuşu”, kurtuluş ve
hürriyeti temsil eden unsurlar olarak karşımıza çıkarlar.
Destanı bir coğrafyada yaşıyor olmak,
babaannesinden dinlediği ninni, masal ve efsaneler, ozanların atışmaları,
şifahî kültürün bütün unsurları, kısacası zengin bir folklorik malzeme
Aytmatov’un eserlerine serpiştirilmiştir. Yazarın hayatında önemli bir yeri
olan Manas Destanı ile bu destandan alınmış parçalar, Kazak- Kırgız türkü ve
ağıtları, mahallî deyimler, atasözleri, mitolojik unsurlar, millî hafızayı
yaşatan ve canlı tutan temel unsurlar olarak, şuurlu bir biçimde, bu eserlerde
yeni kalıplara dökülmüş bir şekilde karşımıza çıkarlar. Geçmişi anlatan
belgeler olarak görülen bu ürünler, pek çok eserde yüzyılları aşarak allegori
ve sembollerin arkasına gizlenen yeni mânalarla hâle taşınır, hâlin gereği ile
yoğrulup yeni bir hüviyet kazanırlar.
Beyaz Gemi’de
Buğuların türeyiş efsanesi olan Boynuzlu Maral Ana efsanesi, Gün Olur Asra
Bedel’de Mankurt efsanesi, Raymalı Ağa hikâyesi, Elveda Gülsarı’da yaşlı
avcının türküsü, Cengiz Hana Küsen Bulut’ta Bulut Efsanesi, Kassandra
Damgası’nda. ahlâkı bozulan insan nesillerinin genetik yapıyı bozduğu yolundaki
bir fantezi anlatılır. Aynı eserde dünyadaki kötü hâdiseleri protesto eden
balinalarla, Cengiz Han’ı kötülüğünden dolayı terk eden koruyucu bulut arasında
irtibat kurulur.
Lura Ördeği Efsanesi, Deniz Kızı efsanesi,
Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek hikâyesinde işlenir. Ak Kuğu (Ak Kaz-Ak Ördek)
efsanesi ile, Kazakların Kalşa Kadir Batır hakkında anlattıkları efsane
birleşir. Kazaklar, Kaz’ı özellikle Ak Kuğu’yu kutsal sayıp vurmazlar. Yazar,
mesajlarını efsanelerden hareketle kolaylıkla okuyucuya ulaştırır. Hafızası
kaybettirilerek köleleştirilen Mankurt’la değerleri, gelenek ve
göreneklerinden, millî hafızalarından uzaklaştırılarak Mankurtlaşan insan
toplulukları arasında paralellik kurulur. Aytmatov, Kırgızlar arasında
yaşayan “Mankurt” deyimini araştırır. O, Manas Destanı’nda çocuk Manas’ı
Kalmakların “Mankurt edelim” dediklerini bilmektedir. Bu deyimi Sayakbay
Karalayev adlı yaşlı ve ünlü Kırgız bilgeye sorar. Kalmak ve Kırgız
çatışmalarında tarafların esir aldıkları kimseleri, Gün Olur Asra Bedel’de
anlatıldığı şekilde köleleştirdiklerini öğrenir.
Totem olarak kabul edilen geyik gibi
hayvan tiplemeleri de eserlere zengin bir çeşni katarlar (Beyaz Gemi’deki Ala
Geyik efsanesi gibi.) Yazarın eserlerinde meslek gruplan olarak, çobanlık,
çiftçilik, demircilik, demiryolu işçiliği, yılkıcılık ve gazetecilik vardır.
Polis, koruma görevlisi, müfettiş, gizli servis ajanı gibi rejimin bekçi ve
müdafii konumundaki tiplemelerle de karşılaşırız. Bütün bu meslek gruplan
yazarın hayatı ile yakından ilgilidir. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını köyde
geçiren, çiftçilik yapan ve veteriner olan yazarın, kahramanlarının ilgili
meslek gruplarından oluşu ile Aytmatov, gerçekçi bir yaklaşım sergiler. Pravda
Gazetesi’nin Orta Asya muhabiri olan yazar, bu haseble Dişi Kurdun
Rüyaları’ndaki Aydiv tiplemesiyle, bir gazeteciye yer verir. Kassandra
Damgasındaki Robert Bork, Tribün Gazetesi muharriridir. Aytmatov, fikirlerinden
de eserlerinde sık sık bahseder. Biz eserlerinde yer alan belli başlı fikirleri
şu ana başlıklar altında toplayabiliriz:
1. Rejim
aleyhtan fikirler,
2. Çiftçilerin
ve çobanların olağanüstü gayretlerine rağmen, devletin ekonomik hedefleri bir
türlü gerçekleşmez. Bunda insanların ekip biçtiği toprağa, koruyup baktığı
hayvan sürülerine sahip olmayışının da önemli rolü vardır. Yazarın,
makalelerinde de tarım politikalarının yanlışlığı üzerinde durup, köylülerin
beşer takatinin üzerinde çalışmaları hususunu tenkit ettiği görülür {Deve Gözü,
Elveda Gülsarı, Dişi Kurdun Rüyaları).
3. Devlet,
istediği ekonomik hedeflere ulaşamayınca hesapsız, plânsız bir şekilde hayvan
katliamına başvurmuş, sayga (yaban geyiği) avına çıkan insanlar tabiattaki
dengenin bozulmasına yol açmıştır. Uyuşturucu madde elde etmek için yabanî
kenevir toplayan insanların da ahlâkî dengeleri bozulmuştur.
4. Uzay
araştırmaları ekolojik dengeleri bozmakta olup, insan, bitki ve hayvan
nesillerinde dejenere olmaya yol açmaktadır. Tabiatta insandan böceğe varıncaya
kadar her üye eşit hakka sahiptir. Bu sebeple, tabiatın biyolojik dengelerini
korumalıdır. Bütün canlılar birleşerek âhenkli bir denge oluştururlar. Bir
cinsi veya türü yok etmek tabiatın denge kanununu bozar.
5. Savaşlar
ortaya parçalanmış aileler, erkeksiz evler, yetim çocuklar, yoksulluk ve
hastalık getirir. Bu sebeple yazar, pek çok eserinde savaş aleyhtarı fikirler
serdeder (Sultan Mıırad, Gün Olur Asra Bedel, Toprak Ana, Yıldırım Sesli
Manasçı). Stalin dönemi de çeşitli vesilelerle sık sık tenkit edilir.
6. Sovyet
yatılı okulları, millî gelenek, görenek ve değerlerinden uzak gençler
yetiştirdiği için tenkit edilir. Âdeta hafıza kaybına uğrayan bu gençler, bir
çeşit Mankurt olmuşlardır. (Gün Olur Asra Bedel, Cengiz Han ’a Küsen Bulut,
Tansıkbay, Sabitcan) tabiattaki dengenin bozulması ile kültürel yozlaşmanın
birbirine paralel gittiği gözlenir.
Aytmatov, yaşadığı toprağa, insana ve her
çeşit kültürel değere derin bir sevgi ve bağlılık duyar. Bu sevgiden yola
çıkarak insanın meselelerini sanatkârane bir biçimde ortaya koyar. Fakat bu
sevgi Kazak-Kırgızları aşıp, bütün insanlığı kuşatır. İnsanlığın bütün temel
meselelerine ulaşmaya çalışır. İnsan olma ortak paydasında birleşen beşerin
yüreği ve beyni olur. Onu mahallîden millîye, millîden evrensele taşıyan da
budur. Bu yolla hayatının misyonu olan, insanlığın ve dünyanın saadetini
isteyip, ona daha iyi bir gelecek kurabilme idealine katkıda bulunmak misyonunu
gerçekleştirmiş olur. Bu misyonu gerçekleştirirken, iyimser ve ümitvâr bir
üslûp içinde olması, onun bu psikolojiyi okuyucuya da geçirmesini temin eder.
KAYNAKLAR
Yazarın Eserleri
1. Yüzyüze - Yıldırım
Sesli Manasçı - Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek, Çev. Refik Özdek, Ötüken
Yayınları, İstanbul 1990.
2. Dişi Kurdun Rüyaları, Çev. Refik Özdek,
Ötüken Yayınları, İstanbul
1990.
3. Gün Olur Asra Bedel,
Çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul
1991.
4. Cengiz Han ’a Küsen Bulut, Çev. Refik
Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul 1991.
5. Deve Gözü -
Kızıl Elma, Oğulla Buluşma - Beyaz Yağmur - Asker Çocuğu, Çev. Refik Özdek,
Ötüken Yayınları, İstanbul 1992.
6. Beyaz Gemi, Çev. Refik Özdek, Ötüken
Yayınları, İstanbul 1993.
7. Cemile-Sultan Murad,
Çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul 1993.
8. Toprak Ana,
Çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul 1995.
9. Elveda Gülsarı, Çev. Refik Özdek, Ötüken
Yayınları, İstanbul 1995.
10. Kassandra Damgası,
Çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul 1997.
11. Kuz Başındaki Avcının Çığlığı, (Cengiz
Aytmatov-Muhtar Şahanov), Tolkun Yayınları, Ankara 1998.
Yazar Hakkında Yazılanlar
1. Abdıldacan
Akmataliyev, Cengiz Aytmatov 'un Dünyası, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı,
Ankara 1998.
2. Ali
İhsan Kolcu, Millî Romantizm Açısından Cengiz Aytmatov, Ötüken Yayınları,
İstanbul 1977.
3. Nilüfer
Dergisi, Sayı 3, Ekim 1985, s. 39-65; Littera, Cilt 5,1994, Cengiz Aytmatov
Özel Bölümü, s. 7-34.
4. Abdıldacan
Akmataliyev, “Cengiz Aytmatov’un Eserlerinin Dünya Edebiyatındaki Yeri ve
Önemi”, Akt. Levent Kartal, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, Güz 1996,
Sayı 2, s. 419-422.
5. Beşir
Ayvazoğlu, Defterimde 40 Suret, Ötüken Yayınları, İstanbul 1996.
Sh: 87-96
Prof. Dr. Kâmil Veli NERİMANOĞLU -
Bakü, AZERBAYCAN.
Bakü, AZERBAYCAN.
“Türklük
felsefesi nedir ve nereden başlıyor?” sorusunu kesin biçimde cevaplandırmak
zordur. Avrupa felsefesi açısından bu başlangıcı değerlendirmek çok çetindir.
Felsefenin türlü kavramları hem Batı, hem de Doğu (eski Hind, Çin, Türk)
felsefesi bakımından açıklanabiliyor. Ontoloji ve gneseoloji (epistemoloji,
bilgi teorisi) kavramlarının açılması, müfredatlı analizi için Türk felsefi
düşüncesi, geniş kapsamlı bir tahlil yapmak bakımından her türlü malzemesi olan
zengin bir kaynaktır.
Türklük
felsefesi atasözlerinden başlıyor. İnsan ve tabiat, zaman, mekân ve hareket,
ahlâk ve güzellik kategorilerinin belirli yönleri, boyutları ata sözlerinde
kendi ifadesini bulmuş durumdadır. “Balık baştan
kokar”, “Köksü ağaç çabuk kurur", “Aslın danan haramzâdedir”, “Sonuncu
devenin yükü ağır olur", İlim aklın çırağıdır”... gibi yüzlerce, binlerce atasözü, felsefenin ayrı
ayrı problemlerine arı duruşu bakışın ifadesidir.
Türk mitolojisi, Türk felsefesinin alt
yapısı durumundadır. Rüya yorumları, örf-âdetler, gelenek ve görenekler, töre
sistemi, Türk felsefesinin kaynaklarıdır. Bediî formdaki felsefî bakışın
ifadesi Ahmet Yesevî, Yunus Emre, Mevlâna
Celaleddîn-i Rûmî, Nevaî, Nesimî, Fuzulî, Abay, Mahtumkulu... gibi şahsiyetlerin sanatında kendi aksini geniş
bir manzarada bulmuştur.
Maarifçilik, Tanzimat, Cehdcilik
hareketleri, Millî
Azadlık hareketleri tarihi, Türk Millî Devletçilik tarihi, Türklük felsefesinin tarihi ile bağlıdır. Ve Türklük
felsefesinin büyük bir sistemini ifade eden ünlü şahsiyetlerimizden biri de
Cengiz Aytmatov’dur. Cengiz Aytmatov’un yaratıcılığı kendi derinliği, zenginliği,
genişliği ile dikkatleri çekiyor.
Kırgız elinin Şeker Köyü... Karşıda Manas
Dağı... Manas Dağı’nın Manas Ata zirvesi... Bin yıllık Manas sözünde yeşeren
Cengiz Aytmatov’un felsefe dünyasının ilk treni ve son durağı burasıdır. Cengiz
Aytmatov, XX. yüzyılın, Faulkner, Borges, Marques, Karabata ile omuz
omuza dayanan ünlü yazarın Cemile, Selvi Boylum Al Yazmalım, Beyaz Gemi, İlk
Öğretmen, Deve Gözü, Toprak Ana, Elveda Gülsarı, Erken Gelen Turnalar, Deniz
Kıyısında Koşan Ala Köpek, Gün Olur Asra Bedel, Dişi Kurdun Rüyaları adlı
eserleri, kendi milletini, bu milletin tarihini, zevkini, duyuş, düşünüş ve
anlayış tarzını, psikolojisini, etnografısini dile getirmiştir. Milletin ruhunu
aksettiren müellif, bu ruhun içindeki inan-iman felsefesini ifade etmeyi becerebilmiştir.
Yazarın kaynağı olan masal, efsane, mit, inanç ve destan malzemesi Türk
milletinin mânevi değerini ifade etmiştir. Millî olmayan, evrensel de, beşerî
de olamaz. Dünyanın global felsefesini ifade etmek için, kendi insanından,
kendi değerlerinden gıdalanmak, oradan pervazlanmak esastır, şarttır.
Cengiz Aytmatov’un Türk varlığı ile dünya
çapındaki yazar varlığı organik bir bütünlük teşkil etmektedir. Tabiat, ev,
dil, insan, Tanrı kavramları üzerindeki Cengiz Aytmatov yorumu, bediî formada
insan felsefesinin muhtevasını gösterir. Aytmatov ister yatay, ister dikey
paradigma içerisinde felsefe anlamı taşıyan bu kavramların açılımı için bol
miktarda malzeme veriyor. Meta-dil seviyesinde metin yaratan Cengiz Aytmatov’un
dünya dili ile millî dili aynı koda dayanıyor..
Ev-yurt felsefesini devlet felsefesi
seviyesine yükselten Cengiz Aytmatov, devlet düşüncesinin temel ilkelerini,
yurt işaret sistemi ile açıklıyor. Bu bir eserde değil, bütün eserlerinde
yansıyan bir gerçeğin manzarasıdır. Toprağın kutsallığı, vatanseverlik ve
dünyaseverlik, tek bir obadan başlayıp dünyanın sonsuzluğuna uzanan bir kavram
gibi, karşımıza çıkıyor.
Kansız çöken Sovyet sisteminin asıl
çökme nedeninin başında gelen isimlerden biri Cengiz Aytmatov’dur. Cengiz Aytmatov, slogan ve bağırtılarla
değil, bediî mantık ve gerçek manzaraları ile Sovyet sisteminin ölüme
mahkûmluğunu, anti-insan keyfiyetini ortaya koymuştur. Hür düşünceyi Elveda Gülsarı eserinde
felsefî, millî- etnik çizgileri ile canlandıran yazar, rejim şartlarını,
totalitarizmi en keskin şekilde ifşa etmiştir. Issık-Göl civarında kendi çocuk
dünyası içinde yaşayan Kırgız balasının trajedisini (Beyaz Gemi), oğlu
tarafından öldürülen ananın ölümünü (Gün Olur Asra Bedel), kendi milletinin
örneklerini toplamaktan özge bir suçu olmayan bir öğretmenin ağır taleyini,
rejimin suçunu, rejimin yararsızlığını ifade etmiştir.
Tarihle bugünü, insanla milleti, evle
devleti birleştiren Aytmatov, hayat felsefesinin inceliklerini, insan
haklarının beşerî kaynaklarını en mükemmel şekilde ortaya koymuştur. İnsanın
özgeleşmesi-ötekileşmesi (yabancılaşması) problemi felsefenin de, edebiyatında
ebedî ve ezelî konusudur. Cengiz Aytmatov, Gün Var Asra Bedel romanında,
XX.yüzyılın en büyük keşiflerinden birini yapmıştır. Hafızası kaybettirilen
oğulun annesini öldürmesi, asrımızın mitik-sosyolojik- simgesel bir olayı
olarak canlandırılmıştır. Mankurtlaşma ve Mankurt felsefesi, dünyanın her
yerinde felsefî, politik, tarihî, metaforik bir yorum kazanmıştır. Tek bir
Mankurtluk felsefesi esasında büyük bir sistemi açmak ve yorumlamak mümkündür.
Cengiz Aytmatov’un törelere bağlı
kahramanları, şöyle bir gerçeği ortaya koymuştur. Geçmişine bağlı insanlar,
milletler, sömürü zulmünde boğulamazlar. Cengiz Aytmatov’un, dostu Muhtar
Şahanov’la birge (birlikte) kaleme aldığı Sokrat’ı Anmak Gecesi veya Eşek
Derisi Üzerinde Duruşma adlı dramdan getirdiğimiz şu misallere dikkat yetirek:
“Her kimse, kendi zamanının
savunucusu olmalıdır ”,
“İnsanların maneviyatına dikkat
etmeyen devlet, yanılır”,
“Özgürlük herkese aynı şartları
yaratır”,
“İnsan, kendisi hakkındaki gerçeği
duymaktan çekinir”,
“İyiliğin sınırları yok, ama kötülük
sınırlar içindedir ”,
“Tarihin sınaklarından çıkmış
örf-âdetlerimizi, hayatın öğrettiği müdrikliği unutmakla, biz yeni trajedilere
düçar oluruz”,
“Zayıf hafızalı insanlar savaşta
müdriklere yenilecektir”,
“Oğul atanın devamıdır”,
“Satkına reva olmaz”...
Aslında bu aforizmler bir kitaba
sığmayacak hakikatleri ifade etmektedir. Dede Korkut ’ta bir deyim var: “Erenler dünyayı akılla bulmuştur. ” Rasyonel başlangıcı vurgulayan bu deyim,
Türk hayat ve duyuş tarzını, tefekkür yönünü açıklıyor. Cengiz Aytmatov’un
eserleri rasyonel başlangıç ve duygusal tasvirlerin, realist manzaranın gün
gibi aydınlığı ile bediî araştırmanın organik birliğini temsil ediyor.
Aytmatov, sohbetlerinden birinde, “Jeti ata” - yedi arka dönen
ilkesini hatırlatıyor. Aslında yedi arka dönenini (Jeti
atasını) hatırlamayan
Türk, Türk sayılmaz, kişiliği olan bir şahsiyet sayılamaz. Köküne, özüne
bağlılık, Cengiz Aytmatov kahramanının hayat ilkesidir.
Cengiz Aytmatov yaratıcılığı Türk
dünyasının ortak değeridir. Bu değeri derinden öğrenmek ve incelemek, Türk
tarihinin, Türklük felsefesinin karanlık perdelerini açacaktır.
Sh: 209-211
Güllü YOLOĞLU
Aktaran: A. TOPALOVA
Aktaran: A. TOPALOVA
Cengiz Aytmatov’u uzun yıllar millî
benliğinden uzaklaşmış, yüzyıllar boyunca insanlar arasında, özellikle de
müslüman camiasında kabullenilmiş davranışlara, hayat şekline karşı gelen
kahramanlara önem verdiği için suçlamışlardı. Bazen de, tam zıttına Tanrı
arayışında olduğunu elde bayrak ederek onu Sovyet devri ateizmine karşı eserler
yazmakla itham ediyorlardı. Aytmatov bu konu ile ilgili olarak FRT’de (Almanya
Federal Cumhuriyeti) Lokkum Yevangeliya Akademisindeki konuşmasında şöyle
demiştir. “Bana karşı yöneltilen bazı suçlamaların, özellikle de
benim Tanrı arayışında olduğum gibi suçlamalar da dâhil, tüm bu suçlamaların
nedeni vardır. ”
Aytmatov’un arayışında olduğu Tanrı
ne Hıristiyanlık’taki God, ne İslâm’daki Allah, ne de Budizm’deki Buda’dır.
Aytmatov’un eserlerinde tabiatın bir
parçası olan deniz, kavak ağaçları, kurtlar, tarağaylar, atlar insana has
özellikler taşıyor; insan gibi seviyor, fısıldıyor, nefret ediyor. Yazar, bu
eserlerinde bu veya diğer hayvanlarında hayatım doğduğu günden ölene kadar
tasvir ediyor. Hayatın acısını, tatlısını onların dilinden anlatıyor. Bazı
olaylar onların gözü ile bakıyor. Tesadüf değil ki, Mayıs 1988 yılında
Edebiyyat ve Incesenet gazetesinde yayımlanan, Aydın Memmedov ve V. Guliyev’in,
yazarla yaptığı konuşmada yazara şöyle bir soru yöneltiliyor:
“Sizin
eserlerinizde hayvan tipleri neredeyse insan kahramanlardan daha güçlü etki
bırakıyor ve akıllarda kalıyor. Bu ne ile ilgilidir? ” Cengiz Ağa bu soruyu şöyle cevaplıyor:
“Bu
belki de bir yerde benim zayıflığımdır. Çünkü, tarihin yarattığı en güçlü ve
kuvvetli varlık insandır. Sanatçı da bu insan dünyasının kudretini
göstermektedir. Benim eserlerimde hayvan motiflerinin kuvvetli olması, herhalde
bizim halklarımızın mit, efsane ve masallarında hayvanlara verilen önemin
etkisi ile alâkalı olarak ortaya çıkıyor. "
Bence, Cengiz Aytmatov’un eserlerinde
hayvan tiplerinin psikolojik balamdan bu kadar etkileyici olması, onun bir
zamanlar zooteknik olması ile ilgilidir.
Hayvanların beslenmesi ve barındırılması
hakkında geniş bir bilgiye sahip olan Cingiz Tönegioğlu Elveda, Gülsarı! adlı
eserini yazabilirdi. Bu bütün zootekniklerin böyle eserler yazabileceği demek
değildir. Bu alandaki bilgileri mitlerle, zamanın ve eski devrin siyasî
İktisadî durumu ile bağdaştırmak için, tasvir ettiği her şeyi tüm detayları ile
verebilen, kuvvetli mukayeseye sahip bir yazar, bir kelime ile Cengiz Aytmatov
olmak gerekiyordu.
Aytmatov hayvanlara insana has özellikler
kazandırıyor, fakat “tarihin yaratmış olduğu her şeyden daha güçlü ve
kuvvetli varlık” olan insanın hayvana özgü karakterlere sahip olduğunu
kabul etmiyordu. Cellad Kötüyü isimli romanında, Ağbörü Bostan’ın küçük oğlunu
götürdüğünde çaresiz kalan baba/ ata silahıyla Ağbörü’yü de, çocuğu da vuruyor.
Bostan, kurtların götürdüğü çocukların İnsanî özelliklerini kaybettiğini,
dilini unuttuğunu, hayvana dönüştüğünü iyi biliyordu. İnsanî özelliklere değer
veren Aytmatov’un eserde babasının eli ile oğlunu öldürtmesi hiç de tesadüf
değildir. Nayman Ana da İnsanî özelliklerini kaybetmiş oğlunu, Mankurt’u
insanların arasına götürmek istiyordu. Burada artık bir oyuncağa dönüşmüş
Mankurt’u öldürmeye bile gerek yoktur; o bir canlı ölüdür. Fakat o bu durumda
Naymanlann arasında bulunamaz. Anne bunu biliyor, fakat o kararlıdır: Oğlunu
götürecek. Nayman Ana’nm oğlu tarafından öldürülmesi bunu engelliyor.
Nihâyet konumuza gelelim.
Konu ile ilgili düşüncelerimizi belirtmek
için Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel romanına ilâve olarak yazılmış Cingiz
Hanın Ağ Bulutu eserine dikkat çekelim.
Cengiz Han atı Huban ile yola
çıktığında başının üzerinde bir beyaz bulut uçuyordu. Cengiz Han nereye gitse
bulut da o tarafa doğru ilerliyordu. Sanki ona şemsiye tutuyordu. Ulu göğün
işareti olan bu bulutun geleceğini ona iki yıl önce bir bakıcı haber vermiştir. Gelecekten haber veren,
ruhlarla ilişkiye girebilenler yüzyıllar boyunca şaman, ham, gezeryi, cam,
gözüaçık, görücü vs. isimlerle anılmıştır.
Eski insanların anlayışına, dünyaya bakış
tarzına göre her şeyin ruhu vardır. Meselâ ateşin, suyun, dağın, hayvanın,
ağacın ruhu vs. Hakas Türkleri buna “sahip” diyorlar.
Örneğin suç eczi, mağ eczi, yani suyun
sahibı, dağın şahma Eğer kim suda boğulursa, ateşte yanarsa, ormanda vahşi
hayvanlara yiyecek olursa, o yerlerin sahibinin “sevimlisi” olduğunu
söylerlerdi. Aynı deyim, Azerbaycan’da hâlâ da yaşamaktadır. İyi insan
öldüğünde şöyle diyorlar: "Kötüden toprak da bıkmıştır
yani toprak iyileri götürür, kendi koynuna alır; kötüyü toprak da istemez. Bu
inançla ilgili olarak uzun zaman Ahıska Türkleri mezardan hortlayarak dışarı
çıkanları öldürüp yeniden mezara koyarlardı. Onlar ölen akrabalarını toprağın
kabul etmemesini veya suç işlediğini düşünerek hortlama haberi yayılmadan adamı
yeniden gömüyor ve kişinin uykusundan uyandığım hiç akıllarına getirmiyorlardı.
Her şeyin ruhunun, sahibinin olması
inancının sonraki gelişimi, insanların kendi tayfasından, boyundan olanlar ve
tüm bu ruhların, sahiplerin büyüğü olan Tanrı ile ruhların yardımı sonucunda
ilişki kurabilecek birine ihtiyaç duyulmasına götürdü. Bu
ilişkileri ise sadece ruhların “sevimlisi”, L. Ştemberg’in kelimeleriyle ifade
edersek “sevgilisi” olan Şamanlar kurabilirdi. L. Ştemherg’e (1861-1927) göre,
Şamanlığı kabullenen herkes artık insanlıktan çıkıyor, ruhu istediği gibi
yaşıyor, onun söylediklerini söylüyor, yediklerini yiyor, bazen ise ruhun
isteği üzerine cinsiyetini bile değiştiriyordu. Şaman önceden bu veya diğer
durumda ne söyleyeceğini bilmiyor; Trans (vecd) zamanı ruh onun dili ile
konuşuyordu. Şamanlar ruhlar ile olan bu ilişkilerini saklı tutmalıydı. Bu
yüzden de bakıcının uygun mütercimin yardımlarıyla söylediği kelimelere önce
inanmayan Cengiz Han bu yüzden: “Sen bunları nereden
biliyorsun? diye
sorduğunda bakıcı şöyle diyor: “Nereden
bildiğimi söyleme yetkim yoktur. ” Görüldüğü gibi bakıcının hâkim ruhu onunla
bakıcı arasındaki ilişkiyi söylemeye izin vermiyor.
Önceleri
insanlarla ruhların yardımıyla Tanrı arasında ilişki kurabilen Şaman’a ihtiyaç
duyulduğunu söylemiştim. L. Ştemberg şöyle yazıyor: Bu adam (Şaman, G. Y.)
kendi boyları ile Tanrı arasında ilişki kurabiliyor, onun düşüncesini ve
isteğini, iradesini onlara iletiyor. Sonradan oluşan dinlerde bu görevi
peygamberler üstlenmiştir. Bunu eserde Cengiz Han’ın bakıcıya söylediği
kelimeler de ispat ediyor. “Yüce Tanrı bu kelimeleri bana söylemeni istemiş; fakat
ben gökteki bulutu nasıl koruyabilirim?”
Cengiz Han’ın ve çevresindekilerin gözünde
bakıcı, serseri, zayıf, üzerindekiler eski, uzun saçları beline kadar uzayan,
aklını kaybetmiş birisi idi.
Aslında ise, "Cengiz Han ’ın önünde
ne diz çöken, ne secde eden, ne de yalakalık yapan”, onun önünde başını
eğmeyen, mertçe duran, sert bakışlı, hanın, küçümseyerek “Ben o bulutu gökte
nasıl konabilirim?” sorusuna soğukkanlılıkla “Bu senin problemindir” diye
keskin cevap veren bakıcı hiç de akılsız değildir.
Aytmatov şöyle yazıyor: “Çılgın bakıcının
içinde ne ise kımıldatıyordu, ne ise ilhamla kımıldamıyordu ki, hükümdarların
en heybetlisi, en zâlimi karşısında, sahradaki aslan karşısında yüz yüze durur
gibi korkmadan duruyordu. ” Tüm bunlar bakıcının söylediklerine karşı inanç
uyandırıyordu. “Belki bu gerçekten de yüce göğün hükmüdür. ” (s. 44) diyen yazar okuyucuda da inanç
uyandırabiliyor.
Dolaşan bakıcının sinirli hükümdar önünde
bu tür eğilmeden durup keskin cevap vermesinin nedeni de yazarın, bakıcının
dâhilinde “ne ise” bulunduğunu yazarak, doğrudan ismini söylemediği ruhların
Han’ a söylediği kelimeler idi. Dıştan bakıcıya özgü olan cesaret de ruhların
cesareti idi. Yazar fikrinden emindi ve “belki” siz, “sonki”siz, “deyesen”siz,
“çılgın” bakıcının içindeki ne ise kıpırdıyor, ne ise ona ilham veriyordu.
Aytmatov bu eserinde Himalay bakıcılarını
da, ayakta kitap yazan müdrikleri de anıyor. Diğer bir eserde, Cemile
hikâyesinde şunları okuyoruz: “Her sene ilk bahar olduğunda o bahçede babamın
gençliğinde yaptığı göç yurtunu ardıç tütsüsüne verirdi. ” Eve, bahçeye, ev
hayvanlarına ardıç dumanı tutmak, eski Şaman geleneklerinden birisidir. Bunun
için, Şaman köz salar, onun üzerine ise kuru ardıç dalları koyardı. Bazı
durumlarda ise ardıç budağını ele alarak bu veya diğer şeyin üzerine koyarak,
kötü kuvvetlerden korumak istedikleri şeyin etrafında dönerlerdi. Bu sene ilk
baharda Atatürk Kültür Merkezi vasıtasıyla Güney Sibirya’da bulundum. Tuva’nın
başkenti Kızıl şehri merkezinde bulunan Düngürşaman (Ham) Cemiyeti’nin
bahçesinde gördüğüm manzara bu geleneğin hâlâ yaşadığından haber veriyor. Orada
bulunan hamlardan birisi elinde ardıç yakılı bir tabakla bahçeye girdi.
Arabanın ve arabadakilerin çevresinde dolaştı. Bu gelenekle Azerbaycan’da da
karşılaşıyoruz. Bu amaçla üzerlik kullanılıyor. Kötü ruhlardan, Erlikin
dünyasından, insanlara zarar veren kötü ruhlarla mücadelede Tuva ve Hakaslar
kekik kurusu dumanını da kullanıyorlar. Ben kekiği yemeklerde kullandığımızı
söylediğimde, bunun daha doğru olduğunu belirten folklor bilimci Valentina
Maynogoşeva böyle de kekiğin etkili olduğunu söyledi. Bildiğimiz gibi, bu
kutsal bitkilerin dumanı nazar, göz değmemesi için de kullanılıyor. Üzerlik
yakıp dumanını etrafa yayan kişi üzerliğin tohumlan çat-çat diye ses
çıkardığında şu kelimeleri söyler: “Üzerliyim çatlasın. Yaman gözler patlasın”
vs.'
Annenin de göç yurtuna duman tutması kötü
ruhların oradan uzaklaştırılması amacı ile yapılıyor. İslâm’dan önce bu tür
âyinler uzun sürerdi. Şaman dâvet edilirdi. Sonraları ise, bunu boyun, ailenin
aksakallı, Cemile eserinde gördüğümüz gibi, “ağbiçeyi” de yapabilirdi.
İlk Öğretmen
hikayesinde yazar, rüzgârı Şaman’a benzeterek şöyle yazıyor: "... Rüzgâr Şaman gibi kendinden geçiyordu,
cinleniyordu (sinirleniyordu), boğuluyor, sonra durup dururken ısınmış yüzüne
bir avuç dikenli kar atarak zıplıyordu. ” Yazar burada âyin yapan ruhlarla ilişkiye
giren Şaman’m olağanüstü hareketlerini kastediyor. Bu durumda şamanlar vecde
geliyor, bazen sinirleniyor, bazen ise, zıplıyorlar. Rüzgârın çarptığı kar
birikintilerinin karanlıktaki hareketinin de kendine özgü bir mistik özelliği
vardır. Çoğu zaman aksakalların şamanlarda gördükleri hareketleri kendilerinin
yapmaya çalıştıklarını belirtmiştik. Buna bir örnek daha ilâve edelim: Düysen’e
kurtlar saldırdığında korkan, aynı zamanda onun kurtulmasından mutluluk duyan,
heyecan dolu anlar yaşayan Altınay ağladığında, Saykal Kaptanbay’ın emri ile
avsun [efsun] okur, kızın yüzüne bazen sıcak, bazen de soğuk su atar, buhara
tutar, korkusunu almaya çalışır. Sonra ise, kendisi gelip Çaykan’ın eşini
şamanlık yapıp Altınay’ın kalbini yerine getirmesi için çağırır.
Sahilde Koşan Alabaş eserinde, yazar
ivhlerin hayatını anlatırken Şaman gelenek göreneklerine de yer vermiştir.
Nivhler her şeyin ruhu olduğuna inanıyorlar. Şamanizm’e göre her zaman kötü
ruhlar insanlara zarar vermek için onları takip ediyorlar, insanlar da bu
yüzden her zaman bu ruhları kandırmaya, şaşırtmaya çalışıyorlar.
Meselâ ailede doğan çocuklar ölürse, o
zaman yeni doğan erkek çocuğuna kız, kız çocuğuna da erkek ismi verilirdi. Veya
ölümü şaşırtmak için Şaman çağırtılıp böyle bir oyun oynanırdı. Şaman hamurdan,
erkekse erkek, kızsa kız figürü yapar, sonra onu “öldürür”, uzak bir yerde
gömerdi ve böylelikle de ölümü şaşırtmaya çalışırdı. Sahilde Koşan Alabaş eserinde ise, eşini
ve oğlunu balık avına yolcu eden anne onlardan ayrılırken şöyle der: “Ormana
gidin... Bak ha, odun kuru olsun, kendin de ormanda yolunu şaşırma. ” Burada
yazar şöyle yazıyor: “O, ona o yüzden böyle diyordu ki, yolu kaybetsin,
ruhları şaşırtsın, oğlunu kötü ruhlar olan Kinrlerden korusun. ” Anne de
Balık Bayan boyunun diğer üyeleri gibi Kinrlerin insanlara, özellikle de
çocuklara büyüdüklerinde avcı olmamaları için hastalık, sakatlık verdiklerine
inanıyordu. Aytmatov, kendisi bu olayı açıklığa kavuşturmuştur. Bundan sonra,
avdan eli dolu dönen yeni avcının şerefine yapılan merasim tasvir ediliyor.
Boydan olan insanlar toy-bayram edip, eğlenir, en akıllı kişi olan Şaman avcı
hakkında yer ve su ile konuşur, onlara bu avcıya karşı iyi davranmaları,
başkaları ile paylaşabilmesi için avım bol etmeleri, Balık Bayan soyunun
artması için çok evlât vermeleri amacıyla yalvarır. Daha sonra Şaman yeni
avcının talihini gökteki yalnız kendisinin bildiği bir yıldıza emanet eder.
Eserde, avcılar birinci adadaki avdan
sonra diğer tarafa geçmeden önce toprak sahibini yedirmeyi de unutmuyorlar. Bir
daha geldiklerinde de avlarının iyi olması için nerganın kalbini küçük küçük
doğrayıp, toprak sahibini yedirmek için yere serperler. Sahiplerin yedirilip
içirilmesi geleneği şamanlarda da vardır. Tuva Türkleri’nin “Ovacı Dagır”
merasimi buna örnektir. Ovaya dilek dilemeye gelen boy, aile üyeleri burada
kurban keser, eti pişirip yemeden önce en yağlı tekeleri ovaya bırakır, sonra
ise kestiği koçun başını ovayı koruması için direğe takar ve giderlerdi. Güney
Sibirya’da günümüzde de eski gelenek göreneklere sadık kalanlar çay ve süt
içtiklerinde serçe parmaklarını içeceğe batırıp, etrafa seıperler. Tuva
Türkleri’nde, bahar bayramı olan Şagaa zamanı halkın aksakallısı çaydan kepçe
ile kazandan alıp, hayır-dua ederek etrafa serper. Tapmak yerine gidenler,
kestikleri hayvanın etinden, evden getirdikleri yiyeceklerden sofraya koyarlar.
Şimdi ise, bunu fakir ve dilenciler için yaparlar ki, yiyip içip "Allah
kabul etsin "desinler. Fakat bu Şaman inancı ile ilgilidir. Ve nihâyet,
denizin katı dumanı içerisinde ümidini kesen Mılgun’un rüzgârlar Şamanı’na
küfür etmesi, dumanı dağıtmasını istemesi de her bir tabiat kuvvesinin ruhlar
ile ilişkiye girip, onu yönelten Şaman’ın olması inancı ile ilgilidir.
Şaman inancına göre, su, ateş, toprak, dağ
sahiplerine yalvarıp, onlardan bir şey rica edildiğinde, onlar her zaman yardım
ederler. Göçeri Kuşun Ağası hikâyesinde Kermolgo-zay Issık-Kulayalvararak dileğini
Tanrı’ya iletmesini rica ediyor. Sonraki devirlerde insanlar Şaman’m yerine
geçmeye çalışıyorlardı. Kendileri suyun sahibi ile ilişkiye girip dileklerini
onun yardımlarıyla Tanrı’ya iletmek istiyorlardı. Günümüzde uykusunu
karıştırmış herkes rüyasını suya anlatır. Şamanizm’in takip edildiği devirlerde
bunun ne amaçla yapıldığını açık açık söyleyemeyen dede ninelerimiz bunu "Su aydınlıktır” diye açıklıyorlardı.
Cengiz Bey’in müslüman olduğunu
biliyoruz. Bir dini anlat
desek, benimsetecek kadar güzel anlatılmasını istesek, Cengiz Aytmatov,
Şamanizm’i mi, Hıristiyanlık’ı mı, İslam’ı mı, Budizm’i mi güzel anlatır,
benimsetir? Bence hiçbirisini değil ve aynı zamanda hepsini. Onun eserlerini
farklı dinden, kültürden olan insanlar için bizce okunaklı kılan da budur.
Sh: 227-232
“Komünist rejim
altında yaşayan bir yazar ancak rejimin kafes içinde yemek karşılığı şakıyan
bülbülü gibidir. Ben, bülbül olamadım ve hükümetin istediği gibi şakıyamadım.
1956 yılından sonra beni tutukladılar!"
Bu söz benim değil. Bugün Macaristan’da,
en eski Hunların yaşadığı topraklarda Macarların “Arpi Amca ” deyip benimsediği
Macaristan Cumhurbaşkanı Arpad Göncz’ün.
O, böyle söylüyor. İyi bir tarım işçisi olduğu kadar yetenekli bir yazar da
olan Cumhurbaşkanı Arpad Göncz’ün yaşanmış ve denenmiş bir ömür içindeki
deneyimlerinin ve gözlemlerinin tanıklığında vardığı bu kanaat üzerinde
düşünülürse, Nâzım Hikmet’in gerçek dokusu apaçık ortaya çıkar. “Macar Cumhurbaşkanı ve yazımızın konusu Cengiz Aytmatov
ile Nâzım Hikmet’in ilgisi ne?” sorusunu sormanın yersiz olacağını
düşünüyorum. Çünkü zaman, yer, şartlar ve örnekler bilinmeden kahramanı
seçemezsiniz!
Bu yazının kahramanına ben, yoldaşım
Cengiz Aytmatov derken, zaman, yer, şartlar ve örnekler süzgecinden geçmiş bir
başarılı sanat adamına yakınlık hissi duyma onurunu düşündüm elbette. Fakat
daha çok, sanat adamı olma yeteneğine eşlik gibi bir cesaret denemesinden
değil, birkaç küçük dış benzeyişler düşüncesiyle yoldaşlığı yakıştırdım. Aslında
dostum Profesör Sadık Kemal Tural böyle bir yazı istediği telefon konuşmasında
bu başlığı da kendisi seçmişti. Yirmi yıl önceki arayışımı ve Cengiz
Aytmatov’un benim bir tür tesellim oluşunu hatırlayınca ben de teklifin
uygunluğunu düşündüm. Kendisinin haberi bile olmadan Cengiz Aytmatov yinni yıl
önce adı için yollara düştüğüm bir sanat adamı idi.
Yirmi
yıl önce, 1978 yılında, Sovyet Sosyalistleri topraklarında dolaşır iken elimde
bir telefon numarası ve aklımda iki isim vardı. Benim gibi ömrü Marksizm, Leninizm,
komünizm ve Sovyet Sosyalistleri karşıtı yazılar yazmak ve konuşmak ile geçmiş
bir Türksever için, hele o vakitler, şimdiki gibi çat kapı gidebileceğiniz
kolaylıkta bir ülke olmayan Sovyet Sosyalistleri toprağına gidebilmek ve orada
gezebilmek imkânsızı yaşamaktan başka bir şey değil idi. Şimdilerde benden
başka herkesin kolayca, rahatça ve sıkça girip çıkabildiği Türk ülkelerine
1978 yılında gidebilmek için önce Moskova’dan izin almak şarttı. Moskova,
bize yedi sekiz ay o izini vermedi, çeşitli gerekçelerle geri çevirdi. Yedi
sekiz ay sonra da en olmayacak bir vakitte, Ekim ayında, ve ansızın, uygun
cevabını gönderdi.
Moskova kenti bizi hiç mi hiç
ilgilendirmiyordu o günlerde; görmek istediğimiz yerler Bakü’den başlayan Türk
ülkeleriydi. Israrlarımız sonunda giriş izni alabildi isek de Kırgızistan’da
Bişkek, Türkmenistan’da Aşkabad yolumuzdan çıkarılmıştı.
O vakit elimdeki tek telefon numarasının
değerinin arttığı sanısına kapıldım; telefon numarası Bakü’de Bahtiyar Vahapzâde’nin idi. Onun aracılığında
bir yardun ile hem Kırgızistan’a, hem Türkmenistan’a giriş izni alabileceğimizi
sandım. Aklımdaki iki isimden biri olan Cengiz Aytmatov Kırgızistan’da idi
çünkü.
Bahtiyar Vahapzâde’yi bana Müslüman
olmuş Alman asıllı biri tanıtmıştı, o vakte kadar Vahapzâde Türkiye’de sanırım
bilinmiyordu. Alman asıllı
Müslüman ise, Doğu Almanya üzerinden benim kitaplarımı Vahapzâde’ye, onun
şiirlerini bana ulaştırıyordu, mektuplaşmamız da önceleri bu yol üzerinden
olmuştu. O şiirleri İstanbul’da bir edebiyat dergisinde, derginin sahibi
bilinen yazarı da etkileyerek yayınlatmış, Vahapzâde’yi böylece Türkiye’de de
duyurmuş idik. Bu bakımdan Bakü’den Kırgızistan’a gidebilmek kolaylığı
sağlanacağına, en azından telefon ile konuşulabileceğine inanıyordum. Bu,
hürriyetin tutsaklandığı vakit ölüme eş bir nefessizlik hâline geleceğini
Türkiye’de yaşadığı için bilemeyenlerin, benim gibi, korkunç bir yanılgısı idi
aslında.
Nitekim, ömrümün
asıl yoldaşı eşim Muazzam ile başladığımız o yıl için o imkânsızın yaşanması
diyebileceğim yolculuk asıl tadıyla Bakü’de başladı dersem yanlış olmaz. Heyecanlarımız, umutlarımız, kırk yıllık
inanç ve aşk bağlarımız Bakü’den başlayarak gözlerimize açılıyordu birer birer,
ve artık, umutlarımızın göverişini görmenin sarhoşluğu başlıyordu. Daha doğrusu,
onca zamandır donmuş gibi duran olağanüstü resimler hareketlenmeye ve
dillenmeye başlamaktaydı.
Bakü’de otele yerleşir yerleşmez ilk
işimiz telefonu denemek oldu. Saat gecenin onbirbuçuğunu geçmişti. Karşı
tarafın telefonunda zil sesini duyduğumda, o yaşımda bile heyecanlıydım.
Vahapzâde’nin epeyce çekingen, hattâ tedirgin, “Aloo?.. ” deyişini duyduğumda
ise çok heyecanlandım.
O konuşmadan onbeş dakika sonra Hazar
Denizi’nin kıyısında bir kahvede idik. Bahtiyar Bey yanında birini daha
getirmişti... Hem yakını idi, hem de galiba
Komünist
Partisi’nde etkili bir görevi vardı. Buna rağmen biz Kırgızistan’a giriş iznini
alamadık. Cengiz Aytmatov’un telefon numarasını Vahapzâde biliyordu. Fakat iki
Türk ülkesi telefonda birbirleriyle görüşemiyordu, veya bana öyle söylendi; bu yüzden Bakü’de, en azından yoldaşım
Cengiz ile telefon görüşmesi yapabilme umudum da böylece sönmüş oldu.
Belki yararı olur düşüncesiyle, Vahapzâde
Taşkent’te bir isim ve telefon numarası verdi, bir de Almaata’da Olcas
Süleymanov’un ev adresini kendi eliyle yazdı. "Bu telefonları geç
vakitte ara. O saatlerde kendilerinin çıkma ihtimâlleri daha çoktur. Yoksa
telefonu açan kişi, senin adını duyunca aradığın kişinin şehirde olmadığını
söyler. Ne zaman döner?., 'sorusunu da senin şehirden ayrılacağın günden
sonraki haftaya tarihler. Sen telefon ettiğinde ben çıkmamış olsaydım, açan
kişi oğlum ya da eşim bile olsa böyle söylerdi, söyleyecekti. Bizim buralarda
töredir bu... ” diye de sıkı sıkıya öğütler verdi.
Taşkent’teki telefondan aldığım ilk cevap
Bahtiyar Vahapzâde’yi hemen doğruladı. Daha sonra yine Taşkent’te ummadığım bir
şekilde iki saate yakın konuştuğumuz Özbek Yazıcılar Yığmağı Reisi’nden de
Kırgızistan’a giriş izninin alınamayacağını öğrendim. Bir Türk ülkesinden başka
bir Türk ülkesine geçilemiyordu. Yazıcılar Yığmağı Reisi, Taşkent’te, aslında
demeğin gerçek yöneticisi olan sekreteri durumundaki Rus kadınına Bişkek’ten
Cengiz Aytmatov’u telefon ile arayıp konuşmamızın sağlanmasını buyurduğunda,
doğrusu bir parça umutlanmıştım, yazık ki Yazarlar Birliği’nde kaldığım iki
saate yakın bir zaman içinde Kırgızistan ile konuşma imkânı bulunamadı. Sonunda
iletişim karışıklığı veya kopukluğu olduğu söylenerek özür dilendi. Taşkent’te
de, yoldaşım Cengiz Aytmatov’a ulaşmamız mümkün olmamıştı.
Sovyet Sosyalistlerinin topraklarına
girerken aklımdaki iki isimden biri, Bakü’de Bahtiyar Vahapzâde’nin de görmemi
arzuladığı kişinin adı idi, Olcas Süleymanov’du. O günlerde başını dertten
derde sokan Az I Ya adındaki ünlü
eserini yazmıştı ve bir göz hapsindeydi. Tahmin edeceğiniz gibi, Vahapzâde’nin
dedikleri gerçekleşti, telefonlarıma çıkan hep aynı kadın sesi, değerli yazarın
Almaata dışında olduğunu, bir aydan önce de dönmeyeceğini söyledi. Araya sora
bulduğum evinde ise kapıyı açan olmadı; evde bir yerlerden görüldüğüme, kapının
bilerek, isteyerek açılmadığına bugün de eminim.
Almaata’da bulunduğumuz bir hafta içinde
adım adım her yanını dolaştığım şehirde, içinde çalışanı Rus veya Kazak Türkü,
hangi kitapevine uğrayıp Olcas Süleyman’ı ve eserini, Az l Ya’yı sordu isem hep
aynı soğuk cevap ile karşılaştım: "Yok!"
Yüzüme kuşkuyla baktılar hep. Ve elbette,
Kırgızistan’a gitmek, Bişkek’te Cengiz Aytmatov’a yoldaş ve konuk olabilmek
hayâllerimiz de uçtu gitti.
Sanıyorum, bir yolculuğu anıyor
görünürken, bol haklar ve hürriyetlerden bol bol, hem de bağıra çağıra söz
edilen Sovyet Sosyalistlerinin ülkesindeki hürriyetlerinin hemen hemen tümünün
hapsedilmesiyle doğmuş imkânsızlıklardan söz etmeğe çalıştığımı
anlamışsınızdır. Yoldaşım Cengiz Aytmatov, öyle bir ağdalaşmış imkânsızlık
denizinde boğulmadan ve batmadan yüzebilmenin ustalığını göstermiş sanat adamı
oldu.
Herhangi bir yazarın, adını duyurması çok
kolaydır; hattâ eserinin adını şehirler ötesine taşımak ondan da kolaydır...
Yandaşlar ve omuzdaşlar bunun için yaratılmışlardır; milletlerarası
çığırtkanlık örgütleri bu iş için görevlendirilmiştir. Fakat, bunlara rağmen,
sanat eserini yaşatmak, hiç ihtiyarlatmamak çok zordur. Bence Cengiz
Aytmatov’un yüceliği bu zoru başarmakla başlamıştır.
Yine de zaman zaman düşünürüm: “Acaba
Aragon, Aytmatov’u Fransa’ya aktarırken sadece ondaki romantizmin büyüsüne mi
kapıldı?”
Çok uzun ömrünün tamamını milletlerarası
komünizmin akışına kaptırmış ve adamış olan Aragon muhakkak ki inancının
mistiği ve sâdece marksizm’e değil, Lenin’den sonraki komünizme de
yakışamayacak, hattâ fazla ince kalarak ters düşecek romantizmin hastasıydı.
Bütün dünyayı çok sevdiği karısı sevgili Elsa’sının yüzündeki yansımalarda
seyreden; aynı zamanda Rus Komünizminin merkez şâiri Mayakovsky’nin de baldızı
olan Elsa’sınm gözlerinden görebildiği dünyadaki beklentileriyle bir tür Mecnûn
sayabileceğimiz Aragon, Aytmatov’un Cemı'/e’sindeki aşk’a, okur okumaz
tutulmuş, hayran kalmış ve o hayranlığı da çevresine duyurmaktan sakınmamıştır.
Cengiz Aytmatov’un destanlaştırdığı, derinliği yüzlerce karış olsa da dibindeki
küçücük kırıntıları bir bakışta seçilebilecek kadar duru, katıksız ve ışıltılı
suları andırır aşk’ın soyuna sopuna özgü bir geleneksel aşktan kaynaklanması,
Aragon’u besleyen aşk’tan hem değişik, hem özgün olması, fakat evrensel olanla
çatışmadan, çekişmeden evrenseli de bütünleyerek özgünleşmesi okuyan herkesi
ayrıcalıklı bir sanat adamı ile baş başa olduğuna, daha o anda, inandırıyordu
çünkü.
Böyle olduğu hâlde, Aragon’u tutsak alan
sadece has aşk, o aşkın özgünlüğü, gelenekselliği ve destansı anlatışı
değildir, başka büyüler de vardır.
Otuz yıl kadar önce tanıştığım bir Bulgar
Türkolog bana, ülkesinde de konusunu tarihten alan roman yazarlarının
bulunduğunu söylemişti ve: "Günümüzde tarihe
sığınmak yazarlarımızı rahatlatıyor" demişti. Herhalde o
günlerde ülkesini kilitleyen komünist yönetimini düşünerek söylemişti.
Ona, o gün, tarihin bir sığınma evi
olmadığını söyledim. Tarih bir araç gereç ambarı idi aslında, bir deneyimler
eviydi belki de, denemelerin örnekleri orada saklanıyordu. Görebilir iseniz
onlardan yararlanabilirdiniz; göremez iseniz bir putlar evi gibi kapalı ve çoğu
suratsız yüzlerle karşılaşabilirdiniz. Aslında tarih, benim için elbette, adına
bugün dediğimiz yarma akan ırmağın kaynağıydı; kurutursanız bugünü susuz
bırakır, yarını çoraklaştırırdınız. Roman yazan, kaynağa ulaşmadan ırmağın
hiçbir bölümünde ve kolunda özü bulamazdı.
Bulgar Türkoloğu bir daha göremediğim için
sözlerime inandı mı inanmadı mı bilmiyorum. Fakat Yoldaşım Cengiz Aytmatov’u
biliyorum. Tarih, onda çocukluk... Bütün eserleri, çocukluğun özümsediği
tarihin bakışıyla ışıltılı görünüyor. Geriye doğru yaşlılar, aksakallar; yakma
doğru ağabeyler, gelinler geçmişlerinden getirdiklerini bugünlerinde yaşatırken
mutluluk aktarırlar. Bu durumda geçmişe sığınmak değil, bugünün geleceğe
dökülmesi söz konusudur.
Çocuğu bütünleyen, başka bir deyişle
tarihi bugüne getiren bağ çevre, tabiattır. Bence Aragon’u büyüleyen ve
tutsaklaştıran da yoldaşım Cengiz Aytmatov’daki bu tabiat bütünleşmesidir,
aslında Kırgızistan’dır o bütünleme, yurttur; zaman zaman ilâhileşir. Aragon’un
inanmadığım söylemekten çekinmediği fakat yine de dilekler dilediği bir Tanrı,
veya Steinbeck’in “bilinmeyen bir Tanrı" sırrı çocuğa, tabiatın
içindeyken onu uçuracakmışçasına güvenişler sağlar.
Kırgız Türklerinin binlerce yıllık
birikimlerinin canlandırdığı ve yaşadıkça yaşattıkları çevre ile ancak Kırgız
Türklerinin varoluşuyla varlığı sürebilecek tabiat, Sovyet Sosyalist
sanatçılarının, Bolşevik ihtilâlinden çıkmış Lenin Stalin sütlü komünist
ilericisi yazarlarının tabiatı ve çevresi değildir elbette. Onlar, kalıplaşmış
fotoğraflarıyla ancak bizim roman yazarlarımıza soğuk birer tekrar olmuşlardır
ve o yüzden de, bugüne kadar başarılı olabilmiş, bizim diyebileceğimiz
romanımız da, romancımız da yok gibidir. Sovyet kokulu olmadığında ya Fransız,
ya Anglosakson yapışkanı romancılarımız ve romanları hâlâ ite kaka gitmekteyse
Cengiz Aytmatov’u besleyen kaynağa yüz çevirişleri sebebindendir. Aytmatov
un tabiatında Oğuz Kağan’dan Er Manas’a esen rüzgârları her zaman
hissedebilirsiniz, hem de en yeni esintileriyle. Şolohof’ta, Soljenitsin’de ya
da
Gorki yahut Tolstoy gibilerinde ancak
onlara has tabiat ne ise Aytmatov’daki de odur ve çok daha zengindir. Belki İskandinavyalı
Knut Hamsun’un o olağanüstü tabiatı inandırıcı, özel ve yoğundur; bu yüzden
de yazarını yüceltir, ayrıcalıklı kılar. Bana kalırsa Aragon gibi hasta bir
komünisti büyüleyebilen güzellik de buradadır.
Dünyanın büyük dillerinden biri, bence en
güzeli olan Türkçenin Kırgız ağzında okumaya alışabilseydim yoldaşım Cengiz
Aytmatov’u ayrıca yücelten anlatım hoşluğunu da sizlere anlatmaya çalışırdım.
Bildiğim, Aragon gibi iflâh olmaz bir komünistin aklını başından alan
Aytmatov’un Rusçası değil, Aytmatov’un ruhundan koparıp sunduğu Kırgız
dünyasıdır; Kırgızistan ve Kırgız Türkleridir. Çünkü sanat adamı gördüğü
dünyayı, varlığı ve nesneleri ruhuna sindirirken yoğurup daha zengin ve süslü
dünya, varlık ve nesneler biçimlendirir. Onlar, hem asıllarıdır hem değillerdir...
Tıpkı Kırgızistan ve Kırgız Türkleriyle yoldaşım Cengiz Aytmatov’un
Kırgızistan’ı ve Kırgız Türkleri gibi. Birincisini görür, İkincisini
seversiniz; fakat gerçek olanı sizin sevdiğinizdir.
[BURAYI OKUYUN:
Gavur,
gavurluğundan vazgeçer mi solcuğunu bırakır mı? İhramcızâde İsmail Hakkı]
Şunu
da belirtmeden geçemeyeceğim, yoldaşım Cengiz Aytmatov aynı zamanda benim
tesellim olmuş, beni teselli de etmiştir. Meydan La Rousse denilen
yayının satıldığı yıllarda ben de genç sayılırdım ve yazık ki o genç yaşlarda
bir yazar insanlardan hep beklentili oluyor, o yayında benim adımın
yazılmadığını gördüm. Sol bilinen iğne iplik türü sayılacak
yazar çizerden, adı bilinmezler bile var idi de benim adım yoktu. Üzüldüm.
Sepetçioğlu... sözünün
karşısında parantez açılmış (sepetçioğlunun adından) diye bir acâyip açıklama
konularak oyun havası anlatılmaya çalışılmıştı; neredeyse, dikkât bu o adam
değildir... demedikleri noksan uçukluklarda ansiklopedi yazmışlardı;
yâni böyle bir yazar yok, fakat oyun havası var... demeye getirmiş olmalılardı.
Daha çok üzüldüm.
Fakat o yayında baktım, Cengiz Aytmatov
adı da yoktu. Arayıp bulamayınca, “Onun gibi bir yazarı
almadıklarına göre beni neden var saysınlar!" dediğimi
hatırlıyorum. Bu düşünce benim tesellim olmuştu. Aynı yayının, epeyce yıl sonra
yayınladıkları eklerinden birinde, güzel bir tesâdüf, onu da, beni de kısaca
yazdılar.
Şimdi
ben o yücelmiş sanat adamı, yoldaşım Cengiz Aytmatov için yazıyorum. Daha bir
nice yılı, doğduğu yücelikte ve yaşadığı yetmiş yılın zenginliğinde yaşamasını
diliyorum.
Sh: 195-200
Cengiz Aka’m, akalarım, kardeşlerim,
Arapçada bir söz vardır. Kelimenin kökü,
ve-ha-ye... Ne demek biliyor musunuz? Bir bilgiyi veya haberi gizli, üstü
kapalı, sadece ve sadece idraki yüksek insanlara söylemek demek. Özel olarak
yazılmış mektup, gizli söz, üstü kapalı bir ifade, vahiy anlamlarını da
taşıyor... Vahiy, Allah’tan insanlara peygamber aracılığıyla gelen hükümler,
buyruklar, emirler, sözler anlamına gelen bir teoloji terimi... Ne diyor o
emirlerde? “Ey insan! Sen kendine yabancılaşma! Bu Allah’ın
sözüdür. Bu özel bir emir, özel bir mektupdur. ” Peygamberler Allah’tan aldığı mesajı
insanlığa taşıdı...
Yazarlar da, insanlara ata ruhlarından
aldıkları birtakım mesajları iletirler. Yazarlar ile yazar geçinenler arasında
büyük fark vardır. Dünyanın büyük yazarlarından Shakespeare, İngilizceyi ve
İngiliz milletini dirilten bir yazardır. Hugo, Fransızları millet yapan
bir yazar. Fransızca sözlükteki kelimelerin nerdeyse yarısını kullanan ve
böylece Fransızcayı ve Fransızları da kurtaran bir yazar. Şehnâme, Turan’ı anlattığı hâlde, Firdevsî, Farsçayı ve
Farsları dirilten insan... Bizim de böyle ata-babalarımız vardı. Türk soylu
halkların geçmişinde övünç olan ataları vardır.
Hayır...
Türk Dünyasında ata ruhlarından
aldıklarını üstü örtülü bir biçimde
diyen
bir yazar.
Kim
O?
Törekuloğlu
Aytmategin Çengiz Ağa.
Gülsarı aracılığıyla eski rejimle
hesaplaşmasını, Kırgızlara, Türk Dünyasına ve sosyalizme ipoteklenmiş kafaların
dünyasına gönderilen mesajını veriyor. Gülsarı'da önce O, koca rejimle
hesaplaşan. Türkmenistan’da at mübarektir. Türkmenistan’da at öyle mübarek bir
şeydir ki, size bunu anlatamam. At dinin bir parçası gibidir. Kırgızistan’da da
at mübarekten farklı bir şey, mesajın aracısı olmuştur. Çengiz Ağabey, onu
yazdığında Elveda Gülsarat demiş. Kendisi Türkiye Türkçesi’ne çeviren
doğru yapmış diyor: Kopar Zincirlerini Gülsarı. Cengiz Aytmatov, ne
yazdı diye kendime sordum. Hepsini okudum. Ben edebiyat profesörüyüm, işim bu.
Ne yazdığıyla, niye yazdığını yanyana getirdim.
Ne yazdı?
Niye yazdı?
Peki Cengiz Ağabey, bunları duvarlar
yıkıldıktan sonra mı yazdı?
O iş kolay, duvarlar yıkıldıktan sonra
yazmak kolay. Duvarların ötesindeyken, bu eserleri yazmak... Halkına, hayır,
Türk-Kazak bozkırlarının, Kırgız-Kazak bozkırlarının oradan sıçrayarak, sabah
Türkmenoğlu’nun, Annaguli Bey’in dediği gibi, Bay Konur’dan atılan spotnikler
gibi, Bişkek’ten, Moskova’dan atılan fikir spotnikleri, mesaj spotnikleri ile
Türk Dünyasına ulaştı, duvarlar varken. Törekuloğlu Çingiz Ağa bizim
uyanışımızın, bizim dellenişimizin, bizim kendimize gelişimizin özel
mesajlarını kitaba koydu. Anlayana, Mankurt olmayana, Mankurt olmamaya kararlı
olana... Biz onun için ne yapmalıydık?
a) Onun eserlerini yıllarca Türkiye’de basıp
te’lif haklarını vermeyenlerin peşine düşmeliydik. Beraber, elele tutuşarak
telifinin ödenmesi kavgasını vermeliydik?
b) Böyle büyük bir yazarı, onun ayağının
tırnağı etmeyenlere verilen o Nobel Ödülü’nün sahibi yapmalıydık.
Bu üç günlük toplantı, bu 30 bilim
adamının söylediği söz, 153 dile çevrilmiş Aytmatov’a çok şey katar mı? Hayır!
Ama yapılması gerekli miydi? Evet! Neye? Biz bunları okuyoruz, anlıyoruz. O
mesajın ötesinde ne var, onu başka bilim adamları, başka sanat adamları görür,
onu göstermek istiyoruz. Biz, bize düşeni yapmaya çalıştık. Eksiği varsa, ayıbı
varsa, tamamı bana aittir. Bir başarı, bir güzellik varsa, benim görünmeyen
kahramanlarım var. Onlara aittir.
Cengiz Ağa’ya, onun can dostu, gelecek
sene ona hizmet etmeye söz verdiğim Muhtar Şahanov Bey’e, Ece Hanımefendi’ye
huzurunuzda tekrar teşekkür ediyorum. Hem yazdıkları, hem yazdırdıkları, hem
okuttukları, hem düşündürdükleri için... Allah size uzun ömürler versin...
Hoşgeldiniz!
Sık sık gelin! Hep yazın!
Siz yazın, biz okuyalım.
Sağolun, varolun...
Sh: 239-240
Kaynak:
DOĞUMUNUN 70. YIL DÖNÜMÜNDE CENGİZ AYTMATOV ULUSLARARASI BİLGİ ŞÖLENİ
BİLDİRİLERİ (8 -10 Aralık 1998 -Ankara) Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı
Yayınları
****
Annesi Kertolgo giderken Tanrı’ya,
ordularının galip gelmesi için dua eder:
“Ey Tengri, şu korkulu felâket günlerinde, düşmanımız
Oyratlara karşı dayanma gücü ver bize.
Bu atalar yurdunu, dağlarında verdikleriyle yaşayan,
hayvanlarını orada otlatıp besleyen Kırgızları koru!
Oyrat atları toprağımızı çiğnemesin, ocağımızı söndürmesin.
Savaşta bizi zafere ulaştır!
Orada, şu dağların ardındaki Talçuy vadisinde neler oluyor?
Ne oldu?
Hiç haber yok! Savaş alanından tek haberci gelmedi.
Ufuklara baka baka gözlerimiz karardı, üzüntüden kalplerimiz
yoruldu.
Neler oluyor orada?
Yarınımız ne olacak?
Onları koru ey Tengri, savaşa gidenlerimizi koru.
Evlâtlarımızı eyerlerinin üzerinde oturur görelim, onları
bize develerin üzerine yatırılmış olarak gösterme.
Duamı kabul et ey Tengri, üç oğul anası olan benim dualarımı
kabul et!”
Yıldırım Sesli Manasçı, CENGİZ AYTMATOV (s. 13).
**
“ Ve masallar yok oldular.
Dağlar boşaldı...
Derken, ömründe hiç masal
görmemiş insanlar dünyaya geldi.”
Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, (Çev. Refik
Özdek),
Ötüken Yayınları, İstanbul 1991, sh: 72
Ötüken Yayınları, İstanbul 1991, sh: 72
**
“ Adını hatırla!
Kim olduğunu hatırla!
Babanın adı Dönenbay!
Dönenbay! Dönenbay"
Mankurt
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar