Print Friendly and PDF

CENGİZ AYTMATOV

Bunlarada Bakarsınız



“Ey insan! Sen kendine yabancılaşma!
Bu Allah’ın sözüdür.
Bu özel bir emir, özel bir mektupdur. ”
**
“Eğer insanlar
yeryüzünde yaşamayı öğrenemezlerse,
yok olup giderler. ”
CENGİZ AYTMATOV
İnsanın, özünü, çevresindeki kendisine benzer varlıkları ve benzemeyen dünyayı tanıyıp, adlandırıp, değerlendirmesi karmaşık bir işlemdir. Bu karmaşık işlemin gerektirdiği akıl yürütmeyi önermelere dönüştürme üç ayrı alandan gelen yönlendiricilerle mümkün olabilmektedir:
1)        Vahiy'den cinnete kadar giden yolda bazı insanların alabildiği özel bilgiler,
2)        Bilim denilen ve kendisine mahsus kavram, terim, yöntem ile sabırlı bir çalışmayı benimseyen insanların ulaşabildiği genelleşen bilgiler,
3)        ilk iki alandan farklı, ancak onlarla beslenen ve onları besleyen bir dünyanın içinde, fakat ferdî gayretlerin hâkim olduğu bir çalışmanın sonucunda ulaşılan bir yanıyla özel, bir yanıyla genel bilgiler.
Birinci alana ait özel bilgiler, Peygamber, Nebî, Resûl adı verilen, Yaradan'la ilişki kurma hakkı verilmiş, “Vahiy" kavramına giren bilginin muhatapları... O özel bilginin dünyasına aşk, sezgi ve teslimiyetle uzanan velîlerin söyledikleri, bu ilk grup insana benzeyen hâller gösterip, başkalarını yanıltmakla beraber, diğer iki grupla da alâkasız, mecnunlar, şarlatanlar.
Bilim denilen aklın taçlandırdığı bir dünyada daha önceki önermeleri ve tecrübeyi dikkate alarak, oluş ve kılışların sırrını çözme yönünde, parçanın sırrına gidenler veya bütünlüğü hükme bağlamaya çalışanlar, bilim adamları, kendi dünyalarını, insanları, diğer canlıları, tabiatı kavranılır hâle getirmeye çalışıyorlar. Bilim adamları temkinli, geniş görüşlü ve sezgisi yüksek insanlar olarak, hem geçmişe, hem de geleceğe karşı sorumlu olduklarını unutamazlar. Toplumların sıkışık anlarında âcil çözüm bekleyen bunalımlı günlerinde veya aylarında bilim adamı yahut fikir adamı gibi görünen şarlatanlar da ortaya çıkıp hükümler, önermeler, çözüm teklifleri ileri sürerler Bilim ve gerçek fikir adamıyla şarlatanı ayıramayan toplumların işi zordur.
Peygamber ve velîden de, bilim ve fikir adamından da daha farklı, daha ferdî bir alan var ki, o sanat ve edebiyat dünyasıdır. Eşyayı, tabiatı, insanı ve Yaradan’ı özel gayretlerin sonucunda kavrayan insanlar sanatçılardır. Hem duyarlılığı, hem mesajların iletilişi, hem de dil adı verilen aracın kullanımı bakımından sanat dünyasının çok özel alanı Edebiyattır. Edipler (şâirler, romancılar, hikâye yazarları, tiyatro yazarları, deneme yazarları, seyâhat veya hâtırat yazarları), Yaradan ’ı, insanı, tabiatı, eşyayı bir taraftan kavrama, bir taraftan da aralarındaki ilişkileri çözme, özel gibi görünen genel hükümlere bağlama başarısını gösteren insanlardır. Bu insanların, bir millî iklimde yetişecekleri açıktır. Bir millî hayatın içinde karşılaştıklarını doğru kavrayıp, doğru anlatıp, dilin imkânlarından yeterince yararlananlar, diğer milletlerin ufuk çizgisine yükselmiş olurlar. Gerek peygamber ve velîlerin, gerek gerçek bilim veya fikir adamlarının, gerekse gerçek ediplerin benzeştikleri noktalardan ikisi, nefsini aşma acısı ile yalnızlığa mahkûmluk çilesini kabullenmişliktir. Bir diğer özellik ise, onlar artık kendi milletinin bir parçası olduğu kadar, insanlığın övüncü, malı ve sesidir.
Cengiz Aytmatov Törekuloviç, bir gerçek ediptir. Son kırk yılda yazdıklarında Kırgız hayatını anlatıyor gibi görünse de, öncelikle Türk Dünyasının, sonra da insanlığın ufuk çizgisinde her zaman karşılaştığımız ve karşılaşacağımız durumlar ve onların yorumlarını anlatan Aytmatov, insanlığın büyük oğullarındandır.
Cengiz Ağa, Aytmatov Ağabey konusunda bir akademik toplantı yapmayı her zaman düşünürdüm. Onun 70 yaşına varması bu dileğimin gerçekleşmesi için bir açık vesile oldu. Kardeşim, dostum, A. Akmataliyev 'in heyecan dolu cümlelerini ve dileklerini yüreğinde duyan bir insan olarak, bu büyük yazara hak ettiklerinin küçük bir karşılığı olmak üzere, Atatürk Kültür Merkezi’nin şeref üyeliğini ve ona ayrılmış bir bilimlik toplantıyı gerçekleştirmek bize gurur veriyor. Ankara ’da değerli eşleriyle birlikte ağırlamaktan zevk duyduğumuz büyük yazar Cengiz Aytmatov un eserleri, daha çok konuşulacak, değerlendirilecektir. Bu toplantıya katılanların, değerlendirme ve yorumları o yöndeki adımlardan biri sayılmalıdır.
1999 yılı Nisanında Paris’te UNESCO tarafından Aytmatov adına yaptırılan ilimlik toplantı yanında, bu yılın Mayıs’ında Kırgızistan Devleti’nin de Cengiz Aytmatov Ağamız için bir toplantı düzenlemekte olduğunu bilmek bizleri mutlu ediyor. Onun eserlerini okuyanlar, okumayı kavramaya dönüştürenler Cengiz Aytmatov ’un, insanın çaresizliği karşısındaki konumunu, kişioğlunu beşerî ölçülerde anlayan ve anlatan ender büyük yazarlardan biri olduğunu bilirler. Bu büyük yazarı hürmet ve muhabbetle selâmlıyor, bildiriler kitabımızı sunmanın gururunu taşıyoruz.
Bildirileriyle katkı yapanlara, Saygıdeğer Cumhurbaşkanımız Sayın Süleyman DEMİREL’e, Devlet eski Bakanı A. Andican’a şükranlarımızı bildirmek bizim için çok zevkli bir görevdir.
Eserin, hatasız ve güzel basımının sağlanması için çaba harcayan sevgili Elmas Kılıç’a ve sevgili Neval Konuk’a teşekkür ediyorum.
Sadık TURAL
 Nisan 1999, Ankara
Sh: 3-5
Hzl: Belkıs GÜRSOY
Cengiz Aytmatov’un eserlerinde biyografisini aramadan önce, yazarın hayatı hakkında kısaca bilgi vermenin; sonra bu bilgilerin roman ve hikâyelerindeki akislerden bahsetmenin yerinde olacağı kanaatindeyiz.
Aytmatov, 12 Aralık 1928’de Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e bağlı olan ve Talas vadisinde yer alan Şeker Köyü’nde doğar. Kopuz çalan ve eli her işe yatkın olan dedesi Aytmatov, çalışkan, fakat fakir bir kimsedir. Dede Aytmatov kardeşi Birimkul ile bir su değirmeni kurarsa da, bu değirmen kısa bir süre sonra yanar. Bunun üzerine dede Aytmatov on iki yaşındaki oğlu Törekul’u yanına alır ve Maymak istasyonu yalanındaki demiryolu tren inşaatında çalışır. Baba Törekul, Cambul’a yerli Rus Okulu’nda okumaya gider. Sonra memuriyet hayatına atılır. Törekul, 1937’de Stalin’in temizlik harekâtının kurbanları arasına katılır. Kemikleri 1991 yılının Ağustos ayında Çön Taş obasında bulunur. Aytmatov’un amcası da II. Dünya Savaşı’nda ölmüştür. Annesi Nagima Hamzayevna Aytmatova, çeşitli memuriyetlerde bulunmuş modem bir kadındır. Dört çocuğunu kendi başına büyütmek durumunda kalmıştır. Cengiz Aytmatov, ilkokula Şeker Köyü’nde gider. Babaannesi Ayımkan, etrafında saygı gören bilge bir kadındır. İrticalen şiirler söyler. Beş-altı yaşlarından itibaren torununu ninniler, masallar ve efsanelerle besler. Ayrıca o, ozanların atışmalarını dinler ve sohbetlerine katılır. Şifahî kültürün çok canlı olarak yaşadığı bu toprakların destanî havası yazarı içten içe kuşatıp zenginleştirir. O, çocuk yaşlarından itibaren çalışma hayatına girer. On yaşında toprağı işler. On bir yaşında Kirovsköye Köyü’ne taşınır. Yazar burada Rus okuluna gider. 1942’de okulu bırakır ve kardeşi ile birlikte Manas rayonundaki “Cide” kolhozunda tarlada çalışır. Sonra Şeker Köyü’nde köy Sovyet’i kolhozu sekreterliğine getirilir. Bir yıl da vergi memuru olarak çalışır. Bu yıllarda erkekler cephede savaşırken kadın ve çocuklar köylerde sefalet içinde yaşarlar. Aytmatov, çekilen sıkıntılara yakından şahit olur. 1946’da Kazakistan’ın Cambul şehrinde veteriner teknik okuluna gider. Bu okulu bitirdikten sonra 1948’de Kırgızistan Tarım Enstitüsü’ne devam eder. 1953 ’de buradan veteriner olarak mezun olur.
1956-58 ’de Moskova’da Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne devam eder. Aynı yıl Moskova Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne girer. 1958’de Sovyet Komünist Partisi’ne ve Yazarlar Birliği’ne üye kabul edilir. 1958-60’da Literaturnyi Kırgızistan Dergisi'nin editörlüğünü, sonra beş yıl süreyle, Pravda Gazetesi’nin Orta Asya muhabirliğini yapar. Edebî eserlerinden dolayı pek çok ödül kazanır. Sovyetler Birliği’nin dağılmadan önceki döneminde Gorbaçov’un beş danışmanından biri olarak görev yapar. Kırgızistan’ın Luxemburg, Hollanda ve Belçika büyük elçilikleri görevini yürüten Aytmatov, 1996’da Kırgızistan’ın Unesco temsilciliğine atanır. Yazar, evli ve dört çocuk sahibidir.
Aytmatov’un hayatı hakkında verdiğimiz bu kısa bilgileri, eserleriyle irtibatlandırmaya çalışalım:
Yazar, mekân olarak genellikle Kırgızistan ve Kazakistan coğrafyasını ele alır. Bozkır ve köy hayatını anlatan bu eserlere, şehir hayatı nadiren girer. Bu açık ve geniş mekânların kullanılmış olması Aytmatov’un çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarım köylerde geçirmiş olmasına bağlıdır. Uçsuz bucaksız Sarı Özek bozkırı, Moyumkum çölü, Alamengü geçidi, Kiçibel yaylaları, Yenisey ırmağı, Frunze, Şeker köyü, Talaş, Maymak istasyonu, Başat boğazı, Çalpaksaz, Tiyenşan dağları, Sarısay, Aksay Anarhay ovaları, Dolan geçidi, Çin sınırı, Issıg ve Aral gölleri, Çimkent, Moskova ve Orenburg, Cambul gibi yerler; bu çetin tabiat; aman vermez kışları, yakıcı sıcağı, kan, buzu ve fırtınasıyla canlı levhalar halinde tasvir edilir. İnsan bu reel mekânlarla bütünleşir, onun bir parçası haline gelir. Yazar hemhal olduğu topraklarda, tanıyıp bildiği insanların, hayat hikâyelerini anlatır bize. Gün Olur Asra Bedel ve Kassandra Damgası’nda ütopik ve fantastik mekânlar söz konusudur. Gün Olur Asra Bedel’de Orman Göğsü adı verilen ve ideal hayat şartları sunan ütopik bir gezegenden bahsedilir. Kassandra Damgası’nda uzayda araştırma yapan bir bilgin mekân olarak uzay istasyonunu seçer.
Aytmatov’un eserlerinde demiryolları, tren istasyonları ve trenler mekân olarak ele alınır. (Gün Olur Asra Bedel’de Sarı Özek bozkırındaki Boranlı istasyonu, Dişi Kurdun Rüyaları'nda Çalpaksaz istasyonu ve çevresi, Moskova- Almaata treni, Cengiz Han ’a Küsen Bulut, Dişi Kurdun Rüyaları, Gün Olur Asra Bedel ve Toprak Ana’da tren yolculukları anlatılır.)
Gün Olur Asra Bedel’de:
“Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelirlerdi.”
“Bu yerlerde demiryolunun iki yanında Sarı Özek bozkırı, sarı kumlu geniş bozkırların bomboş orta bölgesi uzanıyordu.”
“Bu yerlerde meridyenlerin Greenwhich 'ten başlayarak sayılması gibi bütün uzaklıklar demiryoluna göre hesaplanırdı.”
“Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelirlerdi. ” leit-motifı sık sık tekrarlanır.”
Aytmatov’un dedesi demiryolu inşaatında çalışmıştır. Enstitüyü bitirip asistan olacak olan yazarın, halk düşmanının oğluna Stalin bursu verilemez, anlayışıyla bursu kesilir ve asistanlığına mani olunur. Aytmatov, bu durumda da yılmaz. Pazar günleri demiryolu istasyonlarına gidip, kömür ve ağaç indirir. Ayrıca Orta Asya’da trenler insan ve yük naklinde en elverişli ve en çok kullanılan vasıtalar olarak karşımıza çıkarlar. Bu sebeple yazarın gerçek hayatı ile bu hususu bağdaştırmamız mümkündür.
Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek adlı hikâyede mekân Ohotsk denizidir. Hâdise bu denize açılan bir kayığın içinde geçer. Eserde Aytmatov’un Vladimir Sangi adlı yazar arkadaşının başından geçen bir vak’a anlatır.
Fakir, yoksul köy evleri, ağıllar, ahırlar, yine yazarın hayatından yansıyan mekânlar olarak karşımıza çıkar. Cengiz Han ’a Küsen Bulut’ta çadır bir mekân olarak kullanılmıştır.
Bize yalandan tanıyıp bildiği ve çok derin bir şekilde bağlı bulunduğu topraklan anlatan yazarın bu coğrafyaya duyduğu sevgi satırlarından fışkırıp okuyucuyu sarar.
Yazar eserlerinde zaman olarak kendi yaşadığı dönemleri bilhassa II. Dünya Savaşı öncesini, savaş yıllarını ve sonrasını anlatır. Kassandra Damgası, 2000 yılını ve sonrasını anlatan fütürist bir romandır. 
II. Dünya Savaşı’nın yazar üzerinde derin tesiri vardır. O amcasını, bu savaşta  kaybeder. Savaş acılarını yoğun bir biçimde, bütün yoksulluk ve yoksunluklarıyla birlikte yaşamıştır. Yazar, çocuk yaşta kendi durumundaki pek çok gençle birlikte okulu bırakıp kolhozda çalışmak mecburiyetinde kalmıştır. Anne ve babasına ithaf ettiği Toprak Ana romanında,
‘‘Babam Törekul Aytmatov,
Bilmiyorum mezarın nerededir,
Bunu sana sunuyorum.
Anam Nagima Aytmatova.
Biz dört kardeşi sen yetiştirdin,
Bunu sana sunuyorum” der. (Törekul Aytmatov’un kemiklerinin daha sonra bulunduğunu hatırlayalım).
Toprak Ana’da Tolgonay, eşini ve üç oğlunu İkinci Dünya Savaşı’nda kaybetmiş acılı bir kadındır. Aytmatov’un annesi Nagima Aytmatova’nm eşi Törekul Aytmatov, halk düşmanı olarak 1937’de tutuklanmış, 15 Haziran 1957’de ölüm haberi ile beraber, itibarının iade edildiği karar, ailesine bildirilmiştir. “Halk düşmanının ailesi” olarak damgalanan Aytmatovlar’dan Alimkul (Törekul Aytmatov’un ağabeyi), Özibek (Törekul Aytmatov’un yakım), Rıskulbek (Törekul Aytmatov’un kardeşi) olmak hasebiyle kısa zaman aralıklarıyla tutuklanırlar. Yazarın halası Karakız ve annesi Nagima Aytmatova, dört erkek ferdini savaşa gönderen Toprak Ana ile benzeşirler. Gün Olur Asra Bedel’de Zeliha’nm kocası Abutalip rejim düşmanı olarak nitelendirilip, tutuklanır. Eşi Zeliha ile çocukları babalarının yolunu büyük bir ümitle gözler, sonra da başka bir yere taşınırlar. Neticede Abutalip ölür ve yıllar sonra itibarı iade edilir. Aytmatov ailesinin yaşadığı dram ile bu vak’ayı rahatlıkla bağdaştırabiliriz.
Aytmatov ailesi tutuklu fertlerinden mektup bekler, köyün bir ucundan postacıyı gördükleri anda heyecanlanırlar. Bu zor yıllarda ve savaş dönemlerinde sorgu dolu gözler, haber umuduyla doludur. Bu duyguyu ve bekleyişi Toprak Ana ve Yüzyüze’de görürüz. Gülsarı’da Tanabay, Gün Olur Asra Bedel’de Boranlı Yedigey savaşa katılmışlardır. Aynı eserdeki Abutalip savaşta Alınanlara esir düşer. Başına gelen bütün felâketleri de bu esaret hazırlar.
Yazarın hikâyelerinden Yüzyüze’de asker kaçağı İsmail’in bir mağarada saklanması sonucu ruhunun bozuluşu anlatılır. İsmail, kocası savaşta ölen iki çocuklu dul ve hasta komşu kadının tek geçim kaynağı olan ineğini çalar ve keser. Yazar onbeş yaşında iken, annesinin hasta olduğu bir zamanda ailenin Zühre adlı ineği çalınır. Bu yoksul aile bu inekle birlikte tek geçim kapısını da kaybetmiş olur. Kuz
Başındaki Avcını Çığlığı’nda anlatılanbu hikâye de, Yüzyüze’de karşımıza çıkan inek çalma hâdisesinde görüldüğü gibi Aytmatov’un kendi hayatıyla ilgilidir. Aynı eserde kocası savaşta ölen Totay da üç çocuklu bir dul olarak yer alır. Bu hikâyeler, on üç yaşında oba Sovyeti’nin sekreteri olan ve köylülerin dertlerini yakından bilen Aytmatov’un bu döneme ait hâtıralarından intibalar taşır. Cemile hikâyesinde, Cemile’nin kocası Sadık’m askere gitmesi sonucunda genç kadının Danyar’ı seçmesi anlatılır. Danyar, savaştan sakatlanmış olarak dönmüş bir gençtir. Oğulla Buluşma’da., II. Dünya Savaşı’nda oğlunu kaybeden bir babanın yirmi yıl sonra bastırılamaz bir biçimde kabaran evlât hasreti, Sultan Murad’ ta 15-16 yaşlarındaki Sultan Murad’ m savaş yıllarında okulu bırakıp, köy kolhozunda çalışması, yazarın kendi hayatı ve tecrübeleriyle doğrudan ilgilidir. Aytmatov bu yıllarını, ölesiye çalışarak, köylünün her çeşit derdine yardımcı olmaya gayret ederek ve bütün problemlerini paylaşarak geçirmiştir.
Sultan Murad annesi ve kardeşleriyle birlikte yaşar. Arkadaşlarıyla beraber, uzak olduğu için işlenmemiş bulunan toprakları tarıma açmaya gider. Deve Gözü hikâyesi de Aytmatov’un köy kolhozunda çalıştığı zamanların intibalarım taşır. Kızıl Elma’da., Tarım Enstitüsü’nde öğrenci olan İsabiekev adlı genç bir kolhozda çalışmaya gider.
II. Dünya Savaşı’na katılan ve cephe önlerine sürülerek kırılan Kırgız gençleri, bu savaşı kendi savaşları olarak görmezler. Bu yüzden psikolojik olarak da bir trajedi yaşarlar. Cepheye gidenlerden sağ kurtulanlar ya rûhen, ya da bedenen sakatlanmış olarak geri dönerler. Sakatlıklarının bedelini etraflarına ödetmeye çalışan bir tavra girerler. Geride kalanlar, yoksullukla, çetin kış şartlarıyla ve cepheden gelen ölüm haberleriyle sarsılırlar. Savaşın faturası erkeksiz evler, parçalanmış aileler, dullar ve yetimler, acılı analar, yaşanmamış ve yarım kalmış sevgiler olarak karşımıza çıkar. Uzun vadeli ve çok yönlü sıkıntılar yaratan savaş acılarını, kendi nefsinde yaşayan Aytmatov, bu dramı eserlerinde işlerken, savaş aleyhinde fikirler serdeder (Dişi Kurdun Rüyaları, Giin Olur Asra Bedel).
Yazar, 50’li yılların sonunda Bübüsara adlı bir balerinle büyük bir aşk yaşar; Sicilya’ya doğru bir gemi yolculuğuna çıkar. Yalnız ve açılıdır. Kassandra Damgası romanının kahramanı, Japonya’da gece gemide yürür. Aytmatov’un İtalya yolculuğundaki atmosfer ve duygular ile Kassandra Damgası’nda tasvir edilen manzara karşısında hissedilen duygu aynıdır.
Yazarın eserlerinde bazen yüzyıllar öncesine yolculuk yaptığım, efsane, masal ve hikâyeleri hâle taşıdığını, hâl ile geçmiş arasında paralellik kurduğunu ve kullandığı malzemeyi hâlin gereğine göre yemden yorumladığını görürüz. Görüldüğü gibi, Aytmatov yaşadığı zamanı anlatır. Kendi hayatının anlamını ortaya koyduğu eserleri, zaman olarak da yazarın ömür çizgisi ile doğrudan bağlantılıdır.
Aytmatov’un kahramanları içinde çocuklar, önemli bir yer işgal eder. Bilhassa çocukluklarını yaşamayan, olgun, vakitsiz büyümüş yetim çocukların hikâyeleri, özlem ve sevgileri dile getirilir. Beyaz Gemi’deki Çocuk, anasız babasız büyür. Uzaklarda belli belirsiz gördüğü bir beyaz gemide çalışır düşündüğü babasına kavuşmayı hayâl eden Çocuk, balık olup yüzerek babasına ulaşmayı düşler. Gün Olur Asra Bedel'deki Daul ve Ermek bir daha göremeyecekleri rejim kurbanı babalarının yolunu bütün gün büyük bir hasretle beklerler. İlk Öğretmenim'de Altınay öksüzdür. Askerin Oğlu’nda babasını savaşta kaybetmiş Avalbek’in baba hasreti anlatılır. Çocuk yüreklerini yakan bu baba yokluğu, Aytmatov’un babasına duyduğu hasretle ve onun bir gün döneceğini uman bekleyişiyle aynı noktada kesişir.
Bozkır hayatı, yaşanan bir coğrafyayı anlatan Aytmatov’un eserlerinde hayvanlar da birer roman veya hikâye kahramanı olarak yer alırlar. Bu yaşama şeklinde insanlar ve hayvanlar içiçe bulunurlar. İnsanların en büyük dostu ve yardımcısı olan bu hayvanlar, sahiplerine şeref bahşederler. Hayvanların da bir şeceresi vardır. Aytmatov, hem yaşadığı toprakların bir gereği olarak, hem de veterinerlik mesleği sebebiyle hayvanları yakından tanır ve tahlil eder. Onlara bir kişilik kazandırır. Hayvanların insanlar tarafından gasp edilen haklarını, gördükleri eziyeti, çektikleri acıları anlatır. İyi bir gözlemci olan yazar bu yanını, veteriner olmasının getirdiği bilgi, sanatkâr oluşunun verdiği muhayyile gücü ile birleştirir. Elveda Gülsarı’da aynı adlı at, Gün Olur Asra Bedel’de Akmara ve onun soyundan geldiği düşünülen Karanar adlı deve, Dişi Kurdun Rüyaları'nda Akbaba adlı dişi kurt ile eşi Taşcaynar eserlerin kahramanı sayılabilecek bir mesabede tutulurlar. Yazar, Kuz Başındaki Avcının Çığlığı adlı eserde, bu iki kurdun hikâyesini yazabilmek için, bu hayvan cinsinin davranış ve hayat tarzım incelediğini, pek çok kaynağa başvurduğunu söyler. Gün Olur Asra Bedel’de, Boranlı Yedigey’in koyunlarını açlık ve soğuktan korumak ve yaşatmak için verdiği olağanüstü mücadele ancak meselenin içinde olanların bilebileceği konumdadır. Bu durumun da yazarın gerçek hayatıyla bağlantılı olduğu açıktır. Kuşlar, geyikler, koyun sürüleri yine bozkır hayatının bir tezahürü olarak karşımıza çıkarlar.
Kassandra Damgası’nda kıyıya vurarak kendi istekleriyle intiharı seçen balinaların bu fiiline sebep olarak dünyanın ve insanın bozulması gösterilir. Balinaların bu protestosu ve diğer hayvanların duyarlılıkları bazen bir fantezi sayılabilecek biçimde sunulur. Gün Olur Asra Bedel’de çaylak, Deniz Kenarında Koşan Ala Köpek’te “aguguk kuşu”, kurtuluş ve hürriyeti temsil eden unsurlar olarak karşımıza çıkarlar.
Destanı bir coğrafyada yaşıyor olmak, babaannesinden dinlediği ninni, masal ve efsaneler, ozanların atışmaları, şifahî kültürün bütün unsurları, kısacası zengin bir folklorik malzeme Aytmatov’un eserlerine serpiştirilmiştir. Yazarın hayatında önemli bir yeri olan Manas Destanı ile bu destandan alınmış parçalar, Kazak- Kırgız türkü ve ağıtları, mahallî deyimler, atasözleri, mitolojik unsurlar, millî hafızayı yaşatan ve canlı tutan temel unsurlar olarak, şuurlu bir biçimde, bu eserlerde yeni kalıplara dökülmüş bir şekilde karşımıza çıkarlar. Geçmişi anlatan belgeler olarak görülen bu ürünler, pek çok eserde yüzyılları aşarak allegori ve sembollerin arkasına gizlenen yeni mânalarla hâle taşınır, hâlin gereği ile yoğrulup yeni bir hüviyet kazanırlar.
Beyaz Gemi’de Buğuların türeyiş efsanesi olan Boynuzlu Maral Ana efsanesi, Gün Olur Asra Bedel’de Mankurt efsanesi, Raymalı Ağa hikâyesi, Elveda Gülsarı’da yaşlı avcının türküsü, Cengiz Hana Küsen Bulut’ta Bulut Efsanesi, Kassandra Damgası’nda. ahlâkı bozulan insan nesillerinin genetik yapıyı bozduğu yolundaki bir fantezi anlatılır. Aynı eserde dünyadaki kötü hâdiseleri protesto eden balinalarla, Cengiz Han’ı kötülüğünden dolayı terk eden koruyucu bulut arasında irtibat kurulur.
Lura Ördeği Efsanesi, Deniz Kızı efsanesi, Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek hikâyesinde işlenir. Ak Kuğu (Ak Kaz-Ak Ördek) efsanesi ile, Kazakların Kalşa Kadir Batır hakkında anlattıkları efsane birleşir. Kazaklar, Kaz’ı özellikle Ak Kuğu’yu kutsal sayıp vurmazlar. Yazar, mesajlarını efsanelerden hareketle kolaylıkla okuyucuya ulaştırır. Hafızası kaybettirilerek köleleştirilen Mankurt’la değerleri, gelenek ve göreneklerinden, millî hafızalarından uzaklaştırılarak Mankurtlaşan insan toplulukları arasında paralellik kurulur. Aytmatov, Kırgızlar arasında yaşayan “Mankurt” deyimini araştırır. O, Manas Destanı’nda çocuk Manas’ı Kalmakların “Mankurt edelim” dediklerini bilmektedir. Bu deyimi Sayakbay Karalayev adlı yaşlı ve ünlü Kırgız bilgeye sorar. Kalmak ve Kırgız çatışmalarında tarafların esir aldıkları kimseleri, Gün Olur Asra Bedel’de anlatıldığı şekilde köleleştirdiklerini öğrenir.
Totem olarak kabul edilen geyik gibi hayvan tiplemeleri de eserlere zengin bir çeşni katarlar (Beyaz Gemi’deki Ala Geyik efsanesi gibi.) Yazarın eserlerinde meslek gruplan olarak, çobanlık, çiftçilik, demircilik, demiryolu işçiliği, yılkıcılık ve gazetecilik vardır. Polis, koruma görevlisi, müfettiş, gizli servis ajanı gibi rejimin bekçi ve müdafii konumundaki tiplemelerle de karşılaşırız. Bütün bu meslek gruplan yazarın hayatı ile yakından ilgilidir. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını köyde geçiren, çiftçilik yapan ve veteriner olan yazarın, kahramanlarının ilgili meslek gruplarından oluşu ile Aytmatov, gerçekçi bir yaklaşım sergiler. Pravda Gazetesi’nin Orta Asya muhabiri olan yazar, bu haseble Dişi Kurdun Rüyaları’ndaki Aydiv tiplemesiyle, bir gazeteciye yer verir. Kassandra Damgasındaki Robert Bork, Tribün Gazetesi muharriridir. Aytmatov, fikirlerinden de eserlerinde sık sık bahseder. Biz eserlerinde yer alan belli başlı fikirleri şu ana başlıklar altında toplayabiliriz:
1.         Rejim aleyhtan fikirler,
2.         Çiftçilerin ve çobanların olağanüstü gayretlerine rağmen, devletin ekonomik hedefleri bir türlü gerçekleşmez. Bunda insanların ekip biçtiği toprağa, koruyup baktığı hayvan sürülerine sahip olmayışının da önemli rolü vardır. Yazarın, makalelerinde de tarım politikalarının yanlışlığı üzerinde durup, köylülerin beşer takatinin üzerinde çalışmaları hususunu tenkit ettiği görülür {Deve Gözü, Elveda Gülsarı, Dişi Kurdun Rüyaları).
3.         Devlet, istediği ekonomik hedeflere ulaşamayınca hesapsız, plânsız bir şekilde hayvan katliamına başvurmuş, sayga (yaban geyiği) avına çıkan insanlar tabiattaki dengenin bozulmasına yol açmıştır. Uyuşturucu madde elde etmek için yabanî kenevir toplayan insanların da ahlâkî dengeleri bozulmuştur.
4.         Uzay araştırmaları ekolojik dengeleri bozmakta olup, insan, bitki ve hayvan nesillerinde dejenere olmaya yol açmaktadır. Tabiatta insandan böceğe varıncaya kadar her üye eşit hakka sahiptir. Bu sebeple, tabiatın biyolojik dengelerini korumalıdır. Bütün canlılar birleşerek âhenkli bir denge oluştururlar. Bir cinsi veya türü yok etmek tabiatın denge kanununu bozar.
5.         Savaşlar ortaya parçalanmış aileler, erkeksiz evler, yetim çocuklar, yoksulluk ve hastalık getirir. Bu sebeple yazar, pek çok eserinde savaş aleyhtarı fikirler serdeder (Sultan Mıırad, Gün Olur Asra Bedel, Toprak Ana, Yıldırım Sesli Manasçı). Stalin dönemi de çeşitli vesilelerle sık sık tenkit edilir.
6.         Sovyet yatılı okulları, millî gelenek, görenek ve değerlerinden uzak gençler yetiştirdiği için tenkit edilir. Âdeta hafıza kaybına uğrayan bu gençler, bir çeşit Mankurt olmuşlardır. (Gün Olur Asra Bedel, Cengiz Han ’a Küsen Bulut, Tansıkbay, Sabitcan) tabiattaki dengenin bozulması ile kültürel yozlaşmanın birbirine paralel gittiği gözlenir.
Aytmatov, yaşadığı toprağa, insana ve her çeşit kültürel değere derin bir sevgi ve bağlılık duyar. Bu sevgiden yola çıkarak insanın meselelerini sanatkârane bir biçimde ortaya koyar. Fakat bu sevgi Kazak-Kırgızları aşıp, bütün insanlığı kuşatır. İnsanlığın bütün temel meselelerine ulaşmaya çalışır. İnsan olma ortak paydasında birleşen beşerin yüreği ve beyni olur. Onu mahallîden millîye, millîden evrensele taşıyan da budur. Bu yolla hayatının misyonu olan, insanlığın ve dünyanın saadetini isteyip, ona daha iyi bir gelecek kurabilme idealine katkıda bulunmak misyonunu gerçekleştirmiş olur. Bu misyonu gerçekleştirirken, iyimser ve ümitvâr bir üslûp içinde olması, onun bu psikolojiyi okuyucuya da geçirmesini temin eder.
KAYNAKLAR
Yazarın Eserleri
1.       Yüzyüze - Yıldırım Sesli Manasçı - Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek, Çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul 1990.
2.       Dişi Kurdun Rüyaları, Çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul
1990.
3.       Gün Olur Asra Bedel, Çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul
1991.
4.       Cengiz Han ’a Küsen Bulut, Çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul 1991.
5.       Deve Gözü - Kızıl Elma, Oğulla Buluşma - Beyaz Yağmur - Asker Çocuğu, Çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul 1992.
6.       Beyaz Gemi, Çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul 1993.
7.       Cemile-Sultan Murad, Çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul 1993.
8.       Toprak Ana, Çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul 1995.
9.       Elveda Gülsarı, Çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul 1995.
10.     Kassandra Damgası, Çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul 1997.
11.     Kuz Başındaki Avcının Çığlığı, (Cengiz Aytmatov-Muhtar Şahanov), Tolkun Yayınları, Ankara 1998.
Yazar Hakkında Yazılanlar
1.         Abdıldacan Akmataliyev, Cengiz Aytmatov 'un Dünyası, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı, Ankara 1998.
2.         Ali İhsan Kolcu, Millî Romantizm Açısından Cengiz Aytmatov, Ötüken Yayınları, İstanbul 1977.
3.         Nilüfer Dergisi, Sayı 3, Ekim 1985, s. 39-65; Littera, Cilt 5,1994, Cengiz Aytmatov Özel Bölümü, s. 7-34.
4.         Abdıldacan Akmataliyev, “Cengiz Aytmatov’un Eserlerinin Dünya Edebiyatındaki Yeri ve Önemi”, Akt. Levent Kartal, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, Güz 1996, Sayı 2, s. 419-422.
5.         Beşir Ayvazoğlu, Defterimde 40 Suret, Ötüken Yayınları, İstanbul 1996.
Sh: 87-96
Prof. Dr. Kâmil Veli NERİMANOĞLU -
Bakü, AZERBAYCAN.
“Türklük felsefesi nedir ve nereden başlıyor?” sorusunu kesin biçimde cevaplandırmak zordur. Avrupa felsefesi açısından bu başlangıcı değerlendirmek çok çetindir. Felsefenin türlü kavramları hem Batı, hem de Doğu (eski Hind, Çin, Türk) felsefesi bakımından açıklanabiliyor. Ontoloji ve gneseoloji (epistemoloji, bilgi teorisi) kavramlarının açılması, müfredatlı analizi için Türk felsefi düşüncesi, geniş kapsamlı bir tahlil yapmak bakımından her türlü malzemesi olan zengin bir kaynaktır.
Türklük felsefesi atasözlerinden başlıyor. İnsan ve tabiat, zaman, mekân ve hareket, ahlâk ve güzellik kategorilerinin belirli yönleri, boyutları ata sözlerinde kendi ifadesini bulmuş durumdadır. “Balık baştan kokar”, “Köksü ağaç çabuk kurur", “Aslın danan haramzâdedir”, “Sonuncu devenin yükü ağır olur", İlim aklın çırağıdır”... gibi yüzlerce, binlerce atasözü, felsefenin ayrı ayrı problemlerine arı duruşu bakışın ifadesidir.
Türk mitolojisi, Türk felsefesinin alt yapısı durumundadır. Rüya yorumları, örf-âdetler, gelenek ve görenekler, töre sistemi, Türk felsefesinin kaynaklarıdır. Bediî formdaki felsefî bakışın ifadesi Ahmet Yesevî, Yunus Emre, Mevlâna Celaleddîn-i Rûmî, Nevaî, Nesimî, Fuzulî, Abay, Mahtumkulu... gibi şahsiyetlerin sanatında kendi aksini geniş bir manzarada bulmuştur.
Maarifçilik, Tanzimat, Cehdcilik hareketleri, Millî Azadlık hareketleri tarihi, Türk Millî Devletçilik tarihi, Türklük felsefesinin tarihi ile bağlıdır. Ve Türklük felsefesinin büyük bir sistemini ifade eden ünlü şahsiyetlerimizden biri de Cengiz Aytmatov’dur. Cengiz Aytmatov’un yaratıcılığı kendi derinliği, zenginliği, genişliği ile dikkatleri çekiyor.
Kırgız elinin Şeker Köyü... Karşıda Manas Dağı... Manas Dağı’nın Manas Ata zirvesi... Bin yıllık Manas sözünde yeşeren Cengiz Aytmatov’un felsefe dünyasının ilk treni ve son durağı burasıdır. Cengiz Aytmatov, XX. yüzyılın, Faulkner, Borges, Marques, Karabata ile omuz omuza dayanan ünlü yazarın Cemile, Selvi Boylum Al Yazmalım, Beyaz Gemi, İlk Öğretmen, Deve Gözü, Toprak Ana, Elveda Gülsarı, Erken Gelen Turnalar, Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek, Gün Olur Asra Bedel, Dişi Kurdun Rüyaları adlı eserleri, kendi milletini, bu milletin tarihini, zevkini, duyuş, düşünüş ve anlayış tarzını, psikolojisini, etnografısini dile getirmiştir. Milletin ruhunu aksettiren müellif, bu ruhun içindeki inan-iman felsefesini ifade etmeyi becerebilmiştir. Yazarın kaynağı olan masal, efsane, mit, inanç ve destan malzemesi Türk milletinin mânevi değerini ifade etmiştir. Millî olmayan, evrensel de, beşerî de olamaz. Dünyanın global felsefesini ifade etmek için, kendi insanından, kendi değerlerinden gıdalanmak, oradan pervazlanmak esastır, şarttır.
Cengiz Aytmatov’un Türk varlığı ile dünya çapındaki yazar varlığı organik bir bütünlük teşkil etmektedir. Tabiat, ev, dil, insan, Tanrı kavramları üzerindeki Cengiz Aytmatov yorumu, bediî formada insan felsefesinin muhtevasını gösterir. Aytmatov ister yatay, ister dikey paradigma içerisinde felsefe anlamı taşıyan bu kavramların açılımı için bol miktarda malzeme veriyor. Meta-dil seviyesinde metin yaratan Cengiz Aytmatov’un dünya dili ile millî dili aynı koda dayanıyor..
Ev-yurt felsefesini devlet felsefesi seviyesine yükselten Cengiz Aytmatov, devlet düşüncesinin temel ilkelerini, yurt işaret sistemi ile açıklıyor. Bu bir eserde değil, bütün eserlerinde yansıyan bir gerçeğin manzarasıdır. Toprağın kutsallığı, vatanseverlik ve dünyaseverlik, tek bir obadan başlayıp dünyanın sonsuzluğuna uzanan bir kavram gibi, karşımıza çıkıyor.
Kansız çöken Sovyet sisteminin asıl çökme nedeninin başında gelen isimlerden biri Cengiz Aytmatov’dur. Cengiz Aytmatov, slogan ve bağırtılarla değil, bediî mantık ve gerçek manzaraları ile Sovyet sisteminin ölüme mahkûmluğunu, anti-insan keyfiyetini ortaya koymuştur. Hür düşünceyi Elveda Gülsarı eserinde felsefî, millî- etnik çizgileri ile canlandıran yazar, rejim şartlarını, totalitarizmi en keskin şekilde ifşa etmiştir. Issık-Göl civarında kendi çocuk dünyası içinde yaşayan Kırgız balasının trajedisini (Beyaz Gemi), oğlu tarafından öldürülen ananın ölümünü (Gün Olur Asra Bedel), kendi milletinin örneklerini toplamaktan özge bir suçu olmayan bir öğretmenin ağır taleyini, rejimin suçunu, rejimin yararsızlığını ifade etmiştir.
Tarihle bugünü, insanla milleti, evle devleti birleştiren Aytmatov, hayat felsefesinin inceliklerini, insan haklarının beşerî kaynaklarını en mükemmel şekilde ortaya koymuştur. İnsanın özgeleşmesi-ötekileşmesi (yabancılaşması) problemi felsefenin de, edebiyatında ebedî ve ezelî konusudur. Cengiz Aytmatov, Gün Var Asra Bedel romanında, XX.yüzyılın en büyük keşiflerinden birini yapmıştır. Hafızası kaybettirilen oğulun annesini öldürmesi, asrımızın mitik-sosyolojik- simgesel bir olayı olarak canlandırılmıştır. Mankurtlaşma ve Mankurt felsefesi, dünyanın her yerinde felsefî, politik, tarihî, metaforik bir yorum kazanmıştır. Tek bir Mankurtluk felsefesi esasında büyük bir sistemi açmak ve yorumlamak mümkündür.
Cengiz Aytmatov’un törelere bağlı kahramanları, şöyle bir gerçeği ortaya koymuştur. Geçmişine bağlı insanlar, milletler, sömürü zulmünde boğulamazlar. Cengiz Aytmatov’un, dostu Muhtar Şahanov’la birge (birlikte) kaleme aldığı Sokrat’ı Anmak Gecesi veya Eşek Derisi Üzerinde Duruşma adlı dramdan getirdiğimiz şu misallere dikkat yetirek:
“Her kimse, kendi zamanının savunucusu olmalıdır ”,
“İnsanların maneviyatına dikkat etmeyen devlet, yanılır”,
“Özgürlük herkese aynı şartları yaratır”,
“İnsan, kendisi hakkındaki gerçeği duymaktan çekinir”,
“İyiliğin sınırları yok, ama kötülük sınırlar içindedir ”,
“Tarihin sınaklarından çıkmış örf-âdetlerimizi, hayatın öğrettiği müdrikliği unutmakla, biz yeni trajedilere düçar oluruz”,
“Zayıf hafızalı insanlar savaşta müdriklere yenilecektir”,
“Oğul atanın devamıdır”,
“Satkına reva olmaz”...
Aslında bu aforizmler bir kitaba sığmayacak hakikatleri ifade etmektedir. Dede Korkut ’ta bir deyim var: “Erenler dünyayı akılla bulmuştur. ” Rasyonel başlangıcı vurgulayan bu deyim, Türk hayat ve duyuş tarzını, tefekkür yönünü açıklıyor. Cengiz Aytmatov’un eserleri rasyonel başlangıç ve duygusal tasvirlerin, realist manzaranın gün gibi aydınlığı ile bediî araştırmanın organik birliğini temsil ediyor. Aytmatov, sohbetlerinden birinde, “Jeti ata” - yedi arka dönen ilkesini hatırlatıyor. Aslında yedi arka dönenini (Jeti atasını) hatırlamayan Türk, Türk sayılmaz, kişiliği olan bir şahsiyet sayılamaz. Köküne, özüne bağlılık, Cengiz Aytmatov kahramanının hayat ilkesidir.
Cengiz Aytmatov yaratıcılığı Türk dünyasının ortak değeridir. Bu değeri derinden öğrenmek ve incelemek, Türk tarihinin, Türklük felsefesinin karanlık perdelerini açacaktır. 
Sh: 209-211
Güllü YOLOĞLU
Aktaran: A. TOPALOVA
Cengiz Aytmatov’u uzun yıllar millî benliğinden uzaklaşmış, yüzyıllar boyunca insanlar arasında, özellikle de müslüman camiasında kabullenilmiş davranışlara, hayat şekline karşı gelen kahramanlara önem verdiği için suçlamışlardı. Bazen de, tam zıttına Tanrı arayışında olduğunu elde bayrak ederek onu Sovyet devri ateizmine karşı eserler yazmakla itham ediyorlardı. Aytmatov bu konu ile ilgili olarak FRT’de (Almanya Federal Cumhuriyeti) Lokkum Yevangeliya Akademisindeki konuşmasında şöyle demiştir. “Bana karşı yöneltilen bazı suçlamaların, özellikle de benim Tanrı arayışında olduğum gibi suçlamalar da dâhil, tüm bu suçlamaların nedeni vardır. ”
Aytmatov’un arayışında olduğu Tanrı ne Hıristiyanlık’taki God, ne İslâm’daki Allah, ne de Budizm’deki Buda’dır.
Aytmatov’un eserlerinde tabiatın bir parçası olan deniz, kavak ağaçları, kurtlar, tarağaylar, atlar insana has özellikler taşıyor; insan gibi seviyor, fısıldıyor, nefret ediyor. Yazar, bu eserlerinde bu veya diğer hayvanlarında hayatım doğduğu günden ölene kadar tasvir ediyor. Hayatın acısını, tatlısını onların dilinden anlatıyor. Bazı olaylar onların gözü ile bakıyor. Tesadüf değil ki, Mayıs 1988 yılında Edebiyyat ve Incesenet gazetesinde yayımlanan, Aydın Memmedov ve V. Guliyev’in, yazarla yaptığı konuşmada yazara şöyle bir soru yöneltiliyor:
“Sizin eserlerinizde hayvan tipleri neredeyse insan kahramanlardan daha güçlü etki bırakıyor ve akıllarda kalıyor. Bu ne ile ilgilidir? ” Cengiz Ağa bu soruyu şöyle cevaplıyor:
“Bu belki de bir yerde benim zayıflığımdır. Çünkü, tarihin yarattığı en güçlü ve kuvvetli varlık insandır. Sanatçı da bu insan dünyasının kudretini göstermektedir. Benim eserlerimde hayvan motiflerinin kuvvetli olması, herhalde bizim halklarımızın mit, efsane ve masallarında hayvanlara verilen önemin etkisi ile alâkalı olarak ortaya çıkıyor. "
Bence, Cengiz Aytmatov’un eserlerinde hayvan tiplerinin psikolojik balamdan bu kadar etkileyici olması, onun bir zamanlar zooteknik olması ile ilgilidir.
Hayvanların beslenmesi ve barındırılması hakkında geniş bir bilgiye sahip olan Cingiz Tönegioğlu Elveda, Gülsarı! adlı eserini yazabilirdi. Bu bütün zootekniklerin böyle eserler yazabileceği demek değildir. Bu alandaki bilgileri mitlerle, zamanın ve eski devrin siyasî İktisadî durumu ile bağdaştırmak için, tasvir ettiği her şeyi tüm detayları ile verebilen, kuvvetli mukayeseye sahip bir yazar, bir kelime ile Cengiz Aytmatov olmak gerekiyordu.
Aytmatov hayvanlara insana has özellikler kazandırıyor, fakat “tarihin yaratmış olduğu her şeyden daha güçlü ve kuvvetli varlık” olan insanın hayvana özgü karakterlere sahip olduğunu kabul etmiyordu. Cellad Kötüyü isimli romanında, Ağbörü Bostan’ın küçük oğlunu götürdüğünde çaresiz kalan baba/ ata silahıyla Ağbörü’yü de, çocuğu da vuruyor. Bostan, kurtların götürdüğü çocukların İnsanî özelliklerini kaybettiğini, dilini unuttuğunu, hayvana dönüştüğünü iyi biliyordu. İnsanî özelliklere değer veren Aytmatov’un eserde babasının eli ile oğlunu öldürtmesi hiç de tesadüf değildir. Nayman Ana da İnsanî özelliklerini kaybetmiş oğlunu, Mankurt’u insanların arasına götürmek istiyordu. Burada artık bir oyuncağa dönüşmüş Mankurt’u öldürmeye bile gerek yoktur; o bir canlı ölüdür. Fakat o bu durumda Naymanlann arasında bulunamaz. Anne bunu biliyor, fakat o kararlıdır: Oğlunu götürecek. Nayman Ana’nm oğlu tarafından öldürülmesi bunu engelliyor.
Nihâyet konumuza gelelim.
Konu ile ilgili düşüncelerimizi belirtmek için Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel romanına ilâve olarak yazılmış Cingiz Hanın Ağ Bulutu eserine dikkat çekelim.
Cengiz Han atı Huban ile yola çıktığında başının üzerinde bir beyaz bulut uçuyordu. Cengiz Han nereye gitse bulut da o tarafa doğru ilerliyordu. Sanki ona şemsiye tutuyordu. Ulu göğün işareti olan bu bulutun geleceğini ona iki yıl önce bir bakıcı haber vermiştir. Gelecekten haber veren, ruhlarla ilişkiye girebilenler yüzyıllar boyunca şaman, ham, gezeryi, cam, gözüaçık, görücü vs. isimlerle anılmıştır.
Eski insanların anlayışına, dünyaya bakış tarzına göre her şeyin ruhu vardır. Meselâ ateşin, suyun, dağın, hayvanın, ağacın ruhu vs. Hakas Türkleri buna “sahip” diyorlar.
Örneğin suç eczi, mağ eczi, yani suyun sahibı, dağın şahma Eğer kim suda boğulursa, ateşte yanarsa, ormanda vahşi hayvanlara yiyecek olursa, o yerlerin sahibinin “sevimlisi” olduğunu söylerlerdi. Aynı deyim, Azerbaycan’da hâlâ da yaşamaktadır. İyi insan öldüğünde şöyle diyorlar: "Kötüden toprak da bıkmıştır yani toprak iyileri götürür, kendi koynuna alır; kötüyü toprak da istemez. Bu inançla ilgili olarak uzun zaman Ahıska Türkleri mezardan hortlayarak dışarı çıkanları öldürüp yeniden mezara koyarlardı. Onlar ölen akrabalarını toprağın kabul etmemesini veya suç işlediğini düşünerek hortlama haberi yayılmadan adamı yeniden gömüyor ve kişinin uykusundan uyandığım hiç akıllarına getirmiyorlardı.
Her şeyin ruhunun, sahibinin olması inancının sonraki gelişimi, insanların kendi tayfasından, boyundan olanlar ve tüm bu ruhların, sahiplerin büyüğü olan Tanrı ile ruhların yardımı sonucunda ilişki kurabilecek birine ihtiyaç duyulmasına götürdü. Bu ilişkileri ise sadece ruhların “sevimlisi”, L. Ştemberg’in kelimeleriyle ifade edersek “sevgilisi” olan Şamanlar kurabilirdi. L. Ştemherg’e (1861-1927) göre, Şamanlığı kabullenen herkes artık insanlıktan çıkıyor, ruhu istediği gibi yaşıyor, onun söylediklerini söylüyor, yediklerini yiyor, bazen ise ruhun isteği üzerine cinsiyetini bile değiştiriyordu. Şaman önceden bu veya diğer durumda ne söyleyeceğini bilmiyor; Trans (vecd) zamanı ruh onun dili ile konuşuyordu. Şamanlar ruhlar ile olan bu ilişkilerini saklı tutmalıydı. Bu yüzden de bakıcının uygun mütercimin yardımlarıyla söylediği kelimelere önce inanmayan Cengiz Han bu yüzden: Sen bunları nereden biliyorsun? diye sorduğunda bakıcı şöyle diyor: “Nereden bildiğimi söyleme yetkim yoktur. ” Görüldüğü gibi bakıcının hâkim ruhu onunla bakıcı arasındaki ilişkiyi söylemeye izin vermiyor.
Önceleri insanlarla ruhların yardımıyla Tanrı arasında ilişki kurabilen Şaman’a ihtiyaç duyulduğunu söylemiştim. L. Ştemberg şöyle yazıyor: Bu adam (Şaman, G. Y.) kendi boyları ile Tanrı arasında ilişki kurabiliyor, onun düşüncesini ve isteğini, iradesini onlara iletiyor. Sonradan oluşan dinlerde bu görevi peygamberler üstlenmiştir. Bunu eserde Cengiz Han’ın bakıcıya söylediği kelimeler de ispat ediyor. “Yüce Tanrı bu kelimeleri bana söylemeni istemiş; fakat ben gökteki bulutu nasıl koruyabilirim?”
Cengiz Han’ın ve çevresindekilerin gözünde bakıcı, serseri, zayıf, üzerindekiler eski, uzun saçları beline kadar uzayan, aklını kaybetmiş birisi idi.
Aslında ise, "Cengiz Han ’ın önünde ne diz çöken, ne secde eden, ne de yalakalık yapan”, onun önünde başını eğmeyen, mertçe duran, sert bakışlı, hanın, küçümseyerek “Ben o bulutu gökte nasıl konabilirim?” sorusuna soğukkanlılıkla “Bu senin problemindir” diye keskin cevap veren bakıcı hiç de akılsız değildir.
Aytmatov şöyle yazıyor: “Çılgın bakıcının içinde ne ise kımıldatıyordu, ne ise ilhamla kımıldamıyordu ki, hükümdarların en heybetlisi, en zâlimi karşısında, sahradaki aslan karşısında yüz yüze durur gibi korkmadan duruyordu. ” Tüm bunlar bakıcının söylediklerine karşı inanç uyandırıyordu. “Belki bu gerçekten de yüce göğün hükmüdür. ” (s. 44) diyen yazar okuyucuda da inanç uyandırabiliyor.
Dolaşan bakıcının sinirli hükümdar önünde bu tür eğilmeden durup keskin cevap vermesinin nedeni de yazarın, bakıcının dâhilinde “ne ise” bulunduğunu yazarak, doğrudan ismini söylemediği ruhların Han’ a söylediği kelimeler idi. Dıştan bakıcıya özgü olan cesaret de ruhların cesareti idi. Yazar fikrinden emindi ve “belki” siz, “sonki”siz, “deyesen”siz, “çılgın” bakıcının içindeki ne ise kıpırdıyor, ne ise ona ilham veriyordu.
Aytmatov bu eserinde Himalay bakıcılarını da, ayakta kitap yazan müdrikleri de anıyor. Diğer bir eserde, Cemile hikâyesinde şunları okuyoruz: “Her sene ilk bahar olduğunda o bahçede babamın gençliğinde yaptığı göç yurtunu ardıç tütsüsüne verirdi. ” Eve, bahçeye, ev hayvanlarına ardıç dumanı tutmak, eski Şaman geleneklerinden birisidir. Bunun için, Şaman köz salar, onun üzerine ise kuru ardıç dalları koyardı. Bazı durumlarda ise ardıç budağını ele alarak bu veya diğer şeyin üzerine koyarak, kötü kuvvetlerden korumak istedikleri şeyin etrafında dönerlerdi. Bu sene ilk baharda Atatürk Kültür Merkezi vasıtasıyla Güney Sibirya’da bulundum. Tuva’nın başkenti Kızıl şehri merkezinde bulunan Düngürşaman (Ham) Cemiyeti’nin bahçesinde gördüğüm manzara bu geleneğin hâlâ yaşadığından haber veriyor. Orada bulunan hamlardan birisi elinde ardıç yakılı bir tabakla bahçeye girdi. Arabanın ve arabadakilerin çevresinde dolaştı. Bu gelenekle Azerbaycan’da da karşılaşıyoruz. Bu amaçla üzerlik kullanılıyor. Kötü ruhlardan, Erlikin dünyasından, insanlara zarar veren kötü ruhlarla mücadelede Tuva ve Hakaslar kekik kurusu dumanını da kullanıyorlar. Ben kekiği yemeklerde kullandığımızı söylediğimde, bunun daha doğru olduğunu belirten folklor bilimci Valentina Maynogoşeva böyle de kekiğin etkili olduğunu söyledi. Bildiğimiz gibi, bu kutsal bitkilerin dumanı nazar, göz değmemesi için de kullanılıyor. Üzerlik yakıp dumanını etrafa yayan kişi üzerliğin tohumlan çat-çat diye ses çıkardığında şu kelimeleri söyler: “Üzerliyim çatlasın. Yaman gözler patlasın” vs.'
Annenin de göç yurtuna duman tutması kötü ruhların oradan uzaklaştırılması amacı ile yapılıyor. İslâm’dan önce bu tür âyinler uzun sürerdi. Şaman dâvet edilirdi. Sonraları ise, bunu boyun, ailenin aksakallı, Cemile eserinde gördüğümüz gibi, “ağbiçeyi” de yapabilirdi.
İlk Öğretmen hikayesinde yazar, rüzgârı Şaman’a benzeterek şöyle yazıyor: "... Rüzgâr Şaman gibi kendinden geçiyordu, cinleniyordu (sinirleniyordu), boğuluyor, sonra durup dururken ısınmış yüzüne bir avuç dikenli kar atarak zıplıyordu. ” Yazar burada âyin yapan ruhlarla ilişkiye giren Şaman’m olağanüstü hareketlerini kastediyor. Bu durumda şamanlar vecde geliyor, bazen sinirleniyor, bazen ise, zıplıyorlar. Rüzgârın çarptığı kar birikintilerinin karanlıktaki hareketinin de kendine özgü bir mistik özelliği vardır. Çoğu zaman aksakalların şamanlarda gördükleri hareketleri kendilerinin yapmaya çalıştıklarını belirtmiştik. Buna bir örnek daha ilâve edelim: Düysen’e kurtlar saldırdığında korkan, aynı zamanda onun kurtulmasından mutluluk duyan, heyecan dolu anlar yaşayan Altınay ağladığında, Saykal Kaptanbay’ın emri ile avsun [efsun] okur, kızın yüzüne bazen sıcak, bazen de soğuk su atar, buhara tutar, korkusunu almaya çalışır. Sonra ise, kendisi gelip Çaykan’ın eşini şamanlık yapıp Altınay’ın kalbini yerine getirmesi için çağırır.
Sahilde Koşan Alabaş eserinde, yazar ivhlerin hayatını anlatırken Şaman gelenek göreneklerine de yer vermiştir. Nivhler her şeyin ruhu olduğuna inanıyorlar. Şamanizm’e göre her zaman kötü ruhlar insanlara zarar vermek için onları takip ediyorlar, insanlar da bu yüzden her zaman bu ruhları kandırmaya, şaşırtmaya çalışıyorlar.
Meselâ ailede doğan çocuklar ölürse, o zaman yeni doğan erkek çocuğuna kız, kız çocuğuna da erkek ismi verilirdi. Veya ölümü şaşırtmak için Şaman çağırtılıp böyle bir oyun oynanırdı. Şaman hamurdan, erkekse erkek, kızsa kız figürü yapar, sonra onu “öldürür”, uzak bir yerde gömerdi ve böylelikle de ölümü şaşırtmaya çalışırdı. Sahilde Koşan Alabaş eserinde ise, eşini ve oğlunu balık avına yolcu eden anne onlardan ayrılırken şöyle der: “Ormana gidin... Bak ha, odun kuru olsun, kendin de ormanda yolunu şaşırma. ” Burada yazar şöyle yazıyor: “O, ona o yüzden böyle diyordu ki, yolu kaybetsin, ruhları şaşırtsın, oğlunu kötü ruhlar olan Kinrlerden korusun. ” Anne de Balık Bayan boyunun diğer üyeleri gibi Kinrlerin insanlara, özellikle de çocuklara büyüdüklerinde avcı olmamaları için hastalık, sakatlık verdiklerine inanıyordu. Aytmatov, kendisi bu olayı açıklığa kavuşturmuştur. Bundan sonra, avdan eli dolu dönen yeni avcının şerefine yapılan merasim tasvir ediliyor. Boydan olan insanlar toy-bayram edip, eğlenir, en akıllı kişi olan Şaman avcı hakkında yer ve su ile konuşur, onlara bu avcıya karşı iyi davranmaları, başkaları ile paylaşabilmesi için avım bol etmeleri, Balık Bayan soyunun artması için çok evlât vermeleri amacıyla yalvarır. Daha sonra Şaman yeni avcının talihini gökteki yalnız kendisinin bildiği bir yıldıza emanet eder.
Eserde, avcılar birinci adadaki avdan sonra diğer tarafa geçmeden önce toprak sahibini yedirmeyi de unutmuyorlar. Bir daha geldiklerinde de avlarının iyi olması için nerganın kalbini küçük küçük doğrayıp, toprak sahibini yedirmek için yere serperler. Sahiplerin yedirilip içirilmesi geleneği şamanlarda da vardır. Tuva Türkleri’nin “Ovacı Dagır” merasimi buna örnektir. Ovaya dilek dilemeye gelen boy, aile üyeleri burada kurban keser, eti pişirip yemeden önce en yağlı tekeleri ovaya bırakır, sonra ise kestiği koçun başını ovayı koruması için direğe takar ve giderlerdi. Güney Sibirya’da günümüzde de eski gelenek göreneklere sadık kalanlar çay ve süt içtiklerinde serçe parmaklarını içeceğe batırıp, etrafa seıperler. Tuva Türkleri’nde, bahar bayramı olan Şagaa zamanı halkın aksakallısı çaydan kepçe ile kazandan alıp, hayır-dua ederek etrafa serper. Tapmak yerine gidenler, kestikleri hayvanın etinden, evden getirdikleri yiyeceklerden sofraya koyarlar. Şimdi ise, bunu fakir ve dilenciler için yaparlar ki, yiyip içip "Allah kabul etsin "desinler. Fakat bu Şaman inancı ile ilgilidir. Ve nihâyet, denizin katı dumanı içerisinde ümidini kesen Mılgun’un rüzgârlar Şamanı’na küfür etmesi, dumanı dağıtmasını istemesi de her bir tabiat kuvvesinin ruhlar ile ilişkiye girip, onu yönelten Şaman’ın olması inancı ile ilgilidir.
Şaman inancına göre, su, ateş, toprak, dağ sahiplerine yalvarıp, onlardan bir şey rica edildiğinde, onlar her zaman yardım ederler. Göçeri Kuşun Ağası hikâyesinde Kermolgo-zay Issık-Kulayalvararak dileğini Tanrı’ya iletmesini rica ediyor. Sonraki devirlerde insanlar Şaman’m yerine geçmeye çalışıyorlardı. Kendileri suyun sahibi ile ilişkiye girip dileklerini onun yardımlarıyla Tanrı’ya iletmek istiyorlardı. Günümüzde uykusunu karıştırmış herkes rüyasını suya anlatır. Şamanizm’in takip edildiği devirlerde bunun ne amaçla yapıldığını açık açık söyleyemeyen dede ninelerimiz bunu "Su aydınlıktır” diye açıklıyorlardı.
Cengiz Bey’in müslüman olduğunu biliyoruz. Bir dini anlat desek, benimsetecek kadar güzel anlatılmasını istesek, Cengiz Aytmatov, Şamanizm’i mi, Hıristiyanlık’ı mı, İslam’ı mı, Budizm’i mi güzel anlatır, benimsetir? Bence hiçbirisini değil ve aynı zamanda hepsini. Onun eserlerini farklı dinden, kültürden olan insanlar için bizce okunaklı kılan da budur.
Sh: 227-232
“Komünist rejim altında yaşayan bir yazar ancak rejimin kafes içinde yemek karşılığı şakıyan bülbülü gibidir. Ben, bülbül olamadım ve hükümetin istediği gibi şakıyamadım. 1956 yılından sonra beni tutukladılar!"
Bu söz benim değil. Bugün Macaristan’da, en eski Hunların yaşadığı topraklarda Macarların “Arpi Amca ” deyip benimsediği Macaristan Cumhurbaşkanı Arpad Göncz’ün. O, böyle söylüyor. İyi bir tarım işçisi olduğu kadar yetenekli bir yazar da olan Cumhurbaşkanı Arpad Göncz’ün yaşanmış ve denenmiş bir ömür içindeki deneyimlerinin ve gözlemlerinin tanıklığında vardığı bu kanaat üzerinde düşünülürse, Nâzım Hikmet’in gerçek dokusu apaçık ortaya çıkar. “Macar Cumhurbaşkanı ve yazımızın konusu Cengiz Aytmatov ile Nâzım Hikmet’in ilgisi ne?” sorusunu sormanın yersiz olacağını düşünüyorum. Çünkü zaman, yer, şartlar ve örnekler bilinmeden kahramanı seçemezsiniz!
Bu yazının kahramanına ben, yoldaşım Cengiz Aytmatov derken, zaman, yer, şartlar ve örnekler süzgecinden geçmiş bir başarılı sanat adamına yakınlık hissi duyma onurunu düşündüm elbette. Fakat daha çok, sanat adamı olma yeteneğine eşlik gibi bir cesaret denemesinden değil, birkaç küçük dış benzeyişler düşüncesiyle yoldaşlığı yakıştırdım. Aslında dostum Profesör Sadık Kemal Tural böyle bir yazı istediği telefon konuşmasında bu başlığı da kendisi seçmişti. Yirmi yıl önceki arayışımı ve Cengiz Aytmatov’un benim bir tür tesellim oluşunu hatırlayınca ben de teklifin uygunluğunu düşündüm. Kendisinin haberi bile olmadan Cengiz Aytmatov yinni yıl önce adı için yollara düştüğüm bir sanat adamı idi.
Yirmi yıl önce, 1978 yılında, Sovyet Sosyalistleri topraklarında dolaşır iken elimde bir telefon numarası ve aklımda iki isim vardı. Benim gibi ömrü Marksizm, Leninizm, komünizm ve Sovyet Sosyalistleri karşıtı yazılar yazmak ve konuşmak ile geçmiş bir Türksever için, hele o vakitler, şimdiki gibi çat kapı gidebileceğiniz kolaylıkta bir ülke olmayan Sovyet Sosyalistleri toprağına gidebilmek ve orada gezebilmek imkânsızı yaşamaktan başka bir şey değil idi. Şimdilerde benden başka herkesin kolayca, rahatça ve sıkça girip çıkabildiği Türk ülkelerine 1978 yılında gidebilmek için önce Moskova’dan izin almak şarttı. Moskova, bize yedi sekiz ay o izini vermedi, çeşitli gerekçelerle geri çevirdi. Yedi sekiz ay sonra da en olmayacak bir vakitte, Ekim ayında, ve ansızın, uygun cevabını gönderdi.
Moskova kenti bizi hiç mi hiç ilgilendirmiyordu o günlerde; görmek istediğimiz yerler Bakü’den başlayan Türk ülkeleriydi. Israrlarımız sonunda giriş izni alabildi isek de Kırgızistan’da Bişkek, Türkmenistan’da Aşkabad yolumuzdan çıkarılmıştı.
O vakit elimdeki tek telefon numarasının değerinin arttığı sanısına kapıldım; telefon numarası Bakü’de Bahtiyar Vahapzâde’nin idi. Onun aracılığında bir yardun ile hem Kırgızistan’a, hem Türkmenistan’a giriş izni alabileceğimizi sandım. Aklımdaki iki isimden biri olan Cengiz Aytmatov Kırgızistan’da idi çünkü.
Bahtiyar Vahapzâde’yi bana Müslüman olmuş Alman asıllı biri tanıtmıştı, o vakte kadar Vahapzâde Türkiye’de sanırım bilinmiyordu. Alman asıllı Müslüman ise, Doğu Almanya üzerinden benim kitaplarımı Vahapzâde’ye, onun şiirlerini bana ulaştırıyordu, mektuplaşmamız da önceleri bu yol üzerinden olmuştu. O şiirleri İstanbul’da bir edebiyat dergisinde, derginin sahibi bilinen yazarı da etkileyerek yayınlatmış, Vahapzâde’yi böylece Türkiye’de de duyurmuş idik. Bu bakımdan Bakü’den Kırgızistan’a gidebilmek kolaylığı sağlanacağına, en azından telefon ile konuşulabileceğine inanıyordum. Bu, hürriyetin tutsaklandığı vakit ölüme eş bir nefessizlik hâline geleceğini Türkiye’de yaşadığı için bilemeyenlerin, benim gibi, korkunç bir yanılgısı idi aslında.
Nitekim, ömrümün asıl yoldaşı eşim Muazzam ile başladığımız o yıl için o imkânsızın yaşanması diyebileceğim yolculuk asıl tadıyla Bakü’de başladı dersem yanlış olmaz. Heyecanlarımız, umutlarımız, kırk yıllık inanç ve aşk bağlarımız Bakü’den başlayarak gözlerimize açılıyordu birer birer, ve artık, umutlarımızın göverişini görmenin sarhoşluğu başlıyordu. Daha doğrusu, onca zamandır donmuş gibi duran olağanüstü resimler hareketlenmeye ve dillenmeye başlamaktaydı.
Bakü’de otele yerleşir yerleşmez ilk işimiz telefonu denemek oldu. Saat gecenin onbirbuçuğunu geçmişti. Karşı tarafın telefonunda zil sesini duyduğumda, o yaşımda bile heyecanlıydım. Vahapzâde’nin epeyce çekingen, hattâ tedirgin, “Aloo?.. ” deyişini duyduğumda ise çok heyecanlandım.
O konuşmadan onbeş dakika sonra Hazar Denizi’nin kıyısında bir kahvede idik. Bahtiyar Bey yanında birini daha getirmişti... Hem yakını idi, hem de galiba
Komünist Partisi’nde etkili bir görevi vardı. Buna rağmen biz Kırgızistan’a giriş iznini alamadık. Cengiz Aytmatov’un telefon numarasını Vahapzâde biliyordu. Fakat iki Türk ülkesi telefonda birbirleriyle görüşemiyordu, veya bana öyle söylendi; bu yüzden Bakü’de, en azından yoldaşım Cengiz ile telefon görüşmesi yapabilme umudum da böylece sönmüş oldu.
Belki yararı olur düşüncesiyle, Vahapzâde Taşkent’te bir isim ve telefon numarası verdi, bir de Almaata’da Olcas Süleymanov’un ev adresini kendi eliyle yazdı. "Bu telefonları geç vakitte ara. O saatlerde kendilerinin çıkma ihtimâlleri daha çoktur. Yoksa telefonu açan kişi, senin adını duyunca aradığın kişinin şehirde olmadığını söyler. Ne zaman döner?., 'sorusunu da senin şehirden ayrılacağın günden sonraki haftaya tarihler. Sen telefon ettiğinde ben çıkmamış olsaydım, açan kişi oğlum ya da eşim bile olsa böyle söylerdi, söyleyecekti. Bizim buralarda töredir bu... ” diye de sıkı sıkıya öğütler verdi.
Taşkent’teki telefondan aldığım ilk cevap Bahtiyar Vahapzâde’yi hemen doğruladı. Daha sonra yine Taşkent’te ummadığım bir şekilde iki saate yakın konuştuğumuz Özbek Yazıcılar Yığmağı Reisi’nden de Kırgızistan’a giriş izninin alınamayacağını öğrendim. Bir Türk ülkesinden başka bir Türk ülkesine geçilemiyordu. Yazıcılar Yığmağı Reisi, Taşkent’te, aslında demeğin gerçek yöneticisi olan sekreteri durumundaki Rus kadınına Bişkek’ten Cengiz Aytmatov’u telefon ile arayıp konuşmamızın sağlanmasını buyurduğunda, doğrusu bir parça umutlanmıştım, yazık ki Yazarlar Birliği’nde kaldığım iki saate yakın bir zaman içinde Kırgızistan ile konuşma imkânı bulunamadı. Sonunda iletişim karışıklığı veya kopukluğu olduğu söylenerek özür dilendi. Taşkent’te de, yoldaşım Cengiz Aytmatov’a ulaşmamız mümkün olmamıştı.
Sovyet Sosyalistlerinin topraklarına girerken aklımdaki iki isimden biri, Bakü’de Bahtiyar Vahapzâde’nin de görmemi arzuladığı kişinin adı idi, Olcas Süleymanov’du. O günlerde başını dertten derde sokan Az I Ya adındaki ünlü eserini yazmıştı ve bir göz hapsindeydi. Tahmin edeceğiniz gibi, Vahapzâde’nin dedikleri gerçekleşti, telefonlarıma çıkan hep aynı kadın sesi, değerli yazarın Almaata dışında olduğunu, bir aydan önce de dönmeyeceğini söyledi. Araya sora bulduğum evinde ise kapıyı açan olmadı; evde bir yerlerden görüldüğüme, kapının bilerek, isteyerek açılmadığına bugün de eminim.
Almaata’da bulunduğumuz bir hafta içinde adım adım her yanını dolaştığım şehirde, içinde çalışanı Rus veya Kazak Türkü, hangi kitapevine uğrayıp Olcas Süleyman’ı ve eserini, Az l Ya’yı sordu isem hep aynı soğuk cevap ile karşılaştım: "Yok!"
Yüzüme kuşkuyla baktılar hep. Ve elbette, Kırgızistan’a gitmek, Bişkek’te Cengiz Aytmatov’a yoldaş ve konuk olabilmek hayâllerimiz de uçtu gitti.
Sanıyorum, bir yolculuğu anıyor görünürken, bol haklar ve hürriyetlerden bol bol, hem de bağıra çağıra söz edilen Sovyet Sosyalistlerinin ülkesindeki hürriyetlerinin hemen hemen tümünün hapsedilmesiyle doğmuş imkânsızlıklardan söz etmeğe çalıştığımı anlamışsınızdır. Yoldaşım Cengiz Aytmatov, öyle bir ağdalaşmış imkânsızlık denizinde boğulmadan ve batmadan yüzebilmenin ustalığını göstermiş sanat adamı oldu.
Herhangi bir yazarın, adını duyurması çok kolaydır; hattâ eserinin adını şehirler ötesine taşımak ondan da kolaydır... Yandaşlar ve omuzdaşlar bunun için yaratılmışlardır; milletlerarası çığırtkanlık örgütleri bu iş için görevlendirilmiştir. Fakat, bunlara rağmen, sanat eserini yaşatmak, hiç ihtiyarlatmamak çok zordur. Bence Cengiz Aytmatov’un yüceliği bu zoru başarmakla başlamıştır.
Yine de zaman zaman düşünürüm: “Acaba Aragon, Aytmatov’u Fransa’ya aktarırken sadece ondaki romantizmin büyüsüne mi kapıldı?”
Çok uzun ömrünün tamamını milletlerarası komünizmin akışına kaptırmış ve adamış olan Aragon muhakkak ki inancının mistiği ve sâdece marksizm’e değil, Lenin’den sonraki komünizme de yakışamayacak, hattâ fazla ince kalarak ters düşecek romantizmin hastasıydı. Bütün dünyayı çok sevdiği karısı sevgili Elsa’sının yüzündeki yansımalarda seyreden; aynı zamanda Rus Komünizminin merkez şâiri Mayakovsky’nin de baldızı olan Elsa’sınm gözlerinden görebildiği dünyadaki beklentileriyle bir tür Mecnûn sayabileceğimiz Aragon, Aytmatov’un Cemı'/e’sindeki aşk’a, okur okumaz tutulmuş, hayran kalmış ve o hayranlığı da çevresine duyurmaktan sakınmamıştır. Cengiz Aytmatov’un destanlaştırdığı, derinliği yüzlerce karış olsa da dibindeki küçücük kırıntıları bir bakışta seçilebilecek kadar duru, katıksız ve ışıltılı suları andırır aşk’ın soyuna sopuna özgü bir geleneksel aşktan kaynaklanması, Aragon’u besleyen aşk’tan hem değişik, hem özgün olması, fakat evrensel olanla çatışmadan, çekişmeden evrenseli de bütünleyerek özgünleşmesi okuyan herkesi ayrıcalıklı bir sanat adamı ile baş başa olduğuna, daha o anda, inandırıyordu çünkü.
Böyle olduğu hâlde, Aragon’u tutsak alan sadece has aşk, o aşkın özgünlüğü, gelenekselliği ve destansı anlatışı değildir, başka büyüler de vardır.
Otuz yıl kadar önce tanıştığım bir Bulgar Türkolog bana, ülkesinde de konusunu tarihten alan roman yazarlarının bulunduğunu söylemişti ve: "Günümüzde tarihe sığınmak yazarlarımızı rahatlatıyor" demişti. Herhalde o günlerde ülkesini kilitleyen komünist yönetimini düşünerek söylemişti.
Ona, o gün, tarihin bir sığınma evi olmadığını söyledim. Tarih bir araç gereç ambarı idi aslında, bir deneyimler eviydi belki de, denemelerin örnekleri orada saklanıyordu. Görebilir iseniz onlardan yararlanabilirdiniz; göremez iseniz bir putlar evi gibi kapalı ve çoğu suratsız yüzlerle karşılaşabilirdiniz. Aslında tarih, benim için elbette, adına bugün dediğimiz yarma akan ırmağın kaynağıydı; kurutursanız bugünü susuz bırakır, yarını çoraklaştırırdınız. Roman yazan, kaynağa ulaşmadan ırmağın hiçbir bölümünde ve kolunda özü bulamazdı.
Bulgar Türkoloğu bir daha göremediğim için sözlerime inandı mı inanmadı mı bilmiyorum. Fakat Yoldaşım Cengiz Aytmatov’u biliyorum. Tarih, onda çocukluk... Bütün eserleri, çocukluğun özümsediği tarihin bakışıyla ışıltılı görünüyor. Geriye doğru yaşlılar, aksakallar; yakma doğru ağabeyler, gelinler geçmişlerinden getirdiklerini bugünlerinde yaşatırken mutluluk aktarırlar. Bu durumda geçmişe sığınmak değil, bugünün geleceğe dökülmesi söz konusudur.
Çocuğu bütünleyen, başka bir deyişle tarihi bugüne getiren bağ çevre, tabiattır. Bence Aragon’u büyüleyen ve tutsaklaştıran da yoldaşım Cengiz Aytmatov’daki bu tabiat bütünleşmesidir, aslında Kırgızistan’dır o bütünleme, yurttur; zaman zaman ilâhileşir. Aragon’un inanmadığım söylemekten çekinmediği fakat yine de dilekler dilediği bir Tanrı, veya Steinbeck’in “bilinmeyen bir Tanrı" sırrı çocuğa, tabiatın içindeyken onu uçuracakmışçasına güvenişler sağlar.
Kırgız Türklerinin binlerce yıllık birikimlerinin canlandırdığı ve yaşadıkça yaşattıkları çevre ile ancak Kırgız Türklerinin varoluşuyla varlığı sürebilecek tabiat, Sovyet Sosyalist sanatçılarının, Bolşevik ihtilâlinden çıkmış Lenin Stalin sütlü komünist ilericisi yazarlarının tabiatı ve çevresi değildir elbette. Onlar, kalıplaşmış fotoğraflarıyla ancak bizim roman yazarlarımıza soğuk birer tekrar olmuşlardır ve o yüzden de, bugüne kadar başarılı olabilmiş, bizim diyebileceğimiz romanımız da, romancımız da yok gibidir. Sovyet kokulu olmadığında ya Fransız, ya Anglosakson yapışkanı romancılarımız ve romanları hâlâ ite kaka gitmekteyse Cengiz Aytmatov’u besleyen kaynağa yüz çevirişleri sebebindendir. Aytmatov un tabiatında Oğuz Kağan’dan Er Manas’a esen rüzgârları her zaman hissedebilirsiniz, hem de en yeni esintileriyle. Şolohof’ta, Soljenitsin’de ya da
Gorki yahut Tolstoy gibilerinde ancak onlara has tabiat ne ise Aytmatov’daki de odur ve çok daha zengindir. Belki İskandinavyalı Knut Hamsun’un o olağanüstü tabiatı inandırıcı, özel ve yoğundur; bu yüzden de yazarını yüceltir, ayrıcalıklı kılar. Bana kalırsa Aragon gibi hasta bir komünisti büyüleyebilen güzellik de buradadır.
Dünyanın büyük dillerinden biri, bence en güzeli olan Türkçenin Kırgız ağzında okumaya alışabilseydim yoldaşım Cengiz Aytmatov’u ayrıca yücelten anlatım hoşluğunu da sizlere anlatmaya çalışırdım. Bildiğim, Aragon gibi iflâh olmaz bir komünistin aklını başından alan Aytmatov’un Rusçası değil, Aytmatov’un ruhundan koparıp sunduğu Kırgız dünyasıdır; Kırgızistan ve Kırgız Türkleridir. Çünkü sanat adamı gördüğü dünyayı, varlığı ve nesneleri ruhuna sindirirken yoğurup daha zengin ve süslü dünya, varlık ve nesneler biçimlendirir. Onlar, hem asıllarıdır hem değillerdir... Tıpkı Kırgızistan ve Kırgız Türkleriyle yoldaşım Cengiz Aytmatov’un Kırgızistan’ı ve Kırgız Türkleri gibi. Birincisini görür, İkincisini seversiniz; fakat gerçek olanı sizin sevdiğinizdir.
[BURAYI OKUYUN:
Gavur, gavurluğundan vazgeçer mi solcuğunu bırakır mı? İhramcızâde İsmail Hakkı]
Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, yoldaşım Cengiz Aytmatov aynı zamanda benim tesellim olmuş, beni teselli de etmiştir. Meydan La Rousse denilen yayının satıldığı yıllarda ben de genç sayılırdım ve yazık ki o genç yaşlarda bir yazar insanlardan hep beklentili oluyor, o yayında benim adımın yazılmadığını gördüm. Sol bilinen iğne iplik türü sayılacak yazar çizerden, adı bilinmezler bile var idi de benim adım yoktu. Üzüldüm. Sepetçioğlu... sözünün karşısında parantez açılmış (sepetçioğlunun adından) diye bir acâyip açıklama konularak oyun havası anlatılmaya çalışılmıştı; neredeyse, dikkât bu o adam değildir... demedikleri noksan uçukluklarda ansiklopedi yazmışlardı; yâni böyle bir yazar yok, fakat oyun havası var... demeye getirmiş olmalılardı.
Daha çok üzüldüm.
Fakat o yayında baktım, Cengiz Aytmatov adı da yoktu. Arayıp bulamayınca, “Onun gibi bir yazarı almadıklarına göre beni neden var saysınlar!" dediğimi hatırlıyorum. Bu düşünce benim tesellim olmuştu. Aynı yayının, epeyce yıl sonra yayınladıkları eklerinden birinde, güzel bir tesâdüf, onu da, beni de kısaca yazdılar.
Şimdi ben o yücelmiş sanat adamı, yoldaşım Cengiz Aytmatov için yazıyorum. Daha bir nice yılı, doğduğu yücelikte ve yaşadığı yetmiş yılın zenginliğinde yaşamasını diliyorum.
Sh: 195-200
Cengiz Aka’m, akalarım, kardeşlerim,
Arapçada bir söz vardır. Kelimenin kökü, ve-ha-ye... Ne demek biliyor musunuz? Bir bilgiyi veya haberi gizli, üstü kapalı, sadece ve sadece idraki yüksek insanlara söylemek demek. Özel olarak yazılmış mektup, gizli söz, üstü kapalı bir ifade, vahiy anlamlarını da taşıyor... Vahiy, Allah’tan insanlara peygamber aracılığıyla gelen hükümler, buyruklar, emirler, sözler anlamına gelen bir teoloji terimi... Ne diyor o emirlerde? “Ey insan! Sen kendine yabancılaşma! Bu Allah’ın sözüdür. Bu özel bir emir, özel bir mektupdur. ” Peygamberler Allah’tan aldığı mesajı insanlığa taşıdı...
Yazarlar da, insanlara ata ruhlarından aldıkları birtakım mesajları iletirler. Yazarlar ile yazar geçinenler arasında büyük fark vardır. Dünyanın büyük yazarlarından Shakespeare, İngilizceyi ve İngiliz milletini dirilten bir yazardır. Hugo, Fransızları millet yapan bir yazar. Fransızca sözlükteki kelimelerin nerdeyse yarısını kullanan ve böylece Fransızcayı ve Fransızları da kurtaran bir yazar. Şehnâme, Turan’ı anlattığı hâlde, Firdevsî, Farsçayı ve Farsları dirilten insan... Bizim de böyle ata-babalarımız vardı. Türk soylu halkların geçmişinde övünç olan ataları vardır.
Hayır...
Türk Dünyasında ata ruhlarından aldıklarını üstü örtülü bir biçimde
diyen bir yazar.
Kim O?
Törekuloğlu Aytmategin Çengiz Ağa.
Gülsarı aracılığıyla eski rejimle hesaplaşmasını, Kırgızlara, Türk Dünyasına ve sosyalizme ipoteklenmiş kafaların dünyasına gönderilen mesajını veriyor. Gülsarı'da önce O, koca rejimle hesaplaşan. Türkmenistan’da at mübarektir. Türkmenistan’da at öyle mübarek bir şeydir ki, size bunu anlatamam. At dinin bir parçası gibidir. Kırgızistan’da da at mübarekten farklı bir şey, mesajın aracısı olmuştur. Çengiz Ağabey, onu yazdığında Elveda Gülsarat demiş. Kendisi Türkiye Türkçesi’ne çeviren doğru yapmış diyor: Kopar Zincirlerini Gülsarı. Cengiz Aytmatov, ne yazdı diye kendime sordum. Hepsini okudum. Ben edebiyat profesörüyüm, işim bu. Ne yazdığıyla, niye yazdığını yanyana getirdim.
Ne yazdı?
Niye yazdı?
Peki Cengiz Ağabey, bunları duvarlar yıkıldıktan sonra mı yazdı?
O iş kolay, duvarlar yıkıldıktan sonra yazmak kolay. Duvarların ötesindeyken, bu eserleri yazmak... Halkına, hayır, Türk-Kazak bozkırlarının, Kırgız-Kazak bozkırlarının oradan sıçrayarak, sabah Türkmenoğlu’nun, Annaguli Bey’in dediği gibi, Bay Konur’dan atılan spotnikler gibi, Bişkek’ten, Moskova’dan atılan fikir spotnikleri, mesaj spotnikleri ile Türk Dünyasına ulaştı, duvarlar varken. Törekuloğlu Çingiz Ağa bizim uyanışımızın, bizim dellenişimizin, bizim kendimize gelişimizin özel mesajlarını kitaba koydu. Anlayana, Mankurt olmayana, Mankurt olmamaya kararlı olana... Biz onun için ne yapmalıydık?
a)       Onun eserlerini yıllarca Türkiye’de basıp te’lif haklarını vermeyenlerin peşine düşmeliydik. Beraber, elele tutuşarak telifinin ödenmesi kavgasını vermeliydik?
b)       Böyle büyük bir yazarı, onun ayağının tırnağı etmeyenlere verilen o Nobel Ödülü’nün sahibi yapmalıydık.
Bu üç günlük toplantı, bu 30 bilim adamının söylediği söz, 153 dile çevrilmiş Aytmatov’a çok şey katar mı? Hayır! Ama yapılması gerekli miydi? Evet! Neye? Biz bunları okuyoruz, anlıyoruz. O mesajın ötesinde ne var, onu başka bilim adamları, başka sanat adamları görür, onu göstermek istiyoruz. Biz, bize düşeni yapmaya çalıştık. Eksiği varsa, ayıbı varsa, tamamı bana aittir. Bir başarı, bir güzellik varsa, benim görünmeyen kahramanlarım var. Onlara aittir.
Cengiz Ağa’ya, onun can dostu, gelecek sene ona hizmet etmeye söz verdiğim Muhtar Şahanov Bey’e, Ece Hanımefendi’ye huzurunuzda tekrar teşekkür ediyorum. Hem yazdıkları, hem yazdırdıkları, hem okuttukları, hem düşündürdükleri için... Allah size uzun ömürler versin...
Hoşgeldiniz!
Sık sık gelin! Hep yazın!
Siz yazın, biz okuyalım.
Sağolun, varolun...
Sh: 239-240
Kaynak: DOĞUMUNUN 70. YIL DÖNÜMÜNDE CENGİZ AYTMATOV ULUSLARARASI BİLGİ ŞÖLENİ BİLDİRİLERİ (8 -10 Aralık 1998 -Ankara) Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları
****
Annesi Kertolgo giderken Tanrı’ya, ordularının galip gelmesi için dua eder:
“Ey Tengri, şu korkulu felâket günlerinde, düşmanımız Oyratlara karşı dayanma gücü ver bize.
Bu atalar yurdunu, dağlarında verdikleriyle yaşayan, hayvanlarını orada otlatıp besleyen Kırgızları koru!
Oyrat atları toprağımızı çiğnemesin, ocağımızı söndürmesin.
Savaşta bizi zafere ulaştır!
Orada, şu dağların ardındaki Talçuy vadisinde neler oluyor?
Ne oldu?
Hiç haber yok! Savaş alanından tek haberci gelmedi.
Ufuklara baka baka gözlerimiz karardı, üzüntüden kalplerimiz yoruldu.
Neler oluyor orada?
Yarınımız ne olacak?
Onları koru ey Tengri, savaşa gidenlerimizi koru.
Evlâtlarımızı eyerlerinin üzerinde oturur görelim, onları bize develerin üzerine yatırılmış olarak gösterme.
Duamı kabul et ey Tengri, üç oğul anası olan benim dualarımı kabul et!”
Yıldırım Sesli Manasçı, CENGİZ AYTMATOV (s. 13).
**
“ Ve masallar yok oldular. Dağlar boşaldı...
Derken, ömründe hiç masal görmemiş insanlar dünyaya geldi.”
Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, (Çev. Refik Özdek),
Ötüken Yayınları, İstanbul 1991, sh: 72
**
“ Adını hatırla!
Kim olduğunu hatırla!
Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay"
Mankurt



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar