Print Friendly and PDF

ŞEYH BEDREDDÎN SİMÂVİ kaddesellâhü sırrahu’l âlî (760-820, 23 /1358,59-1420):



760(1358, 59) da Edirne’ye bağlı Simavna’da doğdu. Dedelerinin, Selçukluların vezirlerinden olduğu, hattâ babasının da Alâu’d-dîn Keykubat’ın veziri olduğu, doğduğu kalenin, babası tarafından fethedildiği rivayet edilir' Bedreddin çocuk yaşında Kur’an’ı ezberlemiş, Mevlâna Yusuf’tan sarf ve nahiv okumuş, babasının amcazadesi Müeyyed İbn Abdi’l-Mü’min ile önce Konya’ya, sonra Mısır’a gitmiş, Mısır’da Seyyid Şerif Cürcânî ile beraber Şeyh Ekmel al-Bâbertî (786/1384) den ders okumuştur. Yine Mısır’da Hz. Peygamber’in soyundan geldiği kabul edilen Hüseyin Ahlâtî’ye intisab etmiştir. Önceleri tasavvufa karşı olan Bedreddin, şeyhe bağlandıktan sonra cezbeye tutulmuş ve kitaplarını Nil’e atmıştır.
Yaptığı riyazetle zayıf düşüp hastalanan Bedreddin’e Hüseyin Ahlâtî, öküz dili denilen otla, elma şerbeti içirmiş, bal ve süt yedirerek tedavi etmiştir. Daha sonra Hüseyin Ahlâtî ona icazet verip irşad için Tebriz’e göndermiş; Timur huzuruna çıkan ve kimsenin çözemedeği bir davayı halledip tarafları verdiği hükme razı eden Bedreddin’e Timur kızını vermek istemişse de o bunlara aldırış etmeden gizlice kaçıp Mısır’a gitmiş ve şeyhinin hizmetine girmiştir. Şeyhi ölürken Bedreddin’i yerine bırakmış, fakat Bedreddin, altı ay onun yerinde oturduktan sonra şeyhin müridlerinden gördüğü hased dolayısiyle önce Şam’a, sonra Haleb’e gelmiş, oradan da Anadolu’ya geçmiştir. Anadolu’da büyük hürmet kazanmış, çok kimse ona bağlanmıştır. Yıldırımın oğlu Musa Çelebi, onu kazaskerliğe tayin etmiştir.
Mehmet Çelebi, Musa Çelebî’yi yenince Bedreddin’i İznik’te hapsedip ayda bin akçe maaş bağlamış, fakat Bedreddin hapisten kaçıp Emir İsfendiyar’ın yanına gitmiştir. Emir İsfendiyar batıya gitmesini söylemiş, fakat Bedreddin’in yolu Zağra’ya uğramıştır. Orada çok kimse başına toplanmıştır. Zaten kendisi de kendisini mehdi sanmakta idi. Sözlerinden bu açıkça belli olmaktadır. Padişah Mehmed Çelebi, Bedreddin’i kendi üzerine geliyor sandı. Bazıları da padişahlık peşindedir diye onu padişaha çekiştirdiler. Bunun üzerine Bedreddin 1420 tarihinde Siroz’da idam edildi[1] [2].
Şeyh Bedreddin, içtihat derecesine gelmiş bir fıkıh bilgini idi, Yıldırım’ın çocuklarına uzun zaman hocalık yapmış bulunan İbnu Arabşah, Ukudu’n- Nasîha adlı kitabında Şeyh Bedreddin’in sohbet meclislerinde bulunduğunu, onun: “Hidâye sahibine, cevap verilmez bin doksan sorum var” dediğini anlatır.' Fıkıhtan Camiu’l-Fusuleyn, Letâifu’l-İşare ve Teshili yazmıştır. 48 eser yazdığını ve Nuru’l-Kulûb adlı iki ciltlik bir tefsir telif ettiğini, söylerler[3] [4].
Bedreddin, Nuru’l-Kublûb adlı tefsirini tamamlayınca bunu padişaha takdim etmek istiyordu. Fakat idam edilince dostları ve müritleri bu tefsiri gizlediler. Nerede olduğu belli değildir. Şeyh Bedreddin’in menkibesini yazan Hafız Halil, bu hususta şöyle diyor:
“Bilün evlâdı elindedür nihan
Taşra vermezler anı hem serverân
 Lîk şeyh ettügi tevhîd kamu
Cem’ idüben kadî vü Nur amû
Kendi dünyadan gidîcek ol dahî
Bilmediler nice oldî ey ahî”
[5].
Kâtip Çelebi, bu tefsirin iki cild olduğunu, etrafında gayet güzel hamişler bulunduğunu söylediğine göre[6] tefsiri görmüş olmalıdır.
Prof. Abdulbaki Gölpınarlı, Bedreddin Simavî’nin ünlü Varidat’mm tercemesini bir etüdle birlikte yayınlamıştır. Elimizde tefsiri olmadığından Varidat’taki bazı görüşlerini tetkik etmek suretiyle tefsiri hakkında bir fikir sahibi olmak da mümkündür. Saklanmasından anlaşıldığına göre tefsirinde de Varidat’ta olduğu gibi aşırı görüşler ileri sürmüştür.
Bedreddin’e göre beden dağılınca bir daha birleşmez. Yani cesetler haşr edilmez.
Şeklin dağılması, ruhun yok olmasını gerektirmediği gibi dağılan suret de bir daha birleşmez.
Ama insan türünden hiçbir kişi kalmayınca yine bir insanın yaratılması ve insan türünün yeniden türemesi mümkündür.
Yoksa hayal edilen kıyamet kopmayacağı gibi rüsum ulemasının söyledikleri şekilde cesetler de haşr edilmeyecektir.[7]
“Dünya ve âhiret, mülk ve melekût âlemidir.
Mutlak varlık, tesir etme bakımından Allah, tesir alma bakımından âlemdir.
Var oluş ve bozuluş (kevn-ü fesad) âlemlerinin ikisi de ezelî ve ebedîdir.
Dünya ile âhiret de itibarîdir.
Görünen şekiller geçici dünyadır.
İç âlem de yok olmayan âhirettir.
İkisi de ezelden ebede dek vardır.
İtibar, üstün sıfata olduğundan dünyaya geçici denmiştir, âhirete de kalan âlem adı verilmiştir.
Bu başka deyimle her şeyin önü dünya, sonu âhirettir.
“Cennet ve cehennem de melekût âlemindendir.
Cennetteki huriler, köşkler, ağaçlar, meyvalar, ırmaklar ve cehennemdeki ateş, azap vs. hep temsilidir.
Peygamberler, çocukların velilerine benzereler, Veliler, çocukları onların isteklerine, gönüllerine uyan şeylerle iyiliğe, doğruluğa sevk ettikleri gibi peygamberler de insanların isteklerine uygun sözlerle onları doğru yola iletirler.
Yalnız çocukların velileri yalan söyleyebilirler, peygamberler yalandan münezzehtirler; onların sözlerinin ayrı anlamları vardır.
Onların sözleri, rüyada görülen şeyler gibi yorumlanması gerekli sözlerdir.
Örneğin “Lâilâhe illallah diyen cennete girer” denmiştir. Yani bu inanç cennetine girer demektir, savaşta tutsaklıktan, öldürülmekten kurtulur.
O sözü canına, malına, çoluk çocuğuna kalkan olur. Tanrı ’dan başka varlık tanımayan, gerçek varlığa kavuşur.
Varlığından yok olan, baki varlığa ulaşır.
Bütün bunlara cennet denmiştir. ister dünyaya, ister ahirete ait olsun cennet, yüce hallere ve mertebelere dendiği gibi kötü haller de cehennemdir. Bütün bu manevi haller, hurilere, köşklere, ateşe, azaba benzertilmiştir.”
“Tanrı’nın emri, sözle, harflerle Arapça ya da başka bir dille söylenmekten münezzeh olan zatî iktizadan ibarettir.
Kalem de her şeyin hakikatidir. Huriler, köşkler, ırmaklar, meyvalar ve bunlara benzer şeylerin hepsi de hayal âleminde gerçekleşen, dış âlemde bulunmayan şeylerdir.
Cin de böyledir. Adı da bunu gösteriyor. Fakat gören kişi bunu varmış sanır. Oysa öyle değildir. O, hayal gücüyle var olmaktadır”'
Bu fikirlerle Kur’an-ı Kerim tamamen inkâr edilmiş oluyor. Cennet, cehennem tamamen manevi bir hal kabul edilmiş, cesetlerin haşri inkâr edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de cennet nimetleri ve cehennem azabı tamamen maddi bir şekilde tasvir edilmektedir. Bunları te’vil yoluyla asıl manasından çıkarmaya kimsenin hakkı yoktur. Pek tabii olarak bu fikirler, din bilginlerinin tepkisini kamçılamıştır.
“Biz emaneti göklere ve yere verdik, almaktan kaçındılar, insan onu yüklendi”[8] [9] âyetindeki emanetin Hak sureti olduğunu, bunu insanın yüklendiğini söyleyen Bedreddin, bütün mutasavvıflar gibi insana büyük önem verir. Hak sureti Tanrı emanetidir ve insana verilmiştir, bu surete insan mazhar olmuştur. Bu yüzden Tanrı’nm halifesidir. Tann’nın cemal ve celâl sıfatları insanda görünmüştür. Mutlak varlık, insan mertebesindeki yücelikleri, ululukları başka mertebelerde göstermemiştir...
Bedreddin’e göre ruh bedenden ayrıldıktan sonra kendi kişiliğini koruyamaz. Hakk’ın varlığında yok olur, gider. “Çünkü insanın bedeni ruh idi, suretlerin yığılmasıyla yoğunlaştı, suretler kalkarsa yine letafetini elde eder ve ortağı olmayan Hak kalır'. Demek ki ruh Hak’tır.
Tamamen vahdet-i vücutçu olan Bedreddin, “Gaybi ancak Allah bilir” [10] [11] sözünü “Her şeyin Allah’ın bir görüntüsü olduğunu; çekirdeğin ağaçta, ağacın çekirdekte mündemiç bulunduğunu; dolayısıyla ğaybi kim bilse yine Allah’ın bilmiş olduğunu” söyleyerek izah eder[12].
Bedreddin’e göre insanı Hakk’a götüren her şey melek, Hak’tan geri çeviren her şey de şeytandır. “Âh gafil, sen meleklerle, şeytanlarla dolusun.” Cin ise bu ikisi arasındaki kuvvetlerdir[13].
Yüce Allah: Yağmur yağdırırız da yer yüzünde meyvaları o yağmurla çıkarırız; işte ölüleri de böyle diriltir, çıkarırız”. [14] demiştir. Demek ki iki çıkarış arasında bir fark yok. Bu da kıyamette verilen bedenin, çürüyüp giden beden olmadığına işarettir, Nitekim çıkan, biten meyvalar da yok olup giden meyvaların aynı değildir [15].
Acaba Bedreddin, bu sözüyle tenasühnü mü kasdetmiştir? Aynı tefsiri daha önce Safedi de yapmıştı.
Birçok te’villerden sonra bütün mü’minlere şöyle sesleniyor:
“Ey cahiller, siz Hakk’ın batın bilgisine ait olan sözlerini de anlamıyorsunuz, peygamberlerin ve erenlerin sözlerini de. Onlar bilirler, yaparlar; tavsiye ederler. Bilgisizliğinizden, akıllarınızın azlığından, dünyaya düşkünlüğünüzden dolayı işin iç yüzü sizin sandığınız gibi değildir. Siz bu hususta şaşkınlık ve sapıklık içindesiniz. Gerçekten sapmışsınız ama doğru yolu bulmanız da sapıklığınızdadır. Bu yüzden şeriati kuran, sizi esirgediğinden sınırlamıştır. Çünkü doğru yolu bulmanız, bilgisizliğinizdedir.” [16]
“Köpek olan eve melek girmez” hadisi, ev sahibindeki köpeklik sıfatını gösterir. Böyle kimsede meleklikten bir nasip yoktur.”[17]
Hz. İsa da bedeniyle ölü, ruhiyle diridir.
Kendisinde ruhaniyyet üstün bulunduğundan ve ruha ölüm olmadığından ölmemiştir dediler.
Hüküm üstün olanadır. Yoksa Hz. İsâ, unsurlardan meydana gelmiş olan cesediyle ölmemiştir demek değildir. Çünkü bu, olmayacak bir şeydir.[18]
Bedreddin, kendisini zamanın sahibi, Hakk’ın zatı sanmıştır. “İnsanlar cahiliyye çağında görünen putlara taparlardı. Şimdi de vehim putlarına tapıyorlar. Umarım ki Allah gerçeği meydana çıkarır da gerçek Hakk’a taparlar” demekte, istikbale, ümit beslemektedir. Taha suresinde:
  وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْجِبَالِ فَقُلْ يَنسِفُهَا رَبِّي نَسْفًا 105
  فَيَذَرُهَا قَاعًا صَفْصَفًا 106
  لَا تَرَى فِيهَا عِوَجًا وَلَا أَمْتًا 107
  يَوْمَئِذٍ يَتَّبِعُونَ الدَّاعِيَ لَا عِوَجَ لَهُ وَخَشَعَت الْأَصْوَاتُ لِلرَّحْمَنِ فَلَا تَسْمَعُ إِلَّا هَمْسًا  108
: Sana dağları sorarlar, de ki: Rabbim onları ufalayıp savuracak : yerlerini düz, kuru bir toprak haline getirecek, orada ne çukur, ne de tümsek göreceksin. O gün hiçbir yöne sapması olmayan davetçiye uyarlar. Sesler Rahman’ın heybetinden kısılır, ancak bir fısıltı işitirsin.”[19] âyetinde der ki:
“Son zamanda Zat’ın zuhurunda, tevhidin yayılacağına, tek zatın emrini yürüteceğine, sıfatlar saltanatının kalkacağına, Zamanın Sahibinin gerçek tevhide ereceğine, halkı da bu tevhide çağıracağına, bir inişi, bir tümseği bulunmayan, dümdüz olan sırrına davet edeceğine; kalbleri yumuşatmağa, sıfatlara mazhar olanları Allah ve Rahman adlarıyla anılan Zat hükümlerini kabule çağıracağına ve Zat hükümlerinin meydana çıkıp sıfat hükümlerinin gizleneceğine, onların eserleri bile görünmeyeceğine işarettir.” İşte nitelediği, Hakk’ın Zatına mazhar olmuş ve gerçek tevhidi kuracak olan Sahib-i Zaman kendisidir[20] [21] [22].
Bedreddin’in sürdürdüğü riyazet, hayallerini kendisine hakikat sandıracak kadar muhayyilesini bozmuş, varsayımlarını gerçek zannetmiştir. Onun bizzat kendi sözünden bu gerçeği anlıyoruz:
Bir gece dayanmış otururken ruhunun kıvranıp çırpındığını, yanan odunun alevinden çıkan sese benzer bir ses duyduğunu, kendisine geldiği zaman ocakta bir odunun yandığını ve alevinin kıvrıla kıvrıla çıktığını, duyduğu sesin de yanan odundan geldiğini anlatır. Ona göre bu hal, odunun varlığı ile kendi varlığının aynı olmasından ileri gelmiştir. Oysa bu bir yansıma halidir. Daha önce ocakta gördüğü ateşin ve odunun şuur altındaki izleniminin hayalİnde şekillenmesinden başka bir şey değildir. İşte Bedreddin, böyle hayalleri hakikatlere karıştırmış, şeriate aykırı düşen sözler söylemiş, bu yüzden yıldırımları üzerine çekmiştir.
Bütün bunlara rağmen Bedreddin, yine de zahirî ahkâmı kabul ettiğini söylemektedir: “Biz dış anlamına aykırı olan iç anlamını söylersek, maksadımız dış anlamını inkâr etmek değildir. Çünkü biz dış anlamını da söylüyoruz, içten içe yedi anlamını da söylüyoruz. Biz sekiz anlamı toplamışız. Kur’an ve Hadis, dış anlamı bakımından da haktır, iç anlamı bakımından da. Ancak mecazî bir anlamı olduğu anlaşılırsa o başka.” [23]
Varidat, çok kimseler tarafından şerh ve terceme edilmiştir. Rifaiyyenin Keyyaliyye koluna mensup Muhammed Sırrî tarafından Varidat’ın ilk tercemesi yapılmıştır [24]. Şeyhu’l-İslâm Musa Kâzım da Varidat’ı terceme etmiştir[25].
Şeyh Bedreddin’i en büyük veli kabul edenler yanında ona hücum eden birçok din ve tasavvuf bilgini vardır. Niyazi Mısrî, Bedreddin’i
“Muhyi’d-dîn ve Bedreddin, ittiler ihyây-i dîn
Derya Niyazı Fusus, enhârıdır varidat”
diye överken Nuru’d-dîn-zâde Muslihu’d-dîn Mustafâ (981 /1573) Varidat’a reddiye yazmıştır. Bu reddiyye, Süleymaniye Kütüphanesi, Serez kısmında bulunan bir fetva mecmuasında mevcuttur. I. Serez, 1103 numarada kayıtlıdır.
Sofyalı Şeyh Balî (960/1552-53) ve Aziz Mahmud Hüdâyî (1032/1622) Bedreddin’in aleyhindedirler. Şerefeddin Yaltkaya, Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin adlı kitabında Bâlî ve Hüdâyî’nin padişaha sundukları dilekçeyi yayınlamıştır.
Bâlî onun, Dobruca ve Deliorman halkını azdırdığını, kadın, erkek bir arada şarap içtiklerini; kevser sevgilinin dudağıdır, cennetteki şarap da budur; huri, Tanrı sofrası olan dünyadır; âhiret, din bilginlerinin sandıkları gibi değildir deyip “Ene’l-Hakk” deyince hepsinin ona secde ettiklerini yazar.
Hüdâyî Efendi de; “Şeyh Bedreddin al-maslûb indallahi’l-mağdub, Varidatında cesetlerin haşredilmesini, kıyamet alâmetlerini inkâr ettiğini, Siroz’ da öldürüldüğünü, bunların kızılbaşla bir olduğunu, yer yer ışık zaviyelerinin bulunduğunu, Hızır Paşa’nın da bunları bildiğini, kendisinin de bir aralık bunların içlerine girip babalık ettiğini, bunların haklarından gelmenin gerekliliğini” bildiriyor[26].
Bedreddin’in, böyle bir şey yaptığı kabul edilemez ama sonundan onun kolu sapmış, Bektaşîler nasıl Hacı  Bektaş Veliyi âlet ediyorlarsa onlar da onu âlet etmişlerdir.
Sh: 216-221
Kaynak: Prof. Dr. Süleyman ATEŞ, İşârî Tefsir Okulu, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1974, Ankara








Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar