Print Friendly and PDF

CHURCHİLL’İN GİZLİ SAVAŞI-Diplomatik Yazışmalar, İngiliz Dışişleri Bakanlığı ve Türkiye 1942-1944



Hzl: Robin Denniston
Churchill’in gizli telsiz istihbaratına olan ilgisi artık herkes tarafından bilinmektedir. Ancak, İkinci Dünya Savaşı sırasında gizlice el konularak çözümlenen diplomatik telgrafları (mavi kapaklar) kullandığı gerçeği, Ultra iletilerini düzenli bir şekilde topladığı DIR/C Arşivinin [İngiliz gizli servis başkanı tarafından Churchill’e getirilen ve Türkiye’nin tarafsızlığıyla ilişkili gizli ileti çözümlerini içeren dosyalar. Ç.N.] 1994’te açığa çıkmasından sonra anlaşılmıştır. Churchill’in, 1941-44 yılları arasındaki diplomatik çözümlerin doymak bilmez bir okuru olduğu ve bunları Dışişleri Bakanlığı ile kurduğu iletişimin bir parçası olarak kullandığı kanıtlanmıştır.
Churchill'in Gizli Savaşı’nda, tarafsız ülkelerin Avrupa’daki savaşa nasıl baktıkları konusunda Churchill ve Dışişleri Bakanlığına güvenilir bilgiler sağlamak açısından bu çözümlerin (özellikle de Türkiye kaynaklı olanlarının) ne denli değerli oldukları ortaya konulmakta ve Churchill’in bunları kullanış yöntemi analiz edilmektedir. Türkiye, her iki taraf açısından da en önemli tarafsız güç olarak görülüyordu.
Türkiye neden Churchill’in ilgisini çekiyordu? Kitap, onun, 1914’ ten itibaren diplomatik çözümlerle olan ilişkisini adım adım izleyerek ve daha sonra da, Bletchley Park’ta 'İstasyon X’in kurulduğu 1939            yılına kadar Devlet Kod ve Şifre Okulu’nun bu trafiği izleme konusunda nasıl yetkilendirildiğini ortaya koyarak bu soruyu yanıtlamaktadır.
Robin Denniston, Devlet Kod ve Şifre Okulu’nun, büyük güçlerden çoğunun iki savaş arasında gizli diplomatik trafiğiyle ilgili çalışmalarını izleyerek, Türkiye'nin bu güçler arasındaki yerini ana hatlarıyla ortaya çıkarmaktadır. Daha sonra Churchill'in, dört ayrı olayda ya da süreçte diplomatik mesajları kullanmasının, zaman zaman Dışişleri Bakanlığı'nınkiyle ters düşse bile, savaş dönemindeki politikasının belirlenmesinde oynadığı rol üzerinde durmaktadır. Churchill ve Dışişleri Bakanlığının, Türkiye’yi 1940 ve 1943 yılları arasında Müttefiklere katılması yolunda ikna etmek amacıyla diplomatik ileti çözümlerini nasıl kullandıklarını incelemekte ve Ocak 1943’te yapılan Adana Mülakatının (Görüşmesinin), İngilizlerin trende aldıkları sıkı güvenlik önlemleri nedeniyle diplomatik telgraf iletişimi olmaması yüzünden, Türkiye’nin dış politikasında çok az değişikliğe yol açtığını iddia etmektedir. 1943’teki Oniki Ada yenilgisi, Churchill’in okumakta olduğu istihbarat çözümleri ışığında açıklanmaktadır. Yine Dışişleri Bakanlığı’na ait gizli belgelerin Ankara’da çalınmasının, 1943 Kasımından sonra Londra'daki Devlet Kod ve Şifre Okulunda yol açtığı sonuçlar -belgeler arasında gerçek iletilerin olup olmadığı, nasıl alındıkları ve Churchill’in işine yaramakta geç kalmakla birlikte Alman diplomatik şifrelerinin okunmasında nasıl ciddi bir gelişmeye yol açmıştır.
Ben Türk’ün peşindeyim
- Winston Churchill’den Anthony Eden’a,
8 Haziran 1942
[Churehill'in] sık sık değişen düşünceleri, şu sıralar Türkiye ve Bulgaristan üzerinde yoğunlaşmış olup, Gelibolu ve Çanakkale Boğazına karşı kahramanca bir serüvene kalkışmak istiyor
- Lord Asquith'den Venetia Stanley ye, Ekim 1914
Türkler en korkunç eşkıyalardır. Onları tehdit etmeyi göze alamayız, onlara rüşvet veremeyiz
- Alexander Cadogan, 24 Ağustos 1942
Turing: Ben bir şifre çözücüyüm. Bütün Alman şifrelerini çözdüm ve savaşı tek başıma kazandım. Ama bu bilgi çok gizli tabii, hiç kimse bilmiyor Ron [sırıtarak]: Sadece ben biliyorum Turing: Sen ve Bay Churchill
-           Hugh Whitemore, Breaking the Code (Şifreyi Çözmek)
Her gün... bütün savaşı okumak, hem de düşmanın, yani İngilizler'in bakış açısından
-           Christine Brooke-Rose, Bletchley Park, Hut 3, Remake
(Yeniden Yapış) s. 108
Savaşlar arasındaki dönemde, birçok güçlü devletin kançılaryaları arasında diplomatik çözümlerin dağıtılması, uluslararası diplomasinin hem yürütülmesine hem de bu konuda yapılan çalışmalara, oldukça ilginç yeni bir bakış açısı getirmektedir
- Yazar, 1996
Dışişleri Bakanlığı toplantı notlarındaki tek sayılı paragraflarla çift sayılı paragraftan arka arkaya okursanız, olaydın her iki tarafını da çok iyi anlayacağınız söylenir.
- WSC, c. 5, s. 627
İngiltere, özellikle bizim telsizlerimizi dinlemek için, bir çözüm istasyonları ağı organize etmiş. Bu da 100'deıı fazla şifremizin deşifre edilmesi demektir. Bu şifrelerin anahtarı, Feterlajn adlı bir Rus vatandaşının şifre bölüm başkanlığına getirildiği Londra'ya gönderilmektedir.
- Troçki’den Lenin’e, 1921

Winston Churchill'in son derece aşın stratejik Fikirleri nereden kaynaklanıyordu? Yanıtı; kesinlikle ve tamamen kendi beyninden.
Desmond Morton, 9 Temmuz 1960
Churchill'in savaş sırasında gizli istihbaratı kullandığı konusunda yazılan eserlerin sayısı, gerek ABD’de gerekse İngiltere'de zaten fazla olduğu gibi, bu sayı giderek de artmaktadır. Bu kitap, Churchill’in yaşamı boyunca biriktirdiği ve daha yeni ortaya çıkan dosyalara dayanarak, onun diplomatik çözümleri nasıl kullandığını irdelemektedir. O zamanki istihbarat başkanı Tuğbay Stewart Menzies tarafından hemen hemen her gün Churchill’e sunulan bu dosyalarda insanı şaşırtan bir gerçek de ortaya çıkmıştır: Ultra trafiği (daha çok ‘Boniface’ olarak bilinen üst düzey veya Enigma/Fish çözümleri) ile birlikte ele alındığında  Churchill’in, şimdiye kadar hiçbir tarihçinin farkına varamadığı kadar çok sayıda diplomatik belgeyi okuduğu açıktır. Tabii bu arada, 1941'den başlayarak kendisine getirilen kara, deniz ve hava çözümlerini de sürekli olarak incelediği herkes tarafından bilinmektedir. Ancak Churchill’in, devletin deşifre dairesinin elde ettiği belgelerin tümünü. Birinci Dünya Savaşından itibaren incelediği daha yeni ortaya çıkmıştır. İngiliz Deniz Kuvvetleri Komutanı olduğu Kasım 1914’te, Alman deniz kuvvetlerine ait çözümlerin, adayların hizmetine sunulacağını garanti eden efsanevi ‘40 Numaralı Oda’  protokolünün ilk taslağını yazan da kendisidir. Gizli istihbarat iletilerini, 1945’te Berlin ve Tokyo arasındaki gizli Japon iletilerinden Hiroshima ve Nagasaki’ye atom bombası atılacağının öğrenildiği döneme kadar kesintisiz izlemiştir. Her iki dünya savaşında ve iki savaş arasındaki dönemde incelediği ileti çözümleri diplomatik istihbarata ait olduğu kadar, kara ve deniz trafiğine aitti.
Churchill’in Türkiye’ye olan ilgisi, Deniz İstihbarat Dairesi Başkanı Amiral Reginald Hail tarafından kendisine getirilen çözümlerden, Türkiye’nin savaşa katılmamasını sağlayabileceği yolundaki çok önemli bilgileri öğrendiği Şubat 1915’te başlamış, ancak o zamanlar bu bilgiye hiç aldırmamıştı. Daha sonra, 1922'de, Yunanlıların İzmir'de Türkler’e karşı başlattıkları saldırıyı desteklemişti. Oysa bu dönemde Paris’teki Türk büyükelçisi ile İstanbul arasında gerçekleşen diplomatik haberleşmenin çözümleri ona, Curzon’a ve Lloyd George’a, Türk yönetiminin tutumu hakkında son derece yaşamsal öneme sahip bilgiler sağlamıştı. 1940’a gelindiğinde Türkiye’yi bir müttefik olarak tek başına kendisinin savaşa sokabileceğine inanır hale gelmişti. Gerçi hem o günlerde hem de şimdi, onun bu inancına katılanların sayısı birkaç kişiyi geçmiyordu ama o yine de İngiltere’nin Türkiye’ye yönelik politikasını, savaşı kısaltacak bir tarzda geliştirmek için tüm zorluklara göğüs geriyordu.
Peki ama Churchill neden Türkiye’ye bu kadar ilgi duyuyordu? Ona göre tıpkı diğer büyük tarafsız güçler gibi Türkiye de, hem topluca hem de bireysel olarak, savaşın sonucunu etkileyecek olanaklara sahipti. Türkiye gerek tarihi, gerekse coğrafi ve stratejik nedenlerle en güçlü tarafsız ülkeydi. Yani Türkiye, savaşın hangi yönde gelişeceğinin belirlenmesine yardımcı olabilirdi. Bunu izleyen başka sorular da var tabii: Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşında tarafsız kalma kararlılığı üzerinde, Churchill'in bu ülkeye duyduğu ilginin nasıl bir etkisi olmuştu? Türkiye, kendi egemenliğini korumak için, uluslararası arenadaki durumu nasıl kullanmıştı? Whitehall'de, Dışişleri Bakanlığı ile Savaş Bakanlığının politikaları, Churchill’in Türkiye elini’ oynamaya yönelik politikasından nasıl farklılık gösteriyordu? Dışişleri Bakanlığı’nda en çok kimin söylediklerine önem veriliyordu ve buradaki diplomatlar tek bir ağızdan mı konuşuyorlardı? Hükümet Türkiye'nin niyetleri hakkında güvenilir bilgileri, tam zamanında nasıl elde ediyordu? 1922 ile 1944 arasında Londra ve Bletchley’de elde edilen diplomatik ileti çözümleri, İngiltere’nin doğu Akdeniz’deki dış politikasını nasıl değiştirmiş ve hem Dışişleri Bakanlığı hem de Churchill bu çözümleri ne amaçla kullanmışlardı?
Bu ve bunlarla ilişkili sorular göz önüne alınarak bu kitapta, üç belirgin olay üzerinde önemle durulmuştur-Churchill ve Türk yönetimi arasında Ocak 1943’te yapılan görüşmeler: İngiltere'nin, aynı yılın daha sonraki dönemlerinde Oniki Ada’yı yeniden ele geçirmeye yönelik olarak giriştiği ama sonuçsuz kalmaya mahkum olduğu başından beri bilinen seferi ve bu seferin doğurduğu diplomatik sonuçlar; ve Churchill’in Kasını 1943’teki diplomatik ileti çözümlerinin ışığında daha da aydınlanan ve savaşın en hayret verici casusluk olaylarından biri olarak bilinen, o Zamanki adıyla, ‘Cicero’ olayı. Bütün bu olaylar, Türkiye’nin tarafsız kalma kararlılığının çok önemli bir rol oynadığı, uluslararası bir diplomatik entrika çerçevesinde incelenmiştir.
Devlet Arşivi, Churchill'in çok değer verdiği dosyalara (Devlet İletişim Genel Karargâhında bulunan belgeler hariç) kolayca erişebildiği için, bu dosyaların içerikleri sık sık yeniden şifreleniyor ve ülke dışında olduğu zamanlarda, hatta bazen de hiçbir sözcüğü değiştirilmeksizin (ipsissima verba), telgrafla Churchill’e gönderiliyordu.
Bunların Devlet Arşivine yeni gelmeleri nedeniyle diplomasi tarihçilerinin bu belgeleri incelemek ve Churchill ve Dışişleri Bakanlığının, Türkiye kaynaklı çözümler olmasaydı Türkiye’yi nasıl idare edebilecekleri şeklindeki çok tehlikeli bir zihinsel egzersizi gerçekleştirmek için birkaç aydan daha fazla zamanları olmadığı bellidir. Eğer bu iletiler İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından dosyalar halinde Churchill’e, hem de kelimesi kelimesine getirilmeseydi, Churchill’in Türkiye elini ne kadar farklı bir şekilde oynayabileceğini görebilmek amacıyla burada bu iletileri. Türkiye-İngiltere ilişkilerinin genel gelişiminden soyutlama yönünde bir girişimde bulunulmaktadır.1
İngiliz hükümetinin mektup ve telgraflara el koyarak veya dost ve tarafsız ülkelerin diplomatik şifrelerini çözerek istihbarat çalışmaları yapma konusunda elde ettiği başarılara ve bunun İkinci Dünya Savaşı sırasında uygulanan dış politika üzerindeki etkilerine bugüne kadar çok fazla önem verilmemiştir. Hem ABD Dışişleri Bakanlığının hem de Kraliyet hükümetinin son zamanlara kadar herhangi bir diplomatik belgeyi açıklama konusundaki isteksizliklerine karşın, savaş dönemindeki gizli istihbarat çalışmalarının askeri olmayan yanına yönelik bazı göndermeler de yapılmıştır. İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından Churchill'e iletilen belgelerin Devlet Arşivine ulaşması, savaş dönemi boyunca Dışişleri Bakanlığı’na gizli bilgileri aktaran ve bugüne kadar gizli istihbarat konusunda çalışan tarihçilerin çoğu taralından bilinmeyen yeni bir kaynağın varlığını kanıtlamakta ve bu kaynağın, en azından Türk- İngiliz ilişkilerine İngiltere dış politikası açısından büyük önem verildiği dönemdeki payı göz önüne alınarak araştırılabileceği anlaşılmaktadır. Bu aynı zamanda Dışişleri Bakanlığının, Türkler’in düşüncelerini nasıl algıladığına yönelik olan ve mutlaka yanıtlanması gereken soruları da akla getirmektedir.
Bana kalırsa büyük batılı güçlerin gizli ileti çözümlerini, hem savaş hem de barış dönemlerinde zekice okumaları ve bunları kullanmaları, bunların getirdiği kısıtlamaları bildikleri gibi potansiyel değerlerinin de farkında olan ve dış politikaya yön veren kişilere (özellikle de Churchill’e) ciddi biçimde yardımcı olmuştur. Ancak bu söylemden diplomasi tarihinin, Londra, Ottowa ve Washington'da ortaya çıkan son belgelerin ışığında yeniden yazılabileceği veya yazılması gerektiği şeklinde bir sonuç çıkarılması da zorunlu değildir. Gün ışığına çıkanları ileti çözümlerinden, daha önceleri bilinmeyen ya da kısmen bilinen olayların dışında çok az şey öğrenilmiş olsa bile bu durum, mevcut diplomasi tarihçesini cidden etkilemektedir.
Türkiye çok önemliydi. Dışişleri Bakanlığı 1930’lu yılların başlarından beri İngiliz-Türk ilişkilerini geliştirmek için çalışıyordu, ama 1940 yılına gelindiğinde bu ilişki sadece, Türkiye’nin İngiltere ve Almanya’yla yaptığı krom ticareti düzeyinde kalacak kadar gerilemişti. Eğer Churchill Alman ordularının dikkatini Doğu Cephesinden çekmek ve doğu Akdeniz’de bir müttefik aramak için bıkıp usanmadan bir fırsat bulmaya çalışmasaydı, Türkiye’nin, Müttefikler’in savaş stratejisine bu denli büyük önem vermesi de olanaksızlaşırdı. Bu nedenle Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmasına yönelik olarak, en azından iki politika dikkat çekiyordu: biri Churchill diğeri de, Dışişleri Bakanlığının, Türkiye’den sorumlu olan Güney Dairesi tarafından yürütülen politikalar. Bu iki politikayı birleştiren şey ise, Türkiye’ye ilişkin diplomatik ileti çözümlerinin hem Churchill hem de Güney Dairesi tarafından okunmasıydı.
Güney Dairesi bünyesinde, George Clutton ve Mussoloni’ye atfen ‘Benito’ lakabı takılan John Sterndale-Bennett’ın savaş dönemi notları önemseniyordu ama örneğin, Müsteşar Vekili Orme Sargent (‘Moley’) ve Müsteşar Sir Alexander Cadogan gibi çok üst düzeydeki diplomatların gözlemleri hükümet içinde, Türkiye’nin tarafsızlığına farklı açılardan bakılmasına neden oldu. İngiltere’nin Türkiye politikasının başarısı veya başarısızlığının, kendi siyasi kariyerine yansıyacak olan etkilerine büyük önem verdiği her halinden belli olan Dışişleri Bakanı Anthony Eden da bunda büyük rol oynamıştı. İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Sir Hughe Knatchbull-Hugessen, Türkiye’deki olaylar hakkında gayrı resmi olarak hem Sargent’a hem de Cadogan’a bilgi aktarıyordu. John Stemdale-Hugessen ve ondan daha güçlü ve yetenekli meslektaşı Knox Helm, Ankara’daki büyükelçilikte görevlendirildiler. Böylece, Ankara-Londra koordinasyonu garanti altına alınacaktı. Bu ilişki, dönemin FO 371 (genel yazışmalar) ve FO 195 (elçilik ve konsolosluk yazışmaları) kod numaralı dosyalarının incelenmesiyle kolayca anlaşılabilir. Gerçi bu kitap hazırlanırken daha çok, İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından Churchill’e getirilen dosyalar (DIR/C) üzerinde durulmuştur ama bu ve diğer Dışişleri Bakanlığı dosyalarından da ciddi biçimde yararlanılmıştır. PREM3 ve 4 (Başbakanlık) dosyalarında, Churchill tarafından meslektaşlarına ve Roosevelt’e yazıları ancak gönderilmeyen mektupların taslakları bulunmaktadır. Savaş Bakanlığı, Amirallik ve Havacılık Bakanlığı’na ait bazı dosyalarda, kripto diplomasisine yapılan ve bu dosyaları ‘ayıklamakla’ görevli kişilerin gözden kaçırdıkları bazı göndermeler mevcuttur.
Böylece, İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından Churchill’e getirilen dosyaların herkesin kullanımına açılması sayesinde, Churchill tarihçileri için de yeni bir tema oluşmuştur. Bu konudaki kanıtların tümü, konu her ne kadar Dışişleri Bakanlığı bünyesindeki Güney Dairesi’nin sorumluluk alanına girse de, Churchill’in Türkiye elini tek başına oynama konusundaki heyecanını ortaya koymakta ve onun, doğrudan Türkiye’ye yönelik olarak geliştirdiği kişisel politikasını sergilemektedir. Kitapta ayrıca aşağıdaki konular üzerinde de durulmaktadır:
  • Dışişleri Bakanlığı açısından, diğer bilgi kaynaklarından ayrı olarak, diplomatik çözümlerin önemi.
  • Resmi görevlilerin bunlara ne ölçüde önem verip nasıl kullandıkları.
  • Bu soruların sonucunda yaptıkları önerilerin, savaş süresince İngiltere’nin doğu Akdeniz’deki politikasının çerçevesini belirleyen kişiler tarafından nasıl algılandığı, benimsendiği veya reddedildiği.
Churchill’in İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında gizli iletileri, istihbarat amacıyla kullanmasına yönelik bu çalışma birçok başka açıdan da araştırma başlangıcı olmaktadır. Tarafsızların rolü bugüne kadar tarihçilerin dikkatini çok fazla çekmemiştir. Türkiye’nin savaş boyunca İtalya, Almanya, İngiltere ve özellikle de Sovyetler Birliği’ne yönelik olarak uyguladığı, dikkati çekecek derecede esnek ve ustalık kokan diplomasi incelendiği zaman, son derece önemli ve anlamlı birkaç konu ortaya çıkmaktadır. Bu konulardan biri, Almanya ve İngiltere’nin Balkanlara yönelik farklı stratejileridir-birincisinde, Yıldırım Savaşı’nı (Blitzkrieg) 1940-4 l’de Mısır ve İran’a da taşımak amacıyla, Türkiye’nin Bulgaristan üzerinden işgal edilmesi düşünülürken İkincisi, 1943’te Balkanlarda, Türkiye üzerinden ve doğu Akdeniz boyunca ikinci bir cephe açarak Alman birliklerinin dikkatini Doğu Cephesinden çekmek ve böylece Müttefiklerin Fransa’ya asker çıkarmalarını hızlandırmak esasına dayanıyordu. Bir diğeri ise Churchill’in, Müttefiklerin doğu Akdeniz’deki savaş planlarında hep öne çıkan görüşleriydi. O ne bir kuvvet komutanı ne de Roosevelt ve Stalin gibi bir devlet başkanı olmadığı için, stratejik ihtiraslarını sadece, Amerikalıların, Rusların ve kendi Savaş Kabinesi ile kuvvet komutanlarının da dahil olduğu, hantal bir program aracılığı ile gerçekleştirebilirdi. Bütün bu engellere karşın Churchill, 1941’den sonrası için kendince en iyi yol olarak gördüğü şeyleri kabul ettirmek amacıyla, hem müttefikleri hem de meslektaşları ile mücadele etti ve Türkiye’nin de savaşa girmesi konusu gündeminden hiç çıkmadı.
Görüşlerinin neden böyle olduğu ise bu çalışmanın üçüncü konusuna, yani yaşamı boyunca gizli iletilere duyduğu ilgiye ve bunları istihbarat kaynağı olarak kullanmasına eğilmemize yol açmıştır. Churchill hem deniz kuvvetleriyle bağlantılı iletilerin hem de diplomatik iletilerin çözümlerini her zaman okumuştur. Daha önce de belirttiğimiz gibi, henüz Deniz Kuvvetleri Bakanı olduğu 1915'te, deniz kuvvetlerinin efsanevi deşifre bölümü olan 40 Numaralı Oda’nın kuruluş çalışmalarını başlatan o olmuştu. Bu bölümde en uzun süreyle hizmet veren bir üyenin acı bir eleştiri niteliğindeki sözleriyle, ‘hiç kuşku yok ki, onun talimatlarının yerine getirilmesi sayesinde bu gizlilik uzun süre devam etti ama elde edilen iletilerin değeri de yine aynı nedenle sıfıra indi’, çünkü bu iletiler sadece belli kişilerin bilgisine sunuluyor ve bunlardan söz edilmesine de kısıtlamalar getiriliyordu. Bu tümce, bir yandan elde edilen çözümlerin gizlilikleri korunurken bir yandan da bunların nasıl kullanılacağı sorunundan kaynaklanan ikilemi de net bir şekilde ortaya koymaktadır: ya yeterli güvenlik olmayacak ve bu iletiler bir daha elde edilemeyecek, ya da çok fazla güvenlik önlemi alınması yüzünden hiçbiri kullanılamayacaktır. Churchill, İkinci Dünya Savaşının yaklaştığı yıllarda, hükümette yer alan bir dostundan (Desmond Morton) aldığı diplomatik ileti çözümlerini okuyordu. Özet, yorum veya açıklamaları değil ama gerçek ve güvenilir çözümleri incelemeyi her zaman için, politika belirlenmesinde kullanılan zorunlu bir araç olarak gördü ve bunların önemini 1922’de Lord Curzon’a açıkladı. Bu gerçek artık herkes tarafından bilindiği halde 1941-1945 yılları arasında neler okuduğu daha yeni ortaya çıktığı için tarihçiler bunları inceleme fırsatını henüz bulamamışlardır. Gerek Mihver Devletlerinin askeri iletişim trafiği (Enigma) gerekse diplomatik (orta-dereceli) trafikte yer alan bu iletilerin çoğu hakkındaki yazılı yorumları ve gözlemleri daha ilk kez İncelenmektedir. Bunlar savaş boyunca süregelen hareketleri, hem de düşmanlarının ve tarafsızların ağzından her gün incelediğinin göstergesidir.
Türkiye’nin tarafsızlığı sürdükçe bu durum doğal olarak. Savunma Bakanlığının değil Güney Dairesi'nin sorumluluğu olarak kabul ediliyordu. Savaş dönemi Türkiyesi hakkındaki Dışişleri Bakanlığı dosyalarının yanı sıra, İngiliz Gizli Senâs Başkanı tarafından Churchill'e getirilen yeni dosyaların da (DIR/C’ler) okunması sayesinde, hem Ortadoğu Genel Karargâhına ve hem de Dışişleri Bakanı ve Savaş Kabinesinin diğer üyelerinin karşıt görüşlerine rağmen, Türkiye elini tek başına oynamak’ isteyen ve 1943’ün başlarında bunu yapmaya soyunan Churchill’e karşı, Türkiye’ye ilişkin görüşlerini büyük bir kıskançlıkla koruyan Güney Dairesi görevlilerinin davranışlarındaki belirgin farklılıkları görmek mümkün oluyordu. Böylece Churchill ve Dışişleri Bakanlığı arasında, savaş dönemi Türk- İngiliz ilişkilerine yönelik gelişmeler de görülebilirdi. Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye’ye yönelik savaş öncesi politikasının organik gelişmeleri olan bu ilişkiler. D.C. Watt tarafından, How War Came (Savaş Nasıl Geldi) adlı kitabında büyük bir ustalıkla ortaya konmuştur.
Belli nedenlere dayanan bu ilişkiler, İngiltere’nin 20. yüzyıl tarihinde görülen iki ayrı anlayışın katkıları olmaksızın asla gelişemezdi. İngiliz kriptografisinin 1915’te başlayıp. 1920’lerve 1930’lardaki Rus, Türk ve İtalyan krizlerine kadar devam eden gelişimi, ikinci bölümde anlatılmaktadır. Bunu, 1915’teki Çanakkale Boğazı krizi ve 1922’deki Çanakkale krizinden Eylül 1939’a kadar Türk-İngiliz ilişkilerinde görülen gelişmeler izlemektedir. Köprü niteliğinde olan üçüncü bölümde Churchill, savaş dönemindeki telsiz istihbaratı ve DIR/C’lerin de devreye girdiği 1941 yılı sonuna kadar Akdeniz’deki savaşın gelişim öyküsünü bulacaksınız. Bundan sonra, Churchill’in sürpriz bir şekilde Türk liderleri Adana’da ziyaret ettiği Ocak 1943’e ve hatta 1944 un başlarına kadar geçen dönemdeki Türkiye’ye ilişkin dosyalar, savaşın değişen doğasının ışığı altında incelenmiştir.
Aynı yılın Adana Görüşmesinden sonraki dönemlerinde, biri adeta bir felaket diğeri ise çok komik, iki belirgin olay yaşanmıştır. Felaket niteliğindeki olay, İngiliz kuvvetlerinin Ekim 1943'te, daha iyi subaylara sahip olan Almanlar’a karşı Oniki Ada'da aldıkları büyük yenilgi sonrasında, İngiltere’nin bölgedeki güvenilirliğini yitirmesiydi. Diğeri ise, Ankara’daki İngiliz büyükelçisinin evinde bulunan Dışişleri Bakanlığı’na ait çok önemli belgelerin, evde çalışan ve Almanya’nın o dönemdeki Ankara Büyükelçisi Fritz Von Papen tarafından ‘Cicero’ kod adı verilen Elyesa Bazna adlı Arnavut uşak tarafından çalınmasıydı. Bu belgelerin çoğu Churehill'in okuduklarıyla aynı olduğu ve ele geçirilen Alman belgelerinden, Berlin’deki Hitler, Goebbels ve Jodl’ın da bunlara büyük bir ilgi gösterdikleri anlaşıldığı için sekizinci bölümde, Burgess ve Maclean’a kadar diplomatların, Dışişleri Bakanlığı’nda görülen en büyük güvenlik ihmali olarak kabul ettikleri bu olaya yeni bir açıdan bakılmasının zorunlu olduğu vurgulanmaya çalışılmaktadır. Bu bölüm bugün, yani aradan elli yıl geçtikten sonra, İngiliz şifre güvenliği, Churehill’in deşifre edilen iletileri kullanışı ve savaşın 1943-44 dönemindeki durumu hakkında öğrendiklerimizin ışığında yazılmıştır.
Oniki Ada yenilgisi ve ‘Cicero’ olayı, Churehill’in gizli istihbarat iletilerini kullanmasına ve Dışişleri Bakanlığı’nın, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Türkiye politikasına ilişkin bu çalışmanın sonu olmuştur. Türkiye’nin Müttefiklere katılması için aradan bir yıl daha geçecek ve bu yıl boyunca yoğun bir diplomatik faaliyet görülecekti ama elde edilecek sonuç hakkında artık hiçbir kuşku kalmadığı için, Churehill’in ilgisi bundan sonra batı Avrupa’ya ve Haziran 1944’te Normandiya’nın işgalini sağlayacak olan “Overlord’ Harekâtı’na odaklanacaktı. Kitabın son bölümünde ise ortaya attığım tezin temel dürtüsü geliştirilmektedir-yeni dosyaların gün ışığına çıkması, Churchill ve savaş sırasındaki çalışmaları arasındaki yeni bağlantıları ortaya koyması açısından herkes tarafından büyük bir ilgiyle karşılansa bile bu durum, İkinci Dünya Savaşı’nın tarihini önemli ölçüde değiştirmemektedir.
Savaş dönemi Türkiyesi hem bazı büyükelçilerin (Rene Massigli, Hughe Knatchbull-Hugessen. Fritz von Papen), hem de bazı casusların (Elyesa Bazna, Ludwig Moyzisch, Nicholas Elliot, Walter Schellenberg) daha sonra yazdıkları anı kitaplarına da konu olmuştur. İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından Churchill’e getirilen dosyaların açıklanması, hiç kuşku yok ki en dikkate değer kaynak olmuştur ama bu durum, halen kitaplarda yazan şeylere herhangi bir ekleme yapılmasını veya yazılanların değiştirilmesini gerektirmekte midir? Aslında daha önce de çok şey biliniyordu: Churchill bunları o zamanlar da biliyordu çünkü Türkiye’yle ilgili diplomatik çözüm dosyalarını hemen hemen her gün okuyordu. Bunları Türk Cumhurbaşkanı İnönü de biliyordu çünkü Churehill’in okuduğu belgelerin çoğunu, yani Türk büyükelçilerinin Ankara’daki Dışişleri Bakanlığına gönderdikleri ve Türk dış politikasının şekillendirilmesinde çok önemli bir rol oynayan raporları o da okuyordu. Whitehall biliyordu. Hitler ve Goebbels de biliyorlardı. Türkiye’ye ilişkin diplomatik çözümler tarihsel kayıtları doğruluyor ama anlatılanlar zaten yerine ulaştığı için çok az sayıda sürpriz içeriyorlardı. Savaş döneminde diplomatik iletilerden alınan bilgiler Whitehall. Berlin ve Ankara’da dış politikaların belirlenmesiyle ilintili oldukları için, bunların çözülmüş olmaları önemlerini azaltmıyor belki ama bu durum, kayıtların uyarlanmasının gerekliliğine ilişkin soruya, ikna edici nitelikte olumsuz bir yanıt verilmesini sağlayabilir.
İngilizler’in Türkler’e ait diplomatik telgrafları nasıl elde ettikleri ise, bu kitapta yanıtlanmaya çalışılan sorulardan biridir. İngilizler’in savaş döneminde Bletchley’de, telsiz ve telgraf iletilerini nasıl deşifre ettikleri konusunda birçok eser yazılmıştır ve bunların içinde en önemlisi de Hinsley tarafından kaleme alınan British Intelligence in the Second World War (İkinci Dünya Savaşında İngiliz İstihbaratı) adlı kitaptır. Profesör Hinsley (ve birlikte çalıştığı yazar arkadaşları), bu kitabın yazılışı sırasında sadece dosyaların tümüne erişmekle kalmamıştı. O, aynı zamanda 1941-1944 yılları arasında, Bletchley Park’ın önde gelen yöneticilerinden de biriydi ve burada çalıştığı dönemde, günün herhangi bir saatinde, dünyanın her tarafına yayılmış olan çözüm istasyonlarından Bletchley Park’a gelen ham durumdaki iletilerin, bir sürü işlemden geçmiş olmalarına karşın yine de güvenilir nitelikteki, kullanışlı, duruma uygun, ve güncel raporlar haline getirilmesi amacıyla yürütülen karmaşık prosedürleri başlatan, geliştiren, niteliklerini arttıran ve operasyonu yöneten kişiydi. O yıllarda Bletchley Park’ta çalışan görevlilerden, aralarında Gordon Welchman, Peter Calcocoressi ve Ralph Bennett’in de bulunduğu bazı kişiler de İkinci Dünya Savaşı’ndaki ileti çözümleri hakkında kitaplar yazdılar ama Hinsley hariç hiçbirinin, bu kitabın konusunu oluşturan diplomatik belgelere erişmeleri mümkün değildi.
Churchill’in araştırmacılarına, kendi yazdığı İkinci Dünya Savaşı tarihinin aslında tarih değil, kendi davası olduğunu söyleyişi çok ünlüdür. Daha sonra da göreceğiniz gibi resmi tarihçiler, özellikle 1943’teki Adana Görüşmesi ve Oniki Ada saldırısı konularında onu izlemişlerdir ama bunun nedeni, daha onlar kendi görevlerini tamamlayamadan Churchill'in kendi ‘tezini’ hazırlamış olması değil, dosyalarda zaten bildikleri şeylerden daha fazlasını bulamayışlarındandır. Oysa Churchill’in kendi kayıtlarından alınan bilgilere göre o zamanlar mevcut olan en iyi bilgi kaynakları da bu dosyalardı. Oniki Ada olayı gerçekten de çok aydınlatıcıdır, çünkü bu olaydan hemen sonra Churchill adamlarına talimat vererek, konuyla ilgili tüm telgrafların ve kendisi tarafından yazılan notların, ‘kendi tezini’ yayına hazır hale getirebilmek amacıyla toplanmasını istemiştir. Bu görev gerektiği gibi yapılmış olup hepsi, Devlet Arşivi’ndeki PREM 3/3/3’de mevcuttur. Üstelik toplanmasını istediği not ve telgraflar.
sekiz yıl sonra yayınladığı savaş tarihi dizisinin (Closing the Ring, ‘Halkayı Kapatmak’, Cassell Yayınevi, Londra.) 5. cildindeki ‘Ada Ganimetleri Kayboldu’ başlıklı bölümünün de temelini teşkil etmiştir. Bunlar 1976’da da, Kraus Thompson tarafından yazılan, Principal War Telegrams and Memoranda (En Önemli Savaş Telgraftan ve Notları) adlı dizinin 2. cildini oluşturmuştur. Bu denli önemli ve birleşik bir operasyonun, operasyonda yer alan en önemli kişi tarafından ve kendi yaptıklarının, hem de hiçbir yoruma gerek kalmaksızın, tarihsel kayıt olacak şekilde aktarılması, son derece nadir görülen bir durumdur. Üstelik bilimsel araştırmacılar tarafından son yıllarda işaret edildiği gibi, daha sonra ortaya çıkan değişiklik yanlısı tarihçiler de, İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşananlar hakkında Churchill tarafından aktarılanları büyük ölçüde değiştirmemişlerdir. Churchill’in 1943’teki savaş çalışmalarının önemini kesin olarak belirleyecek nitelikte olan, ancak bugüne kadar ortaya çıkmayan belgeler, bu diplomatik çözümlerde bulunacaktır. Bu belgeler her ne kadar Churchill’in doğu Akdeniz politikasını belirlerken niyetinin ne olduğuna ciddi biçimde ışık tutsalar da (ki bu kitabın amacı da bunu ortaya koymaktır), tarih yeniden yazılması gerekse bile, yapılacak değişiklikler o kadar fazla değildir. Bu çözümleri, Churchill’in onları kullanışı, direktifleri ve tuttuğu notlar -sonra da kendi yazdığı tarih ve bunların, hem resmi hem de değişiklik yanlısı tarihçiler tarafından israfa varan ölçüde kullanılmaları- üzerinden giderek izlemek, diplomatik çözümlerin tarihi kayıtlara nasıl girdiklerini, bir an için de olsa, nihayet görebilmek demektir.
Bu kitabın hazırlanmasındaki yardım ve rehberlikleri için, London University College’dan Profesör Kathleen Burk ve Profesör David French ile, beni cesaretlendirip bilgi sağladıkları için Profesör Christopher Andrew ve Profesör Peter Hennesy’ye teşekkür ederim. Ayrıca Rupert Allason, Dr. Rosa Beddington, Dr. Selim Deringil, Ralph Erskine, Profesör John Ferris, Margaret Finch, Tony Fulker, Randal Grey, David Irving, Profesör Sir Harry Hinsley, Rachel Maxwell-Hyslop, Dr. Joe Maiolo, Simona Middleton, Sir Patrick Reilly ve Sutton Yayıncılık editörlerine de teşekkür borçluyum. Bu arada Kew’deki Devlet Arşivi çalışanlarına, Cambridge Churchill Kolej indeki Churchill Arşivleri personeline, ve Ottawa’daki Kanada Ulusal Arşivlerindeki görevlilere özel olarak teşekkür ederim. lan Jacob ve Denniston’ın raporlarından yapılan alıntılar, Churchill Kolejindeki arşiv görevlisinin, büyük bir nezaketle verdiği izin üzerine yayınlanmıştır. İkinci bölümde anlatılanlar daha önce, Temmuz 1995’te Intelligence and National Security dergisinde yer almıştır. Devlet Arşivi belgelerinden yapılan tüm almtıların telif hakları Crown Copyright’a ait olup hepsi, Devlet Arşivi’nin izniyle yayınlanmışlardır.
Robin Denniston
1915 ve 1916'da, Çanakkale Boğazı ile Mezopotamya’daki harekâtları anımsayanlar, o zamanlar bize karşı olan Türkler’in, artık bizim yanımızda olmalarından mutluluk duyacaklardır. Bu değişimin sebebi nedir? Çünkü Almanlar’ın hırsızlığa yöneldikleri yıllarda, Türkler de dürüstlüğe yönelmişlerdir.
R.G. Collingvvood,
The New Leviathan, s.374
Bu bölümde Türkiye’nin 1941'de Churchill için neden çok önemli olduğu sorusuna yanıt aranmaktadır. Bu yanıtı ararken, 1914-1943 döneminde, uluslararası düzeydeki Türk-İngiliz ilişkileri üzerinde durulmakta, Churchill’in Birinci Dünya Savaşında Türkiye’nin tarafsızlığı konusundaki başarısız girişimi ile, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye elini oynayışı arasındaki bağlantı irdelenmekte; Türk dış politikasına yönelik görüşleri ve bu konuda yaptığı istihbaratı savaş politikasıyla ilişkilendirilmekte, Türkiye’yi, aktif ve istemleri olan bir müttefik olarak elde tutmanın sağlayacağı avantajlar dengesi göz önüne alınmakta ve sonra da, yeni ortaya çıkan diplomatik çözümlerin ışığında, 1940-1943 yılları arasındaki Türk-İngiliz ilişkileri özetlenmektedir.
Bunu izleyen sayfalarda ayrıca, Atatürk’ün yönetimi ele alışından sonraki dönemde, Türk ekonomisi, coğrafyası ve tarihinin, dünya olaylarıyla ilgisi açısından sahip oldukları öneme de değinilmektedir. Atatürk’ten sonra Türkiye’yi yönetenler, İngiltere’yle (ve büyük olasılıkla Almanya'yla da) bir istihbarat kaynağını, yani Avrupa’daki başkentlerin çoğundan, Türkler’e yol gösterip rehberlik etmek amacıyla Ankara’ya gönderilen, ancak aynı zamanda Londra'daki Dışişleri Bakanlığı tarafından da çözümlenerek kullanılan büyükelçi raporlarını ortaklaşa kullanıyorlardı. Churchill’in gizli gönderimleri istihbarat amacıyla kullanmaya olan ilgisi daha sonra, özellikle de
Türkiye ilgili konularda hep devam etti. Kafasının sürekli Türklerle meşgul oluşunun kökleri, Birinci Dünya Savaşı’na kadar uzanıyordu ve tutku derecesine varan bu saplantısı sonunda. Ocak 1943’te Türk toprakları üzerinde Türk liderliğini aramaya yönelik tek taraflı karan vermesine neden oldu.
‘Neden Türkiye?' sorusunu yanıtlamak için öncelikle 1914-15’teki Türk-İngiliz ilişkilerine bir göz atmak gerekiyor. Bu özellikle de, İngiltere'nin Çanakkale Boğazı’nda Türkler’e karşı yürüttüğü kısmen, 1914’te Deniz Kuvvetleri Bakanı olan Churchill tarafından yönlendirilen savaş stratejisiyle, 1942-43 yıllarında, daha zeki olmasa bile daha yaşlı olan Churchill tarafından Türkiye üzerinden Balkanlar’a karşı yapılması düşünülen saldın arasındaki dikkate değer paralelliklerin anlaşılabilmesi için zorunludur.
Almanların Fransa’yı yok etmeye yönelik düşüncelerinin. Ağustos 1914’teki Mame Savaşı ‘mucizesi’nden sonra iflas etmesinin ardından Reich’ın tüm dikkati, o zamanlar henüz tarafsızlığını korumakta olan Türkiye’ye yöneldi. Rus ordularının Alman Doğu Cephesinden çekilmesine neden olabilecek bir Türk tehdidi, Ruslar’ın Çanakkale Boğazı üzerinden yaptıkları ticareti durdurabilir, Bulgarlar’ın devreye girmelerini hızlandırabilir ve İngilizler’in Süveyş’teki haberleşme ağı için bir tehdit oluşturabilirdi. Almanya açısından bakıldığında, bu dönem ile İkinci Dünya Savaşı arasında kurulabilecek paralel çok açıktı ve 1914’te von Falkenhayn, 1943’te de Jodl, Süveyş’e yönelik bir tehdidin, batıdaki İngiliz güçlerini zayıflatacağı görüşünü ısrarlı bir şekilde savundular.
Bu arada Winston Churchill de Whitehall’de hükümeti, Türkiye’ye saldırmaları konusunda ikna etmeye çalışıyordu. Churchill’e göre önce kara kuvvetleri tarafından yoğun bir saldın başlatılacak ve bu saldın, o zamanlar gerçekten çok güçlü olan Kraliyet Donanması tarafından desteklenecekti, ancak bu düşünce zamanla yerini, sadece deniz kuvvetlerinin gerçekleştireceği bir harekât düşüncesine bıraktı. Topyekun savaşın başlatılması konusunda, kültürel açıdan hazırlıksız olan general ve amiraller, bu düşünceye net bir destek sağlamaktan kaçındılar. 30 Ekim’de Almanlar, Türk Donanması’nı, Rusya’nın Karadeniz Filosu nu top ateşine tutması için kışkırtmayı başardılar ve bu da Churchill’e, Akdeniz’de harekete geçmek için arayıp da bulamadığı fırsatı verdi. Tek taraflı ve anayasaya aykırı bir şekilde Kraliyet Donanması'na, Çanakkale Boğazı çervesinde mevzilenmiş olan Türkler’i bombalama emrini verdi. Gerçi cephaneleri oldukça sınırlıydı ama bu durum Türkler’i, savunmalarını güçlendirmeye mecbur etti.
Churchill’in Çanakkale Boğazına karşı başlattığı saldırı, burada elde edilecek bir başarının İngiltere’ye, İstanbul’a her türlü koşulu dikte etme olanağını tanıyacağı varsayımına dayanıyordu. Ancak bu girişimin (tıpkı 1943’teki Oniki Ada saldırısında da bildiği gibi), hem maliyetli hem de riskli olacağının bilincindeydi. 1914’te, bu planı için yeterli desteği bulamadı: herkes, Türkiye’ye karşı girişilecek bir saldırının, sadece Rusya üzerindeki baskıları azaltacağı ve oyunun, Almanların istediği gibi oynanacağı inanandaydı. Yine de aradığı desteği, Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral ‘Jacky’ Fisher'dan bulduğu söylenebilirdi. Amiral Fisher 3 Ocak 1915’te şöyle yazıyordu: Türkiye’ye karşı yapılan saldırı devam etmektedir, ve İngiliz birlikleri daha sonra, güçlü bir şekilde bu saldırıyı karadan da devam ettirebilirler.’ O sıralar bu olanaksızdı ancak Churchill, Fisher’ın görüşlerine karşın 1917’de, Çanakkale Boğazı Komisyonuna ısrarla, sadece deniz kuvvetleri tarafından yapılan bir harekâtın başarısızlığa uğramaya mahkum olacağını söylüyordu.
Whitehall’deki yöneticilerin şaşkınlıkları ve bakanın, Türkiye kartını tek başına oynamaktaki kararlılığı, İngiltere için bir felaketle sonuçlandı. Bu durum, daha sonraki yirmi yıl boyunca herkes tarafından, Churchill'in neden olduğu kara bir leke olarak anımsandı.1 İngiltere'deki yönetim yapısı, İkinci Dünya Savaşı’nın patlamasıyla birlikte yine şaşkınlık içine sürüklenmişti, ancak Haziran 1940’a gelindiğinde Churchill artık tartışmasız bir şekilde liderdi ve sadece bazı tavsiyelerde bulunmakla yetinmeyeceği de açıktı. Oldukça zor bir dönem olan 1940-41 yıllarında, Türkiye’ye ilişkin benzer bir durum ortaya çıktı ama o güne gelene kadar Türk-İngiliz diplomatik ilişkileri daha iyiye doğru gitmeye başlamıştı bile. Bunun nedenini görebilmek için Türkiye’ye, Avrupa koşulları çerçevesinde bakmak gerekir.
Rusların 1874’teki başarılı Erzurum kuşatmasından beş yıl sonra, yani 1879’da Osmanlı İmparatorluğu parçalandı. Daha önceleri batıda Adriyatik Denizine, ve kuzey-batıda da Tuna havzasına kadar uzanan imparatorluk, zaten 1690’dan beri bir gerileme dönemine girmişti. 1878’e gelindiğinde, Osmanlı sınırları içinde yeni ulus devletler oluşmaya başlamıştı; Bulgaristan, Rusya’daki Slavlar tarafından desteklenen bir ayaklanma sonucunda Türk boyunduruğundan kurtulmuş ve o günden sonra da Rusya’ya, ırk ve din açısından olduğu kadar, minnettarlık duygularıyla da bağlanmıştı. Birinci Dünya Savaşı, Çanakkale Boğazında İngilizler’e karşı elde ettikleri zafere karşın Osmanlı İmparatorluğu sonrasında dünya gerçekleriyle yüz yüze gelmeyi bir türlü kabul edemeyen Ankara’daki yöneticiler açısından büyük bir felaket olmuştu.
Versailles Antlaşması sonucunda Türkiye’nin Avrupa’da hiç toprağı kalmamıştı ve başta Lloyd George olmak üzere tüm batılı liderler, Türkiye’yi Avrupa’dan tamamen atmaya kararlıydılar. Uluslararası topluluk Türkiye’den hoşlanmıyor ve ondan korkuyordu. Türkiye’nin sevilmeyişi kısmen, kökleri çok derinde olan, Müslümanlık karşıtı önyargıdan kaynaklanıyordu. Bu önyargı ise kısmen, büyük batılı güçlerin kançılaryalarında, Hıristiyanlık önyargılarının daima üstün olmasının doğal bir sonucu olarak açıklanıyordu. Osmanlı İmparatorluğundan, zulüm ve yaygın toplumsal çürümeyi miras olarak alan Türkiye, Avrupa'nın hasta adamı ve bir anlamda adeta parya olarak görülüyordu. Duyulan korku ise Türkiye’nin silahlar konusundaki, Birinci Dünya Savaşı'nın mağlupları arasında olduğu için zayıflayan ancak tamamen ortadan kalkmayan güçlü geleneğinden kaynaklanıyordu.
Atatürk’ün yükselişi, Versailles Antlaşması’nın mimarlarına, 1922’de Türkler’in Çanakkale'de Yunanistan'a karşı elde ettikleri zaferle sembolleşen Osmanlı emperyalizminin. yeniden doğmaya başladığının ilk sinyallerini vermişti. İngiliz halkının karşı çıkmasına rağmen sadece İngiltere tarafından desteklenen Yunanistan, vahşice yürütülen bir etnik temizlik kampanyası ile Türk topraklarından atılmıştı. Daha sonra da şiddetli bir deprem, Türk liderlerin sorunlarını birleştirmişti. O günden sonra Atatürk, kısmen Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi Sir Percy Loraine ile arasında oluşan yakın arkadaşlık sonucunda batının, özellikle de İngiltere’nin dostu olduğunu kanıtlamıştı.
Dünya tümüyle barışa özlem duyuyordu ve bu yüzden de yeni gelişmeye başlayan Türk devletiyle iyi ilişkiler kurulması, bütün büyük batılı güçlerin, tabii en çok da İngiltere'nin Balkanlara yönelik politikalarının temel taşını oluşturmaya başlamıştı. Buna ek olarak, dönemin Türk dışişleri bakanı olan ve daha sonra da, İkinci Dünya Savaşı'nda ve sonrasında Türk ulusuna liderlik eden İsmet İnönü, 1923’teki Lozan Konferansında, korkulacak derecede başarılı bir tartışmacı olduğunu kanıtlamıştı. Her ne kadar Lord Curzon. Lozan'da büyük güçleri temsil eden devlet adamları arasındaki en yetenekli taktisyen olarak görülse bile, Versailles Antlaşmasında ülkesi yararına önemli değişiklikler yapılmasını sağlayan kişi İnönü olmuştu ki bunların içinde, hiç kuşkusuz en önemlisi. Batı Trakya'daki bazı toprakların, Türkiye'ye bırakılmasıydı. Böylece Boğazlar, Türk toprakları arasından geçen çok geniş bir nehir haline geliyordu ki bu da, Rus ve Bulgar diplomadan ciddi biçimde hayal kırıklığına uğratmıştı.
1922'de Çanakkale ve 1936’da da Montreux, iki savaş arasındaki dönemde Türk dış politikasının gelişmesine çok önemli katkıda bulunmuşlardı. İngilizler'in Türkiye’ye yönelik tutumları, yirmi yıl boyunca Türk-İngiliz ilişkilerini belirleyen iki unsurdan etkilenmişti. Bunlardan biri, şerefli bir rütbe tenzili olarak değerlendirilebilecek şekilde, bir süre Batı Cephesinde tabur komutanı olarak görev yapan Winston Churchill'in yeniden hükümette yer almasıydı. Diplomatik Türk gönderimlerinin çözümlerinden elde ettiği bilgileri, rüzgârın hangi yönden estiğini göstermek için meslektaşlarına da ileten Churchill, 1922’de Çanakkale provokasyonunun hararetli bir destekçisiydi. İlkinden kaynaklanan ikinci unsur ise, 1916’dan 1945’e kadar İngiltere’nin, askeri ve diplomatik Türk şifrelerine kolayca ve sürekli biçimde erişebilmesiydi. Bu bilgiler Churchill’i, Türkler’in cephanelerinin azalmasından ve Türk bankalarının, aracılık yapmak için rüşvet alma isteklerinden nasıl yararlanabileceği konusunda yönlendiriyordu. Ancak bunca bilgiyi aldıktan sonra, Çanakkale Boğazı fiyaskosunu önlemesinin mümkün olduğu da açıktı. Aradan yedi yıl geçtikten sonra, Çanakkale provokasyonunun başarılı olma şansını ortaya koyan çözümleri okuyacak ve bundan yirmi yıl sonra da, Türkiye’nin 1941-43 yılları arasında tarafsız kalmak için uyguladığı planların her aşamasında rolü olacaktı. Böylece Churchill, Türkiye ve diplomatik çözümler arasındaki ilişkiyi, yirmi dokuz yıl boyunca izlemek mümkündür ve bu da, İkinci Dünya Savaşında Türkiye eli’ni oynamanın, onun için neden bu denli önemli olduğunun anlaşılmasına yardımcı olmaktadır.
Türkiye’nin ekonomi ve diplomasi alanlarında gösterdiği bazı gelişmeler. iki savaş arasındaki yıllarda bir köprü görevi görmüşlerdir. Yaşadığı krizler ve birbiri ardına gelen konferanslar nedeniyle modem Türkiye, varlığını sürdürme yeteneği bulunmayan, diğer Ortadoğu ülkelerinin sahip oldukları altyapı ve kaynaklara sahip olmayan, Portekiz’deki sisteme benzer bir şekilde merkezi bir tek parti sistemini benimseyen ve bunun sıkıntılarını çeken ama çok yavaş olsa bile, belli bir süre sonra bir tür sosyal demokrasiye geçmeyi hedeflediği halde, ülkeyi yönetenlerin bu geçişi genellikle mantıklı nedenlerle sürekli olarak erteledikleri bir devlet olarak doğma noktasına gelmişti.
Türkiye’nin, Akdeniz’in doğu ucunda ve Karadeniz'in güneyinde bulunmasından kaynaklanan stratejik konumu, Whitehall tarafından sürekli olarak göz altında tutulmasına neden oluyordu ancak gerçek şuydu ki ülke, coğrafi olarak değil ama etnik ve kültürel açıdan birbirinden son derece farklı özellikler taşıyan iki ayrı kutba ayrılmıştı. Türkler’in Ermeni, Azeri, Kürt ve Yunan azınlıklara karşı uyguladığı ayrımcılık, birçok Türk’ün. Balkanlardaki komşularına oranla Kafkaslar ve Hazar Denizi kıyılarında yaşayan insanlarla daha fazla ortak noktaları bulunduğu gerçeğini gözlerden saklamıştı. Büyük Anadolu yarımadasının, kıyaslamalı olarak az gelişmiş olduğu söylenebilirdi: bu bölgede okul, yol ve yaşamı konforlu hale getiren diğer unsurlar neredeyse yok denecek kadar azdı. Ekonomi çok hassas, okuma-yazma bilmeyenlerin oranı çok yüksek ve toplanan vergilerden sağlanan gelir de, sadece büyük bir orduyu değil, buna ek olarak 1939 yılına kadar da, acil bir durum halinde silahaltına alınacak olan yedekleri beslemeye yetmeyecek kadar azdı. Dış ticaretin kredi, takas ya da devlet müdahalesi olmaksızın gerçekleşmesi çok zordu. Türkiye, Başbakan Saraçoğlu'nun Temmuz 1941’de Büyük Millet Meclisi’nde de söylediği gibi, o güne kadar üretici konumunda olan bir milyon çiftçinin, yedek asker olmaları nedeniyle tüketici haline getirildikleri bir üçüncü dünya ülkesi olmuştu. Adeta bütün bunların bir sonucuymuş gibi lanse edilen varlık vergisi, özellikle de ülkenin batısında yaşayan ve Müslüman olmayan azınlıklar arasında büyük bir paniğe neden oldu, çünkü bu vergi doğrudan onları hedef alıyordu ve istemeye istemeye bu ek gelirin %85'ini sağladılar. İyi bir hasat döneminden sonra köylüler düzenli olarak ek bir gelir elde etmek için yol inşaatlarında çalışmaya başladılar ve böylece Anadolu zamanla, içten yanmalı motorla tanıştı.
Avrupa yerine doğu ve güneye, yani Mekke ve Arabistan'a bakan 18 milyonluk nüfusun, Almanlar, Ruslar veya belki Bulgarlar hariç hiç kimseyle savaşmaya niyeti yoktu. Sadece Müslümanlar silah taşıyabiliyorlardı ve azınlıkların çoğu, ayrımcılıktan şikayetçiydi. Hiç kimsenin kurallara karşı gelmeye cesareti kalmamıştı. Basın, gazete sahibi ya da editörün nasyonal sosyalizme veya demokratik kapitalizme eğilimli oluşuna bağlı olarak ortaya çıkan çok küçük sapmalar dışında, tamamen hükümet doğrultusunda yaym yapıyordu. Mussoloni’nin Afrika, İspanya ve Arnavutluk’a müdahalesi, İtalya’yı Türkiye'nin en önemli sorunu haline getirene kadar, herkes Rusya’dan korkuyordu.
İnönü, Türk ordusunun, kendi topraklarında veya Asya’nın her-hangi bir yerinde savaşacak ve girdiği her savaşı kazanacak ekipmanla donatılmış olduğunu biliyordu ama yeni silahlar ve Yıldırım Harekâtı’nı sürdürmesini sağlayacak yeni yöntemlerle donatılmış Wehrmacht'a [Alman Ordusu. Ç.N.] karşı hiçbir şansı bulunmadığının da farkındaydı. Atatürk'ün 1938’de ölmesinin ardından İnönü cumhurbaşkanı seçilmişti. Tüm dikkatini dış politikaya yönelten İnönü de Atatürk'ün izinden giderek, Türkiye’nin yeni sınırlarının dokunulmazlığını korumaya, Boğazlarda zorlukla kazandığı hakları savunmaya, sadece Türkiye'den mal alan ülkelerden ithalat yapmaya, hepsi eşit derecede hassas olan komşuları Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan’a yönelik olarak, büyük bir ihtiyatla ve asla saldırgan olmayan söylemlerde bulunmaya, Arap dünyasına ve Doğu Avrupa’dan gelen Yahudi göçmenlere kulak asmamaya ve başta İngiltere olmak üzere büyük güçlerle, her ne kadar onların koşullarını kabul ederek de olsa, dostluğunu korumaya özen gösteriyordu. Politikasının temelini büyükelçilerinin, istisnasız hepsi doğrudan doğruya kendisine getirilen raporları oluşturuyordu.
Sürtüşmelerin başladığı Eylül 1939’da Türkiye’nin en büyük düşmanı, o tarihten iki ay önce, Mussoloni'nin neo-emperyalist politikasını daha da kanıtlarcasına Amavutluk’a ilerleyen ve bu tutumu, daha sonraları göz yumulduğu halde o dönemde Milletler Cemiyeti tarafından da kınanan İtalya’ydı. Türkler’e göre Mussoloni'nin ihtirası, hiç kimse tarafından tam olarak anlaşılamamıştı ve Oniki Ada’yı işgal etmesi, doğu Akdeniz'de çok şiddetli çarpışmaların başlangıcı olarak kabul edilmeliydi. Ancak İnönü bunun dışındaki her yerde Atatürk’ün, Avrupa’da güç dengesi kurulmasının teminat altına alınması ilkesini aynen takip etti. Böylece Almanya’nın, Doğu Avrupa’ya yönelik olan ve Avusturya, Çekoslovakya ve Polonya’da zaten kendini gösteren ihtirası, her ne kadar Alman diplomatlar. Hitler’in talimatıyla, hem o dönemde hem de daha sonra Türkiye’ye nezaket ve ilgiyle yaklaşsalar bile, ciddi bir tehlike olarak büyük önem kazanmış oldu. Nisan 1939'da, karşılıklı garanti olarak kendini gösteren İngiliz yaklaşımı, Türkiye’yi hoş tutmak amacıyla birkaç yıldan beri sürdürülen diplomatik faaliyetlerin doruk noktası olmuştu. Fransız-Türk-İngiliz anlaşmasıyla sonuçlandırılan formaliteler, Türkiye’nin sınırlarına batıdan herhangi bir tehdidin gelmeyeceğini garanti altına alıyordu-ancak Dışişleri Bakanlığı dosyaları, bu anlaşmanın gerçek amacını hemen hemen hiç kimsenin tam olarak anlamadığını ve özellikle de, savaşa giren ülkelerden birine ait gemilerin, Boğazlardan geçmeye kalkışması halinde ne olacağı üzerinde hiç düşünülmediğini göstermektedir. Neyse ki böyle bir deneyim hiç yaşanmamıştır. O güne kadar çok güçlü olan Fransız etkisi4, Fransızlar’ın, Ortadoğu’daki mission civilisatrice  görevini yerine getiremeyecek şekilde hareketsiz kalmaları ve mevzilerini değiştirmemeleri nedeniyle azalmaya başlamış ve Haziran 1940’ta Almanlar’a teslim olmalarıyla da tamamen ortadan kalkmıştır.
Bu nedenle İnönü tüm dikkatini ve son derece fazla olan pazarlık gücünü, Türkiye’nin tarafsızlığını korumaya yönlendirmiştir. Bir yandan Ankara’daki politikacıların birbirleriyle çelişen endişeleri, bir yandan da tarihi ve geleneksel anılar, yapılan görüşmeleri çarpıtmaya başlamıştı. Rusya’ya karşı duyulan korku, 1938'de İspanyanın kuzeyindeki bazı bölgelerin Rus yörüngesine girmeleri tehdidini gündeme getiren uluslararası Bolşevizm’e karşı yaygın bir şekilde duyulan korkuyla birleşerek daha da büyümüştü, çünkü Stalin’in, oradaki subay sınıfına karşı giriştiği temizlik harekâtı, herkes tarafından bilinmekteydi. Fransa yerinden kımıldayamaz hale gelmiş, İtalya yüzünden Türk toplumunun her kesimine bir gerginlik hakim olmuş, Almanya ticari bağımsızlığına karışma çabalarına girişmiş ve İngiltere de verdiği sözleri tutamaz duruma düşmüştü. Bütün bunlar yetmezmiş gibi Türkiye her an, İran ve Afganistan'daki istikrarsız rejimler, bu bölgedeki aşiretler ve petrolden ötürü karmaşıklaşan uluslararası ilişkiler nedeniyle, doğu sınırında da potansiyel sorunlarla karşı karşıya kalabilirdi. Türkler’in birçoğu, hatta bazen İnönü bile, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemindeki, daha geniş sınırları ve etkinlik düzeyinin yeniden tesisi anlamına gelen panturanizme dönüş, ya da bu gerçekleşmese bile, en cızından eskiden boyundurukları altında bulunan Bulgaristan'la savaşmak için belli bir özlem duyar hale gelmişlerdi. Boğazlar'ın Türkler tarafından denetim altında tutulması ise sadece, Karadeniz'de kıyıları olan diğer güçlerin kesinlikle karşı çıktıkları Montreux Antlaşmasının şartları sayesinde mümkün olabiliyordu.
Türkiye'nin 1939'da içinde bulunduğu jeopolitik durum böyleydi. Aslında bu, sonunda başarısız olsa bile, Churchill tarafından sürekli olarak teşvik edilen bir durumdu. Churchill tarafından Ankara’ya gönderilen ve burada. Mareşal Çakmak'la yakın bir dostluk kuran Amiral Hovvard Kelly, Türkler’in askeri alandaki düşüncelerini derhal Churchill’e aktarıyordu. Kelly’nin o günlerde kendi el yazısıyla tuttuğu günlüğü, halen National Maritime Museum’da (Ulusal Denizcilik Müzesi) sergilenmektedir. Onun raporlarına göre Türkler, Almanlar’ın etkinliğine karşı ciddi bir hayranlık duyuyorlardı. Kelly, sürekli olarak, resmi bir gerekçesi ve görevi olmaksızın stratejik tesislerin bulunduğu yerlerde dolaşıyor ve yine sürekli olarak bu nedenle tutuklanıyordu. 1940’ta, Türkiye’nin, kendi çıkarlarını korumak zorunda kalmaması halinde, kesinlikle savaşa girmeye niyetli olmadığını bildirmişse de Churchill bu görüşünü umursamamıştı bile. OsmanlI tarihi hakkındaki bilgilerine ve Çanakkale Boğazında yaşanan serüvenin neden olduğu yaralara karşın, Churchill’in Türkiye’yi savaşa sokma arzusunun nedeni, jeopolitik gerçekler değil, umut ve çaresizlik karışımı olan duygularıydı. Fransa’nın 1940’ta düşmesinden sonra, Avrupa’da başvuracağı hiç kimse kalmamıştı ama bir yıl sonra Rusya'nın, ondan altı ay sonra da Amerika'nın Müttefikler’e katılmasıyla birlikte, her iki ülkenin de, Churchill’in Türkiye’ye ilişkin düşüncelerine pek itibar etmedikleri anlaşılmıştı. Gerçi etkisi o kadar fazlaydı ki, 1944 ortalarına kadar hem Amerika hem de Rusya, zaman zaman onunla aynı görüşteymiş gibi davranmışlardı.
Her iki ülke açısından da en uygun olabilecek bir dönemde gerçekleşecek platonik bir evlilik önerisinde bulunarak, Türkiye’yi savaşa sokma konusundaki ısrarını sürdürüyordu. Türkiye'nin, büyük güçlerden herhangi birinin başarısı halinde, Avrupa’daki güç dengesinin ve kendi bölgesel egemenliğinin tehlikeye düşeceğine ilişkin korkularını hiç umursamıyordu. 1940’a gelindiğinde Almanya neredeyse Türkiye’nin kapısına kadar ilerlemişti. 1941’de, içinde bulunduğu kötü durum nedeniyle işgalci Almanya’ya karşı herkesten yardım istemek durumunda kalan kuzeydeki Rusya ise, daha az dostluk gösteren bir komşu haline gelmişti. Rusya'nın daha sonraki dönemlerde elde ettiği başarılar nedeniyle İtalya ve Almanya, Türkiye’nin en önemli düşmanları olmaktan çıkmışlardı, çünkü savaştan zaferle çıkan Sovyetler Birliği’nin, Almanya’nın olası yükselişini engellemesinin ardından, uluslararası arenada Bolşevizm’i yeniden yaygınlaştırmaya kalkışabileceği kuşkuları ciddi biçimde artmıştı. Türkiye’de ise İngilizler’in, Akdeniz’deki başarılarının bölgedeki Mihver Devletleri dengesini alt-üst edebileceğinin anlaşılmasından sonra, bir diğer süper gücün, potansiyel saldırgan olarak düşünülen İtalya'nın yerini alabileceğine yönelik bir korku doğmuştu. Böylece Almanya, Rusya, İngiltere, İtalya (ve 1940'ın ortalarına kadar da Fransa), Türkler’in bağımsızlığına yönelik ciddi birer tehdit oluşturmuşlardı.
1941’de Churchill’in yapacağı tek şey, 1939’da kurulan ama Fransa’nın 1940’ta düşmesiyle birlikte hiçbir anlamı kalmayan, Türk-Fransız-İngiliz karşılıklı yardım garantisi konusuna eğilmekti. Ama onun elinde, sadece Hitler, Ribbentrop ve Londra ve Berlin’deki bir avuç Dışişleri Bakanlığı görevlisinin paylaştıkları başka bir şey vardı: Türkiye’nin diğer ülkelerdeki büyükelçileri tarafından Ankara’ya gönderilen gizli diplomatik iletilerin çözümlerine erişebildiği için, Türk dış politikasının oluşumuna yönelik hemen her şeyden haberi oluyordu. Bu ayrıntılı bilgiler sayesinde, ne zaman platonik evlilik önerisi üzerine eğilmesi, ne zaman ateşini söndürmesi gerektiğini; Cumhurbaşkanı İnönü’nün kendisini, hangi koşullar altında, hangi gündemle, hangi sonuca ulaşabileceği şekilde ve ne zaman kabul edebileceğini; Ankara’ya, Mihver Devletleri’ne yönelik hangi baskıların uygulandığını ve bunların nasıl karşılandığını; Türkler’in, 1940 ve 1941’de Almanlar tarafından elde edilen başarılara ve bunu izleyen dönemdeki Rus başarılarına hangi gözle baktıklarını; Amerikalılar’ın niyetlerine karşı duydukları kuşkuları, Avrupa’nın Bolşevikleşmesi’nden duydukları ve İberik Yarımadası’ndaki ülkeler tarafından da paylaşılan korkuları, ‘acaba İngilizler, verdikleri sözleri tutacak, tutabilecek ve Almanlar’a karşı yürüttükleri savaştan başarıyla çıkacak ve kendilerini Bulgarlar’a karşı savunabilmeleri için
Türkler’e, gelişmiş yeni silahlar verecekler mi’ şeklinde dile getirilen, kendi iyi niyetine karşı duydukları kuşkuyu gayet iyi biliyordu.
Meslektaşlarından çok az yardım alıyordu. Dışişleri Bakanı Anthony Eden Türkler’i, Türkler de onu hiç sevmezlerdi. Harold Macmillan, politik olarak Akdeniz ülkelerinin çoğundan sorumluydu ama dikkatini özellikle Türkiye üzerinde yoğunlaştırmıştı. Marjinal olarak daha az iddiacı olan amiraller dışındaki tüm İngiliz generaller çok iddiacıydılar. Churchill’e göre Türkiye ile Londra ilgilenmeliydi. Ancak Londra demek Churchill demekti ve diplomatik çözümler, sadece Churchill’in elindeydi.
Diğer Müttefiklere gelince, ne Amerika ne de Rusya, onun Türkiye’ye yönelik heyecanını paylaşmıyordu ama nedenleri çok farklıydı. Amerikalılar’a göre Türkiye, İngiltere veya imparatorluk topraklarından olabildiğince uzakta, yani Balkanlarda, ikinci bir cephe açılmasına yönelik, kötü emelli bir planın bir parçasıydı ve bu bölgeyi, tamamen Avrupa’ya ait bir cadı kazanı olarak görüyorlardı. Ruslar Kasım 1940’ta, Mihver Devletlerine, dünyanın parçalara bölünmesi için baskı yapmaya başlamışlardı: Molotov, Türkiye’nin bundan zarar görmesi pahasına Rusya’nın yayılmasını istiyor ve Moskova ve Berlin'in bu isteklerini, güç kullanarak empoze etmelerini öneriyordu. Ama aradan bir yıl geçtikten sonra, kendi canlarının derdine düşen Rusların, Türklerle ilgilenmek için hiç zamanları kalmamıştı. İngilizler'in, Adana'dan sonra hâlâ neden Türklerle flörte devam ettiklerini anlayamıyorlardı ve Türkler’in 1943’te Müttefikler’e katılmasının önemli olduğunu kabul etseler bile, bu projeye ve Türkler’in büyük bir başarıyla oynadıkları diplomasi oyununu gördükten sonra Türkler’e karşı kayıtsızlıkları devam ediyordu.
Böylece Churchill, uygulamak istediği platonik evlilik önerisine eklediği bir şantaj (eğer kabul etmezseniz sizi başka bir ülke, büyük olasılıkla Rusya ve hatta belki de Bulgaristan işgal eder, yok eğer kabul ederseniz, en iyi silahları ve belki de Oniki Ada’yı bile alırsınız) ve elindeki Türk diplomatik çözümleriyle tek başına kalmıştı. Kozları bu kadar kötüyken onun Türkiye elini, büyük bir şevk, beceri ve kendisine daha az önem vererek, sevgiyle oynaması gerektiği düşünülebilirdi. Adana’daki herkes böyle düşünüyordu. Konferans, insanı şaşırtan dostluk ve eğlence gösterileri arasında gerçekleşti. Ama bir yandan İngilizler verdikleri sözleri tutamıyor, diğer yandan da Almanları tahrik etmekten korkan Türkler, kendilerine verilenleri almak ve kullanmak konusunda isteksiz davranıyorlardı. Bunun üzerine taraflar, ileriye yönelik bir hamle yapamaz hale geldiler ve bölgedeki karşılıklı diplomatik çıkarların gözetildiği bir yıllık bir dönem başlamış oldu. Bu durum. Cumhurbaşkanı İnönü’nün, beklenmedik bir şekilde Alman yanlısı olmakla ün kazanan Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu’nu görevden alması, Almanya’ya krom göndermeyi durdurması, Alman deniz kuvvetlerine ait gemilerin Boğazlardan geçişlerini yasaklaması ve nihayet, savaşın bitmesine bir hafta kala, savaşa girmesine kadar devam etti. O sırada savaş neredeyse sona ermişti bile. Türkiye’nin sorumluluktan kaçtığını bilen ve bunu zaman zaman öfkeyle dile getiren Churchill, her şeye rağmen Türkiye hakkındaki görüşlerinde ısrarcıydı ve Türkiye’nin, 1945 sonlarında Birleşmiş Milletlere alınması konusunda en önemli rolü de o oynamıştı.
Churchill gerçi Türkler’le çok yararlanabileceği bir ittifak kuramamıştı ama bunun nedeni Türkler’in, savaştan kendileri açısından olumlu bir sonuç çıkmayacağını net bir şekilde görmeleriydi. Türk liderler, hem onun blöfünü, hem de (belki de daha dürüst olan) Alman blöfünü büyük bir nezaketle gördüler. Üstelik bununla da yetinmediler ve 1945’te, Montreux Antlaşması’nın koşullarının gözden geçirilmesi gerektiğini öne süren Molotov’un blöfünü de gördüler.
Türk büyükelçiler, ataşeler, diplomatlar ve Dışişleri Bakanlığı görevlileri cumhurbaşkanlarına savaşın gidişi hakkında, özellikle sistematik bir şekilde Whitehall ve Wilhelmstrasse'de el koyulan, deşifre edilen ve bıkıp usanmadan -en çok da daha sonra göreceğimiz gibi Churchill tarafından- okunan diplomatik raporlarla sürekli olarak bilgi verdiler. Bütün bu Türk görevliler, Türkiye’nin tarafsızlığını ne pahasına olursa olsun korumak konusunda, dikkate değer biçimde ve bir örneği daha görülmemiş ölçüde, İnönü’yü destekleyen bir bütün oluşturmuşlardı. Hiçbiri, kendi ülkelerinin egemenliği tehlikeye düşmediği sürece, savaşa girmeyi ciddi biçimde düşünmek bile istemiyordu ve Türkiye’nin egemenliği, hiçbir zaman tehlikeye düşmedi.
Artık Türkiye’yi, iki savaş arasındaki dönemde Whitehall’e göbek bağıyla bağlayan iki unsur olduğu anlaşılmıştır. Biri, Çanakkale Boğazı ve Çanakkale’deki Churchill; diğeri ise, Avrupa'daki başkentlerden Ankara’ya gönderilen ve Türkler’in, özellikle de İnönü’nün dış politikayı şekillendirirken büyük bir güvenle kullandığı raporlara, İngilizler’in kolayca erişebilmelerini sağlayan ve Türkler’in bilgisi dışında İngilizler tarafından çözümlenen gizli gönderimlerden elde edilen istihbarattı. Churchill, bu şekilde elde edilen istihbarata daima büyük önem vermişti ve bunları ilk başlarda nasıl kullanıp değerlendirdiğini birazdan göreceğiz.
Churchill’in, şifrecilerin sağladıkları belgelere olan aşinalığı, ne başbakan olduğu 1940’ta, ne de Maj Morton’ın kendisini, elde edilen çözümlerin hükümete ne tür bilgiler verdiği konusunda bilgilendirdiği barışın, son günlerinde başlamıştı. Bu olay, Deniz Kuvvetleri Bakanı olduğu ve Eski Bina’daki 40 Numaralı Odanın doğduğu 1915’te başladı. Deniz kuvvetlerine ait gönderimlerin -telsiz iletileri ve telgraflar- nasıl işlem göreceklerine ilişkin kural ve prosedürleri de kendisi yazdı. Bunları kendisinin dışında kimlerin görebileceğini, daha da önemlisi kimlerin görmemesi gerektiğini o belirledi. Başarılı Deniz İstihbarat Başkanları -önce Sir Alfred Ewing, sonra da Amiral Sir Reginald ‘Blinker Hail- sayesinde 40 Numaralı Oda ile sadece kendisi ilgilendi. Hall’le ilişki kurması o kadar da kolay olmamıştı çünkü her ikisi de parti disiplinine uymayan birer politikacıydı. Hükümetten yetki almaksızın, Türkler’in Çanakkale Boğazı’ndan çekilmesine karşılık ödenecek bedeli belirleyen kişi, Hall'dü. Hall’ün başlattığı görüşmeler, kafası sadece kendi gündemiyle meşgul olan ve onun önerilerini önemsemeyen Churchill tarafından, herhangi bir sonuca ulaşamadan durduruldu. Birinci Dünya Savaşı’nda da gizli gönderim istihbaratını kullanan Hall, ABD'nin savaşa girmesine neden olan Zimmermann telgrafını ortaya çıkararak muhteşem bir başarı elde etmişti ve Churchill, onun bu başarısını hem kıskanmış hem de ona hayranlık duymuş olabilirdi. Üstelik İkinci Dünya Savaşı’nda buna benzer bir gönderim elde edemediği için. Amerika Birleşik Devletlerinin Japonya ve Almanya tarafından savaşa girmeye zorlanışından önce, aylar boyunca büyük bir gerginlik içinde beklemişti.
Yani diplomatik çözümler veya mavi kapaklar veya 'BJ telgrafları'  Churchill tarafından, hükümette yer alsa da almasa da, otuz yılı aşkın bir zamandır kullanılıyordu. Bunların ne oldukları, nereden geldikleri, Birinci Dünya Savaşı sırasında, 40 Numaralı Oda'da çalışanların günlük işleri arasından ayrılarak nasıl ortaya çıktıkları, kimler tarafından okundukları, okuyan kişilerin onlar hakkında neler düşündükleri ve gerek o dönemde gerekse daha sonra bunlara ne olduğu incelendiği takdirde, bunların İkinci Dünya Savaşındaki kullanımları konusu daha da aydınlanacaktır.
Hem deniz kuvvetlerine ait, hem de diplomatik gönderimler. Birinci Dünya Savaşı boyunca 40 Numaralı Oda'da deşifre ediliyorlardı. Telgrafların sansür edilmeleri ve uygun diplomatik trafiğin belirlenmesi temeline dayanan bir el koyma ve deşifre merkezi kurulması yolunda kararların alındığı 1919 yılında, dış politika belirleme çalışmalarının bir parçası olarak kullanılıyorlardı. Benzeri çalışmalar Almanya, ABD ve SSCB'de de devam ediyordu. İngilizler özellikle ABD, Fransa, Sovyetler Birliği ve Japonya taralından yürütülen ileti trafiğiyle ilgileniyorlardı. İtalya. İspanya ve Türkiye ile ilgilenmeye, daha sonraki yıllarda başladılar.
Henüz yeni kurulmuş olan Devlet Kod ve Şifre Okulu, bütün büyük ülkelerin iletişimlerini dinliyordu. Bunlara, çözümlenmesi mümkün değilmiş gibi görünen bir makine şifresi kullanan Almanya ile İngiliz politikacıların bütün gizli iletilerini deşifre ettiklerini açıklamalarından sonra, Tek Zamanlı Not (One Time Pad - OTD) olarak bilinen, işgücüne dayalı olmakla birlikte son derece güvenilir bir şifreleme tekniği kullanmaya başlayan Sovyetler Birliği dahil değildi. Japon ve Türk diplomatik haberleşme trafiği de çok ilginç ve önemliydi., Barışın kaçınılmaz bir sonucu olarak deniz ve kara kuvvetlerine ait ileti trafiğinin ele geçirilemiyordu. Japonların diplomatik ve deniz kuvvetlerine ilişkin iletilerine girilmesi amacıyla Japonya’nın hedef alınması, belki zekice bir davranış veya şans ya da her ikisinin de sonucu olarak, İngilizler’e olduğu kadar Amerikalılara ve Ruslar’a da, savaşan Almanya'nın durumu hakkında, son derece yaşamsal öneme sahip bilgiler aktarılmasını sağlamıştı. Bunun önemini, daha sonraki sayfalarda göreceksiniz.l' Türkiye'nin diplomatik iletileri, İstanbul'daki Telsiz ve Telgraf İdaresi tarafından gönderiliyor ve Londra'dan başka hem Berlin, hem de büyük olasılıkla Moskova'da da okunuyorlardı. İspanya İç Savaşı, Devlet Kod ve Şifre Okulu'nun makineli şifre üzerinde de çalışmasını sağlayan, Enigma şifrelerinin de bulunduğu, İtalyan deniz kuvvetlerine ait birçok değerli belgenin açığa çıkmasına neden oldu. Haziran 1940’a kadar Alman deniz kuvvetlerine ait ileti trafiğine erişmek, sadece trafik analiziyle sınırlı kalmıştı ama düşman ileti trafiğindeki yoğunluğun ve yönlendirmenin analizi sayesinde, zamanla en taktik gönderim istihbaratını da sağlayacak olan ve telsiz telgraf gönderimlerine dayanan, yeni şifre çözme becerilerinin gelişmesi de mümkün oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında hizmet trafiği doğal olarak birinci öncelik derecesindeydi ve giderek, gizli istihbarat literatürünün de en önde gelen konusu oldu. Ama 1920’lerde, kara ve deniz kuvvetlerine ilişkin bir ileti trafiği yoktu, sadece diplomatik telgraflar söz konusuydu. İspanya İç Savaşı, İtalyanların kara ve deniz kuvvetlerine ait olup, hepsi Devlet Kod ve Şifre Okulu tarafından başarıyla okunan bol miktarda iletinin ele geçmesini sağladı. Ayrıca 1935-36’daki Etiyopya Savaşı sayesinde de, yine İtalyanlar’a ait ve okunabilir nitelikte, hem askeri hem de diplomatik birçok ileti deşifre edildi.
Devlet Kod ve Şifre Okulu’nun sunduğu çözümlerin çeşitliliğinde ortaya çıkan yapısal değişiklik. Devlet Kod ve Şifre Okulu ile müşterisi olan bakanlıklar arasındaki ilişkileri de etkiledi. Sürekli bir değişim görülüyordu. Kendisine ait olan 40 Numaralı Oda sayesinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, 1914’ten beri bunlarla ilgileniyor ve elinde bulundurduğu bu iletilerin dağıtımını da denetim altında tutuyordu. Birinci Dünya Savaşı’nda kara kuvvetlerinin, Mİ İB [Askeri İstihbarat. Şifre Çözüm Bürosu. Ç.N.] adlı mükemmel bir deşifre bölümü vardı ve Tuğbay John Tiltman’ın, kara kuvvetleriyle irtibatı sağlamak üzere Devlet Kod ve Şifre Okulu’nda görevlendirilmesi, Savaş Bakanlığı’yla olan bağları da güçlendirdi, çünkü Tiltman sadece birinci sınıf bir şifre uzmanı değil, aynı zamanda Anglo-Amerikan gönderim işbirliğinin kurucusu da olan etkili bir diplomattı. Kısa bir geçmişe sahip olan Kraliyet Hava Kuvvetleri bu nedenle, kendisi dışındaki kaynaklardan elde edilen gönderim istihbaratına yeterli oranda sahip değildi. Bu durum Devlet Kod ve Şifre Okulu'na bazı teknik olanaklar da sağladı. Barış dönemindeki askeri bakanlıklar dışında en önde gelen müşteri, Dışişleri Bakanlığıydı ama 1937‘de, Devlet Kod ve Şifre Okulu bünyesinde ayrı bir ‘ticari’ bölüm oluştu ve bu bölüm daha sonraki yıllarda, Ekonomik Savaş Bakanlığı için vazgeçilmez bir birim halini aldı. Bu bölüm Almanların, özellikle İspanya ve Portekiz’den yaptıkları, çok önemli madenlere yönelik ithalatı izliyordu. Churchill’in sırdaşı olan Binbaşı Desmond Morton, İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından Churchill’e getirilen dosyalar döneminde,8 mavi kapakların dağıtıldığı kişiler listesindeydi ve bu nedenle, Ekonomik Savaş Bakanlığı bünyesinde oluşturulan bölümün başkanı olarak, savaş öncesi dönemde Devlet Kod ve Şifre Okulu'ndaki Ticari Bölüm’den gelen mavi kapaklı telgrafları da görmüştü.
Doğal olarak, iki savaş arasındaki dönem boyunca, özellikle diplomatik trafik üzerinde duruluyordu ve Türkiye’nin 1930'lu yıllarda Dışişleri Bakanlığı açısından taşıdığı önem nedeniyle, Türkiye’ye ilişkin olup her zaman kolayca elde edilebilen gönderim trafiğinin, bütün gönderim çözümlerinin oldukça önemli bir bölümünü oluşturması çok normaldi. 1939’dan, ‘garanti’ dönemi olan 1941’e, yani İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından Churchill’e getirilen dosyaların mevcudiyetine kadar geçen dönem, Türkiye'nin MAVİ KAPAKLI telgraflar açısından hâlâ en önde gelen kaynak olduğunu göstermektedir.
Türk cumhurbaşkanı ile dışişleri bakanına gönderilip, onlar tarafından okunan ve Fransızca yazılmış olan mavi kapaklı telgraflar, Türkiye’yi yöneten kişilerin, hem Mihver Devletleri hem de Müttefiklere karşı, zaman zaman büyük bir ustalıkla değişen tutumlarının da temelini oluşturuyordu. Belki de bu diplomatik trafik, hem İngiltere hem de Almanya tarafından okunduğu için Türkiye, savaşta taraf olan bu ülkeler tarafından hiçbir baskıya maruz kalmamıştı. Her iki ülke de, büyük ve yeni bir yandaşın kalabalık ordusunu donatmanın, ne denli yüksek bir bedelle mümkün olacağının bilincindeydiler. İngiliz komutanlar gibi Alman komutanlar da, Türkler’in kendi yanlarında olmasının, Türkler’in savaşa girme olasılığını özetleyen Mareşal Lord Wavell’in ifadesiyle, olumlu bir aktif değil, aksine pasif olacağını biliyor ve bu yüzden de flört gösterilerini her zaman tecavüze tercih ediyorlardı. Churchill, İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından kendisine getirilen dosyaları her gün okuyarak elde ettiği bilgileri, Müttefikler’in Mihver Devletlerini nasıl yenebilecekleri konusundaki görüşlerini Savaş Kabinesi’ndeki meslektaşları ile kuvvet komutanlarının kabul etmeleri için tavsiye, tehdit ve kandırma aracı olarak kullanıyordu. Wehrmacht’ın savaş gücünün Doğu Cephesi’nde Ruslar tarafından ciddi biçimde azaltılmaması halinde, batıda açılacak ikinci bir cephenin aşılmaz olacağına olan inancı onu, ikinci cephe konusunda birkaç alternatif aramaya yöneltti. Ancak bunların içinde, Türkiye’nin Müttefikler’in yanında savaşa girmesi ile oluşabilecek bir Ege inisiyatifini, Stalin ve Roosevelt’in batıda en kısa zamanda ikinci bir cephe açılmasına yönelik ısrarcı tutumlarının önünü kesebilecek tek seçenek olarak görünüyordu. O zaman da, şimdi olduğu gibi, onun bu görüşüne katılanların sayısı son derece azdı ve 1944’e gelindiğinde bu konu tamamen gündem dışı kalmıştı.
Türkiye onun için neden bu kadar önemliydi? Bu konuda şimdiye kadar birkaç ipucu üzerinde duruldu. Almanlar onun, İngilizler’in 1915’teki Çanakkale Boğazı fiyaskosundan, fikri sabit halinde tamamen kendini sorumlu tuttuğuna inanıyorlardı. Churchill 1941’de İttifak yanlısı bir Türkiye’yi, imparatorluğun Hindistan’a, Uzak Doğuya ve İran petrolüne kadar uzanan yolunun bekçisi olarak görüyordu. En büyük hayali, milyonlarca gözü pek ve dayanıklı Türk askerinin, İngiltere’nin az sayıdaki birliklerine ve deneyimsiz Amerikalılar'a katılmalarıydı. 1940’ta Fransa'nın düşüşünden sonra ittifak kurabileceği bir devlet aramaya başlamıştı ve savaşı, İngiltere kıyılarından uzak tutma konusundaki kararlılığı nedeniyle Türkiye’ye yönelerek, 1941'den sonra edindiği yeni müttefiklerinin tüm karşı çıkışlarına ve görüş ayrılıklarına, hatta kendi hükümetindeki meslektaşlarının tüm itirazlarına karşın, Türkiye’yi savaşa çekmek için hiç durmadan çalışmaya devam etti.
Bütün bunlar, Churchill’in yaşamı hakkında bugüne kadar elde edilen tarihi bulgulardan zaten anlaşılmaktadır, ancak onun Türkiye elini oynamasının başka bir boyutu daha vardır. Churchill, elde edilen tüm gönderim çözümlerini ‘ham’ olarak görme konusundaki ısrarı sayesinde Hitler’in Kuzey Afrika, Kafkaslar ve Doğu Cephesi’ne yönelik savaş planları hakkında hiç kimsede bulunmayan bilgilere sahip olmuştu. Diplomatik Türk gönderimlerinden elde ettiği istihbarat da, başkalarının savaşa nasıl baktıklarına yönelik görüşlerini belirgin bir şekilde geliştirmişti. Türkiye’ye olan kişisel taahhütlerini hiçbir zaman saklamadı ve bunu bir anlamda, daha sonra yazdığı savaş tarihinde de görmek mümkündür. Churchill, İkinci Dünya Savaşı’nı anlattığı birkaç ciltlik eserinde birlikte çalıştığı asistanlarından birine şöyle demişti: “Bu tarih değil, benim davam!” Savaşın yürütülmesine ilişkin kendi direktiflerini ve kraliyet hükümetinin, Türkiye'ye yönelik olarak uygulamasında yarar gördüğü politikayla ilgili görüşlerini tek tek seçmiş ve genelde ayrıntılı olarak yeniden kaleme almıştır. Kendi belgelerini, özellikle de Türkiye’ye ilişkin olanları kullanması nedeniyle yazdığı tarihçe, son derece yavan olmuşsa da, İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından kendisine getirilen dosyalar (DIR /C’ler) ve Türkiye’ye yönelik tutumu arasında ilişki kurulduğu zaman, seçtiği belgeler insanda yeni bir ilgi uyandırmaktadır. Bunu sadece savaş sonrasında savaşın tarihini yazarken değil, savaşın devam ettiği yıllarda da önemsediği, daha yeni yeni anlaşılmaktadır. Bunun doğru olduğu, özellikle de 1943 sonbaharında, uygun bir plan yapmaksızın sadece deşifre edilen belgelere ve kendisine söylenenlere dayanarak yönlendirdiği ve üst düzeydeki subayların da büyük bir başarıyla uyguladıkları, İngiltere'nin Oniki Ada saldırısından anlaşılmaktadır. İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından kendisine getirilen dosyaların devreye girdiği ve savaşın neredeyse kaybedilmek üzere olduğu 1941 sonbaharından önceki döneme, yani 1940-41 dönemine ilişkin bilgi edinmek çok zordur. Ama Eylül 1941'den, 1945'in ortalarına kadar geçen dönemde, İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından kendisine getirilen dosyalar Churchill'e, İngiliz hükümetinin tarafsızlara -yani daha önceleri ne dostları (Fransa, Hollanda, Belçika. Lüksemburg, Yugoslavya, Yunanistan) ne de düşmanları (Almanya, Japonya, İtalya) olan ülkelere- yönelik dış politikasının temelini oluşturacak diplomatik gönderim çözümlerini inceleme olanağı sağlamıştır. Bu dosyaların çoğu da Türkiye’den elde edilmiştir.
Bunun, ‘Neden Türkiye?’ sorusuna verilmiş eğreti bir yanıt olduğu düşünülebilir. Bu durumda, İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından Churchill’e getirilen dosyalar, Churchill, Dışişleri Bakanlığı ve Türkiye’nin savaşa katılmama konusundaki anlaşılabilir isteği arasındaki ortak noktaların belirlenmesi, daha net bir fotoğraf elde edilmesini mümkün kılacaktır. Bu senaıyoda Churchill’in kendisi de önemli bir yer işgal etmektedir. Diğer karakterlerin büyük çoğunluğu, yarım düzine kadar Türk büyükelçisi ve diğer ülkeler tarafından Ankara’da görevlendirilen, eşit sayıda yabancı büyükelçiden oluşmaktadır. Gönderdikleri raporları neden gönderdiler? Acaba binlerini etkilemek, alarma geçirmek, kendi görüşlerini kabul ettirmek veya kendilerine, ülkelerinde ayrıcalık tanınmasını sağlamak ya da patronlarının duymak istediği şeyler olduğunu düşündükleri şeyleri söyleyerek, kariyerlerinde bir ilerleme olmasını sağlamak için mi?
Yoksa bunlar, sıradan bir diplomatın, her gün gerçekleştirdiği bir iletişim miydi? Ancak belli bir süre boyunca aralıksız olarak okunan belgeler, o dönemde Churchill’e, bugün de tarihçilere, politikacıların karar vermesini sağlayacak anlamlı yargılarda bulunabilecekleri tadı, nüansları ve koşulları sağlayabilirdi. Aslında bu belgelerin hepsi bir araya geldiklerinde bunları, resmi diplomatik yazışmalar olarak değil, belki Benjamin Disraeli veya hatta Leo Tolstoy, hatta bazen de Jeffrey Archer tarafından yazılmış bir roman olarak görmek mümkün olabiliyor. Soruyu yanıtlarken, elde edilen yeni kaynak, yani İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından Churchill’e getirilen dosyalar, savaşın tarihçesiyle bütünleştirilerek Başbakan’ın, bu günlük bilgilerle olan ilişkisi ile onları kullanış yöntemi analiz edilmiş, ayrıca, bu yeni belgelerin ona ve Whitehall'deki birçok bölüme, son derece yaşamsal öneme sahip bilgiler sağladıkları şeklindeki varsayım da tekrar test edilmiştir. İngiltere'nin, 1941-45 dönemindeki stratejik planlarında, Türk dış politikasının önemli bir unsur olarak ortaya çıkışı nedeniyle, Türkiye’nin tarafsızlığı üzerinde ciddi biçimde durmak gerekmektedir. Türk liderler politik kararlarını daha çok, yabancı başkentlerdeki diplomatlarından gelen raporlara dayandırdıkları ve bu raporların çoğunun çözümleri, İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından Churchill’e getirilen dosyalarda yer aldığı için. Churchill ve Türk dış politikasını birlikte oluşturan üç Türk -İnönü, Saraçoğlu ve Menemencioğlu- arasında gizli bir diyalog oluşturulması, teorik olarak olasıdır.
Devlet Kod ve Şifre Okulunun en önemli müşterisi olan Dışişleri Bakanlığı’nın, en gizli haber alma kaynağını, Türkiye’ye ilişkin olarak nasıl kullandığım en azından tahmin edebilmek için, İngilizler’in savaş öncesi dönemde yabancı diplomatlara ait gönderimlere el koyma, deşifre etme, tercüme etme, değerlendirme ve dağıtma tekniklerini nasıl geliştirdikleri Bölüm 2'de irdelenmektedir. Türkiye kaynaklı belgeler her iki kurum için de önemli olduğundan, Türkiye üzerinde özel bir çalışma yapma gereği de kendiliğinden doğmaktadır. Dışişleri Bakanlığı’na ait diğer dosyalardan anlaşıldığına göre, çözümlenen gizli belgeler, Ankara’da verilen kararları, Türk stratejisinin doğasını ve başta SSCB ve İngiltere olmak üzere, Türkler’in diğer ülkelerle kurdukları diplomatik ilişkileri ciddi biçimde aydınlatmaktadır.
Türkiye’nin savaş dönemindeki dış politikası, sadece üç kişi tarafından belirlenirken, 1940’a gelindiğinde İngiliz politikasını, Dışişleri Bakanı Anthony Eden ve Dışişleri Bakanlığındaki Güney Dairesine karşın, sadece Churchill yönlendiriyordu. Her iki başkentteki diplomatlar. birçok Avrupa ve bazı Amerika ve Asya başkentlerindeki Türk büyükelçilerin, maslahatgüzarların ve ataşelerin gönderdikleri raporların yanı sıra, Türkiye'nin dış politikası ve tarafsızlığı hakkında Türk Dışişleri Bakanlığı taralından verilen direktif ve genelgelere. Avrupa ülkelerinin Ankara’daki temsilcileri tarafından gönderilen ve genel olarak savaşın, doğu Akdeniz, Doğu ve Kuzey Afrika cephelerinde gösterdiği gelişmeleri içeren raporlara ve tabii, yüksek düzeydeki Türk görevlilerin reaksiyonlarına güveniyorlardı. Türkiye dışındaki tarafsızlardan alınan haberler ve bu ülkelerin görüşleriyle kısıtlanmak yerine, savaş dönemindeki mavi kapaklı telgraflar örneğin; Avrupa'nın Bolşevikleşmesi’ tehdidi karşısında İberik Yarımadası’nda duyulan korkuyu, Mussoloni’nin istifasının Mihver Devletleri'nin savaş yönetimi üzerindeki etkisi ile tarafsızların buna gösterdikleri aşın tepkiyi, yine bu istifanın, Kazablanka’dan sonra Moskova, Tahran, Kahire ve Yalta'da da üç büyük devletin (ABD, SSCB, İngiltere) çelişkilerle dolu gündemine, Macaristan ve Bulgaristan’ın, Mihver Devletlerinden ayrılma nedenlerine, Rusya’nın 1945’e kadar neden Japonya’ya savaş ilan etmediğine ve daha birçok diplomatik konuya etkisini net bir şekilde açığa çıkanyordu.
İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından Churchill’e getirilen dosyalar, diğer istihbarat kaynaklarından farklıydı ve mavi kapaklı telgraflarını, Churchill’in de çok iyi bildiği gibi, tüm diğer bilgi kaynaklarından daha farklı bir takdir duygusuyla değerlendirmek gerekiyordu.
"İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından Churchill’e getirilen dosyalar, Dışişleri Bakanlığı, Churchill, Türkiye ve bu üçlü arasında 1941- 45 döneminde görülen ilişkileri nasıl aydınlatmıştır?” sorusunu yanıtlamaya çalışırken, elde edilen yeni verilerin, zaten bilinen ve kayıt altında tutulan bilgilere yeni eklemeler yapıp yapmadığı veya mevcut bilgileri değiştirip değiştirmediği konusu açık değildi. Churchill, diplomasi alanında o dönemde yaşanan değişiklikleri anlıyordu, çünkü ne de olsa buna yönelik bilgileri, hemen her gün okumaktaydı. Bunu İnönü de biliyordu, çünkü o da aynı belgelerin bazılarını okuyordu. Bunu Hitler, Goebbels, Kaltenbrunner ve Ribbentorp da biliyorlardı. İngiliz arşivi üzerinde yoğunlaşmak ve gizli servis dosyalarıyla, savaş dönemi Türkiye’siyle ilgili dosyalar arasında bir ilişki kurmak, Dışişleri Bakanlığı bünyesindeki Güney Dairesi ile devlet görevlilerinin, Türkiye’ye karşı uygulanmasını istedikleri politikalar ile Müttefiklerin zaferini hızlandırmak için Türk gambitini [Satrançla, daha iyi bir duruma gelmek isteyen bir oyuncunun bir veya birkaç taşı feda etmesi. Ç.N.] kullanan Churchill’in oynadığı önemli rol arasında yeni bağlantılar kurulmasını mümkün kılmaktadır. Türk gambitinin, İngiltere’nin 1942’deki savaş stratejisine neden bu denli büyük bir önem kazandığı sorusu, Bölüm 3’de yanıtlanacaktır. Churchill’e de danışan Birleşik Planlama bu umudu daha Aralık 194l’de vurgulamıştı.:
Almanya’ya karşı başlatılacak bir saldırının başarılı olması için, öncelikle Rus cephesinden, büyük ölçekli bir kara harekâtı düzenlenecek, Birleşik Krallık taralından, giderek artan sayıdaki amfibik akınlarla desteklenen büyük ölçekli bir hava bombardımanı gerçekleştirilecek ve Atlantik Adaları, Kuzey ve Batı Afrika. Tripoli ve Türkiye’deki stratejik noktalar ele geçirilerek. Mihver Devletleri'nin denetimi altındaki Avrupa daha da sıkı bir kıskaca alınacaktır. İtalya’nın savaşta aktif bir yandaş olmasını önlemek ve bu ülkeyi tamamen devre dışı bırakmak için her fırsat değerlendirilecektir. Bu harekâtlardan sonra da, nihai aşamada, Batı’da İngiltere, Güneyde Amerika Birleşik Devletleri ve Doğu'da da Rusya tarafından, Almanya'ya karşı birbiri ardına harekâtlar düzenlenecektir.3
Daha sonra bu planda küçük bir düzeltme yapıldıysa da bu, İngiltere’nin en büyük stratejisi olarak kaldı. Churchill Eden’a, “Ben Türk’ün peşindeyim!” dediğinde takvimler 8 Ekim 1942’yi gösteriyordu. Ancak İngiliz tarihçiler artık bu olağanüstü stratejiyi, Kuvvet Komutanları ile Başbakan’ın zihinlerinde yer alan asıl düşüncelerin, yanlış aktarılması olarak tanımlıyorlar. Churchill açısından içgüdü veya belagat sözcüklerini kullanmak daha doğru olacaktı. Üzerinde dikkatle durulması gereken bir nokta da, Türkiye'nin, bu kadar erken bir dönemde, Müttefiklerim savaş planlarında bu denli önemli bir rol oynaması ve bu yönde hiçbir kanıt olmamasına karşın, Müttefikler’in yanında savaşa girmeye istekli olduğuna inanılmasıydı. Türkiye faktörünü gündeme getiren kişi Churchill olduğu için konuya biraz tedbirli yaklaşmakta yarar vardı, çünkü Türkiye tarafsız bir ülkeydi ve bu nedenle de, Whitehall’deki ifade ile dile getirecek olursak, onu müttefik olarak savaşa sokmak isteyen savaş planlayıcılarına değil, Dışişleri Bakanlığı’na aitti ve İngiliz dış politikasında kullanılan hilelere tabi olmalıydı. Gerçi Churchill savaşın planlanması tartışmalarında oldukça etkindi ama yine de davasını, dış politika konularında dile getirmesine gerek yoktu.4
24 Temmuz 1942’de Churchill şöyle bir öngörüyü dile getirmişti: “İkinci cephemiz aslında Avrupa’nın hem Atlantik hem de Akdeniz kıyılarını kapsayacak ve kaynaklarımız ve koşullar izin verdiği sürece gerek sağ elimizle, gerek sol elimizle ve gerekse her iki elimizle birden itme olanağını bulacağız.” Churchill’in savaş planlamasına yaklaşımı, karakteristik ve gerçekçi olarak, fırsatçılıktan ibaretti. Zaten 1940’ta İngiltere, batı Avrupa'da olduğu gibi, güney ve doğuda da, Alman Yıldırım Harekâtı’nın insafına kalmışken, Almanya, tüm Avrupa’nın patronu olma yolunda, Britanya Savaşı’nda aldığı basit yenilgi dışında, emin ve hızlı adımlarla ilerlerken, derhal reaksiyon göstermesini mümkün kılan, zekice düşünülmüş ve saldırganlık kokan birçok yeni projeye sahip olan Almanya’ya karşılık, İngiliz Kuvvet Komutanları sadece, yeterli olmadıkları bilinen eğreti önlemler alabilirlerken, bunun başka türlü olması da düşünülemezdi.
Churchill Temmuz 1940’ta Rus Büyükelçisi Ivan Maiskv’ye, stratejisinin, gelecek üç ayı atlatmak olduğunu söylemişti. Türkiye’nin savaşa girmesini istiyordu, çünkü ancak bunun gerçekleşmesi halinde Alman birlikleri, büyük sayılar halinde Rus cephesinden çekilebilirler, böylece Rusların acilen ikinci bir cephe kurma ihtiyaçları azalır ve Kraliyet Hava Kuvvetleri de, Churchill ve diğerlerine göre Almanya’nın savaş gücü açısından yaşamsal öneme sahip olan, Romanya, Avusturya ve Macaristan’daki petrol yataklarını ve rafinerileri bombalayabilirdi. Türkiye’nin, bir milyon insandan oluşan büyük bir ordusu vardı. O dönemdeki içgüdüleri Churchill’e, Türkiye ile birlikte hareket etmelerinin mantıklı olacağını söylüyordu, çünkü Almanları yakın savaşta yenmenin zor olacağından her zaman kuşku duymuştu. Ucuz, sayıca çok ve kolayca harcanabilecek nitelikteki Türk askerleri zaten çadırlarda yaşıyorlardı ve hem insana güven veren, vahşi bir silah arkadaşı olarak aynı saflarda yer alacaklar, hem de 500.000 kişilik Alman birliklerinin işini bitirebileceklerdi.
Almanların Eylül 1939’da Polonya’yı işgal etmesinin ardından bir Nazi-Sovyet Paktı imzalayan Rusya da, bu anlaşmayla doğu Avrupa'da büyük topraklara sahip olmuştu. Baltık devletleri, doğu Polonya, Besarabya, Moldova ve Bukovina’daki değerli maden yatakları Stalin’in eline geçmişti. Sovyetler Birliği bir hamlede Türkiye’nin sınırlarını kapatmıştı. Rusya böylece Türkler’in düşman listesinde ilk sırayı İtalya ile paylaşmaya başladı. Bu arada İngiltere’nin, 1940   ilkbaharında Norveç’de yaşadığı felaketler, Belçika-Hollanda ve Lüksemburg’un, Almanya tarafından işgali, ve özellikle de Fransa’nın düşüşü, Ankara’da tehtidkâr bir biçimde yankılanıyordu. Hitler, dünyanın en büyük ordusu olarak kabul edilen Fransız ordusu karşısında, hem de neredeyse hiçbir direniş görmeksizin, birkaç hafta içinde bir zafer kazanmıştı ve Büyük Almanya politikası, ard arda zaferler kazanan Wehrmacht'ı, Türkiye'nin sınırlarına kadar getirmişti. Üstelik petrol, buğday ve maden gereksinimi de, Mihver Devletlerine yeni katılan Romanya ile Avusturya’da açılan petrol kuyularından yeterince sağlanır hale gelmişti. Müttefikler Dunkirk'de, binlerce ton ağırlığında savaş gereçleri bırakmışlardı. Haziran ayında İtalya, Müttefiklere savaş açtı ve Fransa’dan da Mihver Devletleriyle ateşkes ilan etmesi istendi. Almanya Yıldırım
Harekâtı sayesinde batıda elde ettiklerini. Yakın Doğu’da da kolayca elde edebilirdi ve eğer bu, İran’daki petrol yataklarına, Süveyş Kanalı’na ve Hindistan sınırlarına gidebileceği yolun açılması için Anadolu’nun da işgalini gerektiriyorsa, Fransa'nın uğradığı bozgundan sonra bunun da mümkün olabileceği açıktı.
Fransa’nın düşüşü Ankara’da, Fransız karşıtı düşünceler oluşmasına yol açtı. Türk-İngiliz-Fransız Pakt’ına imza koyan ülkelerden biri devre dışı kalmıştı ve Türkiye Haziran 1940’ta Almanya ile bir ticaret anlaşması imzaladı. Japonya, 27 Eylül'de Üçlü Pakt’ı imzalamak için diğer Mihver Devletlerine katıldı. Japonya, Türkiye’den çok uzaktaydı ama ‘san tehlike’ korkusu, mavi kapaklardan da anlaşılacağı gibi, sadece diplomatik çevrelerde tanınmıyordu. 7 Ekim’de Almanya Romanya’ya girdi, 28 Ekim’de de İtalya Yunanistan’a saldırdı. Alman uçakları ve İtalyan birlikleri, yıl sonuna gelindiğinde, Trakya sınırına yakın bölgelerde konuşlanmışlardı bile. Gerçi Türkiye, İngiltere’nin dostuydu ama Ankara yine de, Almanya’nın kısa sürede tüm Avrupa'yı ele geçireceğinden çok fazla kuşku duymuyordu.
İngiltere için kötü günler bitmemişti. Almanya, Mart 1941’de Bulgaristan’a ve Nisan’da da Yugoslavya’ya girdi. Yunanistan’ı işgal eden Alman orduları burada, hem Yunan hem de İngiliz Milletler Topluluğu birliklerini yenilgiye uğrattılar. Girit’in Müttefikler tarafından gerçekleştirilen kısa süreli işgali, geride kalan birliklerin de boşaltılmasından sonra, kanlı bir şekilde sonuçlandı. İngiltere, hem Britanya Savaşı’nda Luftwaffe'ye  karşı başarılar elde etmiş, hem de İtalya’ya karşı karada ve denizde üstünlük sağlamıştı. Üstelik İran ve Mısır’daki etkisinin gücü sayesinde savaşta taraf olmayan ülkelerde prestiji hâlâ oldukça fazlaydı ama artık Türk diplomatlarını en çok ilgilendiren şey, Almanların askeri alandaki tartışılmaz üstünlükleriydi. Almanya'nın bundan sonraki hedefi neresi olabilirdi? Hitler’in. İngiltere'nin işgalinden vazgeçmesinde de görüldüğü gibi bir an için kontrol altına alınabilse bile, yenilmez bir orduya sahip olduğu kesindi. Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin, Britanya Savaşında Lufthaffe’ye karşı elde ettiği başarı, Almanya’nın tüm dünyaya hakim olmaya yönelik engellenemez hırsını sadece bir an için durduran, geçici bir müdahaleydi. Türkiye mutlaka, geleceğin galibiyle bir arada olmalıydı.
Ancak Almanya, 22 Haziran 1941’de Rusya’yı da işgal etti ve Türk diplomatları kendi aralarında, Hitler’in nihayet kendisini de aşıp aşmaoığını tartışmaya başladılar. Türkiye rahatlamıştı, çünkü Almanya ve Rusya birbirleriyle göğüs göğüse savaşa girdiklerine göre, her iki ülkeden gelebilecek baskılar şimdilik dinmiş olacaktı. Almanya, Türkiye’yi tehdit etmemeyi veya birliklerinin ve askeri malzemelerinin. Anadolu üzerinden Mısır ve İran’a geçmesine izin vermek suretiyle savaşa karışmak zorunda kalması için kandırmamayı tercih etmişti. Ancak bu dinlenme süresi çok kısa sürdü. 1941'in geri kalan dönemi boyunca, İngiltere ve Rusya arasında, aynı yılın Ağustosu'nda İran’ı birlikte işgal ederek kutladıkları ve neredeyse tek başına Churchill tarafından geliştirilen hassas müttefiklik, İngiltere'nin Kuzey Afrika’da karşılaştığı askeri felaketlerin ya da, Alman denizaltıları tarafından Atlantik’deki destek hatlarının yok edilmesinin neden olduğu sonuçların etkisini hafifletmekte pek de işe yaramadı.
Türkiye açısından bu aksilikler, İngilizler'in silah teminine yönelik dostluk önerilerinin, gerçek gereksinimlerine pek de uygun olmadığı anlamını taşıyordu. İngiltere'nin Ankara Büyükelçisi Sir Hughe Knatchbull-Hugessen ve Dışişleri Bakanı Anthony Eden’ın diplomatik çabalan da nazik bir şekilde umursanmıyordu. İngilizler’in, Türkiye ile Rusya arasında aracılık yapma teklifi dikkate bile alınmadı.
10        Ekim 1941’de, Jodl şöyle demişti: “Bu savaşı biz kazandık’’. Bu, yeterli beceri ve cesarete sahip olunması halinde -ki zayıf görünümü, sağırlığı ve popülaritesinin azlığına karşın İnönü’de bunların her ikisi de vardı- Türk diplomasisinin, tıpkı İsveç ve İsviçre gibi, ülkeyi uzak tutmayı başarabileceği bir savaştı. Ve bu kanıtlandı.
Deşifre edilen diplomatik gönderimleri okuyanlar, 1942 yılının ilk aylarında Rommel’in Kuzey Afrika’da İngilizler’i amansızca doğuya doğru sürdüğünü, yeni düşman Japonya’nın da, tıpkı Almanların Avrupa’da yaptıkları gibi, hızla güneye doğru ilerlediklerini ve bu nedenle Malaya. Burma ve Hindi-Çin’in kısa bir süre içinde, Doğu Asya Ortak Gelişim Bölgesi’ne katıldıklarını gördüler. Japonlar Hint Okyanusunda üstünlüğü ele geçirmişler ve Avustralya ve/veya Hindistan’ı işgal ederek, diğer Mihver Devletleri’ye, Basra Körfezine yakın bir yerde birleşmekten söz eder hale gelmişlerdi. Dünya savaşı bir gerçek halini almıştı ve Müttefikler’in, Ocak-Haziran 1942 döneminde kaybettikleri savaş gemilerinin yerlerine yenilerinin konması mümkün olmadığı için, galip tarafın kimler olacağı konusunda, çok az kişinin kafasında kuşku kalmıştı. Almanlar, İngiliz şifrelerini çözerek tüm haberleşmeyi okur hale geldikleri için, bütün önemli konvoyların yerini önceden biliyorlardı. Oysa İngilizler'in, Alman deniz kuvvetlerine ait şifreleri çözebilmesi için aradan bir yıl daha geçmesi gerekecekti. Türk liderler henüz Müttefiklerin uğradığı yenilginin boyutlarını bilmeseler de, İngiltere'deki büyükelçilerinden, Churchill’in çok büyük ve anlaşılabilir bir depresyon içinde olduğu haberini almışlardı. İngilizler, 12 Şubat 1942’de Singapur'da teslim oldular. Bu, Dışişleri Bakanlığında görevli olan Sir Alexander Cadogan’ın ifadesiyle, ‘savaşın en kara günü’ oldu.
Ankara'da ise Şükrü Saraçoğlu henüz başbakan olmuştu ve kısa bir süre sonra da Numan Menemencioğlu, dışişleri bakanlığına atandı. Mart ayında, ülke dışındaki Türk diplomatlar, Almanya ile Rusya arasında ateşkes yaklaşımlarının başlayacağı duyumlarını almaya başlamışlardı. Bu duyumlarda arabulucu olarak bazen Türkiye’nin, bazen İsveç'in ve bazen de İberik ülkelerinin adları geçiyordu. İnönü, Türkiye’nin tarafsız kalacağını ilan etti. Deşifre edilen diplomatik gönderimler Almanya’nın, Mart veya Nisan’da, bahar saldırısı kapsamında Türkiye’ye de yöneleceğinin işaretlerini verirken. Berlin’deki Japon Büyükelçisi Hiroshi Oshima kendinden emin bir şekilde, küresel bir Alman zaferinden söz etmeye başlamıştı. Mayıs ayında, Rusya ile Almanya arasında gerçekleşecek olası barış görüşmeleri hakkında başka kanıtlar da görülmeye başlandı. İspanyollar, Müttefiklerin Türkiye'yi işgale karar verdiklerini düşünüyorlardı. Washington’ı ziyaret eden Molotov, 1942’de, ikinci bir batı cephesi açılması gerektiğini söyledi. Haziran ayında Hitler, Türk silah tüccarlarından oluşan bir delegasyonu da davet ettiği uluslararası tarih konulu bir konferansta onlara, iki ülke arasındaki dostluğun asla ölmeyeceği yönünde güvence verdi. Haziran’da, İngilizler’in büyük kayıplar verdiği Tobruk Rommel’in eline geçti. Deşifre edilen gönderimlerde hep bunlardan söz ediliyordu.
Türkiye’yi yönetenler yavaş yavaş, Almanlar’ın her şeyi yapabileceği fikrine ve Ruslar’ın da kaçınılmaz bir şekilde, Montreux Antlaşmasının koşullarının gözden geçirilmesi konusunda ısrarcı olacakları görüşüne alışmaya başlamışken, Churchill hâlâ Türkiye’nin savaşa girmesi özlemini taşıyordu. Okuduğu gönderimlerden, başkalarının Türkiye ile etkin bir biçimde ilgilenmedikleri izlenimini edinmişti. Türkler, İngiliz askerlerinin küstahlıklarından nefret ederlerken. Eden Ankara'daki meslektaşını etkilemekte başarısız olmuş, bu arada Hugessen uzun raporlar yazdığı halde, tarafsız kalma konusunda kararlı olan Türk diplomatlara yönelik çabalarında herhangi bir ilerleme kaydedememişti. Almanlar, Ankara'daki büyükelçileri Franz von Papen’in gözetiminde, Türkiye’nin herhangi bir çıkar beklemeksizin tarafsız kalmasını kararlaştırmışlardı. Ruslar da zaten başka konularla meşguldüler. Türkler, ordularına silah sağlayacağına söz veren İngilizler'in bu sözlerini tutmayacakları, daha doğrusu tutamayacakları konusunda kuşkuya kapılmışlardı. Türkiye eli, oldukça beceriksiz bir şekilde oynanmıştı; Churchill'in Türkiye’ye karşı duyduğu ve savaşın o sarsıntılarla dolu ayları boyunca doktoru, meslektaşları ve tabii kendisi tarafından da itiraf edilen ilgisi o kadar yoğundu ki, bu eli tek başına oynamak istiyordu. Ve nihayet Ocak 1943’ün sonlarına doğru, oynadı da.
Savaşın gidişi, özellikle 4 Kasım’daki El Alameyn ve 23 Kasım'daki Stalingrad çarpışmalarından sonra, yani 1942'nin sonlarında yön değiştirdi. Bu arada Amerikalıların Pasifik’teki başarılarının ardından Müttefikler de, Kazablanka ve Oran’a çıkmışlardı. O döneme ilişkin mavi kapaklı telgrafların tümünde bunlardan söz ediliyordu. Savaşa yeni katılan Amerika Birleşik Devletleri de Türkiye’yi yönetenler açısından, en az güneyde birbiri ardına başarılar kazanan ve bu nedenle de, Karadeniz’de kıyısı bulunan bir ülke olarak belli taleplerde bulunabileceği anlaşılan Sovyetler Birliği kadar düşündürücü olmaya başlamıştı. Mihver Devletleri’ne veya Müttefiklere katılması (ya da katılmaması) amacıyla Türkiye'ye uygulanan baskılar, Sovyetler Birliği'nin Kafkaslar’da ve güneyde elde ettiği başarılar nedeniyle, Almanlar’ın Türkiye üzerindeki baskılarının azaldığı Ekim ayına kadar devam etti. Ekim sonuna gelindiğinde, tarafsız Portekiz'in diplomadan, yorgunluk nedeniyle Birinci Dünya Savaşı’ın kaybeden Almanya'nın, ikinci savaşı da aynı nedenle kaybetmek üzere olabileceğini dile getirdiler.
Bu bilgi, Churchill'in, Ocak 1943’te Türkiye’yi ziyaret edişinin ana nedeni olduğu gibi, Türkiye elinin de herkesten gizlenen kozuydu. Türkiye’ye duyduğu ilginin, bu ülkenin Müttefiklerle birlikte girişeceği bir harekâtta sağlayacağı olası yararlardan kaynaklanmadığını görmüştük. Dışişleri bakanı, kuvvet komutanları ve Savaş Kabinesinin diğer üyeleri, hep birlikte Churchill'i, Ocak 1943’teki Kazablanka Konferansına giderken Türkiye’ye uğramaması konusunda ikna etmeye çalıştılarsa da başarılı olamadılar. Ancak Akdeniz kışının getirdiği sulu çamur ve karla kaplı çorak Anadolu topraklarında duraklayan tren vagonlarında gerçekleşen bu olağandışı olayın sonuçlarına, ya da sonuçsuzluğuna karşın, Churchill’in içgüdülerinde haklı olduğu ortaya çıktı ve Türkiye’nin, Müttefikler veya Mihver Devletleri ile kuracağı dostluğun kıyaslamalı yararlarına yönelik görüşleri, bir daha asla aynı olmadı.
Adana’dan sonra Türkiye'de daha fazla askeri faaliyet görülmeye başlandıysa da doğu Akdeniz’deki savaşın dengesi, Mussoloni’nin Haziran 1943’teki istifasına kadar hiç bozulmadı. Bu durum, Ankara ile diğer ülkelerdeki büyükelçileri arasında, yoğun bir rapor trafiğine neden oldu. Acaba Müttefikler kısa sürede zafer kazanabilirler miydi? İtalya tek başına barış yapar mıydı? Japonya Üçlü Pakt’ın yeniden onaylanması konusunda ısrarcı olur muydu? Almanya Oniki Ada’yı işgal ederek, gözünü diktiği İran boru hattıyla arasında tek engel olarak kalan Türkiye'nin eşiğine kadar gelir miydi? İtalya’nın 1943'te düşmesinden sonra Balkan ülkeleri, 1940’ta Fransa’nın düşüşü nedeniyle yaşadıkları şoku bir kez daha yaşamaya başlamışlardı. Hatta bu durum, Müttefikler’in savaştan zaferle çıkacakları inancını doğurduysa da bu inanç gerçekleşmedi. Müttefikler açısından da bunun dereyi görmeden paçayı sıvamak olduğu kısa sürede anlaşıldı, çünkü onların İtalya’yı işgalleri devam ederken Almanlar Oniki Ada’yı yeniden ele geçirmişlerdi.
Ocak 1943’ten sonra savaş Ankara'da, farklı bir görünüm kazandı. Türkiye’yi, ekipman ve eğitim sağlayarak savaşa sokmaya yönelik iki askeri girişimin ardından, İngiltere’nin dostluğuna yönelik protestolar başlamıştı. Bu hiçte kolay bir gündem değildi ve başarılı bir şekilde yürütülmemişti. İngiltere, ihtiyaç duyulan şeyleri sağlayamadı. Amerika’nın doğrudan müdahalesi istendi. Ya bu nedenle, ya da tarafsızlığını korumak için geliştirdiği karmaşık stratejinin bir parçası olarak, Türkiye’nin istekleri artmaya başlamıştı. Daha önce söz verilen yeni Spitfire’lar yerine, elden geçirilerek gönderilmek istenen Hurricaneler reddedildi. Başka yerlerde acilen gereksinim duyulan silahların, bunları kullanamayacak, hatta belki asla kullanma ihtiyacı duymayacak bir ülkeye verilmesi, israf olarak görülüyordu. Churchill, kısmen de olsa kendi itibarını korumak için, sürekli olarak kuvvet komutanlarını teşvik etmeye çalışıyordu ama sahip olduğu güç o kadar da fazla değildi ve bir yandan Amerika’dan yardım isterken Türkler’e önerebileceği tek şey, moral destekti. İkinci batı cephesinin açılışı yine ertelenmişti. Hem de bir kere değil, iki kere. Stalin’in herkesten saklamaya çalıştığı çılgınlığı, Sovyetler Birliği ile hırpalanmış Almanya arasında barışın sağlanmasına yönelik çabaların sürdürüldüğü dönemde ortaya attığı tehditlerle, iyice su yüzüne çıkmıştı ve bu durum, hem Türkler hem de İngilizler tarafından aynı ölçüde dehşetle karşılanmıştı. İkinci cephe nihayet, 6 Haziran 1944’te açıldı ama Türkiye’nin tarafsızlığı artık ne o kadar ilginçti, ne de nihai zafer açısından o kadar önemli.
Sh: 17-41
Onun 140 Numaralı Oda] kurulduğu 1914 Sonbahan’ndan bu yana görevde olduğum bunca yıl boyunca, bütün bu inanılması güç belgeleri okudum ve hepsini, devletin elinde bulunan tüm diğer bilgi kaynaklarına oranla, çok daha fazla önemsedim.
Winston Churchill’den Austen Chamberlain’e,
Kasım 1924
(Chamberlain’in, Birmingham Üniversitesi kütüphanesindeki yazılarından)
Churchill’in diplomatik çözümleri kullanışını incelemeye başlarken, öncelikle bu belgelerin nasıl olup da İngiliz hükümetinin eline geçtiği sorusuna yanıt vermeye çalışmak gerekir. Bu bölümün başlarında, buna benzer bir sorunun yanıtı aranıyor: bunları kim ve nasıl elde etti?
Diplomatik iletilerin gizlice dinlenmeleri, 1922 İngilteresi için o kadar da yeni veya son yıllarda başlamış olan bir şey değildi, ama yüzyılın başlarında telsiz telgrafın bulunmasıyla birlikte gizli iletilerin durdurularak çözümlenmeleri de kolaylaştığı için, dinlenen ileti trafiği de giderek yoğunlaştı. Bu iletilerin çoğu, Avrupa'daki olayları etkileyecek gücü ya da etkisi olmayan sefirlerden gelen değersiz iletilerdi. Ama hepsi değil tabii. Birinci Dünya Savaşı'ndan yengiyle çıkan ülkelerden İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD, özellikle Versailles Anlaşması’nın imzalanmasından sonra kendi şifre çözme bölümlerini ya yeniden kurdular, ya da ilk kez oluşturdular. İngiltere’de diplomatik ileti istihbaratı (kısaca sigint), 1914’ten 1918’e kadar, Eski Bina’daki 40 Numaralı Oda’da görev yapan Deniz Kuvvetleri Komutanlığı şifre çözme bölümü ve iki savaş arasında kalan yıllarda da, Sovyet şifre sistemindeki açıklan kullanarak bilgi edinme üzerinde yoğunlaştı. Bu tutum, 1920’li yıllardaki Bolşevik korkusunu kamçıladığı gibi, Sovyetler Birliğinin büyük bir aceleyle, daha güvenli bir şifre sistemine geçmesine neden oldu. 1939 yılı sadece yeni bir dünya savaşının başlangıç yılı olmakla kalmadı, aynı zamanda gizli iletilerin çözümlenmesi çalışmalarına, makineyle şifrelenen iletilerdeki şifrelerin çözülmesini de içeren yeni bir boyut getirdi. Enigma hamlesi ve bununla başlayıp devam eden her şey, bütün ayrıntılarıyla belgelendi. Bu bölümde, bir kısmı makineli şifreleme döneminden önce kullanılan sistemler tarafından şifrelenen hizmet dışı -yani diplomatik- ileti trafiği konusunda son dönemlerde yapılan araştırmalar izlenmektedir. Bu dönem, iki savaş arasındaki yılları içermektedir.
Savaş öncesi çözümlerin doğası, 1941 yılı sonlarından Japonların yenilgiyi kabul edişine kadar (VJ-Day) MI6  tarafından Churchill’e iletilen dosyaların diplomatik unsurlarına bakarak tanımlanabilir. Bunlara kısaca DIR/C deniyordu ve Devlet Arşivi sistemindeki adları da HW1 olarak biliniyordu. Emekli devlet görevlileri tarafından hâlâ ‘çözümler’ olarak tanımlanan bu malzemeler artık daha iyi değerlendirilebilecek duruma geldiler, çünkü Churchill diplomatik istihbaratın en önde gelen kullanıcısı olmanın yanı sıra, eline geçen bütün belgeleri büyük bir hırsla biriktiren bir koleksiyoncuydu ve artık herkesin kullanımına sunulan da, bu çözümleri sakladığı günlük dosyalardır. Bu dosyalar, dostlara, tarafsızlara ve düşmanlara ait diplomatik iletilerin gizlice dinlenmesinin savaş dönemi İngilteresi’nde gizli iletilerin deşifre edilmesi çabalarının en önemli bölümlerinden birini oluşturduğuna dair ilk ve neredeyse tek göstergedir. Burada önemli olan asıl konu ise Churchill’in bunları, özellikle 1943 yılında ve de özellikle, Türk iletilerini kullanmasıdır.
Geçmişe yönelip eldeki verilere dayanarak bilinmeyenleri tahmin etmeye çalıştığınız zaman, Dışişleri Bakanlığı ve Gizli İstihbarat Servisi gözetiminde sürdürülen ve savaş döneminde Bletchley Park’ta elde edilen başarıların gerçekleşmesi için yapılması şart olan savaş öncesi çalışmaların bir bölümünü anlamak mümkün olabilir. Artık yoğun bir şekilde belgelenen ve üzerinde ciddi araştırmalar yapılan savaş döneminin aksine, savaş öncesi döneme ilişkin kanıtlar hâlâ çok azdır ve bu döneme ilişkin olarak yazılanlar, bir anlamda da olsa, belli uzmanlık alanlarına girmektedir. Her ne kadar savaş tarihçilerinin büyük çoğunluğu, başta Almanların makineli şifresi olan Enigma’nın sürekli olarak deşifre edilmesi ve böylece elde edilen belgelerin, Ultra adı verilen bir işlemle ilgili kişilere dağıtılması olmak üzere, Bletchley Park’ta olup bitenlerin hepsinden haberdar olsalar bile, İngiliz Gizli Servisi içinde 1940’tan başlayarak Enigma’nın okunabilmesi ve Ultra’nın işlevsel hale gelmesini sağlayan kişiler ve sistemin gelişim süreci hakkında, tarihe anekdot dışı katkıda bulunan araştırmacıların ve bilim adamlarının sayısı son derece azdır. 1939 öncesi dönemde bu başarıyı kimler ve nasıl mümkün kıldılar? Bu konuda ortaya atılan bir iddiaya göre, kurumsal bir kimlikleri olmayan bir grup devlet memuruna. Dışişleri Bakanlığında bir oda verilmiş ve bu kişiler 1917’den başlayarak diplomatik çözümler (1914'ten itibaren de deniz ve kara kuvvetlerine ait iletiler) üzerinde deşifre çalışmaları yapmışlar ve 1941’e gelindiğinde İngiltere'de savaşı yöneten kişilere, düşmanın durumu hakkında paha biçilmez bilgiler vermeye başlamışlardır. Eğer bu iddianın doğruluğu kanıtlanırsa, Churchill’in Müttefiklerin elde ettikleri zafere olan katkısı hakkındaki önemli bir soru da yanıtlanmış olacaktır.
Bunu izleyen bölümlerde okuyacaklarınızın ana kaynağını, her ikisi de Cambridge’deki Churchill Arşivi'nde saklanan iki belge oluşturuyor. Bunlardan biri, 1994’te daktiloyla yeniden yazılana kadar el yazısı olarak kalan ve Birinci Dünya Savaşı'nı kapsayan, diğeri ise iki savaş arası dönemi içeren iki belgedir. Her iki belgede de yer alan adlar ve bu belgelerde açıklanan şifreli haberleşme işlemleri arasında bağlantı kurarak, İngiliz şifre sisteminin 1915-1919 arasında gösterdiği, ancak bir bölümü bugüne değin hiçbir yazılı kaynakta dile getirilmeyen gelişmeyi birinci kaynaktan öğrenmek mümkün olabilecektir. Birinci Dünya Savaşı’na ilişkin olan ancak altında hiçbir imza bulunmayan belge, otobiyografisinde 40 Numaralı Odaya da bir bölüm ayırmak isteyen Amiral Sir William James’in isteği üzerine Binbaşı Alistair Denniston tarafından yazılmış ve Sir William James’in bu belgeye de yer verdiği otobiyografisi nihayet. The Skies Were Always Blue (Gökler Her Zaman Maviydi) adıyla yayınlanmıştır. Denniston tarafından 1944’te yazıları ve yine imzasız olan ikinci belge ise, o zamanlar Devlet Kod ve Şifre Okulu başkanı olan Albay Eric Jones’un, okulun, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki şifreleme gereksinimlerini etkin bir şekilde karşılamakta yetersiz kaldığı iddiasını çürütmek amacıyla kaleme alınmıştır.
Gizli gönderimlere dayanarak yapılan istihbaratın özünü, şifre bilim (kriptoloji-kriptografi) oluşturur. Bu ifade, her ne kadar İngiltere'nin şifre çözme operasyonlarında5 görev yapan ‘klasik şifreciler' tarafından kullanılmış olsa bile, insanı yanılgıya sürükleyebilir çünkü bu, yalnızca kod ve şifrelerin yaratılması ve güvenliklerinin sağlanması anlamına gelmektedir. Oysa, telsiz telgrafın yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmasından itibaren Avrupa'daki en büyük devletler tarafından sürdürülen bu işin en önemli kısmını, diğer ülkelerin gizli diplomatik şifrelerinin okunması oluşturmaktadır. Ve bunların okunması (yani başarılı ve sürekli bir şekilde çözülmeleri) ham, güvenilir ve konuyla ilgili Mors iletilerinin gizlice dinlenerek, ‘şifre uzmanlarının (kriptograf) görev yaptıkları bir şifre çözme merkezine gönderilmeleriyle başlayan ve burada tercüme edilip gerekli değerlendirme sürecinden geçirilerek uygun müşterilere uygun bir formda gönderilmesiyle sonuçlanan bir operasyonun yalnızca bir bölümünü oluşturuyordu. Bu işlemin her bölümü, işe yarar gönderim istihbaratının elde edilmesi için ayrı ayrı önemliydi. Ancak bu önemli operasyonun bütün bu özellikleri şifre bilim sözcüğünde bütünleşmiş durumdaydı. Burada, sözcüğün genişletilmiş anlamı kullanılacaktır. İletilere etkili bir şekilde el konulması ve bunların, istihbarat açısından değerlendirilmeleri, şifre bilimin bütünü içinde, en az şifre çözümü kadar önemliydi. Çünkü ne de olsa bu işlem sayesinde, yabancıların faaliyetleri hakkında telsiz istihbaratı sağlanıyor ve bu bilgiler, İngiliz hükümetine bağlı olarak çalışan ve bunları kullanarak dış politikaya ilişkin rapor ve öneriler hazırlayan, adları daha önceden belirlenmiş kişi ve bölümlerin kullanımlarına sunuluyordu.
Bu bölümde iki savaş arasında klasik şifreciler tarafından diplomatik şifre iletilerine yönelik olarak sürdürülen ve 1941'den Avrupa’da zaferin kazanıldığı güne (VE-Day) kadar, hem Ultra hem de orta düzeyli diplomatik çözümleri mümkün kılan çalışmalar üzerinde durulmaktadır. Kaynaklarının kısıtlı olmasına karşın kendi yaptıkları hatalardan ve deneyimlerinden, sınama-yanılma yöntemiyle birçok şey öğrenen bu şifrecilerin iki savaş arasındaki çalışmaları, özellikle Ocak 1940'ta Luftıvaffe Enigma şifresinin (el yöntemleri kullanılarak) çözülmesinden sonra iyice yoğunlaşan ileti trafiğiyle başarılı bir şekilde ilgilenilmesini mümkün kılmıştır. Bu şifrenin çözülmesi, İngiltere'nin 1940'ta yaşayacağı olası bir yenilginin, 1945'te Müttefiklerin zaferine dönüşmesinde de çok önemli bir rol oynamıştır.
Bunlar, farklı ortam ve eğitim düzeylerinde kişiler arasından seçilmişlerdi-akademisyenler, aristokratlar, iş adamları, sahne sanatçıları, öğretmenler, askerler, üniversite mezunları ve Genel Posta Merkezi stajyerleri. Hepsi birden fazla yabancı dil biliyordu ve çoğu matematik alanında uzmandı. Hepsi çözümsel analiz konusunda deneyimliydiler. Bazıları Birinci Dünya Savaşı sırasında, deniz kuvvetlerine ait iletilerle diplomatik iletiler üzerinde çalışmışlardı. 1919'da Devlet Kod ve Şifre Okulu’nun kurulmasından sonra, bu kadroya başka önemli isimler de katıldı. 1925’te bir Rus mülteci de klasik şifreciler arasındaki yerini almıştı. Uzmanlar arasında yalnızca iki kadın vardı; biri Deniz İstihbarat Başkanı Amiral Godfrey’in karısı, diğer ise Gizli İstihbarat Servisi Başkanı Amiral Sinclair’in kız kardeşi. Bu da şifrecilerin ne kadar kapalı bir ortamdan seçildiklerini gösteriyordu. Zimmermann'ın 1916'da çektiği telgrafın okunabilmesini, bu iki kadın uzman sağlamıştı.
Bu kısımda, Churchill’in diplomatik çözümleri okumasını mümkün kılan şifre uzmanları tanıtıldı. Ama biraz sonra okuyacağınız kısımdan da anlaşılacağı gibi Churchill, Alman deniz kuvvetlerine ait gönderimlerin de yabancısı değildi.
Birinci Dünya Savaşının başlarında, Almanların telsiz gönderimlerine kolayca el konuyor ama bunların nasıl kullanılacağını hiç kimse bilmiyordu. Sir Alfred Ewing ve Amiral Reginald 'Blinker' Hair liderliğindeki grubun kurucu üyeleri, bu sorunun çözülmesine de yardımcı oldular. O zamanlar Deniz Kuvvetleri Bakanı olan Winston Churchill’in gruba yardımcı mı yoksa engel mi olduğu konusu üzerinde tartışılabilir ama artık herkesin kabul ettiği gibi, İkinci Dünya Savaşı süresince gönderimlere dayanan istihbaratın önemini çok iyi algıladığı göz önüne alınacak olursa, 1914’ten başlayarak 40 Numaralı Oda’dan kaynaklanan ve deniz kuvvetlerine ait olan çözümler konusundaki heyecanı daha iyi anlaşılabilir. 29 Kasım 1914’te, Deniz Kuvvetleri Bakanı olarak verdiği bir talimatla, adeta yığılmakta olan Alman iletilerini Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından seçilecek bir deniz subayının izlemesini isteyen de kendisiydi. Talimat uyarınca bu kişi: telgrafların hepsini, düşmanın genel düzen ve planlarını anlayacak şekilde inceleyecek, ve bu telgraflara dayanılarak geçmişte hazırlanan raporların ne kadarının, kayıtlı gerçekler olarak doğrulandığını araştıracaktı... El konulan telgraflar, doğrudan doğruya ve sadece, İngiliz kuvvet komutanlarına gideceklerdi.
Churchill bu altın yumurtaların politik değerini anında fark etmiş ve bu yüzden iş görme yöntemlerine ilişkin kuralların tümünde köklü değişiklikler yapılması gerekse bile, bunları yumurtlayan kazın mutlaka korunması gerektiğine inanmıştı. Bu çözümlerin, Deniz İstihbarat Dairesi’nin yeni başkanı Hall’ün eline geçmemesini sağlıyor ve bu işi de hiç kimseye bırakmadan, kendisi yapıyordu. Deniz kuvvetlerine ait istihbaratla ilgilenmek üzere 1914’te yaptığı uyarlamalarla, 1941’de Ultra’nın kendisine iletilmesi için verdiği emirler arasında çok büyük bir benzerlik vardı.
1915’in henüz başlarında Churchill, Deniz Kuvvetleri Komutanı olan Amiral ‘Jackie’ Fisher’la birlikte, sonuçları İngiltere’nin Yakın Doğu’daki konumunu bir nesil boyunca etkileyecek olan, korkunç bir karar verdi. Herhangi birinin, özellikle de en az kendisi kadar girişimci ve hırslı olan ‘Blinker’ Hail gibi birinin güç kazanmasını sağlayacak bilgileri kimseyle paylaşmaktan hoşlanmayan Churchill, belki de Çanakkale Boğazı fiyaskosunu önleyebilecek nitelikteki bazı bilgileri, Hail den almıştı. Hail Türkler’i, Almanlarla olan anlaşmalarını sona erdirip Kraliyet Deniz Kuvvetleri’ne ait gemilerin Çanakkale Boğazı’ndan serbestçe geçmelerine izin vermeleri yolunda ikna etmeleri, eğer ikna edemezlerse bunu sağlayacak bir rüşvet önermeleri için, Türkiye’ye iki hükümet temsilcisi göndermişti. Görüşmeler, Dışişleri Bakanlığı’nın alternatif gündemi nedeniyle uzamış ve olumlu bir sonuç elde edilememişti. Bu arada Hail, 13 Mart’ta bir çözüm okudu:
Nauen’den İstanbul’a.
12.3.15. Çok Gizli. Amiral Usedom’ın dikkatine. Majesteleri Kayser, Çanakkale Boğazına ilişkin raporu ve telgrafı aldı. Cephane sağlanması için akla uygun her yol deneniyor. Politik nedenlerden ötürü, Türkiye’nin güven duygusunun korunmasında yarar var. Kayser etkinizi, bu yönde kullanmanızı rica ediyor. Alman veya Avusturya denizaltısının gönderilmesi de ciddi olarak düşünülüyor. Komutan da yüce von Müller olacak.
Hail çözümlenen bu iletiyi Churchill’e gösterdiğinde Churchill, “demek oluyor ki sonunda (Türkler’in) cephaneleri tamamen tükendi,” dedi. Hall bunun üzerine Churchill’e, Türkler’e rüşvet vermeye yönelik düşüncelerinden söz etti. Gönderdiği hükümet temsilcileri Griffın Ender ve Edvvin Whittal’dı. İki sözcü, 15 Mart 1915’te Dedeağaç’ta, Türk hükümetinin bir temsilcisiyle buluştular. Hail bu görüşmeler hakkında Hankey’ye, 4 Mart’ta bilgi verdi. Çok daha sonra (7 Ekim 1937’de), bu olay hakkında Albay (o zamanlar Sir Herbert) Richmond’a bilgi verirken, şunları da eklemişti:
O zamanlar elimde, para harcamaya yönelik olarak bakanlar kurulundan alınmış bir yetki yoktu. Türkler’in cephaneleri bitmişti ve Almanlar da yeni cephaneleri, en erken bir hafta sonra getirebilirlerdi. Bu nedenle Türkler’e karşı zafer kazanacağımızdan emindim.
1915’te Churchill’le olan ilişkisinden söz ederken Hall şöyle devam ediyordu: “Eğer bu para karşılığında [yaklaşık 4.000.000 sterlin] barışın sağlanacağı veya boğazlardan serbestçe geçilebileceği kesin olsaydı, sanırım [kabine] parayı seve seve öderdi.” Bir Türk bankasına yatırılacak olan para, Türkler’i Alınanlardan kopanr ve Kraliyet Donanmasının Çanakkale Boğazından rahat rahat geçmesini sağlardı. Böylece bizi tehdit eden felaket de önlenmiş olurdu. Churchill rüşveti onaylamayı reddetti, İngiltere'nin Çanakkale Boğazı seferi tam zamanında başladı ve bu, belki de İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkler'le ittifak kurmaya yönelik sürdürdüğü nafile çabalarının da nedeni oldu.5
1918’deki ateşkes ve hemen ardından Whitehall'de yaşanan nakit krizi, 40 Numaralı Odanın ve bunun askeri karşıtı olan MI IB’nin varlıklarını tehdit eder hale gelmişti, ama bu durum çok uzun sürmedi. Washington'daki Dışişleri Bakanlığı'nın aksine İngiliz Dışişleri Bakanlığı barış döneminde de, telgrafların yasalara uygun olarak incelenmesi ve çözüm istasyonlarının kullanılması sayesinde, Londra ve Avrupa'daki diğer birçok başkente giren ve çıkan diplomatik iletileri izlemeye devam etti. Bu amaçla gerekli fonlar yaratılmış, işlemler ve öncelikler belirlenmiş ve 1 Kasım 1919’da da Devlet Kod ve Şifre Okulu resmen kurulmuştu.
Bu operasyonun en önemli unsuru, iletilere el konulmasıydı. İletilere el konulmaksızın ne çözüm yapılabilirdi ne de diplomatik iletiler gizlice dinlenebilirdi. Gerçi telefonların dinlenmesi 1930’lu yılların standart uygulamalarından biri halini almış ve başkalarının toprak hatlarının dinlenmesine de başlanmıştı ama yine de iletilerin okunmasına, telgraflara müdahale edilmesi uygulamasını da ekleyen tek ülke İngiltere’ydi. Dosyalarda bu konuya ilişkin bilgiler bulunamadığı için, sansürcü anlayışın gerçekleştirdiği operasyonların izlenmesi olası değildi. Ama iki savaş arasındaki dönemde İngiltere, İskoçya, Irak ve Hindistan’da çözüm istasyonlarının kurulması büyük bir hızla devam ediyordu. Bu istasyonlar için ayrılan fonun miktarı daha yeni yeni anlaşılıyor.
Devlet Kod ve Şifre Okulu, Gizli İstihbarat Servisi Başkanı’nın sorumluluğu altındaydı ama güvenlik nedenlerinden ötürü, aslında bir birimi olduğu Dışişleri Bakanlığı’nın ‘evlatlık çocuğu’ halini almıştı. Her iki veli de, varlığını kabul etmelerine olanak bulunmayan bu çocuğun değerinin bilincindeydiler. Gizli İstihbarat Servisi Başkanı Amiral Hugh Sinclair açısından bunun açıklanması son derece olumsuz bir durumdu. Sinclair, Ruslar’a ait ticari ve diplomatik çözümlerin, devrimin korkunçluğunu gözler önüne sermek amacıyla politik olarak kullanılmaları için dağıtılmalarına izin verdi. Ancak bilinçli olarak gerçekleştirdiği bu uygulamanın sonucunda Ruslar, uzun yıllar boyunca iletilerinin başkaları tarafından okunmasına engel olan OTP  sistemini kullanmaya başladılar. Sinelair'in Dışişleri Bakanlığı dosyalarını okumasına, neredeyse tümüyle engel olunuyordu ama Rusya konusundaki büyük hatasına karşın, onun için çalışanlar (ve kız kardeşi) kendisine o kadar büyük bir saygı ve hayranlık duyuyorlardı ki, grup onu çoktan bağışlamış olmalıydı; böylece onun yönetimindeki Devlet Kod ve Şifre Okulu, ülke adına Bletchley Park'ı satın aldığı 1938’e ve hatta Kasım 1939’daki ölümüne kadar etkili bir şekilde çalışmaya devam etti.
Dışişleri Bakanlığı’nın bu çocuğa bakmakla yükümlü bir baba olarak üstlendiği rolün kayıtlardan izlenmesi çok kolay olmasına karşın, bu rolü değerlendirmek o kadar kolay bir iş değildi. Savaş öncesi dönemde Dışişleri Bakanlığı’nda görülen kültürel ortam birçok katmandan oluşuyordu ama en üst katmanda her zaman kaymak tabakadan biri, yani bir Eton, Winchester veya Oxbridge soylusu bulunuyordu. Bu insanlar bütünleşmenin Konsolosluk Dairesi, Devlet Kod ve Şifre Okulu’nda görevli olan mülteci uzmanlar, dil bilimcileri ve eski askerler nezdindeki ayrıcalıklarını azaltacağını düşünüyorlardı. Dışişleri Bakanlığı ile Devlet Kod ve Şifre Okulu arasındaki köprü, okul görevlilerindeki kariyer eksikliği ve birden fazla dil bilme konusundaki olmazsa olmaz gereksinimin yerine getirilmeyişi nedeniyle sınırlı bir hale gelebilirdi. Ama Dışişleri Bakanlığı bir şeyin değerli olup olmadığını hemen anlardı. Bu durumun bir örneği, Türkler’e aii diplomatik çözümlerin Whitehall’de dağıtılması sayesinde yetkililerin, Türkler’in ve Yunanlıların Trakya’da tehlikeli boyutlara varan ve Çanakkale kriziyle sonuçlanan silahlanma yarışından haberdar olmalarının sağlandığı dönemde yaşanmıştı.
İngiltere’yi yönetenler tarafından paylaşılan 1922 çözümleri Türkler’in, kendilerinden kaynaklanan hiçbir kışkırtma olmadığı halde Yunanlılar’ın gösterdiği kavgacı tutuma ne denli öfkelendiklerini açıkça ortaya koyuyordu. Bunun üzerine önce İtalya, sonra da Fransa desteklerini çektiler ve İngiltere, Türkiye’nin Avrupa dışında bırakılmasına yönelik, son derece zamansız bir girişimi destekleyen tek ülke olarak kaldı. Bir yıl sonra. Devlet Kod ve Şifre Okulu tarafından başarılı bir şekilde çözülen Sovyet diplomatik şifreleri, neredeyse Bolşevik liderlerle karşı karşıya gelinmesini adeta daha da yakınlaştıracak nitelikte diplomatik bir kriz doğmasına neden oldu. Her iki kriz de, Devlet Kod ve Şifre Okulu tarafından elde edilen diplomatik çözümler sayesinde, bakanlar kurulu tarafından zararsız atlatıldı. Churchill ve Lloyd George 1922’de. bu krizlerin içerikleriyle geleceğe yönelik etkileri üzerinde uzun uzun tartıştılar. Oysa Sinelar bunları sıradan olaylar olarak görüyor ve o zamanlar Londra'da bulunan, önde gelen iki Bolşevik liderin sınır dışı edilmeleri için kullanılmaları amacıyla kulis yapıyordu. Ama bu düşüncesinden ötürü daha sonra büyük bir pişmanlık duyacaktı. On beş yıl sonra İtalyanlar. kendilerinden hiç beklenmeyecek bir şekilde güney doğuda Etiyopya'ya ve batıda da İspanya İç Savaşı’na katılmak üzere İspanyaya kadar uzandıklarında, giderek artan ve çoğu İtalya çıkışlı olan diplomatik ve deniz kuvvetlerine ilişkin iletileri çözmeye çalışan Devlet Kod ve Şifre Okulu, sadece makineli ve diğer şifreleri çözmeyi başarmakla kalmadı, aynı zamanda ülkenin dış politikasına da katkıda bulunmaya başladı. Tarihçilerin hakkında iyi şeyler yazmadıkları Anthony Eden o dönemde Hâzineye şahsen başvurarak, Devlet Kod ve Şifre Okulunun 1936-37 yıllarında giderek yoğunlaşan ve kapsamı genişleyen çalışmalarına mali destek sağlayacak bir fon yaratılmasını istedi. Savaş Bakanlığı bu genişlemeyi destekledi: ‘Bu tür bir istihbarat, barış döneminde kapsamlı bir şekilde örgütlenmelidir.... ve bu işin maliyeti, sadece basit bir sigorta primi olarak kabul edilmelidir.’
1919’un sonuna gelindiğinde Devlet Kod ve Şifre Okulu’ndaki görevlilerin sayısı 66 olmuştu. Bu sayı 1924’te 65’i destek personeli olmak üzere 94’e yükseldi. 1935’e gelindiğinde bordrodaki personel sayısı, 67’si destek personeli olmak üzere, 104 olmuştu. Etiyopya Savaşı nedeniyle, geçici olarak İtalyan uzmanlara gerek duyuldu ve bunların bazıları, savaştan ötürü ortaya çıkan gereksinim bitince işten ayrıldılar, ama geri kalanlar, Bletchley’deki İtalya bölümü için sağlam bir temel oluşturmuşlardı. Bu uzmanlardan çok azının göreve devam etmesine izin verildi, çünkü ülkenin üzerine başka ve daha büyük gölgeler inmeye başlamıştı. 1939’da, 88 tanesi destek personeli olan 125 kişi çalışıyordu. İki savaş arasında ve 1939’da işe alınan 37 kıdemli ve kıdemsiz yardımcının çoğu, hem savaş süresince hem de Soğuk Savaş döneminde çalışmaya devam ettiler-bu da Devlet Kod ve Şifre Okulu başkanı tarafından uygulanan gayrı resmi ve hatta garip sayılabilecek eleman alma yönteminin başarısını kanıtlar nitelikte bir durumdu.
Resmi eğitim konusunda çok fazla şey söylenmemişti ve bu da adeta durumu özetliyordu. Eğitim konusunda Savaş Bakanlığının ilginç bir görüşü vardı: ‘Bir insanın iyi bir şifre uzmanı olması için bir uzmanı üzmesi ve canını sıkması gerekir. Bu konuda bir eğitim programı düzenlemek olanaksızdır.’ Kıdemli yardımcılar, şifre uzmanlıklarını ve bu konudaki başarılarını çoktan kanıtlamış kişiler-di ve deneyimleri 1915 yılına kadar gidiyordu. Şifre bilimin tarihi, eski Mısır’a kadar uzanmaktadır. ABD de. konunun tarihçesinin de anlatıldığı şifre çözüm eğitimi verilmesi. Kara Kuvvetleri İleti İstihbarat Dairesi Başkanı William Friedman taralından teşvik edilmiştir.25 Olağanüstü bir şifre uzmanı olan Friedman. aynı zamanda konu üzerinde akademik eğitim de almıştı. Cambridge'deki Churchill Koleji’nde, Devlet Kod ve Şifre Okulu elemanlarına verdiği derslerin. Oliver Strachey tarafından tutulan notları dışında, 1920’lerde buna benzer bir eğitim olduğuna ilişkin bir kanıt yok gibidir. Bu durum eğitimin genelde ‘iş başı eğitim’ şeklinde olduğunu göstermektedir ki bu da, 1940-1943 yılları arasında Bletchley Park’ta çalışanların anılarında doğrulanmaktadır. O dönemde, kullanılan teknikler o kadar çabuk değişiyordu ve yapılacak olan iş o denli acildi ki, personele resmi bir eğitim verilmesi zaten olanaksızdı. Savaş öncesi dönemdeki Devlet Kod ve Şifre Okulunda başkan, başkan yardımcısı ve üst düzey (kıdemli) görevlilerin hepsi çok usta şifrecilerdi ama işlerinin gizli olduğunu bildikleri için, bırakın akademik bir saygınlık kazanmak için bunu açıklamayı, yaptıkları işe bir ad bile vermiyorlardı. Bunu yalnızca, ’idari görev’ tanımının karşıtı olabilecek şekilde, ‘özel görev' olarak adlandırıyorlardı.
1930’lu yılların ortalarında aralarına Oxbridge mezunları katılana kadar burada çalışanların yaşları ve daha önceki iş deneyimleri, Devlet Kod ve Şifre Okulu içinde bir kariyer yapılaşmasının kesinlikle olanaksız olduğunu gösteriyordu. Bir bütün olarak Dışişleri Bakanlığı ve Hariciye bünyesinde ise daha belirgin bir yapılaşma mevcuttu. Kıdemli ve kıdemsiz Devlet Kod ve Şifre Okulu personeli, açıkça bunun dışında tutuluyordu. Hariciye’yle Devlet Kod ve Şifre Okulu arasındaki ilişki de yok denilecek kadar azdı.  Buna karşın Devlet Kod ve Şifre Okulu nun elde ettiği başarılara ulaşabilmek için zekâ, bağlılık. ketumiyet, yetenek, sezgi, öz disiplin ve pek rastlanmayacak kadar yüksek düzeyli bir öz motivasyonun gerekli olduğu da yadsınamazdı. Gerek işe yeni alınanların gerekse deneyimli personelin gereksinimleriyle. bunları karşılamaya yönelik teşviklerin eksikliği. Devlet Kod ve Şifre Okulu başkanı tarafından da gayet iyi biliniyordu:
Şurası unutulmamalı ki, maaş ve kalınacak yer sağlanması dışında. Devlet Kod ve Şifre Okulu nun hiçbir maddi olanağı yoktu: hatta öyle ki Devlet Kod ve Şifre Okulu. Dışişleri Bakanlığı nın, ailevi hiçbir hakkı olmayan evlatlık çocuğu ve barış dönemindeki faaliyetleri nedeniyle harcayabileceği para ciddi biçimde azalan Gizli İstihbarat Servisi nin de yoksul bir akrabası halini almıştı.28
Devlet Kod ve Şifre Okulu’nun, hükümetin diğer birimleriyle olan ilişkileri, Sinclair'in 8 Kasım 1939’da ölümüyle birlikte değişti. Bütün personel ona güveniyor, onu seviyor ve ona bağlılık duyuyordu ve onun bu denli önemli bir dönemdeki zamansız ölümü, tüm personel için, duyabilecekleri en kötü haberdi. Denniston bile profesyonelliğin gereğini yerine getirip kendini toparlayamadı ve sorunları, Sinclair'den sonraki başkanla paylaşmakta çok zorlandı. Aslında “Amiral’, yeri doldurulamaz biriydi: o, şifre uzmanlığının ve şifre bilimin özünde bulunan yüksek düzeyli özerkliği çok iyi anlayan biriydi. Bu konunun uzmanlarının, yaptıkları işin neden olduğu entellektüel zorlukların olumsuz etkisini azaltacak bir ortamda çalışmalarını sağlamıştı. Whitehall’ün en üst kademelerinde bulunan güç çevrelerinde, büyük bir güven duygusuyla hareket ediyordu. Menzies'in Bletchley Park yöneticisi olarak üstlendiği görevin değerlendirilmesi hem daha zordur hem de bu bölümün kapsamı dışında kalmaktadır. Churchill’e düzenli olarak diplomatik çözümler getiriyor ve bu çözümlere savaş boyunca, yeşil mürekkeple açıklamalar eklemekten geri kalmıyordu. Bu çözümlerin güvenliğini sağlama konusunda da çok başarılıydı.
Hangi araçları kullanırsa kullansın ve etkileri ne olursa olsun Devlet Kod ve Şifre Okulu, Almanya dışında kalan büyük ülkelerin hepsindeki diplomatik haberleşmeyi dinleyebilecek kapasiteye ulaşmış, deneyim ve çözümsel analizin akıllıca uygulanması ışığında, geleneksel yöntemler geliştirmeyi başarmıştı. Bletchley’de yaşamsal öneme sahip bir rol üstlenecek olan şifre uzmanı beyinlerin işe alınmaları bir rastlantı gibi görünebilirdi ama bu her ne kadar sonradan anlaşılsa bile, elde edilen sonuçların fevkalade olduğu yadsınamazdı. Whitehall tarihçisi Profesör Peter Hennesy şöyle yazmıştı:
Devlet Kod ve Şifre Okulu Başkanı ve Avrupa’daki gelişmeler konusunda en bilgili insanlardan biri olan Binbaşı Denniston. o Pazar günü [3 Eylül 1939] Broadway’deki masasında oturmuş. Dışişleri Bakanlığının, kendi elemanlarının denetimini elinde bulunduran Personel Dairesine bir mektup yazıyordu. Hitler’in faaliyetlerini son derece küçümsediği bu mektubunda şöyle diyordu:
‘Bir süreden beri olağanüstü durum listemizde yer alan ve Hazine’nin yılda 600 sterlin ücret ödeyeceğini taahhüt ettiği, profesör düzeyindeki insanları işe alıyoruz. Mektubumun ekinde bu beyefendilerin. işe başlama tarihlerinin de yer aldığı bir liste gönderiyorum. Bundan sonra aramıza katılacak olanlar konusunda da sizi daha sonra bilgilendireceğim.’
İlk listede, Zimmermann’ın telgraf şifresi çözen elemanlarından biri olan Nigel de Grey’le birlikte, her ikisi de İtalyan olan ve savaş süresince Bletcley Park’ta çalışan Profesör E.R.P. ‘Vinca’ Vincent ve Profesör Tom Boase da vardı. İkinci liste ise, ‘bu meslek dalında bugüne kadar çalışmış olan en önemli isimlerin bazılarını içerdiği için’ çok daha fazla göz kamaştırıyordu.2;ı Bunların arasında E.R. Norman. John Jeffries, Gordon Welchman. Frank Adcock, Hugh Last ve Alan Turing de bulunuyordu. Bunların en az üç tanesi, Bletchley Park'taki çalışmalar açısından, vazgeçilemeyecek derecede önemliydiler. Devlet Kod ve Şifre Okulundaki kıdemli şifreciler arasında yaygınlaşan inanca göre, ‘İngiltere tarihinin en yetenekli şifre uzmanlarını ve istihbarat analizcilerini bir araya getirerek’, 1939 yılının sonlarına doğm Bletchley'de ortaya çıkan şifre çözümüne ilişkin sorunları kökünden çözmenin tek ve en iyi yolu, zeki mezunları bulup çıkarmak ve işe almak için Oxbridge'i taramaktı.30 Ama bunların, 1939 sonlarına doğru şifrecilerin arasına katılmasından da önce Devlet Kod ve Şifre Okulu, hükümette yer alan ve kendilerine sunuları bilgileri kullanmaya istekli ve yetenekli kişilere komple bir şifre uzmanlığı hizmeti sağlayacak düzeye gelmesine neden olacak adımlar atmıştı bile. Bunun nasıl olduğunu ise, bunu izleyen kısımda göreceksiniz.
Devlet Kod ve Şifre Okulu ile Dışişleri Bakanlığı arasındaki ilişkiler belgeleniyordu ama Devlet Kod ve Şifre Okulunun ayrıca, gizli istihbarat servisleriyle de gizli ilişkileri vardı. Gizli İstihbarat Servisi’nin iki savaş arasındaki dönemde başkanlığını yapan Amiral Hugh Sinclair, sadece Devlet Kod ve Şifre Okulundan değil, aynı zamanda El Koyma ve Yön Bulma'dan da sorumluydu. Bu durum sayesinde Devlet Kod ve Şifre Okulu, tamamen şifre çözümüne ilişkin olan çalışmalarında, istihbarata ilişkin bir dizi yenilik gerçekleştirmeyi de başardı. Bunların ilki, Trafik Analizi’ydi.3Bu, gerçek iletilerin okunamadıkları durumlarda bile hedef ülke veya kişinin telsiz iletişiminin sürekli olarak izlenmesi anlamına geliyordu. Böylece iletilerin içerikleri anlaşılamasa bile, haberleşmenin yoğunluğu ve izlediği yön sayesinde, geleceğe yönelik faaliyetler hakkında tahmini bilgi edinmek mümkün oluyordu. Belirli bir hedef istasyondan çıkan gönderimlerin miktan, yoğunluğu ve ulaşım yönü, güvenilir nitelikte bilgi edinilmesini sağladığı için, şifre uzmanının geçici bir süre üretken olmadığı durumlarda. Trafik Analizi kabul edilebilirdi. Trafik Analizi, taktik planlama açısından çok önemli bir rol oynadı ve hatta bu nedenle 1942'de tamamen Y sigint’e (düşük düzeyli taktik gönderim istihbaratı) dönülmesine yol açtı.
İkinci gelişme ise Yön Bulma idi. Burada da iletilerin miktan ve gönderim yönleri izlendikten sonra elde edilen bulgulara koordinatlar uygulanıyor ve böylece, gönderimlerin kaynağı ve hedef alınan düşman haberleşme istasyonunun yeri matematiksel olarak belirleniyordu. Yön Bulma ve Trafik Analizi, askeri trafikten ayrılan diplomatik haberleşmelerde pek işe yaramıyorlardı. Diplomatik iletilerin hepsi sabit kaynaklardan çıkıyordu ve gönderim yoğunluğundaki aşkın bir süre boyunca ‘Devlet Kod ve Şiire Okulu demek, Denniston demekti.’ Ortaya atılan alternatif bir teoriye göre ise, Denniston'ın liderliğinde çalışan, aynı düşüncelere ama farklı yeteneklere sahip olan bir grup devlet memuru bir strateji geliştirmişler ve bir yandan 1920’lerin ve 1930’ların gereksinimlerine yeterince hitap ederken, bir yandan da savaş döneminde çalışabilmek için ciddi biçimde geliştirilmesi gereken bir şifre bürosunun nasıl olması gerektiğini düşünerek, gerekli uygulama değişikliklerini gerçekleştirmişlerdi. Böylece Churchill ve hükümeti. Ocak 1940'tan Mayıs 1945'e kadar geçen dönemde, Almanların niyetlerini belgeleyen iletileri ayrıntılı biçimde okuyabilmişlerdi.
Klasik şifrecilerin, 1933’ten 1940’a kadar belirli sistem ve yöntemleri geliştirmek için ekip çalışmasını ve birlikte düşünmeyi sürdürdükleri ve bunun sonucunda da. Ocak 1940'tan itibaren Luftwaffe Enigma’sının çözülerek, düzenli bir şekilde ilgililere dağıtıldığı yolunda yeterince kanıt bulunmaktadır. Bu daha sonra, Enigma konusunda elde edilen başka başarılara ve iletileri büyük bir hızla Churchill’e ve diğer kullanıcılara ulaştırmayı sağlayan Ultra’nın oluşmasına da neden oldu. Bu da Müttefikler’in hem Alman denizaltılarına karşı, hem de Avrupa ve Uzak Doğu’da elde ettikleri zaferde oldukça önemli bir rol oynadı. Birinci Dünya Savaşı ve iki savaş arasındaki döneme ait şifre uzmanlığı yapılaşması ve çalışma uygulamalarıyla, 1939-45 döneminde Bletchley Park’ta sürdürülen, büyük ölçüde gelişmiş ama yine de geçmişi andıran benzeri çalışmalar arasında, çok güçlü bir mikrokozmik benzerlik bulunmaktadır.
1936'ya gelindiğinde Dışişleri Bakanlığı'nın gündemindeki en önemli maddelerden biri, Bolşevik tehdidinin yerine Alman saldırganlığını yerleştirmekti. Bu nedenle Devlet Kod ve Şifre Okulu’ndan, kaynaklarını bu gereksinime uygun olarak yeniden tahsis etmesi istenmişti. Gerçi Almanların diplomatik şifresi ’Floradora’ henüz çözülememişti ama, Türkiye ve diğer bazı ülkelerin diplomatik iletileriyle birlikte İtalyan ve Japon şifrelerinin de çözülmesi sonucunda Devlet Kod ve Şifre Okulu, savaşın yaklaşmakta olduğu konusunda patronlarını bilgilendirmeyi başarmıştı. Peki ama çözümleri kim okuyordu? Devlet Kod ve Şifre Okulu tarafından sunulan bilgiler Dışişleri bakanı. Dışişleri Bakanlığındaki üst düzey görevliler, bu gizli kurumlaşmadan haberdar olan politikacılar ve gizli istihbaratın kendi adamları taralından getirilmesini tercih eden gizli servis şefleri arasında nasıl karşılanıyordu? Savaş öncesi dönemine ilişkin kanıtlar oldukça az olmakla birlikte genel olarak, üçüncü kâtipten daha üst düzeydeki herkes bu bilgilere erişebiliyordu.37
Anlaşılması daha güç olan şeyse. Dışişleri Bakanlığı’nın bu çözümleri nasıl kullandığıydı? Devlet Kod ve Şifre Okulu başkanı, kendi ofisinden çıkmalarından sonra mavi kapaklara ne olduğundan hiç söz etmemişti. Savaş dönemindeki mavi kapakların dağıtım listesinden anlaşıldığı kadarıyla, dağıtılan her şeyin bir kopyası da Sivil Servis Başkanı Sir Edward Bridges’e gidiyordu.38 Kuruluş kuralları çerçevesinde Devlet Kod ve Şifre Okulu, seçilen belgeleri önce Dışişleri Bakanlığına, sonra da askeri bakanlıklara teslim ediyordu. Sir Robert Vansittart’ın kendi özel gizli istihbarat kaynakları vardı ve mavi kapakları da okumuş olmalıydı. Bunlara erişebilme hakkının belirlenmesi. Dışişleri Bakanlığındaki bürokratların işlevleri arasındaydı. Gelen ve giden sıradan telgraf haberleşmeleri. Gizli İstihbarat Semsi veya Devlet Kod ve Şifre Okulu çıkışlı oluşlarına göre farklı işlem görüyorlardı. Gizli İstihbarat Servisi kaynaklı olanlar, şifreli veya deşifre edilmiş olarak, Haberleşme (İletişim) Bölümü’nde işlem görüyor, yazdırılıyor ve dağıtılıyorlardı. Telgraflar üzerindeki çalışmalar ve bunların 'dağıtımı’, farklı birimlerde farklı yapılıyordu. Gizli     veya Çok Gizli olarak sınıflandırılanların dışında kalan telgraflar. Dışişleri Bakanlığı içinde geniş bir dağıtım ağma hitap ediyordu. Ama gelen telgrafların (tıpkı diğer gelen haberleşmeler gibi) ‘girişi’, ancak uygun bir kayıt sistemine göre yapılıyor ve iletilmesi gereken birimlere de, yine bu sisteme uygun şekilde iletiliyorlardı. Bu bölümde bütün belgeler Üçüncü Oda’daki konudan sorumlu alt düzeydeki görevlinin (bu ikinci ve hatta birinci kâtip olabilirdi) önüne gidiyordu. Gizli İstihbarat Servisi veya Devlet Kod ve Şifre Okulundan gelen belgeler doğrudan doğruya bakanlık müsteşarına geliyor ve buradan da müsteşarın, Dışişleri Bakanlığı’nın Devlet Kod ve Şifre Okulu ve MI6’yla olan ilişkilerinden sorumlu özel sekreterinin denetiminde, ilgili birimlere dağıtılıyorlardı. Örneğin Türkiye’ye ilişkin mavi kapaklar, 1932 yılında eski Merkez Dairesi bünyesinde oluşturulan ve ayrı bir birim haline getirilen Güney Dairesine gönderiliyordu. 1930’lu yılların ortalarına doğru artan İtalyan haberleşme trafiği, oldukça önemli bilgiler sağlıyordu ve bu bilgilerin de Güney Dairesi’nde değerlendirilmeleri ve ‘gelişmelere ilişkin yorumlar yapılması veya eylem için önerilerde bulunulması amacıyla dikkate alınmaları’ gerekiyordu. Doğal olarak bunların katkıları da çok önemliydi.
Savaş öncesi döneme ilişkin mavi kapaklar hakkında daha belirgin konuşmak mümkün değil. Bu da çözümlerin, Churchill’in göreve gelişinden önceki dönemde hükümetin dış politikasının şekillenmesindeki doğrusal değerlerinin anlaşılmasını zorlaştırıyor. Hatta bu soruyu yanıtlamak da mümkün değil çünkü bunlar daha önceleri, Dışişleri Bakanlığının diğer bakanlara tavsiyelerde bulunmak amacıyla kullandığı bir bilgi toplama çalışmasının bir parçasını oluşturuyorlardı. Bunun da ötesinde Devlet Kod ve Şifre Okulu 1943’e kadar, Dışişleri Bakanlığı açısından yaşamsal öneme sahip olan, makine ürünü diplomatik Alman şifrelerini çözme konusunda o kadar da hızlı bir gelişme gösteremiyordu. Diğer devlet memurlarının çoğu gibi, Dışişleri Bakanlığı çalışanları da kendilerine getirilen belgeleri, neyin deşifre edilemeyeceği konusunu sorgulamaksızın okumakla yetiniyorlardı. Neyin önemli olduğuna dair önceden edinilmiş görüşleri vardı. Bu önyargılarıyla çelişen bir bilgiyi, ne denli uygun olursa olsun reddedebilirlerdi. Genel anlamda, gördükleri klasik eğitim nedeniyle Yunanlıları seviyorlardı ve Türk karşıtı olarak görülmelerinin temelinde de bu gerçek yatıyordu. Dahası mavi kapaklara ek olarak, uluslararası diplomasi alanında gizli ve yarı resmi başka bilgi kaynakları vardı ve bazı haber ve görüşlere erişme konusuna ayrıcalıklıydılar.
Çoğu Avrupa başkentinde görevli İngiliz kara, deniz ve hava ataşelerinin raporlarına, çoğunlukla mavi kapçıklardaki konulan içeren yabancı basının ve radyo yayınlarının izlenmesi sayesinde elde edilen sonuçlar da eklenebilirdi. Mavi kapakların değeri, bozulmayan niteliklerinden kaynaklanıyordu. Devlet Kod ve Şifre Okulunun bunları, belirli birimlere dağıtılmaya değer bulmasının dışında mavi kapaklar, yakın bir gelecekte patlayacağından kuşku duyulmayan düşmanlıklar konusunda İngiltere'nin dost ve düşmanlarının, yanında ve karşısında yer alanların neler düşündüklerini de açıklığa kavuşturuyorlardı. Savaş dönemindeki diplomatik çözümlerden anlaşıldığı kadarıyla bunlar genel anlamda büyükelçilerin, sorumlu oldukları ülkelerdeki koşulları, olayları ve bunlara ilişkin yorumlarını dile getirdikleri raporlardan başka bir şey değillerdi. Ama Avrupa ülkelerinin çoğu, iletişim için toprak hatlarını kullanmak suretiyle şifre güvenliklerini sağladıklarından, diplomatik iletilere el konulması ve bunların çözümlenmesi sınırlı bir seçenek olmaktan öteye gidemiyordu. Almanlar makineli şifreleme sistemlerine büyük yatırımlar yapmışlardı. Japonya, İtalya ve Türkiye’yi hedef alan şifre çözme çalışmaları sonucunda çok önemli bilgiler elde edilmişti. Özellikle Türkiye’ye ilişkin bilgileri elde etmek çok daha kolaydı çünkü, İngiliz hükümetinin en büyük hissedarı olduğu, İstanbul’daki Telsiz Ve Telgraf İdaresi merkezinde telgraflar büyük bir titizlikle inceleniyor ve böylece Türkler’in haberleşmesi, neredeyse ‘tümüyle’ ele geçiriliyordu. 1936’daki Montreux Konferansı’ndan sonra Türkiye önemli bir hedef halini aldı ve Dışişleri Bakanlığı bu çözümler sayesinde, Ankara'daki karar mekanizmasının birçok unsurunu ve Türkiye’nin, özellikle İtalya. Fransa, Almanya ve İngiltere’ye ilişkin diplomatik önceliklerini öğrenmeyi başardı.
Savaş öncesinde Almanların makineli şifre sisteminin çözülmesi konusunda son derece karamsar olan Devlet Kod ve Şifre Okulu’nun bu tutumunun şiddetle eleştirildiğini sergileyen ve son dönemlerde ortaya çıkan dosyaların varlığına karşın, Devlet Kod ve Şifre Okulu’nun iki savaş arasında elde ettiği dört büyük başarıyı burada özetlemek uygun olabilir. Bu başarıların ilki, Türkiye, İtalya, Rusya, Japonya, İberya ve ABD’ye ait diplomatik şifrelere ciddi biçimde girilmesi olmuştu. Daha önce de belirtildiği gibi, Türkiye'deki telgraf trafiği, Telsiz ve Telgraf İdaresi'nin etkili hizmetleri sayesinde tümüyle, gecikmeden ve herhangi bir ‘rüşvet grubu' oluşturmaya gerek kalmaksızın inceleniyordu. Lordlar Kamarası kütüphanesinde bulunan bir dosyada, Türkiye çıkışlı gerçek birkaç mavi kapak kopyası da vardır ve Churchill, Curzon ve Lloyd George bu mavi kapaklara güvenerek, Türkler’in Ekim 1922’de İzmir’de sergileyecekleri saldırganlığı engellemeye çalışmışlardır. Bu çözümler, Kensington'daki Melbury Road’da çalışmalarına yeni başlayan Devlet Kod ve Şifre Okulu tarafından, Fransızca’dan İngilizce’ye tercüme edilmişlerdi. Bunlar bütün özellikleri açısından, o günden 1945’e kadar hükümetteki belirli kişilere düzenli bir şekilde gönderilen daha sonraki mavi kapakların aynısıydılar. Lloyd George'un dosyalarına göre çözümlerin kopyaları düzenli olarak, adları bir listede yazılı olan kişilere gönderiliyorlardı. Bu listede kimler yoktu ki: askeri istihbarat dairelerinin başkanları, Lloyd George, Curzon ve Churchill gibi kıdemli bakanlar ve Sir Basil Thompson (İçişleri Bakanlığı güvenlik daire başkanı). Ekim 1922'deki Çanakkale krizi süresince Paris'teki Türk büyükelçisinden İstanbul’a gönderilen diplomatik iletiler, İngiltere’nin politikasını belirleyen kişiler tarafından mutlaka okunuyorlardı.  Böylece mavi kapaklar, daha işin başlarında bile, İngiliz dış politikasının odak noktasında yer almaya başlamışlardı.
Devlet Kod ve Şifre Okulu’nun elde ettiği ikinci başarı, diplomatik ileti istihbaratının kaynağını oluşturan gönderimlere el konulmasından çözümlenerek dağıtılmalarına kadar olan tüm işlemlerin gerektiği gibi yerine getirilmesiydi. Eğer bu yapılmasaydı, hiçbir birim işlevsel olamazdı. Kitabın bu bölümünde altı çizilen de bu ikinci başarıdır. Çünkü herkes tarafından kabul gören, iyi çalışan ve 1939 yılında Bletchley'deki Enigma uzmanları tarafından da kullanılabilen işlevsel bir sistem olmasaydı, elde edilen başarının sonuçları-yani kullanılabilir durumdaki yüksek dereceli diplomatik ileti istihbaratı veya Ultra-1941 yılının ortalarına kadar İngiliz silahlı kuvvetlerinin kullanımına sunulamazdı.44
Eylül 1938’e gelindiğinde, o zamana kadar Sinclair yönetiminde savaş koşullarında nasıl çalışılması gerektiğini de, yapılan başarılı tatbikatlar sayesinde çok iyi öğrenen Devlet Kod ve Şifre Okulu, eskiden barışı satın aldıklarını ve aynı şeyi yine yapabileceklerini düşünen kişilerin bulunduğu bir ortamda bile, savaşa hazır durumdaydı. Dışişleri Bakanlığında ise, Devlet Kod ve Şifre Okulu’nun Whitehall'de dağıttığı çözümler nedeniyle başka bir hava esiyordu. Herkesin inandıklarından farklı şeyleri dile getiren bu çözümler, farklı bir politika uygulanmasını gerekli kılıyorlardı. Bu yeni politikanın en büyük destekçisi ise, uzlaşma yanlısı olmadığı için meslektaşları tarafından kendisine, The Wind in the Willows (Söğütlükteki Rüzgâr) adlı kitapta geçen ve arkadaşlarını hiçbir zaman kolay yanıtlarla tatmin etme yoluna gitmeyen karakterden esinlenerek ‘Moley’ lakabı takılan Müsteşar Yardımcısı Sir Örme Sargent’dı. Sir Alexander Cadogan ve çözümlere erişebilen üst düzeydeki diğer görevlilerin çoğu da onun gibi düşünüyorlardı. Devlet Kod ve Şifre Okulu ile Dışişleri Bakanlığı arasındaki ilişkiler konusunda sadece tahminde bulunabiliriz, çünkü günümüze kadar saklanabilen hiçbir dosya bulunmamaktadır. Çözümlere ilişkin bütün belgeler, okunduktan sonra hemen yakılmaktaydı ve Devlet Kod ve Şifre Okulu’na ve sağladığı belgelere yapılan bütün göndermeler de, hükümet toplantılarının tutanaklarında yer almadan önce, ‘özel’ veya ‘güvenilir' kaynaklar olarak değiştiriliyordu. Bu kadar yoğun bir ketumiyete karşın diplomatik çözümlerle, Chamberlain'in Hitler politikasına karşı Dışişleri Bakanlığı tarafından gösterilen ve henüz yeni yeni anlaşılan şiddetli muhalefet arasında çok güçlü bağlar olması gerekirdi. Bu da Devlet Kod ve Şifre Okulu’nun iki savaş arasındaki başarılarının üçüncüsüydü.45
Devlet Kod ve Şifre Okulu’nun Alman belasına karşı takındığı, kendine özgü politik bir tutum olabilirdi. Devlet Kod ve Şifre Okulu çalışanları, Alman belasına ilişkin görüşlerini Cadogan veya Eden’ın görüşlerine tercih ettikleri Vansittar etrafında toplanmışlardı. Aslında Cadogan ve Eden da onlara göre, Halifax’dan daha olumlu düşünüyorlardı. Çözümlerin bu temele dayandırılarak okunması, Dışişleri Bakanlığının taviz karşıtı görüşünden çok daha radikal bir bakış açısı doğmasına yol açabilirdi. Bu konuda yazılan az sayıdaki eserde göze çarpan bir gerçek de, grubun müşterilerine olan tutumundaki belirgin farklılıktı.46 Askeri bakanlıkların en yenisi olan ve en esnek düşünce yapısına sahip olduğu bilinen Havacılık Bakanlığı en iyi müşteri olarak kabul ediliyordu. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı hâlâ kendi istihbarat değerlendirme bölümüne sahipti ve Devlet Kod ve Şifre Okulundan aldığı ham verileri kullanıyordu. Savaş Bakanlığı ise diplomatik ileti istihbaratının önemini daha yeni, 1942’de Kuzey Afrika’da savaşırken, cephede anlamıştı. Bu tutumlar son derece önemlidir, çünkü neyin dağıtılması gerektiği ve bunların kimlere dağıtılacağı konusunda yapılan değerlendirmenin temelini bunlar oluşturuyordu. Müşterilerinizin özelliklerini ve gereksinimlerini bilmek de Devlet Kod ve Şifre Okulu’nun uzmanlık alanına giriyordu. Bu da Devlet Kod ve Şifre Okulu’nun özerkliğinin bir parçasıydı ve bu özerklik Whitehall’de öylesine kabul görmüştü ki, İkinci Dünya Savaşı boyunca da devam etti. Devlet Kod ve Şifre Okulu, yaptığı başarılı çalışmalar sayesinde müşterilerinin neyi okuyacağını belirleme gücünü elde etmiş ve böylece ülke politikasını da etkiler hale gelmişti. İspanya İç Savaşı’ndan, 3 Eylül 1939’da patlak veren gerginliğe kadar geçen dönemde, Devlet Kod ve Şifre Okuluna diplomatik ileti istihbarat operasyonunun tümü üzerinde bu denli fazla yetki verilmeseydi, savaş zamanında üstlendiği rolü bu kadar kısa süreli bir gecikmeyle gerçekleştiremezdi.
Devlet Kod ve Şifre Okulu için iki savaş arasındaki dönem, 1939’da okul başkanının Avrupa'ya yaptığı iki ziyaret -ilki Ocak ayında Paris’e, İkincisi ise Ağustos sonlarında Polonya’yaile son buldu. Denniston, Knox ve Menzies Fransa’ya feribotla geçtikten sonra, Fransa ve Almanya üzerinden Polonya’ya trenle gitmişlerdi. Varşova yakınlarındaki Pıyr’de İngilizler ve Fransızlar, (o an için olmasa bile) Polonyalılar'ın Enigma’yı okuyabildiklerini ve Fransa ve İngiltere’nin kendi özgürlüklerini koruma şanslarının çok fazla olmadığını bildikleri için onlara birer Enigma makinesi vermeye hazır olduklarını öğrendiler. Enigma makinelerinden biri, önce Varşova’dan Paris'e, oradan da Londra üzerinden Bletchley'ye götürüldü. Bu makine sayesinde yeni yetişen İngiliz şifre uzmanları, neredeyse her gün insanı şaşırtan sonuçlar almaya başlamışlardı ve bu gelişmenin sonunda, yani Ocak 1940’ta Luftwaffe şifresi nihayet tamamen çözüldü.
Bu dört büyük başarıyla birlikte, birçok ülkeye ait diplomatik şifrelerin başarılı bir şekilde okunması ve 1937-39 yıllarında sürdürülen eleman alma kampanyaları sayesinde, 1939'da Bletchley Park’ta yürütülen faaliyetler gerçekleşti. Haziran 1940'a gelindiğinde ise bu faaliyetler, İngiltere’nin savaşa ilişkin tutumuna önderlik eden Churchill için, yaşamsal öneme sahip bir hal almıştı. İnsana ıstırap veren onca güçlükten sonra Enigma nihayet çözülmüş, Devlet Kod ve Şifre Okulunun varolan ama geliştirilen yapısı ve uygulamalarıyla bütünleşmiş ve bu arada, iki savaş arasındaki dönemde sürdürülen dağıtım sisteminin doğal bir sonucu olan Ultra da devreye girmişti.
Bu, talebin son derece yoğun olduğu bir işlemdi ve kazalar da oluyordu, ama başka bir seçenek yoktu. 1940 ve 1941’de İngiltere gerçekten de tek başına kalmıştı. İngiliz orduları Norveç, Fransa ve Libya’da yenilgiye uğramıştı ve askeri malzeme taşıyan konvoyları korumakla görevli Kraliyet Deniz Kuvvetleri de bu görevinde başarısız olmuştu. Eğer Kraliyet Hava Kuvvetleri Eylül 1940’ta İngiliz hava sahasında Luftwaffeyi yenilgiye uğratmasaydı, Hitler ‘Deniz Aslanı’ harekâtını başarıyla uygulayabilir ve İngiltere de, tıpkı Danimarka, Macaristan ve Romanya gibi işgal edilebilirdi. Kanada’da, bir İngiliz sürgün hükümeti kurulabilirdi. Bu da, Berlin’den gelen birinin Whitehall veya Buckingam Sarayı’na yerleşmesi anlamına gelirdi. İngiltere’nin savaş fabrikalarını, radarlarını ve hâlâ yenilmez bir güç olan donanmasını ele geçiren Almanya inanılmazı gerçekleştirip, o zamanlar bazı Almanların zaten öyleymişçesine inandıkları gibi, batı dünyasının hâkimi olabilirdi. Churchill’in ülkenin kurtarıcısı olduğunu iddia etmek ne lâf olsun diye ne de duygusallıkla söylenmiş bir şeydir. Bunu nasıl yaptığı konusu sürekli olarak tartışılmış ve hâlâ da tartışılmaktadır. Ama bu gelişmelerde Bletchley Park’ın ve ‘altın yumurta yumurtlayan’ kazın oynadığı rolü anlamak için, hem yumurtaları hem de kazı, önce Deniz Kuvvetleri Komutanlığı sonra da savaşın patlak verişinden yirmi yıl önce Dışişleri Bakanlığı içindeki çıkış noktalarına kadar izlemek gerekir.
Eğer İngiliz şifre uzmanları ona ve ülkeye, 1914’te Deniz Kuvvetleri Bakanı olarak atanışından başlayıp, 1920’lerin başlarındaki Türk krizi, 1920’li ve 1930'lu yılların Rus, İspanyol ve İtalyan krizleri ve Hitler’in Avrupa’daki üstünlüğünün devam ettiği dönemler süresince ve Enigma’nın çözülerek Ultra’nın yaratıldığı ve Almanların koşulsuz olarak Müttefiklere teslim oldukları 8 Mayıs 1945’e kadar, bütün savaş boyunca çalıştığı dönemde etkili bir şekilde hizmet etmemiş olsalardı, Churchill’in savaş dönemindeki başarıları belirgin bir şekilde azalabilirdi.
Sh: 42-61
Bu belgeler [Churchill'in] kafası dışında hiçbir yerde bütünleşmiyordu.
Andrew Hodges
Bu kitapta Churchill, Dışişleri Bakanlığı ve kuvvet komutanlarının 1942’den 1944’e kadar olan dönemde, Türkiye’ye yönelik politikalarını formüle etmek ve bu politikaları uygulamak için gizli ileti çözümlerinden elde ettikleri bilgileri nasıl kullandıkları sorusuna yanıt aranmaya çalışıldı. Bu sorunun ardında, gerçek olaylara dayanmayan tarihin bilinmeyen egemenlik alanının yattığı, başka bir deyişle, özellikle Churchill'in Mayıs 1940’ta başbakan ve savunma bakanı olmaması ve/veya yabancı hükümetlere ait gizli iletileri yaşamı boyunca incelemeyi adet edinmemesi halinde neler olabileceği sergilendi. Bazı yan sorular da ortaya atıldı: Fransa’nın 1940’ta düşüşünü izleyen dönemde Dışişleri Bakanlığı, dışişleri bakanı ve savunma bakanı için Türkiye konusunda yeterli ve sağlam bilgilere dayanan tavsiyeler üretebildi mi? Eğer üretemediyse, neden? Dışişleri Bakanlığı görevlilerinin iki savaş arasındaki dönemde hiç değişmeyen tutumlarının, Türkiye politikasının formüle edilmesi amacıyla aynı kişilerin 1941’de hükümete yaptıkları öneriler üzerinde etkisi oldu mu? Dışişleri Bakanlığı ile Ankara’daki İngiliz büyükelçisi ve büyükelçilik görevlileri arasındaki ilişkiler nasıldı? Türkiye'nin yetenek ve niyetleriyle ilgili gerçekçi bir görüşe sahip olabilmesi için Whitehall’e bu görevliler tarafından hangi bilgiler verildi {ya da daha önemlisi, hangi bilgiler verilmedi?) Ankara’daki büyükelçiliğin güvenilir olmayan yapısı, savaşın gidişini ciddi biçimde etkiledi mi? 1942’den itibaren Devlet Kod ve Şifre Okulu tarafından sağlanan bilgilerin yaşamsal öneme sahip oldukları göz önüne alınacak olursa. Dışişleri Bakanlığı elde ettiği diplomatik istihbaratı yeterince duyarlı ve ustaca kullanabildi mi? Bu değerli kaynağı Dışişleri Bakanlığı bünyesinde en iyi şekilde kim kullanıyordu ve bu kullanım neden Türkiye’ye yönelik daha olumlu öneriler yapılmasına yol açmadı?
Bu soruları yanıtlamaya çalışırken yapılan araştırmalar, özellikle Şubat 1942’ye kadar Bletchley Park’ta, sonra da Londra'daki Berkeley Caddesi ve Park Lane'de görev yapan Devlet Kod ve Şifre Okulu’nun, diplomatik ve ticari bölümlerince yürütülen çalışmalar üzerinde yoğunlaştı. Bu birimlerin Churchill ve Dışişleri Bakanlığı için ürettikleri mavi kapaklar, büyük devletlerin diplomatik telgraflarını okumak amacıyla 25 yıl süren bir görevin doruk noktası olarak ortaya çıktılar. Devlet Kod ve Şifre Okulu ile müşterisi olan bakanlıklar ve en iyi müşterisi olan Churchill arasında giderek gelişen ilişkiler, ürünün değeri ve ilgili herkesin onu kullanımı konusundaki soruya verilen yanıtın ayrılmaz bir parçası halini aldı.
Eğer bunlar, DIR’C'lerin Devlet Arşivine ulaşmasıyla birlikte ortaya atılan soruların bazılarıysa, gerçek olaylara dayanmayan yeni bir dizi olasılık da gündeme geliyor: Eğer herhangi bir şekilde işe yaramışsa, Dışişleri Bakanlığı diplomatik istihbaratı 1941-44 döneminde Türkiye'yle ilgili olarak nasıl kullandı ve kuvvet komutanları aynı istihbaratı 1943-44 yıllarında, Balkanlarda açılacak ve Türk topraklarından başlayacak ikinci cephenin olabilirliği ile bağlantılı olarak nasıl kullandılar? ‘Boniface’in 1942-44 döneminde Akdeniz’de gerçekleşen çeşitli seferler boyunca Ortadoğu Genel Karargâhı tarafından ciddi biçimde nasıl kullanıldığına ilişkin birçok şey biliniyor ama Ekim 1943’te Ege’de gerçekleştirilen çok önemli bir harekât şimdiye kadar hak ettiği ilgiyi çekmemişti. Kitapta bu olaya da açıklık getirilmeye çalışıldı. Bunu yaparken de Boniface’in taktiksel öneminin. Almanlar taralından üstün bir beceriyle püskürtülen Oniki Ada saldırısının kesin sonucu olmadığı ortaya konuldu. Bu da bırakın savaşları, muharebelerin bile yalnızca muhteşem bir istihbarat sayesinde kazanılmayacağı gerçeğini bir kez daha kanıtlayan bir örnek olmuştur. Ama eğer Birleşik Kuvvet Komutanları, Almanların savaş yetenekleri hakkında istihbarat danışmanlarının kendilerine söylediklerinin aslında ne anlama geldiğini algılayabilmiş olsalardı, acaba Güney Fransa’daki çıkarma harekâtına ve Balkan Cephesi’ne daha fazla, ’Overlord- Harekâtına daha az önem verilmesi gündeme gelebilir miydi?
Boniface ve diplomatik istihbaratın ortaya çıkışından sonra başlayan tarihsel spekülasyonun doğasında da bu yatıyor ve bu da doğal olarak, yalnızca Churchill ve Türkiye üzerinde yoğunlaşmak amacıyla yazıları bu kitabın ilgi alanının dışında yer alıyor. Kitap yazılırken özellikle bu ilişki üzerinde durulduğu için, Churchill tarafından okunan Türk diplomatik iletileri de çözümlendi ve bu iletilerin okunması nedeniyle savaşın gidişi üzerinde, eğer varsa, ne tür değişiklikler olduğu sorusu ortaya atıldı.
Telsiz istihbaratını inceleyen tarihçiler, İkinci Dünya Savaşı tarihinin, Enigma ve Ultra’nın ışığında yeniden yazılması gerektiğini -belki de yeniden yazılmıştır- söylediler. Uzun incelemelerden sonra erişilen bu bilgeliğe karşın benim kitabım değişiklik yanlısı bir bakış açısı sergilemektedir: Enigma-Ultra ve diplomatik istihbarata karşın, resmi tarihçiler tarafından kaleme alman ve 1950Ti yılların başlarında yayınlanan savaş öykülerine eklenecek veya bu öykülerden çıkarılacak bir şey olmadığı kanısındayım. Bunların Ultra’ya dayanmaksızın ortaya koydukları Türk-İngiliz ilişkileri hakkındaki incelemeler, yeni araştırmalar karşısında ayakta durmaktadırlar. Neler olup bittiğini, doğu Akdeniz’deki savaşın öncelik ve sürprizlerine, Akdeniz ve ötesindeki diğer savaş alanlarının gereksinimlerine, Churchill, Hitler ve İnönü’nün kaygılarına ve her iki tarafın da Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa çekmekle elde edecekleri avantajlar dengesine gereken önem ve ağırlığı vermek suretiyle açıklamaktadırlar.
Savaş Kabinesi’nin telsiz istihbaratı sayesinde elde ettiği bilgilerden haberi olmaması halinde neler yaşanabileceğini düşünmekse, can sıkıcı ve gerçek olaylara dayanmayan bir beyin çalışması yapmak demektir. Ama Churchill’in, generallerin, amirallerin ve hava mareşallerinin, düşmanın niyeti ve gücü hakkında neler bildiklerini artık biliyoruz. Telsiz istihbaratı sayesinde yaşamsal öneme sahip bilgiler edinmemiş olsalardı, düşmanın niyetlerini başka türlü değerlendirebileceklerini ve karşı saldırıları farklı biçimde planlayacaklarını varsayabiliriz. Üstelik dayandıkları gerçekler daha az olduğu için, bu alternatif planların daha etkisiz olmaları da olasıydı. Ama gerçek şu ki, Enigma’yı ve .diplomatik istihbaratı okuyabilmiş ve tepkileri de buna uygun olmuştu. Böylece (birçok başka şeyin yanı sıra), zafer kazanma şansı iyice kesinlik kazanana kadar ‘Overlord’ Harekâtı geciktirilmişti. Ama bunu anlamak için tarihin yeniden yazılmasına hiç gerek yok. Sadece telsiz istihbaratının. Müttefiklerin savaş planlarını yapan kişiler tarafından nasıl değerlendirildiğini anlamak yeter ve düşmanlıkların bitişinden sonra, konuyla ilgisi olan herkes de bunu kabul etmiştir.2
Bu kitap Churchill’in diplomatik çözümleri okuyarak, Ocak 1943’te Türk topraklarında yapılacak bir görüşmenin yararlı olabileceğine ve aynı yılın daha sonraki bir döneminde de, Oniki Ada’yı geri almak için düzenlenecek başarılı bir saldırının bütün Akdeniz için, bu saldırıyla orantılı olmayacak kadar geniş kapsamlı politik sonuçlar doğuracağına nasıl inandığını da gösteriyor. Bu görüşler, tarafsız ülkelerin ve özellikle de Türkiye’nin savaşın gidişi hakkındaki düşüncelerine ilişkin olarak gizli ileti çözümlerinden edindiği bilgilere ve bu düşüncelerin yararlı bir şekilde nasıl kullanılacaklarına dayanmaktaydı. Diplomatik iletiler veya raporlar anında uygulanacak taktiksel bilgiler içermemekle birlikte, o kadar sansasyonel olmasa bile tam zamanında geniş kapsamlı bilgiler edinilmesini sağlıyorlardı. Churchill bu şekilde elde ettiği bilgileri gerektiği gibi kullanmış olmalıydı ama aynı belgeleri okuyan başkaları bunları nasıl kullanmışlardı ve içlerinden herhangi birinin de, bu kaynağın değerini Churchill kadar anlamış olması halinde, bu kişilerin davranışlarında ne gibi farklılıklar görülebilirdi?
Dışişleri Bakanlığı dosyalarında gerçek mavi kapakların olmayışı ve HWl’deki dağıtım listelerine güvenilmesi, bu soruya kesin bir yanıt verilmesini olanaksız kılıyor. Bu belgelerin diğer okuyucuları arasında politik istihbarattan sorumlu olan askeri bakanlıklar, Ekonomik Savaş Bakanlığı, Güvenlik Servisi (MI5) ve diğerleri vardı. Büyük olasılıkla yaklaşık elli kadar üst düzey hükümet yetkilisi bunları her gün okuyorlar ve ayrıca, bu belgeleri başka kimlerin ve neden okuduklarını da biliyorlardı. Churchill'in bu belgeleri okumaktan kaynaklanan belirgin mutluluğunun bir kısmını duyan bazıları, genelde tarafsızların umut ve korkuları, özelde de Türkiye’nin tarafsızlık düşüncesi hakkında muhtemelen, dikkate değer biçimde ama gereksiz bilgi sahibi oldukları kanısındaydılar. Mavi kapaklar sayesinde, Türkiye’ye önem veren özellikle de Dışişleri Bakanlığındaki okuyucular, Türk dış politikasının nasıl idare edildiği hakkında tutarlı bir görüş edinebilirler ve bu da, Churchill’in Adananın öncesi ve sonrasındaki umutlarından kuşku duymalarına yol açmış olabilirdi. Türkler’in niyetleri hakkında bu denli iyi bilgilenmiş olmasalardı, Balkanlara yönelik bir girişim belki onları da heyecanlandırabilirdi. Ama savaşın gidişini inceleyen zeki biri, Müttefik kuvvetlerinin diğer bölgelerde çok fazla olduğunu ama adam-adama, subay-subaya bakıldığında Anglo-Saksonlar’ın, Normandiya çıkartmasını izleyen günlere kadar Almanlarla başa çıkmalarının mümkün olmadığını kolayca anlayabilirdi. Bu yüzden Churchill’in, 1943’te Türkiye’yi Müttefikler’in yanında savaşa girmeye ikna edebileceğine dair ısrarcı ve bazen de insanı rahatsız edici boyutlardaki inancı yine de, (tıpkı işlerine gelince sağırlaşan Türk liderlerde olduğu gibi), Dışişleri Bakanlığı’nda, koltuklarından kalkmayan subaylar arasında ve Müttefikler’in geri kalan yönetim kademelerinde de sağır kulaklarla karşılaşabilirdi.
Kullanılabilen dosyalar ışığında bu kitapta, Dışişleri Bakanlığı bünyesindeki Güney Dairesinin, Churchill’in Türkiye inisiyatifine içgüdüsel olarak karşı çıktığı gösterilmeye çalışıldı. Yirmi yılı aşkın bir süre, İngiltere ile Türkiye arasındaki dostluk ve ticareti geliştirmekten sorumlu olan Güney Dairesi, kısmen savaş dönemindeki rolünün kısıtlı oluşu ve gündeminde ilgilenebileceği pek bir şey kalmayışı nedeniyle, Türkiye’yle ilgilenme hakkını sonuna kadar korumaya çalıştı. Savaş Kabinesi de Eden gibi düşünüyor ve Güney Dairesi ile aynı görüşü paylaşıyordu ama 1942’den sonra kuvvet komutanları sadece batı Akdeniz’le ilgilenmeye başladıkları için. Balkanlara yönelik herhangi bir girişime pek de iyi gözle bakmaz olmuşlardı. Dışişleri Bakanlığının top yekun savaş sırasındaki konumunu tanımlarken, en azından rahatsız olduğunu söylemek mümkün. Bedenen sağlam olan bütün kadınlar ve erkekler askere çağrılmak üzereydiler veya zaten çağrılmışlardı ve yedek olarak çalışmak için de bu durumu ailelere, dostlara ve komşulara, makul mazeretler ileri sürerek açıklamak gerekiyordu. Aslında Türkiye ilişkileri konusunda kaygı duyan birkaç Dışişleri Bakanlığı yetkilisi, 16 yıl önceki Birinci Dünya Savaşında askerlik görevlerini yapmışlardı ve bunların arasında tabii ki Churchill ve Eden da vardı. Ama aralarında bulunan George Clutton ve Knox Helm’in özellikle dikkat çektiği daha genç bir nesil, askerlik yapmış olamayacak kadar gençti. Kendilerinden yaşlı olan meslektaşlarından çok belirgin olan bir tek konuda ayrılıyorlardı: Hiçbiri Old Eton Koleji'nden olmadıkları gibi, önde gelen halk okullarından herhangi birinin eski öğrencileri de değillerdi. Diplomatların ‘hangi ülkede olurlarsa olsunlar iktidar sınıfıyla samimi olmaları’ gerektiğini ileri sürerek diplomatik ve ticari bölümlerin birleştirilmesine karşı çıkan Sir Hughe Knatchbull- Hugessen dışında hiç kimse bu duruma ses çıkarmamıştı. Böyle bir birleştirme otomatik olarak göreve talip olanların sosyal yapılarında da büyük bir çeşitliliğe yol açtı. Ama Clutton ve Helm gibilerin 1941 yılında önemli konumlara getirilmiş olmaları, Hugessen'in kuşkularına rağmen. Dışişleri Bakanlığının uygulamaya koyduğu eleman alma yöntemindeki değişikliklerin yararlı olduğunu kanıtlamaktadır.
Kolayca anlaşılabileceği gibi bu kitap. Dışişleri Bakanlığı’ndan fazla bir yardım almayan Churchill’in önce özel görevliler göndererek, daha sonra tahditler savurup sözler vererek, arkasından ülkeyi şahsen ziyaret ederek ve nihayet 1943 sonbaharında da Oniki Adada Hitler’le bireysel bir savaşa girişerek Türkiye'yi, Müttefiklerin yanında savaşa sokmak için nasıl uğraştığını anlatmaktadır.
Savaşı, ilk yıllarında Churchill değil Hitler, son yıllarında da Churchill veya Hitler değil Stalin yönettiği için, herhangi bir sonuca varmadan önce, Churchill'in kendi güçlerine ilişkin sınırlamalar üzerinde durmakta yarar var. Böyle bir kitap tüm dünyanm küçük bir modeli olmak durumundadır. Ama bu küçük modelin gölgesinde, İngiltere'nin önce 1940’ta, sonra da 1943’te içme düştüğü durumu yaratan Stalin. Roosevelt, Hitler ve Churchill gibi dev şahsiyetler durmaktadır. 1943 yılına ait İngiliz diplomatik çözümleri üzerinde yapılan bir araştırma, mavi kapaklarla savaşan dünyanın büyük politikacıları arasındaki yakın ilişkileri anımsatmaktadır: araştırmacılardan biri de, bir yandan Ankara’da mavi kapakların ve Dışişleri Bakanlığı’na ait diğer gizli belgelerin fotoğraflarını çekerken bir yandan da ‘belgelerde adı geçen Roosevelt, Hopkins, Churchill, Eden, Stalin, Molotov gibi, dünyanm büyük isimleriyle geceleri garip konuşmalar yapıyordum’ diyen Arnavut asıllı Türk. Elyesa Bazna’ydı. Savaşan komutanların, şifre görevlilerinin, bürokratların ve casusların telsiz dalgaları aracılığıyla kurdukları bu dostluk, diplomatik belgeler üzerinde yapılan çalışmalara olağan dışı bir boyut kazandırmakta ve ‘peki ya?’ şeklinde sorulabilecek soruları akla getirmektedir. Bu kitabın tümünde ortaya atılan soru, Churchill’in ilgisinin, nerede olursa olsun kendisini izleyen ve her gün eline geçen gizli servis dosyalarında- ki konu ve savaşlar üzerinde yoğunlaşmaması halinde neler olacağıydı. Bu konularla daha başka şekilde nasıl ilgilenilir ve bu savaşlar başka türlü nasıl gerçekleşirdi. Dahası, Churchill’e sunulmayan diğer konular nasıl halledilir ve diğer savaşlar nasıl cereyan ederdi?
Daha belirgin olaylara gelecek olursak, Hitler 1940’ta Türkiye’yi işgale yönelik ‘Marita’ Harekâtını uygulamaya karar verip, Suriye üzerinden Mısır’a saldırsaydı ne olurdu? Luftwaffe'nin İstanbul’u on beş dakikada yerle bir edebileceğini ve Wehrmach£ın Anadolu’da, günde otuz mil ilerleyebileceğini bütün diplomatlar biliyordu ve Savaş Bakanlığının değerlendirmesine göre bu iş iki ay içinde biterdi. Kayıplar verileceği kesindi ama bir milyon askerden oluşan güçlü Türk ordusunun %60’ı Trakya'da kalacak ve o güne kadar girdiği her savaşı kazanan Almanlar’a karşı anavatanlarını korumak, geri kalan %40'lık bölüme düşecekti. Ankara’ya yıldırım saldırı düzenlenebilir ve Türk hükümeti Erzurum veya Kars’a çekilmek zorunda kalabilirdi. Bütün bunlar 1940 başlarında gerçekleşebilir, Hitler ‘Sealion’ Harekâtını daha erken iptal edebilir ve panzer birlikleri Avrupa’nın batısından doğusuna yeniden yoğun bir şekilde yayılabilirlerdi. Hatta bu olumsuzluklara rağmen Almanya Sovyet müttefikini güney sınırlarını savunmaya zorlayabilirdi. Hitler’in başarılı generalleri o sıralar tam da Hitler’e bunu yapmasını tavsiye ediyorlar ve İngilizler de bunu biliyorlardı. Bu savaştan kısa sürede elde edilecek en iyi sonuç, İran’daki petrol alanlarının ele geçirilmesi ve İngiltere’ nin Avustral-asya Uluslar Topluluğu, Hindistan ve Uzak Doğuyla ilişkisinin kesilmesi olurdu. Bu Hitler için yeterli olur muydu? 1941 de ve özellikle de zayıflamış bir İngiltere’ye karşı girişilecek başarılı bir ortak harekât sonrasında, en kötü olasılıkla Fransa sınırlarına yönelik barış görüşmeleri yapılacağı, en iyi olasılıkla da tüm Avrupa’nın Alman egemenliğine gireceği beklentisinde olmak için geçerli bütün nedenlere sahip olduğunu görünce, bunun yetmeyeceğine karar verdi. Hitler 1940’ta ordularının, Norveç, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Fransa, Yunanistan ve Yugoslavya’yı ele geçirmek suretiyle kendisine dağıttığı eli çok iyi oynamadı. 1941 yılının sonunda Sovyetler Birliği ve ABD’ye savaş ilan edince, dünyadaki gelişmelere etki eden üstünlüğü sona erdi.
Bu büyük oyunda İngiltere küçük bir oyuncuydu ve Türkiye ondan da küçük bir rol üstlenmişti. Savaş iki unsur nedeniyle kazanılacak veya kaybedilecekti. Bunlardan biri, giderek daha fazla ve benzersiz silahlarla silahlanan Kuzey Amerika'daki dev savaş makinesiydi. ABD hem kendine yetecek, hem de müttefiklerine silah sağlayacak. Japonya’yı yerle bir edecek, ve nihayet (İngiltere’yle birlikte) Almanya’nın tümünü işgal edecek ve Ruslarla Berlin'in batısında bağlantı kurabilecek durumdaydı. Stalingrad Savaşı ve Kerç Yarımadası'ndaki dünyanın en büyük tank savaşında odaklanan ikinci unsursa, kendi ülkelerini savunan ve bu uğurda milyonlarcası ölen Sovyet vatandaşlarının. Almanların askeri üstünlüğüne kesin olarak son vermesiydi.
Bu nedenle Churchill'in 1941-43 döneminde, Türkiye elini oynamaya ve mutlaka kazanmaya yönelik nafile kararlılığında ‘peki ya?’ tarzı bir sorunun pek önemi yoktu. Peki ya Türk liderleri tarafsızlık politikalarından vazgeçmeye razı edebilseydi? Gerçek olaylara dayanmayan tarih burada temel ilkelerle karşı karşıya gelmiştir. Böyle bir şey olmazdı, olamazdı. Bunun önceki bölümlerde de açıklanan nedenleri hem kayıtlarda hem de bu konudaki kitaplarda açık bir şekilde görülüyor. Bunlar ayrıca 1940'ta Türkiye'nin öz kimliğine yönelik olarak getirdiği anlayışla, daha da açıklık kazanmıştır.
İngiltere'nin 19404l’de Naziler’in yenilmesinde oynadığı rol hem çok önemliydi hem de çaresizlikten kaynaklanıyordu. ABD ile SSCB' nin silaha sarılmasıyla birlikte bu rolün önemi de giderek azalmaya başladı. Bu üstünlük mücadelesi İngiltere’yi çoktan dışladığı halde, Churchill'in üç büyük liderden biri olmayı sürdürmesini sağlayan gizli istihbarata erişmeleri tasdiklenmeyen resmi İngiliz savaş tarihçileri, istihbarat raporları ile Ultra’nın gayri-resmi olarak olayların gidişine yaptığı katkıları esas alan değerlendirmeleri birleştiren birincil kaynaklardan yararlanmışlardır. Böylece Ultra’nın yaptığı ilk katkı da, savaşın gelişimine yönelik resmi kayıtların kapsamına alınmıştır. Ultra’nın önemini değerlendirmek ve Ultra’nın olmaması halinde İngiltere’nin savaşı nasıl sürdüreceğini anlamak için onu, savaşın gidişi hakkmdaki mevcut öykülerin dışına çıkarmak gerekir. Bletchley’de, Enigma’yı Ultra’ya dönüştüren oluşumun mimarlarından hayatta kalan tek kişi olan Profesör Sir Harry Hinsley şöyle diyor: “Benim işimi yapanların konuştuğu dilde, gerçek olaylara dayanmayan tarihle ilgilenmek zorundayız ve ancak ne yaptığımızın tam anlamıyla farkında olduğumuz takdirde bunun kuşkulu bir girişim olduğunu söylemeye hakkımız olur. Ama şurası da aynı oranda gerçek ki, bunu anlamaya çalışmadığımız sürece, Ultra’nın yaptığı katkıları tam olarak algılayabilmeniz mümkün olmaz.” Bunun ne olduğu en iyi şekilde, Tuğbay E.T. (‘Bili’) Williams tarafından 1945’te yazılan bir raporda dile getirilmiştir. Raporunun son bölümünde istihbaratın taktiksel Müttefik zaferlerine katkısından söz ederken, bütün istihbarat aygıtlarını, ‘Bletchley Parkla savaşan asker arasındaki bir tire’ olarak değerlendiriyor. Eğer tarihçiler 1945’le 1973 arasındaki dönemde bu raporu elde edebilmiş olsalardı, savaşın gerçek öyküsü bugüne kadar yayınlanan öykülerden sadece marjinal düzeyde ayrılsa bile, oldukça farklı bir savaş tarihi yazılabilirdi.
İngiltere’nin Mihver Devletleri'nin yenilgisine yaptığı katkıda Ultra’nın oynadığı rol hakkında Williams’ın söyledikleri, tarafsızlar ve özellikle de Türkiye’yle yürütülen diplomatik ilişkiler için de fazlasıyla söylenebilir, çünkü bunlar, mümkün olan bütün araçları kullanarak Almanlar'ı yenmek şeklinde özetlenebilecek ortak amacın parçasıydılar ve çoğunlukla aynı kişi tarafından yürütülmüşlerdi. Bu ise, İngiliz anayasasının bir komutana tanıdığı haklara en yakın tanımlamaydı. Ultra’nın denizlerde, Akdeniz’de ve Kuzey Afrika’da savaşın kazanılmasına yaptığı katkılar 1973’ten beri tarih araştırmacılarının ilgi odağı haline geldiği halde, Avrupa başkentlerinden diğer ülkelere gönderilen ve Churchill’in Türkiye ilişkilerini idare etmek için kullandığı büyükelçilik raporları, ancak yirmi yılı aşkın bir süre sonra, 1994’te açıklanmışlardır. Bu durumda diplomasi tarihçilerinin yeni belgeleri incelemek ve Hinsley’nin hem uyardığı hem de mutlaka yapılması gerektiğini belirttiği, ‘gerçek olaylara dayanmayan tehlikeli tarihsel araştırmayı yapmak için önlerinde yalnızca birkaç aylık bir süre vardı. Bu kitapta diplomatik iletilerin, savaş dönemindeki Türk- İngiliz ilişkilerinin genel gidişinden soyutlanmasına çalışılmış ve böylece bu belgelerin, daha açık konuşmak gerekirse, DIR/C’ lerin olmaması halinde, Churchill’in Türkiye elini Müttefikler yararına olmak koşuluyla daha farklı oynayıp oynamayacağı ve eğer farklı oynayacaksa, bu farkın ne kadar olacağı araştırılmıştır. Bu çaba Churchill’in elinde, mavi kapaklardan ve sağlam Türk-İngiliz ilişkilerinin önemine ilişkin içgüdüsünden başka bir şey olmadığını ortaya çıkanyor. Bu ilişkilerin önemli olduğu yolundaki içgüdüsü ise büyük olasılıkla, 1915’teki Çanakkale olayından başlayarak elde ettiği deneyimlerden kaynaklanmaktaydı. Bunun sonucu olarak da, Türkiye’yle ilgili gerçek mavi kapakları görmekte ısrarcı oluşunu ciddiye almak gerekir ki bu da önceki bölümlerin içeriğini oluşturmaktadır.
Kitapta da gösterildiği gibi Churchill, Türk mavi kapaklarını 1941’den 1944’e kadar düzenli bir şekilde incelemiş ve politikasını da bu çalışmasının ışığı altında belirlemiştir. Ama Türk liderlerini Müttefiklerin ortak davasına katılmaya ikna edebileceği yolundaki inancının tek nedeni bu çalışma değildir. Almanların 1940 yılındaki başarılarına karşı gösterdiği güçlü içgüdüsel tepkinin kökleri Birinci Dünya Savaşına kadar gitmektedir. Yani bu yanıltıcı arzunun peşine düşmesi yalnızca mavi kapaklardan kaynaklanmıyor olabilir. Öyleyse bu dosyaların 1994'te açıklanmasından sonra, neden savaş döneminin diplomatik tarihinde mutlaka doldurulması gereken bir boşluk doğdu? Bu önemli sorunun yanıtı, o dönemde Churchill ve Güney Dairesi açısından ne kadar önemli olurlarsa olsunlar mavi kapakların, Churchill’in kafasında önceden belirlediği ve sonuç elde edemeyecek olsa bile bıkıp usanmadan peşinden gittiği politikanın dışında bir politika gelişmesine hiçbir katkılarının olmadığıdır.
Sh: 205-212
EK 1
DIR/C’ler, ilk kez 1994 ilkbaharında Devlet Arşivinde görüldü. Dosyaların tarihleri 1940’tan 1945'e kadar değişiyor ama. Özellikle ilk dönemlerde olmak üzere, arada belirgin boşluklar var. Devlet Arşivi tarafından hazırlanan listenin önsözünde, dosyaların içeriklerine ilişkin kısa özetler de veriliyor ve bunlarla ikinci bölümde söz edilenler arasında çok küçük farklar var. Bu özet beş değil üç öğeye dikkat çekiyor:
1)         CX/FJ, CX/JQ ve CX/MSS-Enigma.
2)         Deniz kuvvetlerine ait başlıklar.
3)         Mavi Kapaklar: gizlice el konulan ve deşifre edilen diplomatik iletilerden yapılan seçmeler.
Bunlarda ayrıca, ‘Churchill’e veya onun olmadığı zamanlarda da başbakan yardımcısına [Attlee], Boniface şifresi kullanılarak iletilen ve tüm notlarla açıklamaları da içeren özgün kapak sayfaları ve gerçek belgelerden’de söz ediliyor.
Devlet Arşivi görevlisinin ifadesine göre bütün bu belgeler, korunmaları için Churchill tarafından daha sonra Devlet Kod ve Şifre Okuluna gönderilmiş. Ancak bu durum biraz kuşkulu. Mavi kapakların içerdiği belgelerin, her mavi kapağı alan ve okuyan kişi tarafından, okunduktan sonra derhal yok edilmesi gerekiyordu; bu kişilerin çoğu, Türkiye’yle ilgili diplomatik ileti çözümlerinin gelmeye başlamasından yıllar önce bile, bunları okuduktan sonra yakıyorlardı ve bu alışkanlıklarını kaybetmiş olmaları mümkün değildi. Dışişleri Bakanlığının savaş dönemine ilişkin dosyalarında, mavi kapakların özetleri, bunlara ilişkin açıklamalar, ‘özüne’ ilişkin notlar ve bunlardan ‘güvenilir kaynaklar’ veya zaman zaman da ‘gizli kaynaklar’ olarak bahsedilen göndermeler olduğu halde, gerçek mavi kapaklara rastlanmıyor. W0106 ve 208 sayılı dosyalarda da, savaş öncesi döneme ait mavi kapaklara ilişkin belirtiler görülüyor.
Bunları düzenli bir şekilde yakmayan tek kişi, saksağanlara özgü bir içgüdüyle, hiçbir şeyi atmaktan hoşlanmayan Churchill’in kendisiydi. Ne zaman Londra’dan ayrılsa, onun yokluğunda gelen ileti çözümlerinin olabildiğince eksiksiz olarak kendisine gönderilmesi için büyük bir çaba gösteriliyordu. Böylece ileti çözümlerini son kullanıcı olan Churchill yakacağı için, gerekli güvenlik de sağlanmış oluyordu. Ama nasıl olduğu bilinmese bile Churchill yaklaşık olarak 4.000 adet gizli diplomatik ileti dosyasını saklamış olmalıydı. Profesör Hinsley bana bunların, Churchill'in ölümünden sonra Chartwell'de tesadüfen bulunduklarını ve derhal, İngiliz istihbaratının İkinci Dünya Savaşı’ndaki tarihçesine yönelik çalışmalar sırasında ‘DIR Arşivi' olarak yoğun bir şekilde kullanıldıkları Devlet İletişim Genel Karargâhı’na gönderildiklerini söyledi. Bunların çoğuyla birlikte gönderilen mavi kapaklı notlar, Gizli İstihbarat Servisi Başkanı Sir Stewart Menzies tarafından iletilmişti ve üzerlerinde 6112’den (HWl/3) başlayıp 9995’e (HW1/715) kadar giden seri numaraları yer alıyordu. Bundan sonraki belgelerde seri numarasına rastlanmıyor. Devlet Arşivi görevlisinin araştırmacıya sözünü ettiği diğer Boniface iletileri, yani ADM223/1-7 ve 438-640 ve Devlet Arşivindeki savunma bakanı (Churchill) dosyaları, savaş dönemindeki yüksek düzeyli telsiz istihbaratı konusunda çalışan daha önceki araştırmacıların başvurdukları ana kaynaklar olmuşlardır (bkz. Anthony Best, Britain, Japan and Pearl Harbor: Avoiding War in East Asia, 1936-41; Londra, Routledge, 1995, s. 235).
Kitapta, Türkiye'yle ilgili mavi kapakları içeren bütün bu dosyaların listesini bulacaksınız. Bu dosyaların birçoğu, kitabın daha önceki bölümlerinde kullanılmıştı. Belgelerin deşifre edildikleri tarihler de verilmişlerdir: ancak bazen, dosya kapağındaki tarihle mavi kapağın üstünde yer alan tarih arasında farklılık görülmektedir. Dizinin başlangıcındaki mavi kapaklarda, bazen iki farklı tarih yer almakta ve bu da iletiye el konulduğu tarihle, işlenmiş halde ilgili kişilere dağıtıldığı tarih arasında fark olduğunu göstermektedir. Bu dosyalar ne kadar çabuk dağıtılırsa, o kadar çok işe yarıyorlardı.
Sh: 213-214
Kaynak: Robin Denniston, CHURCHİLL’İN GİZLİ SAVAŞI, Diplomatik Yazışmalar, İngiliz Dışişleri Bakanlığı ve Türkiye 1942-1944- özgün adı: Churchill’s Secret War Diplomatic Decrypts, The Foreign Office And Turkey 1942-1944, trc: Sinan Gürtunca Sabah Kitapları 59, Türkçe, 1998, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar