CHURCHİLL’İN GİZLİ SAVAŞI-Diplomatik Yazışmalar, İngiliz Dışişleri Bakanlığı ve Türkiye 1942-1944
Hzl: Robin
Denniston
Churchill’in gizli telsiz istihbaratına olan ilgisi artık herkes
tarafından bilinmektedir. Ancak,
İkinci Dünya Savaşı sırasında gizlice el konularak çözümlenen diplomatik
telgrafları (mavi kapaklar) kullandığı gerçeği, Ultra iletilerini düzenli bir
şekilde topladığı DIR/C Arşivinin [İngiliz
gizli servis başkanı tarafından Churchill’e getirilen ve Türkiye’nin
tarafsızlığıyla ilişkili gizli ileti çözümlerini içeren dosyalar. Ç.N.] 1994’te açığa çıkmasından sonra anlaşılmıştır.
Churchill’in, 1941-44 yılları arasındaki diplomatik çözümlerin doymak bilmez
bir okuru olduğu ve bunları Dışişleri Bakanlığı ile kurduğu iletişimin bir
parçası olarak kullandığı kanıtlanmıştır.
Churchill'in
Gizli Savaşı’nda, tarafsız ülkelerin Avrupa’daki savaşa nasıl baktıkları
konusunda Churchill ve Dışişleri Bakanlığına güvenilir bilgiler sağlamak
açısından bu çözümlerin (özellikle de Türkiye kaynaklı olanlarının) ne denli
değerli oldukları ortaya konulmakta ve Churchill’in bunları kullanış yöntemi
analiz edilmektedir. Türkiye, her iki taraf açısından da en önemli tarafsız güç
olarak görülüyordu.
Türkiye
neden Churchill’in ilgisini çekiyordu? Kitap, onun, 1914’ ten itibaren
diplomatik çözümlerle olan ilişkisini adım adım izleyerek ve daha sonra da,
Bletchley Park’ta 'İstasyon X’in kurulduğu 1939 yılına
kadar Devlet Kod ve Şifre Okulu’nun bu trafiği izleme konusunda nasıl
yetkilendirildiğini ortaya koyarak bu soruyu yanıtlamaktadır.
Robin
Denniston, Devlet Kod ve Şifre Okulu’nun, büyük güçlerden çoğunun iki savaş
arasında gizli diplomatik trafiğiyle ilgili çalışmalarını izleyerek,
Türkiye'nin bu güçler arasındaki yerini ana hatlarıyla ortaya çıkarmaktadır.
Daha sonra Churchill'in, dört ayrı olayda ya da süreçte diplomatik mesajları
kullanmasının, zaman zaman Dışişleri Bakanlığı'nınkiyle ters düşse bile, savaş
dönemindeki politikasının belirlenmesinde oynadığı rol üzerinde durmaktadır.
Churchill ve Dışişleri Bakanlığının, Türkiye’yi 1940 ve 1943 yılları arasında
Müttefiklere katılması yolunda ikna etmek amacıyla diplomatik ileti çözümlerini
nasıl kullandıklarını incelemekte ve Ocak 1943’te yapılan Adana Mülakatının
(Görüşmesinin), İngilizlerin trende aldıkları sıkı güvenlik önlemleri nedeniyle
diplomatik telgraf iletişimi olmaması yüzünden, Türkiye’nin dış politikasında
çok az değişikliğe yol açtığını iddia etmektedir. 1943’teki Oniki Ada
yenilgisi, Churchill’in okumakta olduğu istihbarat çözümleri ışığında
açıklanmaktadır. Yine Dışişleri Bakanlığı’na ait gizli belgelerin Ankara’da
çalınmasının, 1943 Kasımından sonra Londra'daki Devlet Kod ve Şifre Okulunda
yol açtığı sonuçlar -belgeler arasında gerçek iletilerin olup olmadığı, nasıl
alındıkları ve Churchill’in işine yaramakta geç kalmakla birlikte Alman
diplomatik şifrelerinin okunmasında nasıl ciddi bir gelişmeye yol açmıştır.
Ben Türk’ün
peşindeyim
- Winston Churchill’den Anthony Eden’a,
- Winston Churchill’den Anthony Eden’a,
8 Haziran 1942
[Churehill'in] sık sık değişen düşünceleri, şu
sıralar Türkiye ve Bulgaristan üzerinde yoğunlaşmış olup, Gelibolu ve Çanakkale
Boğazına karşı kahramanca bir serüvene kalkışmak istiyor
- Lord Asquith'den Venetia Stanley ye, Ekim 1914
- Lord Asquith'den Venetia Stanley ye, Ekim 1914
Türkler en korkunç eşkıyalardır. Onları tehdit
etmeyi göze alamayız, onlara rüşvet veremeyiz
- Alexander Cadogan, 24 Ağustos 1942
- Alexander Cadogan, 24 Ağustos 1942
Turing: Ben bir şifre çözücüyüm. Bütün Alman
şifrelerini çözdüm ve savaşı tek başıma kazandım. Ama bu bilgi çok gizli tabii,
hiç kimse bilmiyor Ron [sırıtarak]: Sadece ben biliyorum Turing: Sen ve Bay
Churchill
- Hugh
Whitemore, Breaking the Code (Şifreyi Çözmek)
Her gün... bütün savaşı okumak, hem de düşmanın,
yani İngilizler'in bakış açısından
- Christine
Brooke-Rose, Bletchley Park, Hut 3, Remake
(Yeniden Yapış) s. 108
Savaşlar arasındaki dönemde, birçok güçlü devletin
kançılaryaları arasında diplomatik çözümlerin dağıtılması, uluslararası
diplomasinin hem yürütülmesine hem de bu konuda yapılan çalışmalara, oldukça
ilginç yeni bir bakış açısı getirmektedir
- Yazar, 1996
Dışişleri Bakanlığı toplantı notlarındaki tek
sayılı paragraflarla çift sayılı paragraftan arka arkaya okursanız, olaydın her
iki tarafını da çok iyi anlayacağınız söylenir.
- WSC, c. 5, s. 627
İngiltere, özellikle bizim telsizlerimizi dinlemek
için, bir çözüm istasyonları ağı organize etmiş. Bu da 100'deıı fazla
şifremizin deşifre edilmesi demektir. Bu şifrelerin anahtarı, Feterlajn adlı
bir Rus vatandaşının şifre bölüm başkanlığına getirildiği Londra'ya
gönderilmektedir.
- Troçki’den Lenin’e, 1921
Winston Churchill'in son derece
aşın stratejik Fikirleri nereden kaynaklanıyordu? Yanıtı; kesinlikle ve tamamen
kendi beyninden.
Desmond Morton,
9 Temmuz 1960
Churchill'in
savaş sırasında gizli istihbaratı kullandığı konusunda yazılan eserlerin
sayısı, gerek ABD’de gerekse İngiltere'de zaten fazla olduğu gibi, bu sayı
giderek de artmaktadır. Bu kitap, Churchill’in yaşamı boyunca biriktirdiği ve
daha yeni ortaya çıkan dosyalara dayanarak, onun diplomatik çözümleri nasıl
kullandığını irdelemektedir. O zamanki istihbarat başkanı Tuğbay Stewart
Menzies tarafından hemen hemen her gün Churchill’e sunulan bu dosyalarda insanı
şaşırtan bir gerçek de ortaya çıkmıştır: Ultra trafiği (daha çok ‘Boniface’
olarak bilinen üst düzey veya Enigma/Fish çözümleri) ile birlikte ele
alındığında Churchill’in, şimdiye kadar
hiçbir tarihçinin farkına varamadığı kadar çok sayıda diplomatik belgeyi
okuduğu açıktır. Tabii bu arada, 1941'den başlayarak kendisine getirilen kara,
deniz ve hava çözümlerini de sürekli olarak incelediği herkes tarafından
bilinmektedir. Ancak Churchill’in, devletin deşifre dairesinin elde ettiği
belgelerin tümünü. Birinci Dünya Savaşından itibaren incelediği daha yeni
ortaya çıkmıştır. İngiliz Deniz Kuvvetleri Komutanı olduğu Kasım 1914’te, Alman
deniz kuvvetlerine ait çözümlerin, adayların hizmetine sunulacağını garanti eden
efsanevi ‘40 Numaralı Oda’ protokolünün
ilk taslağını yazan da kendisidir. Gizli istihbarat iletilerini, 1945’te Berlin
ve Tokyo arasındaki gizli Japon iletilerinden Hiroshima ve Nagasaki’ye atom
bombası atılacağının öğrenildiği döneme kadar kesintisiz izlemiştir. Her iki
dünya savaşında ve iki savaş arasındaki dönemde incelediği ileti çözümleri
diplomatik istihbarata ait olduğu kadar, kara ve deniz trafiğine aitti.
Churchill’in
Türkiye’ye olan ilgisi, Deniz İstihbarat Dairesi Başkanı Amiral Reginald Hail tarafından
kendisine getirilen çözümlerden, Türkiye’nin savaşa katılmamasını
sağlayabileceği yolundaki çok önemli bilgileri öğrendiği Şubat 1915’te
başlamış, ancak o zamanlar bu bilgiye hiç aldırmamıştı. Daha sonra, 1922'de,
Yunanlıların İzmir'de Türkler’e karşı başlattıkları saldırıyı desteklemişti.
Oysa bu dönemde Paris’teki Türk büyükelçisi ile İstanbul arasında gerçekleşen
diplomatik haberleşmenin çözümleri ona, Curzon’a ve Lloyd George’a, Türk
yönetiminin tutumu hakkında son derece yaşamsal öneme sahip bilgiler
sağlamıştı. 1940’a gelindiğinde Türkiye’yi bir müttefik olarak tek başına
kendisinin savaşa sokabileceğine inanır hale gelmişti. Gerçi hem o günlerde hem
de şimdi, onun bu inancına katılanların sayısı birkaç kişiyi geçmiyordu ama o
yine de İngiltere’nin Türkiye’ye yönelik politikasını, savaşı kısaltacak bir
tarzda geliştirmek için tüm zorluklara göğüs geriyordu.
Peki ama Churchill neden Türkiye’ye bu
kadar ilgi duyuyordu? Ona göre tıpkı diğer büyük
tarafsız güçler gibi Türkiye de, hem topluca hem de bireysel olarak, savaşın
sonucunu etkileyecek olanaklara sahipti. Türkiye gerek tarihi, gerekse coğrafi
ve stratejik nedenlerle en güçlü tarafsız ülkeydi. Yani Türkiye, savaşın hangi
yönde gelişeceğinin belirlenmesine yardımcı olabilirdi. Bunu izleyen başka
sorular da var tabii: Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşında tarafsız kalma
kararlılığı üzerinde, Churchill'in bu ülkeye duyduğu ilginin nasıl bir etkisi
olmuştu? Türkiye, kendi egemenliğini korumak için, uluslararası arenadaki
durumu nasıl kullanmıştı? Whitehall'de, Dışişleri Bakanlığı ile Savaş
Bakanlığının politikaları, Churchill’in Türkiye elini’ oynamaya yönelik
politikasından nasıl farklılık gösteriyordu? Dışişleri Bakanlığı’nda en çok
kimin söylediklerine önem veriliyordu ve buradaki diplomatlar tek bir ağızdan
mı konuşuyorlardı? Hükümet Türkiye'nin niyetleri hakkında güvenilir bilgileri,
tam zamanında nasıl elde ediyordu? 1922 ile 1944 arasında Londra ve
Bletchley’de elde edilen diplomatik ileti çözümleri, İngiltere’nin doğu
Akdeniz’deki dış politikasını nasıl değiştirmiş ve hem Dışişleri Bakanlığı hem
de Churchill bu çözümleri ne amaçla kullanmışlardı?
Bu
ve bunlarla ilişkili sorular göz önüne alınarak bu kitapta, üç belirgin olay
üzerinde önemle durulmuştur-Churchill ve Türk yönetimi arasında Ocak 1943’te
yapılan görüşmeler: İngiltere'nin, aynı yılın daha sonraki dönemlerinde Oniki
Ada’yı yeniden ele geçirmeye yönelik olarak giriştiği ama sonuçsuz kalmaya
mahkum olduğu başından beri bilinen seferi ve bu seferin doğurduğu diplomatik
sonuçlar; ve Churchill’in Kasını 1943’teki diplomatik ileti çözümlerinin
ışığında daha da aydınlanan ve savaşın en hayret verici casusluk olaylarından
biri olarak bilinen, o Zamanki adıyla, ‘Cicero’ olayı. Bütün bu olaylar,
Türkiye’nin tarafsız kalma kararlılığının çok önemli bir rol oynadığı,
uluslararası bir diplomatik entrika çerçevesinde incelenmiştir.
Devlet
Arşivi, Churchill'in çok değer verdiği dosyalara (Devlet İletişim Genel
Karargâhında bulunan belgeler hariç) kolayca erişebildiği için, bu dosyaların
içerikleri sık sık yeniden şifreleniyor ve ülke dışında olduğu zamanlarda,
hatta bazen de hiçbir sözcüğü değiştirilmeksizin (ipsissima verba), telgrafla
Churchill’e gönderiliyordu.
Bunların
Devlet Arşivine yeni gelmeleri nedeniyle diplomasi tarihçilerinin bu belgeleri incelemek
ve Churchill ve Dışişleri Bakanlığının, Türkiye kaynaklı çözümler olmasaydı
Türkiye’yi nasıl idare edebilecekleri şeklindeki çok tehlikeli bir zihinsel
egzersizi gerçekleştirmek için birkaç aydan daha fazla zamanları olmadığı
bellidir. Eğer bu iletiler İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından dosyalar
halinde Churchill’e, hem de kelimesi kelimesine getirilmeseydi, Churchill’in
Türkiye elini ne kadar farklı bir şekilde oynayabileceğini görebilmek amacıyla
burada bu iletileri. Türkiye-İngiltere ilişkilerinin genel gelişiminden
soyutlama yönünde bir girişimde bulunulmaktadır.1
İngiliz
hükümetinin mektup ve telgraflara el koyarak veya dost ve tarafsız ülkelerin
diplomatik şifrelerini çözerek istihbarat çalışmaları yapma konusunda elde
ettiği başarılara ve bunun İkinci Dünya Savaşı sırasında uygulanan dış politika
üzerindeki etkilerine bugüne kadar çok fazla önem verilmemiştir. Hem ABD
Dışişleri Bakanlığının hem de Kraliyet hükümetinin son zamanlara kadar herhangi
bir diplomatik belgeyi açıklama konusundaki isteksizliklerine karşın, savaş
dönemindeki gizli istihbarat çalışmalarının askeri olmayan yanına yönelik bazı
göndermeler de yapılmıştır. İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından Churchill'e
iletilen belgelerin Devlet Arşivine ulaşması, savaş dönemi boyunca Dışişleri
Bakanlığı’na gizli bilgileri aktaran ve bugüne kadar gizli istihbarat konusunda
çalışan tarihçilerin çoğu taralından bilinmeyen yeni bir kaynağın varlığını
kanıtlamakta ve bu kaynağın, en azından Türk- İngiliz ilişkilerine İngiltere
dış politikası açısından büyük önem verildiği dönemdeki payı göz önüne alınarak
araştırılabileceği anlaşılmaktadır. Bu aynı zamanda Dışişleri Bakanlığının,
Türkler’in düşüncelerini nasıl algıladığına yönelik olan ve mutlaka
yanıtlanması gereken soruları da akla getirmektedir.
Bana
kalırsa büyük batılı güçlerin gizli ileti çözümlerini, hem savaş hem de barış
dönemlerinde zekice okumaları ve bunları kullanmaları, bunların getirdiği
kısıtlamaları bildikleri gibi potansiyel değerlerinin de farkında olan ve dış
politikaya yön veren kişilere (özellikle de Churchill’e) ciddi biçimde yardımcı
olmuştur. Ancak bu söylemden diplomasi tarihinin, Londra, Ottowa ve
Washington'da ortaya çıkan son belgelerin ışığında yeniden yazılabileceği veya
yazılması gerektiği şeklinde bir sonuç çıkarılması da zorunlu değildir. Gün
ışığına çıkanları ileti çözümlerinden, daha önceleri bilinmeyen ya da kısmen
bilinen olayların dışında çok az şey öğrenilmiş olsa bile bu durum, mevcut
diplomasi tarihçesini cidden etkilemektedir.
Türkiye
çok önemliydi. Dışişleri Bakanlığı 1930’lu yılların başlarından beri
İngiliz-Türk ilişkilerini geliştirmek için çalışıyordu, ama 1940 yılına
gelindiğinde bu ilişki sadece, Türkiye’nin İngiltere ve Almanya’yla yaptığı
krom ticareti düzeyinde kalacak kadar gerilemişti. Eğer Churchill Alman
ordularının dikkatini Doğu Cephesinden çekmek ve doğu Akdeniz’de bir müttefik
aramak için bıkıp usanmadan bir fırsat bulmaya çalışmasaydı, Türkiye’nin,
Müttefikler’in savaş stratejisine bu denli büyük önem vermesi de
olanaksızlaşırdı. Bu nedenle Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nda tarafsız
kalmasına yönelik olarak, en azından iki politika dikkat çekiyordu: biri
Churchill diğeri de, Dışişleri Bakanlığının, Türkiye’den sorumlu olan Güney
Dairesi tarafından yürütülen politikalar. Bu iki politikayı birleştiren şey
ise, Türkiye’ye ilişkin diplomatik ileti çözümlerinin hem Churchill hem de
Güney Dairesi tarafından okunmasıydı.
Güney
Dairesi bünyesinde, George Clutton ve Mussoloni’ye atfen ‘Benito’ lakabı
takılan John Sterndale-Bennett’ın savaş dönemi notları önemseniyordu ama
örneğin, Müsteşar Vekili Orme Sargent (‘Moley’) ve Müsteşar Sir Alexander
Cadogan gibi çok üst düzeydeki diplomatların gözlemleri hükümet içinde,
Türkiye’nin tarafsızlığına farklı açılardan bakılmasına neden oldu. İngiltere’nin
Türkiye politikasının başarısı veya başarısızlığının, kendi siyasi kariyerine
yansıyacak olan etkilerine büyük önem verdiği her halinden belli olan Dışişleri
Bakanı Anthony Eden da bunda büyük rol oynamıştı. İngiltere’nin Ankara
Büyükelçisi Sir Hughe Knatchbull-Hugessen, Türkiye’deki olaylar hakkında gayrı
resmi olarak hem Sargent’a hem de Cadogan’a bilgi aktarıyordu. John
Stemdale-Hugessen ve ondan daha güçlü ve yetenekli meslektaşı Knox Helm,
Ankara’daki büyükelçilikte görevlendirildiler. Böylece, Ankara-Londra
koordinasyonu garanti altına alınacaktı. Bu ilişki, dönemin FO 371 (genel
yazışmalar) ve FO 195 (elçilik ve konsolosluk yazışmaları) kod numaralı
dosyalarının incelenmesiyle kolayca anlaşılabilir. Gerçi bu kitap hazırlanırken
daha çok, İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından Churchill’e getirilen
dosyalar (DIR/C) üzerinde durulmuştur ama bu ve diğer Dışişleri Bakanlığı
dosyalarından da ciddi biçimde yararlanılmıştır. PREM3 ve 4 (Başbakanlık)
dosyalarında, Churchill tarafından meslektaşlarına ve Roosevelt’e yazıları
ancak gönderilmeyen mektupların taslakları bulunmaktadır. Savaş Bakanlığı,
Amirallik ve Havacılık Bakanlığı’na ait bazı dosyalarda, kripto diplomasisine
yapılan ve bu dosyaları ‘ayıklamakla’ görevli kişilerin gözden kaçırdıkları bazı
göndermeler mevcuttur.
Böylece,
İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından Churchill’e getirilen dosyaların
herkesin kullanımına açılması sayesinde, Churchill tarihçileri için de yeni bir
tema oluşmuştur. Bu konudaki kanıtların tümü, konu her ne kadar Dışişleri
Bakanlığı bünyesindeki Güney Dairesi’nin sorumluluk alanına girse de,
Churchill’in Türkiye elini tek başına oynama konusundaki heyecanını ortaya
koymakta ve onun, doğrudan Türkiye’ye yönelik olarak geliştirdiği kişisel
politikasını sergilemektedir. Kitapta ayrıca aşağıdaki konular üzerinde de
durulmaktadır:
- Dışişleri Bakanlığı açısından,
diğer bilgi kaynaklarından ayrı olarak, diplomatik çözümlerin önemi.
- Resmi görevlilerin bunlara ne
ölçüde önem verip nasıl kullandıkları.
- Bu soruların sonucunda
yaptıkları önerilerin, savaş süresince İngiltere’nin doğu Akdeniz’deki
politikasının çerçevesini belirleyen kişiler tarafından nasıl algılandığı,
benimsendiği veya reddedildiği.
Churchill’in
İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında gizli iletileri, istihbarat
amacıyla kullanmasına yönelik bu çalışma birçok başka açıdan da araştırma
başlangıcı olmaktadır. Tarafsızların rolü bugüne kadar tarihçilerin dikkatini
çok fazla çekmemiştir. Türkiye’nin savaş boyunca İtalya, Almanya, İngiltere ve
özellikle de Sovyetler Birliği’ne yönelik olarak uyguladığı, dikkati çekecek
derecede esnek ve ustalık kokan diplomasi incelendiği zaman, son derece önemli
ve anlamlı birkaç konu ortaya çıkmaktadır. Bu konulardan biri, Almanya ve
İngiltere’nin Balkanlara yönelik farklı stratejileridir-birincisinde, Yıldırım
Savaşı’nı (Blitzkrieg) 1940-4 l’de Mısır ve İran’a da taşımak amacıyla,
Türkiye’nin Bulgaristan üzerinden işgal edilmesi düşünülürken İkincisi, 1943’te
Balkanlarda, Türkiye üzerinden ve doğu Akdeniz boyunca ikinci bir cephe açarak
Alman birliklerinin dikkatini Doğu Cephesinden çekmek ve böylece Müttefiklerin
Fransa’ya asker çıkarmalarını hızlandırmak esasına dayanıyordu. Bir diğeri ise
Churchill’in, Müttefiklerin doğu Akdeniz’deki savaş planlarında hep öne çıkan
görüşleriydi. O ne bir kuvvet komutanı ne de Roosevelt ve Stalin gibi bir
devlet başkanı olmadığı için, stratejik ihtiraslarını sadece, Amerikalıların,
Rusların ve kendi Savaş Kabinesi ile kuvvet komutanlarının da dahil olduğu,
hantal bir program aracılığı ile gerçekleştirebilirdi. Bütün bu engellere
karşın Churchill, 1941’den sonrası için kendince en iyi yol olarak gördüğü
şeyleri kabul ettirmek amacıyla, hem müttefikleri hem de meslektaşları ile
mücadele etti ve Türkiye’nin de savaşa girmesi konusu gündeminden hiç çıkmadı.
Görüşlerinin
neden böyle olduğu ise bu çalışmanın üçüncü konusuna, yani yaşamı boyunca gizli
iletilere duyduğu ilgiye ve bunları istihbarat kaynağı olarak kullanmasına
eğilmemize yol açmıştır. Churchill hem deniz kuvvetleriyle bağlantılı
iletilerin hem de diplomatik iletilerin çözümlerini her zaman okumuştur. Daha
önce de belirttiğimiz gibi, henüz Deniz Kuvvetleri Bakanı olduğu 1915'te, deniz
kuvvetlerinin efsanevi deşifre bölümü olan 40 Numaralı Oda’nın kuruluş
çalışmalarını başlatan o olmuştu. Bu bölümde en uzun süreyle hizmet veren bir
üyenin acı bir eleştiri niteliğindeki sözleriyle, ‘hiç kuşku yok ki, onun
talimatlarının yerine getirilmesi sayesinde bu gizlilik uzun süre devam etti
ama elde edilen iletilerin değeri de yine aynı nedenle sıfıra indi’, çünkü
bu iletiler sadece belli kişilerin bilgisine sunuluyor ve bunlardan söz
edilmesine de kısıtlamalar getiriliyordu. Bu tümce, bir yandan elde edilen
çözümlerin gizlilikleri korunurken bir yandan da bunların nasıl kullanılacağı
sorunundan kaynaklanan ikilemi de net bir şekilde ortaya koymaktadır: ya
yeterli güvenlik olmayacak ve bu iletiler bir daha elde edilemeyecek, ya da çok
fazla güvenlik önlemi alınması yüzünden hiçbiri kullanılamayacaktır. Churchill,
İkinci Dünya Savaşının yaklaştığı yıllarda, hükümette yer alan bir dostundan
(Desmond Morton) aldığı diplomatik ileti çözümlerini okuyordu. Özet, yorum veya
açıklamaları değil ama gerçek ve güvenilir çözümleri incelemeyi her zaman için,
politika belirlenmesinde kullanılan zorunlu bir araç olarak gördü ve bunların
önemini 1922’de Lord Curzon’a açıkladı. Bu gerçek artık herkes tarafından
bilindiği halde 1941-1945 yılları arasında neler okuduğu daha yeni ortaya
çıktığı için tarihçiler bunları inceleme fırsatını henüz bulamamışlardır. Gerek
Mihver Devletlerinin askeri iletişim trafiği (Enigma) gerekse diplomatik
(orta-dereceli) trafikte yer alan bu iletilerin çoğu hakkındaki yazılı
yorumları ve gözlemleri daha ilk kez İncelenmektedir. Bunlar savaş boyunca
süregelen hareketleri, hem de düşmanlarının ve tarafsızların ağzından her gün
incelediğinin göstergesidir.
Türkiye’nin
tarafsızlığı sürdükçe bu durum doğal olarak. Savunma Bakanlığının değil Güney
Dairesi'nin sorumluluğu olarak kabul ediliyordu. Savaş dönemi Türkiyesi
hakkındaki Dışişleri Bakanlığı dosyalarının yanı sıra, İngiliz Gizli Senâs
Başkanı tarafından Churchill'e getirilen yeni dosyaların da (DIR/C’ler)
okunması sayesinde, hem Ortadoğu Genel Karargâhına ve hem de Dışişleri Bakanı
ve Savaş Kabinesinin diğer üyelerinin karşıt görüşlerine rağmen, Türkiye elini
tek başına oynamak’ isteyen ve 1943’ün başlarında bunu yapmaya soyunan
Churchill’e karşı, Türkiye’ye ilişkin görüşlerini büyük bir kıskançlıkla
koruyan Güney Dairesi görevlilerinin davranışlarındaki belirgin farklılıkları
görmek mümkün oluyordu. Böylece Churchill ve Dışişleri Bakanlığı arasında,
savaş dönemi Türk- İngiliz ilişkilerine yönelik gelişmeler de görülebilirdi.
Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye’ye yönelik savaş öncesi politikasının organik
gelişmeleri olan bu ilişkiler. D.C. Watt tarafından, How War Came (Savaş Nasıl
Geldi) adlı kitabında büyük bir ustalıkla ortaya konmuştur.
Belli
nedenlere dayanan bu ilişkiler, İngiltere’nin 20. yüzyıl tarihinde görülen iki
ayrı anlayışın katkıları olmaksızın asla gelişemezdi. İngiliz kriptografisinin
1915’te başlayıp. 1920’lerve 1930’lardaki Rus, Türk ve İtalyan krizlerine kadar
devam eden gelişimi, ikinci bölümde anlatılmaktadır. Bunu, 1915’teki Çanakkale
Boğazı krizi ve 1922’deki Çanakkale krizinden Eylül 1939’a kadar Türk-İngiliz
ilişkilerinde görülen gelişmeler izlemektedir. Köprü niteliğinde olan üçüncü
bölümde Churchill, savaş dönemindeki telsiz istihbaratı ve DIR/C’lerin de
devreye girdiği 1941 yılı sonuna kadar Akdeniz’deki savaşın gelişim öyküsünü
bulacaksınız. Bundan sonra, Churchill’in sürpriz bir şekilde Türk liderleri
Adana’da ziyaret ettiği Ocak 1943’e ve hatta 1944 un başlarına kadar geçen
dönemdeki Türkiye’ye ilişkin dosyalar, savaşın değişen doğasının ışığı altında
incelenmiştir.
Aynı
yılın Adana Görüşmesinden sonraki dönemlerinde, biri adeta bir felaket
diğeri ise çok komik, iki belirgin olay yaşanmıştır. Felaket niteliğindeki
olay, İngiliz kuvvetlerinin Ekim 1943'te, daha iyi subaylara sahip olan
Almanlar’a karşı Oniki Ada'da aldıkları büyük yenilgi sonrasında, İngiltere’nin
bölgedeki güvenilirliğini yitirmesiydi. Diğeri ise, Ankara’daki İngiliz büyükelçisinin evinde
bulunan Dışişleri Bakanlığı’na ait çok önemli belgelerin, evde çalışan ve
Almanya’nın o dönemdeki Ankara Büyükelçisi Fritz Von Papen tarafından ‘Cicero’
kod adı verilen Elyesa Bazna adlı Arnavut uşak tarafından çalınmasıydı.
Bu belgelerin çoğu Churehill'in okuduklarıyla aynı olduğu ve ele geçirilen
Alman belgelerinden, Berlin’deki Hitler, Goebbels ve Jodl’ın da bunlara büyük
bir ilgi gösterdikleri anlaşıldığı için sekizinci bölümde, Burgess ve Maclean’a
kadar diplomatların, Dışişleri Bakanlığı’nda görülen en büyük güvenlik ihmali
olarak kabul ettikleri bu olaya yeni bir açıdan bakılmasının zorunlu olduğu
vurgulanmaya çalışılmaktadır. Bu bölüm bugün, yani aradan elli yıl geçtikten
sonra, İngiliz şifre güvenliği, Churehill’in deşifre edilen iletileri kullanışı
ve savaşın 1943-44 dönemindeki durumu hakkında öğrendiklerimizin ışığında
yazılmıştır.
Oniki
Ada yenilgisi ve ‘Cicero’ olayı, Churehill’in gizli istihbarat iletilerini
kullanmasına ve Dışişleri Bakanlığı’nın, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki
Türkiye politikasına ilişkin bu çalışmanın sonu olmuştur. Türkiye’nin
Müttefiklere katılması için aradan bir yıl daha geçecek ve bu yıl boyunca yoğun
bir diplomatik faaliyet görülecekti ama elde edilecek sonuç hakkında artık
hiçbir kuşku kalmadığı için, Churehill’in ilgisi bundan sonra batı Avrupa’ya ve
Haziran 1944’te Normandiya’nın işgalini sağlayacak olan “Overlord’ Harekâtı’na
odaklanacaktı. Kitabın son bölümünde ise ortaya attığım tezin temel dürtüsü
geliştirilmektedir-yeni dosyaların gün ışığına çıkması, Churchill ve savaş
sırasındaki çalışmaları arasındaki yeni bağlantıları ortaya koyması açısından
herkes tarafından büyük bir ilgiyle karşılansa bile bu durum, İkinci Dünya
Savaşı’nın tarihini önemli ölçüde değiştirmemektedir.
Savaş
dönemi Türkiyesi hem bazı büyükelçilerin (Rene Massigli, Hughe
Knatchbull-Hugessen. Fritz von Papen), hem de bazı casusların (Elyesa Bazna,
Ludwig Moyzisch, Nicholas Elliot, Walter Schellenberg) daha sonra yazdıkları
anı kitaplarına da konu olmuştur. İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından
Churchill’e getirilen dosyaların açıklanması, hiç kuşku yok ki en dikkate değer
kaynak olmuştur ama bu durum, halen kitaplarda yazan şeylere herhangi bir
ekleme yapılmasını veya yazılanların değiştirilmesini gerektirmekte midir?
Aslında daha önce de çok şey biliniyordu: Churchill
bunları o zamanlar da biliyordu çünkü Türkiye’yle ilgili diplomatik çözüm
dosyalarını hemen hemen her gün okuyordu. Bunları
Türk Cumhurbaşkanı İnönü de biliyordu çünkü Churehill’in okuduğu belgelerin
çoğunu, yani Türk büyükelçilerinin Ankara’daki Dışişleri Bakanlığına
gönderdikleri ve Türk dış politikasının şekillendirilmesinde çok önemli bir rol
oynayan raporları o da okuyordu. Whitehall biliyordu. Hitler ve Goebbels de
biliyorlardı. Türkiye’ye ilişkin diplomatik çözümler tarihsel kayıtları
doğruluyor ama anlatılanlar zaten yerine ulaştığı için çok az sayıda sürpriz
içeriyorlardı. Savaş döneminde diplomatik iletilerden alınan bilgiler
Whitehall. Berlin ve Ankara’da dış politikaların belirlenmesiyle ilintili
oldukları için, bunların çözülmüş olmaları önemlerini azaltmıyor belki ama bu
durum, kayıtların uyarlanmasının gerekliliğine ilişkin soruya, ikna edici
nitelikte olumsuz bir yanıt verilmesini sağlayabilir.
İngilizler’in
Türkler’e ait diplomatik telgrafları nasıl elde ettikleri ise, bu kitapta
yanıtlanmaya çalışılan sorulardan biridir. İngilizler’in savaş döneminde
Bletchley’de, telsiz ve telgraf iletilerini nasıl deşifre ettikleri konusunda
birçok eser yazılmıştır ve bunların içinde en önemlisi de Hinsley tarafından
kaleme alınan British Intelligence in the Second World War (İkinci Dünya
Savaşında İngiliz İstihbaratı) adlı kitaptır. Profesör Hinsley (ve birlikte
çalıştığı yazar arkadaşları), bu kitabın yazılışı sırasında sadece dosyaların
tümüne erişmekle kalmamıştı. O, aynı zamanda 1941-1944 yılları arasında,
Bletchley Park’ın önde gelen yöneticilerinden de biriydi ve burada çalıştığı
dönemde, günün herhangi bir saatinde, dünyanın her tarafına yayılmış olan çözüm
istasyonlarından Bletchley Park’a gelen ham durumdaki iletilerin, bir sürü
işlemden geçmiş olmalarına karşın yine de güvenilir nitelikteki, kullanışlı,
duruma uygun, ve güncel raporlar haline getirilmesi amacıyla yürütülen karmaşık
prosedürleri başlatan, geliştiren, niteliklerini arttıran ve operasyonu yöneten
kişiydi. O yıllarda Bletchley Park’ta çalışan görevlilerden, aralarında Gordon
Welchman, Peter Calcocoressi ve Ralph Bennett’in de bulunduğu bazı kişiler de
İkinci Dünya Savaşı’ndaki ileti çözümleri hakkında kitaplar yazdılar ama
Hinsley hariç hiçbirinin, bu kitabın konusunu oluşturan diplomatik belgelere
erişmeleri mümkün değildi.
Churchill’in
araştırmacılarına, kendi yazdığı İkinci Dünya Savaşı tarihinin aslında tarih
değil, kendi davası olduğunu söyleyişi çok ünlüdür. Daha sonra da göreceğiniz gibi resmi tarihçiler,
özellikle 1943’teki Adana Görüşmesi ve Oniki Ada saldırısı konularında onu
izlemişlerdir ama bunun nedeni, daha onlar kendi görevlerini tamamlayamadan
Churchill'in kendi ‘tezini’ hazırlamış olması değil, dosyalarda zaten
bildikleri şeylerden daha fazlasını bulamayışlarındandır. Oysa Churchill’in
kendi kayıtlarından alınan bilgilere göre o zamanlar mevcut olan en iyi bilgi
kaynakları da bu dosyalardı. Oniki Ada olayı gerçekten de çok aydınlatıcıdır,
çünkü bu olaydan hemen sonra Churchill adamlarına talimat vererek, konuyla
ilgili tüm telgrafların ve kendisi tarafından yazılan notların, ‘kendi tezini’
yayına hazır hale getirebilmek amacıyla toplanmasını istemiştir. Bu görev gerektiği
gibi yapılmış olup hepsi, Devlet Arşivi’ndeki PREM 3/3/3’de mevcuttur. Üstelik
toplanmasını istediği not ve telgraflar.
sekiz
yıl sonra yayınladığı savaş tarihi dizisinin (Closing the Ring, ‘Halkayı
Kapatmak’, Cassell Yayınevi, Londra.) 5. cildindeki ‘Ada Ganimetleri Kayboldu’
başlıklı bölümünün de temelini teşkil etmiştir. Bunlar 1976’da da, Kraus
Thompson tarafından yazılan, Principal War Telegrams and Memoranda (En Önemli
Savaş Telgraftan ve Notları) adlı dizinin 2. cildini oluşturmuştur. Bu denli önemli
ve birleşik bir operasyonun, operasyonda yer alan en önemli kişi tarafından ve
kendi yaptıklarının, hem de hiçbir yoruma gerek kalmaksızın, tarihsel kayıt
olacak şekilde aktarılması, son derece nadir görülen bir durumdur. Üstelik
bilimsel araştırmacılar tarafından son yıllarda işaret edildiği gibi, daha
sonra ortaya çıkan değişiklik yanlısı tarihçiler de, İkinci Dünya Savaşı
sırasında yaşananlar hakkında Churchill tarafından aktarılanları büyük ölçüde
değiştirmemişlerdir. Churchill’in 1943’teki savaş çalışmalarının önemini kesin
olarak belirleyecek nitelikte olan, ancak bugüne kadar ortaya çıkmayan
belgeler, bu diplomatik çözümlerde bulunacaktır. Bu belgeler her ne kadar
Churchill’in doğu Akdeniz politikasını belirlerken niyetinin ne olduğuna ciddi
biçimde ışık tutsalar da (ki bu kitabın amacı da bunu ortaya koymaktır), tarih
yeniden yazılması gerekse bile, yapılacak değişiklikler o kadar fazla değildir.
Bu çözümleri, Churchill’in onları kullanışı, direktifleri ve tuttuğu notlar
-sonra da kendi yazdığı tarih ve bunların, hem resmi hem de değişiklik yanlısı
tarihçiler tarafından israfa varan ölçüde kullanılmaları- üzerinden giderek
izlemek, diplomatik çözümlerin tarihi kayıtlara nasıl girdiklerini, bir an için
de olsa, nihayet görebilmek demektir.
Bu
kitabın hazırlanmasındaki yardım ve rehberlikleri için, London University
College’dan Profesör Kathleen Burk ve Profesör David French ile, beni
cesaretlendirip bilgi sağladıkları için Profesör Christopher Andrew ve Profesör
Peter Hennesy’ye teşekkür ederim. Ayrıca Rupert Allason, Dr. Rosa Beddington,
Dr. Selim Deringil, Ralph Erskine, Profesör John Ferris, Margaret Finch, Tony
Fulker, Randal Grey, David Irving, Profesör Sir Harry Hinsley, Rachel
Maxwell-Hyslop, Dr. Joe Maiolo, Simona Middleton, Sir Patrick Reilly ve Sutton
Yayıncılık editörlerine de teşekkür borçluyum. Bu arada Kew’deki Devlet Arşivi
çalışanlarına, Cambridge Churchill Kolej indeki Churchill Arşivleri
personeline, ve Ottawa’daki Kanada Ulusal Arşivlerindeki görevlilere özel
olarak teşekkür ederim. lan Jacob ve Denniston’ın raporlarından yapılan
alıntılar, Churchill Kolejindeki arşiv görevlisinin, büyük bir nezaketle
verdiği izin üzerine yayınlanmıştır. İkinci bölümde anlatılanlar daha önce,
Temmuz 1995’te Intelligence and National Security dergisinde yer almıştır.
Devlet Arşivi belgelerinden yapılan tüm almtıların telif hakları Crown
Copyright’a ait olup hepsi, Devlet Arşivi’nin izniyle yayınlanmışlardır.
Robin Denniston
1915 ve 1916'da,
Çanakkale Boğazı ile Mezopotamya’daki harekâtları anımsayanlar, o zamanlar bize
karşı olan Türkler’in, artık bizim yanımızda olmalarından mutluluk
duyacaklardır. Bu değişimin sebebi nedir? Çünkü Almanlar’ın hırsızlığa yöneldikleri yıllarda, Türkler
de dürüstlüğe yönelmişlerdir.
R.G. Collingvvood,
The New Leviathan, s.374
The New Leviathan, s.374
Bu
bölümde Türkiye’nin 1941'de Churchill için neden çok önemli olduğu sorusuna
yanıt aranmaktadır. Bu yanıtı ararken, 1914-1943 döneminde, uluslararası
düzeydeki Türk-İngiliz ilişkileri üzerinde durulmakta, Churchill’in Birinci
Dünya Savaşında Türkiye’nin tarafsızlığı konusundaki başarısız girişimi ile,
İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye elini oynayışı arasındaki bağlantı
irdelenmekte; Türk dış politikasına yönelik görüşleri ve bu konuda yaptığı
istihbaratı savaş politikasıyla ilişkilendirilmekte, Türkiye’yi, aktif ve
istemleri olan bir müttefik olarak elde tutmanın sağlayacağı avantajlar dengesi
göz önüne alınmakta ve sonra da, yeni ortaya çıkan diplomatik çözümlerin
ışığında, 1940-1943 yılları arasındaki Türk-İngiliz ilişkileri özetlenmektedir.
Bunu
izleyen sayfalarda ayrıca, Atatürk’ün yönetimi ele alışından sonraki dönemde,
Türk ekonomisi, coğrafyası ve tarihinin, dünya olaylarıyla ilgisi açısından
sahip oldukları öneme de değinilmektedir. Atatürk’ten sonra Türkiye’yi
yönetenler, İngiltere’yle (ve büyük olasılıkla Almanya'yla da) bir istihbarat
kaynağını, yani Avrupa’daki başkentlerin çoğundan, Türkler’e yol gösterip
rehberlik etmek amacıyla Ankara’ya gönderilen, ancak aynı zamanda Londra'daki
Dışişleri Bakanlığı tarafından da çözümlenerek kullanılan büyükelçi raporlarını
ortaklaşa kullanıyorlardı. Churchill’in gizli gönderimleri istihbarat amacıyla
kullanmaya olan ilgisi daha sonra, özellikle de
Türkiye
ilgili konularda hep devam etti. Kafasının sürekli Türklerle meşgul oluşunun
kökleri, Birinci Dünya Savaşı’na kadar uzanıyordu ve tutku derecesine varan bu
saplantısı sonunda. Ocak 1943’te Türk toprakları üzerinde Türk liderliğini
aramaya yönelik tek taraflı karan vermesine neden oldu.
‘Neden
Türkiye?' sorusunu yanıtlamak için öncelikle 1914-15’teki Türk-İngiliz
ilişkilerine bir göz atmak gerekiyor. Bu özellikle de, İngiltere'nin Çanakkale
Boğazı’nda Türkler’e karşı yürüttüğü kısmen, 1914’te Deniz Kuvvetleri Bakanı
olan Churchill tarafından yönlendirilen savaş stratejisiyle, 1942-43
yıllarında, daha zeki olmasa bile daha yaşlı olan Churchill tarafından Türkiye
üzerinden Balkanlar’a karşı yapılması düşünülen saldın arasındaki dikkate değer
paralelliklerin anlaşılabilmesi için zorunludur.
Almanların
Fransa’yı yok etmeye yönelik düşüncelerinin. Ağustos 1914’teki Mame Savaşı
‘mucizesi’nden sonra iflas etmesinin ardından Reich’ın tüm dikkati, o zamanlar
henüz tarafsızlığını korumakta olan Türkiye’ye yöneldi. Rus ordularının Alman
Doğu Cephesinden çekilmesine neden olabilecek bir Türk tehdidi, Ruslar’ın
Çanakkale Boğazı üzerinden yaptıkları ticareti durdurabilir, Bulgarlar’ın
devreye girmelerini hızlandırabilir ve İngilizler’in Süveyş’teki haberleşme ağı
için bir tehdit oluşturabilirdi. Almanya açısından bakıldığında, bu dönem ile
İkinci Dünya Savaşı arasında kurulabilecek paralel çok açıktı ve 1914’te von
Falkenhayn, 1943’te de Jodl, Süveyş’e yönelik bir tehdidin, batıdaki İngiliz
güçlerini zayıflatacağı görüşünü ısrarlı bir şekilde savundular.
Bu
arada Winston Churchill de Whitehall’de hükümeti, Türkiye’ye saldırmaları
konusunda ikna etmeye çalışıyordu. Churchill’e göre önce kara kuvvetleri
tarafından yoğun bir saldın başlatılacak ve bu saldın, o zamanlar gerçekten çok
güçlü olan Kraliyet Donanması tarafından desteklenecekti, ancak bu düşünce
zamanla yerini, sadece deniz kuvvetlerinin gerçekleştireceği bir harekât
düşüncesine bıraktı. Topyekun savaşın başlatılması konusunda, kültürel açıdan
hazırlıksız olan general ve amiraller, bu düşünceye net bir destek sağlamaktan
kaçındılar. 30 Ekim’de Almanlar, Türk Donanması’nı, Rusya’nın Karadeniz Filosu
nu top ateşine tutması için kışkırtmayı başardılar ve bu da Churchill’e,
Akdeniz’de harekete geçmek için arayıp da bulamadığı fırsatı verdi. Tek taraflı
ve anayasaya aykırı bir şekilde Kraliyet Donanması'na, Çanakkale Boğazı
çervesinde mevzilenmiş olan Türkler’i bombalama emrini verdi. Gerçi cephaneleri
oldukça sınırlıydı ama bu durum Türkler’i, savunmalarını güçlendirmeye mecbur
etti.
Churchill’in
Çanakkale Boğazına karşı başlattığı saldırı, burada elde edilecek bir başarının
İngiltere’ye, İstanbul’a her türlü koşulu dikte etme olanağını tanıyacağı
varsayımına dayanıyordu. Ancak bu girişimin (tıpkı 1943’teki Oniki Ada
saldırısında da bildiği gibi), hem maliyetli hem de riskli olacağının
bilincindeydi. 1914’te, bu planı için yeterli desteği bulamadı: herkes,
Türkiye’ye karşı girişilecek bir saldırının, sadece Rusya üzerindeki baskıları
azaltacağı ve oyunun, Almanların istediği gibi oynanacağı inanandaydı. Yine de
aradığı desteği, Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral ‘Jacky’ Fisher'dan bulduğu
söylenebilirdi. Amiral Fisher 3 Ocak 1915’te şöyle yazıyordu: Türkiye’ye karşı
yapılan saldırı devam etmektedir, ve İngiliz birlikleri daha sonra, güçlü bir
şekilde bu saldırıyı karadan da devam ettirebilirler.’ O sıralar bu olanaksızdı
ancak Churchill, Fisher’ın görüşlerine karşın 1917’de, Çanakkale Boğazı
Komisyonuna ısrarla, sadece deniz kuvvetleri tarafından yapılan bir harekâtın
başarısızlığa uğramaya mahkum olacağını söylüyordu.
Whitehall’deki
yöneticilerin şaşkınlıkları ve bakanın, Türkiye kartını tek başına oynamaktaki
kararlılığı, İngiltere için bir felaketle sonuçlandı. Bu durum, daha sonraki
yirmi yıl boyunca herkes tarafından, Churchill'in neden olduğu kara bir leke
olarak anımsandı.1 İngiltere'deki yönetim yapısı, İkinci Dünya Savaşı’nın
patlamasıyla birlikte yine şaşkınlık içine sürüklenmişti, ancak Haziran 1940’a
gelindiğinde Churchill artık tartışmasız bir şekilde liderdi ve sadece bazı
tavsiyelerde bulunmakla yetinmeyeceği de açıktı. Oldukça zor bir dönem olan
1940-41 yıllarında, Türkiye’ye ilişkin benzer bir durum ortaya çıktı ama o güne
gelene kadar Türk-İngiliz diplomatik ilişkileri daha iyiye doğru gitmeye
başlamıştı bile. Bunun nedenini görebilmek için Türkiye’ye, Avrupa koşulları
çerçevesinde bakmak gerekir.
Rusların
1874’teki başarılı Erzurum kuşatmasından beş yıl sonra, yani 1879’da Osmanlı
İmparatorluğu parçalandı. Daha önceleri batıda Adriyatik Denizine, ve
kuzey-batıda da Tuna havzasına kadar uzanan imparatorluk, zaten 1690’dan beri
bir gerileme dönemine girmişti. 1878’e gelindiğinde, Osmanlı sınırları içinde
yeni ulus devletler oluşmaya başlamıştı; Bulgaristan, Rusya’daki Slavlar
tarafından desteklenen bir ayaklanma sonucunda Türk boyunduruğundan kurtulmuş
ve o günden sonra da Rusya’ya, ırk ve din açısından olduğu kadar, minnettarlık
duygularıyla da bağlanmıştı. Birinci Dünya Savaşı, Çanakkale Boğazında
İngilizler’e karşı elde ettikleri zafere karşın Osmanlı İmparatorluğu
sonrasında dünya gerçekleriyle yüz yüze gelmeyi bir türlü kabul edemeyen
Ankara’daki yöneticiler açısından büyük bir felaket olmuştu.
Versailles
Antlaşması sonucunda Türkiye’nin Avrupa’da hiç toprağı kalmamıştı ve başta
Lloyd George olmak üzere tüm batılı liderler, Türkiye’yi Avrupa’dan tamamen
atmaya kararlıydılar. Uluslararası topluluk Türkiye’den hoşlanmıyor ve ondan
korkuyordu. Türkiye’nin sevilmeyişi kısmen, kökleri çok derinde olan,
Müslümanlık karşıtı önyargıdan kaynaklanıyordu. Bu önyargı ise kısmen, büyük
batılı güçlerin kançılaryalarında, Hıristiyanlık önyargılarının daima üstün
olmasının doğal bir sonucu olarak açıklanıyordu. Osmanlı İmparatorluğundan,
zulüm ve yaygın toplumsal çürümeyi miras olarak alan Türkiye, Avrupa'nın hasta
adamı ve bir anlamda adeta parya olarak görülüyordu. Duyulan korku ise
Türkiye’nin silahlar konusundaki, Birinci Dünya Savaşı'nın mağlupları arasında
olduğu için zayıflayan ancak tamamen ortadan kalkmayan güçlü geleneğinden
kaynaklanıyordu.
Atatürk’ün
yükselişi, Versailles Antlaşması’nın mimarlarına, 1922’de Türkler’in
Çanakkale'de Yunanistan'a karşı elde ettikleri zaferle sembolleşen Osmanlı
emperyalizminin. yeniden doğmaya başladığının ilk sinyallerini vermişti.
İngiliz halkının karşı çıkmasına rağmen sadece İngiltere tarafından desteklenen
Yunanistan, vahşice yürütülen bir etnik temizlik kampanyası ile Türk
topraklarından atılmıştı. Daha sonra da şiddetli bir deprem, Türk liderlerin
sorunlarını birleştirmişti. O günden sonra Atatürk, kısmen Ankara’daki İngiliz
Büyükelçisi Sir Percy Loraine ile arasında oluşan yakın arkadaşlık sonucunda
batının, özellikle de İngiltere’nin dostu olduğunu kanıtlamıştı.
Dünya
tümüyle barışa özlem duyuyordu ve bu yüzden de yeni gelişmeye başlayan Türk
devletiyle iyi ilişkiler kurulması, bütün büyük batılı güçlerin, tabii en çok
da İngiltere'nin Balkanlara yönelik politikalarının temel taşını oluşturmaya
başlamıştı. Buna ek olarak, dönemin Türk dışişleri bakanı olan ve daha sonra
da, İkinci Dünya Savaşı'nda ve sonrasında Türk ulusuna liderlik eden İsmet
İnönü, 1923’teki Lozan Konferansında, korkulacak derecede başarılı bir
tartışmacı olduğunu kanıtlamıştı. Her ne kadar Lord Curzon. Lozan'da büyük
güçleri temsil eden devlet adamları arasındaki en yetenekli taktisyen olarak
görülse bile, Versailles Antlaşmasında ülkesi yararına önemli değişiklikler
yapılmasını sağlayan kişi İnönü olmuştu ki bunların içinde, hiç kuşkusuz en
önemlisi. Batı Trakya'daki bazı toprakların, Türkiye'ye bırakılmasıydı. Böylece
Boğazlar, Türk toprakları arasından geçen çok geniş bir nehir haline geliyordu
ki bu da, Rus ve Bulgar diplomadan ciddi biçimde hayal kırıklığına uğratmıştı.
1922'de
Çanakkale ve 1936’da da Montreux, iki savaş arasındaki dönemde Türk dış
politikasının gelişmesine çok önemli katkıda bulunmuşlardı. İngilizler'in
Türkiye’ye yönelik tutumları, yirmi yıl boyunca Türk-İngiliz ilişkilerini
belirleyen iki unsurdan etkilenmişti. Bunlardan biri, şerefli bir rütbe tenzili
olarak değerlendirilebilecek şekilde, bir süre Batı Cephesinde tabur komutanı
olarak görev yapan Winston Churchill'in yeniden hükümette yer almasıydı.
Diplomatik Türk gönderimlerinin çözümlerinden elde ettiği bilgileri, rüzgârın
hangi yönden estiğini göstermek için meslektaşlarına da ileten Churchill,
1922’de Çanakkale provokasyonunun hararetli bir destekçisiydi. İlkinden
kaynaklanan ikinci unsur ise, 1916’dan 1945’e kadar İngiltere’nin, askeri ve
diplomatik Türk şifrelerine kolayca ve sürekli biçimde erişebilmesiydi. Bu
bilgiler Churchill’i, Türkler’in cephanelerinin azalmasından ve Türk
bankalarının, aracılık yapmak için rüşvet alma isteklerinden nasıl
yararlanabileceği konusunda yönlendiriyordu. Ancak bunca bilgiyi aldıktan
sonra, Çanakkale Boğazı fiyaskosunu önlemesinin mümkün olduğu da açıktı. Aradan
yedi yıl geçtikten sonra, Çanakkale provokasyonunun başarılı olma şansını
ortaya koyan çözümleri okuyacak ve bundan yirmi yıl sonra da, Türkiye’nin
1941-43 yılları arasında tarafsız kalmak için uyguladığı planların her
aşamasında rolü olacaktı. Böylece Churchill, Türkiye ve diplomatik çözümler
arasındaki ilişkiyi, yirmi dokuz yıl boyunca izlemek mümkündür ve bu da, İkinci
Dünya Savaşında Türkiye eli’ni oynamanın, onun için neden bu denli önemli
olduğunun anlaşılmasına yardımcı olmaktadır.
Türkiye’nin
ekonomi ve diplomasi alanlarında gösterdiği bazı gelişmeler. iki savaş arasındaki
yıllarda bir köprü görevi görmüşlerdir. Yaşadığı krizler ve birbiri ardına
gelen konferanslar nedeniyle modem Türkiye, varlığını sürdürme yeteneği
bulunmayan, diğer Ortadoğu ülkelerinin sahip oldukları altyapı ve kaynaklara
sahip olmayan, Portekiz’deki sisteme benzer bir şekilde merkezi bir tek parti
sistemini benimseyen ve bunun sıkıntılarını çeken ama çok yavaş olsa bile,
belli bir süre sonra bir tür sosyal demokrasiye geçmeyi hedeflediği halde,
ülkeyi yönetenlerin bu geçişi genellikle mantıklı nedenlerle sürekli olarak
erteledikleri bir devlet olarak doğma noktasına gelmişti.
Türkiye’nin,
Akdeniz’in doğu ucunda ve Karadeniz'in güneyinde bulunmasından kaynaklanan
stratejik konumu, Whitehall tarafından sürekli olarak göz altında tutulmasına
neden oluyordu ancak gerçek şuydu ki ülke, coğrafi olarak değil ama etnik ve
kültürel açıdan birbirinden son derece farklı özellikler taşıyan iki ayrı kutba
ayrılmıştı. Türkler’in Ermeni, Azeri, Kürt ve Yunan azınlıklara karşı
uyguladığı ayrımcılık, birçok Türk’ün. Balkanlardaki komşularına oranla
Kafkaslar ve Hazar Denizi kıyılarında yaşayan insanlarla daha fazla ortak
noktaları bulunduğu gerçeğini gözlerden saklamıştı. Büyük Anadolu
yarımadasının, kıyaslamalı olarak az gelişmiş olduğu söylenebilirdi: bu bölgede
okul, yol ve yaşamı konforlu hale getiren diğer unsurlar neredeyse yok denecek
kadar azdı. Ekonomi çok hassas, okuma-yazma bilmeyenlerin oranı çok yüksek ve
toplanan vergilerden sağlanan gelir de, sadece büyük bir orduyu değil, buna ek
olarak 1939 yılına kadar da, acil bir durum halinde silahaltına alınacak olan
yedekleri beslemeye yetmeyecek kadar azdı. Dış ticaretin kredi, takas ya da
devlet müdahalesi olmaksızın gerçekleşmesi çok zordu. Türkiye,
Başbakan Saraçoğlu'nun Temmuz 1941’de Büyük Millet Meclisi’nde de söylediği
gibi, o güne kadar üretici konumunda olan bir milyon çiftçinin, yedek asker
olmaları nedeniyle tüketici haline getirildikleri bir üçüncü dünya ülkesi
olmuştu. Adeta bütün
bunların bir sonucuymuş gibi lanse edilen varlık vergisi, özellikle de ülkenin
batısında yaşayan ve Müslüman olmayan azınlıklar arasında büyük bir paniğe
neden oldu, çünkü bu vergi doğrudan onları hedef alıyordu ve istemeye istemeye
bu ek gelirin %85'ini sağladılar. İyi bir hasat döneminden sonra
köylüler düzenli olarak ek bir gelir elde etmek için yol inşaatlarında
çalışmaya başladılar ve böylece Anadolu zamanla, içten yanmalı motorla tanıştı.
Avrupa
yerine doğu ve güneye, yani Mekke ve Arabistan'a bakan 18 milyonluk nüfusun,
Almanlar, Ruslar veya belki Bulgarlar hariç hiç kimseyle savaşmaya niyeti
yoktu. Sadece Müslümanlar silah taşıyabiliyorlardı ve azınlıkların çoğu,
ayrımcılıktan şikayetçiydi. Hiç kimsenin kurallara karşı gelmeye cesareti
kalmamıştı. Basın, gazete sahibi ya da editörün nasyonal sosyalizme veya demokratik
kapitalizme eğilimli oluşuna bağlı olarak ortaya çıkan çok küçük sapmalar
dışında, tamamen hükümet doğrultusunda yaym yapıyordu. Mussoloni’nin Afrika,
İspanya ve Arnavutluk’a müdahalesi, İtalya’yı Türkiye'nin en önemli sorunu
haline getirene kadar, herkes Rusya’dan korkuyordu.
İnönü,
Türk ordusunun, kendi topraklarında veya Asya’nın her-hangi bir yerinde
savaşacak ve girdiği her savaşı kazanacak ekipmanla donatılmış olduğunu
biliyordu ama yeni silahlar ve Yıldırım Harekâtı’nı sürdürmesini sağlayacak yeni
yöntemlerle donatılmış Wehrmacht'a [Alman Ordusu. Ç.N.] karşı hiçbir şansı
bulunmadığının da farkındaydı. Atatürk'ün
1938’de ölmesinin ardından İnönü cumhurbaşkanı seçilmişti. Tüm dikkatini dış
politikaya yönelten İnönü de Atatürk'ün izinden giderek, Türkiye’nin yeni
sınırlarının dokunulmazlığını korumaya, Boğazlarda zorlukla kazandığı hakları
savunmaya, sadece Türkiye'den mal alan ülkelerden ithalat yapmaya, hepsi eşit
derecede hassas olan komşuları Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan’a yönelik
olarak, büyük bir ihtiyatla ve asla saldırgan olmayan söylemlerde bulunmaya,
Arap dünyasına ve Doğu Avrupa’dan gelen Yahudi göçmenlere kulak asmamaya ve
başta İngiltere olmak üzere büyük güçlerle, her ne kadar onların koşullarını
kabul ederek de olsa, dostluğunu korumaya özen gösteriyordu. Politikasının
temelini büyükelçilerinin, istisnasız hepsi doğrudan doğruya kendisine
getirilen raporları oluşturuyordu.
Sürtüşmelerin
başladığı Eylül 1939’da Türkiye’nin en büyük düşmanı, o tarihten iki ay önce,
Mussoloni'nin neo-emperyalist politikasını daha da kanıtlarcasına Amavutluk’a
ilerleyen ve bu tutumu, daha sonraları göz yumulduğu halde o dönemde Milletler
Cemiyeti tarafından da kınanan İtalya’ydı. Türkler’e göre Mussoloni'nin
ihtirası, hiç kimse tarafından tam olarak anlaşılamamıştı ve Oniki Ada’yı işgal
etmesi, doğu Akdeniz'de çok şiddetli çarpışmaların başlangıcı olarak kabul
edilmeliydi. Ancak İnönü bunun dışındaki her yerde Atatürk’ün, Avrupa’da güç
dengesi kurulmasının teminat altına alınması ilkesini aynen takip etti. Böylece
Almanya’nın, Doğu Avrupa’ya yönelik olan ve Avusturya, Çekoslovakya ve
Polonya’da zaten kendini gösteren ihtirası, her ne kadar Alman diplomatlar.
Hitler’in talimatıyla, hem o dönemde hem de daha sonra Türkiye’ye nezaket ve
ilgiyle yaklaşsalar bile, ciddi bir tehlike olarak büyük önem kazanmış oldu.
Nisan 1939'da, karşılıklı garanti olarak kendini gösteren İngiliz yaklaşımı,
Türkiye’yi hoş tutmak amacıyla birkaç yıldan beri sürdürülen diplomatik
faaliyetlerin doruk noktası olmuştu. Fransız-Türk-İngiliz anlaşmasıyla
sonuçlandırılan formaliteler, Türkiye’nin sınırlarına batıdan herhangi bir
tehdidin gelmeyeceğini garanti altına alıyordu-ancak Dışişleri Bakanlığı
dosyaları, bu anlaşmanın gerçek amacını hemen hemen hiç kimsenin tam olarak
anlamadığını ve özellikle de, savaşa giren ülkelerden birine ait gemilerin,
Boğazlardan geçmeye kalkışması halinde ne olacağı üzerinde hiç düşünülmediğini
göstermektedir. Neyse ki böyle bir deneyim hiç yaşanmamıştır. O güne kadar çok
güçlü olan Fransız etkisi4, Fransızlar’ın, Ortadoğu’daki mission
civilisatrice görevini yerine
getiremeyecek şekilde hareketsiz kalmaları ve mevzilerini değiştirmemeleri
nedeniyle azalmaya başlamış ve Haziran 1940’ta Almanlar’a teslim olmalarıyla da
tamamen ortadan kalkmıştır.
Bu
nedenle İnönü tüm dikkatini ve son derece fazla olan pazarlık gücünü,
Türkiye’nin tarafsızlığını korumaya yönlendirmiştir. Bir yandan Ankara’daki
politikacıların birbirleriyle çelişen endişeleri, bir yandan da tarihi ve
geleneksel anılar, yapılan görüşmeleri çarpıtmaya başlamıştı. Rusya’ya karşı
duyulan korku, 1938'de İspanyanın kuzeyindeki bazı bölgelerin Rus yörüngesine
girmeleri tehdidini gündeme getiren uluslararası Bolşevizm’e karşı yaygın bir
şekilde duyulan korkuyla birleşerek daha da büyümüştü, çünkü Stalin’in, oradaki
subay sınıfına karşı giriştiği temizlik harekâtı, herkes tarafından
bilinmekteydi. Fransa yerinden kımıldayamaz hale gelmiş, İtalya yüzünden Türk
toplumunun her kesimine bir gerginlik hakim olmuş, Almanya ticari
bağımsızlığına karışma çabalarına girişmiş ve İngiltere de verdiği sözleri
tutamaz duruma düşmüştü. Bütün bunlar yetmezmiş gibi Türkiye her an, İran ve
Afganistan'daki istikrarsız rejimler, bu bölgedeki aşiretler ve petrolden ötürü
karmaşıklaşan uluslararası ilişkiler nedeniyle, doğu sınırında da potansiyel
sorunlarla karşı karşıya kalabilirdi. Türkler’in birçoğu, hatta bazen İnönü
bile, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemindeki, daha geniş sınırları ve
etkinlik düzeyinin yeniden tesisi anlamına gelen panturanizme dönüş, ya da bu gerçekleşmese
bile, en cızından eskiden boyundurukları altında bulunan Bulgaristan'la
savaşmak için belli bir özlem duyar hale gelmişlerdi. Boğazlar'ın Türkler
tarafından denetim altında tutulması ise sadece, Karadeniz'de kıyıları olan
diğer güçlerin kesinlikle karşı çıktıkları Montreux Antlaşmasının şartları
sayesinde mümkün olabiliyordu.
Türkiye'nin
1939'da içinde bulunduğu jeopolitik durum böyleydi. Aslında bu, sonunda
başarısız olsa bile, Churchill tarafından sürekli olarak teşvik edilen bir
durumdu. Churchill tarafından Ankara’ya gönderilen ve burada. Mareşal Çakmak'la
yakın bir dostluk kuran Amiral Hovvard Kelly, Türkler’in askeri alandaki
düşüncelerini derhal Churchill’e aktarıyordu. Kelly’nin o günlerde kendi el
yazısıyla tuttuğu günlüğü, halen National Maritime Museum’da (Ulusal Denizcilik
Müzesi) sergilenmektedir. Onun raporlarına göre Türkler, Almanlar’ın
etkinliğine karşı ciddi bir hayranlık duyuyorlardı. Kelly, sürekli olarak,
resmi bir gerekçesi ve görevi olmaksızın stratejik tesislerin bulunduğu yerlerde
dolaşıyor ve yine sürekli olarak bu nedenle tutuklanıyordu. 1940’ta,
Türkiye’nin, kendi çıkarlarını korumak zorunda kalmaması halinde, kesinlikle
savaşa girmeye niyetli olmadığını bildirmişse de Churchill bu görüşünü
umursamamıştı bile. OsmanlI tarihi hakkındaki bilgilerine ve Çanakkale
Boğazında yaşanan serüvenin neden olduğu yaralara karşın, Churchill’in
Türkiye’yi savaşa sokma arzusunun nedeni, jeopolitik gerçekler değil, umut ve
çaresizlik karışımı olan duygularıydı. Fransa’nın 1940’ta düşmesinden sonra,
Avrupa’da başvuracağı hiç kimse kalmamıştı ama bir yıl sonra Rusya'nın, ondan
altı ay sonra da Amerika'nın Müttefikler’e katılmasıyla birlikte, her iki
ülkenin de, Churchill’in Türkiye’ye ilişkin düşüncelerine pek itibar
etmedikleri anlaşılmıştı. Gerçi etkisi o kadar fazlaydı ki, 1944 ortalarına
kadar hem Amerika hem de Rusya, zaman zaman onunla aynı görüşteymiş gibi
davranmışlardı.
Her
iki ülke açısından da en uygun olabilecek bir dönemde gerçekleşecek platonik
bir evlilik önerisinde bulunarak, Türkiye’yi savaşa sokma konusundaki ısrarını
sürdürüyordu. Türkiye'nin, büyük güçlerden herhangi birinin başarısı halinde,
Avrupa’daki güç dengesinin ve kendi bölgesel egemenliğinin tehlikeye düşeceğine
ilişkin korkularını hiç umursamıyordu. 1940’a gelindiğinde Almanya neredeyse
Türkiye’nin kapısına kadar ilerlemişti. 1941’de, içinde bulunduğu kötü durum
nedeniyle işgalci Almanya’ya karşı herkesten yardım istemek durumunda kalan
kuzeydeki Rusya ise, daha az dostluk gösteren bir komşu haline gelmişti. Rusya'nın
daha sonraki dönemlerde elde ettiği başarılar nedeniyle İtalya ve Almanya,
Türkiye’nin en önemli düşmanları olmaktan çıkmışlardı, çünkü savaştan zaferle
çıkan Sovyetler Birliği’nin, Almanya’nın olası yükselişini engellemesinin
ardından, uluslararası arenada Bolşevizm’i yeniden yaygınlaştırmaya
kalkışabileceği kuşkuları ciddi biçimde artmıştı. Türkiye’de ise İngilizler’in,
Akdeniz’deki başarılarının bölgedeki Mihver Devletleri dengesini alt-üst
edebileceğinin anlaşılmasından sonra, bir diğer süper gücün, potansiyel
saldırgan olarak düşünülen İtalya'nın yerini alabileceğine yönelik bir korku
doğmuştu. Böylece Almanya, Rusya, İngiltere, İtalya (ve 1940'ın ortalarına
kadar da Fransa), Türkler’in bağımsızlığına yönelik ciddi birer tehdit
oluşturmuşlardı.
1941’de
Churchill’in yapacağı tek şey, 1939’da kurulan ama Fransa’nın 1940’ta
düşmesiyle birlikte hiçbir anlamı kalmayan, Türk-Fransız-İngiliz karşılıklı
yardım garantisi konusuna eğilmekti. Ama onun elinde, sadece Hitler, Ribbentrop
ve Londra ve Berlin’deki bir avuç Dışişleri Bakanlığı görevlisinin
paylaştıkları başka bir şey vardı: Türkiye’nin diğer ülkelerdeki büyükelçileri
tarafından Ankara’ya gönderilen gizli diplomatik iletilerin çözümlerine
erişebildiği için, Türk dış politikasının oluşumuna yönelik hemen her şeyden
haberi oluyordu. Bu ayrıntılı bilgiler sayesinde, ne zaman platonik evlilik
önerisi üzerine eğilmesi, ne zaman ateşini söndürmesi gerektiğini;
Cumhurbaşkanı İnönü’nün kendisini, hangi koşullar altında, hangi gündemle,
hangi sonuca ulaşabileceği şekilde ve ne zaman kabul edebileceğini; Ankara’ya,
Mihver Devletleri’ne yönelik hangi baskıların uygulandığını ve bunların nasıl
karşılandığını; Türkler’in, 1940 ve 1941’de Almanlar tarafından elde edilen
başarılara ve bunu izleyen dönemdeki Rus başarılarına hangi gözle baktıklarını;
Amerikalılar’ın niyetlerine karşı duydukları kuşkuları, Avrupa’nın
Bolşevikleşmesi’nden duydukları ve İberik Yarımadası’ndaki ülkeler tarafından
da paylaşılan korkuları, ‘acaba İngilizler, verdikleri sözleri tutacak, tutabilecek
ve Almanlar’a karşı yürüttükleri savaştan başarıyla çıkacak ve kendilerini
Bulgarlar’a karşı savunabilmeleri için
Türkler’e,
gelişmiş yeni silahlar verecekler mi’ şeklinde dile getirilen, kendi iyi
niyetine karşı duydukları kuşkuyu gayet iyi biliyordu.
Meslektaşlarından
çok az yardım alıyordu. Dışişleri Bakanı Anthony Eden Türkler’i, Türkler de onu
hiç sevmezlerdi. Harold Macmillan, politik olarak Akdeniz ülkelerinin çoğundan
sorumluydu ama dikkatini özellikle Türkiye üzerinde yoğunlaştırmıştı. Marjinal
olarak daha az iddiacı olan amiraller dışındaki tüm İngiliz generaller çok
iddiacıydılar. Churchill’e
göre Türkiye ile Londra ilgilenmeliydi. Ancak Londra demek Churchill demekti ve
diplomatik çözümler, sadece Churchill’in elindeydi.
Diğer
Müttefiklere gelince, ne Amerika ne de Rusya, onun Türkiye’ye yönelik
heyecanını paylaşmıyordu ama nedenleri çok farklıydı. Amerikalılar’a göre
Türkiye, İngiltere veya imparatorluk topraklarından olabildiğince uzakta, yani
Balkanlarda, ikinci bir cephe açılmasına yönelik, kötü emelli bir planın bir
parçasıydı ve bu bölgeyi, tamamen Avrupa’ya ait bir cadı kazanı olarak
görüyorlardı. Ruslar Kasım 1940’ta, Mihver Devletlerine, dünyanın parçalara
bölünmesi için baskı yapmaya başlamışlardı: Molotov, Türkiye’nin bundan zarar görmesi
pahasına Rusya’nın yayılmasını istiyor ve Moskova ve Berlin'in bu isteklerini,
güç kullanarak empoze etmelerini öneriyordu. Ama aradan bir yıl geçtikten
sonra, kendi canlarının derdine düşen Rusların, Türklerle ilgilenmek için hiç
zamanları kalmamıştı. İngilizler'in, Adana'dan sonra hâlâ neden Türklerle
flörte devam ettiklerini anlayamıyorlardı ve Türkler’in 1943’te Müttefikler’e
katılmasının önemli olduğunu kabul etseler bile, bu projeye ve Türkler’in büyük
bir başarıyla oynadıkları diplomasi oyununu gördükten sonra Türkler’e karşı
kayıtsızlıkları devam ediyordu.
Böylece
Churchill, uygulamak istediği platonik evlilik önerisine eklediği bir şantaj
(eğer kabul etmezseniz sizi başka bir ülke, büyük olasılıkla Rusya ve hatta
belki de Bulgaristan işgal eder, yok eğer kabul ederseniz, en iyi silahları ve
belki de Oniki Ada’yı bile alırsınız) ve elindeki Türk diplomatik çözümleriyle
tek başına kalmıştı. Kozları bu kadar kötüyken onun Türkiye elini, büyük bir
şevk, beceri ve kendisine daha az önem vererek, sevgiyle oynaması gerektiği
düşünülebilirdi. Adana’daki herkes böyle düşünüyordu. Konferans, insanı şaşırtan dostluk ve eğlence gösterileri
arasında gerçekleşti. Ama bir yandan İngilizler verdikleri sözleri tutamıyor,
diğer yandan da Almanları
tahrik etmekten korkan Türkler, kendilerine verilenleri almak ve kullanmak
konusunda isteksiz davranıyorlardı. Bunun üzerine taraflar, ileriye
yönelik bir hamle yapamaz hale geldiler ve bölgedeki karşılıklı diplomatik
çıkarların gözetildiği bir yıllık bir dönem başlamış oldu. Bu durum.
Cumhurbaşkanı İnönü’nün, beklenmedik bir şekilde Alman yanlısı olmakla ün
kazanan Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu’nu görevden alması, Almanya’ya
krom göndermeyi durdurması, Alman deniz kuvvetlerine ait gemilerin Boğazlardan
geçişlerini yasaklaması ve nihayet, savaşın bitmesine bir hafta kala, savaşa
girmesine kadar devam etti. O sırada savaş neredeyse sona ermişti bile.
Türkiye’nin sorumluluktan kaçtığını bilen ve bunu zaman zaman öfkeyle dile
getiren Churchill, her şeye rağmen Türkiye hakkındaki görüşlerinde ısrarcıydı
ve Türkiye’nin, 1945 sonlarında Birleşmiş Milletlere alınması konusunda en
önemli rolü de o oynamıştı.
Churchill
gerçi Türkler’le çok yararlanabileceği bir ittifak kuramamıştı ama bunun nedeni
Türkler’in, savaştan kendileri açısından olumlu bir sonuç çıkmayacağını net bir
şekilde görmeleriydi. Türk liderler, hem onun blöfünü, hem de (belki de daha
dürüst olan) Alman blöfünü büyük bir nezaketle gördüler. Üstelik bununla da
yetinmediler ve 1945’te, Montreux Antlaşması’nın koşullarının gözden
geçirilmesi gerektiğini öne süren Molotov’un blöfünü de gördüler.
Türk
büyükelçiler, ataşeler, diplomatlar ve Dışişleri Bakanlığı görevlileri
cumhurbaşkanlarına savaşın gidişi hakkında, özellikle sistematik bir şekilde
Whitehall ve Wilhelmstrasse'de el koyulan, deşifre edilen ve bıkıp usanmadan
-en çok da daha sonra göreceğimiz gibi Churchill tarafından- okunan diplomatik
raporlarla sürekli olarak bilgi verdiler. Bütün bu Türk görevliler, Türkiye’nin
tarafsızlığını ne pahasına olursa olsun korumak konusunda, dikkate değer
biçimde ve bir örneği daha görülmemiş ölçüde, İnönü’yü destekleyen bir bütün
oluşturmuşlardı. Hiçbiri, kendi ülkelerinin egemenliği tehlikeye düşmediği
sürece, savaşa girmeyi ciddi biçimde düşünmek bile istemiyordu ve Türkiye’nin
egemenliği, hiçbir zaman tehlikeye düşmedi.
Artık
Türkiye’yi, iki savaş arasındaki dönemde Whitehall’e göbek bağıyla bağlayan iki
unsur olduğu anlaşılmıştır. Biri, Çanakkale Boğazı ve Çanakkale’deki Churchill;
diğeri ise, Avrupa'daki başkentlerden Ankara’ya gönderilen ve Türkler’in,
özellikle de İnönü’nün dış politikayı şekillendirirken büyük bir güvenle
kullandığı raporlara, İngilizler’in kolayca erişebilmelerini sağlayan ve
Türkler’in bilgisi dışında İngilizler tarafından çözümlenen gizli
gönderimlerden elde edilen istihbarattı. Churchill, bu şekilde elde edilen
istihbarata daima büyük önem vermişti ve bunları ilk başlarda nasıl kullanıp
değerlendirdiğini birazdan göreceğiz.
Churchill’in,
şifrecilerin sağladıkları belgelere olan aşinalığı, ne başbakan olduğu 1940’ta,
ne de Maj Morton’ın kendisini, elde edilen çözümlerin hükümete ne tür bilgiler
verdiği konusunda bilgilendirdiği barışın, son günlerinde başlamıştı. Bu olay,
Deniz Kuvvetleri Bakanı olduğu ve Eski Bina’daki 40 Numaralı Odanın doğduğu
1915’te başladı. Deniz kuvvetlerine ait gönderimlerin -telsiz iletileri ve
telgraflar- nasıl işlem göreceklerine ilişkin kural ve prosedürleri de kendisi
yazdı. Bunları kendisinin dışında kimlerin görebileceğini, daha da önemlisi kimlerin
görmemesi gerektiğini o belirledi. Başarılı Deniz İstihbarat Başkanları -önce
Sir Alfred Ewing, sonra da Amiral Sir Reginald ‘Blinker Hail- sayesinde 40
Numaralı Oda ile sadece kendisi ilgilendi. Hall’le ilişki kurması o kadar da
kolay olmamıştı çünkü her ikisi de parti disiplinine uymayan birer
politikacıydı. Hükümetten yetki almaksızın, Türkler’in Çanakkale Boğazı’ndan
çekilmesine karşılık ödenecek bedeli belirleyen kişi, Hall'dü. Hall’ün
başlattığı görüşmeler, kafası sadece kendi gündemiyle meşgul olan ve onun
önerilerini önemsemeyen Churchill tarafından, herhangi bir sonuca ulaşamadan
durduruldu. Birinci Dünya Savaşı’nda da gizli gönderim istihbaratını kullanan
Hall, ABD'nin savaşa girmesine neden olan Zimmermann telgrafını ortaya
çıkararak muhteşem bir başarı elde etmişti ve Churchill, onun bu başarısını hem
kıskanmış hem de ona hayranlık duymuş olabilirdi. Üstelik İkinci Dünya
Savaşı’nda buna benzer bir gönderim elde edemediği için. Amerika Birleşik
Devletlerinin Japonya ve Almanya tarafından savaşa girmeye zorlanışından önce,
aylar boyunca büyük bir gerginlik içinde beklemişti.
Yani
diplomatik çözümler veya mavi kapaklar veya 'BJ telgrafları' Churchill tarafından, hükümette yer alsa da
almasa da, otuz yılı aşkın bir zamandır kullanılıyordu. Bunların ne oldukları,
nereden geldikleri, Birinci Dünya Savaşı sırasında, 40 Numaralı Oda'da
çalışanların günlük işleri arasından ayrılarak nasıl ortaya çıktıkları, kimler
tarafından okundukları, okuyan kişilerin onlar hakkında neler düşündükleri ve
gerek o dönemde gerekse daha sonra bunlara ne olduğu incelendiği takdirde,
bunların İkinci Dünya Savaşındaki kullanımları konusu daha da aydınlanacaktır.
Hem
deniz kuvvetlerine ait, hem de diplomatik gönderimler. Birinci Dünya Savaşı
boyunca 40 Numaralı Oda'da deşifre ediliyorlardı. Telgrafların sansür
edilmeleri ve uygun diplomatik trafiğin belirlenmesi temeline dayanan bir el
koyma ve deşifre merkezi kurulması yolunda kararların alındığı 1919 yılında,
dış politika belirleme çalışmalarının bir parçası olarak kullanılıyorlardı.
Benzeri çalışmalar Almanya, ABD ve SSCB'de de devam ediyordu. İngilizler
özellikle ABD, Fransa, Sovyetler Birliği ve Japonya taralından yürütülen ileti
trafiğiyle ilgileniyorlardı. İtalya. İspanya ve Türkiye ile ilgilenmeye, daha
sonraki yıllarda başladılar.
Henüz
yeni kurulmuş olan Devlet Kod ve Şifre Okulu, bütün büyük ülkelerin
iletişimlerini dinliyordu. Bunlara, çözümlenmesi mümkün değilmiş gibi görünen
bir makine şifresi kullanan Almanya ile İngiliz politikacıların bütün gizli
iletilerini deşifre ettiklerini açıklamalarından sonra, Tek Zamanlı Not (One
Time Pad - OTD) olarak bilinen, işgücüne dayalı olmakla birlikte son derece
güvenilir bir şifreleme tekniği kullanmaya başlayan Sovyetler Birliği dahil
değildi. Japon ve Türk diplomatik haberleşme trafiği de çok ilginç ve
önemliydi., Barışın kaçınılmaz bir sonucu olarak deniz ve kara kuvvetlerine ait
ileti trafiğinin ele geçirilemiyordu. Japonların diplomatik ve deniz
kuvvetlerine ilişkin iletilerine girilmesi amacıyla Japonya’nın hedef alınması,
belki zekice bir davranış veya şans ya da her ikisinin de sonucu olarak,
İngilizler’e olduğu kadar Amerikalılara ve Ruslar’a da, savaşan Almanya'nın
durumu hakkında, son derece yaşamsal öneme sahip bilgiler aktarılmasını
sağlamıştı. Bunun önemini, daha sonraki sayfalarda göreceksiniz.l' Türkiye'nin
diplomatik iletileri, İstanbul'daki Telsiz ve Telgraf İdaresi tarafından
gönderiliyor ve Londra'dan başka hem Berlin, hem de büyük olasılıkla Moskova'da
da okunuyorlardı. İspanya İç Savaşı, Devlet Kod ve Şifre Okulu'nun makineli
şifre üzerinde de çalışmasını sağlayan, Enigma şifrelerinin de bulunduğu,
İtalyan deniz kuvvetlerine ait birçok değerli belgenin açığa çıkmasına neden
oldu. Haziran 1940’a kadar Alman deniz kuvvetlerine ait ileti trafiğine
erişmek, sadece trafik analiziyle sınırlı kalmıştı ama düşman ileti
trafiğindeki yoğunluğun ve yönlendirmenin analizi sayesinde, zamanla en taktik
gönderim istihbaratını da sağlayacak olan ve telsiz telgraf gönderimlerine
dayanan, yeni şifre çözme becerilerinin gelişmesi de mümkün oldu. İkinci Dünya
Savaşı sırasında hizmet trafiği doğal olarak birinci öncelik derecesindeydi ve
giderek, gizli istihbarat literatürünün de en önde gelen konusu oldu. Ama
1920’lerde, kara ve deniz kuvvetlerine ilişkin bir ileti trafiği yoktu, sadece
diplomatik telgraflar söz konusuydu. İspanya İç Savaşı, İtalyanların kara ve
deniz kuvvetlerine ait olup, hepsi Devlet Kod ve Şifre Okulu tarafından
başarıyla okunan bol miktarda iletinin ele geçmesini sağladı. Ayrıca
1935-36’daki Etiyopya Savaşı sayesinde de, yine İtalyanlar’a ait ve okunabilir
nitelikte, hem askeri hem de diplomatik birçok ileti deşifre edildi.
Devlet
Kod ve Şifre Okulu’nun sunduğu çözümlerin çeşitliliğinde ortaya çıkan yapısal
değişiklik. Devlet Kod ve Şifre Okulu ile müşterisi olan bakanlıklar arasındaki
ilişkileri de etkiledi. Sürekli bir değişim görülüyordu. Kendisine ait olan 40
Numaralı Oda sayesinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, 1914’ten beri bunlarla
ilgileniyor ve elinde bulundurduğu bu iletilerin dağıtımını da denetim altında
tutuyordu. Birinci Dünya Savaşı’nda kara kuvvetlerinin, Mİ İB [Askeri
İstihbarat. Şifre Çözüm Bürosu. Ç.N.] adlı mükemmel bir deşifre bölümü vardı ve
Tuğbay John Tiltman’ın, kara kuvvetleriyle irtibatı sağlamak üzere Devlet Kod
ve Şifre Okulu’nda görevlendirilmesi, Savaş Bakanlığı’yla olan bağları da
güçlendirdi, çünkü Tiltman sadece birinci sınıf bir şifre uzmanı değil, aynı
zamanda Anglo-Amerikan gönderim işbirliğinin kurucusu da olan etkili bir
diplomattı. Kısa bir geçmişe sahip olan Kraliyet Hava Kuvvetleri bu nedenle,
kendisi dışındaki kaynaklardan elde edilen gönderim istihbaratına yeterli
oranda sahip değildi. Bu durum Devlet Kod ve Şifre Okulu'na bazı teknik
olanaklar da sağladı. Barış dönemindeki askeri bakanlıklar dışında en önde
gelen müşteri, Dışişleri Bakanlığıydı ama 1937‘de, Devlet Kod ve Şifre Okulu
bünyesinde ayrı bir ‘ticari’ bölüm oluştu ve bu bölüm daha sonraki yıllarda,
Ekonomik Savaş Bakanlığı için vazgeçilmez bir birim halini aldı. Bu bölüm
Almanların, özellikle İspanya ve Portekiz’den yaptıkları, çok önemli madenlere
yönelik ithalatı izliyordu. Churchill’in sırdaşı olan Binbaşı Desmond Morton,
İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından Churchill’e getirilen dosyalar
döneminde,8 mavi kapakların dağıtıldığı kişiler listesindeydi ve bu nedenle,
Ekonomik Savaş Bakanlığı bünyesinde oluşturulan bölümün başkanı olarak, savaş
öncesi dönemde Devlet Kod ve Şifre Okulu'ndaki Ticari Bölüm’den gelen mavi
kapaklı telgrafları da görmüştü.
Doğal
olarak, iki savaş arasındaki dönem boyunca, özellikle diplomatik trafik
üzerinde duruluyordu ve Türkiye’nin 1930'lu yıllarda Dışişleri Bakanlığı
açısından taşıdığı önem nedeniyle, Türkiye’ye ilişkin olup her zaman kolayca
elde edilebilen gönderim trafiğinin, bütün gönderim çözümlerinin oldukça önemli
bir bölümünü oluşturması çok normaldi. 1939’dan, ‘garanti’ dönemi olan 1941’e,
yani İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından Churchill’e getirilen dosyaların
mevcudiyetine kadar geçen dönem, Türkiye'nin MAVİ KAPAKLI telgraflar açısından
hâlâ en önde gelen kaynak olduğunu göstermektedir.
Türk
cumhurbaşkanı ile dışişleri bakanına gönderilip, onlar tarafından okunan ve
Fransızca yazılmış olan mavi kapaklı telgraflar, Türkiye’yi yöneten kişilerin,
hem Mihver Devletleri hem de Müttefiklere karşı, zaman zaman büyük bir ustalıkla
değişen tutumlarının da temelini oluşturuyordu. Belki de bu diplomatik trafik,
hem İngiltere hem de Almanya tarafından okunduğu için Türkiye, savaşta taraf
olan bu ülkeler tarafından hiçbir baskıya maruz kalmamıştı. Her iki ülke de,
büyük ve yeni bir yandaşın kalabalık ordusunu donatmanın, ne denli yüksek bir
bedelle mümkün olacağının bilincindeydiler. İngiliz komutanlar gibi Alman
komutanlar da, Türkler’in kendi yanlarında olmasının, Türkler’in savaşa girme
olasılığını özetleyen Mareşal Lord Wavell’in ifadesiyle, olumlu bir aktif
değil, aksine pasif olacağını biliyor ve bu yüzden de flört gösterilerini her
zaman tecavüze tercih ediyorlardı. Churchill, İngiliz Gizli Servis Başkanı
tarafından kendisine getirilen dosyaları her gün okuyarak elde ettiği bilgileri,
Müttefikler’in Mihver Devletlerini nasıl yenebilecekleri konusundaki
görüşlerini Savaş Kabinesi’ndeki meslektaşları ile kuvvet komutanlarının kabul
etmeleri için tavsiye, tehdit ve kandırma aracı olarak kullanıyordu.
Wehrmacht’ın savaş gücünün Doğu Cephesi’nde Ruslar tarafından ciddi biçimde
azaltılmaması halinde, batıda açılacak ikinci bir cephenin aşılmaz olacağına
olan inancı onu, ikinci cephe konusunda birkaç alternatif aramaya yöneltti.
Ancak bunların içinde, Türkiye’nin Müttefikler’in yanında savaşa girmesi ile
oluşabilecek bir Ege inisiyatifini, Stalin ve Roosevelt’in batıda en kısa
zamanda ikinci bir cephe açılmasına yönelik ısrarcı tutumlarının önünü
kesebilecek tek seçenek olarak görünüyordu. O zaman da, şimdi olduğu gibi, onun
bu görüşüne katılanların sayısı son derece azdı ve 1944’e gelindiğinde bu konu
tamamen gündem dışı kalmıştı.
Türkiye
onun için neden bu kadar önemliydi? Bu konuda şimdiye kadar birkaç ipucu
üzerinde duruldu. Almanlar onun, İngilizler’in 1915’teki Çanakkale Boğazı fiyaskosundan,
fikri sabit halinde tamamen kendini sorumlu tuttuğuna inanıyorlardı. Churchill 1941’de İttifak yanlısı
bir Türkiye’yi, imparatorluğun Hindistan’a, Uzak Doğuya ve İran petrolüne kadar
uzanan yolunun bekçisi olarak görüyordu. En büyük hayali, milyonlarca gözü pek
ve dayanıklı Türk askerinin, İngiltere’nin az sayıdaki birliklerine ve
deneyimsiz Amerikalılar'a katılmalarıydı. 1940’ta Fransa'nın düşüşünden
sonra ittifak kurabileceği bir devlet aramaya başlamıştı ve savaşı, İngiltere
kıyılarından uzak tutma konusundaki kararlılığı nedeniyle Türkiye’ye yönelerek,
1941'den sonra edindiği yeni müttefiklerinin tüm karşı çıkışlarına ve görüş
ayrılıklarına, hatta kendi hükümetindeki meslektaşlarının tüm itirazlarına
karşın, Türkiye’yi savaşa çekmek için hiç durmadan çalışmaya devam etti.
Bütün
bunlar, Churchill’in yaşamı hakkında bugüne kadar elde edilen tarihi
bulgulardan zaten anlaşılmaktadır, ancak onun Türkiye elini oynamasının başka
bir boyutu daha vardır. Churchill, elde edilen tüm gönderim çözümlerini ‘ham’
olarak görme konusundaki ısrarı sayesinde Hitler’in Kuzey Afrika, Kafkaslar ve
Doğu Cephesi’ne yönelik savaş planları hakkında hiç kimsede bulunmayan
bilgilere sahip olmuştu. Diplomatik Türk gönderimlerinden elde ettiği
istihbarat da, başkalarının savaşa nasıl baktıklarına yönelik görüşlerini
belirgin bir şekilde geliştirmişti. Türkiye’ye olan kişisel taahhütlerini
hiçbir zaman saklamadı ve bunu bir anlamda, daha sonra yazdığı savaş tarihinde
de görmek mümkündür. Churchill, İkinci Dünya Savaşı’nı anlattığı birkaç ciltlik
eserinde birlikte çalıştığı asistanlarından birine şöyle demişti: “Bu tarih değil, benim davam!” Savaşın yürütülmesine ilişkin kendi direktiflerini ve
kraliyet hükümetinin, Türkiye'ye yönelik olarak uygulamasında yarar gördüğü
politikayla ilgili görüşlerini tek tek seçmiş ve genelde ayrıntılı olarak
yeniden kaleme almıştır. Kendi belgelerini, özellikle de Türkiye’ye ilişkin
olanları kullanması nedeniyle yazdığı tarihçe, son derece yavan olmuşsa da,
İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından kendisine getirilen dosyalar (DIR
/C’ler) ve Türkiye’ye yönelik tutumu arasında ilişki kurulduğu zaman, seçtiği
belgeler insanda yeni bir ilgi uyandırmaktadır. Bunu sadece savaş sonrasında
savaşın tarihini yazarken değil, savaşın devam ettiği yıllarda da önemsediği,
daha yeni yeni anlaşılmaktadır. Bunun doğru olduğu, özellikle de 1943
sonbaharında, uygun bir plan yapmaksızın sadece deşifre edilen belgelere ve
kendisine söylenenlere dayanarak yönlendirdiği ve üst düzeydeki subayların da
büyük bir başarıyla uyguladıkları, İngiltere'nin Oniki Ada saldırısından
anlaşılmaktadır. İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından kendisine getirilen
dosyaların devreye girdiği ve savaşın neredeyse kaybedilmek üzere olduğu 1941
sonbaharından önceki döneme, yani 1940-41 dönemine ilişkin bilgi edinmek çok
zordur. Ama Eylül 1941'den, 1945'in ortalarına kadar geçen dönemde, İngiliz
Gizli Servis Başkanı tarafından kendisine getirilen dosyalar Churchill'e,
İngiliz hükümetinin tarafsızlara -yani daha önceleri ne dostları (Fransa, Hollanda,
Belçika. Lüksemburg, Yugoslavya, Yunanistan) ne de düşmanları (Almanya,
Japonya, İtalya) olan ülkelere- yönelik dış politikasının temelini oluşturacak
diplomatik gönderim çözümlerini inceleme olanağı sağlamıştır. Bu dosyaların
çoğu da Türkiye’den elde edilmiştir.
Bunun,
‘Neden Türkiye?’ sorusuna verilmiş eğreti bir yanıt olduğu düşünülebilir. Bu
durumda, İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından Churchill’e getirilen
dosyalar, Churchill, Dışişleri Bakanlığı ve Türkiye’nin savaşa katılmama
konusundaki anlaşılabilir isteği arasındaki ortak noktaların belirlenmesi, daha
net bir fotoğraf elde edilmesini mümkün kılacaktır. Bu senaıyoda Churchill’in
kendisi de önemli bir yer işgal etmektedir. Diğer karakterlerin büyük
çoğunluğu, yarım düzine kadar Türk büyükelçisi ve diğer ülkeler tarafından
Ankara’da görevlendirilen, eşit sayıda yabancı büyükelçiden oluşmaktadır.
Gönderdikleri raporları neden gönderdiler? Acaba binlerini etkilemek, alarma
geçirmek, kendi görüşlerini kabul ettirmek veya kendilerine, ülkelerinde
ayrıcalık tanınmasını sağlamak ya da patronlarının duymak istediği şeyler
olduğunu düşündükleri şeyleri söyleyerek, kariyerlerinde bir ilerleme olmasını
sağlamak için mi?
Yoksa
bunlar, sıradan bir diplomatın, her gün gerçekleştirdiği bir iletişim miydi?
Ancak belli bir süre boyunca aralıksız olarak okunan belgeler, o dönemde
Churchill’e, bugün de tarihçilere, politikacıların karar vermesini sağlayacak
anlamlı yargılarda bulunabilecekleri tadı, nüansları ve koşulları
sağlayabilirdi. Aslında bu belgelerin hepsi bir araya geldiklerinde bunları,
resmi diplomatik yazışmalar olarak değil, belki Benjamin Disraeli veya hatta
Leo Tolstoy, hatta bazen de Jeffrey Archer tarafından yazılmış bir roman olarak
görmek mümkün olabiliyor. Soruyu yanıtlarken, elde edilen yeni kaynak, yani
İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından Churchill’e getirilen dosyalar, savaşın
tarihçesiyle bütünleştirilerek Başbakan’ın, bu günlük bilgilerle olan ilişkisi
ile onları kullanış yöntemi analiz edilmiş, ayrıca, bu yeni belgelerin ona ve Whitehall'deki
birçok bölüme, son derece yaşamsal öneme sahip bilgiler sağladıkları şeklindeki
varsayım da tekrar test edilmiştir. İngiltere'nin, 1941-45 dönemindeki
stratejik planlarında, Türk dış politikasının önemli bir unsur olarak ortaya
çıkışı nedeniyle, Türkiye’nin tarafsızlığı üzerinde ciddi biçimde durmak
gerekmektedir. Türk liderler politik kararlarını daha çok, yabancı
başkentlerdeki diplomatlarından gelen raporlara dayandırdıkları ve bu
raporların çoğunun çözümleri, İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından
Churchill’e getirilen dosyalarda yer aldığı için. Churchill ve Türk dış
politikasını birlikte oluşturan üç Türk -İnönü, Saraçoğlu ve Menemencioğlu-
arasında gizli bir diyalog oluşturulması, teorik olarak olasıdır.
Devlet
Kod ve Şifre Okulunun en önemli müşterisi olan Dışişleri Bakanlığı’nın, en
gizli haber alma kaynağını, Türkiye’ye ilişkin olarak nasıl kullandığım en
azından tahmin edebilmek için, İngilizler’in savaş öncesi dönemde yabancı
diplomatlara ait gönderimlere el koyma, deşifre etme, tercüme etme,
değerlendirme ve dağıtma tekniklerini nasıl geliştirdikleri Bölüm 2'de
irdelenmektedir. Türkiye kaynaklı belgeler her iki kurum için de önemli
olduğundan, Türkiye üzerinde özel bir çalışma yapma gereği de kendiliğinden
doğmaktadır. Dışişleri Bakanlığı’na ait diğer dosyalardan anlaşıldığına göre,
çözümlenen gizli belgeler, Ankara’da verilen kararları, Türk stratejisinin
doğasını ve başta SSCB ve İngiltere olmak üzere, Türkler’in diğer ülkelerle
kurdukları diplomatik ilişkileri ciddi biçimde aydınlatmaktadır.
Türkiye’nin
savaş dönemindeki dış politikası, sadece üç kişi tarafından belirlenirken,
1940’a gelindiğinde İngiliz politikasını, Dışişleri Bakanı Anthony Eden ve
Dışişleri Bakanlığındaki Güney Dairesine karşın, sadece Churchill
yönlendiriyordu. Her iki başkentteki diplomatlar. birçok Avrupa ve bazı Amerika
ve Asya başkentlerindeki Türk büyükelçilerin, maslahatgüzarların ve ataşelerin
gönderdikleri raporların yanı sıra, Türkiye'nin dış politikası ve tarafsızlığı
hakkında Türk Dışişleri Bakanlığı taralından verilen direktif ve genelgelere.
Avrupa ülkelerinin Ankara’daki temsilcileri tarafından gönderilen ve genel
olarak savaşın, doğu Akdeniz, Doğu ve Kuzey Afrika cephelerinde gösterdiği
gelişmeleri içeren raporlara ve tabii, yüksek düzeydeki Türk görevlilerin
reaksiyonlarına güveniyorlardı. Türkiye dışındaki tarafsızlardan alınan
haberler ve bu ülkelerin görüşleriyle kısıtlanmak yerine, savaş dönemindeki
mavi kapaklı telgraflar örneğin; Avrupa'nın Bolşevikleşmesi’ tehdidi karşısında
İberik Yarımadası’nda duyulan korkuyu, Mussoloni’nin istifasının Mihver
Devletleri'nin savaş yönetimi üzerindeki etkisi ile tarafsızların buna
gösterdikleri aşın tepkiyi, yine bu istifanın, Kazablanka’dan sonra Moskova,
Tahran, Kahire ve Yalta'da da üç büyük devletin (ABD, SSCB, İngiltere)
çelişkilerle dolu gündemine, Macaristan ve Bulgaristan’ın, Mihver
Devletlerinden ayrılma nedenlerine, Rusya’nın 1945’e kadar neden Japonya’ya
savaş ilan etmediğine ve daha birçok diplomatik konuya etkisini net bir şekilde
açığa çıkanyordu.
İngiliz
Gizli Servis Başkanı tarafından Churchill’e getirilen dosyalar, diğer
istihbarat kaynaklarından farklıydı ve mavi kapaklı telgraflarını, Churchill’in
de çok iyi bildiği gibi, tüm diğer bilgi kaynaklarından daha farklı bir takdir
duygusuyla değerlendirmek gerekiyordu.
"İngiliz Gizli Servis Başkanı tarafından Churchill’e
getirilen dosyalar, Dışişleri Bakanlığı, Churchill, Türkiye ve bu üçlü arasında
1941- 45 döneminde görülen ilişkileri nasıl aydınlatmıştır?” sorusunu yanıtlamaya çalışırken, elde edilen yeni
verilerin, zaten bilinen ve kayıt altında tutulan bilgilere yeni eklemeler
yapıp yapmadığı veya mevcut bilgileri değiştirip değiştirmediği konusu açık
değildi. Churchill, diplomasi alanında o dönemde yaşanan değişiklikleri anlıyordu,
çünkü ne de olsa buna yönelik bilgileri, hemen her gün okumaktaydı. Bunu İnönü
de biliyordu, çünkü o da aynı belgelerin bazılarını okuyordu. Bunu Hitler,
Goebbels, Kaltenbrunner ve Ribbentorp da biliyorlardı. İngiliz arşivi üzerinde
yoğunlaşmak ve gizli servis dosyalarıyla, savaş dönemi Türkiye’siyle ilgili
dosyalar arasında bir ilişki kurmak, Dışişleri Bakanlığı bünyesindeki Güney
Dairesi ile devlet görevlilerinin, Türkiye’ye karşı uygulanmasını istedikleri
politikalar ile Müttefiklerin zaferini hızlandırmak için Türk gambitini
[Satrançla, daha iyi bir duruma gelmek isteyen bir oyuncunun bir veya birkaç
taşı feda etmesi. Ç.N.] kullanan Churchill’in oynadığı önemli rol arasında yeni
bağlantılar kurulmasını mümkün kılmaktadır. Türk gambitinin, İngiltere’nin
1942’deki savaş stratejisine neden bu denli büyük bir önem kazandığı sorusu,
Bölüm 3’de yanıtlanacaktır. Churchill’e de danışan Birleşik Planlama bu umudu
daha Aralık 194l’de vurgulamıştı.:
Almanya’ya karşı başlatılacak bir
saldırının başarılı olması için, öncelikle Rus cephesinden, büyük ölçekli bir
kara harekâtı düzenlenecek, Birleşik Krallık taralından, giderek artan sayıdaki
amfibik akınlarla desteklenen büyük ölçekli bir hava bombardımanı
gerçekleştirilecek ve Atlantik Adaları, Kuzey ve Batı Afrika. Tripoli ve
Türkiye’deki stratejik noktalar ele geçirilerek. Mihver Devletleri'nin denetimi
altındaki Avrupa daha da sıkı bir kıskaca alınacaktır. İtalya’nın savaşta aktif
bir yandaş olmasını önlemek ve bu ülkeyi tamamen devre dışı bırakmak için her fırsat
değerlendirilecektir. Bu harekâtlardan sonra da, nihai aşamada, Batı’da
İngiltere, Güneyde Amerika Birleşik Devletleri ve Doğu'da da Rusya tarafından,
Almanya'ya karşı birbiri ardına harekâtlar düzenlenecektir.3
Daha
sonra bu planda küçük bir düzeltme yapıldıysa da bu, İngiltere’nin en büyük
stratejisi olarak kaldı. Churchill Eden’a, “Ben Türk’ün peşindeyim!” dediğinde takvimler 8
Ekim 1942’yi gösteriyordu. Ancak İngiliz tarihçiler artık bu olağanüstü
stratejiyi, Kuvvet Komutanları ile Başbakan’ın zihinlerinde yer alan asıl
düşüncelerin, yanlış aktarılması olarak tanımlıyorlar. Churchill açısından
içgüdü veya belagat sözcüklerini kullanmak daha doğru olacaktı. Üzerinde
dikkatle durulması gereken bir nokta da, Türkiye'nin, bu kadar erken bir
dönemde, Müttefiklerim savaş planlarında bu denli önemli bir rol oynaması ve bu
yönde hiçbir kanıt olmamasına karşın, Müttefikler’in yanında savaşa girmeye
istekli olduğuna inanılmasıydı. Türkiye faktörünü gündeme getiren kişi
Churchill olduğu için konuya biraz tedbirli yaklaşmakta yarar vardı, çünkü
Türkiye tarafsız bir ülkeydi ve bu nedenle de, Whitehall’deki ifade ile dile
getirecek olursak, onu müttefik olarak savaşa sokmak isteyen savaş
planlayıcılarına değil, Dışişleri Bakanlığı’na aitti ve İngiliz dış politikasında
kullanılan hilelere tabi olmalıydı. Gerçi Churchill savaşın planlanması
tartışmalarında oldukça etkindi ama yine de davasını, dış politika konularında
dile getirmesine gerek yoktu.4
24
Temmuz 1942’de Churchill şöyle bir öngörüyü dile getirmişti: “İkinci cephemiz
aslında Avrupa’nın hem Atlantik hem de Akdeniz kıyılarını kapsayacak ve
kaynaklarımız ve koşullar izin verdiği sürece gerek sağ elimizle, gerek sol
elimizle ve gerekse her iki elimizle birden itme olanağını bulacağız.”
Churchill’in savaş planlamasına yaklaşımı, karakteristik ve gerçekçi olarak,
fırsatçılıktan ibaretti. Zaten 1940’ta İngiltere, batı Avrupa'da olduğu gibi,
güney ve doğuda da, Alman Yıldırım Harekâtı’nın insafına kalmışken, Almanya,
tüm Avrupa’nın patronu olma yolunda, Britanya Savaşı’nda aldığı basit yenilgi
dışında, emin ve hızlı adımlarla ilerlerken, derhal reaksiyon göstermesini
mümkün kılan, zekice düşünülmüş ve saldırganlık kokan birçok yeni projeye sahip
olan Almanya’ya karşılık, İngiliz Kuvvet Komutanları sadece, yeterli olmadıkları
bilinen eğreti önlemler alabilirlerken, bunun başka türlü olması da
düşünülemezdi.
Churchill
Temmuz 1940’ta Rus Büyükelçisi Ivan Maiskv’ye, stratejisinin, gelecek üç ayı
atlatmak olduğunu söylemişti. Türkiye’nin savaşa girmesini istiyordu, çünkü ancak
bunun gerçekleşmesi halinde Alman birlikleri, büyük sayılar halinde Rus
cephesinden çekilebilirler, böylece Rusların acilen ikinci bir cephe kurma
ihtiyaçları azalır ve Kraliyet Hava Kuvvetleri de, Churchill ve diğerlerine
göre Almanya’nın savaş gücü açısından yaşamsal öneme sahip olan, Romanya,
Avusturya ve Macaristan’daki petrol yataklarını ve rafinerileri
bombalayabilirdi. Türkiye’nin, bir milyon insandan oluşan büyük bir ordusu
vardı. O dönemdeki içgüdüleri Churchill’e, Türkiye ile birlikte hareket
etmelerinin mantıklı olacağını söylüyordu, çünkü Almanları yakın savaşta
yenmenin zor olacağından her zaman kuşku duymuştu. Ucuz, sayıca çok ve kolayca
harcanabilecek nitelikteki Türk askerleri zaten çadırlarda yaşıyorlardı ve hem
insana güven veren, vahşi bir silah arkadaşı olarak aynı saflarda yer
alacaklar, hem de 500.000 kişilik Alman birliklerinin işini bitirebileceklerdi.
Almanların
Eylül 1939’da Polonya’yı işgal etmesinin ardından bir Nazi-Sovyet Paktı
imzalayan Rusya da, bu anlaşmayla doğu Avrupa'da büyük topraklara sahip
olmuştu. Baltık devletleri, doğu Polonya, Besarabya, Moldova ve Bukovina’daki
değerli maden yatakları Stalin’in eline geçmişti. Sovyetler Birliği bir hamlede
Türkiye’nin sınırlarını kapatmıştı. Rusya böylece Türkler’in düşman listesinde
ilk sırayı İtalya ile paylaşmaya başladı. Bu arada İngiltere’nin, 1940 ilkbaharında Norveç’de yaşadığı felaketler,
Belçika-Hollanda ve Lüksemburg’un, Almanya tarafından işgali, ve özellikle de
Fransa’nın düşüşü, Ankara’da tehtidkâr bir biçimde yankılanıyordu. Hitler,
dünyanın en büyük ordusu olarak kabul edilen Fransız ordusu karşısında, hem de
neredeyse hiçbir direniş görmeksizin, birkaç hafta içinde bir zafer kazanmıştı
ve Büyük Almanya politikası, ard arda zaferler kazanan Wehrmacht'ı, Türkiye'nin
sınırlarına kadar getirmişti. Üstelik petrol, buğday ve maden gereksinimi de,
Mihver Devletlerine yeni katılan Romanya ile Avusturya’da açılan petrol
kuyularından yeterince sağlanır hale gelmişti. Müttefikler Dunkirk'de, binlerce
ton ağırlığında savaş gereçleri bırakmışlardı. Haziran ayında İtalya,
Müttefiklere savaş açtı ve Fransa’dan da Mihver Devletleriyle ateşkes ilan
etmesi istendi. Almanya Yıldırım
Harekâtı
sayesinde batıda elde ettiklerini. Yakın Doğu’da da kolayca elde edebilirdi ve
eğer bu, İran’daki petrol yataklarına, Süveyş Kanalı’na ve Hindistan
sınırlarına gidebileceği yolun açılması için Anadolu’nun da işgalini
gerektiriyorsa, Fransa'nın uğradığı bozgundan sonra bunun da mümkün olabileceği
açıktı.
Fransa’nın
düşüşü Ankara’da, Fransız karşıtı düşünceler oluşmasına yol açtı.
Türk-İngiliz-Fransız Pakt’ına imza koyan ülkelerden biri devre dışı kalmıştı ve
Türkiye Haziran 1940’ta Almanya ile bir ticaret anlaşması imzaladı. Japonya, 27
Eylül'de Üçlü Pakt’ı imzalamak için diğer Mihver Devletlerine katıldı. Japonya,
Türkiye’den çok uzaktaydı ama ‘san tehlike’ korkusu, mavi kapaklardan da
anlaşılacağı gibi, sadece diplomatik çevrelerde tanınmıyordu. 7 Ekim’de Almanya
Romanya’ya girdi, 28 Ekim’de de İtalya Yunanistan’a saldırdı. Alman uçakları ve
İtalyan birlikleri, yıl sonuna gelindiğinde, Trakya sınırına yakın bölgelerde
konuşlanmışlardı bile. Gerçi Türkiye, İngiltere’nin dostuydu ama Ankara yine
de, Almanya’nın kısa sürede tüm Avrupa'yı ele geçireceğinden çok fazla kuşku
duymuyordu.
İngiltere
için kötü günler bitmemişti. Almanya, Mart 1941’de Bulgaristan’a ve Nisan’da da
Yugoslavya’ya girdi. Yunanistan’ı işgal eden Alman orduları burada, hem Yunan
hem de İngiliz Milletler Topluluğu birliklerini yenilgiye uğrattılar. Girit’in
Müttefikler tarafından gerçekleştirilen kısa süreli işgali, geride kalan
birliklerin de boşaltılmasından sonra, kanlı bir şekilde sonuçlandı. İngiltere,
hem Britanya Savaşı’nda Luftwaffe'ye
karşı başarılar elde etmiş, hem de İtalya’ya karşı karada ve denizde
üstünlük sağlamıştı. Üstelik İran ve Mısır’daki etkisinin gücü sayesinde
savaşta taraf olmayan ülkelerde prestiji hâlâ oldukça fazlaydı ama artık Türk
diplomatlarını en çok ilgilendiren şey, Almanların askeri alandaki tartışılmaz
üstünlükleriydi. Almanya'nın bundan sonraki hedefi neresi olabilirdi?
Hitler’in. İngiltere'nin işgalinden vazgeçmesinde de görüldüğü gibi bir an için
kontrol altına alınabilse bile, yenilmez bir orduya sahip olduğu kesindi.
Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin, Britanya Savaşında Lufthaffe’ye karşı elde ettiği
başarı, Almanya’nın tüm dünyaya hakim olmaya yönelik engellenemez hırsını
sadece bir an için durduran, geçici bir müdahaleydi. Türkiye mutlaka, geleceğin
galibiyle bir arada olmalıydı.
Ancak
Almanya, 22 Haziran 1941’de Rusya’yı da işgal etti ve Türk diplomatları kendi
aralarında, Hitler’in nihayet kendisini de aşıp aşmaoığını tartışmaya
başladılar. Türkiye rahatlamıştı, çünkü Almanya ve Rusya birbirleriyle göğüs
göğüse savaşa girdiklerine göre, her iki ülkeden gelebilecek baskılar şimdilik
dinmiş olacaktı. Almanya, Türkiye’yi tehdit etmemeyi veya birliklerinin ve
askeri malzemelerinin. Anadolu üzerinden Mısır ve İran’a geçmesine izin vermek
suretiyle savaşa karışmak zorunda kalması için kandırmamayı tercih etmişti.
Ancak bu dinlenme süresi çok kısa sürdü. 1941'in geri kalan dönemi boyunca,
İngiltere ve Rusya arasında, aynı yılın Ağustosu'nda İran’ı birlikte işgal
ederek kutladıkları ve neredeyse tek başına Churchill tarafından geliştirilen
hassas müttefiklik, İngiltere'nin Kuzey Afrika’da karşılaştığı askeri felaketlerin
ya da, Alman denizaltıları tarafından Atlantik’deki destek hatlarının yok
edilmesinin neden olduğu sonuçların etkisini hafifletmekte pek de işe yaramadı.
Türkiye
açısından bu aksilikler, İngilizler'in silah teminine yönelik dostluk
önerilerinin, gerçek gereksinimlerine pek de uygun olmadığı anlamını taşıyordu.
İngiltere'nin Ankara Büyükelçisi Sir Hughe Knatchbull-Hugessen ve Dışişleri
Bakanı Anthony Eden’ın diplomatik çabalan da nazik bir şekilde umursanmıyordu.
İngilizler’in, Türkiye ile Rusya arasında aracılık yapma teklifi dikkate bile
alınmadı.
10 Ekim 1941’de, Jodl şöyle demişti: “Bu
savaşı biz kazandık’’. Bu, yeterli beceri ve cesarete sahip olunması halinde
-ki zayıf görünümü, sağırlığı ve popülaritesinin azlığına karşın İnönü’de
bunların her ikisi de vardı- Türk diplomasisinin, tıpkı İsveç ve İsviçre gibi,
ülkeyi uzak tutmayı başarabileceği bir savaştı. Ve bu kanıtlandı.
Deşifre
edilen diplomatik gönderimleri okuyanlar, 1942 yılının ilk aylarında Rommel’in
Kuzey Afrika’da İngilizler’i amansızca doğuya doğru sürdüğünü, yeni düşman
Japonya’nın da, tıpkı Almanların Avrupa’da yaptıkları gibi, hızla güneye doğru
ilerlediklerini ve bu nedenle Malaya. Burma ve Hindi-Çin’in kısa bir süre
içinde, Doğu Asya Ortak Gelişim Bölgesi’ne katıldıklarını gördüler. Japonlar
Hint Okyanusunda üstünlüğü ele geçirmişler ve Avustralya ve/veya Hindistan’ı
işgal ederek, diğer Mihver Devletleri’ye, Basra Körfezine yakın bir yerde
birleşmekten söz eder hale gelmişlerdi. Dünya savaşı bir gerçek halini almıştı
ve Müttefikler’in, Ocak-Haziran 1942 döneminde kaybettikleri savaş gemilerinin
yerlerine yenilerinin konması mümkün olmadığı için, galip tarafın kimler
olacağı konusunda, çok az kişinin kafasında kuşku kalmıştı. Almanlar, İngiliz
şifrelerini çözerek tüm haberleşmeyi okur hale geldikleri için, bütün önemli
konvoyların yerini önceden biliyorlardı. Oysa İngilizler'in, Alman deniz
kuvvetlerine ait şifreleri çözebilmesi için aradan bir yıl daha geçmesi
gerekecekti. Türk liderler henüz Müttefiklerin uğradığı yenilginin boyutlarını
bilmeseler de, İngiltere'deki büyükelçilerinden, Churchill’in çok büyük ve
anlaşılabilir bir depresyon içinde olduğu haberini almışlardı. İngilizler, 12
Şubat 1942’de Singapur'da teslim oldular. Bu, Dışişleri Bakanlığında görevli
olan Sir Alexander Cadogan’ın ifadesiyle, ‘savaşın en kara günü’ oldu.
Ankara'da
ise Şükrü Saraçoğlu henüz başbakan olmuştu ve kısa bir süre sonra da Numan
Menemencioğlu, dışişleri bakanlığına atandı. Mart ayında, ülke dışındaki Türk
diplomatlar, Almanya ile Rusya arasında ateşkes yaklaşımlarının başlayacağı
duyumlarını almaya başlamışlardı. Bu duyumlarda arabulucu olarak bazen
Türkiye’nin, bazen İsveç'in ve bazen de İberik ülkelerinin adları geçiyordu.
İnönü, Türkiye’nin tarafsız kalacağını ilan etti. Deşifre edilen diplomatik
gönderimler Almanya’nın, Mart veya Nisan’da, bahar saldırısı kapsamında
Türkiye’ye de yöneleceğinin işaretlerini verirken. Berlin’deki Japon
Büyükelçisi Hiroshi Oshima kendinden emin bir şekilde, küresel bir Alman
zaferinden söz etmeye başlamıştı. Mayıs ayında, Rusya ile Almanya arasında
gerçekleşecek olası barış görüşmeleri hakkında başka kanıtlar da görülmeye
başlandı. İspanyollar, Müttefiklerin Türkiye'yi işgale karar verdiklerini
düşünüyorlardı. Washington’ı ziyaret eden Molotov, 1942’de, ikinci bir batı
cephesi açılması gerektiğini söyledi. Haziran ayında Hitler, Türk silah
tüccarlarından oluşan bir delegasyonu da davet ettiği uluslararası tarih konulu
bir konferansta onlara, iki ülke arasındaki dostluğun asla ölmeyeceği yönünde
güvence verdi. Haziran’da, İngilizler’in büyük kayıplar verdiği Tobruk
Rommel’in eline geçti. Deşifre edilen gönderimlerde hep bunlardan söz
ediliyordu.
Türkiye’yi yönetenler yavaş yavaş, Almanlar’ın her şeyi
yapabileceği fikrine ve Ruslar’ın da kaçınılmaz bir şekilde, Montreux
Antlaşmasının koşullarının gözden geçirilmesi konusunda ısrarcı olacakları
görüşüne alışmaya başlamışken, Churchill hâlâ Türkiye’nin savaşa girmesi
özlemini taşıyordu. Okuduğu gönderimlerden,
başkalarının Türkiye ile etkin bir biçimde ilgilenmedikleri izlenimini
edinmişti. Türkler, İngiliz askerlerinin küstahlıklarından nefret ederlerken.
Eden Ankara'daki meslektaşını etkilemekte başarısız olmuş, bu arada Hugessen
uzun raporlar yazdığı halde, tarafsız kalma konusunda kararlı olan Türk
diplomatlara yönelik çabalarında herhangi bir ilerleme kaydedememişti.
Almanlar, Ankara'daki büyükelçileri Franz von Papen’in gözetiminde, Türkiye’nin
herhangi bir çıkar beklemeksizin tarafsız kalmasını kararlaştırmışlardı. Ruslar
da zaten başka konularla meşguldüler. Türkler, ordularına silah sağlayacağına
söz veren İngilizler'in bu sözlerini tutmayacakları, daha doğrusu
tutamayacakları konusunda kuşkuya kapılmışlardı. Türkiye eli, oldukça
beceriksiz bir şekilde oynanmıştı; Churchill'in Türkiye’ye karşı duyduğu ve
savaşın o sarsıntılarla dolu ayları boyunca doktoru, meslektaşları ve tabii
kendisi tarafından da itiraf edilen ilgisi o kadar yoğundu ki, bu eli tek
başına oynamak istiyordu. Ve nihayet Ocak 1943’ün sonlarına doğru, oynadı da.
Savaşın
gidişi, özellikle 4 Kasım’daki El Alameyn ve 23 Kasım'daki Stalingrad
çarpışmalarından sonra, yani 1942'nin sonlarında yön değiştirdi. Bu arada
Amerikalıların Pasifik’teki başarılarının ardından Müttefikler de, Kazablanka
ve Oran’a çıkmışlardı. O döneme ilişkin mavi kapaklı telgrafların tümünde
bunlardan söz ediliyordu. Savaşa yeni katılan Amerika Birleşik Devletleri de
Türkiye’yi yönetenler açısından, en az güneyde birbiri ardına başarılar kazanan
ve bu nedenle de, Karadeniz’de kıyısı bulunan bir ülke olarak belli taleplerde
bulunabileceği anlaşılan Sovyetler Birliği kadar düşündürücü olmaya başlamıştı.
Mihver Devletleri’ne veya Müttefiklere katılması (ya da katılmaması) amacıyla
Türkiye'ye uygulanan baskılar, Sovyetler Birliği'nin Kafkaslar’da ve güneyde
elde ettiği başarılar nedeniyle, Almanlar’ın Türkiye üzerindeki baskılarının
azaldığı Ekim ayına kadar devam etti. Ekim sonuna gelindiğinde, tarafsız
Portekiz'in diplomadan, yorgunluk nedeniyle Birinci Dünya Savaşı’ın kaybeden
Almanya'nın, ikinci savaşı da aynı nedenle kaybetmek üzere olabileceğini dile
getirdiler.
Bu
bilgi, Churchill'in, Ocak 1943’te Türkiye’yi ziyaret edişinin ana nedeni olduğu
gibi, Türkiye elinin de herkesten gizlenen kozuydu. Türkiye’ye duyduğu ilginin,
bu ülkenin Müttefiklerle birlikte girişeceği bir harekâtta sağlayacağı olası
yararlardan kaynaklanmadığını görmüştük. Dışişleri bakanı, kuvvet komutanları
ve Savaş Kabinesinin diğer üyeleri, hep birlikte Churchill'i, Ocak 1943’teki
Kazablanka Konferansına giderken Türkiye’ye uğramaması konusunda ikna etmeye
çalıştılarsa da başarılı olamadılar. Ancak Akdeniz kışının getirdiği sulu çamur
ve karla kaplı çorak Anadolu topraklarında duraklayan tren vagonlarında
gerçekleşen bu olağandışı olayın sonuçlarına, ya da sonuçsuzluğuna karşın,
Churchill’in içgüdülerinde haklı olduğu ortaya çıktı ve Türkiye’nin,
Müttefikler veya Mihver Devletleri ile kuracağı dostluğun kıyaslamalı
yararlarına yönelik görüşleri, bir daha asla aynı olmadı.
Adana’dan
sonra Türkiye'de daha fazla askeri faaliyet görülmeye başlandıysa da doğu
Akdeniz’deki savaşın dengesi, Mussoloni’nin Haziran 1943’teki istifasına kadar
hiç bozulmadı. Bu durum, Ankara ile diğer ülkelerdeki büyükelçileri arasında,
yoğun bir rapor trafiğine neden oldu. Acaba Müttefikler kısa sürede zafer
kazanabilirler miydi? İtalya tek başına barış yapar mıydı? Japonya Üçlü Pakt’ın
yeniden onaylanması konusunda ısrarcı olur muydu? Almanya Oniki Ada’yı işgal
ederek, gözünü diktiği İran boru hattıyla arasında tek engel olarak kalan
Türkiye'nin eşiğine kadar gelir miydi? İtalya’nın 1943'te düşmesinden sonra
Balkan ülkeleri, 1940’ta Fransa’nın düşüşü nedeniyle yaşadıkları şoku bir kez
daha yaşamaya başlamışlardı. Hatta bu durum, Müttefikler’in savaştan zaferle
çıkacakları inancını doğurduysa da bu inanç gerçekleşmedi. Müttefikler
açısından da bunun dereyi görmeden paçayı sıvamak olduğu kısa sürede anlaşıldı,
çünkü onların İtalya’yı işgalleri devam ederken Almanlar Oniki Ada’yı yeniden
ele geçirmişlerdi.
Ocak
1943’ten sonra savaş Ankara'da, farklı bir görünüm kazandı. Türkiye’yi, ekipman
ve eğitim sağlayarak savaşa sokmaya yönelik iki askeri girişimin ardından,
İngiltere’nin dostluğuna yönelik protestolar başlamıştı. Bu hiçte kolay bir
gündem değildi ve başarılı bir şekilde yürütülmemişti. İngiltere, ihtiyaç
duyulan şeyleri sağlayamadı. Amerika’nın doğrudan müdahalesi istendi. Ya bu
nedenle, ya da tarafsızlığını korumak için geliştirdiği karmaşık stratejinin
bir parçası olarak, Türkiye’nin istekleri artmaya başlamıştı. Daha önce söz
verilen yeni Spitfire’lar yerine, elden geçirilerek gönderilmek istenen
Hurricaneler reddedildi. Başka yerlerde acilen gereksinim duyulan silahların,
bunları kullanamayacak, hatta belki asla kullanma ihtiyacı duymayacak bir
ülkeye verilmesi, israf olarak görülüyordu. Churchill, kısmen de olsa kendi
itibarını korumak için, sürekli olarak kuvvet komutanlarını teşvik etmeye
çalışıyordu ama sahip olduğu güç o kadar da fazla değildi ve bir yandan
Amerika’dan yardım isterken Türkler’e önerebileceği tek şey, moral destekti.
İkinci batı cephesinin açılışı yine ertelenmişti. Hem de bir kere değil, iki
kere. Stalin’in herkesten saklamaya çalıştığı çılgınlığı, Sovyetler Birliği ile
hırpalanmış Almanya arasında barışın sağlanmasına yönelik çabaların
sürdürüldüğü dönemde ortaya attığı tehditlerle, iyice su yüzüne çıkmıştı ve bu
durum, hem Türkler hem de İngilizler tarafından aynı ölçüde dehşetle
karşılanmıştı. İkinci cephe nihayet, 6 Haziran 1944’te açıldı ama Türkiye’nin
tarafsızlığı artık ne o kadar ilginçti, ne de nihai zafer açısından o kadar
önemli.
Sh: 17-41
Onun 140 Numaralı Oda]
kurulduğu 1914 Sonbahan’ndan bu yana görevde olduğum bunca yıl boyunca, bütün
bu inanılması güç belgeleri okudum ve hepsini, devletin elinde bulunan tüm
diğer bilgi kaynaklarına oranla, çok daha fazla önemsedim.
Winston Churchill’den Austen Chamberlain’e,
Kasım 1924
(Chamberlain’in, Birmingham Üniversitesi kütüphanesindeki yazılarından)
Kasım 1924
(Chamberlain’in, Birmingham Üniversitesi kütüphanesindeki yazılarından)
Churchill’in
diplomatik çözümleri kullanışını incelemeye başlarken, öncelikle bu belgelerin
nasıl olup da İngiliz hükümetinin eline geçtiği sorusuna yanıt vermeye çalışmak
gerekir. Bu bölümün başlarında, buna benzer bir sorunun yanıtı aranıyor:
bunları kim ve nasıl elde etti?
Diplomatik
iletilerin gizlice dinlenmeleri, 1922 İngilteresi için o kadar da yeni veya son
yıllarda başlamış olan bir şey değildi, ama yüzyılın başlarında telsiz
telgrafın bulunmasıyla birlikte gizli iletilerin durdurularak çözümlenmeleri de
kolaylaştığı için, dinlenen ileti trafiği de giderek yoğunlaştı. Bu iletilerin
çoğu, Avrupa'daki olayları etkileyecek gücü ya da etkisi olmayan sefirlerden
gelen değersiz iletilerdi. Ama hepsi değil tabii. Birinci Dünya Savaşı'ndan
yengiyle çıkan ülkelerden İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD, özellikle
Versailles Anlaşması’nın imzalanmasından sonra kendi şifre çözme bölümlerini ya
yeniden kurdular, ya da ilk kez oluşturdular. İngiltere’de diplomatik ileti
istihbaratı (kısaca sigint), 1914’ten 1918’e kadar, Eski Bina’daki 40 Numaralı
Oda’da görev yapan Deniz Kuvvetleri Komutanlığı şifre çözme bölümü ve iki savaş
arasında kalan yıllarda da, Sovyet şifre sistemindeki açıklan kullanarak bilgi
edinme üzerinde yoğunlaştı. Bu tutum, 1920’li yıllardaki Bolşevik korkusunu
kamçıladığı gibi, Sovyetler Birliğinin büyük bir aceleyle, daha güvenli bir
şifre sistemine geçmesine neden oldu. 1939 yılı sadece yeni bir dünya savaşının
başlangıç yılı olmakla kalmadı, aynı zamanda gizli iletilerin çözümlenmesi
çalışmalarına, makineyle şifrelenen iletilerdeki şifrelerin çözülmesini de
içeren yeni bir boyut getirdi. Enigma hamlesi ve bununla başlayıp devam eden her
şey, bütün ayrıntılarıyla belgelendi. Bu bölümde, bir kısmı makineli şifreleme
döneminden önce kullanılan sistemler tarafından şifrelenen hizmet dışı -yani
diplomatik- ileti trafiği konusunda son dönemlerde yapılan araştırmalar
izlenmektedir. Bu dönem, iki savaş arasındaki yılları içermektedir.
Savaş
öncesi çözümlerin doğası, 1941 yılı sonlarından Japonların yenilgiyi kabul
edişine kadar (VJ-Day) MI6 tarafından
Churchill’e iletilen dosyaların diplomatik unsurlarına bakarak tanımlanabilir.
Bunlara kısaca DIR/C deniyordu ve Devlet Arşivi sistemindeki adları da HW1
olarak biliniyordu. Emekli devlet görevlileri tarafından hâlâ ‘çözümler’ olarak
tanımlanan bu malzemeler artık daha iyi değerlendirilebilecek duruma geldiler,
çünkü Churchill diplomatik istihbaratın en önde gelen kullanıcısı olmanın yanı
sıra, eline geçen bütün belgeleri büyük bir hırsla biriktiren bir
koleksiyoncuydu ve artık herkesin kullanımına sunulan da, bu çözümleri
sakladığı günlük dosyalardır. Bu dosyalar, dostlara, tarafsızlara ve düşmanlara
ait diplomatik iletilerin gizlice dinlenmesinin savaş dönemi İngilteresi’nde
gizli iletilerin deşifre edilmesi çabalarının en önemli bölümlerinden birini
oluşturduğuna dair ilk ve neredeyse tek göstergedir. Burada önemli olan asıl
konu ise Churchill’in bunları, özellikle 1943 yılında ve de özellikle, Türk
iletilerini kullanmasıdır.
Geçmişe
yönelip eldeki verilere dayanarak bilinmeyenleri tahmin etmeye çalıştığınız
zaman, Dışişleri Bakanlığı ve Gizli İstihbarat Servisi gözetiminde sürdürülen
ve savaş döneminde Bletchley Park’ta elde edilen başarıların gerçekleşmesi için
yapılması şart olan savaş öncesi çalışmaların bir bölümünü anlamak mümkün
olabilir. Artık yoğun bir şekilde belgelenen ve üzerinde ciddi araştırmalar
yapılan savaş döneminin aksine, savaş öncesi döneme ilişkin kanıtlar hâlâ çok
azdır ve bu döneme ilişkin olarak yazılanlar, bir anlamda da olsa, belli
uzmanlık alanlarına girmektedir. Her ne kadar savaş tarihçilerinin büyük
çoğunluğu, başta Almanların makineli şifresi olan Enigma’nın sürekli olarak
deşifre edilmesi ve böylece elde edilen belgelerin, Ultra adı verilen bir
işlemle ilgili kişilere dağıtılması olmak üzere, Bletchley Park’ta olup
bitenlerin hepsinden haberdar olsalar bile, İngiliz Gizli Servisi içinde
1940’tan başlayarak Enigma’nın okunabilmesi ve Ultra’nın işlevsel hale
gelmesini sağlayan kişiler ve sistemin gelişim süreci hakkında, tarihe anekdot
dışı katkıda bulunan araştırmacıların ve bilim adamlarının sayısı son derece
azdır. 1939 öncesi dönemde bu başarıyı kimler ve nasıl mümkün kıldılar? Bu
konuda ortaya atılan bir iddiaya göre, kurumsal bir kimlikleri olmayan bir grup
devlet memuruna. Dışişleri Bakanlığında bir oda verilmiş ve bu kişiler 1917’den
başlayarak diplomatik çözümler (1914'ten itibaren de deniz ve kara kuvvetlerine
ait iletiler) üzerinde deşifre çalışmaları yapmışlar ve 1941’e gelindiğinde
İngiltere'de savaşı yöneten kişilere, düşmanın durumu hakkında paha biçilmez
bilgiler vermeye başlamışlardır. Eğer bu iddianın doğruluğu kanıtlanırsa,
Churchill’in Müttefiklerin elde ettikleri zafere olan katkısı hakkındaki önemli
bir soru da yanıtlanmış olacaktır.
Bunu
izleyen bölümlerde okuyacaklarınızın ana kaynağını, her ikisi de Cambridge’deki
Churchill Arşivi'nde saklanan iki belge oluşturuyor. Bunlardan biri, 1994’te
daktiloyla yeniden yazılana kadar el yazısı olarak kalan ve Birinci Dünya
Savaşı'nı kapsayan, diğeri ise iki savaş arası dönemi içeren iki belgedir. Her
iki belgede de yer alan adlar ve bu belgelerde açıklanan şifreli haberleşme
işlemleri arasında bağlantı kurarak, İngiliz şifre sisteminin 1915-1919
arasında gösterdiği, ancak bir bölümü bugüne değin hiçbir yazılı kaynakta dile
getirilmeyen gelişmeyi birinci kaynaktan öğrenmek mümkün olabilecektir. Birinci
Dünya Savaşı’na ilişkin olan ancak altında hiçbir imza bulunmayan belge,
otobiyografisinde 40 Numaralı Odaya da bir bölüm ayırmak isteyen Amiral Sir
William James’in isteği üzerine Binbaşı Alistair Denniston tarafından yazılmış
ve Sir William James’in bu belgeye de yer verdiği otobiyografisi nihayet. The
Skies Were Always Blue (Gökler Her Zaman Maviydi) adıyla yayınlanmıştır.
Denniston tarafından 1944’te yazıları ve yine imzasız olan ikinci belge ise, o
zamanlar Devlet Kod ve Şifre Okulu başkanı olan Albay Eric Jones’un, okulun,
İkinci Dünya Savaşı sırasındaki şifreleme gereksinimlerini etkin bir şekilde
karşılamakta yetersiz kaldığı iddiasını çürütmek amacıyla kaleme alınmıştır.
Gizli
gönderimlere dayanarak yapılan istihbaratın özünü, şifre bilim
(kriptoloji-kriptografi) oluşturur. Bu ifade, her ne kadar İngiltere'nin şifre
çözme operasyonlarında5 görev yapan ‘klasik şifreciler' tarafından kullanılmış
olsa bile, insanı yanılgıya sürükleyebilir çünkü bu, yalnızca kod ve şifrelerin
yaratılması ve güvenliklerinin sağlanması anlamına gelmektedir. Oysa, telsiz
telgrafın yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmasından itibaren Avrupa'daki
en büyük devletler tarafından sürdürülen bu işin en önemli kısmını, diğer
ülkelerin gizli diplomatik şifrelerinin okunması oluşturmaktadır. Ve bunların
okunması (yani başarılı ve sürekli bir şekilde çözülmeleri) ham, güvenilir ve
konuyla ilgili Mors iletilerinin gizlice dinlenerek, ‘şifre uzmanlarının
(kriptograf) görev yaptıkları bir şifre çözme merkezine gönderilmeleriyle
başlayan ve burada tercüme edilip gerekli değerlendirme sürecinden geçirilerek
uygun müşterilere uygun bir formda gönderilmesiyle sonuçlanan bir operasyonun
yalnızca bir bölümünü oluşturuyordu. Bu işlemin her bölümü, işe yarar gönderim
istihbaratının elde edilmesi için ayrı ayrı önemliydi. Ancak bu önemli operasyonun
bütün bu özellikleri şifre bilim sözcüğünde bütünleşmiş durumdaydı. Burada,
sözcüğün genişletilmiş anlamı kullanılacaktır. İletilere etkili bir şekilde el
konulması ve bunların, istihbarat açısından değerlendirilmeleri, şifre bilimin
bütünü içinde, en az şifre çözümü kadar önemliydi. Çünkü ne de olsa bu işlem
sayesinde, yabancıların faaliyetleri hakkında telsiz istihbaratı sağlanıyor ve
bu bilgiler, İngiliz hükümetine bağlı olarak çalışan ve bunları kullanarak dış
politikaya ilişkin rapor ve öneriler hazırlayan, adları daha önceden
belirlenmiş kişi ve bölümlerin kullanımlarına sunuluyordu.
Bu
bölümde iki savaş arasında klasik şifreciler tarafından diplomatik şifre
iletilerine yönelik olarak sürdürülen ve 1941'den Avrupa’da zaferin kazanıldığı
güne (VE-Day) kadar, hem Ultra hem de orta düzeyli diplomatik çözümleri mümkün
kılan çalışmalar üzerinde durulmaktadır. Kaynaklarının kısıtlı olmasına karşın
kendi yaptıkları hatalardan ve deneyimlerinden, sınama-yanılma yöntemiyle
birçok şey öğrenen bu şifrecilerin iki savaş arasındaki çalışmaları, özellikle
Ocak 1940'ta Luftıvaffe Enigma şifresinin (el yöntemleri kullanılarak)
çözülmesinden sonra iyice yoğunlaşan ileti trafiğiyle başarılı bir şekilde
ilgilenilmesini mümkün kılmıştır. Bu şifrenin çözülmesi, İngiltere'nin 1940'ta
yaşayacağı olası bir yenilginin, 1945'te Müttefiklerin zaferine dönüşmesinde de
çok önemli bir rol oynamıştır.
Bunlar,
farklı ortam ve eğitim düzeylerinde kişiler arasından
seçilmişlerdi-akademisyenler, aristokratlar, iş adamları, sahne sanatçıları,
öğretmenler, askerler, üniversite mezunları ve Genel Posta Merkezi stajyerleri.
Hepsi birden fazla yabancı dil biliyordu ve çoğu matematik alanında uzmandı.
Hepsi çözümsel analiz konusunda deneyimliydiler. Bazıları Birinci Dünya Savaşı
sırasında, deniz kuvvetlerine ait iletilerle diplomatik iletiler üzerinde
çalışmışlardı. 1919'da Devlet Kod ve Şifre Okulu’nun kurulmasından sonra, bu
kadroya başka önemli isimler de katıldı. 1925’te bir Rus mülteci de klasik
şifreciler arasındaki yerini almıştı. Uzmanlar arasında yalnızca iki kadın vardı; biri Deniz İstihbarat Başkanı
Amiral Godfrey’in karısı, diğer ise Gizli İstihbarat Servisi Başkanı Amiral
Sinclair’in kız kardeşi. Bu da şifrecilerin ne kadar kapalı bir ortamdan
seçildiklerini gösteriyordu. Zimmermann'ın 1916'da çektiği telgrafın
okunabilmesini, bu iki kadın uzman sağlamıştı.
Bu
kısımda, Churchill’in diplomatik çözümleri okumasını mümkün kılan şifre
uzmanları tanıtıldı. Ama biraz sonra okuyacağınız kısımdan da anlaşılacağı gibi
Churchill, Alman deniz kuvvetlerine ait gönderimlerin de yabancısı değildi.
Birinci
Dünya Savaşının başlarında, Almanların telsiz gönderimlerine kolayca el konuyor
ama bunların nasıl kullanılacağını hiç kimse bilmiyordu. Sir Alfred Ewing ve
Amiral Reginald 'Blinker' Hair liderliğindeki grubun kurucu üyeleri, bu sorunun
çözülmesine de yardımcı oldular. O zamanlar Deniz Kuvvetleri Bakanı olan
Winston Churchill’in gruba yardımcı mı yoksa engel mi olduğu konusu üzerinde
tartışılabilir ama artık herkesin kabul ettiği gibi, İkinci Dünya Savaşı
süresince gönderimlere dayanan istihbaratın önemini çok iyi algıladığı göz
önüne alınacak olursa, 1914’ten başlayarak 40 Numaralı Oda’dan kaynaklanan ve
deniz kuvvetlerine ait olan çözümler konusundaki heyecanı daha iyi
anlaşılabilir. 29 Kasım 1914’te, Deniz Kuvvetleri Bakanı olarak verdiği bir
talimatla, adeta yığılmakta olan Alman iletilerini Deniz Kuvvetleri Komutanlığı
tarafından seçilecek bir deniz subayının izlemesini isteyen de kendisiydi. Talimat
uyarınca bu kişi: telgrafların hepsini, düşmanın genel düzen ve planlarını
anlayacak şekilde inceleyecek, ve bu telgraflara dayanılarak geçmişte
hazırlanan raporların ne kadarının, kayıtlı gerçekler olarak doğrulandığını
araştıracaktı... El konulan telgraflar, doğrudan doğruya ve sadece, İngiliz
kuvvet komutanlarına gideceklerdi.
Churchill
bu altın yumurtaların politik değerini anında fark etmiş ve bu yüzden iş görme
yöntemlerine ilişkin kuralların tümünde köklü değişiklikler yapılması gerekse
bile, bunları yumurtlayan kazın mutlaka korunması gerektiğine inanmıştı. Bu
çözümlerin, Deniz İstihbarat Dairesi’nin yeni başkanı Hall’ün eline geçmemesini
sağlıyor ve bu işi de hiç kimseye bırakmadan, kendisi yapıyordu. Deniz
kuvvetlerine ait istihbaratla ilgilenmek üzere 1914’te yaptığı uyarlamalarla,
1941’de Ultra’nın kendisine iletilmesi için verdiği emirler arasında çok büyük
bir benzerlik vardı.
1915’in
henüz başlarında Churchill, Deniz Kuvvetleri Komutanı olan Amiral ‘Jackie’
Fisher’la birlikte, sonuçları İngiltere’nin Yakın Doğu’daki konumunu bir nesil
boyunca etkileyecek olan, korkunç bir karar verdi. Herhangi birinin, özellikle
de en az kendisi kadar girişimci ve hırslı olan ‘Blinker’ Hail gibi birinin güç
kazanmasını sağlayacak bilgileri kimseyle paylaşmaktan hoşlanmayan Churchill,
belki de Çanakkale Boğazı fiyaskosunu önleyebilecek nitelikteki bazı bilgileri,
Hail den almıştı. Hail Türkler’i, Almanlarla olan anlaşmalarını sona erdirip
Kraliyet Deniz Kuvvetleri’ne ait gemilerin Çanakkale Boğazı’ndan serbestçe
geçmelerine izin vermeleri yolunda ikna etmeleri, eğer ikna edemezlerse bunu
sağlayacak bir rüşvet önermeleri için, Türkiye’ye iki hükümet temsilcisi
göndermişti. Görüşmeler, Dışişleri Bakanlığı’nın alternatif gündemi nedeniyle
uzamış ve olumlu bir sonuç elde edilememişti. Bu arada Hail, 13 Mart’ta bir
çözüm okudu:
Nauen’den İstanbul’a.
12.3.15. Çok Gizli. Amiral Usedom’ın dikkatine. Majesteleri
Kayser, Çanakkale Boğazına ilişkin raporu ve telgrafı aldı. Cephane sağlanması
için akla uygun her yol deneniyor. Politik nedenlerden ötürü, Türkiye’nin güven
duygusunun korunmasında yarar var. Kayser etkinizi, bu yönde kullanmanızı rica
ediyor. Alman veya Avusturya denizaltısının gönderilmesi de ciddi olarak
düşünülüyor. Komutan da yüce von Müller olacak.
Hail
çözümlenen bu iletiyi Churchill’e gösterdiğinde Churchill, “demek oluyor ki
sonunda (Türkler’in) cephaneleri tamamen tükendi,” dedi. Hall bunun üzerine
Churchill’e, Türkler’e rüşvet vermeye yönelik düşüncelerinden söz etti.
Gönderdiği hükümet temsilcileri Griffın Ender ve Edvvin Whittal’dı. İki sözcü,
15 Mart 1915’te Dedeağaç’ta, Türk hükümetinin bir temsilcisiyle buluştular.
Hail bu görüşmeler hakkında Hankey’ye, 4 Mart’ta bilgi verdi. Çok daha sonra (7
Ekim 1937’de), bu olay hakkında Albay (o zamanlar Sir Herbert) Richmond’a bilgi
verirken, şunları da eklemişti:
O zamanlar elimde, para harcamaya yönelik olarak bakanlar
kurulundan alınmış bir yetki yoktu. Türkler’in cephaneleri bitmişti ve Almanlar
da yeni cephaneleri, en erken bir hafta sonra getirebilirlerdi. Bu nedenle
Türkler’e karşı zafer kazanacağımızdan emindim.
1915’te
Churchill’le olan ilişkisinden söz ederken Hall şöyle devam ediyordu: “Eğer bu
para karşılığında [yaklaşık 4.000.000 sterlin] barışın sağlanacağı veya
boğazlardan serbestçe geçilebileceği kesin olsaydı, sanırım [kabine] parayı
seve seve öderdi.” Bir Türk bankasına yatırılacak olan para, Türkler’i
Alınanlardan kopanr ve Kraliyet Donanmasının Çanakkale Boğazından rahat rahat
geçmesini sağlardı. Böylece bizi tehdit eden felaket de önlenmiş olurdu.
Churchill rüşveti onaylamayı reddetti, İngiltere'nin Çanakkale Boğazı seferi
tam zamanında başladı ve bu, belki de İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkler'le
ittifak kurmaya yönelik sürdürdüğü nafile çabalarının da nedeni oldu.5
1918’deki
ateşkes ve hemen ardından Whitehall'de yaşanan nakit krizi, 40 Numaralı Odanın
ve bunun askeri karşıtı olan MI IB’nin varlıklarını tehdit eder hale gelmişti,
ama bu durum çok uzun sürmedi. Washington'daki Dışişleri Bakanlığı'nın aksine
İngiliz Dışişleri Bakanlığı barış döneminde de, telgrafların yasalara uygun
olarak incelenmesi ve çözüm istasyonlarının kullanılması sayesinde, Londra ve
Avrupa'daki diğer birçok başkente giren ve çıkan diplomatik iletileri izlemeye
devam etti. Bu amaçla gerekli
fonlar yaratılmış, işlemler ve öncelikler belirlenmiş ve 1 Kasım 1919’da da Devlet
Kod ve Şifre Okulu resmen kurulmuştu.
Bu
operasyonun en önemli unsuru, iletilere el konulmasıydı. İletilere el
konulmaksızın ne çözüm yapılabilirdi ne de diplomatik iletiler gizlice
dinlenebilirdi. Gerçi telefonların dinlenmesi 1930’lu yılların standart
uygulamalarından biri halini almış ve başkalarının toprak hatlarının
dinlenmesine de başlanmıştı ama yine de iletilerin okunmasına, telgraflara
müdahale edilmesi uygulamasını da ekleyen tek ülke İngiltere’ydi. Dosyalarda
bu konuya ilişkin bilgiler bulunamadığı için, sansürcü anlayışın
gerçekleştirdiği operasyonların izlenmesi olası değildi. Ama iki savaş
arasındaki dönemde İngiltere, İskoçya, Irak ve Hindistan’da çözüm
istasyonlarının kurulması büyük bir hızla devam ediyordu. Bu istasyonlar için
ayrılan fonun miktarı daha yeni yeni anlaşılıyor.
Devlet
Kod ve Şifre Okulu, Gizli İstihbarat Servisi Başkanı’nın sorumluluğu altındaydı
ama güvenlik nedenlerinden ötürü, aslında bir birimi olduğu Dışişleri
Bakanlığı’nın ‘evlatlık çocuğu’ halini almıştı. Her iki veli de, varlığını
kabul etmelerine olanak bulunmayan bu çocuğun değerinin bilincindeydiler. Gizli
İstihbarat Servisi Başkanı Amiral Hugh Sinclair açısından bunun açıklanması son
derece olumsuz bir durumdu. Sinclair, Ruslar’a ait ticari ve diplomatik
çözümlerin, devrimin korkunçluğunu gözler önüne sermek amacıyla politik olarak
kullanılmaları için dağıtılmalarına izin verdi. Ancak bilinçli olarak
gerçekleştirdiği bu uygulamanın sonucunda Ruslar, uzun yıllar boyunca
iletilerinin başkaları tarafından okunmasına engel olan OTP sistemini kullanmaya başladılar. Sinelair'in
Dışişleri Bakanlığı dosyalarını okumasına, neredeyse tümüyle engel olunuyordu
ama Rusya konusundaki büyük hatasına karşın, onun için çalışanlar (ve kız
kardeşi) kendisine o kadar büyük bir saygı ve hayranlık duyuyorlardı ki, grup
onu çoktan bağışlamış olmalıydı; böylece onun yönetimindeki Devlet Kod ve Şifre
Okulu, ülke adına Bletchley Park'ı satın aldığı 1938’e ve hatta Kasım 1939’daki
ölümüne kadar etkili bir şekilde çalışmaya devam etti.
Dışişleri
Bakanlığı’nın bu çocuğa bakmakla yükümlü bir baba olarak üstlendiği rolün
kayıtlardan izlenmesi çok kolay olmasına karşın, bu rolü değerlendirmek o kadar
kolay bir iş değildi. Savaş öncesi dönemde Dışişleri Bakanlığı’nda görülen
kültürel ortam birçok katmandan oluşuyordu ama en üst katmanda her zaman kaymak
tabakadan biri, yani bir Eton, Winchester veya Oxbridge soylusu bulunuyordu. Bu
insanlar bütünleşmenin Konsolosluk Dairesi, Devlet Kod ve Şifre Okulu’nda
görevli olan mülteci uzmanlar, dil bilimcileri ve eski askerler nezdindeki
ayrıcalıklarını azaltacağını düşünüyorlardı. Dışişleri Bakanlığı ile Devlet Kod
ve Şifre Okulu arasındaki köprü, okul görevlilerindeki kariyer eksikliği ve
birden fazla dil bilme konusundaki olmazsa olmaz gereksinimin yerine
getirilmeyişi nedeniyle sınırlı bir hale gelebilirdi. Ama Dışişleri Bakanlığı
bir şeyin değerli olup olmadığını hemen anlardı. Bu durumun bir örneği,
Türkler’e aii diplomatik çözümlerin Whitehall’de dağıtılması sayesinde
yetkililerin, Türkler’in ve Yunanlıların Trakya’da tehlikeli boyutlara varan ve
Çanakkale kriziyle sonuçlanan silahlanma yarışından haberdar olmalarının
sağlandığı dönemde yaşanmıştı.
İngiltere’yi
yönetenler tarafından paylaşılan 1922 çözümleri Türkler’in, kendilerinden
kaynaklanan hiçbir kışkırtma olmadığı halde Yunanlılar’ın gösterdiği kavgacı
tutuma ne denli öfkelendiklerini açıkça ortaya koyuyordu. Bunun üzerine önce
İtalya, sonra da Fransa desteklerini çektiler ve İngiltere, Türkiye’nin Avrupa
dışında bırakılmasına yönelik, son derece zamansız bir girişimi destekleyen tek
ülke olarak kaldı. Bir yıl sonra. Devlet Kod ve Şifre Okulu tarafından başarılı
bir şekilde çözülen Sovyet diplomatik şifreleri, neredeyse Bolşevik liderlerle
karşı karşıya gelinmesini adeta daha da yakınlaştıracak nitelikte diplomatik
bir kriz doğmasına neden oldu. Her iki kriz de, Devlet Kod ve Şifre Okulu
tarafından elde edilen diplomatik çözümler sayesinde, bakanlar kurulu
tarafından zararsız atlatıldı. Churchill ve Lloyd George 1922’de. bu krizlerin
içerikleriyle geleceğe yönelik etkileri üzerinde uzun uzun tartıştılar. Oysa
Sinelar bunları sıradan olaylar olarak görüyor ve o zamanlar Londra'da bulunan,
önde gelen iki Bolşevik liderin sınır dışı edilmeleri için kullanılmaları
amacıyla kulis yapıyordu. Ama bu düşüncesinden ötürü daha sonra büyük bir
pişmanlık duyacaktı. On beş yıl sonra İtalyanlar. kendilerinden hiç
beklenmeyecek bir şekilde güney doğuda Etiyopya'ya ve batıda da İspanya İç
Savaşı’na katılmak üzere İspanyaya kadar uzandıklarında, giderek artan ve çoğu
İtalya çıkışlı olan diplomatik ve deniz kuvvetlerine ilişkin iletileri çözmeye
çalışan Devlet Kod ve Şifre Okulu, sadece makineli ve diğer şifreleri çözmeyi
başarmakla kalmadı, aynı zamanda ülkenin dış politikasına da katkıda bulunmaya
başladı. Tarihçilerin hakkında iyi şeyler yazmadıkları Anthony Eden o dönemde
Hâzineye şahsen başvurarak, Devlet Kod ve Şifre Okulunun 1936-37 yıllarında
giderek yoğunlaşan ve kapsamı genişleyen çalışmalarına mali destek sağlayacak
bir fon yaratılmasını istedi. Savaş Bakanlığı bu genişlemeyi destekledi: ‘Bu
tür bir istihbarat, barış döneminde kapsamlı bir şekilde örgütlenmelidir.... ve
bu işin maliyeti, sadece basit bir sigorta primi olarak kabul edilmelidir.’
1919’un
sonuna gelindiğinde Devlet Kod ve Şifre Okulu’ndaki görevlilerin sayısı 66
olmuştu. Bu sayı 1924’te 65’i destek personeli olmak üzere 94’e yükseldi.
1935’e gelindiğinde bordrodaki personel sayısı, 67’si destek personeli olmak
üzere, 104 olmuştu. Etiyopya Savaşı nedeniyle, geçici olarak İtalyan uzmanlara
gerek duyuldu ve bunların bazıları, savaştan ötürü ortaya çıkan gereksinim
bitince işten ayrıldılar, ama geri kalanlar, Bletchley’deki İtalya bölümü için
sağlam bir temel oluşturmuşlardı. Bu uzmanlardan çok azının göreve devam
etmesine izin verildi, çünkü ülkenin üzerine başka ve daha büyük gölgeler
inmeye başlamıştı. 1939’da, 88 tanesi destek personeli olan 125 kişi
çalışıyordu. İki savaş arasında ve 1939’da işe alınan 37 kıdemli ve kıdemsiz yardımcının
çoğu, hem savaş süresince hem de Soğuk Savaş döneminde çalışmaya devam
ettiler-bu da Devlet Kod ve Şifre Okulu başkanı tarafından uygulanan gayrı
resmi ve hatta garip sayılabilecek eleman alma yönteminin başarısını kanıtlar
nitelikte bir durumdu.
Resmi
eğitim konusunda çok fazla şey söylenmemişti ve bu da adeta durumu özetliyordu.
Eğitim konusunda Savaş Bakanlığının ilginç bir görüşü vardı: ‘Bir insanın iyi bir şifre uzmanı
olması için bir uzmanı üzmesi ve canını sıkması gerekir. Bu konuda bir eğitim
programı düzenlemek olanaksızdır.’ Kıdemli yardımcılar, şifre
uzmanlıklarını ve bu konudaki başarılarını çoktan kanıtlamış kişiler-di ve
deneyimleri 1915 yılına kadar gidiyordu. Şifre bilimin tarihi, eski Mısır’a
kadar uzanmaktadır. ABD de. konunun tarihçesinin de anlatıldığı şifre çözüm
eğitimi verilmesi. Kara Kuvvetleri İleti İstihbarat Dairesi Başkanı William
Friedman taralından teşvik edilmiştir.25 Olağanüstü bir şifre uzmanı olan
Friedman. aynı zamanda konu üzerinde akademik eğitim de almıştı. Cambridge'deki
Churchill Koleji’nde, Devlet Kod ve Şifre Okulu elemanlarına verdiği derslerin.
Oliver Strachey tarafından tutulan notları dışında, 1920’lerde buna benzer bir
eğitim olduğuna ilişkin bir kanıt yok gibidir. Bu durum eğitimin genelde ‘iş
başı eğitim’ şeklinde olduğunu göstermektedir ki bu da, 1940-1943 yılları
arasında Bletchley Park’ta çalışanların anılarında doğrulanmaktadır. O dönemde,
kullanılan teknikler o kadar çabuk değişiyordu ve yapılacak olan iş o denli
acildi ki, personele resmi bir eğitim verilmesi zaten olanaksızdı. Savaş öncesi
dönemdeki Devlet Kod ve Şifre Okulunda başkan, başkan yardımcısı ve üst düzey
(kıdemli) görevlilerin hepsi çok usta şifrecilerdi ama işlerinin gizli olduğunu
bildikleri için, bırakın akademik bir saygınlık kazanmak için bunu açıklamayı,
yaptıkları işe bir ad bile vermiyorlardı. Bunu yalnızca, ’idari görev’
tanımının karşıtı olabilecek şekilde, ‘özel görev' olarak adlandırıyorlardı.
1930’lu
yılların ortalarında aralarına Oxbridge mezunları katılana kadar burada çalışanların
yaşları ve daha önceki iş deneyimleri, Devlet Kod ve Şifre Okulu içinde bir
kariyer yapılaşmasının kesinlikle olanaksız olduğunu gösteriyordu. Bir bütün
olarak Dışişleri Bakanlığı ve Hariciye bünyesinde ise daha belirgin bir
yapılaşma mevcuttu. Kıdemli ve kıdemsiz Devlet Kod ve Şifre Okulu personeli,
açıkça bunun dışında tutuluyordu. Hariciye’yle Devlet Kod ve Şifre Okulu
arasındaki ilişki de yok denilecek kadar azdı.
Buna karşın Devlet Kod ve Şifre Okulu nun elde ettiği başarılara
ulaşabilmek için zekâ, bağlılık. ketumiyet, yetenek, sezgi, öz disiplin ve pek
rastlanmayacak kadar yüksek düzeyli bir öz motivasyonun gerekli olduğu da
yadsınamazdı. Gerek işe yeni alınanların gerekse deneyimli personelin
gereksinimleriyle. bunları karşılamaya yönelik teşviklerin eksikliği. Devlet
Kod ve Şifre Okulu başkanı tarafından da gayet iyi biliniyordu:
Şurası unutulmamalı ki, maaş ve kalınacak yer sağlanması dışında. Devlet
Kod ve Şifre Okulu nun hiçbir maddi olanağı yoktu: hatta öyle ki Devlet Kod ve
Şifre Okulu. Dışişleri Bakanlığı nın, ailevi hiçbir hakkı olmayan evlatlık
çocuğu ve barış dönemindeki faaliyetleri nedeniyle harcayabileceği para ciddi
biçimde azalan Gizli İstihbarat Servisi nin de yoksul bir akrabası halini
almıştı.28
Devlet
Kod ve Şifre Okulu’nun, hükümetin diğer birimleriyle olan ilişkileri,
Sinclair'in 8 Kasım 1939’da ölümüyle birlikte değişti. Bütün personel ona
güveniyor, onu seviyor ve ona bağlılık duyuyordu ve onun bu denli önemli bir
dönemdeki zamansız ölümü, tüm personel için, duyabilecekleri en kötü haberdi.
Denniston bile profesyonelliğin gereğini yerine getirip kendini toparlayamadı
ve sorunları, Sinclair'den sonraki başkanla paylaşmakta çok zorlandı. Aslında
“Amiral’, yeri doldurulamaz biriydi: o, şifre uzmanlığının ve şifre bilimin özünde
bulunan yüksek düzeyli özerkliği çok iyi anlayan biriydi. Bu konunun
uzmanlarının, yaptıkları işin neden olduğu entellektüel zorlukların olumsuz
etkisini azaltacak bir ortamda çalışmalarını sağlamıştı. Whitehall’ün en üst
kademelerinde bulunan güç çevrelerinde, büyük bir güven duygusuyla hareket
ediyordu. Menzies'in Bletchley Park yöneticisi olarak üstlendiği görevin
değerlendirilmesi hem daha zordur hem de bu bölümün kapsamı dışında
kalmaktadır. Churchill’e düzenli olarak diplomatik çözümler getiriyor ve bu
çözümlere savaş boyunca, yeşil mürekkeple açıklamalar eklemekten geri
kalmıyordu. Bu çözümlerin güvenliğini sağlama konusunda da çok başarılıydı.
Hangi
araçları kullanırsa kullansın ve etkileri ne olursa olsun Devlet Kod ve Şifre
Okulu, Almanya dışında kalan büyük ülkelerin hepsindeki diplomatik haberleşmeyi
dinleyebilecek kapasiteye ulaşmış, deneyim ve çözümsel analizin akıllıca
uygulanması ışığında, geleneksel yöntemler geliştirmeyi başarmıştı.
Bletchley’de yaşamsal öneme sahip bir rol üstlenecek olan şifre uzmanı
beyinlerin işe alınmaları bir rastlantı gibi görünebilirdi ama bu her ne kadar
sonradan anlaşılsa bile, elde edilen sonuçların fevkalade olduğu yadsınamazdı.
Whitehall tarihçisi Profesör Peter Hennesy şöyle yazmıştı:
Devlet Kod ve Şifre Okulu Başkanı ve Avrupa’daki gelişmeler
konusunda en bilgili insanlardan biri olan Binbaşı Denniston. o Pazar günü [3
Eylül 1939] Broadway’deki masasında oturmuş. Dışişleri Bakanlığının, kendi
elemanlarının denetimini elinde bulunduran Personel Dairesine bir mektup
yazıyordu. Hitler’in faaliyetlerini son derece küçümsediği bu mektubunda şöyle
diyordu:
‘Bir süreden beri olağanüstü durum listemizde yer alan ve
Hazine’nin yılda 600 sterlin ücret ödeyeceğini taahhüt ettiği, profesör
düzeyindeki insanları işe alıyoruz. Mektubumun ekinde bu beyefendilerin. işe
başlama tarihlerinin de yer aldığı bir liste gönderiyorum. Bundan sonra aramıza
katılacak olanlar konusunda da sizi daha sonra bilgilendireceğim.’
İlk
listede, Zimmermann’ın telgraf şifresi çözen elemanlarından biri olan Nigel de
Grey’le birlikte, her ikisi de İtalyan olan ve savaş süresince Bletcley Park’ta
çalışan Profesör E.R.P. ‘Vinca’ Vincent ve Profesör Tom Boase da vardı. İkinci
liste ise, ‘bu meslek dalında bugüne kadar çalışmış olan en önemli isimlerin
bazılarını içerdiği için’ çok daha fazla göz kamaştırıyordu.2;ı Bunların
arasında E.R. Norman. John Jeffries, Gordon Welchman. Frank Adcock, Hugh Last
ve Alan Turing de bulunuyordu. Bunların en az üç tanesi, Bletchley Park'taki
çalışmalar açısından, vazgeçilemeyecek derecede önemliydiler. Devlet Kod ve
Şifre Okulundaki kıdemli şifreciler arasında yaygınlaşan inanca göre,
‘İngiltere tarihinin en yetenekli şifre uzmanlarını ve istihbarat
analizcilerini bir araya getirerek’, 1939 yılının sonlarına doğm Bletchley'de
ortaya çıkan şifre çözümüne ilişkin sorunları kökünden çözmenin tek ve en iyi
yolu, zeki mezunları bulup çıkarmak ve işe almak için Oxbridge'i taramaktı.30
Ama bunların, 1939 sonlarına doğru şifrecilerin arasına katılmasından da önce
Devlet Kod ve Şifre Okulu, hükümette yer alan ve kendilerine sunuları bilgileri
kullanmaya istekli ve yetenekli kişilere komple bir şifre uzmanlığı hizmeti
sağlayacak düzeye gelmesine neden olacak adımlar atmıştı bile. Bunun nasıl
olduğunu ise, bunu izleyen kısımda göreceksiniz.
Devlet
Kod ve Şifre Okulu ile Dışişleri Bakanlığı arasındaki ilişkiler belgeleniyordu
ama Devlet Kod ve Şifre Okulunun ayrıca, gizli istihbarat servisleriyle de
gizli ilişkileri vardı. Gizli İstihbarat Servisi’nin iki savaş arasındaki
dönemde başkanlığını yapan Amiral Hugh Sinclair, sadece Devlet Kod ve Şifre
Okulundan değil, aynı zamanda El Koyma ve Yön Bulma'dan da sorumluydu. Bu durum
sayesinde Devlet Kod ve Şifre Okulu, tamamen şifre çözümüne ilişkin olan
çalışmalarında, istihbarata ilişkin bir dizi yenilik gerçekleştirmeyi de
başardı. Bunların ilki, Trafik Analizi’ydi.3Bu, gerçek iletilerin
okunamadıkları durumlarda bile hedef ülke veya kişinin telsiz iletişiminin
sürekli olarak izlenmesi anlamına geliyordu. Böylece iletilerin içerikleri anlaşılamasa
bile, haberleşmenin yoğunluğu ve izlediği yön sayesinde, geleceğe yönelik
faaliyetler hakkında tahmini bilgi edinmek mümkün oluyordu. Belirli bir hedef
istasyondan çıkan gönderimlerin miktan, yoğunluğu ve ulaşım yönü, güvenilir
nitelikte bilgi edinilmesini sağladığı için, şifre uzmanının geçici bir süre
üretken olmadığı durumlarda. Trafik Analizi kabul edilebilirdi. Trafik Analizi,
taktik planlama açısından çok önemli bir rol oynadı ve hatta bu nedenle 1942'de
tamamen Y sigint’e (düşük düzeyli taktik gönderim istihbaratı) dönülmesine yol
açtı.
İkinci
gelişme ise Yön Bulma idi. Burada da iletilerin miktan ve gönderim yönleri
izlendikten sonra elde edilen bulgulara koordinatlar uygulanıyor ve böylece,
gönderimlerin kaynağı ve hedef alınan düşman haberleşme istasyonunun yeri
matematiksel olarak belirleniyordu. Yön Bulma ve Trafik Analizi, askeri
trafikten ayrılan diplomatik haberleşmelerde pek işe yaramıyorlardı. Diplomatik
iletilerin hepsi sabit kaynaklardan çıkıyordu ve gönderim yoğunluğundaki aşkın
bir süre boyunca ‘Devlet Kod ve Şiire Okulu demek, Denniston demekti.’ Ortaya
atılan alternatif bir teoriye göre ise, Denniston'ın liderliğinde çalışan, aynı
düşüncelere ama farklı yeteneklere sahip olan bir grup devlet memuru bir
strateji geliştirmişler ve bir yandan 1920’lerin ve 1930’ların gereksinimlerine
yeterince hitap ederken, bir yandan da savaş döneminde çalışabilmek için ciddi
biçimde geliştirilmesi gereken bir şifre bürosunun nasıl olması gerektiğini
düşünerek, gerekli uygulama değişikliklerini gerçekleştirmişlerdi. Böylece
Churchill ve hükümeti. Ocak 1940'tan Mayıs 1945'e kadar geçen dönemde,
Almanların niyetlerini belgeleyen iletileri ayrıntılı biçimde okuyabilmişlerdi.
Klasik
şifrecilerin, 1933’ten 1940’a kadar belirli sistem ve yöntemleri geliştirmek
için ekip çalışmasını ve birlikte düşünmeyi sürdürdükleri ve bunun sonucunda
da. Ocak 1940'tan itibaren Luftwaffe Enigma’sının çözülerek, düzenli bir
şekilde ilgililere dağıtıldığı yolunda yeterince kanıt bulunmaktadır. Bu daha
sonra, Enigma konusunda elde edilen başka başarılara ve iletileri büyük bir
hızla Churchill’e ve diğer kullanıcılara ulaştırmayı sağlayan Ultra’nın
oluşmasına da neden oldu. Bu da Müttefikler’in hem Alman denizaltılarına karşı,
hem de Avrupa ve Uzak Doğu’da elde ettikleri zaferde oldukça önemli bir rol
oynadı. Birinci Dünya Savaşı ve iki savaş arasındaki döneme ait şifre uzmanlığı
yapılaşması ve çalışma uygulamalarıyla, 1939-45 döneminde Bletchley Park’ta
sürdürülen, büyük ölçüde gelişmiş ama yine de geçmişi andıran benzeri çalışmalar
arasında, çok güçlü bir mikrokozmik benzerlik bulunmaktadır.
1936'ya
gelindiğinde Dışişleri Bakanlığı'nın gündemindeki en önemli maddelerden biri,
Bolşevik tehdidinin yerine Alman saldırganlığını yerleştirmekti. Bu nedenle
Devlet Kod ve Şifre Okulu’ndan, kaynaklarını bu gereksinime uygun olarak
yeniden tahsis etmesi istenmişti. Gerçi Almanların diplomatik şifresi
’Floradora’ henüz çözülememişti ama, Türkiye ve diğer bazı ülkelerin diplomatik
iletileriyle birlikte İtalyan ve Japon şifrelerinin de çözülmesi sonucunda
Devlet Kod ve Şifre Okulu, savaşın yaklaşmakta olduğu konusunda patronlarını
bilgilendirmeyi başarmıştı. Peki ama çözümleri kim okuyordu? Devlet Kod ve
Şifre Okulu tarafından sunulan bilgiler Dışişleri bakanı. Dışişleri
Bakanlığındaki üst düzey görevliler, bu gizli kurumlaşmadan haberdar olan
politikacılar ve gizli istihbaratın kendi adamları taralından getirilmesini
tercih eden gizli servis şefleri arasında nasıl karşılanıyordu? Savaş öncesi
dönemine ilişkin kanıtlar oldukça az olmakla birlikte genel olarak, üçüncü
kâtipten daha üst düzeydeki herkes bu bilgilere erişebiliyordu.37
Anlaşılması
daha güç olan şeyse. Dışişleri Bakanlığı’nın bu çözümleri nasıl kullandığıydı?
Devlet Kod ve Şifre Okulu başkanı, kendi ofisinden çıkmalarından sonra mavi
kapaklara ne olduğundan hiç söz etmemişti. Savaş dönemindeki mavi kapakların
dağıtım listesinden anlaşıldığı kadarıyla, dağıtılan her şeyin bir kopyası da
Sivil Servis Başkanı Sir Edward Bridges’e gidiyordu.38 Kuruluş kuralları
çerçevesinde Devlet Kod ve Şifre Okulu, seçilen belgeleri önce Dışişleri
Bakanlığına, sonra da askeri bakanlıklara teslim ediyordu. Sir Robert
Vansittart’ın kendi özel gizli istihbarat kaynakları vardı ve mavi kapakları da
okumuş olmalıydı. Bunlara erişebilme hakkının belirlenmesi. Dışişleri
Bakanlığındaki bürokratların işlevleri arasındaydı. Gelen ve giden sıradan
telgraf haberleşmeleri. Gizli İstihbarat Semsi veya Devlet Kod ve Şifre Okulu
çıkışlı oluşlarına göre farklı işlem görüyorlardı. Gizli İstihbarat Servisi
kaynaklı olanlar, şifreli veya deşifre edilmiş olarak, Haberleşme (İletişim)
Bölümü’nde işlem görüyor, yazdırılıyor ve dağıtılıyorlardı. Telgraflar
üzerindeki çalışmalar ve bunların 'dağıtımı’, farklı birimlerde farklı
yapılıyordu. Gizli veya Çok Gizli
olarak sınıflandırılanların dışında kalan telgraflar. Dışişleri Bakanlığı
içinde geniş bir dağıtım ağma hitap ediyordu. Ama gelen telgrafların (tıpkı
diğer gelen haberleşmeler gibi) ‘girişi’, ancak uygun bir kayıt sistemine göre
yapılıyor ve iletilmesi gereken birimlere de, yine bu sisteme uygun şekilde
iletiliyorlardı. Bu bölümde bütün belgeler Üçüncü Oda’daki konudan sorumlu alt
düzeydeki görevlinin (bu ikinci ve hatta birinci kâtip olabilirdi) önüne
gidiyordu. Gizli İstihbarat Servisi veya Devlet Kod ve Şifre Okulundan gelen
belgeler doğrudan doğruya bakanlık müsteşarına geliyor ve buradan da
müsteşarın, Dışişleri Bakanlığı’nın Devlet Kod ve Şifre Okulu ve MI6’yla olan
ilişkilerinden sorumlu özel sekreterinin denetiminde, ilgili birimlere dağıtılıyorlardı.
Örneğin Türkiye’ye ilişkin mavi kapaklar, 1932 yılında eski Merkez Dairesi
bünyesinde oluşturulan ve ayrı bir birim haline getirilen Güney Dairesine
gönderiliyordu. 1930’lu yılların ortalarına doğru artan İtalyan haberleşme
trafiği, oldukça önemli bilgiler sağlıyordu ve bu bilgilerin de Güney
Dairesi’nde değerlendirilmeleri ve ‘gelişmelere ilişkin yorumlar yapılması veya
eylem için önerilerde bulunulması amacıyla dikkate alınmaları’ gerekiyordu.
Doğal olarak bunların katkıları da çok önemliydi.
Savaş
öncesi döneme ilişkin mavi kapaklar hakkında daha belirgin konuşmak mümkün
değil. Bu da çözümlerin, Churchill’in göreve gelişinden önceki dönemde
hükümetin dış politikasının şekillenmesindeki doğrusal değerlerinin
anlaşılmasını zorlaştırıyor. Hatta bu soruyu yanıtlamak da mümkün değil çünkü
bunlar daha önceleri, Dışişleri Bakanlığının diğer bakanlara tavsiyelerde
bulunmak amacıyla kullandığı bir bilgi toplama çalışmasının bir parçasını
oluşturuyorlardı. Bunun da ötesinde Devlet Kod ve Şifre Okulu 1943’e kadar,
Dışişleri Bakanlığı açısından yaşamsal öneme sahip olan, makine ürünü
diplomatik Alman şifrelerini çözme konusunda o kadar da hızlı bir gelişme
gösteremiyordu. Diğer devlet memurlarının çoğu gibi, Dışişleri Bakanlığı
çalışanları da kendilerine getirilen belgeleri, neyin deşifre edilemeyeceği
konusunu sorgulamaksızın okumakla yetiniyorlardı. Neyin önemli olduğuna dair
önceden edinilmiş görüşleri vardı. Bu önyargılarıyla çelişen bir bilgiyi, ne
denli uygun olursa olsun reddedebilirlerdi. Genel anlamda, gördükleri klasik
eğitim nedeniyle Yunanlıları seviyorlardı ve Türk karşıtı olarak görülmelerinin
temelinde de bu gerçek yatıyordu. Dahası mavi kapaklara ek olarak, uluslararası
diplomasi alanında gizli ve yarı resmi başka bilgi kaynakları vardı ve bazı
haber ve görüşlere erişme konusuna ayrıcalıklıydılar.
Çoğu
Avrupa başkentinde görevli İngiliz kara, deniz ve hava ataşelerinin
raporlarına, çoğunlukla mavi kapçıklardaki konulan içeren yabancı basının ve
radyo yayınlarının izlenmesi sayesinde elde edilen sonuçlar da eklenebilirdi.
Mavi kapakların değeri, bozulmayan niteliklerinden kaynaklanıyordu. Devlet Kod
ve Şifre Okulunun bunları, belirli birimlere dağıtılmaya değer bulmasının
dışında mavi kapaklar, yakın bir gelecekte patlayacağından kuşku duyulmayan
düşmanlıklar konusunda İngiltere'nin dost ve düşmanlarının, yanında ve
karşısında yer alanların neler düşündüklerini de açıklığa kavuşturuyorlardı.
Savaş dönemindeki diplomatik çözümlerden anlaşıldığı kadarıyla bunlar genel
anlamda büyükelçilerin, sorumlu oldukları ülkelerdeki koşulları, olayları ve
bunlara ilişkin yorumlarını dile getirdikleri raporlardan başka bir şey
değillerdi. Ama Avrupa ülkelerinin çoğu, iletişim için toprak hatlarını
kullanmak suretiyle şifre güvenliklerini sağladıklarından, diplomatik iletilere
el konulması ve bunların çözümlenmesi sınırlı bir seçenek olmaktan öteye
gidemiyordu. Almanlar makineli şifreleme sistemlerine büyük yatırımlar
yapmışlardı. Japonya, İtalya ve Türkiye’yi hedef alan şifre çözme çalışmaları
sonucunda çok önemli bilgiler elde edilmişti. Özellikle Türkiye’ye ilişkin
bilgileri elde etmek çok daha kolaydı çünkü, İngiliz hükümetinin en büyük
hissedarı olduğu, İstanbul’daki Telsiz Ve Telgraf İdaresi merkezinde telgraflar
büyük bir titizlikle inceleniyor ve böylece Türkler’in haberleşmesi, neredeyse
‘tümüyle’ ele geçiriliyordu. 1936’daki Montreux Konferansı’ndan sonra Türkiye
önemli bir hedef halini aldı ve Dışişleri Bakanlığı bu çözümler sayesinde,
Ankara'daki karar mekanizmasının birçok unsurunu ve Türkiye’nin, özellikle
İtalya. Fransa, Almanya ve İngiltere’ye ilişkin diplomatik önceliklerini
öğrenmeyi başardı.
Savaş
öncesinde Almanların makineli şifre sisteminin çözülmesi konusunda son derece
karamsar olan Devlet Kod ve Şifre Okulu’nun bu tutumunun şiddetle
eleştirildiğini sergileyen ve son dönemlerde ortaya çıkan dosyaların varlığına
karşın, Devlet Kod ve Şifre Okulu’nun iki savaş arasında elde ettiği dört büyük
başarıyı burada özetlemek uygun olabilir. Bu başarıların ilki, Türkiye, İtalya,
Rusya, Japonya, İberya ve ABD’ye ait diplomatik şifrelere ciddi biçimde
girilmesi olmuştu. Daha önce de belirtildiği gibi, Türkiye'deki telgraf
trafiği, Telsiz ve Telgraf İdaresi'nin etkili hizmetleri sayesinde tümüyle,
gecikmeden ve herhangi bir ‘rüşvet grubu' oluşturmaya gerek kalmaksızın
inceleniyordu. Lordlar Kamarası kütüphanesinde bulunan bir dosyada, Türkiye
çıkışlı gerçek birkaç mavi kapak kopyası da vardır ve Churchill, Curzon ve
Lloyd George bu mavi kapaklara güvenerek, Türkler’in Ekim 1922’de İzmir’de
sergileyecekleri saldırganlığı engellemeye çalışmışlardır. Bu çözümler,
Kensington'daki Melbury Road’da çalışmalarına yeni başlayan Devlet Kod ve Şifre
Okulu tarafından, Fransızca’dan İngilizce’ye tercüme edilmişlerdi. Bunlar bütün
özellikleri açısından, o günden 1945’e kadar hükümetteki belirli kişilere
düzenli bir şekilde gönderilen daha sonraki mavi kapakların aynısıydılar. Lloyd
George'un dosyalarına göre çözümlerin kopyaları düzenli olarak, adları bir listede
yazılı olan kişilere gönderiliyorlardı. Bu listede
kimler yoktu ki: askeri istihbarat dairelerinin başkanları, Lloyd George,
Curzon ve Churchill gibi kıdemli bakanlar ve Sir Basil Thompson (İçişleri
Bakanlığı güvenlik daire başkanı). Ekim 1922'deki Çanakkale krizi süresince
Paris'teki Türk büyükelçisinden İstanbul’a gönderilen diplomatik iletiler,
İngiltere’nin politikasını belirleyen kişiler tarafından mutlaka
okunuyorlardı. Böylece mavi
kapaklar, daha işin başlarında bile, İngiliz dış politikasının odak noktasında
yer almaya başlamışlardı.
Devlet
Kod ve Şifre Okulu’nun elde ettiği ikinci başarı, diplomatik ileti
istihbaratının kaynağını oluşturan gönderimlere el konulmasından çözümlenerek
dağıtılmalarına kadar olan tüm işlemlerin gerektiği gibi yerine getirilmesiydi.
Eğer bu yapılmasaydı, hiçbir birim işlevsel olamazdı. Kitabın bu bölümünde altı
çizilen de bu ikinci başarıdır. Çünkü herkes tarafından kabul gören, iyi
çalışan ve 1939 yılında Bletchley'deki Enigma uzmanları tarafından da
kullanılabilen işlevsel bir sistem olmasaydı, elde edilen başarının
sonuçları-yani kullanılabilir durumdaki yüksek dereceli diplomatik ileti
istihbaratı veya Ultra-1941 yılının ortalarına kadar İngiliz silahlı
kuvvetlerinin kullanımına sunulamazdı.44
Eylül
1938’e gelindiğinde, o zamana kadar Sinclair yönetiminde savaş koşullarında
nasıl çalışılması gerektiğini de, yapılan başarılı tatbikatlar sayesinde çok
iyi öğrenen Devlet Kod ve Şifre Okulu, eskiden barışı satın aldıklarını ve aynı
şeyi yine yapabileceklerini düşünen kişilerin bulunduğu bir ortamda bile,
savaşa hazır durumdaydı. Dışişleri Bakanlığında ise, Devlet Kod ve Şifre
Okulu’nun Whitehall'de dağıttığı çözümler nedeniyle başka bir hava esiyordu.
Herkesin inandıklarından farklı şeyleri dile getiren bu çözümler, farklı bir
politika uygulanmasını gerekli kılıyorlardı. Bu yeni politikanın en büyük
destekçisi ise, uzlaşma yanlısı olmadığı için meslektaşları tarafından
kendisine, The Wind in the Willows (Söğütlükteki Rüzgâr) adlı kitapta geçen ve
arkadaşlarını hiçbir zaman kolay yanıtlarla tatmin etme yoluna gitmeyen
karakterden esinlenerek ‘Moley’ lakabı takılan Müsteşar Yardımcısı Sir Örme
Sargent’dı. Sir Alexander Cadogan ve çözümlere erişebilen üst düzeydeki diğer
görevlilerin çoğu da onun gibi düşünüyorlardı. Devlet Kod ve Şifre Okulu ile
Dışişleri Bakanlığı arasındaki ilişkiler konusunda sadece tahminde
bulunabiliriz, çünkü günümüze kadar saklanabilen hiçbir dosya bulunmamaktadır.
Çözümlere ilişkin bütün belgeler, okunduktan sonra hemen yakılmaktaydı ve
Devlet Kod ve Şifre Okulu’na ve sağladığı belgelere yapılan bütün göndermeler
de, hükümet toplantılarının tutanaklarında yer almadan önce, ‘özel’ veya
‘güvenilir' kaynaklar olarak değiştiriliyordu. Bu kadar yoğun bir ketumiyete
karşın diplomatik çözümlerle, Chamberlain'in Hitler politikasına karşı
Dışişleri Bakanlığı tarafından gösterilen ve henüz yeni yeni anlaşılan şiddetli
muhalefet arasında çok güçlü bağlar olması gerekirdi. Bu da Devlet Kod ve Şifre
Okulu’nun iki savaş arasındaki başarılarının üçüncüsüydü.45
Devlet
Kod ve Şifre Okulu’nun Alman belasına karşı takındığı, kendine özgü politik bir
tutum olabilirdi. Devlet Kod ve Şifre Okulu çalışanları, Alman belasına ilişkin
görüşlerini Cadogan veya Eden’ın görüşlerine tercih ettikleri Vansittar
etrafında toplanmışlardı. Aslında Cadogan ve Eden da onlara göre, Halifax’dan
daha olumlu düşünüyorlardı. Çözümlerin bu temele dayandırılarak okunması,
Dışişleri Bakanlığının taviz karşıtı görüşünden çok daha radikal bir bakış
açısı doğmasına yol açabilirdi. Bu konuda yazılan az sayıdaki eserde göze
çarpan bir gerçek de, grubun müşterilerine olan tutumundaki belirgin
farklılıktı.46 Askeri bakanlıkların en yenisi olan ve en esnek düşünce yapısına
sahip olduğu bilinen Havacılık Bakanlığı en iyi müşteri olarak kabul
ediliyordu. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı hâlâ kendi istihbarat değerlendirme
bölümüne sahipti ve Devlet Kod ve Şifre Okulundan aldığı ham verileri
kullanıyordu. Savaş Bakanlığı ise diplomatik ileti istihbaratının önemini daha
yeni, 1942’de Kuzey Afrika’da savaşırken, cephede anlamıştı. Bu tutumlar son
derece önemlidir, çünkü neyin dağıtılması gerektiği ve bunların kimlere
dağıtılacağı konusunda yapılan değerlendirmenin temelini bunlar oluşturuyordu.
Müşterilerinizin özelliklerini ve gereksinimlerini bilmek de Devlet Kod ve Şifre
Okulu’nun uzmanlık alanına giriyordu. Bu da Devlet Kod ve Şifre Okulu’nun
özerkliğinin bir parçasıydı ve bu özerklik Whitehall’de öylesine kabul görmüştü
ki, İkinci Dünya Savaşı boyunca da devam etti. Devlet Kod ve Şifre Okulu,
yaptığı başarılı çalışmalar sayesinde müşterilerinin neyi okuyacağını belirleme
gücünü elde etmiş ve böylece ülke politikasını da etkiler hale gelmişti.
İspanya İç Savaşı’ndan, 3 Eylül 1939’da patlak veren gerginliğe kadar geçen
dönemde, Devlet Kod ve Şifre Okuluna diplomatik ileti istihbarat operasyonunun
tümü üzerinde bu denli fazla yetki verilmeseydi, savaş zamanında üstlendiği
rolü bu kadar kısa süreli bir gecikmeyle gerçekleştiremezdi.
Devlet
Kod ve Şifre Okulu için iki savaş arasındaki dönem, 1939’da okul başkanının
Avrupa'ya yaptığı iki ziyaret -ilki Ocak ayında Paris’e, İkincisi ise Ağustos
sonlarında Polonya’yaile son buldu. Denniston, Knox ve Menzies Fransa’ya
feribotla geçtikten sonra, Fransa ve Almanya üzerinden Polonya’ya trenle
gitmişlerdi. Varşova yakınlarındaki Pıyr’de İngilizler ve Fransızlar, (o an
için olmasa bile) Polonyalılar'ın Enigma’yı okuyabildiklerini ve Fransa ve
İngiltere’nin kendi özgürlüklerini koruma şanslarının çok fazla olmadığını
bildikleri için onlara birer Enigma makinesi vermeye hazır olduklarını
öğrendiler. Enigma makinelerinden biri, önce Varşova’dan Paris'e, oradan da
Londra üzerinden Bletchley'ye götürüldü. Bu makine sayesinde yeni yetişen
İngiliz şifre uzmanları, neredeyse her gün insanı şaşırtan sonuçlar almaya
başlamışlardı ve bu gelişmenin sonunda, yani Ocak 1940’ta Luftwaffe şifresi
nihayet tamamen çözüldü.
Bu
dört büyük başarıyla birlikte, birçok ülkeye ait diplomatik şifrelerin başarılı
bir şekilde okunması ve 1937-39 yıllarında sürdürülen eleman alma kampanyaları
sayesinde, 1939'da Bletchley Park’ta yürütülen faaliyetler gerçekleşti. Haziran
1940'a gelindiğinde ise bu faaliyetler, İngiltere’nin savaşa ilişkin tutumuna
önderlik eden Churchill için, yaşamsal öneme sahip bir hal almıştı. İnsana
ıstırap veren onca güçlükten sonra Enigma nihayet çözülmüş, Devlet Kod ve Şifre
Okulunun varolan ama geliştirilen yapısı ve uygulamalarıyla bütünleşmiş ve bu
arada, iki savaş arasındaki dönemde sürdürülen dağıtım sisteminin doğal bir
sonucu olan Ultra da devreye girmişti.
Bu,
talebin son derece yoğun olduğu bir işlemdi ve kazalar da oluyordu, ama başka
bir seçenek yoktu. 1940 ve 1941’de İngiltere gerçekten de tek başına kalmıştı.
İngiliz orduları Norveç, Fransa ve Libya’da yenilgiye uğramıştı ve askeri
malzeme taşıyan konvoyları korumakla görevli Kraliyet Deniz Kuvvetleri de bu
görevinde başarısız olmuştu. Eğer Kraliyet Hava Kuvvetleri Eylül 1940’ta
İngiliz hava sahasında Luftwaffeyi yenilgiye uğratmasaydı, Hitler ‘Deniz
Aslanı’ harekâtını başarıyla uygulayabilir ve İngiltere de, tıpkı Danimarka,
Macaristan ve Romanya gibi işgal edilebilirdi. Kanada’da, bir İngiliz sürgün
hükümeti kurulabilirdi. Bu da, Berlin’den gelen birinin Whitehall veya
Buckingam Sarayı’na yerleşmesi anlamına gelirdi. İngiltere’nin savaş
fabrikalarını, radarlarını ve hâlâ yenilmez bir güç olan donanmasını ele
geçiren Almanya inanılmazı gerçekleştirip, o zamanlar bazı Almanların zaten
öyleymişçesine inandıkları gibi, batı dünyasının hâkimi olabilirdi.
Churchill’in ülkenin kurtarıcısı olduğunu iddia etmek ne lâf olsun diye ne de
duygusallıkla söylenmiş bir şeydir. Bunu nasıl yaptığı konusu sürekli olarak
tartışılmış ve hâlâ da tartışılmaktadır. Ama bu gelişmelerde Bletchley Park’ın
ve ‘altın yumurta yumurtlayan’ kazın oynadığı rolü anlamak için, hem
yumurtaları hem de kazı, önce Deniz Kuvvetleri Komutanlığı sonra da savaşın
patlak verişinden yirmi yıl önce Dışişleri Bakanlığı içindeki çıkış noktalarına
kadar izlemek gerekir.
Eğer
İngiliz şifre uzmanları ona ve ülkeye, 1914’te Deniz Kuvvetleri Bakanı olarak
atanışından başlayıp, 1920’lerin başlarındaki Türk krizi, 1920’li ve 1930'lu
yılların Rus, İspanyol ve İtalyan krizleri ve Hitler’in Avrupa’daki
üstünlüğünün devam ettiği dönemler süresince ve Enigma’nın çözülerek Ultra’nın
yaratıldığı ve Almanların koşulsuz olarak Müttefiklere teslim oldukları 8 Mayıs
1945’e kadar, bütün savaş boyunca çalıştığı dönemde etkili bir şekilde hizmet
etmemiş olsalardı, Churchill’in savaş dönemindeki başarıları belirgin bir
şekilde azalabilirdi.
Sh: 42-61
Bu belgeler [Churchill'in] kafası dışında hiçbir yerde
bütünleşmiyordu.
Andrew Hodges
Bu
kitapta Churchill, Dışişleri Bakanlığı ve kuvvet komutanlarının 1942’den 1944’e
kadar olan dönemde, Türkiye’ye yönelik politikalarını formüle etmek ve bu
politikaları uygulamak için gizli ileti çözümlerinden elde ettikleri bilgileri
nasıl kullandıkları sorusuna yanıt aranmaya çalışıldı. Bu sorunun ardında,
gerçek olaylara dayanmayan tarihin bilinmeyen egemenlik alanının yattığı, başka
bir deyişle, özellikle Churchill'in Mayıs 1940’ta başbakan ve savunma bakanı olmaması
ve/veya yabancı hükümetlere ait gizli iletileri yaşamı boyunca incelemeyi adet
edinmemesi halinde neler olabileceği sergilendi. Bazı yan sorular da ortaya
atıldı: Fransa’nın 1940’ta düşüşünü izleyen dönemde Dışişleri Bakanlığı,
dışişleri bakanı ve savunma bakanı için Türkiye konusunda yeterli ve sağlam
bilgilere dayanan tavsiyeler üretebildi mi? Eğer üretemediyse, neden? Dışişleri
Bakanlığı görevlilerinin iki savaş arasındaki dönemde hiç değişmeyen
tutumlarının, Türkiye politikasının formüle edilmesi amacıyla aynı kişilerin
1941’de hükümete yaptıkları öneriler üzerinde etkisi oldu mu? Dışişleri
Bakanlığı ile Ankara’daki İngiliz büyükelçisi ve büyükelçilik görevlileri
arasındaki ilişkiler nasıldı? Türkiye'nin yetenek ve niyetleriyle ilgili
gerçekçi bir görüşe sahip olabilmesi için Whitehall’e bu görevliler tarafından
hangi bilgiler verildi {ya da daha önemlisi, hangi bilgiler verilmedi?)
Ankara’daki büyükelçiliğin güvenilir olmayan yapısı, savaşın gidişini ciddi
biçimde etkiledi mi? 1942’den itibaren Devlet Kod ve Şifre Okulu tarafından
sağlanan bilgilerin yaşamsal öneme sahip oldukları göz önüne alınacak olursa.
Dışişleri Bakanlığı elde ettiği diplomatik istihbaratı yeterince duyarlı ve
ustaca kullanabildi mi? Bu değerli kaynağı Dışişleri Bakanlığı bünyesinde en
iyi şekilde kim kullanıyordu ve bu kullanım neden Türkiye’ye yönelik daha
olumlu öneriler yapılmasına yol açmadı?
Bu
soruları yanıtlamaya çalışırken yapılan araştırmalar, özellikle Şubat 1942’ye
kadar Bletchley Park’ta, sonra da Londra'daki Berkeley Caddesi ve Park Lane'de
görev yapan Devlet Kod ve Şifre Okulu’nun, diplomatik ve ticari bölümlerince
yürütülen çalışmalar üzerinde yoğunlaştı. Bu birimlerin Churchill ve Dışişleri
Bakanlığı için ürettikleri mavi kapaklar, büyük devletlerin diplomatik telgraflarını
okumak amacıyla 25 yıl süren bir görevin doruk noktası olarak ortaya çıktılar. Devlet Kod ve Şifre Okulu ile
müşterisi olan bakanlıklar ve en iyi müşterisi olan Churchill arasında giderek
gelişen ilişkiler, ürünün değeri ve ilgili herkesin onu kullanımı konusundaki
soruya verilen yanıtın ayrılmaz bir parçası halini aldı.
Eğer
bunlar, DIR’C'lerin Devlet Arşivine ulaşmasıyla birlikte ortaya atılan
soruların bazılarıysa, gerçek olaylara dayanmayan yeni bir dizi olasılık da
gündeme geliyor: Eğer herhangi bir şekilde işe yaramışsa, Dışişleri Bakanlığı
diplomatik istihbaratı 1941-44 döneminde Türkiye'yle ilgili olarak nasıl
kullandı ve kuvvet komutanları aynı istihbaratı 1943-44 yıllarında, Balkanlarda
açılacak ve Türk topraklarından başlayacak ikinci cephenin olabilirliği ile
bağlantılı olarak nasıl kullandılar? ‘Boniface’in 1942-44 döneminde Akdeniz’de
gerçekleşen çeşitli seferler boyunca Ortadoğu Genel Karargâhı tarafından ciddi
biçimde nasıl kullanıldığına ilişkin birçok şey biliniyor ama Ekim 1943’te
Ege’de gerçekleştirilen çok önemli bir harekât şimdiye kadar hak ettiği ilgiyi
çekmemişti. Kitapta bu olaya da açıklık getirilmeye çalışıldı. Bunu yaparken de
Boniface’in taktiksel öneminin. Almanlar taralından üstün bir beceriyle
püskürtülen Oniki Ada saldırısının kesin sonucu olmadığı ortaya konuldu. Bu da
bırakın savaşları, muharebelerin bile yalnızca muhteşem bir istihbarat
sayesinde kazanılmayacağı gerçeğini bir kez daha kanıtlayan bir örnek olmuştur.
Ama eğer Birleşik Kuvvet Komutanları, Almanların savaş yetenekleri hakkında
istihbarat danışmanlarının kendilerine söylediklerinin aslında ne anlama
geldiğini algılayabilmiş olsalardı, acaba Güney Fransa’daki çıkarma harekâtına
ve Balkan Cephesi’ne daha fazla, ’Overlord- Harekâtına daha az önem verilmesi
gündeme gelebilir miydi?
Boniface
ve diplomatik istihbaratın ortaya çıkışından sonra başlayan tarihsel
spekülasyonun doğasında da bu yatıyor ve bu da doğal olarak, yalnızca Churchill
ve Türkiye üzerinde yoğunlaşmak amacıyla yazıları bu kitabın ilgi alanının
dışında yer alıyor. Kitap yazılırken özellikle bu ilişki üzerinde durulduğu
için, Churchill tarafından okunan Türk diplomatik iletileri de çözümlendi ve bu
iletilerin okunması nedeniyle savaşın gidişi üzerinde, eğer varsa, ne tür
değişiklikler olduğu sorusu ortaya atıldı.
Telsiz
istihbaratını inceleyen tarihçiler, İkinci Dünya Savaşı tarihinin, Enigma ve
Ultra’nın ışığında yeniden yazılması gerektiğini -belki de yeniden yazılmıştır-
söylediler. Uzun incelemelerden sonra erişilen bu bilgeliğe karşın benim
kitabım değişiklik yanlısı bir bakış açısı sergilemektedir: Enigma-Ultra ve
diplomatik istihbarata karşın, resmi tarihçiler tarafından kaleme alman ve
1950Ti yılların başlarında yayınlanan savaş öykülerine eklenecek veya bu
öykülerden çıkarılacak bir şey olmadığı kanısındayım. Bunların Ultra’ya
dayanmaksızın ortaya koydukları Türk-İngiliz ilişkileri hakkındaki incelemeler,
yeni araştırmalar karşısında ayakta durmaktadırlar. Neler olup bittiğini, doğu
Akdeniz’deki savaşın öncelik ve sürprizlerine, Akdeniz ve ötesindeki diğer
savaş alanlarının gereksinimlerine, Churchill, Hitler ve İnönü’nün kaygılarına
ve her iki tarafın da Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa çekmekle elde
edecekleri avantajlar dengesine gereken önem ve ağırlığı vermek suretiyle
açıklamaktadırlar.
Savaş
Kabinesi’nin telsiz istihbaratı sayesinde elde ettiği bilgilerden haberi
olmaması halinde neler yaşanabileceğini düşünmekse, can sıkıcı ve gerçek
olaylara dayanmayan bir beyin çalışması yapmak demektir. Ama Churchill’in,
generallerin, amirallerin ve hava mareşallerinin, düşmanın niyeti ve gücü
hakkında neler bildiklerini artık biliyoruz. Telsiz istihbaratı sayesinde
yaşamsal öneme sahip bilgiler edinmemiş olsalardı, düşmanın niyetlerini başka
türlü değerlendirebileceklerini ve karşı saldırıları farklı biçimde
planlayacaklarını varsayabiliriz. Üstelik dayandıkları gerçekler daha az olduğu
için, bu alternatif planların daha etkisiz olmaları da olasıydı. Ama gerçek şu
ki, Enigma’yı ve .diplomatik istihbaratı okuyabilmiş ve tepkileri de buna uygun
olmuştu. Böylece (birçok başka şeyin yanı sıra), zafer kazanma şansı iyice
kesinlik kazanana kadar ‘Overlord’ Harekâtı geciktirilmişti. Ama bunu anlamak
için tarihin yeniden yazılmasına hiç gerek yok. Sadece telsiz istihbaratının.
Müttefiklerin savaş planlarını yapan kişiler tarafından nasıl
değerlendirildiğini anlamak yeter ve düşmanlıkların bitişinden sonra, konuyla
ilgisi olan herkes de bunu kabul etmiştir.2
Bu
kitap Churchill’in diplomatik çözümleri okuyarak, Ocak 1943’te Türk
topraklarında yapılacak bir görüşmenin yararlı olabileceğine ve aynı yılın daha
sonraki bir döneminde de, Oniki Ada’yı geri almak için düzenlenecek başarılı
bir saldırının bütün Akdeniz için, bu saldırıyla orantılı olmayacak kadar geniş
kapsamlı politik sonuçlar doğuracağına nasıl inandığını da gösteriyor. Bu
görüşler, tarafsız ülkelerin ve özellikle de Türkiye’nin savaşın gidişi
hakkındaki düşüncelerine ilişkin olarak gizli ileti çözümlerinden edindiği
bilgilere ve bu düşüncelerin yararlı bir şekilde nasıl kullanılacaklarına dayanmaktaydı.
Diplomatik iletiler veya raporlar anında uygulanacak taktiksel bilgiler
içermemekle birlikte, o kadar sansasyonel olmasa bile tam zamanında geniş
kapsamlı bilgiler edinilmesini sağlıyorlardı. Churchill bu şekilde elde ettiği
bilgileri gerektiği gibi kullanmış olmalıydı ama aynı belgeleri okuyan
başkaları bunları nasıl kullanmışlardı ve içlerinden herhangi birinin de, bu
kaynağın değerini Churchill kadar anlamış olması halinde, bu kişilerin
davranışlarında ne gibi farklılıklar görülebilirdi?
Dışişleri
Bakanlığı dosyalarında gerçek mavi kapakların olmayışı ve HWl’deki dağıtım
listelerine güvenilmesi, bu soruya kesin bir yanıt verilmesini olanaksız
kılıyor. Bu belgelerin diğer okuyucuları arasında politik istihbarattan sorumlu
olan askeri bakanlıklar, Ekonomik Savaş Bakanlığı, Güvenlik Servisi (MI5) ve
diğerleri vardı. Büyük olasılıkla yaklaşık elli kadar üst düzey hükümet
yetkilisi bunları her gün okuyorlar ve ayrıca, bu belgeleri başka kimlerin ve
neden okuduklarını da biliyorlardı. Churchill'in bu belgeleri okumaktan
kaynaklanan belirgin mutluluğunun bir kısmını duyan bazıları, genelde
tarafsızların umut ve korkuları, özelde de Türkiye’nin tarafsızlık düşüncesi
hakkında muhtemelen, dikkate değer biçimde ama gereksiz bilgi sahibi oldukları
kanısındaydılar. Mavi
kapaklar sayesinde, Türkiye’ye önem veren özellikle de Dışişleri Bakanlığındaki
okuyucular, Türk dış politikasının nasıl idare edildiği hakkında tutarlı bir
görüş edinebilirler ve bu da, Churchill’in Adananın öncesi ve sonrasındaki
umutlarından kuşku duymalarına yol açmış olabilirdi. Türkler’in niyetleri
hakkında bu denli iyi bilgilenmiş olmasalardı, Balkanlara yönelik bir girişim
belki onları da heyecanlandırabilirdi. Ama savaşın gidişini
inceleyen zeki biri, Müttefik kuvvetlerinin diğer bölgelerde çok fazla olduğunu
ama adam-adama, subay-subaya bakıldığında Anglo-Saksonlar’ın, Normandiya
çıkartmasını izleyen günlere kadar Almanlarla başa çıkmalarının mümkün
olmadığını kolayca anlayabilirdi. Bu yüzden Churchill’in, 1943’te Türkiye’yi
Müttefikler’in yanında savaşa girmeye ikna edebileceğine dair ısrarcı ve bazen
de insanı rahatsız edici boyutlardaki inancı yine de, (tıpkı işlerine gelince
sağırlaşan Türk liderlerde olduğu gibi), Dışişleri Bakanlığı’nda,
koltuklarından kalkmayan subaylar arasında ve Müttefikler’in geri kalan yönetim
kademelerinde de sağır kulaklarla karşılaşabilirdi.
Kullanılabilen
dosyalar ışığında bu kitapta, Dışişleri Bakanlığı bünyesindeki Güney
Dairesinin, Churchill’in Türkiye inisiyatifine içgüdüsel olarak karşı çıktığı
gösterilmeye çalışıldı. Yirmi yılı aşkın bir süre, İngiltere ile Türkiye
arasındaki dostluk ve ticareti geliştirmekten sorumlu olan Güney Dairesi,
kısmen savaş dönemindeki rolünün kısıtlı oluşu ve gündeminde ilgilenebileceği
pek bir şey kalmayışı nedeniyle, Türkiye’yle ilgilenme hakkını sonuna kadar
korumaya çalıştı. Savaş Kabinesi de Eden gibi düşünüyor ve Güney Dairesi ile
aynı görüşü paylaşıyordu ama 1942’den sonra kuvvet komutanları sadece batı
Akdeniz’le ilgilenmeye başladıkları için. Balkanlara yönelik herhangi bir
girişime pek de iyi gözle bakmaz olmuşlardı. Dışişleri Bakanlığının top yekun
savaş sırasındaki konumunu tanımlarken, en azından rahatsız olduğunu söylemek
mümkün. Bedenen sağlam olan bütün kadınlar ve erkekler askere çağrılmak
üzereydiler veya zaten çağrılmışlardı ve yedek olarak çalışmak için de bu
durumu ailelere, dostlara ve komşulara, makul mazeretler ileri sürerek
açıklamak gerekiyordu. Aslında Türkiye ilişkileri konusunda kaygı duyan birkaç
Dışişleri Bakanlığı yetkilisi, 16 yıl önceki Birinci Dünya Savaşında askerlik
görevlerini yapmışlardı ve bunların arasında tabii ki Churchill ve Eden da
vardı. Ama aralarında bulunan George Clutton ve Knox Helm’in özellikle dikkat
çektiği daha genç bir nesil, askerlik yapmış olamayacak kadar gençti. Kendilerinden
yaşlı olan meslektaşlarından çok belirgin olan bir tek konuda ayrılıyorlardı:
Hiçbiri Old Eton Koleji'nden olmadıkları gibi, önde gelen halk okullarından
herhangi birinin eski öğrencileri de değillerdi. Diplomatların ‘hangi ülkede
olurlarsa olsunlar iktidar sınıfıyla samimi olmaları’ gerektiğini ileri sürerek
diplomatik ve ticari bölümlerin birleştirilmesine karşı çıkan Sir Hughe
Knatchbull- Hugessen dışında hiç kimse bu duruma ses çıkarmamıştı. Böyle bir
birleştirme otomatik olarak göreve talip olanların sosyal yapılarında da büyük
bir çeşitliliğe yol açtı. Ama Clutton ve Helm gibilerin 1941 yılında önemli
konumlara getirilmiş olmaları, Hugessen'in kuşkularına rağmen. Dışişleri
Bakanlığının uygulamaya koyduğu eleman alma yöntemindeki değişikliklerin yararlı
olduğunu kanıtlamaktadır.
Kolayca
anlaşılabileceği gibi bu kitap. Dışişleri Bakanlığı’ndan fazla bir yardım
almayan Churchill’in önce özel görevliler göndererek, daha sonra tahditler
savurup sözler vererek, arkasından ülkeyi şahsen ziyaret ederek ve nihayet 1943
sonbaharında da Oniki Adada Hitler’le bireysel bir savaşa girişerek Türkiye'yi,
Müttefiklerin yanında savaşa sokmak için nasıl uğraştığını anlatmaktadır.
Savaşı,
ilk yıllarında Churchill değil Hitler, son yıllarında da Churchill veya Hitler
değil Stalin yönettiği için, herhangi bir sonuca varmadan önce, Churchill'in
kendi güçlerine ilişkin sınırlamalar üzerinde durmakta yarar var. Böyle bir
kitap tüm dünyanm küçük bir modeli olmak durumundadır. Ama bu küçük modelin
gölgesinde, İngiltere'nin önce 1940’ta, sonra da 1943’te içme düştüğü durumu
yaratan Stalin. Roosevelt, Hitler ve Churchill gibi dev şahsiyetler
durmaktadır. 1943 yılına ait İngiliz diplomatik çözümleri üzerinde yapılan bir
araştırma, mavi kapaklarla savaşan dünyanın büyük politikacıları arasındaki
yakın ilişkileri anımsatmaktadır: araştırmacılardan biri de, bir yandan
Ankara’da mavi kapakların ve Dışişleri Bakanlığı’na ait diğer gizli belgelerin
fotoğraflarını çekerken bir yandan da ‘belgelerde adı geçen Roosevelt, Hopkins,
Churchill, Eden, Stalin, Molotov gibi, dünyanm büyük isimleriyle geceleri garip
konuşmalar yapıyordum’ diyen Arnavut asıllı Türk. Elyesa Bazna’ydı. Savaşan
komutanların, şifre görevlilerinin, bürokratların ve casusların telsiz
dalgaları aracılığıyla kurdukları bu dostluk, diplomatik belgeler üzerinde
yapılan çalışmalara olağan dışı bir boyut kazandırmakta ve ‘peki ya?’ şeklinde
sorulabilecek soruları akla getirmektedir. Bu kitabın tümünde ortaya atılan
soru, Churchill’in ilgisinin, nerede olursa olsun kendisini izleyen ve her gün
eline geçen gizli servis dosyalarında- ki konu ve savaşlar üzerinde
yoğunlaşmaması halinde neler olacağıydı. Bu konularla daha başka şekilde nasıl
ilgilenilir ve bu savaşlar başka türlü nasıl gerçekleşirdi. Dahası, Churchill’e
sunulmayan diğer konular nasıl halledilir ve diğer savaşlar nasıl cereyan
ederdi?
Daha
belirgin olaylara gelecek olursak, Hitler 1940’ta Türkiye’yi işgale yönelik
‘Marita’ Harekâtını uygulamaya karar verip, Suriye üzerinden Mısır’a
saldırsaydı ne olurdu? Luftwaffe'nin İstanbul’u on beş dakikada yerle bir
edebileceğini ve Wehrmach£ın Anadolu’da, günde otuz mil ilerleyebileceğini
bütün diplomatlar biliyordu ve Savaş Bakanlığının değerlendirmesine göre bu iş
iki ay içinde biterdi. Kayıplar verileceği kesindi ama bir milyon askerden
oluşan güçlü Türk ordusunun %60’ı Trakya'da kalacak ve o güne kadar girdiği her
savaşı kazanan Almanlar’a karşı anavatanlarını korumak, geri kalan %40'lık
bölüme düşecekti. Ankara’ya yıldırım saldırı düzenlenebilir ve Türk hükümeti
Erzurum veya Kars’a çekilmek zorunda kalabilirdi. Bütün bunlar 1940 başlarında
gerçekleşebilir, Hitler ‘Sealion’ Harekâtını daha erken iptal edebilir ve
panzer birlikleri Avrupa’nın batısından doğusuna yeniden yoğun bir şekilde
yayılabilirlerdi. Hatta bu olumsuzluklara rağmen Almanya Sovyet müttefikini
güney sınırlarını savunmaya zorlayabilirdi. Hitler’in başarılı generalleri o
sıralar tam da Hitler’e bunu yapmasını tavsiye ediyorlar ve İngilizler de bunu
biliyorlardı. Bu savaştan kısa sürede elde edilecek en iyi sonuç, İran’daki
petrol alanlarının ele geçirilmesi ve İngiltere’ nin Avustral-asya Uluslar
Topluluğu, Hindistan ve Uzak Doğuyla ilişkisinin kesilmesi olurdu. Bu Hitler
için yeterli olur muydu? 1941 de ve özellikle de zayıflamış bir İngiltere’ye
karşı girişilecek başarılı bir ortak harekât sonrasında, en kötü olasılıkla
Fransa sınırlarına yönelik barış görüşmeleri yapılacağı, en iyi olasılıkla da
tüm Avrupa’nın Alman egemenliğine gireceği beklentisinde olmak için geçerli
bütün nedenlere sahip olduğunu görünce, bunun yetmeyeceğine karar verdi. Hitler
1940’ta ordularının, Norveç, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Fransa, Yunanistan
ve Yugoslavya’yı ele geçirmek suretiyle kendisine dağıttığı eli çok iyi
oynamadı. 1941 yılının sonunda Sovyetler Birliği ve ABD’ye savaş ilan edince,
dünyadaki gelişmelere etki eden üstünlüğü sona erdi.
Bu
büyük oyunda İngiltere küçük bir oyuncuydu ve Türkiye ondan da küçük bir rol
üstlenmişti. Savaş iki unsur nedeniyle kazanılacak veya kaybedilecekti.
Bunlardan biri, giderek daha fazla ve benzersiz silahlarla silahlanan Kuzey
Amerika'daki dev savaş makinesiydi. ABD hem kendine yetecek, hem de
müttefiklerine silah sağlayacak. Japonya’yı yerle bir edecek, ve nihayet
(İngiltere’yle birlikte) Almanya’nın tümünü işgal edecek ve Ruslarla Berlin'in
batısında bağlantı kurabilecek durumdaydı. Stalingrad Savaşı ve Kerç
Yarımadası'ndaki dünyanın en büyük tank savaşında odaklanan ikinci unsursa,
kendi ülkelerini savunan ve bu uğurda milyonlarcası ölen Sovyet
vatandaşlarının. Almanların askeri üstünlüğüne kesin olarak son vermesiydi.
Bu
nedenle Churchill'in 1941-43 döneminde, Türkiye elini oynamaya ve mutlaka
kazanmaya yönelik nafile kararlılığında ‘peki ya?’ tarzı bir sorunun pek önemi
yoktu. Peki ya Türk liderleri tarafsızlık politikalarından vazgeçmeye razı
edebilseydi? Gerçek olaylara dayanmayan tarih burada temel ilkelerle karşı
karşıya gelmiştir. Böyle bir şey olmazdı, olamazdı. Bunun önceki bölümlerde de
açıklanan nedenleri hem kayıtlarda hem de bu konudaki kitaplarda açık bir
şekilde görülüyor. Bunlar ayrıca 1940'ta Türkiye'nin öz kimliğine yönelik
olarak getirdiği anlayışla, daha da açıklık kazanmıştır.
İngiltere'nin
19404l’de Naziler’in yenilmesinde oynadığı rol hem çok önemliydi hem de
çaresizlikten kaynaklanıyordu. ABD ile SSCB' nin silaha sarılmasıyla birlikte
bu rolün önemi de giderek azalmaya başladı. Bu üstünlük mücadelesi İngiltere’yi
çoktan dışladığı halde, Churchill'in üç büyük liderden biri olmayı sürdürmesini
sağlayan gizli istihbarata erişmeleri tasdiklenmeyen resmi İngiliz savaş
tarihçileri, istihbarat raporları ile Ultra’nın gayri-resmi olarak olayların
gidişine yaptığı katkıları esas alan değerlendirmeleri birleştiren birincil
kaynaklardan yararlanmışlardır. Böylece Ultra’nın yaptığı ilk katkı da, savaşın
gelişimine yönelik resmi kayıtların kapsamına alınmıştır. Ultra’nın önemini
değerlendirmek ve Ultra’nın olmaması halinde İngiltere’nin savaşı nasıl
sürdüreceğini anlamak için onu, savaşın gidişi hakkmdaki mevcut öykülerin
dışına çıkarmak gerekir. Bletchley’de, Enigma’yı Ultra’ya dönüştüren oluşumun
mimarlarından hayatta kalan tek kişi olan Profesör Sir Harry Hinsley şöyle
diyor: “Benim işimi yapanların konuştuğu dilde, gerçek olaylara dayanmayan
tarihle ilgilenmek zorundayız ve ancak ne yaptığımızın tam anlamıyla farkında
olduğumuz takdirde bunun kuşkulu bir girişim olduğunu söylemeye hakkımız olur.
Ama şurası da aynı oranda gerçek ki, bunu anlamaya çalışmadığımız sürece,
Ultra’nın yaptığı katkıları tam olarak algılayabilmeniz mümkün olmaz.” Bunun ne
olduğu en iyi şekilde, Tuğbay E.T. (‘Bili’) Williams tarafından 1945’te yazılan
bir raporda dile getirilmiştir. Raporunun son bölümünde istihbaratın taktiksel
Müttefik zaferlerine katkısından söz ederken, bütün istihbarat aygıtlarını,
‘Bletchley Parkla savaşan asker arasındaki bir tire’ olarak değerlendiriyor.
Eğer tarihçiler 1945’le 1973 arasındaki dönemde bu raporu elde edebilmiş
olsalardı, savaşın gerçek öyküsü bugüne kadar yayınlanan öykülerden sadece
marjinal düzeyde ayrılsa bile, oldukça farklı bir savaş tarihi yazılabilirdi.
İngiltere’nin
Mihver Devletleri'nin yenilgisine yaptığı katkıda Ultra’nın oynadığı rol
hakkında Williams’ın söyledikleri, tarafsızlar ve özellikle de Türkiye’yle
yürütülen diplomatik ilişkiler için de fazlasıyla söylenebilir, çünkü bunlar,
mümkün olan bütün araçları kullanarak Almanlar'ı yenmek şeklinde
özetlenebilecek ortak amacın parçasıydılar ve çoğunlukla aynı kişi tarafından
yürütülmüşlerdi. Bu ise, İngiliz anayasasının bir komutana tanıdığı haklara en
yakın tanımlamaydı. Ultra’nın denizlerde, Akdeniz’de ve Kuzey Afrika’da savaşın
kazanılmasına yaptığı katkılar 1973’ten beri tarih araştırmacılarının ilgi
odağı haline geldiği halde, Avrupa başkentlerinden diğer ülkelere gönderilen ve
Churchill’in Türkiye ilişkilerini idare etmek için kullandığı büyükelçilik
raporları, ancak yirmi yılı aşkın bir süre sonra, 1994’te açıklanmışlardır. Bu
durumda diplomasi tarihçilerinin yeni belgeleri incelemek ve Hinsley’nin hem
uyardığı hem de mutlaka yapılması gerektiğini belirttiği, ‘gerçek olaylara
dayanmayan tehlikeli tarihsel araştırmayı yapmak için önlerinde yalnızca birkaç
aylık bir süre vardı. Bu kitapta diplomatik iletilerin, savaş dönemindeki Türk-
İngiliz ilişkilerinin genel gidişinden soyutlanmasına çalışılmış ve böylece bu
belgelerin, daha açık konuşmak gerekirse, DIR/C’ lerin olmaması halinde,
Churchill’in Türkiye elini Müttefikler yararına olmak koşuluyla daha farklı
oynayıp oynamayacağı ve eğer farklı oynayacaksa, bu farkın ne kadar olacağı
araştırılmıştır. Bu çaba Churchill’in elinde, mavi kapaklardan ve sağlam
Türk-İngiliz ilişkilerinin önemine ilişkin içgüdüsünden başka bir şey
olmadığını ortaya çıkanyor. Bu ilişkilerin önemli olduğu yolundaki içgüdüsü ise
büyük olasılıkla, 1915’teki Çanakkale olayından başlayarak elde ettiği
deneyimlerden kaynaklanmaktaydı. Bunun sonucu olarak da, Türkiye’yle ilgili
gerçek mavi kapakları görmekte ısrarcı oluşunu ciddiye almak gerekir ki bu da
önceki bölümlerin içeriğini oluşturmaktadır.
Kitapta
da gösterildiği gibi Churchill, Türk mavi kapaklarını 1941’den 1944’e kadar
düzenli bir şekilde incelemiş ve politikasını da bu çalışmasının ışığı altında
belirlemiştir. Ama Türk liderlerini Müttefiklerin ortak davasına katılmaya ikna
edebileceği yolundaki inancının tek nedeni bu çalışma değildir. Almanların 1940
yılındaki başarılarına karşı gösterdiği güçlü içgüdüsel tepkinin kökleri
Birinci Dünya Savaşına kadar gitmektedir. Yani bu yanıltıcı arzunun peşine
düşmesi yalnızca mavi kapaklardan kaynaklanmıyor olabilir. Öyleyse bu
dosyaların 1994'te açıklanmasından sonra, neden savaş döneminin diplomatik
tarihinde mutlaka doldurulması gereken bir boşluk doğdu? Bu önemli sorunun
yanıtı, o dönemde Churchill ve Güney Dairesi açısından ne kadar önemli
olurlarsa olsunlar mavi kapakların, Churchill’in kafasında önceden belirlediği
ve sonuç elde edemeyecek olsa bile bıkıp usanmadan peşinden gittiği politikanın
dışında bir politika gelişmesine hiçbir katkılarının olmadığıdır.
Sh: 205-212
EK
1
DIR/C’ler,
ilk kez 1994 ilkbaharında Devlet Arşivinde görüldü. Dosyaların tarihleri
1940’tan 1945'e kadar değişiyor ama. Özellikle ilk dönemlerde olmak üzere,
arada belirgin boşluklar var. Devlet Arşivi tarafından hazırlanan listenin
önsözünde, dosyaların içeriklerine ilişkin kısa özetler de veriliyor ve
bunlarla ikinci bölümde söz edilenler arasında çok küçük farklar var. Bu özet
beş değil üç öğeye dikkat çekiyor:
1) CX/FJ, CX/JQ ve CX/MSS-Enigma.
2) Deniz kuvvetlerine ait başlıklar.
3) Mavi Kapaklar: gizlice el konulan ve
deşifre edilen diplomatik iletilerden yapılan seçmeler.
Bunlarda
ayrıca, ‘Churchill’e veya onun olmadığı zamanlarda da başbakan yardımcısına
[Attlee], Boniface şifresi kullanılarak iletilen ve tüm notlarla açıklamaları
da içeren özgün kapak sayfaları ve gerçek belgelerden’de söz ediliyor.
Devlet Arşivi görevlisinin ifadesine göre bütün bu
belgeler, korunmaları için Churchill tarafından daha sonra Devlet Kod ve Şifre
Okuluna gönderilmiş. Ancak bu durum biraz kuşkulu. Mavi kapakların içerdiği
belgelerin, her mavi kapağı alan ve okuyan kişi tarafından, okunduktan sonra
derhal yok edilmesi gerekiyordu; bu kişilerin çoğu, Türkiye’yle ilgili
diplomatik ileti çözümlerinin gelmeye başlamasından yıllar önce bile, bunları
okuduktan sonra yakıyorlardı ve bu alışkanlıklarını kaybetmiş olmaları mümkün
değildi. Dışişleri Bakanlığının savaş dönemine ilişkin dosyalarında, mavi
kapakların özetleri, bunlara ilişkin açıklamalar, ‘özüne’ ilişkin notlar ve
bunlardan ‘güvenilir kaynaklar’ veya zaman zaman da ‘gizli kaynaklar’ olarak
bahsedilen göndermeler olduğu halde, gerçek mavi kapaklara rastlanmıyor. W0106
ve 208 sayılı dosyalarda da, savaş öncesi döneme ait mavi kapaklara ilişkin
belirtiler görülüyor.
Bunları düzenli bir şekilde yakmayan tek
kişi, saksağanlara özgü bir içgüdüyle, hiçbir şeyi atmaktan hoşlanmayan
Churchill’in kendisiydi. Ne zaman Londra’dan ayrılsa, onun yokluğunda gelen
ileti çözümlerinin olabildiğince eksiksiz olarak kendisine gönderilmesi için
büyük bir çaba gösteriliyordu. Böylece ileti çözümlerini son kullanıcı olan
Churchill yakacağı için, gerekli güvenlik de sağlanmış oluyordu. Ama nasıl
olduğu bilinmese bile Churchill yaklaşık olarak 4.000 adet gizli diplomatik
ileti dosyasını saklamış olmalıydı.
Profesör Hinsley bana bunların, Churchill'in
ölümünden sonra Chartwell'de tesadüfen bulunduklarını ve derhal, İngiliz
istihbaratının İkinci Dünya Savaşı’ndaki tarihçesine yönelik çalışmalar
sırasında ‘DIR Arşivi' olarak yoğun bir şekilde kullanıldıkları Devlet İletişim
Genel Karargâhı’na gönderildiklerini söyledi. Bunların çoğuyla birlikte gönderilen mavi kapaklı notlar,
Gizli İstihbarat Servisi Başkanı Sir Stewart Menzies tarafından iletilmişti ve
üzerlerinde 6112’den (HWl/3) başlayıp 9995’e (HW1/715) kadar giden seri
numaraları yer alıyordu. Bundan sonraki belgelerde seri numarasına
rastlanmıyor. Devlet Arşivi görevlisinin araştırmacıya sözünü ettiği diğer
Boniface iletileri, yani ADM223/1-7 ve 438-640 ve Devlet Arşivindeki savunma
bakanı (Churchill) dosyaları, savaş dönemindeki yüksek düzeyli telsiz
istihbaratı konusunda çalışan daha önceki araştırmacıların başvurdukları ana
kaynaklar olmuşlardır (bkz. Anthony Best, Britain, Japan and Pearl Harbor:
Avoiding War in East Asia, 1936-41; Londra, Routledge, 1995, s. 235).
Kitapta,
Türkiye'yle ilgili mavi kapakları içeren bütün bu dosyaların listesini
bulacaksınız. Bu dosyaların birçoğu, kitabın daha önceki bölümlerinde
kullanılmıştı. Belgelerin deşifre edildikleri tarihler de verilmişlerdir: ancak
bazen, dosya kapağındaki tarihle mavi kapağın üstünde yer alan tarih arasında
farklılık görülmektedir. Dizinin başlangıcındaki mavi kapaklarda, bazen iki
farklı tarih yer almakta ve bu da iletiye el konulduğu tarihle, işlenmiş halde
ilgili kişilere dağıtıldığı tarih arasında fark olduğunu göstermektedir. Bu
dosyalar ne kadar çabuk dağıtılırsa, o kadar çok işe yarıyorlardı.
Sh: 213-214
Kaynak: Robin Denniston,
CHURCHİLL’İN GİZLİ SAVAŞI, Diplomatik Yazışmalar, İngiliz Dışişleri Bakanlığı
ve Türkiye 1942-1944- özgün adı: Churchill’s Secret War Diplomatic Decrypts,
The Foreign Office And Turkey 1942-1944, trc: Sinan Gürtunca Sabah Kitapları
59, Türkçe, 1998, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar