Print Friendly and PDF

ARTHUR SCHOPENHAUER’İN CİNSEL AŞKIN METAFİZİĞİ HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNDEN




Şairlerin kaleme almış oldukları şiirlerinde, öncelikle cinsler arasındaki aşkı ve sevgiyi dile getirdiklerini hepimiz biliriz. Bu, ge­nellikle ister trajik ister komik, ister romantik ister klasik, ister Hint isterse Avrupa edebiyatına ait olsun, her dramatik eserin temel fik­ridir. Özellikle Avrupa’da yüzyıllardır her medeni ülkede toprağın meyveleri kadar düzenli biçimde her yıl üretilmekte olan bir yığın roman ve öyküyü de buna dâhil edecek olursak bu hemen hemen aynı derecede hem link hem epik şiirin malzemesinin büyük bir bölümünü oluşturur. Bütün bu eserler, söz konusu tutkunun kesin olarak çok taraflı, kısa veya uzun betimlemelerinden başka bir şey değildir. Ayrıca Romeo and Juliet, La Nouvelle Héloise ve Werther gibi aşkın en başarılı anlatıları ölümsüz bir üne kavuşmuştur.
Rochefoucauld, üzerine sürekli olarak konuştuğumuz, ama asla gözümüzle görmediğimiz bir şey olduğu için aşkın bir hayaletle karşılaştırılabileceğini söyler, Lichtenberg de Ueber die Macht der Liebe isimli denemesinde aşkın gerçekliğini ve doğallığını tartışır ve reddeder, fakat her ikisi de hatalıdır. Eğer iddia edildiği gibi in­san tabiatına yabancı ve aykırı olmuş ve başka bir deyişle hayali bir kuruntudan başka bir şey olmamış olsaydı, gelmiş geçmiş bütün şairler tarafından böylesine ateşli ve tutkulu bir şekilde anlatılmaz ya da insanlık tarafından hiç eksilmeyen bir ilgiyle kabul görmezdi. Nitekim, sanatsal yönden güzel olan herhangi bir şey asılsız haki­katsiz olamaz.
Güzel olan yalnızca gerçektir.
Sadece odur sevilmeye değer olan. (Boileau)
Günlük yaşamınki olmasa bile tecrübe göstermektedir ki, kural olarak kuvvetli, ama yine de dizginlenebilir bir eğilim olarak baş­layan şey, belli koşullar altında ateşi sair her şeyinkini gölgede bı­rakabilecek bir tutkuya dönüşebilir. O zaman bu inanılmaz bir güç ve sebatla her türlü mülahazayı göz ardı edebilir, her türlü engelin üstesinden gelebilir. Bu tutkuyu doyurmak için bir insan hiç tereddüt etmeksizin yaşamını tehlikeye atar; haddizatında aşkı mutlak mana­da reddedilirse pazarlığa pey olarak yaşamını sürmekten çekinmez. Werther ve Jacopo Ortislere sadece romanlarda rastlanmaz; Avrupa her yıl bunlara benzer en azından yarım düzine insan yaratmaktadır;
Kimsenin bilmediği ölümle ölüp gittiler
 Çünkü bunların çektikleri (acı ve keder), kendisine resmi kayıtların yazarları ya da gazete muhabir­lerinin dışında başka bir kalem ve kayıt bulamaz. Aslında İngiliz ve Fransız gazetelerinin polis muhabirlerinin okuyucuları benim söyle­diklerimi kesin bir şekilde doğruluyacaklardır.
AŞKIN AKIL HASTANELERİNE DÜŞÜRDÜĞÜ İNSAN SAYISI BUNLARDAN DAHA AZ DEĞİLDİR. Maddi şartların birleşmeleri için uygun olmaması ne­deniyle öyle veya böyle birlikte intihar eden sevgililerin dramına her yıl rastlanır. Tam yeri gelmişken, birbirlerinin sevgisinden emin olan ve en büyük mutluluğu bu aşkın yaşanmasında bulacaklarını uman böyle insanların nasıl olup da bu aşırı yollara sapmaktan geri durmadıklarını ve bu uğurda her türlü zulme ve eziyete katlanmak yerine tasavvur edebilecekleri diğer her türlü mutluluktan daha bü­yük olan bir mutluluğu, yaşamlarıyla birlikte feda etmeyi tercih et­tiklerini bir türlü anlayamamam. Aşkın daha az şiddetli hallerini ve evrelerini, günlük hayatta hepimiz her gün görüyoruz ve eğer çok yaşlı değilsek hemen hepimiz yüreğimizde duyuyoruz.
Bu güne kadar Aşk hakkında söylenmiş olanların, zihnimizde canlandırdıklarından sonra kimse onun gerçekliğinden ve arzettiği önemden kuşku duyamaz. Dolayısıyla, her zaman şairlere mev­zuu olmuş olan bu konu üzerine bir filozofun bir kez daha neden yazdığına şaşırırız. Bence bunun yerine, insan yaşamında her za­man böylesine önemli bir yer tutan aşkın bu zamana kadar bütün Filozoflar tarafından nadiren ele alınıp değerlendirildiğine ve hala onlar için ele alınıp işlenilecek malzeme olarak durduğuna hayret etmek gerekir.
Platon, bu konuyla özellikle Symposion ve Phaidros’ta herkes­ten daha fazla uğraşmıştır. Ne var ki, onun bu konuda söyledikleri mitos, masal ve komedinin alanına girer ve büyük bölümü itibarıyla ancak Antik Yunanlıların genç erkeklere duydukları aşk için geçerlidir. Rousseau’nun Discours sur l’inégalité (s. 96, ed. Bip.) ileri sür­düğü birkaç düşünce ne doğru ne de tatmin edicidir. Kant’ın Ueber das Gefühl des Schönen und Erhabenen (s. 435, Rosenkranz ed.) adlı denemesinin üçüncü bölümünde yaptığı açıklamalar hayli yü­zeysel kalmaktadır; söyledikleri onun bu konunun özünü anlamadı­ğım, sorunun can alıcı noktasını yakalayamadığını göstermektedir. Ayrıca yer yer yanlıştır da. Son olarak Platner’in Anthropologysinde ( 1347 vd.), bu konuyu ele alış tarzı hemen herkes tarafından sıkıcı ve yüzeysel bulunacaktır.
Bir diğer taraftan okuyucuyu eğlendirmek için Spinoza’nın ta­nımlaması, son derece naif olması nedeniyle burada anılmaya de­ğer:  
Aşk bir dış etkinin tetiklemesiyle ortaya çıkan iç ürpermedir (Eth. iv., önerme 44)
Dolayısıyla, kendilerinden yararlanacağım ya da yazdıklarına karşı çıkıp çürüteceğim seleflerim yok; bu konu ken­disini bana nesnel olarak zorla kabul ettirdi ve kendiliğinden dünya hakkındaki fikir ve tasavvurumdan kopanlamaz hale geldi. Ayrıca, hâlihazırda bu tutkunun kıskacında (kölesi durumunda) olan ve can­lı hissiyatlarını, ateşli duygularını en yüce suretlerle ifade etmeye çalışan kimselerden de en küçük bir takdir, tasvip beklemiyorum. Benim görüşüm, temeli itibarıyla metafizik hatta aşkın (transendental) olsa bile, onlara aşın derecede fiziki, maddi görünecektir. Bu arada yeri gelmişken, bugün türkülerle şarkılarla yüceltip ülküleş­tirdikleri yaratığın, eğer on sekiz yıl önce doğmuş olsaydı, kendileri tarafından neredeyse tamamen göz ardı edileceğini bunlann nazarı dikkatlerine sunalım.
Ancak, HER NE KADAR YÜKSEK VE ULVİ GÖRÜNÜRSE GÖRÜNSÜN, HER TÜRLÜ AŞKIN KAYNAĞI CİNSEL GÜDÜDÜR. Aslında aşk dediğimiz şey sade­ce daha belirli, daha özelleşmiş ve belki de kelimenin dar anlamın­da, daha ferdileşmiş biçimiyle mutlak manada bu içgüdüdür. Eğer bunu aklımızdan çıkarmayıp bütün evreleri ve seviyeleri itibarıyla aşkın, sadece dramalarda ve romanlarda değil, fakat aynı zamanda hayat sevgisinin hemen yanı başında kendisini bütün dürtülerin en güçlüsü ve en etkini olarak gösterdiği gerçek dünyada da oynadığı önemli rolü göz önünde tutmalıyız. Eğer bunu yaparsak, eğer onun sürekli gençlerin kabiliyet ve düşüncelerinin yarısını işgal ettiğini ve neredeyse her insani çabanın nihai hedefi olduğunu, en önemli işlere aksi etki yaptığını, en ciddi uğraşıları saat başı yoklayıp ra­hatsız ettiğini; zaman zaman en büyük kafaları bile yoldan çıkarıp çılgına çevirdiğini, devlet adamlarının önemli işlerini ya da bilim insanlarının araştırmalarını sekteye uğratmaktan çekinmediğini, aşk mektuplarını ve saç lülelerini bakanların evrak çantalarına ve filo­zofların müsveddelerinin arasına bırakmayı becerdiğini, bir o kadar da en karmaşık ve uğursuz işleri tertipleyip düzenlemeyi, en değerli bağlılıkları çözmeyi, en güçlü bağları koparmayı bildiğini, yaşamın, sağlığın, servetin, makamın, mutluluğun zaman zaman onun uğru­na feda edildiğini, başka zamanlarda kendi halinde olan, dürüst bir adamı kalleş, bu zamana kadar sadık olan birisini hain yaptığını ve topyekün amacı önüne çıkan her şeyi yıkmak, karıştırmak ve alt üst etmek olan hasım bir iblis olarak göründüğünü düşünecek olursak: Evet eğer bütün bunlar düşünülecek olursa şu soruları soran biri­nin yeterli sebepleri olacaktır:
“Bütün bu gürültü neyin nesi?
Bunca koşturma, bunca yaygara, bunca hengame, bunca tasa, keder, sefalet ne için?
Her Hans’ın Grethe’sini bulmasından başka nedir ki bu?
Neden böylesine önemsiz bir oyun, bu kadar önemli bir yer tutsun ve insanlığın yolunda giden yaşamında huzursuzluk ve keşmekeş oluştursun?”
Fakat tuttuğu yolu bırakmayan azimkar araştırmacıya hakikatin ruhu yavaş yavaş açar cevabı:
Uğraşılan şey öyle önemsiz bir şey değildir; aşkın önemi arasında yılmadan yorulmadan sebat ederken gösterilen ciddiyet ve gayretle mutlak manada mütenasiptir. Her türlü aşk ilişkisi, ister trajik ister komik bir mahiyete sahip olsun, gerçekten insan yaşamındaki diğer bütün hedeflerden daha önemlidir ve peşinde koşulurken gösterilen esaslı ciddiyeti tamamen hak eder.
Doğrusunu söylemek gerekirse aşkın hedef olarak belirlediği şey gelecek neslin oluşturulmasından daha az bir şey değildir. Rolümüz bi­tip de dışarı çıktığımızda sahneye girecek olan dramatis personae’nın hem varlıkları hem de tabiatları işte bu önemsiz aşk ilişkisi tarafından belirlenir. Gelecek insanların varlığı, existentia’si genel olarak nasıl ki bizim cinsiyet içgüdümüz tarafından koşullanıyorsa, bu aynı in­sanların doğası, essentia’sı da bireyin tatmini için yaptığı seçimle, bir başka söyleyişle, aşk tarafından belirlenir ve böylelikle her bakımdan geri döndürülemez biçimde saptanır. Burada ele alınan konu sorunun anahtarıdır. Bunu tatbik ederek en geçici hoşlanmadan en ateşli tutkuya kadar aşkın çeşitli derecelerini tahlil edersek, onu daha eksiksiz biçimde anlarız. İşte o zaman bu farklılığın, seçimin bireyselleşme derecesinden kaynaklandığını görürüz.
Bir bütün olarak alındığında şimdiki neslin aşk ilişkilerinin tümü buna uygun olarak insanlık için İçinden gelecek nesillerin çıkacağı gelecek nesillerin oluşumu üzerine düşünme. Aşk böylesine yüksek bir öneme sahip bir konudur, çünkü onun, diğer her konuda rastladığımız gibi, mevcut bireyin rahatıyla ya­hut ıstırabıyla hiçbir alakası yoktur; o gelecekte insan soyunun var oluşunu ve özel doğasını güvence altına almalıdır. İşte, bu sebepten ötürüdür ki bireyin iradesi daha yüksek bir boyutta türün iradesi olarak ortaya çıkar; aşk ilişkilerine dokunaklı ve ulvi anlamı veren ve yüksek coşkularını ve sıkıntılarını, yüzyıllardır şairlerin bıkıp usanmadan çeşitli biçim ve tarzlarda dile getirmeye çalıştıkları he­yecanları yücelten de budur. Hiçbir konu yoktur ki aşkın uyandır­dığı ilgiyi uyandırmış olsun, çünkü türün rahatının ve ıstırabının tasası onun üzerindedir ve sadece bireyin mutluluğunu ilgilendiren sair her şey ile onun bağıntısı cisimle yüzeyin ilişkisi kadardır an­cak. İçinde aşk motifi bulunmayan bir dramı ilginç hale getirmek işte bunun için bu kadar güçtür, diğer taraftan bu konu, her ne kadar sürekli kullanılıyorsa da asla bitirilemez.
Belli bir birey üzerine yoğunlaşmaksızın, kendisini genel olarak bireyin bilincinde cinsiyet güdüsü olarak duyuran şey gayet açık bir biçimde, kendi başına, diğer somut fenomenler den ayrı olarak, ya­şama iradesidir. Diğer taraftan, belli bir bireye yönelmiş cinsiyet gü­düsü olarak görünen şey, kendi başına muayyen biçimde belirlenmiş bir birey olarak yaşama iradesidir. Her ne kadar kendi başına öznel bir gereklilikten ibaret olsa da, bu durumda cinsiyet güdüsü yüzüne gayet zekice nesnel hayranlık maskesini geçirir ve böylelikle bilin­cimizi yanıltır. Tabiat, amaçlarını gerçekleştirmek için bu tür hilele­re ihtiyaç duyar. Âşık olan her insanın amacı, hayranlığı ne kadar nesnel, ne kadar yüce olarak görünürse görünsün, belli bir doğaya sahip bir varlığı dünyaya getirmektir. Bunun, bu şekilde gerçekleşti­ği gerekli olanın karşılıklı aşkla değil, sahiplenme, yani maddi fiziki zevk olmasıyla doğrulanır. Sahiplenme olmaksızın aşkının karşılık gördüğünü bilmek bir insan için teselli değildir. Aslında, kendisini böyle bir durumda bulması üzerine birçok insan canına kıymıştır. Diğer taraftan, diyelim ki bir insan aşk ateşiyle yanıp tutuşmaktadır, eğer o âşık aşkına karşılık göremiyorsa, o zaman sevdiğine sahip olmak onu avutur. Zoraki evlilikler ve baştan çıkarma vakaları, bunu teyit eder, çünkü aşkı karşılık görmeyen bir insan çoğu kez bir ka­dına, onun (o kadın kendini sevmiyorsa bile) beğenisini ve takdirini kazanabilmek için güzel ve çekici hediyeler sunmada yahut başka fedakârlıklarda bulunmada teselli bulur.
Bütün aşk serüveninin gerçek amacı, her ne kadar söz konusu kişiler bunun farkında olmasa da, belli bir varlığın dünyaya getirile­bilmesidir ve bu neticenin elde edilmesinin yolu ve keyfiyeti ikinci planda kalan bir konudur. Bu konuda yüce duygulara, aşırı duyar­lığa sahip olanlar, özellikle halen bu tutkunun kıskacında olanlar benim ileri sürdüğüm iddianın kaba gerçekçiliğini ne kadar çü­rütmeye yeltenirlerse yeltensinler bunun bir ehemmiyeti yoktur, yanlış yoldadırlar. Zira gelecek neslin ferdiyetlerini belirli biçimde belirleme hedefi, taşkın duyguları ve sabun köpüğü kadar ömürsüz aşkınlığıyla diğerinden çok daha yüksek ve çok daha soylu bir he­def değil midir? Bütün dünyevi hedefler arasında bundan hem daha önemli hem daha büyük bir hedef var mıdır? Tutkulu aşkın kopa­rılmaz bir parçası olan kökleri derinlerdeki hissiyatın ortaya çıkı­şındaki ciddiyet ve alanı içerisine giren nice ehemmiyetsiz şeylere atfettiği önem, sadece böyle bir hedefle anlaşılır hale gelir. Ancak bu hedefi gerçek bir hedef olarak gördüğümüz sürece sevdiğimiz hedefe erişmek için karşılaşılan güçlükler, katlanılan sonsuz acı ve kederler, konusuna uygun düşer görünür. Çünkü bütün bu mücade­le ve sıkıntılar aracılığıyla kendisini hayata zorlayan, bütün ferdi belirlenimi içerisinde gelecek nesildir.
Aslında gelecek neslin kendisi, adına aşk dediğimiz cinsellik dürtüsünün tatmini için dikkatli, özenli, belirli ve keyfi gibi görünen seçimde zaten kıpırdanmaktadır. İki sevgilinin yekdiğerine giderek artan muhabbeti gerçekte ileride ebeveynleri olacakları bu yeni var­lığın yaşama iradesidir; arzu dolu bakışlarının buluşmasında yeni bir varlığın hayat kıvılcımı tutuşur, kendisini geleceğin iyi ve uyumlu bir şekilde teşekkül etmiş ferdiyeti olarak duyurur.
  • Birleşme arzuları
Sevgililer, gerçek bir birleşme ve yeni bir varlığı vücuda getirme için yanıp tutuşurlar; yaşamlarının kalanını bu şekilde yaşamayı arzu ederler ve bu arzu her ikisinden tevarüs edilmiş niteliklerin, ama tek bir varlıkta top­lanmış ve birleşmiş olarak yok olmaktan kurtulacağı doğacak çocuk­larında tahakkuk eder.
Buna karşılık eğer bir erkek ve kadın karşılık­lı, sürekli ve kararlı olarak birbirlerinden hoşlanmaz ise, bu onların dünyaya sadece kötü biçimde teşekkül etmiş, uyumsuz ve mutsuz bir varlık getirebileceklerine işaret eder. Bu yüzden Calderon’un o korkunç Semiramis’i hem “Havva’nın kızı” diye adlandırmasında, hem de onu hemen ardından “kocanın katledildiği ırza geçmenin kızı” diye takdim etmesinde çok derin bir anlam gizlidir.
Son olarak, farklı cinsiyetten iki bireyi birbirine böylesine güçlü ve bir şekilde çeken şey gerçekte yaşama iradesidir. Bu irade, kendi­sini bütün türde gösterir ve ebeveynleri olacakları varlıkta hedefle­riyle örtüşen tabiatın bir nesne olarak varlık göstereceğini önceden haber verir. Dünyaya gelen bu yeni varlık, babasının iradesini veya kişiliğini; anasının zekâsını ve her ikisinin beden yapısını tevarüs eder. Ne var ki, kural olarak bir kimse, hayvanlar için de geçerli olan döllenme yasasına yani melez canlılar yetiştirilirken ortaya çı­kan kanuna göre, görünüm bakımından daha çok babasına ve endam bakımından daha çok anasına benzer. Bu yasanın temeli, ceninin bü­yüklük bakımından rahme uygun olmasına dayanır. Bir insanın ta­mamen istisnai ve sadece kendisi için özel olan karakterini ve öznel oluşunu açıklayabilmek imkânsızdır ve iki insanın birbirine tutkulu aşkını açıklamak da aynı derecede imkansızdır. Çünkü bu durum, karakter bakımından bir o kadar biresel ve sıra dışıdır; aslında temel bakımından bunların her ikisi de bir ve aynıdır: Birincisi, İkincinin dolaylı olarak dile getirdiğini açıkça ortaya koyar.
Ebeveynlerin birbirlerini sevmeye başladıkları (İngilizcenin çok güzel anlattığı gibi to fancy each other (birbirlerini gözlerine kes­tirdikleri)) anı yeni bir varlığın kökeni ve onun yaşamının gerçek punçtum salien’si (Kaynak noktası) olarak düşünmeliyiz. Ve daha önce söylendiği gibi arzu dolu bakışlarının buluşmasıyla yeni bir varlığın ilk tohumu atılmış olur ki, aslında bütün tohumlar gibi genellikle ezilir. Bu yeni birey, belli bir ölçüde yeni bir (Platonik) ideadır. Şimdi nasıl ki bütün idealar büyük hararetle fenomen alanına girmek için mücadele ederler ve bunu yapmak için nedensellik kanununun hepsinin arasına dağıttı­ğı maddeyi ateşle kavrarlarsa, bir insan ferdiyetinin bu belli ideasıdır da büyük bir istek ve coşkuyla fenomenler dünyasında kendisini ger­çekleştirmek için çabalar. Geleceğin ebeveynlerinin birbirlerine olan tutkusu, muhakkak ki bu ateşli arzudan başka bir şey değildir. Aşkın sayısız dereceleri vardır ve iki aşın hali Antik Yunanlıların söyledik­leri şekliyle Aphroditae pandaemos ve ourania olarak açıklanabilir, ancak özleri bakımından yine de her yerde aynıdırlar.
Bir diğer yönden dereceye göre ne kadar bireyselleşmiş ise, bir başka deyişle sevilen kimse aşığının kendi bireyselliği tarafından be­lirlenmiş arzusunu ve ihtiyaçların tatmin etmek için ne kadar özel bir biçimde uygunsa, o kadar güçlü olacaktır. Araştırmamızı daha ileri götürürsek, burada söz konusu olan şeyi daha açık biçimde anlarız. Bu anlamda tutkulu ve ateşli her türlü hissiyat, esas itibarıyla he­men hiç vakit kaybetmeksizin sağlık, kuvvet ve güzellik, dolayısıyla gençlik üzerinde yoğunlaşır. Çünkü her şeyden önce irade, insan türü­nün özel karakterini her türlü bireyselliğin temeli olarak sergilemeyi arzu eder: Günlük kur yapma (Aphroditae pandaemos, sıradan aşk) daha ileri gidemez. Buna ileride tek tek ele alıp değerlendireceğimiz daha özel talepler eklenir ki herhangi bir doyurulma ihtimali varsa tutkunun şiddeti de artar. Bununla beraber yoğun, tutkulu aşk her iki ferdin birbirine uygunluğundan kaynaklanır. Dolayısıyla irade, başka bir deyişle bir terkip halinde olan babanın kişiliği ve ananın zeka­sı, genel olarak yaşama iradesinin (ki kendisini bütün türde sergiler) arzu duyduğu bireyin bütün eksiklerini giderir. Bu arzu, onun büyük­lüğüyle mütenasiptir ve ölümlü bir yüreğe sığmayacak kadar büyük­tür; dürtüleri de benzer şekilde kişinin aklının sınırlarının ötesindedir. Büyük ve hakiki bir tutkunun ruhu böyle bir şeydir işte.
Demek oluyor ki, bu iki kişi daha sonra ele alacağımız değişik bakımlardan birbirlerine ne kadar kusursuz biçimde uygunsa, birbir­lerine duydukları tutku da o kadar güçlü olacaktır. Birbirine tıpatıp benzeyen iki kişi bulunmayacağından belli tür bir kadın belli türde bir erkeğe tam olarak denk düşer, bu denklikte doğacak çocuk her zaman ilk planda tutulur. Tutkulu gerçek aşk, birbirine tam olarak uygun düşen iki insanın karşılaşması kadar nadir rastlanır bir şey­dir. Yeri gelmişken şunu da açıklayalım; hepimiz tutkulu gerçek bir aşkın mümkün olduğuna inandığımız (hepimiz bunu kendi iç dün­yamızda olabilirlik sınırları içinde gördüğümüz) için şairlerin bunu eserlerinde neden dile getirdiklerini kolayca anlarız.
  • Tutkulu aşk ve içgüdü
Tutkulu aşkın en temel özü, doğacak çocuğun ve onun doğası­nın kestirilmesine yöneldiğinden eğer huy, karakter ve zihni yeter­lik bakımından tam bir uygunluk varsa, farklı cinsiyetten iki genç, güzel ve yakışıklı insanın arasında, içine hiçbir surette cinsel aşkın karışmadığı safi dostluk gayet mümkündür. Aslında, bu iki insan arasında bu bakımdan birbirlerine karşı belli ölçülerde bir tiksinti de var olabilir. Bunun nedeni, dünyaya getirecekleri bir çocuğun fiziki ya da zihni bakımdan uyumsuz niteliklere sahip olma olasılığıdır. Kısacası, çocuğun yaşamı ve doğası, kendisini türde gösterdiği biçi­miyle yaşama iradesinin amaçlarıyla uyum içinde olmayacaktır.
Bunun tam tersi bir durumda, yani iki kişi arasında mizaç, ki­şilik, düşünme tarzı ve zihni yeterlilik bakımından uygunluğun bu­lunmadığı, bilakis bunlardan ötürü birbirlerine karşı bir tiksintinin, hatta düşmanlığın bahis konusu olduğu durumda, bir aşkın doğması da pekala mümkündür. Böyle bir aşk, onları her şeye karşı körleştirir ve eğer bir evlilikle neticelenirse bu doğal olarak son derece mutsuz bir evlilik olur.
Şimdi, ele aldığımız bu konuyu daha ayrıntılı bir şekilde ince­leyelim. Bencillik, genellikle her insanın kişiliğinde öylesine derin­lere kök salmış bir niteliktir ki, bir kimseyi harekete geçirmek için her türlü kuşku ve tereddütten beri olarak ancak bencilce amaçlara güvenilebilir. Tabiî ki birey üzerinde türün geçici bireysellikten daha öncelikli, daha yakın, daha büyük bir talebi vardır, yine de birey, türün devamı ve geleceği için harekete geçerse, hatta bir tür bilinçli bir fedakarlıkta bulunursa konunun önemi kişinin kavrayış gücü için sonucuyla uygun olduğu ölçüde anlaşılabilir hale gelmez. Çünkü o, esas itibarıyla bireysel amaçları gözetmek için oluşmuştur.
Dolayısıyla tabiat, amaçlarına ulaşmak için bireyin içerisine belli bir yanılsama, bir kuruntu yerleştirir, öyle ki gerçekte sadece türün yararına olduğu halde ona bunu (bu kuruntu sayesinde) sanki ken­disi için faydalı imiş gibi gösterir. Böylelikle birey kendi emellerine hizmet ettiğini zannederken, aslında bu sonuncusuna kulluk eder. Bu süreç içerisinde o, önünde salınıp duran, hemen ardından kayboluveren ve bir saik olarak gerçekliğin yerini alan safi bir khimera tarafından sürüklenir. Bu kuruntu, bu yanılsama bir içgüdüdür. Çoğu durumda içgüdü, türün algısı-sezgisi olarak kabul edilebilir ve türe hizmet eden ya da yararına olan ne ise onu iradeye sunar. Ancak bu irade, burada bireysel hale geldiği için o şekilde aldatılmalıdır ki türün algısının kendisine sunduğu şeyi bireyin algısı ile görüp tanısın; bir başka ifadeyle, gerçekte sadece genel amaçları (burada genel sözcüğünü en dar anlamında kullanıyorum) takip ederken bi­reyi ilgilendiren amaçları takip ettiğini zannetsin.
İçgüdünün bu dış etkisi, en iyi hayvanlarda gözlenebilir ve onlarda en önemli rolü oynar. Ancak içsel olan her şey gibi onun da içsel sürecini sadece kendimizde bilebiliriz. Doğrudur, insanın daha doğar doğmaz anasının memesine yapıştığında herhangi bir içgüdüye sahip olmasının pek muhtemel görünmediği ya da olsa bile her halükarda ancak yeterli içgüdüye sahip olduğu düşüncesi. Fakat doğrusunu söylemek gerekirse, insan oldukça belirgin, açık, ama karmaşık bir içgüdüye, yani cinsiyet dürtüsünün tatmini için bir başka bireyin hem böylesine girift ve ciddi, hem de böylesine keyfi seçimine dönük bir içgüdüye sahiptir. Başka bireyin güzel­liği ya da çirkinliğinin, bu tatminin kendisiyle yani bireyin acilen giderilmesi gereken arzusuna dayalı bir zevk meselesi olduğu ka­darıyla, hangi türden olursa olsun hiçbir ilgisi yoktur. Ne var ki, gerek böylesine gayretli ve hararetli bir şekilde peşine düşülen bu tatmine, gerekse onun gerekli kıldığı özenli seçime dikkat kesil­menin, her ne kadar o böyle bir alakanın bulunduğunu sansa da, seçicinin kendisiyle ilgili hiçbir yanı yoktur. Onun gerçek hedefi, türün kusursuz örneğinin mümkün olduğu kadar saf ve mükemmel biçimde korunacağı dünyaya getirilecek çocuktur. Sözgelimi, insan biçiminin yozlaşmasının değişik evreleri binlerce fiziksel kazanın ve ahlaki suçların neticesidir. Yine de insan biçiminin hakiki tipi bütün parçaları bakımından her zaman onarılır ve bu evrensel olarak cinsiyet güdüsünü yönlendiren ve onun tatmininin tiksindirici bir zorunluluğa dönüşmesini engelleyen güzellik duygusunun kılavuz­luğunda gerçekleştirilir. Bundan dolayı herkes öncelikle en güzel olanı, başka bir deyişle türün karakterinin en saf manada dışa vu­rulduğu kimseleri kesinlikle tercih eder ve onu hararetle arzu eder. İkinci olarak, herkes bir başka kimsede kendisinin yoksun olduğu mükemmeliyetleri arzu eder ve kendisininkinin tersi olan kusurları güzellik olarak düşünür. Bu sebepten ötürüdür ki, örneklersek çe­limsiz sıska erkekler iri kadınları tercih eder, sarışınlar esmerlerden hoşlanır. Güzel bir kadın gördüğünde bir erkeğin içine dolan ve onunla birleşmenin en büyük mutluluk olduğunu düşündüren alda­tıcı coşkunluk, türün duyusundan başka bir şey değildir. Bu duyu, aynı olanın belirgin biçimde dışa aksetmiş özelliğini görüp onu bu bireyle sürdürmeyi arzu eder. Türün karakterini en iyi dile getiren özelliklerin korunması, tutacağı yolu bilen bu kararlı güzellik terci­hine dayanır ve işte güzellik bunun için böyle bir güce sahiptir.
Bunun içinde barındırdığı düşünceleri ileride daha etraflı bir şe­kilde ifade edeceğiz. Bir erkeği güzel bir kadını seçmeye yönelten, gerçekte türde en iyi olanı hedefleyen içgüdüdür, her ne kadar er­keğin kendisi böyle yaparak sadece zevkini artırmanın arayışı içe­risinde olduğunu düşünse de. Doğrusunu söylemek gerekirse biz burada, önümüzdeki meselede olduğu gibi, aslında kişiyi her zaman türün mutluluğunu gözetmeye sevk eden her türlü içgüdünün gizli doğasının ibret verici bir çözümünü buluyoruz. Bir böceğin, belli bir çiçeği, meyveyi ya da bir et parçasını seçerken gösterdiği özen, tırtır sineğinin (ichneumonidae) yumurtalarını başka bir yere değil sadece oraya bırakabilmek için yabancı bir sineğin larvasını arar­ken takip ettiği yol ve onu korumak için ne zahmetten ne tehlikeden çekinmemesi âşıkar ki, bir erkeğin bireysel olarak kendisine uygun olan belirli bir doğaya sahip bir kadını seçerken gösterdiği dikkat ve ihtimama çok benzer. O da, onun için öylesine büyük bir gayret ve hararetle mücadele eder ki, amacına erişmek için çoğu kez bütün ze­kasına rağmen, budalaca bir evlilikle servetine, şöhretine, itibarına ve yaşamına mal olan bir aşk serüveni ile hatta zina yahut tecavüz nevinden suç ve cürümler işlemek suretiyle bazen neredeyse hayat­taki bütün mutluluğunu feda eder. Ve bütün bunlar, onun türe en etkin ve verimli bir şekilde hizmet edebilmesi için her yerde hüküm süren tabiatın iradesiyle uyum içerisindedir, her ne kadar o bu hiz­meti gerçekleştirirken kendisi bu uğurda harcanıyorsa da.
İçgüdü, hemen her yerde bir amacın kavranılması ile birlikte çalışır görünür. Ancak yine de, böyle bir amaçtan-kavrayıştan tama­men yoksundur. Tabiat, amacı içgüdüyü eyleyen bireyin onu kavra­maktan aciz ya da peşinden koşmaya gönülsüz olacağı yere yerleş­tirir. Bu sebepten ötürü, genellikle göze çarpan biçimde hayvanlara özellikle onların en az gelişmişlerine ve en az zekâya sahip olanla­rına verilmiştir. Fakat içgüdü sadece şimdi düşündüğümüz gibi bir durumda, aynı zamanda insana da verilmiştir, (doğal olarak amacı anlayacak durumdadır) Ancak onu gerekli gayret ve çabayla takip etmeyecektir, bir başka söyleyişle kendi bireysel mutluluğu pahası­na onun peşine düşmeyecektir. Dolayısıyla burada, bütün içgüdü du­rumlarında olduğu gibi, gerçeklik iradeyi etkilemek için bir kuruntu ve yanılsama biçimine bürünür. Bu, erkeği güzelliği ile cezbeden bir kadının kollarında başka herhangi birinde bulacağından daha büyük bir zevk bulacağına inanmaya sevk eden şehvet dolu bir yanılsama, aslında bir kuruntudur. Özellikle tek bir kişiye yönelmiş olarak, as­lında erkeği, ona sahip olmanın kendisine en büyük mutluluğu sağ­layacağına ikna eden kesin inanıştır. Bu yüzden o, kendi zevki için zahmet ve sıkıntılara katlanıp, fedakârlıklarda bulunduğunu zanne­der. Gerçekteyse, bütün bunları sadece türün düzgün-değişmez özel­liklerinin korunması için ancak bu ana babadan dünyaya gelebilecek özel bir kişinin yahut birey tipinin doğumu için yapar.
Burada içgüdünün karakteri ve dolayısıyla bir amacın kavranıl­masıyla uyum içinde gibi görünen, yine de böyle bir kavrayıştan bütünüyle yoksun olan bir hareket o kadar kusursuz biçimde kendi­sini göstermektedir ki, bu kuruntu yahut yanılsamanın ardı sıra sü­rüklenen kimse çok kere, onu kendi başına yönlendiren asıl amaçtan yani üremeden tiksinir ve bu yüzden ona engel olmak isteyecektir. Nitekim, neredeyse bütün gayrı meşru aşk ilişkilerinde durum bu merkezdedir. Konumuzun yukarıda izah edilmiş karakteriyle uyum içerisinde olan her âşık, sonunda eriştiği hazzın ardından fevkalade büyük bir hayal kırıklığına uğrayacak ve böylesine büyük bir ar­zuyla istediği şeyin diğer bütün cinsi tatminlerden hiç de farklı bir tarafının olmadığına hayret edecektir. Böylelikle onun kendisinden yararlandığını anlamayacaktır. Bu arzunun diğer bütün arzular kar­şısındaki durumu, türün fert dolayısıyla sonsuzun sonlu karşısında­ki durumu gibidir. Diğer taraftan, bu tatmin gerçekte sadece türün yararınadır ve türün iradesinin etkisi altında her türden fedakarlıkla hiç de kendi amacı olmayan bir amaca hizmet eden bireyin bilinç alanına dahil değildir. İşte, bu büyük işin ardından tutkunun ateşinin sönmesiyle birlikte her aşığın bir aldatılmışlık duygusuna kapılma­sının sebebi budur. Çünkü türün bir aldatma aracı olarak kullanılmış olan kuruntu yahut yanılsama, artık ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla, Platon gayet doğru bir şekilde şöyle der: Hiçbir şey şehvet duygusu kadar yanıltıcı değildir. Philebos, 319
Ancak, bütün bunlar hayvanların içgüdülerini ve mekanik eği­limlerini bir şekilde kendince aydınlatır. Onlar da, hiç kuşkusuz ken­di zevkleri için çalıştıklarını gösteren bir tür yanılsama ile sürükle­nirler, halbuki böylesine canla başla ve büyük bir fedakarlıkla tür için çalışırlar: Kuş yuvasını yapar, böcek yumurtalarını bırakacağı uygun bir yer arar, yahut kendisine yaramayan, ama çıkacak larvalar için yiyecek olarak yumurtaların yanma yerleştirilmesi gereken avı dahi bulup aylar; an, eşek arısı ve karınca kendilerini ustalık isteyen yuva kurma işine ve fevkalade karmaşık bir trafiğe yollarından alıkonulmaz bir kararlılıkla kaptırırlar. Bunların hepsi, hiç kuşkusuz türe hizmeti bencilce bir amacın görüntüsü altında gizleyen bir ya­nılsama tarafından sevk ve idare edilirler.
Bu, belki de içgüdünün bütün biçimlerinin temelinde yatan iç yahut öznel sürecin bizim için anlaşılır hale gelmesinin olabilecek tek yoludur. Bununla beraber dış ya da nesnel süreç, içgüdü tara­fından güçlü bir şekilde kontrol edilen hayvanlarda, sözgelimi bö­ceklerde sinir düğümünün, yani öznel sinir sisteminin, nesnel ya da beyinle ilgili sinir sistemi üzerindeki baskınlığını gösterir. Buradan, onların nesnel ve gerçek kavrayıştan ziyade arzuyu uyaran ve sinir düğümü sisteminin beynin üzerindeki etkisiyle ortaya çıkan öznel tasavvurlarla hareket ettikleri sonucuna varılabilir. Bundan ötürü, onlar belli bir yanılsama ile hareket ederler ve her türlü içgüdü duru­munda fizyolojik süreç böyle olmalıdır. Demek istediğimi daha iyi anlatabilmek için şimdi açıkladığım kadar güçlü olmasa da, insan türünde karşılaşılabilecek bir başka örneği, gebe kadınların kolay kolay giderilemeyen iştihasım anlatacağım. Bu, zaman zaman ceni­nin beslenmesinin, ona giden kanın özel ya da belli bir değişimini gerekli kılmasından kaynaklanır görünür. Buna bağlı olarak böyle bir değişimi meydana getiren besin gebe kadına kendisini keskin bir arzunun objesi olarak hissettirir, böylelikle burada da bir yanılsama ortaya çıkar. Bundan dolayı, kadın erkekten fazla bir içgüdüye daha sahiptir; sinir sistemi de kadında daha fazla gelişmiştir.
Beynin, insandaki büyük üstünlüğü onun gelişmemiş hayvanlar­dan daha az içgüdülere sahip olmasını ve bu birkaç içgüdünün bile kolaylıkla yanlış yola saptırılabilmesini açıklar. Örneklersek, bir er­keği cinsiyet güdüsünün tatminine dönük olarak bir eşin seçiminde içgüdüsel biçimde yönlendiren güzellik duygusu, yozlaşıp eş cinsel­liğe yatkın hale gelince yanlış yola sapmış demektir. Benzer şekilde yumurtalarını içgüdüsel olarak çürümüş ete yerleştirmesi gereken et sineği (Musca vomitoria) onları çürüyen kokusuna aldandığı için Arum dracunculusun tomurcuğuna bırakır.
Kayıtsız koşulsuz bir üreme içgüdüsünün her türlü cinsel sevgi­nin temeli olduğu, konunun daha yakından yapılacak bir çözümle­mesiyle ve kendimizi kolay kolay geri tutamayacağımız bir çözüm­lemeyle doğrulanabilir. ÖNCELİKLE ÂŞIK OLAN BİR ERKEK, DOĞASI GEREĞİ HERCAİ (kararsız, sebatsız, vefasız, dönek, mütelevvin) BUNA KARŞILIK BİR KADIN, VEFAKAR OLMAYA EĞİLİMLİDİR. BİR ER­KEĞİN AŞKI BELLİ BİR DÖNEMDEN SONRA, YANİ TATMİNİNE ERİŞTİKTEN SONRA HİSSEDİLEBİLİR DERECEDE AZALIR; NEREDEYSE BAŞKA HER KADIN ONU SAHİP OLDUĞU KADINDAN DAHA FAZLA CEZBEDER, DEĞİŞİKLİĞİ ARZULAR, HALBUKİ BİR KADININ AŞKI KARŞILIK GÖRDÜĞÜ ANDAN İTİBAREN ARTAR. Bunun sebebi, tabiatın türün korunmasını ve olabildiği kadar büyük bir çoğalmayı hedeflemesidir. Erkek, kolaylıkla bir yılda yüzden fazla çocuk yapa­bilir, halbuki kadın, ne kadar fazla erkekle sevişirse sevişsin yılda (bir batında birden fazla çocuk dünyaya getirme durumunu saymaz­sak) ancak bir çocuk dünyaya getirebilir. Bu sebepten dolayı, bir erkek her zaman başka kadınları arzularken, bir kadın her zaman tek bir erkeğe bağlı kalır. Zira tabiat onu içgüdüsel olarak ve farkında ol­maksızın doğacak çocuğu bakıp koruyacak olan erkeğin bakımıyla meşgul olmaya zorlar. Bu nedenle evliliğe sadakat olgusu, erkek ba­kımından suni fakat bir kadın için doğaldır. Dolayısıyla, evlilikte sa­dakatsizlik erkek için doğal bir durumken, kadın için doğal değildir. Doğal olarak kadın bakımından zina, doğacak sonuçlarından ötürü hem nesnel olarak hem de kadının tabiatına aykırı olması nedeniyle öznel olarak, erkek için olduğundan çok daha bağışlanmazdır.
Ne var içi, karşı cinsten aldığımız zevkin, ne kadar nesnel gö­rünüyor olursa olsun, yine de kılık değiştirmiş içgüdüden, bir başka söyleyişle, kendine özgü özelliklerini korumak için mücadele eden türün duyusundan ibaret olduğunu yeteri kadar açığa kavuşturmak ve bunda mükemmelen ikna edici olabilmek için bu konuda bizi et­kileyip yönlendiren düşünceleri daha yakından araştırmak ve felsefi bir eserde bu ayrıntıları açıklamak sizlere biraz tuhaf gelecekse de, bunların ayrıntılarına girmek zorunludur. Bu düşünceler aşağıdaki şekilde tasnif edilebilir: Doğrudan türün tipini ilgilendirenler, yani güzellik; diğer fiziksel nitelikler ile ilgili olanlar ve son olarak her­kese göre değişen ve iki kişiden birinin tek yanlı niteliklerinin ve sıradışılıklarının karşısındakinin üstünlükleriyle zorunlu olarak dü­zeltilmesinden ya da bertaraf edilmesinden kaynaklananlar. Şimdi bu mülahazaları sırasıyla ve ayrı ayrı ele alalım.
  • Karşı cinse sevk eden nedenler
Seçimimizi ve eği­limimizi yönlendiren ilk değer yaştır. Genel olarak adet görmenin başlamasından adetin kesildiği döneme kadar olan çağı, yine de on sekiz ila yirmi sekiz yaşlan arasındaki kadınları tercih ederiz. Bu yaş aralığının dışındaki hiçbir kadın bizim için çekici değildir. Yaşlı bir kadın yani artık adet görmeyen bir kadın bizde tiksinti uyandınr. Genç olup da güzel olmayan bir kadın, bizi hala kendisine çekebilir. Nitekim, gençlikten yoksun bir güzelliğin üzerimizde hiçbir etkisi yoktur. Açık ki, bizi burada yönlendiren farkında olmadığımız amaç genel olarak üremenin olabilirliğidir. Bu yüzden her bir insan teki, karşı cins için çekiciliğini, dölleme yahut gebe kalma için en uygun dönemden uzaklaştığı nispette kaybeder.
İkinci değer sağlıktır: Ağır bir hastalık, geçici bir zaman için bizi irkiltebilir, fakat müzmin bir hastalık, beden ya da akıl zayıflığı bizi uzaklaştıran bir etkendir, çünkü bunlar soya çekim yoluyla çocukla­ra geçebilecektir.
Üçüncü değer kemiklerin yapısıdır ki beden yapısı türün ayırt edici biçiminin temelidir. Yaşlılık ve hastalıktan sonra hiçbir şey bizi bozuk bir beden yapısı kadar tiksindirmez hatta en güzel çeh­re bile bu kusuru telafi edemez, aslında onun yanında, en çirkin çehre eğer iyi gelişmiş bir beden yapısına sahipse son derece be­ğeniyle tercih edilebilir. Ayrıca kemik yapısının her türlü kusurlu gelişimine karşı oldukça hassas bir yapıya sahibiz. Örneklersek, gelişmemiş, kısa, bodur bir beden yapısı ve benzeri ya da sonradan geçirilmiş bir kaza sonucu olmayan bir topallık hemen dikkatimizi çeker. Buna karşılık belirgin biçimde güzel bir beden her kusuru telafi eder: Bizi kendimizden geçirir. Ve bir de küçük ayaklara at­fedilen büyük önem! Bunun nedeni ayağın büyüklüğünün türün temel ayırt edici özelliklerinden biri olmasıdır. Zira hiçbir hayvan insanınki kadar küçük bir bilek ve ayak tarağı bileşimine sahip değildir; yürüyüşündeki dikliğin sebebi budur. Oysaki, o ayaklan üzerinde yürüyen bir hayvandır. Hz. İsa ben Sirak da:
İnce vücutlu ve güzel ayaklı bir kadın gümüş oyukların içindeki altın sütunlar gibidir” der. Dişler de önemlidir, çünkü beslenme için elzemdirler ve soya çekim yoluyla çocuklara aktarılırlar. Dördüncü değer belli bir oranda tombulluktur, bir başka deyiş­le, bitkisel işlevin, esnekliğin fazlalığı da seçimimizde önemli bir yer tutar. Nitekim, bu özellik cenine bol besin sağlanabileceğinin bir işaretidir. Bu yüzden aşın sıskalık, çarpıcı biçimde bizi uzak­laştırır. Tam gelişmiş bir kadın göğsü, erkekler üzerinde fevkalade bir tesir icra eder; üremenin dişil işlevleriyle doğrudan bir ilişki içerisinde bulunduğundan yeni doğan çocuğun zengin biçimde bes­lenebileceğinin habercisidir. Beri taraftan, çok şişman kadınlar da tiksintimizi uyandırır ki bunun sebebi, rahmin dumura uğramış ol­duğuna ve kısırlığa işaret etmesidir. Bu, kafayla yani mantığımızla değil, tamamen içgüdüyle bilinir.
Seçimimizi etkileyen son değer güzel bir yüzdür. Burada da ke­mik parçalan, sair her şeyden önce dikkate alınır. O kadar ki, ne­redeyse her şey güzel bir buruna bağlıdır; kısa basık bir burun her şeyi bozar. Burnun hafifçe yukarı yahut aşağı eğikliği çoğu kez birçok genç kızın hayat boyu mutluluğunu belirler ve bu da sebepsiz değildir, çünkü tehlikede olan türün tipidir. Küçük bir çene kemi­ği sayesinde küçük bir ağız, hayvanların ağızlarından farklı olarak insan çehresinin kendine özgü ayırt edici özelliği olduğu için çok önemlidir. Çekik, deyiş yerinde ise, kesilmiş bir çene özellikle iti­cidir, çünkü mentum prominulum özel olarak türümüze özgü ayırt edici bir özelliktir. Son olarak güzel gözlerin ve güzel bir alnın seçi­mimizde oynadığı role geliyoruz; bunlar anadan aktarılmış olan ruhi ve özellikle zihni niteliklere dayanır.
  • Kadınlar otuzbeş yaş ve çirkin erkekleri neden sever?
Diğer taraftan seçimlerinde farkında olmaksızın kadınları et­kileyen nitelikler, doğal olarak bu kadar kesin bir şekilde belirlenemez. Bununla beraber, kadınların tercih ettikleri yaşın otuz ila otuz beş olduğunu söyleyebiliriz. Bu yaşlardaki erkeği, aslında in­san güzelliğinin en yüksek formu olan delikanlılara tercih ederler. Bunun nedeni kadınları zevkin değil, bu belirli çağda üreme gü­cünün zirve noktasını görüp tanıyan içgüdünün yönlendirmesidir. Genellikle kadınlar güzelliğe, özellikle yüz güzelliğine pek fazla dikkat etmezler; çocuğa güzelliğini verme işini sadece kendi üzer­lerine almış gibidirler. Onları en başta baştan çıkaran bir erkeğin gücü ve onunla atbaşı giden cesaretidir, çünkü bunların her ikisi de güçlü çocukların dünyaya gelmesinin ve aynı zamanda onlar için güçlü bir koruyucunun habercisidir. Bir erkekteki her fiziksel kusu­ru, tipin ayırt edici özelliklerinden herhangi bir sapmayı bir kadın, çocuk söz konusu olduğunda, eğer kendisi bu bakımlardan kusur­suz ise ya da zıt yönde bunları gölgeleyebilecek kadar mükemmel ise, ortadan kaldırabilir. Bunun tek istisnası özel olarak erkeklere özgü dolayısıyla bir annenin çocuğuna kesinlikle veremeyeceği niteliklerdir. Bunlar erkeklere özgü kemik yapısı, omuz genişliği, dar kalçalar, düzgün bacaklar, kas gücü, cesaret, sakal ve benzeri şeyleri içerir. İşte bu yüzden, bir kadın çoğu kez rastladığımız gibi çirkin bir erkeği sevebilir, oysaki kusurlarını kendisi gideremeyece­ği veya talafi edemeyeceği için erkeksi olmayan bir erkeği asla sev­mez. Cinsel sevginin temelini oluşturan değerlerin ikinci kümesi manevi niteliklere dayananlardır. Burada, bir kadının evrensel ola­rak bir erkeğin ruhunun yahut kişiliğinin sahip olduğu karakteris­tik özelliklerle etkilendiğini görürüz. Bunların her ikisi de babadan genlerle aktarılabilir.
  • Kadınları etkileyen özellikler
Kadınlar, irade sağlamlığı, kararlılık, cesaret ve belki de dürüstlük ve iyi kalplilikten büyülenirler. Buna karşılık zihni-fikri niteliklerin kadınlar üzerinde doğrudan yahut içgüdüsel bir gücü yoktur, bunun çok basit bir sebebi vardır; bunların baba­dan devralman nitelikler olmaması. Erkekteki zekâ eksikliğinin ka­dınlara bir zararı dokunmaz; doğrusu fevkalade bir zihni üstünlük, hatta deha, anormallik olarak kadınlar üzerinde olumsuz bir etki bile doğurabilir. Bu sebepten ötürüdür ki, kadınların sık sık budala, çirkin ve kaba saba bir erkeği iyi eğitilmiş, zihni nitelikleri yük­sek, nazik bir erkeğe tercih ettiklerini görürüz. Aşırı derecede farklı mizaçlara sahip insanların sözgelimi kaba saba, güçlü kuvvetli ve dar kafalı bir erkekle, ziyadesiyle duyarlı, ince düşünceli, kültürlü, estetik beğeniye ve benzeri niteliklere sahip bir kadının ya da fev­kalade bilgili, görgülü ve dahi bir erkek ile kuş beyinli bir kadının, çok kere aşk için evlenmelerinin sebebi işte budur:
“İşte böyle sürükler adamı Venüs;
Ruhu ve bedeni birbirine eşit olmayanları,
Götürür tunçtan boyunduruğa vurur Ve sonra bir kenardan bakıp için için güler.”
Horatius, Carmina 1, 33, 10.
Bunun sebebi, kadınların zihinsel ve düşünce gücüyle ilgili de­ğerlerle değil, bütünüyle başka bir şeyden yani içgüdüden etkilen­meleridir. Kadınlar için evlilikte aranan şey, zeki ve düşünceli bir in­sanla fikri bakımdan hoşça vakit geçirmek değil, çocukların dünyaya getirilmesidir. Zira evlilik bir kafa birlikteliği değil, gönül birlikteli­ğidir. Eğer bir kadın bir erkeğin zekasına âşık olduğunu söylüyorsa, bu ya boş ve gülünç bir iddia ya da yozlaşmış bir abartı ve yalandır. Diğer yandan bir erkek cinsel sevgisinde kadının kişilik özellikleri­nin etkisi altında kalmaz, bundan ötürüdür ki, sözgelimi Shakespeare, Albrecht Dürer, Byron gibi nice Sokrates kendi Ksantippesi’ni bul­muştur. Fakat burada zihni niteliklerin etkisi altında kalırız, çünkü onlar anneden gen yoluyla aktarılmıştır. Yine de, onların etkileri ko­layca, daha temel hususlarla ilgili ve bu yüzden daha doğrudan bir etkisi olan fiziki güzellik tarafından gölgelenir. Yeri gelmişken be­lirtelim ki bu ilk tesiri hissetmiş yahut tecrübe etmiş olan annelerin, kızlarına daha fazla tercih edilebilir hale gelebilmeleri için güzel sa­natlar, yabancı diller ve benzeri şeyler öğretmelerinin sebebi budur. Bu suretle onlar suni araçlarla kafalarının içini doldurmayı umut ederler. Tıpkı bir zorunluluk haline geldiğini düşündüklerinde göğüs kafeslerini ve kalçalarını da böyle dolduruyorlarsa.
Burada şu anlaşılsın isteriz: Biz burada anlattıklarımızla sadece gerçek aşkın kendisinden doğduğu söylenen doğrudan ve içgüdü­sel olan cazibeden söz ediyoruz. Akıllı ve eğitimli bir kadının, bir erkekteki kafa ve anlayış gücüne saygı duyması ve bir erkeğin, in­ceden inceye düşünüp taşındıktan sonra evleneceği kızın kişiliğini ölçüp tartması ve ona ilişkin bir değer vermesi bizim buradaki konu­muzu ilgilendiren meseleler değildir. Bu tür şeyler evlilikte mantık evliliği de denen akla dayalı bir seçimi etkiler. Yani bizim burada kendimize konu edindiğimiz ve betimlemesini yaptığımız tutkulu aşka söz geçiremezler.
  • İnsan eksik olanı neden sever.
Buraya kadar sadece sonucu belirlenmiş değerlendirmeleri, yani cinsel sevgide rol oynayan ve herkes için geçerli olan değerlendir­meleri göz önünde bulundurdum. Şimdi ise kusurlu olarak ortaya çıkmış türün, tipini düzeltmeyi ve ondan seçicinin kendi şahsında zaten taşıdığı herhangi bir sapmayı onarmayı dolayısıyla tipin saf ve eksiksiz biçimde yeniden ortaya konulmasına dönmeyi hedeflediği için her zaman rastlanmayan görece değerlendirmelere geliyorum. İşte bu nedenle, her bir insan kendisinde eksik ve noksan gördüğü şeyi sever. Bu göreli değerlendirmelere dayalı olarak yapılan yani kişinin yapısını göz önünde bulunduran seçim, sadece kesin değer­lendirmelere dayalı olarak yapılan seçimden çok daha kesin, kararlı ve sınırlayıcıdır. Bu nedenle, gerçek tutkulu aşkın kökeni kural ola­rak bu göreli değerlendirmelerde yatar ve ancak aşkın sıradan evre­leri ve önemsiz temayülleri kesin değerlendirmelerden kaynaklanır. Dolayısıyla her zaman büyük tutkuları ateşleme eğiliminde olanlar, güzelliklerinde hiçbir kusur bulunmayan kadınlar değildir. Gerçek bir tutkulu duygunun doğabilmesi için önce, belki en iyi şekilde kimyasal bir dönüşümle anlatılabilecek bir şeyin olması, yani bu iki kişinin öz niteliklerinin, tıpkı asit ve alkalinin nötr bir tuza dönüş­mesi gibi, birbirini ortadan kaldırması icap eder. Bunun olabilmesi için aşağıdaki koşulların gerçekleşmesi zorunludur.
Öncelikle her cinsel istek tek yanlıdır. Bu tek yanlılık, bir kimse­de bir başkasından daha belirgin biçimde dışa vurulur ve daha yük­sek bir derecede var olur. Dolayısıyla bu tek yanlılık her bir kimsede karşı cinsten birisi tarafından, bir başkasının yapabileceğinden, daha iyi tamamlanabilir ve ortadan kaldırılabilir. Çünkü o kimse, dünyaya gelecek yeni varlığın insanlık tipini tamamlamak için kendisininkine zıt bir tek yanlılığa ihtiyaç duymaktadır. Zira her zaman her şeyin kendisine doğru kendiliğinden eğilim içinde olduğu hedef bu yeni varlığın yapısıdır. Fizyologlar, erkeklik ve kadınlık için sayısız de­recelerin geçerli olduğunu bilirler. Nitekim erkeklik tiksindirici ola­bilecek çift cinsel organlı bireylere kadar düşebilir, kadınlık da zarif androgenlere kadar yükselebilir. Her iki yandan da, iki cins arasında tam orta noktada bulunduğundan her ikisine de sokulamayacak ve bu yüzden türün devamı için uygun olmayan kimselerin bulunduğu tam erdişilik (der Hermaphroditismus: Her iki cinsiyet organının aynı insanda bulunması.) noktasına ulaşılabilir.
Dolayısıyla burada sözünü ettiğimiz bu birbirini bertaraf etme yahut etkisiz hale getirme için erkeğin erkekliğinin belli bir derece­sinin, kadının kadınlığının belli bir derecesine tam karşılık gelmesi ve onunla tam olarak örtüşmesi gerekir ki her birinin tek yanlılığı böylelikle tam olarak dengelenebilsin. Böylece, erkekliği baskın bir erkek, kadınlıkça en güçlü olan kadını arzu eder ve terside ve yine bundan dolayıdır. Herkes kendi cinsiyet derecesine tam karşılık ge­len her kimse onu arar. Şimdi burada, iki kişi arasındaki bu gerekli ilişkinin hangi ölçüde var olduğu ya da ortaya çıktığı, bu iki kişi tarafından içgüdüsel olarak hissedilir ve diğer göreli değerlendirme­lerle birlikte, aşkın yüksek derecelerinin temelinde bulunur. Bu yüz­den âşıklar, birbirlerini nasıl buldukları ve ruh uyumları hakkında duygulu ve dokunaklı biçimde konuşurlarken aslında sohbetin can alıcı noktası büyük ölçüde dünyaya getirilecek varlık ve onun kusur­suzluğuyla ilgili uyumdur. Bu uyum çoğu kez evlilikten kısa bir süre sonra şiddetli bir uyumsuzluk haline geliveren ruhlarının uyumun­dan çok daha önemlidir. Burada işin içine, her bir kimsenin başkası aracılığıyla, kendi zayıflığını, kusurlarım ve tür tipinden sapmaları­nı, dünyaya gelecek çocukta varlıklarını sürdürmemeleri ve da ge­lişip mutlak anormalliklere dönüşmemeleri için ortadan kardırmaya çalışmasına bağlı olan diğer göreli değerlendirmeler dahil olmakta­dır. Bir erkek kas gücü bakımından ne kadar zayıfsa, o ölçüde güçlü kuvvetli bir kadını arzulayacaktır. Ve aynı şey kadınlar için de geçerlidir. Fakat kas gücü zayıflığı kadınlar için doğal ve alışılmış bir şey olduğundan kadınlar, kural olarak güçlü kuvvetli erkekleri tercih edeceklerdir. Bundan başka boy bos da, tarafların seçiminde önemli rol oynayan değerlendirmedir. Ufak tefek erkeklerin, iri yarı kadın­lara karşı kararlı bir eğilimi vardır ve tersi. Aslında ufak tefek bir erkekteki iri yan kadınlara karşı olan bu eğilim, eğer kendisi iri yan bir babadan gelmiş ve ancak annesinin tesiriyle ufak tefek kalmışsa çok daha tutkulu olacaktır; çünkü o, babasından büyük bir gövdeyi kanla besleyebilecek damar sistemini ve enerjisini genetik olarak almıştır. Buna karşılık eğer onun hem babası hem de büyük babası ufak tefekse bu eğilimi kendisini daha az hissettirecektir. İri yarı bir kadın ile iri yan bir erkeğin yıldızının barışmamasının temelinde doğan çok iri bir insan soyundan uzak durma arzusu yatar: çünkü iri yan annelerin çocukları, annelerinin kendilerine geçirebileceği kuvvet ile uzun süre yaşayamayacak kadar zayıf olacaklardır. Ne var ki eğer böyle bir kadın, belki de toplum içerisinde daha saygın bir konuma sahip olmak için iri yarı bir koca seçerse, büyük bir ihtimal­le çocukları ömür boyu bu kadının yapmış olduğu bu aptallığının cezasını çekecektir.
Yine aynı şekilde ten rengi ile ilgili değerlendirmeler de seçim­de çok belirleyici bir yer tutar. Sarışınlar, kara yağız ya da esmer kimselerden hoşlanır; fakat bu sonuncular evvelkileri nadiren tercih ederler. Bunun sebebi şudur: Sarı saç ve mavi göz, tür tipinden bir sapmadır ve tıpkı beyaz fare veya kır at gibi neredeyse bir anormal­lik oluşturur. Bunlar, Avrupa kıtası dışında dünyanın herhangi bir parçasının, hatta kutup bölgelerinin bile doğal sakinleri değillerdir ve muhtemelen İskandinav kökenlidirler. Sırası gelmişken beyaz de­rinin, insan yapısı için doğal olmadığını, doğal olarak insanın tıpkı Hindu atalarımız gibi ya kara ya da esmer bir deriye sahip olduğunu dolayısıyla beyaz insanın köken itibarıyla hiçbir surette tabiatın döl yatağından çıkmadığını, gerçekte çok söz edilse de beyaz insan diye bir şey olmadığını ve her beyaz insanın solmuş veya beyazlamış bir deriye sahip olduğunu ifade etmeliyim. İnsan, kışın sıcak bir yer ara­yışı içinde ancak egzotik bir bitki gibi yaşayabildiği yabancı bir dün­yaya sürülünce geçen binlerce yıl içerisinde beyazlaşmıştır. Bundan ancak dört yüzyıl önce yurtlarını terk etmiş olan Hint yerlileri olan Avrupa çingeneleri, Hindu ten renginden bizimkine nasıl geçildiğini göstermektedir. Bundan dolayı, tabiat cinsel aşk aracılığıyla siyah saç ve kahverengi gözlere dönmeye çalışmaktadır. Çünkü türün ilk ve asıl tipi bunlardır. Her ne kadar Hinduların kara derisini bizim için itici ya da uzaklaştırıcı hale getirecek kadar olmasa da, beyaz ten rengi ikinci tabiat haline gelmiştir.
  • İnsan eksiğine karşı zayıftır ve uzak durma eğilimi vardır.
Son olarak herkes, vücudunun belli kısımlarındaki kusurlarını ve aksaklıklarını düzeltmenin yolunu bulmaya çalışır ve kusur ne kadar belirgin ise onu düzeltme yolundaki istek de o kadar büyük­tür. Küt ve ucu kalkık burunlu kimseler, bu yüzden gaga burunlu ya da papağan çehreli kimselerden böylesine tarif edilmez biçimde hoşlanırlar, aynı şey vücudun diğer bütün kısımları için de geçerlidir. Aşırı derecede uzun ve ince bir beden yapısına sahip kimseler, bodur denecek kadar kısa kimselerin bedenlerinde güzellik bulma eğilimini gösterirler. Huy ve karakterle ilgili değerlendirmeler de, bu konuda insanların seçimlerinde benzer bir rol oynarlar. Herkes, kendisinin tersi olan özelliklere sahip insanı tercih eder. Ancak is­tenmeyen karakteristik özellikler ne kadar belirginse, bunun tersini isteme o ölçüde fazla olur.
Bir yönden kendisi gayet mükemmel olan kimse, bu bakımdan kusurlu olanın peşine düşmez. Ama onunla başka bir kimseden daha kolay bağdaşabilir, çünkü kendisi, doğacak çocuğu bu bakımdan kusurlu olmaktan koruyacaktır. Örneklersek beyaz tenli bir kimse, san derililerden nefret etmez, ama buna karşılık sarımtırak bir ten rengine sahip kimse göz kamaştıracak kadar beyaz derili bir kim­sede tanrısal bir güzellik bulur. Bir erkeğin, belirgin biçimde çir­kin olan bir kadına âşık olması az rastlanır bir durumdur, fakat âşık olursa bunun sebebi aralarında mevcut cinsiyet derecesi bakımından tam bir uyumun gerçekleşmesi ve kadındaki bütün anormalliklerin, kendisinin tam zıttı bir başka söyleyişle kendisininkileri düzeltici unsurları taşımasıdır. Bu gibi durumlarda aşk, yüksek bir dereceye erişme eğilimindedir.
Kadının her bir beden uzvunu düşünüp değerlendirirken erkek olarak gösterdiğimiz esaslı ciddiyet ve kadının da kendi hesabına bizi değerlendirirken aynını göstermesi; hoşumuza gitmeye başla­yan bir kadını kılı kırk yaran bir gözle yoklamamız, seçimimizde gösterdiğimiz kararsızlık ve huysuzluk, güveyin gelini seyreder­ken yaptığı gergin dikkati, herhangi bir bakımdan yanılmamak için gösterdiği özen, temel özelliklerdeki her aşırılık yahut eksikliğe atfettiği büyük önem, bütün bunlar gözetilen amacın önemine ta­mamen uyum içerisindedir. Çünkü dünyaya getirilecek çocuk, bü­tün yaşamı boyunca benzer özellikleri taşıyacaktır. Örneklersek, bir kadında hafif bir belkemiği eğriliği varsa doğacak çocuğa bunun bir kamburluk olarak geçmesi olasıdır. Bu her bakımdan böyledir. Doğal olarak biz bütün bunların farkında olamayız. Tam tersine herkes bu dikkatli ve özenli seçimi, kendi zevki için yaptığını zan­neder. (oysa bu hiçte öyle değildir) bilakis o kendi beden yapısının gerektirdikleri doğrultusunda (bundan dolayı kendi şahsıyla uyum içinde olduğunu doğru olarak kabul etmemiz gerekir), bu seçimi kesinlikle türün çıkan için yapar ve gözetilen asıl amaç mümkün olduğu ölçüde türün tipini muhafaza etmektir.
Birey, burada farkında olmadan daha yüksek bir şeyin yani türün çıkarma göre hareket eder. Bireyin başka türlü hiç önemsemeyeceği şeylere böylesine önem vermesinin sebebi işte budur. Farklı cinsten iki genç insanın ilk kez karşılaştıklarında, birbirlerini farkında ol­maksızın ciddi ve eleştirel biçimde bakıp süzmelerinde, birbirlerine yönelttikleri araştırıcı ve nüfuz edici (derinlere işleyici) nazarlarda ve sahip oldukları çeşitli özelliklerin maruz kaldığı dikkatli yokla­malarda ilginç ve özel bir şey vardır. Bu araştırma ve çözümlemenin temsil ettiği şey, bu iki kişi ve onların özelliklerinin harmanlanma­sı sayesinde mümkün olacak yeni varlığı, türün koruyucu ruhunun düşünmesinden (Meditatiorı des Genius der Gatturıg) başka bir şey değildir. Onların zevklerinin ve birbirlerini arzulamalarının büyük­lüğü, söz konusu edilen bu düşünme tarafından belirlenir (ya da bu düşünmenin sonucuna bağlıdır). Bu arzulayış ne kadar yoğun olursa olsun, daha önce gözden kaçmış olan bir şey bu süreç içerisinde gün yüzüne çıkarsa pekala birdenbire kaybolabilir.
Demek oluyor ki, türün dehası yahut koruyucu ruhu, üreme kabiliyetine sahip olan herkeste gelecek insan soyunu düşünmektedir. Bu insan soyunun doğası Eros’un uğraştığı büyük iştir, o hep faaliyet halindedir, aklı her zaman meşguldür, her zaman gelecekle ilgili düşünüp durur. Türü ve gelecek bütün nesilleri ilgilendiren bu büyük işin önemiyle kıyaslandığında, bu büyük tablo içerisindeki genel gelip geçicilikle­riyle tek tek kişilerin (gönül) işlerinin pek bir ehemmiyeti yoktur. Bu yüzdendir ki, Eros her zaman bunları hiç aldırmaksızın feda etmeye hazırdır. Onun bu gelip geçici işler karşısındaki durumu ölümsüz bir varlığın bir ölümlü, onun göz önünde bulundurdukları karşı­sındaki kişilerin önemli olarak gördükleri şeyler ise, sonsuzun son­lu karşısındaki durumu gibidir. Sadece kişinin mutluluğunu yahut mutsuzluğunu ilgilendirenlerden daha yüksek işleri sevk ve idare ettiğinin farkında olan Eros, bunları yüksek bir kayıtsızlıkla savaşın keşmekeşinin, iş yaşamının hengamesinin ortasında ya da bir veba salgının insanları kırıp geçirmesi esnasında yürütür, hatta gerekirse bunları manastırların inzivahanelerine kadar takip eder.
  • Aşkın şiddeti ve acı tarafları
Aşkın şiddetinin bireyselleşme ile birlikte arttığı anlaşılmış ol­malıdır. Ancak, iki kişi fiziksel olarak öyle bir yapıya sahip olabilir ki, türün mümkün en iyi tipini aslına uygun olarak ortaya çıkarmak bakımından birinin diğeri için en özel ve mükemmel tamamlayıcı olduğunu ve bu yüzden birbirlerini başka hiç kimse için duyumsa­mayacakları ölçüde arzu edeceklerini göstermiştik. Böyle bir du­rumda, tutkulu bir aşk doğar ve bireysel bir hedefe ve sadece ona yönelmiş olduğu için başka bir deyişle türün özel hizmetinde ortaya çıktığı için derhal daha soylu ve daha yüce bir görünüm kazanır. Diğer yandan, tek başına değerlendirildiğinde yalın cinsel içgüdü iğrenç ve adi bir şeydir: Bireyselleşmediği için önüne çıkan herkese yönelmiştir. Türü, niteliği pek dikkate almadan sadece safi bir ni­celik bağlamında korumaya çalışır. Tek bir kişi üzerinde yoğunlaş­mış yani bireyselleşmiş şiddetli bir aşk tutkusu öylesine yüksek bir noktaya erişebilir ki, tatmin edilmedikçe bu dünyanın bütün güzel şeyleri, hatta yaşamın kendisi bile tadını ve önemini kaybeder. Bu durumda aşkın şiddet ve harareti, başka hiçbir şeyinkine benzeme­yen bir arzu haline gelir; dolayısıyla her türlü fedakârlıkta buluna­cak ve eğer tatmini hiçbir türlü mümkün görünmez ise, çılgınlığa hatta intihara bile götürebilecektir. Böylesine tutkulu bir aşkın kö­keninde, bu bilincinde olunmayan mülahazaların yanı sıra önümüze böylesine doğrudan çıkmayan ya da gözümüze ilişmeyen başkaları da olacaktır. Bundan dolayı, burada sadece bir beden yapısı uygun­luğu değil, aynı zamanda babanın iradesi ile ananın zekâsı arasında özel bir örtüşmenin bulunduğunu kabul etmemiz gerekir. İrade ile zekânın örtüşmesi, uygunluk neticesindedir ki sadece onlar tarafın­dan son derece belirli bir varlık, “kendinde-şeyin” (“Ding an sich”) doğasında yer aldığı için bizce bilinmeyen sebeplerden ötürü, var­lığını türün koruyucu ruhunun göz önünde bulundurduğu bir varlık olarak dünyaya getirmiş olur.
Başka bir şekilde ve daha açık söylemek gerekirse, yaşama ira­desi kendisini, kesin bir şekilde belirlenmiş ve ancak bu belirli baba ile bu belirli ana tarafından dünyaya getirilebilecek olan bir varlıkta nesnelleştirmek istemektedir. İradenin bu metafizik arzusu, varlık­lar dairesi içerisinde bu ateşli arzuyla kıskıvrak yakalanmış olan gelecekte ebeveyn olacakların yüreklerinin dışında başka bir faali­yet alanına sahip değildir. Şimdi onlar, halihazırda bütünüyle me­tafizik bir amaca sahip olan, bir başka söyleyişle, gerçekte mevcut olan şeylerin alanı dışında kalan şeyi kendileri için arzu ettiklerini zannetmektedirler. Diğer bir ifadeyle, burada ilk kez mümkün hale gelen, doğacak canlının varlık alanına girme noktasındaki ateş­li arzusudur. Bu arzu, her varlığın temel ve asli kaynağında vuku bulur. Kendisini fenomenler dünyasında geleceğin ebeveynlerinin birbirlerine duydukları şiddetli sevgi olarak dışa vurur. Kendi dı­şındaki her şeyi pek az dikkate alır. Aslında aşk, başka bir benzeri olmayan bir yanılsamadır. Aşk, insanın dünyada sahip olduğu her şeyi gerçekte kendisini başka herhangi birisinden daha fazla tat­min etmeyecek bir kadını elde etmek uğruna feda etmesine neden olur. Burada asıl göz önünde bulundurulanın, bu sahip olma oldu­ğu, tıpkı diğerleri gibi bu yüce duygunun da peşinde olduğu şeyi elde etmesiyle [muradına ermesiyle) birlikte elde etmiş olanların büyük şaşkınlığı karşısında kaybolmasından anlaşılır. Sahip olma duygusu, ayrıca kadının kısır çıkması nedeniyle (Hufeland’a göre, bu vücut yapısındaki on dokuz kusurun sonucu olabilir) metafizik amaç gerçekleşmediğinde de kaybolur gider. Nasıl ki, günlük ha­yatta içinde aynı metafizik hayat ilkesinin var olmak için çabaladığı milyonlarca tohum ayaklar altında ezilerek ziyan olup gidiyorsa; bu noktada yaşama iradesinin hizmetinde bir zaman, mekân ve madde sınırsızlığının, dolayısıyla bitmez tükenmez bir fırsat ve imkan bol­luğunun olmasından başka bir teselli yoktur.
Burada açıklanan görüş, kendisi tarafından bağımsız bir şekil­de ele alınmamış ve benim izlediğim düşünce yolu kendisine bü­tünüyle yabancı kalmış da olsa, öyle görünüyor ki Theophrastus Faracelsus’un düşüncesinde, çok yüzeysel olmakla beraber, geçmiş olmalı. O, farklı bir çerçeve içerisinde ve her zamanki dağınık üslu­buyla aşağıdaki ilginç sözleri söyler: ‘‘Hi sunt, quos Deus copulavit, ut earn, quae fuit Uriae et David; quamvis ex diametro (sic enim sibi humana mens persuadebat) cum justo et legitirno rnatrimonio pugnaret hoc ... sedpropter Salomonem, qui aliunde nasci non potuit, nisi ex Bathseba, conjuncto David semine, quamvis meretrice, conjunxit eos Deus (De vita longa i. 5). ”
Bütün çağların şairlerinin, sayısız tarz ve biçimlerde dile getir­dikleri ve tüketemedikleri gibi hakkını da veremedikleri bu aşk ar­zusu, himeros; bu arzu ki bize belli bir kadını elde etmemizin sonsuz mutluluk, kaybedilmesinin tarifsiz bir acı ve mutsuzluk getireceğini düşündürtür. Bu arzu ve bu acı, malzemesini gelip geçici bir insanın gereksinimlerinde bulamaz, bunlar tür ruhunun çırpınışlarıdır; o burada ister elde edilişin ister kaybedilsin, başka hiçbir şeyle ikame edilemeyecek amaçlarına ulaşmak için bir araç görmekte ve bunun için böylesine derinden inleyip çırpınmaktadır. Sadece türün sınırsız bir ömrü vardır ve bu nedenle sınırsız arzulara, sınırsız tatmine ve sınırsız acıya sahip olabilir. Fakat bunlar, burada ölümlü insanoğlu­nun dar yüreğine hapsedilmiştir. O halde, böyle bir yürek patlayacak gibi olursa ve içine dolan sınırsız neşeyi ya da sonsuz kederi dile ge­tirmek için uygun bir ifade bulamayacak olursa şaşmamak gerekir. Demek oluyor ki, nitelikli aşk şiirlerinin malzemesini sağlayan kay­nak budur dolayısıyla o, dünyevi olan her şeyi geride bırakıp yük­sek anlamlara ulaşır. Bu Petrarca’nın konusu, St. Freux, Werther ve Jacopo Ortislerin kaynağıdır; çünkü bu olmadan onların hiçbiri ne anlaşılabilir, ne de açıklanabilir. Sevilen kimseye duyulan bu sınırsız duygu seli ve hayranlık, hangi türden olursa olsun ondaki manevi kusursuzluklara ya da genel anlamda gerçek nitelik ve üstünlüklere dayandırılamaz. Çünkü seven kimse, Petrarca’nın durumunda oldu­ğu gibi, çoğu kez sevdiğini yeterince kadar tanıyamaz.
Sevilen kimsenin kendi amaçlan için sahip olduğu değeri sadece türün ruhu bir bakışta anlayabilir. Ve büyük tutkular da genellikle ilk bakışta doğar:
Kimi sevsem ilk bakışta benim sevdiğim değil.
Shakespeare, As You Like İt, III. 5.
Bu bakımdan Mateo Aleman’ın iki yüz elli yıldan beri bilinen Guzmann de Alfarache isimli romanındaki şu bölüm yeterince ilgi çekicidir:
(İnsanın birine âşık olması için uzunca bir zamanın geçmesi, derin derin düşünüp bir seçim yapması gerekli değildir, her iki taraf­ta da daha ilk bakışta belli bir yakınlık ve uyuşmanın hissedilmesi ya da günlük dilde kanın kaynaması denilen ve genellikle yıldızların özel bir tesirinin rolü olan şeyin gerçekleşmesi yeterlidir). III. Kitap II. Bölüm, c. 5 (a.g.e.)Bundan dolayı ortaya çıkan bir rakiple veya vuku bulan bir ölümle sevilen kimsenin kaybı, tutkulu bir aşkla seven bir âşık için bütün diğerleri­ni gölgede bırakan en büyük keder ve acıdır. Bu, onu bir kişi olarak etkilemeyip, essentia aeternası içinde yani burada özel iradesine ve hizmetine çağrıldığı türün yaşamı içinde, üzerine hücum ettiğinden böylesine üstün ve sınırsız bir doğaya sahiptir. Kıskançlık, bu yüz­den bu kadar acı ve azap vericidir ve bu nedenle sevilen kimseyi bir başkasına bırakmak zorunda kalmak fedakârlıkların en büyüğüdür.
Bir kahraman, nasıl ve hangi türden olursa olsun duygularım ifa­de ederek, belli ederek zayıflığını göstermekten utan. Duyar. Bunun tek istisnası aşkı için duygularını belli ederek ağlayıp sızlamasıdır, çünkü burada sızlanıp yakaran o değil türün kendisidir. Calderon’un Büyük Zenobia isimli tiyatro eserinin birinci perdesinde Zenobia ile Decius arasındaki bir sahnede, Decius şöyle demektedir:
“Tanrım, demek beni seviyorsun
Bunun uğruna binlerce zaferi feda edeceğim.
Döneceğim...Volvirame... ”
Bu durumda, bu zamana kadar diğer her türlü değerlen­dirmelerden daha ağır basmış olan şeref ve haysiyet düşüncesi, cinsel sevgi yani türün çıkarı oyuna dâhil olur olmaz ve kendisi için açık ve tartışılmaz biçimde yararlı olacak bir şeyi fark eder etmez sahnenin dışına sürülür. Türün çıkan, ne kadar önemli olursa ol­sun tek başına bireyinkiyle karşılaştırılınca, sınırsız derecede daha önemli olduğu görülür. Şeref, vazife, sadakat gibi yüce duygular, ölüm tehlikesi de dahil, diğer bütün yoldan çıkarmalara karşı koy­duktan sonra onun karşısında dayanamayıp yenik düşerler. Benzer şekilde özel hayatta da dürüstlük ve titizliğe, bu noktada başka hiçbir konuda olmadığı kadar seyrek rastlandığına tanık oluyoruz. Başka türlü doğruluk ve dürüstlükten şaşmayan insanlar bile, bu­rada zaman zaman vicdanı kolayca bir kenara itiverirler ve tutkulu aşk, yani türün çıkarı onları ele geçirdiğinde hiç çekinmeden bü­yük ihtirasla zina suçunu işleyiverirler. Hatta öyle görünür ki, sanki tek tek bireylerin çıkarlarının bahşedebileceğinden daha büyük bir hak ve yetkiyle hareket ettiklerinin bilincinde olduklarına inanmış gibilerdir, çünkü burada türün çıkarına uygun olarak hareket edi­yorlardır. Bu anlamıyla Chamfort’un şu sözleri dikkate değerdir: “Bir kadın ve bir erkek birbirlerine karşı şiddetli bir tutku duyduklarında, bu ister bir koca, ister ana baba veya başka bir şey olsun, mutlaka birbirini seven bu iki insanı ayıracak engeller de çıkacaktır, ama onlar tabiat ve tanrısal yasa sayesinde birbirlerine aittirler, insanların yasaları ve değer verdikleri ettikleri sair şeyler ne söylerse söylesin.”
Bu sözler karşısında her kim öfkelenip kızmaya kalkışırsa ken­disine, Kurtarıcı’nın İncil’de zina nedeniyle infaz edilmek üzere olan kadına, aynı zamanda orada bulunan hiç kimsenin böyle bir suçtan masum olmadığını kabul etmekle gösterdiği yakınlık hatta düşkünlük hatırlatılmalıdır. Bu bakımdan Decameron’un büyük bö­lümü, türün koruyucu ruhunu ayaklan altına aldığı tek tek kişilerin hak ve çıkarlarını sadece alaya alması ve aşağılaması olarak görü­nür. Toplum içerisinde insanların işgal ettikleri mevkiler ve benzeri türden bütün koşullar, tüm değer yargılan, gözleri birbirinden baş­kasını görmeyen âşıkların birleşmelerinin önüne engel olacak olursa türün ruhu tarafından aynı şekilde hiç hesaba katılmaksızın bir ke­nara itilir ve bir ‘hiç’ muamelesi görürler: Türün ruhu, sayısız kuşak­ları ilgilendiren amaçlarını takip ederken insanların önem verdikleri yasalan yahut vicdanın doğurduğu tereddütleri tuz buz eder.
Kökü aynı derecede derinde yatan sebeplerden ötürü, tutkulu aşkın amaçlan söz konusu olduğunda insan hiç gözünü kırpmadan her türlü tehlikeye atılır, başka durumlarda korkak ve yüreksiz olan­lar bile burada aslan kesilirler. Keza oyunlarda ve romanlarda aşk­larının, yani türün çıkarının savaşını veren iki genç aşığın, sadece bireyin gönenç ve mutluluğunu göz önünde bulunduran yaşlılara karşı zafer kazanmasını aynı duygulan yürekten paylaşarak okuruz. Çünkü âşık bir çiftin mücadelesi, tür bireyden daha önemli olduğu için bize başka her şeyden çok daha önemli, zevk ve heyecan verici, dolayısıyla çok daha haklı ve meşru görünür.
Bu yüzden neredeyse bütün komedilerin temel konusu olarak, amaçları peşinde koşan, ama sahneye çıkarılan kişilerin şahsi çı­karlarının tam tersine ve mutluluklarını tehdit etmek pahasına ko­şan türün koruyucu ruhunu görürüz. Genellikle amacına erişir ve gerçek şiirsel adaletle uyum içerisinde seyirciyi tatmin eder, çünkü seyirci de türün amaçlarının kişininkilere haydi haydi tercih edil­mesi gerektiğini hisseder. Bundan dolayı, perde kapandığında mu­zaffer sevgilileri gönül rahatlığı içerisinde terk eder seyirci, çünkü onlarla kendi mutluluklarının mimarları olduğu yanılsamasını pay­laşır hâlbuki onlar bu mutluluğu büyüklerinin iradesi ve basiretine karşı, türün yapmış olduğu seçim uğruna feda etmişlerdir. Tek tük rastlanan sıra dışı komedilerde, konunun tersine çevrilmesi ve tü­rün amaçları pahasına kişilerin mutluluğunu sağlama yönünde gi­rişimlerde bulunulur; fakat burada seyirci türün koruyucu ruhunun çektiği acıyı hisseder ve böylelikle kişilere sağlanmış olan fayda­lardan teselli bulup rahatlamaz. Bu türün çok iyi bilinen örnekleri arasında şimdilik aklıma iki küçük piyes gelmektedir: La reine de 16 ans ve Le mariage de raison.
  • Trajik aşk hikâyeleri
Aşk konularını ele alan tragedyalarda, türün hedefleri gerçek­leşmediği için bu hedeflerin araçları durumunda olan âşıklar genel­likle birlikte can verirler, sözgelimi Romeo ve Juliet, Tankred, Don Karlos, Wallenstein, Braut von Messina (Messina’nm Gelini] ve daha pek çoğunda olduğu gibi.
Bir insanın aşkı, bizlere çoğu kez komik, zaman zaman da trajik malzemeler sunar; çünkü âşık bu durumda tür ruhunun etkisi altında olduğundan hem onun tarafından yönlendirilir, hem de artık kendi kendisine ait değildir. Bu yüzden onun hareket tarzı, sıradan insanın davranışlarıyla uyumlu değildir. Aşkın yüksek evrelerinde bir insanın düşüncelerine böylesine şiirsel ve yüce bir nitelik, hatta aşkın ve do­ğaüstü bir eğilim kazandıran ve böylelikle kişinin asıl maddi amacını gözden kaybettiği izlenimini uyandıran şeyin temelinde yatan şey işte budur. Bundan dolayı, âşık şimdi sadece kişileri ilgilendiren her şey­den sınırsız derecede daha önemli olan tür ruhunun esinlediği ilhamla doludur ve bu ruhun özel yönlendirmeleri yahut kılavuzluğu altında uzunluğu kestirilemeyen bir gelecek kuşağın bütün varlığını bu özel ve kesin biçimde belirlenmiş doğayla ortaya koymaya çalışır. Bu tabiat ondan sadece babalığı, onun sevdiğinden de sadece analığı alabilir ve başka türlü varlık alanına bu haliyle asla erişemez, hâlbuki yaşama iradesinin nesnelleşmesi de bu varlığı açıktan açığa talep eder.
Aşığı, dünyevi olan her şeyin hatta bizzat kendisinin üzerine yükselten ve onun maddi-fiziki arzularına doğaüstü bir kılıf uyduran şey, böylesine aşkın ve sınırsız öneme sahip işlerle uğraştığı duy­gusudur. Bu öyle bir duygudur ki en kaba, en sıkıcı insanın bile ya­şamında aşk şiirli, büyüleyici bir hikâye haline gelir. Zaman zaman komik bir boyut kazandığı da olur. Türde kendisini nesnelleştirmiş olan iradenin buyruğu (ya da yüklemiş olduğu görev), aşığın bilin­cinde kendisini, bu belli kadınla birleşmesinde bulunacak olan son­suz bir mutluluk öngörüsü yahut bu mutluluğun tasavvuru kılığında gösterir. Dolayısıyla, aşkın en yüksek derecelerinde bu tuhaf se­rap, öylesine parlak ve ışıltılı hale gelir ki ele geçirilemeyecek olur­sa yaşamın kendisi bütün çekiciliğini kaybetmekle kalmaz, öylesine kasvetli, öylesine sahte ve tahammül edilmez görünmeye başlar ki yaşamaktan duyulan bezginlik ve tiksinti ölüm korkusunun bile üs­tesinden gelir. İş bu noktaya geldiğinde, kişinin kimi zaman kendi eliyle yaşamına son vermesinin sebebi de bu olur. Böyle bir kimse­nin iradesi, türün iradesinin girdabına kapılmıştır ya da bu sonun­cusu kişinin iradesinin üzerinde kurduğu muazzam bir hakimiyetle onu öylesine ele geçirmiştir ki, eğer böyle bir kimse ilkinin yani türün iradesinin gerçekleşmesinde etkili olamazsa, sonuncusunda olmayı ciddiye bile almaz. Bu durumda kişi, belirli bir obje üzerinde yoğunlaşmış türün iradesinin sınırsız arzusunu taşıyamayacak kadar zayıf bir araç olur. İşte o zaman tek çıkar yol, intihardır hatta kimi zaman iki sevgilinin beraberce intiharıdır. Elbette, yaşamı korumak için tabiat müdahele edip ara yol olarak çılgınlığı göstermezse, ki o zaman bu umutsuz durum, bilincin üzerine şalını örter. Tek bir yıl bile geçmez ki yukarıda söylenmiş olanların doğruluğunu ispat eden bu türden çeşitli vakalar gerçekleşmiş olmasın.
Ancak, sık sık trajik bir sonuca yol açan sadece tatmin edilmemiş aşk tutkusu değildir, tatmin edilmiş tutku da mutluluktan çok mut­suzluğa hatta daha da fazla mutsuzluğa yol açar. Çünkü söz konusu kimsenin kişisel mutluluğuyla o kadar çok çatışmayı gerekli kılar ki sonunda mutluluğun yerinde yeller eser, zira talep ettiği şeyler aşı­ğın içinde bulunduğu diğer koşullarla bağdaşmaz ve sonuçta bunlar üzerine kurulu yaşam hayallerini yıkar. Hatta öyle olur ki aşk, çoğu kez sadece harici koşullarla bağdaşmazlıkla kalmaz, aşığın kendi ki­şiliğiyle de çatışma içerisinde kalır. Bu duygu cinsel ilişki olmasa aşığa sevimsiz, önemsiz, hatta tahammül edilmez gelebilecek kim­selere yönelmiş olabilir. Ne var ki, türün iradesi kişinin iradesinden çok daha güçlü olduğu için âşık kabul edilebilir bulmadığı bütün niteliklere gözlerini kapatır, kendisini sevdiğinden uzaklaştırabile­cek her şeyi görmezden gelir, önemsemez ve kendisini tutkusunun yöneldiği amaca sımsıkı bağlar. Öylesine kabul edilmez biçimde bağlar ki türün iradesi, tatmin olur olmaz ardında zor tahammül edilir bir hayat yoldaşı bırakarak kayboluveren bu yanılsama yahut kuruntuyla gözleri ışığını kaybeder. Çoğu zaman fevkalade zeki ve üstün niteliklere sahip kimselerin şirret ve iblis kadınlarla evlendik­lerini görür ve böyle bir seçimde bulunmanın onlar için nasıl olup da mümkün olduğunu anlayamayız. İşte bunun izahı burada yatar. Ve bundan dolayıdır ki eskiler, aşkın gözünün kör olduğunu söylemiş­lerdir. Aslında bir aşığın sevdiği kimsenin kendisine mutsuzluk ve pişmanlıkla dolu bir hayattan başka bir şey sunmayan huy ve kişi­lik özürlerini açıkça görüp keskin biçimde fark etmesi mümkündür. Ancak tüm bunlar bile onun içini korkuyla doldurmaz:
Ne soru soruyor ne merak ediyorum,
Gönlümde günah var mı?
Ne olursan ol,
Seni sevdiğimi biliyorum.
Çünkü o, aslında kendi çıkarma değil, dünyaya getirilecek olan üçüncü bir kişinin çıkarına hareket etmektedir (ya da ona ait şeylerin peşinde koşmaktadır), her ne kadar o kendine ait işlerin peşinde koş­tuğu yanılsamasına kapılmışsa da. Fakat tutkulu aşka aynı zamanda yüce bir hususiyet kazandıran ve onu şiirin vazgeçilmez bir konusu haline getiren de, bir kimsenin kendine ait işlerin peşinde koşmamasıdır ki bu her yerde yüceliğin ayırt edici belirtisidir, (der Stampel der GröBe). Son olarak bir insan, tutkulu bir aşk ile sevdiği kimseye aynı zamanda nefretin en koyusunu da duyabilir. Bundan dola­yıdır ki Platon, aşkı kurt ile kuzu arasındaki ilişkiye benzetmiştir (Phaidros 241 D), Bunun diğer bir örneği, tutkulu bir aşığın sevdiği kimseden bütün emeklerine ve yalvarmalarına karşın hiçbir durum­da güler yüz göremediği zaman ortaya çıkar:
Onu seviyor ve ondan nefret ediyorum.
Shakespeare, Cymb. III. 5.
Sevilen kimseye karşı duyulan nefret, zaman zaman o kadar ile­ri bir noktaya varabilir ki âşık önce sevdiğini öldürür, ardından da kendi canına kıyar. Bu türden örnekler gazetelerde neredeyse her yıl gözümüze çarpmaktadır. Bundan dolayı Goethe haklı olarak der ki:
Hor görülmüş bütün aşklara, o cehennemi şeye, Bilsemki daha kötüsü var, yemin ederim ona.
Könntel”
Bir âşık, sevdiğinin kendisine yüz vermemesini, nazını ve hor görmesini zalimlik olarak nitelendirirse, ki bunlar onun acılarını besleyen şeylerdir. Bunda asla gerçek anlamda bir abartı yoktur, çünkü o böceklerin içgüdüsüyle akraba olan bir dürtünün etkisi al­tındadır. Bu dürtü onu bütün makul sebeplere karşın kayıtsız şartsız amacını takip etmeye ve diğer her şeyi gözardı etmeye zorlar: Hiçbir âşık bu doğal yönelimden kendisini kurtaramaz. Karşılığını alama­yarak aşkının ateşini bütün hayati boyunca ayaklarında demirden bir pranga, yahut kurşundan bir halka gibi sürüklemek zorunda kalan ve ıssız ormanlarda derin iç çekişlerle kendi kendine hayıflanıp duran bir değil bir sürü Petrarca vardı. Ne var ki, şiir söyleme kabiliyeti olan sadece bir tek Petrarca vardır. Bu yüzden Goethe’nin şu güzel dizeleri onu için de geçerlidir:
"Und wenn der Mensch in seiner Quaal
verstummt,
Gab mir ein Gott, zu sagen, wie ich leide. ”
[Acılar içindeyken, insan ağzını açamazken, bir tanrı duyduğum kederi dile getirme gücü verdi bana.]
Aslında türün ruhu (Genius der Gattung), tek tek kişilerin ko­ruyucu ruhlarıyla (Genien der Individuen) sürekli savaş halindedir; onların takipçisi ve düşmanıdır, her zaman kişisel mutluluğu acıma­sızca yok etmek için hazır bekler, çünkü o kendi amaçlarını gerçek­leştirmenin peşindedir hatta bütün ulusların refah ve mutluluğu bile zaman zaman onun keyfi isteklerine kurban edilmiştir. Bunun bir di­ğer örneği, Shakespeare’in VI. Henri [VI Henıy, III. Bölüm, İV. Perde, 2. ve 3. Sahne] adlı oyununda görülür. Bütün bunlar, varlığımızın kökü kendisinde yattığı için türün üzerimizde bireyinkinden daha yakın ve daha öncelikle bir talebi olmasına da­yanır. İşte bundan dolayıdır ki türün işleri tek tek kişilerin işlerinden çok daha önemli ve önceliklidir. Bunun farkında olan eskiler, türün dehasını, çocuksu görünüşüne karşın, kötü niyetli, gaddar, acımasız ve bu yüzden kötü şöhretli bir tanrı; huysuz ve zorba bir daimon, yine de tanrıların ve insanların efendisi olan Eros’ta kişileştirmişlerdir.
Sen tanrıların ve İnsanların efendisi Eros!
Euripides, Andromeda.
Ölümcül ve tam hedefine isabet eden vuruşlar, körlük ve kanat­lar Eros’un ayırt edici nitelikleridir. Sonuncusu kararsızlığı ve uça­rılığı işaret eder. Genellikle sahip olmanın neticesinde elde edilen doyumun hemen arkasındaki yanılsamayla birlikte kendini gösterir.
Bu tutku, sadece tür için değeri olan şeyi kişi için de değerli olarak göstermiş olan bir yanılsamaya dayandığı için türün amacı­na erişildikten sonra bu yanılmanın etkisi hemen dağılıverir. Kişiyi etkisi altına alan, türün ruhu onu yeniden serbest bırakır. Bu ruh ta­rafından terk edilmiş olan kimse, tekrar ilk baştaki darlık ve yok­sunluk [sınırlılık) durumuna döner ve büyük bir şaşkınlıkla görür ki böylesine yüce, kahramanca ve sınırsız bir çabadan sonra, zevki için geriye her cinsel tatminin vereceği şeyin dışında başka bir şey kalmamıştır. Beklentisinin aksine, kendisini eskisinden daha mutlu bulmaz. Türün iradesinin aldatmasının kurbanı olduğunu fark eder. Bu yüzden genellikle muradına ermiş olan bir Theseus Ariadne’sini terk edecektir. Eğer Petrarca’nın tutkusu tatmin edilmiş olsaydı, şar­kısı daha o dakikadan itibaren kesilirdi. Aynen yumurtalarını bırakır bırakmaz kuşların cıvıl cıvıl ötüşünün kesilmesi gibi.
  • Aşk evliliklerindeki gizli kalan bilgiler
Burada yeri gelmişken şunu da belirteyim; benim aşk metafizi­ğini en başta bu duygunun pençesinde olan kişilerin hoşuna gitme­yecektir. Ancak durum, ne kadar böyle olursa olsun, benim açık­lamış olduğum temel gerçek onların bu duygularına yenik düşme­melerinde ya da ona boyun eğdirebilmelerinde, başka her şeyden daha etkili olacaktır. Her ne kadar genel olarak makul düşünce ve değerlendirmelerle karşısına çıkılabilirse de. Fakat eski zamanların komedya şairinin şu sözlerinin geçerliliği bakidir: Kendinde akıl olmayanı akılla yönetemezsin. (Terentius, Eunuchus, v. 57-58)
Aşk evlilikleri bireylerin değil, türün çıkarına uygun olarak yapılır. Söz konusu bireyler böylelikle, en küçük bir tereddüt bile duymadan, kendi mutluluklarına katkıda bulunduklarını zanneder­ler; fakat onların gerçek amacı kendilerinin tanımadığı, bilmediği ve ancak onlar sayesinde mümkün olabilecek yeni bir varlığın dünyaya getirilmesinde gizli olan bir amaçtır. Bu amaçla bir araya getirilmiş olan erkek ve kadının, bundan böyle bu birlikteliklerini mümkün olduğu kadar sürdürmeye çalışmaları gerekir. Fakat sık sık tutkulu aşkın özü olan bu içgüdüsel yanılsamanın bir araya getirmiş olduğu iki insan başka bakımlardan çok farklı yaradılışta olurlar. Bu kurun­tu yahut yanılsama ortadan kalktığı zaman söz konusu farklılıklar açığa çıkar. Sonuçta, er ya da geç olacak olan budur.
Aşk evliliklerinin çoğu kez mutsuzlukla sonuçlanmasının se­bebi budur, çünkü birbirine âşık olan bu insanlar aracılığıyla esas göz önünde bulundurulan, üzerine titrenilen şey, var olan jenerasyo­nun zararına, gelecek jenerasyonun yararınadır.
"Quien se casa por amores, ha de vivir con dolores ” (Her kim aşk için evlenirse sonu hiç çare yok, hüsrandır onun) der bir İspanyol atasözü.
Evlenecek çiftin rahat bir hayat sürmesini her şeyin önünde tutarak ve genelde anne babanın onayı alınarak yapılan evliliklerde durum bunun tam tersidir. Burada hakim olan düşünce ve değer yargıları, hangi türden olursa olsun hiç olmazsa gerçektir ve kendiliklerinden ortadan kalk­maları mümkün değildir. Ancak, onlar aracılığıyla var olan jeneras­yonun mutluluğu, gelecek jenerasyonun zararına olarak kesinlikle göz önünde bulundurulur. Bu doğrudur, bu evliliğin akıbeti ancak zaman içerisinde anlaşılacaktır.
Evliliğinde karşı cinse duyduğu temayülün tatmininden ziyade parayı düşünen insan, türden (türün çıkarından) çok bir birey olarak kendi (çıkarı) için yaşar; bu hakikatin tam zıttı bir durumdur. Bu nedenle doğal olana aykırıdır. Belli bir küçümse duygusu uyandırır. Anne babasının verdiği öğütlere rağmen zengin, üstelik hala genç olan bir erkekle evlenmeyi, rahat bir hayat sürmeyle ilgili her türlü değerlendirmeyi bir tarafa bırakarak, sırf kendi içgüdüsel eğilimine uygun bir seçim yapmak için reddeden bir genç kız, kendi ferdi mut­luluğunu tür uğruna feda ediyor demektir. Fakat bir kimse sırf yap­tığı böyle bir tercih yüzünden kınanmayı hak etmez, çünkü o genç kız, en önemli olanı tercih etmiş ve tabiatın (daha doğrusu türün) ruhuyla hareket etmiştir. Ancak anne babası ona bireysel bencilliğin ruhuyla öneride bulunmuşlardır. Bütün bunların sonucu olarak bir evlilik söz konusu olduğunda, kişinin ve türün çıkarları sanki bir sa­vaş alanı içerisindedir. Nihayetinde birinden biri mutlaka yenik dü­şerek alanı terk edecektir. Gerçekten de genel olarak durum bu mer­kezdedir; çünkü rahat bir hayatla tutkulu aşkın bir arada bulunması ancak en nadir ve en mutlu kaza sayesinde mümkün olabilmektedir. Çoğu kimsenin doğasındaki maddi, manevi ya da zihinsel kusur, bir ölçüde temelini evliliklerin safi seçim ve eğilimden ziyade her türlü harici değerlendirmelerin ve raslantısal koşulların bir sonucu olmasında bulmaktadır. Bununla beraber rahat bir yaşamın yanı sıra eğilimin de belli bir ölçüde gözetilmesi durumunda deyim yerinde ise burada türün koruyucu ruhuyla bir uzlaşmaya varılmış demektir. Pek iyi bilindiği üzere mutlu evliliklere nadir rastlanır, bunun nede­ni bizzat evliliğin özünde yatar, çünkü evlilikte asıl gözetilen amaç şimdiki değil, gelecek jenerasyondur.
Ancak şefkatli, sevgi dolu insanları teselli etmek için izin verin şunu da ekleyeyim: kimi zaman tutkulu cinsel sevgi kendisini bütü­nüyle farklı bir kökene sahip bir duyguyla, karakter uyumuna dayalı gerçek dostlukla bağdaştırır. Ne var ki bu sözünü ettiğim duygu, büyük ölçüde ancak gerçek cinsel sevgi tatmin edilip de ortadan kalkınca görünür hale gelir. Bu dostluk, o zaman genellikle bu iki kişinin dünyaya gelecek çocuk bakımından birbirlerini tamamla­yan ve birbirleriyle örtüşen maddi, manevi ve zihni niteliklerinin ki cinsel sevgi buradan doğar, bu kişilerin kendileri söz konusu olduğunda da, birbirleri karşısında tamamlayıcı bir tarzda zıt ka­rakter nitelikleri ve zihinsel üstünlükler olarak durmasından, dola­yısıyla bir karakter uyumunun temelini oluşturmasından kaynak­lanacaktır. Burada ele alınmış olan cinsel aşkm metafiziği, genel metafizik görüşle yakından ilgilidir. Metafizik anlayışın bu konuya tuttuğu ışık aşağıdaki gibi özetlenebilir:
Bir insanın cinsel güdüsünü tatmin için yaptığı ve tutkulu aşka kadar ulaşan dikkatli, itinalı sayısız seçimlerinin, insanın gelecek neslin özel yapısının şekillenmesine duyduğu yüksek derecede ciddi ilgiye dayandığını görmüştük. Şimdi, bu fevkalade ilginç ilgi daha önceki bölümlerde ileri sürülmüş olan şu iki gerçeği doğrulamasıdır:
Birincisi, insanın gerçek özünün yani doğasının yok edilmezliğidir, çünkü o gelecek jenerasyonlarda yaşamaya devam eder. Böylesine canlı ve arzulu olan ve düşünme ve yönelmeden değil, fakat gerçek doğamızın en derin karakteristikleri ve eğilimlerinden doğan eden bu ilgi, insan mutlak anlamda gelip geçici bir varlık olmuş ve zaman içinde yerini kendisinden gerçekten ve bütünüyle farklı olan bir soy doldurmuş olsaydı, böylesine kökü kazınmaz biçimde var olamaz ve insan üzerinde böylesine büyük bir etki oluşturmazdı.
İkincisi ise, insanın gerçek doğasının bireyden ziyade ait ol­duğu türde saklı olduğudur. Türün özel tabiatına duyulan ve gelip geçici olan ilgi ya da eğilimden ciddi ve ateşli tutkuya kadar her türlü aşkm kökü durumundaki bu bağ, herkes için gerçekten en yüksek ve en önemli bağdır, başarısı yahut başarısızlığı onu en derin biçimde etkiler; bu yüzdendir ki ona gayet yerinde olarak gönül ilişkisi (die Herzensangelegenbeit) denmiştir. Ayrıca bu bağ, kendisini güçlü ve kararlı bir şekilde hissettirdiğinde sadece bir insanın kendi şahsını ilgilendiren her şey bir kenara bırakılır ve ka­çınılmaz olarak ona feda edilir. O zaman insan, türün kendisine bi­reyden daha yakın olduğunu ve sonuncuya göre birincide çok daha doğrudan yaşadığını gösterir.
Öyleyse bir âşık, sevgilisinin her ba­kışma ve dönüşüne neden kendisini böylesine kayıtsız şartsız adar ve onun için her türlü fedakârlığı yapmaya hazırdır?
Çünkü onu içindeki ölümsüz yan arzular; diğer her şeyi arzulayansa onun sa­dece ölümlü tarafıdır. Belli bir kadına duyulan bu keskin ve yoğun arzu bu yüzden varlığımızın özünün yok edilmezliğinin ve onun türde devamının doğrudan bir teminatıdır.
Fakat bu sürekliliğe önemsiz ve yetersiz bir şey olarak bakmak, türün sürekliliğini düşünürken sadece kendimize benzeyen, fakat hiçbir surette bizimle aynı olmayan gelecek jenerasyonların mevcu­diyetini düşünmemizden kaynaklanan bir yanılgıdır. Ve bu da, yine dışarıya yönelmiş bilgiden yola çıkarak türün en iç doğasını değil (burada onu algıyla kavrarız) sadece harici biçimini dikkate alma­mızdan kaynaklanır. Fakat onun nüvesi olarak bilincimizin temelin­de yatan da, bu iç öz yahut tabiatın ta kendisidir. Bu yüzdendir ki bilincin kendisinden daha doğrudan ve dolayımsızdır ve “kendinde şey” olarak principium individuationis’ten (bireyselleşme ilkesi) bağışık olduğundan, ister aynı zamanda ister farklı zamanlarda var olsunlar, gerçekte bütün kişilerde aynıdır.
  • Aşk-İrade ilişkisi
O halde bu bir yaşama iradesidir. Dolayısıyla yaşamı ve sürek­liliği böylesine ateşli bir şekilde arzulayan şeydir ve bundan dolayı o ölümden kurtulmuştur ve ölüm onu hiçbir şekilde etkilemez. O, mevcut durumundan daha iyi bir duruma erişemez dolayısıyla ne­rede hayat varsa, kişilerin sürekli olarak onun için ıstırap çekmesi ve mücadele etmesi kaçınılmazdır. Onu, bundan kurtarmak ancak yaşama iradesinin inkârıyla mümkündür, kişinin iradesi bu sayede türün gövdesinden kurtulur ve onda var olmaktan vazgeçer. Bundan sonra olacak olanlarla ilintili olarak herhangi bir fikre sahip değiliz. Aslında böyle fikirler için gerekli veriler de elimizde yoktur. Onu, ancak yaşama veya yaşamama iradesi olarak “Özgür bırakılan” bir şey olarak tarif edebiliriz. Budizm bu son durumu Nirvana sözcüğü ile ifade eder. Bu haliyle o, her türlü insani bilgi için ebediyen erişil­mez kalacak bir konudur.
Eğer bu son düşünceden hareketle yaşam karmaşasına bakacak olursak, herkesin onun ihtiyaçları ve sefaletiyle uğraşıp durduğunu, onun sonu gelmez gereksinimlerini tatmin etmek ve çok çeşitli acı ve kederleri defetmek için bütün güçlerini son noktasına kadar kul­landıklarını, ne ki bunun karşılığında bu azap ve işkence içerisindeki bireysel varoluşun kısa bir zaman aralığı için korunmasından başka bir şey ümit etmediklerini görürüz. Ancak, bütün bu karmaşanın or­tasında iki sevgilinin birbirlerine arzuyla bakan gözlerini görürüz. Ancak, her şeye rağmen bunlar, neden böylesine gizli, çekingen ve kaçamaklı bakışlardır? Çünkü bu âşıklar bütün bu sefalet ve karma­şayı sürdürmek için gizlice çalışan hainlerdir. Aksi takdirde bu, baş­ka türlü çok çabuk bir sona erişirdi. İşte onlar bunu boşa çıkarmayı arzu etmektedirler, şayet kendileri gibi başkaları da onu daha önce boşa çıkarmışlarsa.
Kaynakça
Arthur Schopenhauer, trc: Hasan İlhan Über die Weiber (Parerga und Paralipomena II) Metaphysik der Geschlechtliebe (Die Welt als Wille und VorstellungAşka ve Kadınlara Dair-Aşkın Metafiziği. (İstanbul-2011).



ARTHUR SCHOPENHAUER’İN KADINLAR HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ

Jouy’un kaleme aldığı şu birkaç satırdan oluşan cümlesi,
“Kadınlar olmasaydı dünyadaki yaşamımızın başlangıcı tam bir çaresizlik ve acziyet; ortası zevkten mahrumiyet ve sonunda asla teselli olmazdı.”
değerlendirmelerime göre kadınların gerçek övgüsünü Schiller’in (kadınları yüceltmek için kaleme almış olduğu) daha dikkatli bir düşünmenin ürünü ve karşıtlıklar içeren tarzı ve karşıtları kullanımı nedeniyle daha et­kileyici olan “Würde der Frauen” başlıklı şiirinden daha yetkin ve eksiksiz biçimde dile getirir. Aynı şey daha romantik bir şekilde Sardanapalus’ta Byron tarafından dile getirilir:
İnsan yaşamı kadının göğsün­den doğar
 Onun dudaklarından öğrenirsiniz söylediğiniz ilk ve küçük söz­cükleri
 İlk gözyaşlarınızı silen de odur
 Son saatinde, erkekler kendileri­ne önderlik edene, zül sayarken, son nefesini duyan da yine odur.
 (Perde 1, Sahne 2)
Bu iki bölüm kadınların en doğru şekilde değerlendirilebilmesi için gerekli olan doğru bakış açısına işaret eder.
Kadınların zihinsel olsun bedensel olsun, büyük işler için ya­ratılmamışlardır. Bunu net bir şekilde anlamak için görüntülerine bakmak yeterlidir. Onlar yaşamlarının çilesini yaptıklarıyla değil katlandıklarıyla çekerler, (borçlarını doğum sancılarıyla, doğurduk­ları Çocuğu bakıp büyütmeleriyle, sabırlı ve neşeli bir yoldaş (Eş) olmaları gereken erkeğe karşı gösterdikleri itaatle öderler. En yoğun ıstıraplar ve neşeler onların yapısına ve tabiatına uygun değildir. Onların payına düşen büyük güç ve metanet gösterileri değildir; on­ların yaşamı erkeğinkinden daha sakin, daha nazik, daha hafif-latif bir şekilde (daha az önem taşıyarak), esas itibarıyla daha fazla mutlu ve daha fazla mutsuz olmaksızın akıp gitmelidir.
  • Kadınlar çocuklar gibi temiz duygulara sahiptir.
Kadınlar, sahip oldukları doğal yapılarına uyumun bir sonucu olarak ilk çocukluk dönemimizin bakıcıları ve mürebbiyeleri gibi davranmaya yatkındırlar (bu işler için tam anlamıyla uygundurlar), bunun tek nedeni kendilerinin çocuksu, uçan ve dar görüşlü olmala­rıdır. (tek kelimeyle onlar bütün yaşamları boyunca koca çocuklar­dır. Çocuk ile gerçek anlamda bir insan olan yetişkin erkek arasında bir orta nokta, bir ara aşamadırlar. Bakın görün bir genç kız, bir ço­cukla nasıl da oynar günler boyunca, nasıl da dans edip şarkı söyler. Üstelik bunu hiç sıkılmadan yapar: Sonra düşünün bir adam, eğer bu kız çocuğunun yerinde olsaydı, dünyada düşünülebilecek en iyi niyetlerle ne yapardı veya elinden ne gelebilirdi?
  • Kadınlar hayatın korunması için kendilerini feda eder.
Tabiatın büyük gücü, konu genç kızlar olduğunda, dramatik bir anlamda çarpıcı etki denen şeyi göz önünde tutmuş gibidir; çünkü onları yaşamlarının kalanı pahasına, birkaç yıllığına emsalsiz bir güzellik tam bir cazibe ve dolgunlukla donatır. Tabiat bunu öyle bir şekilde yapmıştır ki, bu birkaç yıl boyunca bir genç adamın hayal gücünü ve hatta hayal dünyasını kendilerine tutsak edebilirler. İşte bu tutsaklık, yaşadıkları süre boyunca onların bakım ve gözetimi­ni şu veya bu şekilde üstlenmeyi onurlu bir iş bilerek peşlerinden koşturup duracak boyutlara erişir. Eğer genç adam sadece mantığıy­la hareket edip ve düşünüp taşınarak hareket etmiş olsaydı, bu onu böyle bir adım atmaya sevk etmeye yetecek derecede uygun bir gü­venceyi temin eder görünmezdi. Dolayısıyla tabiat, kadınları bütün yaratıklara yaptığı gibi, yaşamlarının korunması için (ne bir eksik ne bir fazla) hizmetinde olacakları süre boyunca, gerekli olan silah ve teçhizatlarla donatmıştır. Başka her yerde olduğu gibi burada da tabiat o hep bilinen tavrıyla, yani aşın tutumlulukla hareket etmiştir. Nasıl ki, dişi karınca birleşmeden sonra üreme amaçları için artık lüzumsuz, hatta tehlikeli hale gelmiş olan kanatlarını kaybeder, bir kadın da bir veya iki çocuk doğurduktan sonra güzelliğini büyük bö­lümü itibarıyla kaybeder ve muhtemelen aynı sebeplerden ötürü...
  • Kadınlar özel ihtiyacını her zaman ikinci planda tutar
Genç kızların evle ilgili olarak veya başkaca iş ve ilişkilere kalplerinde ikinci sırada, hatta safi şaka yahut latife türün­den bir şey olarak yer verdiklerini görürüz. Ciddi bir şekilde dikkat ve emek sarf ettikleri tek şey, aşk, sevdikleri insanın gönlünü kazan­ma yahut giyim kuşam, cilt bakımı, dans etme ve kısaca söylemek gerekirse tüm bunlarla ilişkili olan her şeydir.
  • Kadınlar erkekten daha çabuk olgunlaşır
Bir şey ne derece soylu ve mükemmel ise, onun olgunluğa eriş­mesi de o derece geç ve yavaş olur. Erkek, zihinsel kavrama gücü­nün ve ruhi kabiliyetlerin olgunluğuna yirmi sekizinden önce çok nadir olarak ulaşır; kadınlar ise, henüz on sekiz yaşlarında bu güce sahip olurlar...
Fakat kadınların durumunda bu çok zayıf ve dar sı­nırlar dâhilinde gerçekleşir. Bu sebepten ötürüdür ki kadınlar, bütün yaşamları boyunca çocuk kalırlar, çünkü her zaman içinde bulun­dukları ana sıkı sıkıya bağlı kalarak sadece kendilerine en yakın ola­nı, olmak üzere olanı görürler, gerçek yerine bir şeyin görünüşüne teslim olurlar ve en önemli işlere karşı önemsiz şeyleri tercih eder­ler.
  • Erkek ve Kadınlar aklı kullanmada farklıdır.
Erkek, akli melekeleri sayesinde, hayvanlar gibi sadece içinde bulunduğu anda yaşamaz, fakat geçmiş ve geleceği hep göz önünde bulundurur ve değerlendirmelerini buna göre yapar; ihtiyat, basiret, bu denli sık karşılaştığımız kaygı, endişe ve tedirginlik buradan kay­naklanır.
Erkeklere göre, kadınlar daha zayıf bir şekilde yanlışı doğ­ruyu ayırt etme gücüne sahip olmaları nedeniyle, bunun beraberinde getirdiği üstünlükler ve sakıncalar da kadınlarca daha az paylaşılır.
  • Kadınların zaman kavramı sorunlar içerir.
kadınlar zihni bakımdan dar görüşlüdürler, (bir an­lamda miyopturlar), Sezgiye dayalı kavrama güçleri kendilerine en yakın olanı çok çabuk ve berrak bir şekilde algılarsa da, görüş alan­ları çok dardır. Uzakta olan şeylere tam olarak açıklık getiremez. Dolayısıyla, halen mevcut olmayan ya da geçip gitmiş veya gele­cekte olacak olan her şey onları erkeklerden çok daha az etkiler. Bu yüzdendir ki, aşırılık ya da ölçüsüzlüğe daha büyük bir eğilim sergi­lerler ve öyle zamanlar olur ki bu eğilim çılgınlık derecesine varır.
  • Kadınlar geçim ve gelecek korkusu içindedirler.
Kadınlar doğalarının bir gereği olarak son derece savurgandır. Kadınlar içten içe, eğer olabiliyorsa kocalarının sağlığında, ama her halükarda ölümlerinden sonra, istedikleri gibi harcayıp rahatça yaşayabilmeleri için, erkekle­rin para kazanmak için yaratıldıklarını düşünürler. Kocalarının, ka­zandıkları paralan evi çekip çevirmeleri ve idare etmeleri için onlara teslim ediyor olmaları onların bu inançlarını pekiştirir.
  • Kadınlar için şimdiki zaman önemlidir.
Her ne kadar bütün bunlar bir sürü sakıncayı beraberinde getiri­yor ise de, şu faydası asla unutulmamalı ve göz ardı edilmemelidir; kadınlar erkeklere nazaran daha fazla günceli yaşarlar. Eğer içinde bulundukları bu an tahammül edilebilirse çok daha keskin ve kararlı bir şekilde onun tadını çıkarırlar. Kadınlara özgü neşenin kökeni işte budur. Onları erkekleri kötü düşüncelerini, karamsarlıklarını nötrali­ze etmek, eğlendirmek ve ihtiyaç duyulduğunda, hatta tasa ve endişe ile bunaldıklarında erkeği teselli etmek için yapılandırırlar.
  • Kadınların yargısı
Çok eski dönemlerde Almanların yaptığı gibi, güç ve nazik me­selelerde kadınlara danışmak hiçbir surette hafife alınacak bir konu değildir. Çünkü kadınların meseleleri kavrayış ve değerlendiriş şekli bizimkinden oldukça farklıdır. Bu, öncelikle bahis konusu meseleye en yakın yolu tutmaları ve genellikle dikkatlerini en yakında duran şey üzerinde sabitlemeleri nedeniyle böyledir. Buna karşılık biz erkekler bir genel kural olarak, bunun hemen burnumuzun dibinde olması gibi basit nedenden ötürü daha ötesine bakar, daha ötesini görürüz; o za­man yakın ve basit bir görüş elde etmek için doğru bakış açısına doğru geriye çekilmemiz gerekli hale gelir. Kadınların yargılarında, bizden daha gerçekçi ve telaşsız olmalarının ve şeylerde gerçekten mevcut olan dışında hiçbir şey görmemelerinin sebebi işte budur. Buna kar­şılık biz erkekler, eğer tutkularımız uyanmış ise, nesneleri abartmaya yahut var olmayan şeyi hayal dünyamızda canlandırmaya yatkınızdır.
  • Kadınların yaratılışı incelikleri yanında zayıflıklar içerir.
Kadınların, kaderin bir cilvesi olarak tabiatları gereğince aciz dü­şenlere veya bir sorunu olanlara karşı erkeklerden daha fazla müşfik ve sevecendirler. Hemen koruyucu pozisyon alırlar. Böyle davran­malarının nedeni içinde bulundukları durumu duygusal olarak daha fazla paylaşmalarıdır. Dolayısıyla aciz durumda olanlara daha ya­kın, daha candan ilgi göstermeleri yine bu aynı kökene bağlanabilir.
  • Kadınların adalet duygusu
 kadınlar adalet, dürüstlük ve vicdanla ilgili mesele­lerde erkeklerden daha aşağıdır. Burada da, yine konuyu detayla­rıyla kavrama ve değerlendirme yeteneklerinin zayıflığı nedeniyle mevcut, sezgisel olarak algılanabilir ve gerçekliği hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık olan şeyler, üzerlerinde daha büyük bir tesir icra eder. Öyle ki soyut düşünceler ve değişmez düsturlarla, sarsılmaz kararlılıklar, daha genel bir söyleyişle, geçmiş ve gelecek kabullenmeleriyle ya da o an varlığı söz konusu olmayan ve uzakta olan bir takım şeylerin düşünceleriyle, bu tesire karşı koymak nere­deyse olabilirlik dışındadır. Bu anlamıyla doğal olarak, erdemin ilk ve asli niteliklerine kuşkusuz sahiptirler, fakat onları geliştirmek için zorunlu birer araç yahut vasıta olan ikincil niteliklerden çoğunlukla yoksundurlar. Kadınların belki de bu bakımdan bir karaciğeri olup da safra kesesi olmayan organizmaya benzediği söylenebilir. Burada yeri gelmişken Abhandlung über das fundament der Moral (Ahlakın Temeli Üzerine Araştırmalar) başlığını taşıyan analizimin 7-1. bölü­münde söylediklerime özellikle dikkatinizi çekmek isterim.
Yukarıda söylenmiş olanlar göz önüne alınarak daha yakından bakılınca kadın karakterindeki temel kusurun “adalet duygusu”ndan yoksunluk olduğu görülecektir. Bu esas itibarıyla daha önce sözü edilmiş olan muhakeme kabiliyetindeki ve düşünme melekesindeki zayıflıkta kaynağını bulur. Ancak aynı zamanda kısmen tabiatın on­lara daha zayıf cins olarak tahsis ettiği konuma kadar götürülebilir. Onlar, bu konumlan gereği kuvvete değil fakat kurnazlığa bağımlı­dırlar. Bu yüzdendir ki, içgüdüsel olarak desise ve kurnazlığa yatkın­dırlar ve yalan söylemeye karşı iflah olmaz bir anlayışa sahiptirler.
  • Kadınlar erkeklerden daha riyakardır.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: nasıl ki aslanlar pençeler ve dişleri, filler ve domuzlar azı dişleri, boğalar boynuzlan, mürekkep balığı suyu bulandıran ve karartan mürekkebimsi sıvı ile donatılmışsa tabiat, kadınları da kendi kendini koruması ve savunması için ikiyüzlülük yahut riyakarlık yeteneğiyle donatmıştır. Tabiat, erkeklere fiziki güç ve akli meleke biçiminde bahşettiği kabiliyetin tamamını kadınlara bu şekilde bağışlamıştır.
İşte bu nedenle şunu söyleyebiliriz, ikiyüzlülük yahut riyakârlık kadınlarda tamamen doğuştandır. Bu olay neredeyse kurnaz kadının olduğu kadar ahmakların da ayırt edici özelliğidir. Bundan ötürü, saldırıya uğradıklarında savunma silahlarına başvuran hayvanlar için bu durum ne kadar doğal ise, kadınların da neredeyse her fır­satta ve vesileyle riyakârlıktan ve ikiyüzlülükten yararlanmaları o kadar doğaldır. Bundan yararlanırlarken belli bir ölçüde tamamen doğal olan haklarını kullanmaktan başka bir şey yapmadıkları dü­şüncesi içerisindedirler. Bu sebeple mükemmelen dürüst ve güve­nilir, ikiyüzlülüğe yahut riyakârlığa yüz vermeyecek bir kadın belki de düşünülemez. Yine aynı sebepten ötürü başkalarındaki ikiyüz­lülük yahut riyakârlığı bu kadar çabuk görüp fark ediverirler.
  • Kadınlar ile erkekler tartışamaz.
İşte bu nedenle kadınlarla bu konuda uğraşmak ve tartışmaya girmek önerilmez. İfade edilen bu temel kusur ve onun beraberinde getir­diği her şeyden, sahtelik, sadakatsizlik, hainlik, kadirbilmezlik ve benzeri gibi nitelikler ortaya çıkar. Bir adalet mahkemesinde kadın­lar, erkeklerden çok daha fazla yalan yere yeminden suçlu bulunur­lar. Aslında tabiatları gereği kadınların yemin etmelerine izin veri­lip verilmemesi konusu genellikle sorgulanan bir konudur. Hiçbir şey istemeyen hanımların dükkân tezgahlarından gizlice bir şeyler alıp aşırmaları zaman zaman her yerde sık rastlanılır bir durumdur.
  • Erkek kadına karşı hep tutkuludur ve meftundur.
Tabiat insan neslinin sürdürülmesi işi için güçlü kuvvetli, genç ve yakışıklı erkekleri göreve çağırır; Bunun temel nedeni insan soyunun yozlaşmamasıdır. Bu, tabiatın sarsılmaz iradesidir ve ifadesini kadınların tutkularında bulur. Bundan daha eski yahut daha güçlü bir yasa yoktur. O halde, vay o erkeğe ki talep ve çıkarlarını kadı­nın karşısına çıkaracak, onun yolunu kesecek şekilde ortaya koyar veya hak ve menfaatlerini onunla çelişecek ve çatışacak şekilde sergiler. Çünkü ne yaparsa yapsın, ne söylerse söylesin ilk ciddi karşılaşma­da acımasızca ezileceklerdir. Zaten kadınların davranışlarına hâkim olan gizli, telaffuz edilmemiş, hatta farkında olunmayan, ama asli ve doğalarından gelen ahlaki ilke şudur:
“Bireylere, yani bizlere çok az dikkat ederek türün üzerinde haklar elde etmiş olduklarını düşünenleri aldatırken haklı ve kabul edilebilir sebeplerimiz vardır. Türün içeriği ve oluşumu nedeniyle, mutluluğu bizim ellerimize bırakılmıştır ve bizim dünyaya getirdi­ğimiz bir sonraki nesil (üzerinde elde ettiğimiz denetim) aracılığıyla bizim özen göstericiliğimize ve koruyuculuğumuza emanet edilmiş­tir; gelin ödev ve sorumluluklarımızı titizlikle yerine getirelim.”
Fakat kadınlar, asla ve hiçbir şekilde bu temel ilkenin (in abs­tracto) soyut anlamda bile olsa idrakinde değillerdir, onlar bunun ancak somut (in concreto) bilincindedirler ve bunu fırsat elverdiğin­de hareket ettikleri tarzın dışında başka bir şekilde ifade etme yolları yoktur. Dolayısıyla, vicdanları genellikle onları bizim zannettiğimiz kadar sıkıntıya sokmaz, çünkü yüreklerinin en karanlık derinlik­lerinde fert için duydukları ödev ve sorumluluklara karşı gelerek, üzerlerindeki talebi kıyas kabul etmez derecede daha büyük olan türe karşı vecibelerini çok daha iyi yerine getirdiklerinin idrakindedirler. Söz konusu meselenin daha ayrıntılı bir tetkiki baş eserim Die Welt als Wille und Vorstellung’un (İradi ve Tasarım Olarak Dünya) II. cilt, 44. bölümünde bulunabilir.
  • Erkek, kadına her zaman muhtaçtır
Aslında Kadınlar tamamıyla bir bütün olarak insan soyunun sürdürülmesi için vardırlar. Bu nedenle kaderleri burada sona er­diğinden kaderleri varlık nedenleriyle özdeş olduğundan genellikle bireyden ziyade tür için yaşarlar ve yürekle­rinin derinliklerinde bireyinkilere göre türün yani insan türünün iş ve meseleleri daha derin bir yankı bulur (bunları daha ziyade ciddiye alırlar). Bu, onların bütün varlıklarına, yaşamı algılama ve hareket tarzlarına belirli bir hafiflik yahut uçarılık, genellikle esas­lı biçimde erkeklerinkinden farklı olan belli bir eğilim kazandırır. İşte, evlilik yaşamında bu kadar sık karşılaşılan ve adeta normal bir durum haline gelen bir sürü anlaşmazlık ve uyumsuzluğu do­ğurup geliştiren şey de budur.
  • Erkekler kadınlar gibi kıskanç olamaz. Kadınlar arasında kıskançlık daha fazladır.
Erkekler arasındaki hâkim olan doğal duygu, safi kayıtsız kal­maktır. Buna karşılık kadınlar arasında bu, gerçek düşmanlıktır. Bunun nedeni erkekler arasında odlum figulinumun (mesleki kıs­kançlık yahut husumet], günlük iş ve ilişkilerle sınırlı olması (on­ların özel ilgi ve çıkar birliğinin ötesine geçmemesi), fakat kadınlar arasında bütün cinsi kucaklamasıdır, çünkü onların tek bir işi var­dır. Hatta sokakta birbirleriyle karşılaştıklarında birbirlerine sanki Guelphler (Uuelfo, Papa yanlıları) ve Ohibellineler (Ghibbelino, Papa yanlılarına karşı aristokratlar partisinin mensupları) gibi ba­karlar. Ve iki kadının tanışırken birbirlerine, iki erkeğin benzer bir durumda göstereceğinden daha büyük bir ihtiyat ve riyakârlıkla dav­ranmaları bilinen bir husustur. Bu yüzdendir ki, iki kadın arasında iltifat ve takdir ifadelerinin değiş-tokuşu iki erkek arasındakinden çok daha gülünçtür. (Ya da: “kaderleri onunla Özdeş olduğundan) Ayrıca bir erkek kural olarak başkalarına, hatta kendisinden aşağı olanlara bile, belli bir saygı ve insancıllıkla hitap ederken, yüksek tabakadan bir bayanın kendisinden daha aşağı konumda olan birisi­ne (sözünü ettiğim onun hizmetinde olan birisi değil) hitap ederken, genellikle takındığı kibir ve sanki istemeye istemeye yapıyormuş gibi tavır takınması tek kelimeyle tahammül edilmez davranıştır. Bunun sebebi, muhtemelen kadınlar arasındaki sınıf yahut tabaka farklılıklarının erkeklerin arasında olduğundan daha güvenliksiz, daha belirsiz olmasıdır. Bunun bir başka nedeni de; erkeklerin du­rumunda hesaba katılması veya değerlendirme konusu yapılması gereken yüzlerce şey varken, kadınlar için bunun her zaman tek bir şeyden, yani erkeklerin beğenisini ve takdirini kazanma iste­ği ve duygusundan ibaret olmasıdır. Bunlara ilaveten işlerinin tek yanlı doğası nedeniyle erkeklere göre kadınların kendi aralarında daha yakın bir ilişki içerisinde bulunmaları ve sınıf yahut tabaka farklılıklarını bu sebepten ötürü daha belirgin ve göze çarpar hale getirmeye çalışmalarını da sıralayabiliriz.
  • Erkek arayan, kadınlar aranan kısımdadır.
Tabiatları gereği bu bodur, dar omuzlu, geniş kalçalı ve kısa ba­caklı cinse, “cins-i latif’ ismini verebilen sadece cinsel güdüleri nedeniyle mantığını yitirmiş yahut görüş ufku bulutlanıp kararmış olan erkeklerdir, çünkü kadın cinsinin bütün güzelliği bu cinsel güdülenmeye dayanır. Onlara, çekici ve güzel demek yerine este­tikten yoksun cins demek daha doğru olurdu. Ne müzik, ne şiir, ne de güzel sanatlar için gerçek anlamda bir duygu ve duyarlığa sahiptirler; hoşça vakit geçirme arayışlarına yardımcı olsun diye eğer böyle bir şeye soyunacak olsalar bu her ne ise onu alaya yahut hafife almaktan asla öteye geçmez. İşte bu nedenle, herhangi bir şeye tamamen temiz bir düşünceyle ve özel olarak, nesnel bir ilgi gösterme yeteneğinden yoksundurlar. Bunun nedeni bana şu şekil­de görünmektedir: Bir erkek, şeyler üzerinde ya onları anlayarak yahut zorlayarak doğrudan hakimiyet kurmaya çalışır. Fakat bir kadın, her zaman ve her yerde dolaylı, yani bir erkek aracılığıyla hakimiyete yönelir; onun kurabildiği ya da teşebbüs ettiği tüm doğ­rudan hakimiyetler sadece erkekle sınırlıdır. Dolayısıyla, kadınların mizacında, doğalarının en derinlerinde her şeyi erkeği elde etme aracı olarak görme düşüncesi köklüdür Başka herhangi bir şeye il­gisi her zaman gerçekten uzak öykünme ve taklitten ibarettir. Sahte bir ilgidir. Amaçlarına eriştirecek her şey, yosmalık, yapmacık ve kandırmacadan oluşan dolambaçlı bir yoldan başka bir şey değildir. Nitekim, Rousseau bile bu konuyu şu şekilde ilan etmiştir:
Kadınlarda genellikle her hangi bir sanata yönelik olarak sevgiye raslanmaz. Onlar herhangi bir şey hakkında doğru ve gerçek bir bilgi sahibi değillerdir. Dehadan yoksundurlar. (Lettre d’Alembert, not XX.).
  • Kadınlar konuşur.
Görünen yüzeyin altına nüfuz edebilen herkes bunun böyle ol­duğunu teslim etmek zorunda kalmıştır. Bunun için kadınların bir konsere, bir operaya, bir tiyatro oyununa gösterdikleri dikkat ve il­giye bakmak yeterlidir (en büyük şaheserlerin en muhteşem bölüm­lerinde çene çalıp gevezelik etmekten kendilerini alamamalarındaki çocukça saflık sözgelimi. Antik Yunanlıların kadınları tiyatrolarına sokmadıkları eğer doğru ise, bunda tamamen haklı olduklarını kabul etmek gerekir, çünkü en azından böylelikle tiyatrolarında sessizlik hakim olur ve bir şey dinlemeleri mümkün olurdu. Günümüzde taceat mulier in ecclesia (kadınlarınız kilisede sessizce otursun ) İncilden(Korintoslular I 14:34) Devamı şöyledir.
“Çünkü onlara söz söyleme izni yoktur. Ancak şeraite uysun ve yasaya tabi olsunlar.  uya­rısı yerine taceat mulier in theatro (kadınlar tiyatroda sessiz dursun) ikazının konulması çok daha yerinde olurdu. Belki böylece bu uyarı perdenin üzerine büyük harflerle kazınabilirdi.
  • Kadınlarda yaratıcı düşünce zayıftır. Sanatkârlar nadir çıkar
Eğer bütün kadın cinsinin en seçkinlerinin güzel sanatlarda hiç­bir zaman gerçekten hatırı sayılabilecek kadar büyük, hakiki, özgün ve sahici olan hiçbir şey başaramadıkları ya da hangi türden olursa olsun dünyaya kalıcı değere sahip hiçbir eser veremedikleri düşü­nülürse, kadınlardan farklı hiçbir şey beklenilmemesi gerektiği ken­diliğinden anlaşılır. Fakat bu teknik, bizim olduğu gibi onların da imkân ve kabiliyetleri çerçevesinde sayılan resim alanında en çarpı­cı biçimde ortadadır. İşte bu nedenle resim sanatında gerçekten çok çalışkan ve gayretlidirler. Hal böyle iken, kadınlar resim sanatında yine de görülmeye değer tek bir büyük resim ortaya koymuş de­ğillerdir. Bunun tek ve basit nedeni resim sanatında böylesine doğ­rudan gerekli ve vazgeçilmez unsur olan yaratıcılıktan ve düşünsel nesnellikten mahrum olmalarıdır. Onlar asla öznel bir bakış açısının ötesine geçemezler, bu her şeyde böyledir. Sıradan kadınların resim sanatına karşı gerçek anlamda bir duyarlığa bile sahip olmamaları burada söylediğimiz sözlerle uyumludur:
Çünkü “Tabiat bir türden diğerine yavaş yavaş gelişme gösterir ve asla sıçrama yapmaz” Huarte’nin üç yüz yıldan bu yanar şöhretinden hiç bir şey kaybetme­miş olan ünlü kitabı, Examen de ingenios para las scienzias’ta ka­dınların yüksek kabiliyetlere sahip olmadığını ileri sürer. Kitabının Önsözünde şöyle der:
Kadın beyninin doğal yapısı akla ve öğrenmeye çok fazla yer ayırmaz. Kadınlar doğal karakterlerine uygun olarak edebiyat ve bilginin her türünden uzak dururlar. Kadınlar yine doğalarının gereği olarak derin zihinsel yeteneklere ulaşamazlar. Bizler onları belli bir beceriksizlik ve işe yaramazlık havası içerisinde sadece basit ve önemsiz şeyler üzerine çene çalarken gevezelik ederken görürüz.
Ve benzeri. Tek tek bu tanımın dışında kadınlara raslayabiliriz ancak münferit yahut kısmi istisnalar genel kuralı değiştirmez; kadınlar, bir bütün olarak alınacak olursa, en su katılmamış ve en onulmaz philisterlerdir(Zihinsel kapatise düşüklüğü nedeniyle zihinsel her hangi bir ihtiyacı olmayan kişi.)  ve öyle kalacaklardır.
  • Kadınlar hırslıdır fakat yorulmak bilmezler.
Kocalarının rütbe, makam ve unvanlarını paylaşmalarına izin veren şu saçma uzlaşma yüzünden, kocalarının bitmek bilmez soysuz emellerine sürekli bir uyarıcı, teşvik edici olurlar. Ve ayrıca onların philisterlikleri nedeniyle, başını çektikleri ve hâkim rengini verdikleri modem toplum çürümüştür. Toplum içerisindeki sosyal konumlarının ve mevkilerinin belir­lenmesi konusunda I. Napoleon’un “Kadınların Mevkisi yoktur” düsturu doğru bir bakış açısı ve ifade tarzı olarak kabul edilmelidir. Başka bir konuda Chamfort, çok doğru ve haklı biçimde şunları söy­ler:
Kadın beyninin doğal yapısı akla ve öğrenmeye çok fazla yer ayırmaz. Kadınlar doğal karakterlerine uygun olarak edebiyat ve bilginin her türünden uzak dururlar. Kadınlar yine doğalarının gereği olarak derin zihinsel yeteneklere ulaşamazlar. Bizler onları belli bir beceriksizlik ve işe yaramazlık havası içerisinde sadece basit ve önemsiz şeyler üzerine çene çalarken gevezelik ederken görürüz.
Onlar, sexus sequiordurlar (ikinci cins), birinciye göre her bakımdan daha aşağıda yer alırlar; zayıflıklarından sakınılmalıdır (zayıflıklarına karşı ihtiyatla davranmak gerekir), fakat kadınlara aşırı bir saygı ile davranmak tek kelimeyle komiktir. Bu şekilde davranmak bizi onların gözlerinde küçük düşürür. Tabiat, insan soyunu iki parçaya böldüğünde, çizgiyi tam ortadan çekme­miştir. Olumlu ve olumsuz, artı ve eksi kutuplar arasındaki ayrım, kutupluluk ilkesine göre, sadece niteliksel değildir. Aynı zamanda niceliksellikte içerir.
  • Doğu ve batıda kadın hakkındaki düşünceler

Eski dünyanın ve Doğu’nun insanları, kadınları bu ışıkta gör­müşlerdir; onlar kadınların gerçek konumunu Fransızlara ait artık geçmişte kalmış ve eskimiş centilmenlik ve saçma saygı fikirleri­mizle (ki Hıristiyan-Töton budalalığının en yüksek ürünü budur) bizden daha iyi tanıyıp takdir etmişlerdir. Bu (çağdaş) fikirler, onla­rın daha kibirli ve kurumlu olmalarına hizmet etmekten başka bir işe yaramamıştır. O kadar ki onları bu halde görüp de kutsallıklarının ve dokunulmazlıklarının farkında olduklarından kafalarına esen her şeyi yapabileceklerini düşünen Benares’teki kutsal maymunları ha­tırlamamak olası değildir.
Fakat Batı’da kadın, daha doğrusu “hanımefendi” kendisini bir fausseposition da (yanlış konum) bulur; çünkü kadın, eskilerin daha doğru adlandırmasıyla sexus sequior’ dur (ikinci cins), saygı ve tak­dir konusu olmaya, yahut başını erkekten daha yüksekte tutmaya ve onunla aynı haklara sahip olmaya layık değildir. Bu yanlış ko­numun sonuçları yeterince açıktır. Bu nedenle insan soyunun bu “iki numarası” eğer Avrupa’da hak ettiği yere oturtulsa ve şu başbelası hanımefendi tekerlemelerine (ki bu bizi sadece Asyalıların alay konusu yapmalarına ve hafifsemelerine yol açmakla kalmayıp, aynı zamanda Yunanlıların ve Romalıların önünde de gülünç duruma düşürmektedir) son verilmesi ziyadesiyle arzu edilir bir şey olurdu. Eğer bu başarılabilirse, topluma ait olan, medeni ve siyasi ilişkile­rimizin mevcut durumu olabildiğince iyileşecektir. (Kadınları tahta varis olma hakkından mahrum eden) Sal Franklarının veraset yasa­sına lüzum kalmazdı; bu lüzumsuz, bilindik bir söz kabul edilirdi.
Avrupalıların hanımefendisi, aslında doğrusunu söylemek gere­kirse asla var olmaması gereken bir yaratıktır: O, ya bir ev kadını ya da kibirli ve kurumlu olmamak için ev kadını olmayı umut eden bir genç kız olmalıdır. Her şeye karşın, uysal ve söz dinleyecek şekilde yetiştirilmemelidir. Toplumun alt sınıflarında yer alan kadınların, bir başka ifadeyle, bu cinsin büyük çoğunluğunun Doğu’da olduğundan daha çok mutsuz olması Avrupa’daki hanımefendiler gibi yaratıklar var olduğu içindir. Lord Byron bile bize şunları aktadır (Letters and Papers, der. Thomas Moore, C. II. sh. 454):
“Antik Yunanlılar döne­minde kadınların durumu düşünülecek olursa, bu yeterlidir. Şimdiki durum, şövalyeliğin ve feodal çağlarda yaşanan barbarlığının bir kalıntısıdır. Kesinlikle sunidir ve doğal değildir. Onlar eve göz ku­lak olmalıdır (yedirilip içirilmeli, giydirilip kuşandırılmalıdır) fakat topluma ve toplumsal sorunlara karıştırılmamalıdır. Din konusunda iyi eğitim de görmeli, ama ne şiir ne siyasetle meşgul olmamalı, din ve yemek kitaplarından başka bir şey okumamalılar. Müzik, resim, dans Keza az biraz bahçecilik ve ara sıra da çift sürme... Epirus ’ta yollan başarıyla tamir ettiklerini gördüm. Ne en aynı zamanda ot biçme ve süt sağma olmasın?
  • Kadın ve erkek eşitliği ve tek eşli evlilikte görünen olumsuzluklar
Avrupa’da geçerli olan kanunlar, kadını erkeğin dengi olarak kabul etmektedir. Dolayısıyla bu yola yanlış noktadan başlamak­tır. Tek eşlilik geçerlidir.. Evlenmek demek haklan bölüşmek, ödev yahut sorumlulukları ise ikiye katlamaktır. Bu durumda, kanunlar kadınlara erkeklerle eşit haklar sunduğuna göre, onlara aynı zaman­da erkeklere özgü bir akıl gücü de kazandırmış olmalıydı. Halbuki, kanunların kadınlara sunduğu imtiyaz ve payeler tabiatın onlara ti­tizlikle ölçüp biçerek taksim ettiği şeyi aştığı nispette, bu imtiyazları gerçekten paylaşan kadınların sayısı da o ölçüde azalmaktadır. Dolayısıyla geri kalanlar, diğerlerine tabiatın bağışladığından fazla­sı verildiği kadarıyla doğal haklarından mahrum edilmektedir.
Çünkü tek eşliliğin ve ona eşlik eden evlilik yasalarının kadın­lara tahsis ettiği tabiat kanunlarının tamamen zıttı olan bu ayrıcalıklı konum (bu sayede onlar her bakımdan erkeklerin dengi olarak ka­bul edilmektedir, oysa hiçbir surette böyle değillerdir ve yanlıştır) aklı başında ve basiret sahibi erkeklerin böylesine haksız bir dü­zenlemeye büyük bir fedakârlıkta bulunmadan ve rıza göstermeden önce bir hayli düşünmelerine (titizlenmelerine) neden olmaktadır. Ancak, evlenecek durumda olup da evlenmeyenlerin sayısı çok daha fazladır. Bu durumda olan erkeklerin hemen hepsi arkalarında çoğu kez kendisini geçindirecek ekonomik imkânlardan yoksun ve kendi cinsi için uygun olan uğraşı kaybettiği için her halükarda az veya çok mutsuz olan evlilik yaşı geçmiş kızlar bırakmaktadır. Diğer taraftan, birçok erkeğin evliliğin hemen ardından baş gösteren ve belki otuz yıl veya daha fazla bir zaman sürecek müzmin bir hastalığı bulunan bir karısı vardır; bu durumda ne yapacaktır o? Bir başka erkek için karısı artık çok yaşlı hale gelmiştir; bir üçüncüsü için karısının iç dünyası şimdi ona karşı öfke ve nefretle dolmuştur. (Doğudaki durumun tam tersi olarak) Avrupa’da tüm bu erkeklerin ikinci kadınla evlenmelerine izin verilmez. Hâlbuki Asya ve Afrika’da durum kesin olarak böyle değildir. Tek eşlilik kuramına rağmen güçlü kuvvetli ve sağlıklı bir erkek, her zaman cinsel dürtüsünü hisseder... Haec nimis vulgaria et omnibus nota suni. (Ancak, böyle şeylerin önemsiz olduğu herkesçe bilinir.)
 Bu sebepten ötürü, çok evliliğe izin veren uluslar arasında kadınlar mutlaka geçinmenin bir yolunu bulmaktadır. Hâlbuki tek eşliliğin geçerli olduğu ülkelerde evli kadınların sayısı sınırlıdır ve bir geçim yolu bulamayan kadınların sayısı artmaktadır; yüksek sınıfa mensup olanlar hiçbir işe yaramayan kız kuruları olarak meraksız, heyecan­sız kupkuru bir hayat sürmekte, aşağı tabakadan olanlarsa doğalarına uygun olmayan çok zor ve iğrenç işler yapmaya mahkûm edilmekte ya da fahişeliğe zorlanmaktadır. Onları onurdan yoksun olduğu ka­dar sevinçsiz ve neşesiz de olan bir hayat beklemektedir. Fakat bu şartlar altında erkeklerin arzularını tatmin etmek için bir gereklilik haline gelmektedirler. Bu durumda konumları açıkça, koca bulmuş ya da bulmayı umut edebilecek derecede talihin kayırdığı diğer ka­dınları yoldan çıkmaktan koruyacak ve toplum nezdinde kabul gör­müş bir sınıf yahut meslek olarak tanınmaktadırlar. İşte bu nedenle sadece Londra’da seksen bin fahişe vardır. O halde, bu en korkunç akıbete böylesine koşarcasına yaklaşmış olan bu kadınlar, aslında tek eşliliğin sunağına götürülen insan kurbanlar değil de nedir?
  • Kadınlar çok eşliliğe neden izin vermezler?
Burada sözü edilen ve böylesine mutsuz ve uğursuz bir konuma yerleştirilmiş kadınlar, kibir ve kurumlarıyla, yapmacık ve sahte­likleriyle Avrupalı hanımefendinin kaçınılmaz bir şekilde yansımasıdırlar. Bu yüzdendir ki, çok evlilik bütün yönleriyle ele alınacak olursa itiraf etmek gerekirse gerçek anlamıyla kadın cinsinin yara­rınadır. Diğer yandan karısı müzmin bir hastalıktan mustarip olan, çocuk doğuramayan ya da kendisi için zaman içerisinde yaşlı hale gelmiş olan bir erkeğin neden bir ikinci kadın almaması gerektiğinin açıklanabilir bir nedeni yoktur. Görünen o ki, çoğu insan sırf bu do­ğal olana aykırı tek eşlilik kurumunu reddettiği için Mormonluğu be­nimsemektedir. Cinsel ilişki anlamında hiçbir kıta, bu tabiat kurallarına tamamen ters tek eşlilik kurumu yüzünden Avrupa kadar adaba aykırı bir durum içerisinde değildir. Kadınlara doğal olana aykırı hakların bahşedilmesi doğalarına uygun olmayan vazifeleri zorla kabul ettirmiştir, ne var ki bunların yerine getirilmemesi onları mutsuz hale getirmektedir.
Eğer örneklersek, çoğu erkek, sosyal konumu ve mali duru­mu söz konusu olduğu kadarıyla bu yolla parlak bir eşi kendisine bağlama umudu olmadıkça evliliği akıllıca bir yol olarak düşün­memektedir. O zaman evliliğin şartlarından farklı, yani karısına ve çocuklarına güvenli bir gelecek sağlayacak olan koşulların dışında kendi seçimi olan bir kadını elde etmeyi arzulamaktadır. Bu koşullar ne kadar adil, makul ve uygun olursa olsun ve kadın medeni toplu­mun temeli olarak sadece evliliğin bahşedebileceği aşırı imtiyazlar­dan vazgeçerek ne kadar rıza gösterirse göstersin, mutlaka belirli bir ölçüde saygınlığını kaybedecek ve yalnız bir hayat sürecektir. Çünkü insan doğası bizi başkalarının görüşlerine değeri ne olursa olsun aldırmayacak derecede bağımlı kılar. Buna karşılık eğer ka­dın razı olmazsa, sevmediği bir adamla evlenmeye zorlanma veya bir kız kurusu olarak pörsüyüp buruşma tehlikesiyle yüz yüze ge­lecektir, ancak bir yuva kurmak için ona ayrılmış olan zaman çok kısa ve sınırlıdır.
Tek eşlilik kurumunun bu yanı göz önünde alın­dığında, Thomasius’un derin biçimde bilgilendirici incelemesi olan “De concubinatu” gerçekten okunmaya değerdir. Luther Reformuna kadar bütün uygar uluslarda ve bütün çağlarda cariyeliğe (kapatmalığa) izin verildiğini, hatta belli bir ölçüde kanunlarca tanınmış ve haysiyetsizlikle birlikte anılmamış bir kurum olduğunu gösterir. Sahip olduğu bu konumu Luther Reformuna kadar korumuştur. Bu reformlardan sonra da, ruhban sınıfının evliliğini meşrulaştırmanın bir başka aracı olarak kabul edilmiştir; bunun üzerine Katolikler bu konuda geride kalmayı göze alamamışlardır.
Çok eşliliğin tartışılacak bir yanı yoktur, her yerde bulunan ve karşılaşılan bir olgu olarak kabul edilmelidir, çözülmesi gereken so­run bu konunun nasıl düzenleneceğinden ibarettir. O halde, gerçek tek eşlilik taraftarları nerededir?
Hepimiz en azından bir müddet, çoğumuz ise her zaman çok eşli yaşarız. Dolayısıyla, her erkek çok kadına ihtiyaç duyduğundan, ona bu konuda izin vermekten, hatta çok kadın bulmayı ona yerine getirilmesi gereken bir vecibe ola­rak yüklemekten daha doğru bir şey yoktur. Bu suretle kadın boyun eğen bir varlık olarak eski doğru ve doğal konumuna geri döndürü­lecektir ve saygı ve hürmet konusundaki gülünç iddialarıyla hanı­mefendi, bu Avrupa uygarlığının ve Hıristiyan-Töton budalalığının hilkat garibesi, artık var olmayacaktır. Kadınlar yine var olacak, fa­kat Avrupa’nın şimdilerde dolu olduğu mutsuz kadınlar değil. Bu anlamıyla değerlendirildiğinde, Mormonların evliliğe bakış açısı doğrudur.
  • Doğu ve batıda kadın hürriyeti ve miras durumu
Hindistan’da kadınlar hiçbir şekilde bağımsız değildir, her biri Manu Yasası’na (Bölüm, 5, 1. 148) bağlı olarak ya babasının yahut kocasının, ya kardeşinin ya da oğlunun denetimi altındadır.
Dul kadınların ölmüş olan kocalarının ardından kendilerini kur­ban etmeleri hiç şüphesiz insanı rahatsız eden bir düşüncedir, fakat kocasının, çocuklarım için çalışıyorum diye kendini avutarak bütün yaşamı boyunca yorulmak bilmeksizin kazandığı parayı, âşıklarıyla yemesi olgusunun düşüncesi bile bir o kadar insanı isyan ettiren bir düşüncedir. Medlum tenuere beati (Dolayısıyla ne mutlu orta yolu tutanlara). Bir annenin ilk aşkı, tıpkı hayvanların ve erkeklerin ol­duğu gibi, tamamıyla içgüdüseldir, dolayısıyla çocuk artık fiziksel bakımdan aciz ve çaresiz durumdan kurtulunca bu azalır. Bundan sonra ilk aşkın yerini alışkanlık ve akla dayalı bir aşk alır; fakat bu çoğu kez, özellikle anne çocuğunun babasını sevmediğinde or­taya çıkmaz. Bir babanın çocuklarına duyduğu sevgi farklı türden ve daha samimi, daha uzun ömürlü bir sevgidir; bunun temelinde çocukta kendi iç benliğini bulup tanıma yatar ki, bu duygu kökeni bakımından tam bir metafizik niteliğe sahiptir.
Söz konusu olan ister eski dünya ister yenidünya olsun, nere­deyse bütün uluslarda, hatta Hotantolar (Hotantolarda bir babanın sahip olduğu bütün mal varlığı en büyük oğluna ya da aynı aile içindeki en yakın erkek akrabalara geçer. Miras asla bölünmez ve kadınlar hiçbir surette mirasdan pay alamazlar.) arasında bile ölenin malvarlığından münhasıran erkek mirasçılar istifade eder, bu uygulama­dan sadece Avrupa’da uzaklaşılmıştır.
Erkeklerin uzun yıllar binbir güçlükle çabalayıp didinerek elde ettiği servetin ölümünden sonra, tereke olarak akıl eksiklikleri yüzünden ya kısa zamanda yoktan yere heba edecek yahut başka türlü ellerinden uçup gidecek olan ka­dınların eline geçmesi yaygınlığı ölçüsünde büyük bir adaletsizliktir ve kadınların mirasçılık hakları sınırlanarak bunun önüne mutlaka geçilmelidir. Bana kalırsa ister dul olsun ister genç kız olsun kadınların, miras bırakanın erkek mirasçısı olmaması halinde, rehin yahu ipotekle güvence altına alınmış mülkiyet üzerinden hayat boyu kendilerine ödenecek faiz gelirlerinin ötesinde, taşınmaz mülkiye­tinin yahut sermayenin özü üzerinde hak sahibi olmalarına izin verilmemesi bu daha iyi bir düzenleme olur. Parayı kazanan kadınlar değil, erkeklerdir dolayısıyla kadınların ona kayıtsız şartsız sahip olmalarında, ne de onu idare edebilmelerinde meşru bir taraf yoktur. Kendilerine kelimenin gerçek anlamında servet, bir başka söyleyişle tahviller, hisse senetleri gibi menkul, konut-arazi gibi gayrı menkul sermaye değerleri miras olarak kaldığında, asla onu serbestçe tasar­ruf edebilme hakkı verilmemelidir. Her zaman bir koruyucuya, bir vasiye ihtiyaç duyarlar ve hangi koşullar altında olursa olsun asla kendi çocuklarının vasisi olmamalıdırlar.
  • Kadınlar neden mağdur olur?
Her ne kadar erkeklerinkinden daha büyük olduğu ispat edilemese de kadınların kendilerini beğenmişlikleri, içinde bütünüy­le maddi bir hedef (özellikle maddi şeyler etrafında dönüp durma) eğiliminde olan büyük bir tehlike yahut kötülük barındırır. Burada üstünde ısrarla durmak istediğim kişisel güzellikleri, güzel ve gös­terişli giysiler, incik boncuklar, tantana ve şatafat, kadınların bü­yüklenme vesilesidir. Kadınların, toplum içindeki payının bu kadar büyük olmasının sebebi budur. Böylesine savurgan ve ölçüsüz olma temayüllerinin arkasında da bu yatar ki, muhakeme kabiliyetleri ne kadar zayıf ise bu o kadar fazla olur. Bu gerçeğe binaen eski dünya­dan bir yarar, kadınların bu savurgan tabiatları hakkında şöyle söyler: “Kadınlar olmasaydı dünyadaki yaşamımızın başlangıcı tam bir çaresizlik ve acziyet; ortası zevkten mahrumiyet ve sonunda asla teselli olmazdı.”
Ancak sıra erkeklere geldiğinde, onlar için büyüklenme çoğun­lukla akıl, anlayış, öğrenim, bilgi, cesaret ve benzeri gibi kesinlikle maddi içeriği olmayan üstünlükler yönünde gelişir (ya da bu gibi meleke ve nitelikleri kendine konu edinir).
  • İktidar erkekte mi kadında mı olmalı?
Aristoteles, Politika’da Spartalıların kadınlarına çok fazla şey vererek, miras ve drohoma haklarını kabul ederek ve onlara büyük miktarda bağımsızlık ve öz­gürlük tanıyarak kendi üstün konumlarını kendi elleriyle tehlikeye soktuklarını izah eder ve bunun, Sparta’nın çöküşüne ne büyük kat­kıda bulunduğunu gösterir. (II Kitap, 9 Bölüm) Daha sonraki yıllarda doğacak bütün sıkıntı ve sorunları, onun doğal sonucu olarak görmemiz gereken Birinci Devrim ile sonunda varacağı yere varmış olan saray ve hü­kümetin zaman içerisinde çürüyüp tefessüh etmesinden, Fransa’da XIII. Louis’nin zamanından beri sürekli olarak artış göstermiş olan kadınların etkisi sorumlu tutulamaz mı? Her halükarda kadın cinsi­nin, “hanımefendi”nin varlığı ile böylesine belirgin biçimde gün yü­züne çıkmış olan bu yanlış konumu bizim toplumsal durumumuzda en temel kusurdur ve onun tam kalbinden bulunan bu kusur zararlı etkisini kaçınılmaz olarak dört bir tarafa yayacaktır.
Kadının iç dünyasında büyük yer işgal eden itaat etme ve söz din­leme güdüsünün varlığı, mutlak bağımsızlık konumuna yerleştirilmiş olan her kadının hiç vakit kaybetmeden kendisini öyle veya böyle de­netilip yönetileceği bir erkeğe bağlamasından anlaşılmalıdır. Bunun temel nedeni, onun bir efendiye olan büyük ihtiyacıdır. Eğer genç ise bu erkek; bir âşık, ihtiyar ise günah çıkarıcı bir rahiptir.
Kaynakça
Arthur Schopenhauer, trc: Hasan İlhan Über die Weiber (Parerga und Paralipomena II) Metaphysik der Geschlechtliebe (Die Welt als Wille und Vorstellung Aşka ve Kadınlara Dair-Aşkın Metafiziği. (İstanbul-2011).

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar