ARTHUR SCHOPENHAUER’İN CİNSEL AŞKIN METAFİZİĞİ HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNDEN
Şairlerin kaleme almış
oldukları şiirlerinde, öncelikle cinsler arasındaki aşkı ve sevgiyi dile
getirdiklerini hepimiz biliriz. Bu, genellikle ister trajik ister komik, ister
romantik ister klasik, ister Hint isterse Avrupa edebiyatına ait olsun, her
dramatik eserin temel fikridir. Özellikle Avrupa’da yüzyıllardır her medeni
ülkede toprağın meyveleri kadar düzenli biçimde her yıl üretilmekte olan bir
yığın roman ve öyküyü de buna dâhil edecek olursak bu hemen hemen aynı derecede
hem link hem epik şiirin malzemesinin büyük bir bölümünü oluşturur. Bütün bu
eserler, söz konusu tutkunun kesin olarak çok taraflı, kısa veya uzun
betimlemelerinden başka bir şey değildir. Ayrıca Romeo and Juliet,
La Nouvelle Héloise ve Werther
gibi aşkın en başarılı
anlatıları ölümsüz bir üne kavuşmuştur.
Rochefoucauld, üzerine
sürekli olarak konuştuğumuz, ama asla gözümüzle görmediğimiz bir şey olduğu
için aşkın bir hayaletle karşılaştırılabileceğini söyler, Lichtenberg de Ueber
die Macht der Liebe isimli denemesinde aşkın gerçekliğini ve doğallığını
tartışır ve reddeder, fakat her ikisi de hatalıdır. Eğer iddia edildiği gibi insan
tabiatına yabancı ve aykırı olmuş ve başka bir deyişle hayali bir kuruntudan
başka bir şey olmamış olsaydı, gelmiş geçmiş bütün şairler tarafından böylesine
ateşli ve tutkulu bir şekilde anlatılmaz ya da insanlık tarafından hiç
eksilmeyen bir ilgiyle kabul görmezdi. Nitekim, sanatsal yönden güzel olan
herhangi bir şey asılsız hakikatsiz olamaz.
Güzel
olan yalnızca gerçektir.
Sadece
odur sevilmeye değer olan. (Boileau)
Günlük yaşamınki olmasa bile tecrübe göstermektedir ki,
kural olarak kuvvetli, ama yine de dizginlenebilir bir eğilim olarak başlayan
şey, belli koşullar altında ateşi sair her şeyinkini gölgede bırakabilecek bir
tutkuya dönüşebilir. O zaman bu inanılmaz bir güç ve sebatla her türlü
mülahazayı göz ardı edebilir, her türlü engelin üstesinden gelebilir. Bu
tutkuyu doyurmak için bir insan hiç tereddüt etmeksizin yaşamını tehlikeye
atar; haddizatında aşkı mutlak manada reddedilirse pazarlığa pey olarak
yaşamını sürmekten çekinmez. Werther ve
Jacopo Ortislere sadece romanlarda rastlanmaz; Avrupa her yıl bunlara benzer en
azından yarım düzine insan yaratmaktadır;
Kimsenin
bilmediği ölümle ölüp gittiler
Çünkü bunların çektikleri (acı ve keder),
kendisine resmi kayıtların yazarları ya da gazete muhabirlerinin dışında başka
bir kalem ve kayıt bulamaz. Aslında İngiliz ve Fransız gazetelerinin polis
muhabirlerinin okuyucuları benim söylediklerimi kesin bir şekilde
doğruluyacaklardır.
AŞKIN
AKIL HASTANELERİNE DÜŞÜRDÜĞÜ İNSAN SAYISI BUNLARDAN DAHA AZ DEĞİLDİR. Maddi şartların birleşmeleri
için uygun olmaması nedeniyle öyle veya böyle birlikte intihar eden
sevgililerin dramına her yıl rastlanır. Tam yeri gelmişken, birbirlerinin
sevgisinden emin olan ve en büyük mutluluğu bu aşkın yaşanmasında bulacaklarını
uman böyle insanların nasıl olup da bu aşırı yollara sapmaktan geri
durmadıklarını ve bu uğurda her türlü zulme ve eziyete katlanmak yerine
tasavvur edebilecekleri diğer her türlü mutluluktan daha büyük olan bir
mutluluğu, yaşamlarıyla birlikte feda etmeyi tercih ettiklerini bir türlü
anlayamamam. Aşkın daha az şiddetli hallerini ve evrelerini, günlük hayatta
hepimiz her gün görüyoruz ve eğer çok yaşlı değilsek hemen hepimiz yüreğimizde
duyuyoruz.
Bu güne kadar Aşk hakkında
söylenmiş olanların, zihnimizde canlandırdıklarından sonra kimse onun
gerçekliğinden ve arzettiği önemden kuşku duyamaz. Dolayısıyla, her zaman
şairlere mevzuu olmuş olan bu konu üzerine bir filozofun bir kez daha neden
yazdığına şaşırırız. Bence bunun yerine, insan yaşamında her zaman böylesine
önemli bir yer tutan aşkın bu zamana kadar bütün Filozoflar tarafından nadiren
ele alınıp değerlendirildiğine ve hala onlar için ele alınıp işlenilecek
malzeme olarak durduğuna hayret etmek gerekir.
Platon, bu konuyla özellikle
Symposion ve Phaidros’ta herkesten daha fazla uğraşmıştır. Ne var ki, onun bu
konuda söyledikleri mitos, masal ve komedinin alanına girer ve büyük bölümü
itibarıyla ancak Antik Yunanlıların genç erkeklere duydukları aşk için
geçerlidir. Rousseau’nun Discours sur l’inégalité (s. 96, ed. Bip.) ileri sürdüğü birkaç
düşünce ne doğru ne de tatmin edicidir. Kant’ın Ueber das Gefühl des Schönen und Erhabenen (s.
435, Rosenkranz ed.) adlı denemesinin üçüncü bölümünde yaptığı açıklamalar
hayli yüzeysel kalmaktadır; söyledikleri onun bu konunun özünü anlamadığım,
sorunun can alıcı noktasını yakalayamadığını göstermektedir. Ayrıca yer yer
yanlıştır da. Son olarak Platner’in Anthropologysinde ( 1347 vd.), bu konuyu
ele alış tarzı hemen herkes tarafından sıkıcı ve yüzeysel bulunacaktır.
Bir diğer taraftan okuyucuyu
eğlendirmek için Spinoza’nın tanımlaması, son derece naif olması nedeniyle
burada anılmaya değer:
Aşk
bir dış etkinin tetiklemesiyle ortaya çıkan iç ürpermedir (Eth. iv., önerme 44)
Dolayısıyla, kendilerinden
yararlanacağım ya da yazdıklarına
karşı çıkıp çürüteceğim seleflerim yok; bu konu kendisini bana nesnel olarak
zorla kabul ettirdi ve kendiliğinden dünya hakkındaki fikir ve tasavvurumdan
kopanlamaz hale geldi. Ayrıca, hâlihazırda bu tutkunun kıskacında (kölesi
durumunda) olan ve canlı hissiyatlarını, ateşli duygularını en yüce suretlerle
ifade etmeye çalışan kimselerden de en küçük bir takdir, tasvip beklemiyorum.
Benim görüşüm, temeli itibarıyla metafizik hatta aşkın (transendental) olsa
bile, onlara aşın derecede fiziki, maddi görünecektir. Bu arada yeri gelmişken,
bugün türkülerle şarkılarla yüceltip ülküleştirdikleri yaratığın, eğer on sekiz
yıl önce doğmuş olsaydı, kendileri tarafından neredeyse tamamen göz ardı
edileceğini bunlann nazarı dikkatlerine sunalım.
Ancak, HER NE KADAR
YÜKSEK VE ULVİ GÖRÜNÜRSE GÖRÜNSÜN, HER TÜRLÜ AŞKIN KAYNAĞI CİNSEL GÜDÜDÜR.
Aslında aşk dediğimiz şey sadece daha belirli, daha özelleşmiş ve belki de
kelimenin dar anlamında, daha ferdileşmiş biçimiyle mutlak manada bu
içgüdüdür. Eğer bunu aklımızdan çıkarmayıp bütün evreleri ve seviyeleri
itibarıyla aşkın, sadece dramalarda ve romanlarda değil, fakat aynı zamanda
hayat sevgisinin hemen yanı başında kendisini bütün dürtülerin en güçlüsü ve en
etkini olarak gösterdiği gerçek dünyada da oynadığı önemli rolü göz önünde
tutmalıyız. Eğer bunu yaparsak, eğer onun sürekli gençlerin kabiliyet ve
düşüncelerinin yarısını işgal ettiğini ve neredeyse her insani çabanın nihai
hedefi olduğunu, en önemli işlere aksi etki yaptığını, en ciddi uğraşıları saat
başı yoklayıp rahatsız ettiğini; zaman zaman en büyük kafaları bile yoldan
çıkarıp çılgına çevirdiğini, devlet adamlarının önemli işlerini ya da bilim
insanlarının araştırmalarını sekteye uğratmaktan çekinmediğini, aşk
mektuplarını ve saç lülelerini bakanların evrak çantalarına ve filozofların
müsveddelerinin arasına bırakmayı becerdiğini, bir o kadar da en karmaşık ve
uğursuz işleri tertipleyip düzenlemeyi, en değerli bağlılıkları çözmeyi, en
güçlü bağları koparmayı bildiğini, yaşamın, sağlığın, servetin, makamın,
mutluluğun zaman zaman onun uğruna feda edildiğini, başka zamanlarda kendi
halinde olan, dürüst bir adamı kalleş, bu zamana kadar sadık olan birisini hain
yaptığını ve topyekün amacı önüne çıkan her şeyi yıkmak, karıştırmak ve alt üst
etmek olan hasım bir iblis olarak göründüğünü düşünecek olursak: Evet eğer
bütün bunlar düşünülecek olursa şu soruları soran birinin yeterli sebepleri
olacaktır:
“Bütün
bu gürültü neyin nesi?
Bunca
koşturma, bunca yaygara, bunca hengame, bunca tasa, keder, sefalet ne için?
Her
Hans’ın Grethe’sini bulmasından başka nedir ki bu?
Neden
böylesine önemsiz bir oyun, bu kadar önemli bir yer tutsun ve insanlığın
yolunda giden yaşamında huzursuzluk ve keşmekeş oluştursun?”
Fakat tuttuğu yolu
bırakmayan azimkar araştırmacıya hakikatin ruhu yavaş yavaş açar cevabı:
Uğraşılan şey öyle önemsiz
bir şey değildir; aşkın önemi arasında yılmadan yorulmadan sebat ederken
gösterilen ciddiyet ve gayretle mutlak manada mütenasiptir. Her türlü aşk
ilişkisi, ister trajik ister komik bir mahiyete sahip olsun, gerçekten insan
yaşamındaki diğer bütün hedeflerden daha önemlidir ve peşinde koşulurken
gösterilen esaslı ciddiyeti tamamen hak eder.
Doğrusunu söylemek gerekirse
aşkın hedef olarak belirlediği şey gelecek neslin oluşturulmasından daha az bir
şey değildir. Rolümüz bitip de dışarı çıktığımızda sahneye girecek olan
dramatis personae’nın hem varlıkları hem de tabiatları işte bu önemsiz aşk
ilişkisi tarafından belirlenir. Gelecek insanların varlığı, existentia’si genel
olarak nasıl ki bizim cinsiyet içgüdümüz tarafından koşullanıyorsa, bu aynı insanların
doğası, essentia’sı da bireyin tatmini için yaptığı seçimle, bir
başka söyleyişle, aşk tarafından belirlenir ve böylelikle her bakımdan geri
döndürülemez biçimde saptanır. Burada ele alınan konu sorunun anahtarıdır. Bunu
tatbik ederek en geçici hoşlanmadan en ateşli tutkuya kadar aşkın çeşitli
derecelerini tahlil edersek, onu daha eksiksiz biçimde anlarız. İşte o zaman bu
farklılığın, seçimin bireyselleşme derecesinden kaynaklandığını görürüz.
Bir bütün olarak alındığında
şimdiki neslin aşk ilişkilerinin tümü buna uygun olarak insanlık için İçinden gelecek nesillerin
çıkacağı gelecek nesillerin oluşumu üzerine düşünme. Aşk böylesine yüksek bir
öneme sahip bir konudur, çünkü onun, diğer her konuda rastladığımız gibi,
mevcut bireyin rahatıyla yahut ıstırabıyla hiçbir alakası yoktur; o gelecekte
insan soyunun var oluşunu ve özel doğasını güvence altına almalıdır. İşte, bu
sebepten ötürüdür ki bireyin iradesi daha yüksek bir boyutta türün iradesi
olarak ortaya çıkar; aşk ilişkilerine dokunaklı ve ulvi anlamı veren ve yüksek
coşkularını ve sıkıntılarını, yüzyıllardır şairlerin bıkıp usanmadan çeşitli
biçim ve tarzlarda dile getirmeye çalıştıkları heyecanları yücelten de budur.
Hiçbir konu yoktur ki aşkın uyandırdığı ilgiyi uyandırmış olsun, çünkü türün
rahatının ve ıstırabının tasası onun üzerindedir ve sadece bireyin mutluluğunu
ilgilendiren sair her şey ile onun bağıntısı cisimle yüzeyin ilişkisi kadardır
ancak. İçinde aşk motifi bulunmayan bir dramı ilginç hale getirmek işte bunun
için bu kadar güçtür, diğer taraftan bu konu, her ne kadar sürekli kullanılıyorsa
da asla bitirilemez.
Belli bir birey üzerine
yoğunlaşmaksızın, kendisini genel olarak bireyin bilincinde cinsiyet güdüsü
olarak duyuran şey gayet açık bir biçimde, kendi başına, diğer somut fenomenler
den ayrı olarak, yaşama iradesidir. Diğer taraftan, belli bir bireye yönelmiş
cinsiyet güdüsü olarak görünen şey, kendi başına muayyen biçimde belirlenmiş
bir birey olarak yaşama iradesidir. Her ne kadar kendi başına öznel bir
gereklilikten ibaret olsa da, bu durumda cinsiyet güdüsü yüzüne gayet zekice nesnel
hayranlık maskesini geçirir ve böylelikle bilincimizi yanıltır. Tabiat,
amaçlarını gerçekleştirmek için bu tür hilelere ihtiyaç duyar. Âşık olan her
insanın amacı, hayranlığı ne kadar nesnel, ne kadar yüce olarak görünürse
görünsün, belli bir doğaya sahip bir varlığı dünyaya getirmektir. Bunun, bu
şekilde gerçekleştiği gerekli olanın karşılıklı aşkla değil, sahiplenme, yani
maddi fiziki zevk olmasıyla doğrulanır. Sahiplenme olmaksızın aşkının karşılık
gördüğünü bilmek bir insan için teselli değildir. Aslında, kendisini böyle bir
durumda bulması üzerine birçok insan canına kıymıştır. Diğer taraftan, diyelim
ki bir insan aşk ateşiyle yanıp tutuşmaktadır, eğer o âşık aşkına karşılık
göremiyorsa, o zaman sevdiğine sahip olmak onu avutur. Zoraki evlilikler ve
baştan çıkarma vakaları, bunu teyit eder, çünkü aşkı karşılık görmeyen bir
insan çoğu kez bir kadına, onun (o kadın kendini sevmiyorsa bile) beğenisini
ve takdirini kazanabilmek için güzel ve çekici hediyeler sunmada yahut başka
fedakârlıklarda bulunmada teselli bulur.
Bütün aşk serüveninin gerçek
amacı, her ne kadar söz konusu kişiler bunun farkında olmasa da, belli bir
varlığın dünyaya getirilebilmesidir ve bu neticenin elde edilmesinin yolu ve
keyfiyeti ikinci planda kalan bir konudur. Bu konuda yüce duygulara, aşırı
duyarlığa sahip olanlar, özellikle halen bu tutkunun kıskacında olanlar benim
ileri sürdüğüm iddianın kaba gerçekçiliğini ne kadar çürütmeye yeltenirlerse
yeltensinler bunun bir ehemmiyeti yoktur, yanlış yoldadırlar. Zira gelecek neslin
ferdiyetlerini belirli biçimde belirleme hedefi, taşkın duyguları ve sabun
köpüğü kadar ömürsüz aşkınlığıyla diğerinden çok daha yüksek ve çok daha soylu
bir hedef değil midir? Bütün dünyevi hedefler arasında bundan hem daha önemli
hem daha büyük bir hedef var mıdır? Tutkulu aşkın koparılmaz bir parçası olan
kökleri derinlerdeki hissiyatın ortaya çıkışındaki ciddiyet ve alanı içerisine
giren nice ehemmiyetsiz şeylere atfettiği önem, sadece böyle bir hedefle
anlaşılır hale gelir. Ancak bu hedefi gerçek bir hedef olarak gördüğümüz sürece
sevdiğimiz hedefe erişmek için karşılaşılan güçlükler, katlanılan sonsuz acı ve
kederler, konusuna uygun düşer görünür. Çünkü bütün bu mücadele ve sıkıntılar
aracılığıyla kendisini hayata zorlayan, bütün ferdi belirlenimi içerisinde
gelecek nesildir.
Aslında
gelecek neslin kendisi, adına aşk dediğimiz cinsellik dürtüsünün tatmini için
dikkatli, özenli, belirli ve keyfi gibi görünen seçimde zaten kıpırdanmaktadır. İki sevgilinin yekdiğerine
giderek artan muhabbeti gerçekte ileride ebeveynleri olacakları bu yeni varlığın
yaşama iradesidir; arzu dolu bakışlarının buluşmasında yeni bir varlığın hayat
kıvılcımı tutuşur, kendisini geleceğin iyi ve uyumlu bir şekilde teşekkül etmiş
ferdiyeti olarak duyurur.
- Birleşme arzuları
Sevgililer,
gerçek bir birleşme ve yeni bir varlığı vücuda getirme için yanıp tutuşurlar;
yaşamlarının kalanını bu şekilde yaşamayı arzu ederler ve bu arzu her ikisinden
tevarüs edilmiş niteliklerin, ama tek bir varlıkta toplanmış ve birleşmiş
olarak yok olmaktan kurtulacağı doğacak çocuklarında tahakkuk eder.
Buna karşılık eğer bir erkek
ve kadın karşılıklı, sürekli ve kararlı olarak birbirlerinden hoşlanmaz ise,
bu onların dünyaya sadece kötü biçimde teşekkül etmiş, uyumsuz ve mutsuz bir
varlık getirebileceklerine işaret eder. Bu yüzden Calderon’un o korkunç
Semiramis’i hem “Havva’nın kızı” diye adlandırmasında, hem de onu hemen
ardından “kocanın katledildiği ırza geçmenin kızı” diye takdim etmesinde çok
derin bir anlam gizlidir.
Son olarak, farklı cinsiyetten
iki bireyi birbirine böylesine güçlü ve bir şekilde çeken şey gerçekte yaşama
iradesidir. Bu irade, kendisini bütün türde gösterir ve ebeveynleri olacakları
varlıkta hedefleriyle örtüşen tabiatın bir nesne olarak varlık göstereceğini
önceden haber verir. Dünyaya gelen bu yeni varlık, babasının iradesini veya
kişiliğini; anasının zekâsını ve her ikisinin beden yapısını tevarüs eder. Ne
var ki, kural olarak bir kimse, hayvanlar için de geçerli olan döllenme
yasasına yani melez canlılar yetiştirilirken ortaya çıkan kanuna göre, görünüm
bakımından daha çok babasına ve endam bakımından daha çok anasına benzer. Bu
yasanın temeli, ceninin büyüklük bakımından rahme uygun olmasına dayanır. Bir
insanın tamamen istisnai ve sadece kendisi için özel olan karakterini ve öznel
oluşunu açıklayabilmek imkânsızdır ve iki insanın birbirine tutkulu aşkını
açıklamak da aynı derecede imkansızdır. Çünkü bu durum, karakter bakımından bir
o kadar biresel ve sıra dışıdır; aslında temel bakımından bunların her ikisi de
bir ve aynıdır: Birincisi, İkincinin dolaylı olarak dile getirdiğini açıkça
ortaya koyar.
Ebeveynlerin birbirlerini
sevmeye başladıkları (İngilizcenin çok güzel anlattığı gibi to fancy each other (birbirlerini gözlerine kestirdikleri))
anı yeni bir varlığın kökeni ve onun yaşamının gerçek punçtum salien’si (Kaynak
noktası) olarak düşünmeliyiz. Ve daha önce söylendiği gibi arzu dolu
bakışlarının buluşmasıyla yeni bir varlığın ilk tohumu atılmış olur ki, aslında
bütün tohumlar gibi genellikle ezilir. Bu yeni birey, belli bir ölçüde yeni bir
(Platonik) ideadır. Şimdi nasıl ki bütün idealar büyük hararetle fenomen
alanına girmek için mücadele ederler ve bunu yapmak için nedensellik kanununun
hepsinin arasına dağıttığı maddeyi ateşle kavrarlarsa, bir insan ferdiyetinin
bu belli ideasıdır da büyük bir istek ve coşkuyla fenomenler dünyasında
kendisini gerçekleştirmek için çabalar. Geleceğin ebeveynlerinin birbirlerine
olan tutkusu, muhakkak ki bu ateşli arzudan başka bir şey değildir. Aşkın
sayısız dereceleri vardır ve iki aşın hali Antik Yunanlıların söyledikleri
şekliyle Aphroditae
pandaemos ve ourania
olarak açıklanabilir, ancak özleri bakımından yine de her yerde aynıdırlar.
Bir diğer yönden dereceye
göre ne kadar bireyselleşmiş ise, bir başka deyişle sevilen kimse aşığının
kendi bireyselliği tarafından belirlenmiş arzusunu ve ihtiyaçların tatmin
etmek için ne kadar özel bir biçimde uygunsa, o kadar güçlü olacaktır.
Araştırmamızı daha ileri götürürsek, burada söz konusu olan şeyi daha açık
biçimde anlarız. Bu anlamda tutkulu ve ateşli her türlü hissiyat, esas
itibarıyla hemen hiç vakit kaybetmeksizin sağlık, kuvvet ve güzellik,
dolayısıyla gençlik üzerinde yoğunlaşır. Çünkü her şeyden önce irade, insan
türünün özel karakterini her türlü bireyselliğin temeli olarak sergilemeyi
arzu eder: Günlük kur yapma (Aphroditae pandaemos, sıradan aşk) daha ileri
gidemez. Buna ileride tek tek ele alıp değerlendireceğimiz daha özel talepler
eklenir ki herhangi bir doyurulma ihtimali varsa tutkunun şiddeti de artar.
Bununla beraber yoğun, tutkulu aşk her iki ferdin birbirine uygunluğundan
kaynaklanır. Dolayısıyla irade, başka bir deyişle bir terkip halinde olan
babanın kişiliği ve ananın zekası, genel olarak yaşama iradesinin (ki
kendisini bütün türde sergiler) arzu duyduğu bireyin bütün eksiklerini giderir.
Bu arzu, onun büyüklüğüyle mütenasiptir ve ölümlü bir yüreğe sığmayacak kadar
büyüktür; dürtüleri de benzer şekilde kişinin aklının sınırlarının
ötesindedir. Büyük ve hakiki bir tutkunun ruhu böyle bir şeydir işte.
Demek oluyor ki, bu iki kişi
daha sonra ele alacağımız değişik bakımlardan birbirlerine ne kadar kusursuz
biçimde uygunsa, birbirlerine duydukları tutku da o kadar güçlü olacaktır. Birbirine
tıpatıp benzeyen iki kişi bulunmayacağından belli tür bir kadın belli türde bir
erkeğe tam olarak denk düşer, bu denklikte doğacak çocuk her zaman ilk planda
tutulur. Tutkulu gerçek aşk, birbirine tam olarak uygun düşen iki insanın
karşılaşması kadar nadir rastlanır bir şeydir. Yeri gelmişken şunu da
açıklayalım; hepimiz tutkulu gerçek bir aşkın mümkün olduğuna inandığımız
(hepimiz bunu kendi iç dünyamızda olabilirlik sınırları içinde gördüğümüz)
için şairlerin bunu eserlerinde neden dile getirdiklerini kolayca anlarız.
- Tutkulu aşk ve içgüdü
Tutkulu
aşkın en temel özü, doğacak çocuğun ve onun doğasının kestirilmesine
yöneldiğinden eğer huy, karakter ve zihni yeterlik bakımından tam bir uygunluk
varsa, farklı cinsiyetten iki genç, güzel ve yakışıklı insanın arasında, içine
hiçbir surette cinsel aşkın karışmadığı safi dostluk gayet mümkündür. Aslında, bu iki insan
arasında bu bakımdan birbirlerine karşı belli ölçülerde bir tiksinti de var
olabilir. Bunun nedeni, dünyaya getirecekleri bir çocuğun fiziki ya da zihni
bakımdan uyumsuz niteliklere sahip olma olasılığıdır. Kısacası, çocuğun yaşamı
ve doğası, kendisini türde gösterdiği biçimiyle yaşama iradesinin amaçlarıyla
uyum içinde olmayacaktır.
Bunun tam tersi bir durumda,
yani iki kişi arasında mizaç, kişilik, düşünme tarzı ve zihni yeterlilik
bakımından uygunluğun bulunmadığı, bilakis bunlardan ötürü birbirlerine karşı
bir tiksintinin, hatta düşmanlığın bahis konusu olduğu durumda, bir aşkın
doğması da pekala mümkündür. Böyle bir aşk, onları her şeye karşı körleştirir
ve eğer bir evlilikle neticelenirse bu doğal olarak son derece mutsuz bir
evlilik olur.
Şimdi, ele aldığımız bu
konuyu daha ayrıntılı bir şekilde inceleyelim. Bencillik, genellikle her
insanın kişiliğinde öylesine derinlere kök salmış bir niteliktir ki, bir
kimseyi harekete geçirmek için her türlü kuşku ve tereddütten beri olarak ancak
bencilce amaçlara güvenilebilir. Tabiî ki birey üzerinde türün geçici
bireysellikten daha öncelikli, daha yakın, daha büyük bir talebi vardır, yine
de birey, türün devamı ve geleceği için harekete geçerse, hatta bir tür bilinçli
bir fedakarlıkta bulunursa konunun önemi kişinin kavrayış gücü için sonucuyla
uygun olduğu ölçüde anlaşılabilir hale gelmez. Çünkü o, esas itibarıyla
bireysel amaçları gözetmek için oluşmuştur.
Dolayısıyla tabiat,
amaçlarına ulaşmak için bireyin içerisine belli bir yanılsama, bir kuruntu
yerleştirir, öyle ki gerçekte sadece türün yararına olduğu halde ona bunu (bu
kuruntu sayesinde) sanki kendisi için faydalı imiş gibi gösterir. Böylelikle
birey kendi emellerine hizmet ettiğini zannederken, aslında bu sonuncusuna
kulluk eder. Bu süreç içerisinde o, önünde salınıp duran, hemen ardından
kayboluveren ve bir saik olarak gerçekliğin yerini alan safi bir khimera tarafından
sürüklenir. Bu kuruntu, bu yanılsama bir içgüdüdür. Çoğu durumda içgüdü, türün
algısı-sezgisi olarak kabul edilebilir ve türe hizmet eden ya da yararına olan
ne ise onu iradeye sunar. Ancak bu irade, burada bireysel hale geldiği için o
şekilde aldatılmalıdır ki türün algısının kendisine sunduğu şeyi bireyin algısı
ile görüp tanısın; bir başka ifadeyle, gerçekte sadece genel amaçları (burada
genel sözcüğünü en dar anlamında kullanıyorum) takip ederken bireyi
ilgilendiren amaçları takip ettiğini zannetsin.
İçgüdünün bu dış etkisi, en
iyi hayvanlarda gözlenebilir ve onlarda en önemli rolü oynar. Ancak içsel olan
her şey gibi onun da içsel sürecini sadece kendimizde bilebiliriz. Doğrudur,
insanın daha doğar doğmaz anasının memesine yapıştığında herhangi bir içgüdüye
sahip olmasının pek muhtemel görünmediği ya da olsa bile her halükarda ancak
yeterli içgüdüye sahip olduğu düşüncesi. Fakat doğrusunu söylemek gerekirse,
insan oldukça belirgin, açık, ama karmaşık bir içgüdüye, yani cinsiyet
dürtüsünün tatmini için bir başka bireyin hem böylesine girift ve ciddi, hem de
böylesine keyfi seçimine dönük bir içgüdüye sahiptir. Başka bireyin güzelliği
ya da çirkinliğinin, bu tatminin kendisiyle yani bireyin acilen giderilmesi
gereken arzusuna dayalı bir zevk meselesi olduğu kadarıyla, hangi türden
olursa olsun hiçbir ilgisi yoktur. Ne var ki, gerek böylesine gayretli ve
hararetli bir şekilde peşine düşülen bu tatmine, gerekse onun gerekli kıldığı
özenli seçime dikkat kesilmenin, her ne kadar o böyle bir alakanın bulunduğunu
sansa da, seçicinin kendisiyle ilgili hiçbir yanı yoktur. Onun gerçek hedefi,
türün kusursuz örneğinin mümkün olduğu kadar saf ve mükemmel biçimde korunacağı
dünyaya getirilecek çocuktur. Sözgelimi, insan biçiminin yozlaşmasının değişik
evreleri binlerce fiziksel kazanın ve ahlaki suçların neticesidir. Yine de
insan biçiminin hakiki tipi bütün parçaları bakımından her zaman onarılır ve bu
evrensel olarak cinsiyet güdüsünü yönlendiren ve onun tatmininin tiksindirici
bir zorunluluğa dönüşmesini engelleyen güzellik duygusunun kılavuzluğunda
gerçekleştirilir. Bundan dolayı herkes öncelikle en güzel olanı, başka bir
deyişle türün karakterinin en saf manada dışa vurulduğu kimseleri kesinlikle
tercih eder ve onu hararetle arzu eder. İkinci olarak, herkes bir başka
kimsede kendisinin yoksun olduğu mükemmeliyetleri arzu eder ve kendisininkinin
tersi olan kusurları güzellik olarak düşünür. Bu sebepten ötürüdür ki,
örneklersek çelimsiz sıska erkekler iri kadınları tercih eder, sarışınlar
esmerlerden hoşlanır. Güzel bir kadın gördüğünde bir erkeğin içine dolan ve
onunla birleşmenin en büyük mutluluk olduğunu düşündüren aldatıcı coşkunluk,
türün duyusundan başka bir şey değildir. Bu duyu, aynı olanın belirgin
biçimde dışa aksetmiş özelliğini görüp onu bu bireyle sürdürmeyi arzu eder.
Türün karakterini en iyi dile getiren özelliklerin korunması, tutacağı yolu
bilen bu kararlı güzellik tercihine dayanır ve işte güzellik bunun için böyle
bir güce sahiptir.
Bunun içinde barındırdığı
düşünceleri ileride daha etraflı bir şekilde ifade edeceğiz. Bir erkeği güzel
bir kadını seçmeye yönelten, gerçekte türde en iyi olanı hedefleyen içgüdüdür,
her ne kadar erkeğin kendisi böyle yaparak sadece zevkini artırmanın arayışı
içerisinde olduğunu düşünse de. Doğrusunu söylemek gerekirse biz burada,
önümüzdeki meselede olduğu gibi, aslında kişiyi her zaman türün mutluluğunu
gözetmeye sevk eden her türlü içgüdünün gizli doğasının ibret verici bir
çözümünü buluyoruz. Bir böceğin, belli bir çiçeği, meyveyi ya da bir et
parçasını seçerken gösterdiği özen, tırtır sineğinin (ichneumonidae)
yumurtalarını başka bir yere değil sadece oraya bırakabilmek için yabancı bir
sineğin larvasını ararken takip ettiği yol ve onu korumak için ne zahmetten ne
tehlikeden çekinmemesi âşıkar ki, bir erkeğin bireysel olarak kendisine uygun
olan belirli bir doğaya sahip bir kadını seçerken gösterdiği dikkat ve ihtimama
çok benzer. O da, onun için öylesine büyük bir gayret ve hararetle mücadele
eder ki, amacına erişmek için çoğu kez bütün zekasına rağmen, budalaca bir
evlilikle servetine, şöhretine, itibarına ve yaşamına mal olan bir aşk serüveni
ile hatta zina yahut tecavüz nevinden suç ve cürümler işlemek suretiyle bazen
neredeyse hayattaki bütün mutluluğunu feda eder. Ve bütün bunlar, onun türe en
etkin ve verimli bir şekilde hizmet edebilmesi için her yerde hüküm süren
tabiatın iradesiyle uyum içerisindedir, her ne kadar o bu hizmeti
gerçekleştirirken kendisi bu uğurda harcanıyorsa da.
İçgüdü, hemen her yerde bir
amacın kavranılması ile birlikte çalışır görünür. Ancak yine de, böyle bir
amaçtan-kavrayıştan tamamen yoksundur. Tabiat, amacı içgüdüyü eyleyen bireyin
onu kavramaktan aciz ya da peşinden koşmaya gönülsüz olacağı yere yerleştirir.
Bu sebepten ötürü, genellikle göze çarpan biçimde hayvanlara özellikle onların
en az gelişmişlerine ve en az zekâya sahip olanlarına verilmiştir. Fakat içgüdü
sadece şimdi düşündüğümüz gibi bir durumda, aynı zamanda insana da verilmiştir,
(doğal olarak amacı anlayacak durumdadır) Ancak onu gerekli gayret ve çabayla
takip etmeyecektir, bir başka söyleyişle kendi bireysel mutluluğu pahasına
onun peşine düşmeyecektir. Dolayısıyla burada, bütün içgüdü durumlarında
olduğu gibi, gerçeklik iradeyi etkilemek için bir kuruntu ve yanılsama biçimine
bürünür. Bu, erkeği güzelliği ile cezbeden bir kadının kollarında başka
herhangi birinde bulacağından daha büyük bir zevk bulacağına inanmaya sevk eden
şehvet dolu bir yanılsama, aslında bir kuruntudur. Özellikle tek bir kişiye
yönelmiş olarak, aslında erkeği, ona sahip olmanın kendisine en büyük
mutluluğu sağlayacağına ikna eden kesin inanıştır. Bu yüzden o, kendi zevki
için zahmet ve sıkıntılara katlanıp, fedakârlıklarda bulunduğunu zanneder.
Gerçekteyse, bütün bunları sadece türün düzgün-değişmez özelliklerinin
korunması için ancak bu ana babadan dünyaya gelebilecek özel bir kişinin yahut
birey tipinin doğumu için yapar.
Burada içgüdünün karakteri
ve dolayısıyla bir amacın kavranılmasıyla uyum içinde gibi görünen, yine de
böyle bir kavrayıştan bütünüyle yoksun olan bir hareket o kadar kusursuz
biçimde kendisini göstermektedir ki, bu kuruntu yahut yanılsamanın ardı sıra
sürüklenen kimse çok kere, onu kendi başına yönlendiren asıl amaçtan yani
üremeden tiksinir ve bu yüzden ona engel olmak isteyecektir. Nitekim, neredeyse
bütün gayrı meşru aşk ilişkilerinde durum bu merkezdedir. Konumuzun yukarıda
izah edilmiş karakteriyle uyum içerisinde olan her âşık, sonunda eriştiği
hazzın ardından fevkalade büyük bir hayal kırıklığına uğrayacak ve böylesine
büyük bir arzuyla istediği şeyin diğer bütün cinsi tatminlerden hiç de farklı
bir tarafının olmadığına hayret edecektir. Böylelikle onun kendisinden
yararlandığını anlamayacaktır. Bu arzunun diğer bütün arzular karşısındaki
durumu, türün fert dolayısıyla sonsuzun sonlu karşısındaki durumu gibidir.
Diğer taraftan, bu tatmin gerçekte sadece türün yararınadır ve türün iradesinin
etkisi altında her türden fedakarlıkla hiç de kendi amacı olmayan bir amaca
hizmet eden bireyin bilinç alanına dahil değildir. İşte, bu büyük işin ardından
tutkunun ateşinin sönmesiyle birlikte her aşığın bir aldatılmışlık duygusuna
kapılmasının sebebi budur. Çünkü türün bir aldatma aracı olarak kullanılmış
olan kuruntu yahut yanılsama, artık ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla, Platon
gayet doğru bir şekilde şöyle der: Hiçbir şey şehvet duygusu kadar yanıltıcı
değildir. Philebos, 319
Ancak, bütün bunlar hayvanların
içgüdülerini ve mekanik eğilimlerini bir şekilde kendince aydınlatır. Onlar
da, hiç kuşkusuz kendi zevkleri için çalıştıklarını gösteren bir tür yanılsama
ile sürüklenirler, halbuki böylesine canla başla ve büyük bir fedakarlıkla tür
için çalışırlar: Kuş yuvasını yapar, böcek yumurtalarını bırakacağı uygun bir
yer arar, yahut kendisine yaramayan, ama çıkacak larvalar için yiyecek olarak
yumurtaların yanma yerleştirilmesi gereken avı dahi bulup aylar; an, eşek arısı
ve karınca kendilerini ustalık isteyen yuva kurma işine ve fevkalade karmaşık
bir trafiğe yollarından alıkonulmaz bir kararlılıkla kaptırırlar. Bunların
hepsi, hiç kuşkusuz türe hizmeti bencilce bir amacın görüntüsü altında gizleyen
bir yanılsama tarafından sevk ve idare edilirler.
Bu, belki de içgüdünün bütün
biçimlerinin temelinde yatan iç yahut öznel sürecin bizim için anlaşılır hale
gelmesinin olabilecek tek yoludur. Bununla beraber dış ya da nesnel süreç,
içgüdü tarafından güçlü bir şekilde kontrol edilen hayvanlarda, sözgelimi böceklerde
sinir düğümünün, yani öznel sinir sisteminin, nesnel ya da beyinle ilgili sinir
sistemi üzerindeki baskınlığını gösterir. Buradan, onların nesnel ve gerçek
kavrayıştan ziyade arzuyu uyaran ve sinir düğümü sisteminin beynin üzerindeki
etkisiyle ortaya çıkan öznel tasavvurlarla hareket ettikleri sonucuna
varılabilir. Bundan ötürü, onlar belli bir yanılsama ile hareket ederler ve her
türlü içgüdü durumunda fizyolojik süreç böyle olmalıdır. Demek istediğimi daha
iyi anlatabilmek için şimdi açıkladığım kadar güçlü olmasa da, insan türünde
karşılaşılabilecek bir başka örneği, gebe kadınların kolay kolay giderilemeyen
iştihasım anlatacağım. Bu, zaman zaman ceninin beslenmesinin, ona giden kanın
özel ya da belli bir değişimini gerekli kılmasından kaynaklanır görünür. Buna
bağlı olarak böyle bir değişimi meydana getiren besin gebe kadına kendisini
keskin bir arzunun objesi olarak hissettirir, böylelikle burada da bir
yanılsama ortaya çıkar. Bundan dolayı, kadın erkekten fazla bir içgüdüye daha
sahiptir; sinir sistemi de kadında daha fazla gelişmiştir.
Beynin, insandaki büyük
üstünlüğü onun gelişmemiş hayvanlardan daha az içgüdülere sahip olmasını ve bu
birkaç içgüdünün bile kolaylıkla yanlış yola saptırılabilmesini açıklar.
Örneklersek, bir erkeği cinsiyet güdüsünün tatminine dönük olarak bir eşin
seçiminde içgüdüsel biçimde yönlendiren güzellik duygusu, yozlaşıp eş cinselliğe
yatkın hale gelince yanlış yola sapmış demektir. Benzer şekilde yumurtalarını
içgüdüsel olarak çürümüş ete yerleştirmesi gereken et sineği (Musca
vomitoria) onları
çürüyen kokusuna aldandığı için Arum dracunculusun tomurcuğuna bırakır.
Kayıtsız koşulsuz bir üreme
içgüdüsünün her türlü cinsel sevginin temeli olduğu, konunun daha yakından
yapılacak bir çözümlemesiyle ve kendimizi kolay kolay geri tutamayacağımız bir
çözümlemeyle doğrulanabilir. ÖNCELİKLE ÂŞIK OLAN BİR ERKEK, DOĞASI
GEREĞİ HERCAİ (kararsız, sebatsız, vefasız,
dönek, mütelevvin) BUNA KARŞILIK BİR KADIN, VEFAKAR OLMAYA EĞİLİMLİDİR.
BİR ERKEĞİN AŞKI BELLİ BİR DÖNEMDEN SONRA, YANİ TATMİNİNE ERİŞTİKTEN SONRA
HİSSEDİLEBİLİR DERECEDE AZALIR; NEREDEYSE BAŞKA HER KADIN ONU SAHİP OLDUĞU
KADINDAN DAHA FAZLA CEZBEDER, DEĞİŞİKLİĞİ ARZULAR, HALBUKİ BİR KADININ AŞKI
KARŞILIK GÖRDÜĞÜ ANDAN İTİBAREN ARTAR. Bunun sebebi, tabiatın türün
korunmasını ve olabildiği kadar büyük bir çoğalmayı hedeflemesidir. Erkek,
kolaylıkla bir yılda yüzden fazla çocuk yapabilir, halbuki kadın, ne kadar
fazla erkekle sevişirse sevişsin yılda (bir batında birden fazla çocuk dünyaya
getirme durumunu saymazsak) ancak bir çocuk dünyaya getirebilir. Bu sebepten
dolayı, bir erkek her zaman başka kadınları arzularken, bir kadın her zaman tek
bir erkeğe bağlı kalır. Zira tabiat onu içgüdüsel olarak ve farkında olmaksızın
doğacak çocuğu bakıp koruyacak olan erkeğin bakımıyla meşgul olmaya zorlar. Bu
nedenle evliliğe sadakat olgusu, erkek bakımından suni fakat bir kadın için
doğaldır. Dolayısıyla, evlilikte sadakatsizlik erkek için doğal bir durumken,
kadın için doğal değildir. Doğal olarak kadın bakımından zina, doğacak
sonuçlarından ötürü hem nesnel olarak hem de kadının tabiatına aykırı olması
nedeniyle öznel olarak, erkek için olduğundan çok daha bağışlanmazdır.
Ne var içi, karşı cinsten
aldığımız zevkin, ne kadar nesnel görünüyor olursa olsun, yine de kılık değiştirmiş
içgüdüden, bir başka söyleyişle, kendine özgü özelliklerini korumak için
mücadele eden türün duyusundan ibaret olduğunu yeteri kadar açığa kavuşturmak
ve bunda mükemmelen ikna edici olabilmek için bu konuda bizi etkileyip
yönlendiren düşünceleri daha yakından araştırmak ve felsefi bir eserde bu
ayrıntıları açıklamak sizlere biraz tuhaf gelecekse de, bunların ayrıntılarına
girmek zorunludur. Bu düşünceler aşağıdaki şekilde tasnif edilebilir: Doğrudan
türün tipini ilgilendirenler, yani güzellik; diğer fiziksel nitelikler ile
ilgili olanlar ve son olarak herkese göre değişen ve iki kişiden birinin tek
yanlı niteliklerinin ve sıradışılıklarının karşısındakinin üstünlükleriyle
zorunlu olarak düzeltilmesinden ya da bertaraf edilmesinden kaynaklananlar.
Şimdi bu mülahazaları sırasıyla ve ayrı ayrı ele alalım.
- Karşı cinse sevk eden nedenler
Seçimimizi ve eğilimimizi
yönlendiren ilk değer yaştır. Genel olarak adet görmenin başlamasından
adetin kesildiği döneme kadar olan çağı, yine de on sekiz ila yirmi sekiz
yaşlan arasındaki kadınları tercih ederiz. Bu yaş aralığının dışındaki
hiçbir kadın bizim için çekici değildir. Yaşlı bir kadın yani artık adet
görmeyen bir kadın bizde tiksinti uyandınr. Genç olup da güzel olmayan bir
kadın, bizi hala kendisine çekebilir. Nitekim, gençlikten yoksun bir güzelliğin
üzerimizde hiçbir etkisi yoktur. Açık ki, bizi burada yönlendiren farkında
olmadığımız amaç genel olarak üremenin olabilirliğidir. Bu yüzden her bir insan
teki, karşı cins için çekiciliğini, dölleme yahut gebe kalma için en uygun
dönemden uzaklaştığı nispette kaybeder.
İkinci
değer sağlıktır:
Ağır bir hastalık, geçici bir zaman için bizi irkiltebilir, fakat müzmin bir
hastalık, beden ya da akıl zayıflığı bizi uzaklaştıran bir etkendir, çünkü
bunlar soya çekim yoluyla çocuklara geçebilecektir.
Üçüncü
değer
kemiklerin yapısıdır ki beden yapısı türün ayırt edici biçiminin temelidir.
Yaşlılık ve hastalıktan sonra hiçbir şey bizi bozuk bir beden yapısı kadar
tiksindirmez hatta en güzel çehre bile bu kusuru telafi edemez, aslında onun
yanında, en çirkin çehre eğer iyi gelişmiş bir beden yapısına sahipse son
derece beğeniyle tercih edilebilir. Ayrıca kemik yapısının her türlü kusurlu
gelişimine karşı oldukça hassas bir yapıya sahibiz. Örneklersek, gelişmemiş,
kısa, bodur bir beden yapısı ve benzeri ya da sonradan geçirilmiş bir kaza
sonucu olmayan bir topallık hemen dikkatimizi çeker. Buna karşılık belirgin
biçimde güzel bir beden her kusuru telafi eder: Bizi kendimizden geçirir. Ve
bir de küçük ayaklara atfedilen büyük önem! Bunun nedeni ayağın büyüklüğünün
türün temel ayırt edici özelliklerinden biri olmasıdır. Zira hiçbir hayvan
insanınki kadar küçük bir bilek ve ayak tarağı bileşimine sahip değildir;
yürüyüşündeki dikliğin sebebi budur. Oysaki, o ayaklan üzerinde yürüyen bir
hayvandır. Hz. İsa ben Sirak da:
“İnce vücutlu ve güzel
ayaklı bir kadın gümüş oyukların içindeki altın sütunlar gibidir” der.
Dişler de önemlidir, çünkü beslenme için elzemdirler ve soya çekim yoluyla
çocuklara aktarılırlar. Dördüncü değer belli bir oranda tombulluktur, bir başka
deyişle, bitkisel işlevin, esnekliğin fazlalığı da seçimimizde önemli bir yer
tutar. Nitekim, bu özellik cenine bol besin sağlanabileceğinin bir işaretidir.
Bu yüzden aşın sıskalık, çarpıcı biçimde bizi uzaklaştırır. Tam gelişmiş bir
kadın göğsü, erkekler üzerinde fevkalade bir tesir icra eder; üremenin dişil
işlevleriyle doğrudan bir ilişki içerisinde bulunduğundan yeni doğan çocuğun
zengin biçimde beslenebileceğinin habercisidir. Beri taraftan, çok şişman kadınlar
da tiksintimizi uyandırır ki bunun sebebi, rahmin dumura uğramış olduğuna ve
kısırlığa işaret etmesidir. Bu, kafayla yani mantığımızla değil, tamamen
içgüdüyle bilinir.
Seçimimizi etkileyen son
değer güzel bir yüzdür. Burada da kemik parçalan, sair her şeyden önce dikkate
alınır. O kadar ki, neredeyse her şey güzel bir buruna bağlıdır; kısa basık
bir burun her şeyi bozar. Burnun hafifçe yukarı yahut aşağı eğikliği çoğu kez
birçok genç kızın hayat boyu mutluluğunu belirler ve bu da sebepsiz değildir,
çünkü tehlikede olan türün tipidir. Küçük bir çene kemiği sayesinde küçük bir
ağız, hayvanların ağızlarından farklı olarak insan çehresinin kendine özgü
ayırt edici özelliği olduğu için çok önemlidir. Çekik, deyiş yerinde ise,
kesilmiş bir çene özellikle iticidir, çünkü mentum prominulum
özel olarak türümüze özgü ayırt edici bir özelliktir. Son olarak güzel gözlerin
ve güzel bir alnın seçimimizde oynadığı role geliyoruz; bunlar anadan
aktarılmış olan ruhi ve özellikle zihni niteliklere dayanır.
- Kadınlar otuzbeş yaş ve çirkin erkekleri
neden sever?
Diğer taraftan seçimlerinde
farkında olmaksızın kadınları etkileyen nitelikler, doğal olarak bu kadar
kesin bir şekilde belirlenemez. Bununla beraber, kadınların tercih ettikleri
yaşın otuz ila otuz beş olduğunu söyleyebiliriz. Bu yaşlardaki erkeği, aslında
insan güzelliğinin en yüksek formu olan delikanlılara tercih ederler. Bunun
nedeni kadınları zevkin değil, bu belirli çağda üreme gücünün zirve noktasını
görüp tanıyan içgüdünün yönlendirmesidir. Genellikle kadınlar güzelliğe,
özellikle yüz güzelliğine pek fazla dikkat etmezler; çocuğa güzelliğini verme
işini sadece kendi üzerlerine almış gibidirler. Onları en başta baştan
çıkaran bir erkeğin gücü ve onunla atbaşı giden cesaretidir, çünkü bunların her
ikisi de güçlü çocukların dünyaya gelmesinin ve aynı zamanda onlar için güçlü
bir koruyucunun habercisidir. Bir erkekteki her fiziksel kusuru, tipin ayırt
edici özelliklerinden herhangi bir sapmayı bir kadın, çocuk söz konusu
olduğunda, eğer kendisi bu bakımlardan kusursuz ise ya da zıt yönde bunları
gölgeleyebilecek kadar mükemmel ise, ortadan kaldırabilir. Bunun tek istisnası
özel olarak erkeklere özgü dolayısıyla bir annenin çocuğuna kesinlikle
veremeyeceği niteliklerdir. Bunlar erkeklere özgü kemik yapısı, omuz genişliği,
dar kalçalar, düzgün bacaklar, kas gücü, cesaret, sakal ve benzeri şeyleri
içerir. İşte bu yüzden, bir kadın çoğu kez rastladığımız gibi çirkin bir
erkeği sevebilir, oysaki kusurlarını kendisi gideremeyeceği veya talafi
edemeyeceği için erkeksi olmayan bir erkeği asla sevmez. Cinsel
sevginin temelini oluşturan değerlerin ikinci kümesi manevi niteliklere
dayananlardır. Burada, bir kadının evrensel olarak bir erkeğin ruhunun
yahut kişiliğinin sahip olduğu karakteristik özelliklerle etkilendiğini
görürüz. Bunların her ikisi de babadan genlerle aktarılabilir.
- Kadınları etkileyen özellikler
Kadınlar, irade sağlamlığı,
kararlılık, cesaret ve belki de dürüstlük ve iyi kalplilikten büyülenirler.
Buna karşılık zihni-fikri niteliklerin kadınlar üzerinde doğrudan yahut
içgüdüsel bir gücü yoktur, bunun çok basit bir sebebi vardır; bunların babadan
devralman nitelikler olmaması. Erkekteki zekâ eksikliğinin kadınlara bir
zararı dokunmaz; doğrusu fevkalade bir zihni üstünlük, hatta deha, anormallik olarak
kadınlar üzerinde olumsuz bir etki bile doğurabilir. Bu sebepten ötürüdür
ki, kadınların sık sık budala, çirkin ve kaba saba bir erkeği iyi eğitilmiş,
zihni nitelikleri yüksek, nazik bir erkeğe tercih ettiklerini görürüz. Aşırı
derecede farklı mizaçlara sahip insanların sözgelimi kaba saba, güçlü kuvvetli
ve dar kafalı bir erkekle, ziyadesiyle duyarlı, ince düşünceli, kültürlü,
estetik beğeniye ve benzeri niteliklere sahip bir kadının ya da fevkalade
bilgili, görgülü ve dahi bir erkek ile kuş beyinli bir kadının, çok kere aşk
için evlenmelerinin sebebi işte budur:
“İşte
böyle sürükler adamı Venüs;
Ruhu
ve bedeni birbirine eşit olmayanları,
Götürür
tunçtan boyunduruğa vurur Ve sonra bir kenardan bakıp için için güler.”
Horatius,
Carmina 1, 33, 10.
Bunun sebebi, kadınların
zihinsel ve düşünce gücüyle ilgili değerlerle değil, bütünüyle başka bir
şeyden yani içgüdüden etkilenmeleridir. Kadınlar için evlilikte aranan
şey, zeki ve düşünceli bir insanla fikri bakımdan hoşça vakit geçirmek değil,
çocukların dünyaya getirilmesidir. Zira evlilik bir kafa birlikteliği değil,
gönül birlikteliğidir. Eğer bir kadın bir erkeğin zekasına âşık
olduğunu söylüyorsa, bu ya boş ve gülünç bir iddia ya da yozlaşmış bir abartı
ve yalandır. Diğer yandan bir erkek cinsel sevgisinde kadının kişilik
özelliklerinin etkisi altında kalmaz, bundan ötürüdür ki, sözgelimi
Shakespeare, Albrecht Dürer, Byron gibi nice Sokrates kendi Ksantippesi’ni bulmuştur.
Fakat burada zihni niteliklerin etkisi altında kalırız, çünkü onlar anneden gen
yoluyla aktarılmıştır. Yine de, onların etkileri kolayca, daha temel
hususlarla ilgili ve bu yüzden daha doğrudan bir etkisi olan fiziki güzellik
tarafından gölgelenir. Yeri gelmişken belirtelim ki bu ilk tesiri
hissetmiş yahut tecrübe etmiş olan annelerin, kızlarına daha fazla tercih
edilebilir hale gelebilmeleri için güzel sanatlar, yabancı diller ve benzeri
şeyler öğretmelerinin sebebi budur. Bu suretle onlar suni araçlarla kafalarının
içini doldurmayı umut ederler. Tıpkı bir zorunluluk haline geldiğini
düşündüklerinde göğüs kafeslerini ve kalçalarını da böyle dolduruyorlarsa.
Burada şu anlaşılsın
isteriz: Biz burada anlattıklarımızla sadece gerçek aşkın kendisinden
doğduğu söylenen doğrudan ve içgüdüsel olan cazibeden söz ediyoruz. Akıllı ve
eğitimli bir kadının, bir erkekteki kafa ve anlayış gücüne saygı duyması ve bir
erkeğin, inceden inceye düşünüp taşındıktan sonra evleneceği kızın kişiliğini
ölçüp tartması ve ona ilişkin bir değer vermesi bizim buradaki konumuzu
ilgilendiren meseleler değildir. Bu tür şeyler evlilikte mantık evliliği de
denen akla dayalı bir seçimi etkiler. Yani bizim burada kendimize konu
edindiğimiz ve betimlemesini yaptığımız tutkulu aşka söz geçiremezler.
- İnsan eksik olanı neden sever.
Buraya kadar sadece sonucu
belirlenmiş değerlendirmeleri, yani cinsel sevgide rol oynayan ve herkes için
geçerli olan değerlendirmeleri göz önünde bulundurdum. Şimdi ise kusurlu
olarak ortaya çıkmış türün, tipini düzeltmeyi ve ondan seçicinin kendi şahsında
zaten taşıdığı herhangi bir sapmayı onarmayı dolayısıyla tipin saf ve eksiksiz
biçimde yeniden ortaya konulmasına dönmeyi hedeflediği için her zaman
rastlanmayan görece değerlendirmelere geliyorum. İşte bu nedenle, her bir
insan kendisinde eksik ve noksan gördüğü şeyi sever. Bu göreli değerlendirmelere
dayalı olarak yapılan yani kişinin yapısını göz önünde bulunduran seçim, sadece
kesin değerlendirmelere dayalı olarak yapılan seçimden çok daha kesin, kararlı
ve sınırlayıcıdır. Bu nedenle, gerçek tutkulu aşkın kökeni kural olarak bu göreli
değerlendirmelerde yatar ve ancak aşkın sıradan evreleri ve önemsiz
temayülleri kesin değerlendirmelerden kaynaklanır. Dolayısıyla her zaman büyük
tutkuları ateşleme eğiliminde olanlar, güzelliklerinde hiçbir kusur bulunmayan
kadınlar değildir. Gerçek bir tutkulu duygunun doğabilmesi için önce, belki en
iyi şekilde kimyasal bir dönüşümle anlatılabilecek bir şeyin olması, yani bu
iki kişinin öz niteliklerinin, tıpkı asit ve alkalinin nötr bir tuza dönüşmesi
gibi, birbirini ortadan kaldırması icap eder. Bunun olabilmesi için aşağıdaki
koşulların gerçekleşmesi zorunludur.
Öncelikle
her cinsel istek tek yanlıdır. Bu tek yanlılık, bir kimsede bir
başkasından daha belirgin biçimde dışa vurulur ve daha yüksek bir derecede var
olur. Dolayısıyla bu tek yanlılık her bir kimsede karşı cinsten birisi
tarafından, bir başkasının yapabileceğinden, daha iyi tamamlanabilir ve ortadan
kaldırılabilir. Çünkü
o kimse, dünyaya gelecek yeni varlığın insanlık tipini tamamlamak için
kendisininkine zıt bir tek yanlılığa ihtiyaç duymaktadır. Zira her zaman her
şeyin kendisine doğru kendiliğinden eğilim içinde olduğu hedef bu yeni varlığın
yapısıdır. Fizyologlar, erkeklik ve kadınlık için sayısız derecelerin geçerli
olduğunu bilirler. Nitekim erkeklik tiksindirici olabilecek çift cinsel
organlı bireylere kadar düşebilir, kadınlık da zarif androgenlere kadar
yükselebilir. Her iki yandan da, iki cins arasında tam orta noktada
bulunduğundan her ikisine de sokulamayacak ve bu yüzden türün devamı için uygun
olmayan kimselerin bulunduğu tam erdişilik (der Hermaphroditismus: Her iki
cinsiyet organının aynı insanda bulunması.) noktasına ulaşılabilir.
Dolayısıyla burada sözünü
ettiğimiz bu birbirini bertaraf etme yahut etkisiz hale getirme için erkeğin
erkekliğinin belli bir derecesinin, kadının kadınlığının belli bir derecesine
tam karşılık gelmesi ve onunla tam olarak örtüşmesi gerekir ki her birinin tek
yanlılığı böylelikle tam olarak dengelenebilsin. Böylece, erkekliği baskın bir
erkek, kadınlıkça en güçlü olan kadını arzu eder ve terside ve yine bundan
dolayıdır. Herkes kendi cinsiyet derecesine tam karşılık gelen her kimse onu
arar. Şimdi burada, iki kişi arasındaki bu gerekli ilişkinin hangi ölçüde var
olduğu ya da ortaya çıktığı, bu iki kişi tarafından içgüdüsel olarak hissedilir
ve diğer göreli değerlendirmelerle birlikte, aşkın yüksek derecelerinin
temelinde bulunur. Bu yüzden âşıklar, birbirlerini nasıl buldukları ve ruh
uyumları hakkında duygulu ve dokunaklı biçimde konuşurlarken aslında sohbetin
can alıcı noktası büyük ölçüde dünyaya getirilecek varlık ve onun kusursuzluğuyla
ilgili uyumdur. Bu uyum çoğu kez evlilikten kısa bir süre sonra şiddetli bir
uyumsuzluk haline geliveren ruhlarının uyumundan çok daha önemlidir. Burada
işin içine, her bir kimsenin başkası aracılığıyla, kendi zayıflığını,
kusurlarım ve tür tipinden sapmalarını, dünyaya gelecek çocukta varlıklarını
sürdürmemeleri ve da gelişip mutlak anormalliklere dönüşmemeleri için ortadan
kardırmaya çalışmasına bağlı olan diğer göreli değerlendirmeler dahil olmaktadır.
Bir erkek kas gücü bakımından ne kadar zayıfsa, o ölçüde güçlü kuvvetli bir
kadını arzulayacaktır. Ve aynı şey kadınlar için de geçerlidir. Fakat kas gücü
zayıflığı kadınlar için doğal ve alışılmış bir şey olduğundan kadınlar, kural
olarak güçlü kuvvetli erkekleri tercih edeceklerdir. Bundan başka boy bos da,
tarafların seçiminde önemli rol oynayan değerlendirmedir. Ufak tefek
erkeklerin, iri yarı kadınlara karşı kararlı bir eğilimi vardır ve tersi.
Aslında ufak tefek bir erkekteki iri yan kadınlara karşı olan bu eğilim, eğer
kendisi iri yan bir babadan gelmiş ve ancak annesinin tesiriyle ufak tefek
kalmışsa çok daha tutkulu olacaktır; çünkü o, babasından büyük bir gövdeyi
kanla besleyebilecek damar sistemini ve enerjisini genetik olarak almıştır. Buna
karşılık eğer onun hem babası hem de büyük babası ufak tefekse bu eğilimi
kendisini daha az hissettirecektir. İri yarı bir kadın ile iri yan bir erkeğin
yıldızının barışmamasının temelinde doğan çok iri bir insan soyundan uzak durma
arzusu yatar: çünkü iri yan annelerin çocukları, annelerinin kendilerine
geçirebileceği kuvvet ile uzun süre yaşayamayacak kadar zayıf olacaklardır. Ne
var ki eğer böyle bir kadın, belki de toplum içerisinde daha saygın bir konuma
sahip olmak için iri yarı bir koca seçerse, büyük bir ihtimalle çocukları ömür
boyu bu kadının yapmış olduğu bu aptallığının cezasını çekecektir.
Yine aynı şekilde ten rengi
ile ilgili değerlendirmeler de seçimde çok belirleyici bir yer tutar.
Sarışınlar, kara yağız ya da esmer kimselerden hoşlanır; fakat bu sonuncular
evvelkileri nadiren tercih ederler. Bunun sebebi şudur: Sarı saç ve mavi göz,
tür tipinden bir sapmadır ve tıpkı beyaz fare veya kır at gibi neredeyse bir
anormallik oluşturur. Bunlar, Avrupa kıtası dışında dünyanın herhangi bir parçasının,
hatta kutup bölgelerinin bile doğal sakinleri değillerdir ve muhtemelen
İskandinav kökenlidirler. Sırası gelmişken beyaz derinin, insan yapısı için
doğal olmadığını, doğal olarak insanın tıpkı Hindu atalarımız gibi ya kara ya
da esmer bir deriye sahip olduğunu dolayısıyla beyaz insanın köken itibarıyla
hiçbir surette tabiatın döl yatağından çıkmadığını, gerçekte çok söz edilse de
beyaz insan diye bir şey olmadığını ve her beyaz insanın solmuş veya beyazlamış
bir deriye sahip olduğunu ifade etmeliyim. İnsan, kışın sıcak bir yer arayışı
içinde ancak egzotik bir bitki gibi yaşayabildiği yabancı bir dünyaya
sürülünce geçen binlerce yıl içerisinde beyazlaşmıştır. Bundan ancak dört
yüzyıl önce yurtlarını terk etmiş olan Hint yerlileri olan Avrupa çingeneleri,
Hindu ten renginden bizimkine nasıl geçildiğini göstermektedir. Bundan
dolayı, tabiat cinsel aşk aracılığıyla siyah saç ve kahverengi gözlere dönmeye
çalışmaktadır. Çünkü türün ilk ve asıl tipi bunlardır. Her ne kadar
Hinduların kara derisini bizim için itici ya da uzaklaştırıcı hale getirecek
kadar olmasa da, beyaz ten rengi ikinci tabiat haline gelmiştir.
- İnsan eksiğine karşı zayıftır ve
uzak durma eğilimi vardır.
Son
olarak herkes, vücudunun belli kısımlarındaki kusurlarını ve aksaklıklarını
düzeltmenin yolunu bulmaya çalışır ve kusur ne kadar belirgin ise onu düzeltme
yolundaki istek de o kadar büyüktür. Küt
ve ucu kalkık burunlu kimseler, bu yüzden gaga burunlu ya da papağan çehreli
kimselerden böylesine tarif edilmez biçimde hoşlanırlar, aynı şey vücudun diğer
bütün kısımları için de geçerlidir. Aşırı derecede uzun ve ince bir beden
yapısına sahip kimseler, bodur denecek kadar kısa kimselerin bedenlerinde
güzellik bulma eğilimini gösterirler. Huy ve karakterle ilgili değerlendirmeler
de, bu konuda insanların seçimlerinde benzer bir rol oynarlar. Herkes,
kendisinin tersi olan özelliklere sahip insanı tercih eder. Ancak istenmeyen
karakteristik özellikler ne kadar belirginse, bunun tersini isteme o ölçüde
fazla olur.
Bir
yönden kendisi gayet mükemmel olan kimse, bu bakımdan kusurlu olanın peşine
düşmez. Ama
onunla başka bir kimseden daha kolay bağdaşabilir, çünkü kendisi, doğacak
çocuğu bu bakımdan kusurlu olmaktan koruyacaktır. Örneklersek beyaz tenli bir
kimse, san derililerden nefret etmez, ama buna karşılık sarımtırak bir ten
rengine sahip kimse göz kamaştıracak kadar beyaz derili bir kimsede tanrısal
bir güzellik bulur. Bir erkeğin, belirgin biçimde çirkin olan bir kadına
âşık olması az rastlanır bir durumdur, fakat âşık olursa bunun sebebi aralarında
mevcut cinsiyet derecesi bakımından tam bir uyumun gerçekleşmesi ve kadındaki
bütün anormalliklerin, kendisinin tam zıttı bir başka söyleyişle
kendisininkileri düzeltici unsurları taşımasıdır. Bu gibi durumlarda aşk,
yüksek bir dereceye erişme eğilimindedir.
Kadının her bir beden uzvunu
düşünüp değerlendirirken erkek olarak gösterdiğimiz esaslı ciddiyet ve kadının
da kendi hesabına bizi değerlendirirken aynını göstermesi; hoşumuza gitmeye
başlayan bir kadını kılı kırk yaran bir gözle yoklamamız, seçimimizde
gösterdiğimiz kararsızlık ve huysuzluk, güveyin gelini seyrederken yaptığı
gergin dikkati, herhangi bir bakımdan yanılmamak için gösterdiği özen, temel
özelliklerdeki her aşırılık yahut eksikliğe atfettiği büyük önem, bütün bunlar
gözetilen amacın önemine tamamen uyum içerisindedir. Çünkü dünyaya getirilecek
çocuk, bütün yaşamı boyunca benzer özellikleri taşıyacaktır. Örneklersek, bir
kadında hafif bir belkemiği eğriliği varsa doğacak çocuğa bunun bir kamburluk
olarak geçmesi olasıdır. Bu her bakımdan böyledir. Doğal olarak biz bütün
bunların farkında olamayız. Tam tersine herkes bu dikkatli ve özenli seçimi,
kendi zevki için yaptığını zanneder. (oysa bu hiçte öyle değildir) bilakis o
kendi beden yapısının gerektirdikleri doğrultusunda (bundan dolayı kendi
şahsıyla uyum içinde olduğunu doğru olarak kabul etmemiz gerekir), bu seçimi
kesinlikle türün çıkan için yapar ve gözetilen asıl amaç mümkün olduğu ölçüde
türün tipini muhafaza etmektir.
Birey, burada farkında
olmadan daha yüksek bir şeyin yani türün çıkarma göre hareket eder. Bireyin
başka türlü hiç önemsemeyeceği şeylere böylesine önem vermesinin sebebi işte
budur. Farklı cinsten iki genç insanın ilk kez karşılaştıklarında, birbirlerini
farkında olmaksızın ciddi ve eleştirel biçimde bakıp süzmelerinde,
birbirlerine yönelttikleri araştırıcı ve nüfuz edici (derinlere işleyici)
nazarlarda ve sahip oldukları çeşitli özelliklerin maruz kaldığı dikkatli yoklamalarda
ilginç ve özel bir şey vardır. Bu araştırma ve çözümlemenin temsil ettiği şey,
bu iki kişi ve onların özelliklerinin harmanlanması sayesinde mümkün olacak
yeni varlığı, türün koruyucu ruhunun düşünmesinden (Meditatiorı des
Genius der Gatturıg) başka bir şey değildir. Onların zevklerinin ve
birbirlerini arzulamalarının büyüklüğü, söz konusu edilen bu düşünme
tarafından belirlenir (ya da bu düşünmenin sonucuna bağlıdır). Bu arzulayış ne
kadar yoğun olursa olsun, daha önce gözden kaçmış olan bir şey bu süreç
içerisinde gün yüzüne çıkarsa pekala birdenbire kaybolabilir.
Demek oluyor ki, türün
dehası yahut koruyucu ruhu, üreme kabiliyetine sahip olan herkeste gelecek
insan soyunu düşünmektedir. Bu insan soyunun doğası Eros’un uğraştığı büyük
iştir, o hep faaliyet halindedir, aklı her zaman meşguldür, her zaman gelecekle
ilgili düşünüp durur. Türü ve gelecek bütün nesilleri ilgilendiren bu büyük
işin önemiyle kıyaslandığında, bu büyük tablo içerisindeki genel gelip
geçicilikleriyle tek tek kişilerin (gönül) işlerinin pek bir ehemmiyeti
yoktur. Bu yüzdendir ki, Eros her zaman bunları hiç aldırmaksızın feda etmeye
hazırdır. Onun bu gelip geçici işler karşısındaki durumu ölümsüz bir varlığın
bir ölümlü, onun göz önünde bulundurdukları karşısındaki kişilerin önemli
olarak gördükleri şeyler ise, sonsuzun sonlu karşısındaki durumu gibidir. Sadece
kişinin mutluluğunu yahut mutsuzluğunu ilgilendirenlerden daha yüksek işleri
sevk ve idare ettiğinin farkında olan Eros, bunları yüksek bir kayıtsızlıkla
savaşın keşmekeşinin, iş yaşamının hengamesinin ortasında ya da bir veba
salgının insanları kırıp geçirmesi esnasında yürütür, hatta gerekirse bunları
manastırların inzivahanelerine kadar takip eder.
- Aşkın şiddeti ve acı tarafları
Aşkın şiddetinin
bireyselleşme ile birlikte arttığı anlaşılmış olmalıdır. Ancak, iki kişi
fiziksel olarak öyle bir yapıya sahip olabilir ki, türün mümkün en iyi tipini
aslına uygun olarak ortaya çıkarmak bakımından birinin diğeri için en özel ve
mükemmel tamamlayıcı olduğunu ve bu yüzden birbirlerini başka hiç kimse için
duyumsamayacakları ölçüde arzu edeceklerini göstermiştik. Böyle bir durumda,
tutkulu bir aşk doğar ve bireysel bir hedefe ve sadece ona yönelmiş olduğu için
başka bir deyişle türün özel hizmetinde ortaya çıktığı için derhal daha soylu
ve daha yüce bir görünüm kazanır. Diğer yandan, tek başına değerlendirildiğinde
yalın cinsel içgüdü iğrenç ve adi bir şeydir: Bireyselleşmediği için önüne
çıkan herkese yönelmiştir. Türü, niteliği pek dikkate almadan sadece safi bir
nicelik bağlamında korumaya çalışır. Tek bir kişi üzerinde yoğunlaşmış yani
bireyselleşmiş şiddetli bir aşk tutkusu öylesine yüksek bir noktaya erişebilir
ki, tatmin edilmedikçe bu dünyanın bütün güzel şeyleri, hatta yaşamın kendisi
bile tadını ve önemini kaybeder. Bu durumda aşkın şiddet ve harareti, başka
hiçbir şeyinkine benzemeyen bir arzu haline gelir; dolayısıyla her türlü
fedakârlıkta bulunacak ve eğer tatmini hiçbir türlü mümkün görünmez ise,
çılgınlığa hatta intihara bile götürebilecektir. Böylesine tutkulu bir aşkın kökeninde,
bu bilincinde olunmayan mülahazaların yanı sıra önümüze böylesine doğrudan
çıkmayan ya da gözümüze ilişmeyen başkaları da olacaktır. Bundan dolayı, burada
sadece bir beden yapısı uygunluğu değil, aynı zamanda babanın iradesi ile
ananın zekâsı arasında özel bir örtüşmenin bulunduğunu kabul etmemiz gerekir.
İrade ile zekânın örtüşmesi, uygunluk neticesindedir ki sadece onlar tarafından
son derece belirli bir varlık, “kendinde-şeyin” (“Ding an sich”) doğasında yer
aldığı için bizce bilinmeyen sebeplerden ötürü, varlığını türün koruyucu
ruhunun göz önünde bulundurduğu bir varlık olarak dünyaya getirmiş olur.
Başka bir şekilde ve daha
açık söylemek gerekirse, yaşama iradesi kendisini, kesin bir şekilde
belirlenmiş ve ancak bu belirli baba ile bu belirli ana tarafından dünyaya
getirilebilecek olan bir varlıkta nesnelleştirmek istemektedir. İradenin bu
metafizik arzusu, varlıklar dairesi içerisinde bu ateşli arzuyla kıskıvrak
yakalanmış olan gelecekte ebeveyn olacakların yüreklerinin dışında başka bir
faaliyet alanına sahip değildir. Şimdi onlar, halihazırda bütünüyle metafizik
bir amaca sahip olan, bir başka söyleyişle, gerçekte mevcut olan şeylerin alanı
dışında kalan şeyi kendileri için arzu ettiklerini zannetmektedirler. Diğer bir
ifadeyle, burada ilk kez mümkün hale gelen, doğacak canlının varlık alanına
girme noktasındaki ateşli arzusudur. Bu arzu, her varlığın temel ve asli
kaynağında vuku bulur. Kendisini fenomenler dünyasında geleceğin ebeveynlerinin
birbirlerine duydukları şiddetli sevgi olarak dışa vurur. Kendi dışındaki her
şeyi pek az dikkate alır. Aslında aşk, başka bir benzeri olmayan bir
yanılsamadır. Aşk, insanın dünyada sahip olduğu her şeyi gerçekte
kendisini başka herhangi birisinden daha fazla tatmin etmeyecek bir kadını
elde etmek uğruna feda etmesine neden olur. Burada asıl göz önünde
bulundurulanın, bu sahip olma olduğu, tıpkı diğerleri gibi bu yüce duygunun da
peşinde olduğu şeyi elde etmesiyle [muradına ermesiyle) birlikte elde etmiş
olanların büyük şaşkınlığı karşısında kaybolmasından anlaşılır. Sahip olma
duygusu, ayrıca kadının kısır çıkması nedeniyle (Hufeland’a göre, bu vücut
yapısındaki on dokuz kusurun sonucu olabilir) metafizik amaç gerçekleşmediğinde
de kaybolur gider. Nasıl ki, günlük hayatta içinde aynı metafizik hayat
ilkesinin var olmak için çabaladığı milyonlarca tohum ayaklar altında ezilerek
ziyan olup gidiyorsa; bu noktada yaşama iradesinin hizmetinde bir zaman, mekân
ve madde sınırsızlığının, dolayısıyla bitmez tükenmez bir fırsat ve imkan bolluğunun
olmasından başka bir teselli yoktur.
Burada açıklanan görüş,
kendisi tarafından bağımsız bir şekilde ele alınmamış ve benim izlediğim
düşünce yolu kendisine bütünüyle yabancı kalmış da olsa, öyle görünüyor ki
Theophrastus Faracelsus’un düşüncesinde, çok yüzeysel olmakla beraber, geçmiş
olmalı. O, farklı bir çerçeve içerisinde ve her zamanki dağınık üslubuyla
aşağıdaki ilginç sözleri söyler: ‘‘Hi sunt, quos Deus copulavit, ut earn,
quae fuit Uriae et David; quamvis ex diametro (sic enim sibi humana mens
persuadebat) cum justo et legitirno rnatrimonio pugnaret hoc ... sedpropter
Salomonem, qui aliunde nasci non potuit, nisi ex Bathseba, conjuncto David
semine, quamvis meretrice, conjunxit eos Deus (De vita longa i. 5). ”
Bütün çağların şairlerinin,
sayısız tarz ve biçimlerde dile getirdikleri ve tüketemedikleri gibi hakkını
da veremedikleri bu aşk arzusu, himeros; bu arzu ki bize belli
bir kadını elde etmemizin sonsuz mutluluk, kaybedilmesinin tarifsiz bir acı ve
mutsuzluk getireceğini düşündürtür. Bu arzu ve bu acı, malzemesini gelip geçici
bir insanın gereksinimlerinde bulamaz, bunlar tür ruhunun çırpınışlarıdır; o
burada ister elde edilişin ister kaybedilsin, başka hiçbir şeyle ikame
edilemeyecek amaçlarına ulaşmak için bir araç görmekte ve bunun için böylesine
derinden inleyip çırpınmaktadır. Sadece türün sınırsız bir ömrü vardır ve bu
nedenle sınırsız arzulara, sınırsız tatmine ve sınırsız acıya sahip olabilir.
Fakat bunlar, burada ölümlü insanoğlunun dar yüreğine hapsedilmiştir. O halde,
böyle bir yürek patlayacak gibi olursa ve içine dolan sınırsız neşeyi ya da
sonsuz kederi dile getirmek için uygun bir ifade bulamayacak olursa şaşmamak
gerekir. Demek oluyor ki, nitelikli aşk şiirlerinin malzemesini sağlayan kaynak
budur dolayısıyla o, dünyevi olan her şeyi geride bırakıp yüksek anlamlara
ulaşır. Bu Petrarca’nın konusu, St. Freux, Werther ve Jacopo Ortislerin
kaynağıdır; çünkü bu olmadan
onların hiçbiri ne anlaşılabilir, ne de açıklanabilir. Sevilen kimseye duyulan
bu sınırsız duygu seli ve hayranlık, hangi türden olursa olsun ondaki manevi
kusursuzluklara ya da genel anlamda gerçek nitelik ve üstünlüklere
dayandırılamaz. Çünkü seven kimse, Petrarca’nın durumunda olduğu gibi, çoğu
kez sevdiğini yeterince kadar tanıyamaz.
Sevilen kimsenin kendi
amaçlan için sahip olduğu değeri sadece türün ruhu bir bakışta anlayabilir. Ve
büyük tutkular da genellikle ilk bakışta doğar:
Kimi sevsem ilk bakışta benim
sevdiğim değil.
Shakespeare,
As You Like İt, III. 5.
Bu bakımdan Mateo Aleman’ın
iki yüz elli yıldan beri bilinen Guzmann de Alfarache isimli romanındaki şu
bölüm yeterince ilgi çekicidir:
(İnsanın
birine âşık olması için uzunca bir zamanın geçmesi, derin derin düşünüp bir
seçim yapması gerekli değildir, her iki tarafta da daha ilk bakışta belli bir
yakınlık ve uyuşmanın hissedilmesi ya da günlük dilde kanın kaynaması denilen
ve genellikle yıldızların özel bir tesirinin rolü olan şeyin gerçekleşmesi
yeterlidir).
III. Kitap II. Bölüm, c. 5 (a.g.e.)Bundan dolayı ortaya çıkan bir rakiple veya
vuku bulan bir ölümle sevilen kimsenin kaybı, tutkulu bir aşkla seven bir âşık
için bütün diğerlerini gölgede bırakan en büyük keder ve acıdır. Bu, onu bir
kişi olarak etkilemeyip, essentia aeternası içinde yani burada
özel iradesine ve hizmetine çağrıldığı türün yaşamı içinde, üzerine hücum
ettiğinden böylesine üstün ve sınırsız bir doğaya sahiptir. Kıskançlık, bu yüzden
bu kadar acı ve azap vericidir ve bu nedenle sevilen kimseyi bir başkasına
bırakmak zorunda kalmak fedakârlıkların en büyüğüdür.
Bir kahraman, nasıl ve hangi
türden olursa olsun duygularım ifade ederek, belli ederek zayıflığını
göstermekten utan. Duyar. Bunun tek istisnası aşkı için duygularını belli
ederek ağlayıp sızlamasıdır, çünkü burada sızlanıp yakaran o değil türün
kendisidir. Calderon’un Büyük Zenobia isimli
tiyatro eserinin birinci perdesinde Zenobia ile Decius arasındaki bir
sahnede, Decius şöyle demektedir:
“Tanrım,
demek beni seviyorsun
Bunun
uğruna binlerce zaferi feda edeceğim.
Döneceğim...Volvirame...
”
Bu durumda, bu zamana kadar
diğer her türlü değerlendirmelerden daha ağır basmış olan şeref ve haysiyet
düşüncesi, cinsel sevgi yani türün çıkarı oyuna dâhil olur olmaz ve kendisi
için açık ve tartışılmaz biçimde yararlı olacak bir şeyi fark eder etmez
sahnenin dışına sürülür. Türün çıkan, ne kadar önemli olursa olsun tek başına
bireyinkiyle karşılaştırılınca, sınırsız derecede daha önemli olduğu görülür.
Şeref, vazife, sadakat gibi yüce duygular, ölüm tehlikesi de dahil, diğer bütün
yoldan çıkarmalara karşı koyduktan sonra onun karşısında dayanamayıp yenik
düşerler. Benzer şekilde özel hayatta da dürüstlük ve titizliğe, bu noktada
başka hiçbir konuda olmadığı kadar seyrek rastlandığına tanık oluyoruz. Başka
türlü doğruluk ve dürüstlükten şaşmayan insanlar bile, burada zaman zaman
vicdanı kolayca bir kenara itiverirler ve tutkulu aşk, yani türün çıkarı onları
ele geçirdiğinde hiç çekinmeden büyük ihtirasla zina suçunu işleyiverirler.
Hatta öyle görünür ki, sanki tek tek bireylerin çıkarlarının
bahşedebileceğinden daha büyük bir hak ve yetkiyle hareket ettiklerinin
bilincinde olduklarına inanmış gibilerdir, çünkü burada türün çıkarına uygun
olarak hareket ediyorlardır. Bu anlamıyla Chamfort’un şu sözleri dikkate
değerdir: “Bir kadın ve bir erkek birbirlerine karşı şiddetli
bir tutku duyduklarında, bu ister bir koca, ister ana baba veya başka bir şey
olsun, mutlaka birbirini seven bu iki insanı ayıracak engeller de çıkacaktır,
ama onlar tabiat ve tanrısal yasa sayesinde birbirlerine aittirler, insanların
yasaları ve değer verdikleri ettikleri sair şeyler ne söylerse söylesin.”
Bu sözler
karşısında her kim öfkelenip kızmaya kalkışırsa kendisine, Kurtarıcı’nın
İncil’de zina nedeniyle infaz edilmek üzere olan kadına, aynı zamanda orada
bulunan hiç kimsenin böyle bir suçtan masum olmadığını kabul etmekle gösterdiği
yakınlık hatta düşkünlük hatırlatılmalıdır. Bu bakımdan Decameron’un büyük bölümü,
türün koruyucu ruhunu ayaklan altına aldığı tek tek kişilerin hak ve
çıkarlarını sadece alaya alması ve aşağılaması olarak görünür. Toplum
içerisinde insanların işgal ettikleri mevkiler ve benzeri türden bütün
koşullar, tüm değer yargılan, gözleri birbirinden başkasını görmeyen âşıkların
birleşmelerinin önüne engel olacak olursa türün ruhu tarafından aynı şekilde
hiç hesaba katılmaksızın bir kenara itilir ve bir ‘hiç’ muamelesi görürler:
Türün ruhu, sayısız kuşakları ilgilendiren amaçlarını takip ederken insanların
önem verdikleri yasalan yahut vicdanın doğurduğu tereddütleri tuz buz eder.
Kökü aynı derecede derinde
yatan sebeplerden ötürü, tutkulu aşkın amaçlan söz konusu olduğunda insan hiç
gözünü kırpmadan her türlü tehlikeye atılır, başka durumlarda korkak ve
yüreksiz olanlar bile burada aslan kesilirler. Keza oyunlarda ve romanlarda
aşklarının, yani türün çıkarının savaşını veren iki genç aşığın, sadece
bireyin gönenç ve mutluluğunu göz önünde bulunduran yaşlılara karşı zafer
kazanmasını aynı duygulan yürekten paylaşarak okuruz. Çünkü âşık bir çiftin
mücadelesi, tür bireyden daha önemli olduğu için bize başka her şeyden çok daha
önemli, zevk ve heyecan verici, dolayısıyla çok daha haklı ve meşru görünür.
Bu yüzden neredeyse bütün
komedilerin temel konusu olarak, amaçları peşinde koşan, ama sahneye çıkarılan
kişilerin şahsi çıkarlarının tam tersine ve mutluluklarını tehdit etmek
pahasına koşan türün koruyucu ruhunu görürüz. Genellikle amacına erişir ve
gerçek şiirsel adaletle uyum içerisinde seyirciyi tatmin eder, çünkü seyirci de
türün amaçlarının kişininkilere haydi haydi tercih edilmesi gerektiğini
hisseder. Bundan dolayı, perde kapandığında muzaffer sevgilileri gönül
rahatlığı içerisinde terk eder seyirci, çünkü onlarla kendi mutluluklarının
mimarları olduğu yanılsamasını paylaşır hâlbuki onlar bu mutluluğu
büyüklerinin iradesi ve basiretine karşı, türün yapmış olduğu seçim uğruna feda
etmişlerdir. Tek tük rastlanan sıra dışı komedilerde, konunun tersine
çevrilmesi ve türün amaçları pahasına kişilerin mutluluğunu sağlama yönünde girişimlerde
bulunulur; fakat burada seyirci türün koruyucu ruhunun çektiği acıyı hisseder
ve böylelikle kişilere sağlanmış olan faydalardan teselli bulup rahatlamaz. Bu
türün çok iyi bilinen örnekleri arasında şimdilik aklıma iki küçük piyes
gelmektedir: La reine de 16 ans ve Le mariage de raison.
- Trajik aşk hikâyeleri
Aşk konularını ele alan
tragedyalarda, türün hedefleri gerçekleşmediği için bu hedeflerin araçları
durumunda olan âşıklar genellikle birlikte can verirler, sözgelimi Romeo ve
Juliet, Tankred, Don Karlos, Wallenstein, Braut von Messina (Messina’nm Gelini]
ve daha pek çoğunda olduğu gibi.
Bir insanın aşkı, bizlere
çoğu kez komik, zaman zaman da trajik malzemeler sunar; çünkü âşık bu durumda
tür ruhunun etkisi altında olduğundan hem onun tarafından yönlendirilir, hem de
artık kendi kendisine ait değildir. Bu yüzden onun hareket tarzı, sıradan
insanın davranışlarıyla uyumlu değildir. Aşkın yüksek evrelerinde bir insanın
düşüncelerine böylesine şiirsel ve yüce bir nitelik, hatta aşkın ve doğaüstü
bir eğilim kazandıran ve böylelikle kişinin asıl maddi amacını gözden
kaybettiği izlenimini uyandıran şeyin temelinde yatan şey işte budur. Bundan
dolayı, âşık şimdi sadece kişileri ilgilendiren her şeyden sınırsız derecede
daha önemli olan tür ruhunun esinlediği ilhamla doludur ve bu ruhun özel
yönlendirmeleri yahut kılavuzluğu altında uzunluğu kestirilemeyen bir gelecek
kuşağın bütün varlığını bu özel ve kesin biçimde belirlenmiş doğayla ortaya
koymaya çalışır. Bu tabiat ondan sadece babalığı, onun sevdiğinden de sadece
analığı alabilir ve başka türlü varlık alanına bu haliyle asla erişemez,
hâlbuki yaşama iradesinin nesnelleşmesi de bu varlığı açıktan açığa talep eder.
Aşığı,
dünyevi olan her şeyin hatta bizzat kendisinin üzerine yükselten ve onun
maddi-fiziki arzularına doğaüstü bir kılıf uyduran şey, böylesine aşkın ve
sınırsız öneme sahip işlerle uğraştığı duygusudur. Bu öyle bir duygudur ki en
kaba, en sıkıcı insanın bile yaşamında aşk şiirli, büyüleyici bir hikâye
haline gelir. Zaman zaman komik bir boyut kazandığı da olur. Türde kendisini
nesnelleştirmiş olan iradenin buyruğu (ya da yüklemiş olduğu görev), aşığın
bilincinde kendisini, bu belli kadınla birleşmesinde bulunacak olan sonsuz
bir mutluluk öngörüsü yahut bu mutluluğun tasavvuru kılığında gösterir.
Dolayısıyla, aşkın en yüksek derecelerinde bu tuhaf serap, öylesine parlak ve
ışıltılı hale gelir ki ele geçirilemeyecek olursa yaşamın kendisi bütün
çekiciliğini kaybetmekle kalmaz, öylesine kasvetli, öylesine sahte ve tahammül
edilmez görünmeye başlar ki yaşamaktan duyulan bezginlik ve tiksinti ölüm
korkusunun bile üstesinden gelir. İş
bu noktaya geldiğinde, kişinin kimi zaman kendi eliyle yaşamına son vermesinin
sebebi de bu olur. Böyle bir kimsenin iradesi, türün iradesinin girdabına
kapılmıştır ya da bu sonuncusu kişinin iradesinin üzerinde kurduğu muazzam bir
hakimiyetle onu öylesine ele geçirmiştir ki, eğer böyle bir kimse ilkinin yani
türün iradesinin gerçekleşmesinde etkili olamazsa, sonuncusunda olmayı ciddiye
bile almaz. Bu durumda kişi, belirli bir obje üzerinde yoğunlaşmış türün
iradesinin sınırsız arzusunu taşıyamayacak kadar zayıf bir araç olur. İşte o
zaman tek çıkar yol, intihardır hatta kimi zaman iki sevgilinin beraberce
intiharıdır. Elbette, yaşamı korumak için tabiat müdahele edip ara yol olarak
çılgınlığı göstermezse, ki o zaman bu umutsuz durum, bilincin üzerine şalını
örter. Tek bir yıl bile geçmez ki yukarıda söylenmiş olanların doğruluğunu
ispat eden bu türden çeşitli vakalar gerçekleşmiş olmasın.
Ancak, sık sık trajik bir
sonuca yol açan sadece tatmin edilmemiş aşk tutkusu değildir, tatmin edilmiş
tutku da mutluluktan çok mutsuzluğa hatta daha da fazla mutsuzluğa yol açar.
Çünkü söz konusu kimsenin kişisel mutluluğuyla o kadar çok çatışmayı gerekli
kılar ki sonunda mutluluğun yerinde yeller eser, zira talep ettiği şeyler aşığın
içinde bulunduğu diğer koşullarla bağdaşmaz ve sonuçta bunlar üzerine kurulu
yaşam hayallerini yıkar. Hatta öyle olur ki aşk, çoğu kez sadece harici
koşullarla bağdaşmazlıkla kalmaz, aşığın kendi kişiliğiyle de çatışma
içerisinde kalır. Bu duygu cinsel ilişki olmasa aşığa sevimsiz, önemsiz, hatta
tahammül edilmez gelebilecek kimselere yönelmiş olabilir. Ne var ki, türün
iradesi kişinin iradesinden çok daha güçlü olduğu için âşık kabul edilebilir
bulmadığı bütün niteliklere gözlerini kapatır, kendisini sevdiğinden
uzaklaştırabilecek her şeyi görmezden gelir, önemsemez ve kendisini tutkusunun
yöneldiği amaca sımsıkı bağlar. Öylesine kabul edilmez biçimde bağlar ki türün
iradesi, tatmin olur olmaz ardında zor tahammül edilir bir hayat yoldaşı
bırakarak kayboluveren bu yanılsama yahut kuruntuyla gözleri ışığını kaybeder.
Çoğu zaman fevkalade zeki ve üstün niteliklere sahip kimselerin şirret ve iblis
kadınlarla evlendiklerini görür ve böyle bir seçimde bulunmanın onlar için
nasıl olup da mümkün olduğunu anlayamayız. İşte bunun izahı burada yatar. Ve
bundan dolayıdır ki eskiler, aşkın gözünün kör olduğunu söylemişlerdir.
Aslında bir aşığın sevdiği kimsenin kendisine mutsuzluk ve pişmanlıkla dolu bir
hayattan başka bir şey sunmayan huy ve kişilik özürlerini açıkça görüp keskin
biçimde fark etmesi mümkündür. Ancak tüm bunlar bile onun içini korkuyla
doldurmaz:
Ne soru
soruyor ne merak ediyorum,
Gönlümde
günah var mı?
Ne olursan
ol,
Seni
sevdiğimi biliyorum.
Çünkü o, aslında kendi
çıkarma değil, dünyaya getirilecek olan üçüncü bir kişinin çıkarına hareket
etmektedir (ya da ona ait şeylerin peşinde koşmaktadır), her ne kadar o kendine
ait işlerin peşinde koştuğu yanılsamasına kapılmışsa da. Fakat tutkulu aşka
aynı zamanda yüce bir hususiyet kazandıran ve onu şiirin vazgeçilmez bir konusu
haline getiren de, bir kimsenin kendine ait işlerin peşinde koşmamasıdır ki bu
her yerde yüceliğin ayırt edici belirtisidir, (der Stampel der GröBe). Son
olarak bir insan, tutkulu bir aşk ile sevdiği kimseye aynı zamanda nefretin en
koyusunu da duyabilir. Bundan dolayıdır ki Platon, aşkı kurt ile kuzu
arasındaki ilişkiye benzetmiştir (Phaidros 241 D), Bunun diğer bir örneği,
tutkulu bir aşığın sevdiği kimseden bütün emeklerine ve yalvarmalarına karşın
hiçbir durumda güler yüz göremediği zaman ortaya çıkar:
Onu seviyor ve ondan nefret
ediyorum.
Shakespeare,
Cymb. III. 5.
Sevilen kimseye karşı
duyulan nefret, zaman zaman o kadar ileri bir noktaya varabilir ki âşık önce
sevdiğini öldürür, ardından da kendi canına kıyar. Bu türden örnekler
gazetelerde neredeyse her yıl gözümüze çarpmaktadır. Bundan dolayı Goethe haklı
olarak der ki:
Hor
görülmüş bütün aşklara, o cehennemi şeye, Bilsemki daha kötüsü var, yemin
ederim ona.
Könntel”
Bir âşık, sevdiğinin
kendisine yüz vermemesini, nazını ve hor görmesini zalimlik olarak
nitelendirirse, ki bunlar onun acılarını besleyen şeylerdir. Bunda asla gerçek
anlamda bir abartı yoktur, çünkü o böceklerin içgüdüsüyle akraba olan bir
dürtünün etkisi altındadır. Bu dürtü onu bütün makul sebeplere karşın kayıtsız
şartsız amacını takip etmeye ve diğer her şeyi gözardı etmeye zorlar: Hiçbir
âşık bu doğal yönelimden kendisini kurtaramaz. Karşılığını alamayarak aşkının
ateşini bütün hayati boyunca ayaklarında demirden bir pranga, yahut kurşundan
bir halka gibi sürüklemek zorunda kalan ve ıssız ormanlarda derin iç çekişlerle
kendi kendine hayıflanıp duran bir değil bir sürü Petrarca
vardı. Ne var ki, şiir
söyleme kabiliyeti olan sadece bir tek Petrarca vardır. Bu yüzden Goethe’nin
şu güzel dizeleri onu için de geçerlidir:
"Und wenn
der Mensch in seiner Quaal
verstummt,
Gab mir
ein Gott, zu sagen, wie ich leide. ”
[Acılar
içindeyken, insan ağzını açamazken, bir tanrı duyduğum kederi dile getirme gücü
verdi bana.]
Aslında türün ruhu (Genius
der Gattung), tek
tek kişilerin koruyucu ruhlarıyla (Genien der
Individuen) sürekli
savaş halindedir; onların takipçisi ve düşmanıdır, her zaman kişisel mutluluğu
acımasızca yok etmek için hazır bekler, çünkü o kendi amaçlarını gerçekleştirmenin
peşindedir hatta bütün ulusların refah ve mutluluğu bile zaman zaman onun keyfi
isteklerine kurban edilmiştir. Bunun bir diğer örneği, Shakespeare’in
VI. Henri
[VI
Henıy, III. Bölüm, İV. Perde, 2. ve 3. Sahne] adlı oyununda görülür. Bütün bunlar,
varlığımızın kökü kendisinde yattığı için türün üzerimizde bireyinkinden daha
yakın ve daha öncelikle bir talebi olmasına dayanır. İşte bundan dolayıdır ki
türün işleri tek tek kişilerin işlerinden çok daha önemli ve önceliklidir.
Bunun farkında olan eskiler, türün dehasını, çocuksu görünüşüne karşın, kötü
niyetli, gaddar, acımasız ve bu yüzden kötü şöhretli bir tanrı; huysuz ve zorba
bir daimon, yine de tanrıların ve insanların efendisi olan Eros’ta
kişileştirmişlerdir.
Sen tanrıların ve İnsanların
efendisi Eros!
Euripides, Andromeda.
Ölümcül ve tam hedefine
isabet eden vuruşlar, körlük ve kanatlar Eros’un ayırt edici nitelikleridir.
Sonuncusu kararsızlığı ve uçarılığı işaret eder. Genellikle sahip olmanın
neticesinde elde edilen doyumun hemen arkasındaki yanılsamayla birlikte kendini
gösterir.
Bu tutku, sadece tür için
değeri olan şeyi kişi için de değerli olarak göstermiş olan bir yanılsamaya
dayandığı için türün amacına erişildikten sonra bu yanılmanın etkisi hemen
dağılıverir. Kişiyi etkisi altına alan, türün ruhu onu yeniden serbest bırakır.
Bu ruh tarafından terk edilmiş olan kimse, tekrar ilk baştaki darlık ve yoksunluk
[sınırlılık) durumuna döner ve büyük bir şaşkınlıkla görür ki böylesine yüce,
kahramanca ve sınırsız bir çabadan sonra, zevki için geriye her cinsel tatminin
vereceği şeyin dışında başka bir şey kalmamıştır. Beklentisinin aksine,
kendisini eskisinden daha mutlu bulmaz. Türün iradesinin aldatmasının kurbanı
olduğunu fark eder. Bu yüzden genellikle muradına ermiş olan bir Theseus
Ariadne’sini terk edecektir. Eğer Petrarca’nın tutkusu tatmin edilmiş olsaydı,
şarkısı daha o dakikadan itibaren kesilirdi. Aynen yumurtalarını bırakır
bırakmaz kuşların cıvıl cıvıl ötüşünün kesilmesi gibi.
- Aşk evliliklerindeki gizli kalan
bilgiler
Burada yeri gelmişken şunu
da belirteyim; benim aşk metafiziğini en başta bu duygunun pençesinde olan
kişilerin hoşuna gitmeyecektir. Ancak durum, ne kadar böyle olursa olsun,
benim açıklamış olduğum temel gerçek onların bu duygularına yenik düşmemelerinde
ya da ona boyun eğdirebilmelerinde, başka her şeyden daha etkili olacaktır. Her
ne kadar genel olarak makul düşünce ve değerlendirmelerle karşısına
çıkılabilirse de. Fakat eski zamanların komedya şairinin şu sözlerinin
geçerliliği bakidir: Kendinde akıl olmayanı akılla yönetemezsin. (Terentius,
Eunuchus, v. 57-58)
Aşk
evlilikleri bireylerin değil, türün çıkarına uygun olarak yapılır. Söz konusu
bireyler böylelikle, en küçük bir tereddüt bile duymadan, kendi mutluluklarına
katkıda bulunduklarını zannederler; fakat onların gerçek amacı kendilerinin
tanımadığı, bilmediği ve ancak onlar sayesinde mümkün olabilecek yeni bir
varlığın dünyaya getirilmesinde gizli olan bir amaçtır. Bu amaçla bir araya
getirilmiş olan erkek ve kadının, bundan böyle bu birlikteliklerini mümkün
olduğu kadar sürdürmeye çalışmaları gerekir. Fakat sık sık tutkulu aşkın özü
olan bu içgüdüsel yanılsamanın bir araya getirmiş olduğu iki insan başka bakımlardan
çok farklı yaradılışta olurlar. Bu kuruntu yahut yanılsama ortadan kalktığı
zaman söz konusu farklılıklar açığa çıkar. Sonuçta, er ya da geç olacak olan
budur.
Aşk
evliliklerinin çoğu kez mutsuzlukla sonuçlanmasının sebebi budur, çünkü
birbirine âşık olan bu insanlar aracılığıyla esas göz önünde bulundurulan,
üzerine titrenilen şey, var olan jenerasyonun zararına, gelecek jenerasyonun
yararınadır.
"Quien
se casa por amores, ha de vivir con dolores ” (Her kim aşk için evlenirse
sonu hiç çare yok, hüsrandır onun) der bir İspanyol atasözü.
Evlenecek çiftin rahat bir
hayat sürmesini her şeyin önünde tutarak ve genelde anne babanın onayı alınarak
yapılan evliliklerde durum bunun tam tersidir. Burada hakim olan düşünce ve
değer yargıları, hangi türden olursa olsun hiç olmazsa gerçektir ve
kendiliklerinden ortadan kalkmaları mümkün değildir. Ancak, onlar aracılığıyla
var olan jenerasyonun mutluluğu, gelecek jenerasyonun zararına olarak
kesinlikle göz önünde bulundurulur. Bu doğrudur, bu evliliğin akıbeti ancak
zaman içerisinde anlaşılacaktır.
Evliliğinde karşı cinse
duyduğu temayülün tatmininden ziyade parayı düşünen insan, türden (türün
çıkarından) çok bir birey olarak kendi (çıkarı) için yaşar; bu hakikatin tam
zıttı bir durumdur. Bu nedenle doğal olana aykırıdır. Belli bir küçümse duygusu
uyandırır. Anne babasının verdiği öğütlere rağmen zengin, üstelik hala
genç olan bir erkekle evlenmeyi, rahat bir hayat sürmeyle ilgili her türlü
değerlendirmeyi bir tarafa bırakarak, sırf kendi içgüdüsel eğilimine uygun bir
seçim yapmak için reddeden bir genç kız, kendi ferdi mutluluğunu tür uğruna
feda ediyor demektir. Fakat bir kimse sırf yaptığı böyle bir tercih
yüzünden kınanmayı hak etmez, çünkü o genç kız, en önemli olanı tercih etmiş ve
tabiatın (daha doğrusu türün) ruhuyla hareket etmiştir. Ancak anne babası ona
bireysel bencilliğin ruhuyla öneride bulunmuşlardır. Bütün bunların sonucu
olarak bir evlilik söz konusu olduğunda, kişinin ve türün çıkarları sanki bir
savaş alanı içerisindedir. Nihayetinde birinden biri mutlaka yenik düşerek
alanı terk edecektir. Gerçekten de genel olarak durum bu merkezdedir; çünkü
rahat bir hayatla tutkulu aşkın bir arada bulunması ancak en nadir ve en mutlu
kaza sayesinde mümkün olabilmektedir. Çoğu kimsenin doğasındaki maddi, manevi
ya da zihinsel kusur, bir ölçüde temelini evliliklerin safi seçim ve eğilimden
ziyade her türlü harici değerlendirmelerin ve raslantısal koşulların bir sonucu
olmasında bulmaktadır. Bununla beraber rahat bir yaşamın yanı sıra eğilimin de
belli bir ölçüde gözetilmesi durumunda deyim yerinde ise burada türün koruyucu
ruhuyla bir uzlaşmaya varılmış demektir. Pek iyi bilindiği üzere mutlu
evliliklere nadir rastlanır, bunun nedeni bizzat evliliğin özünde yatar, çünkü
evlilikte asıl gözetilen amaç şimdiki değil, gelecek jenerasyondur.
Ancak şefkatli, sevgi dolu
insanları teselli etmek için izin verin şunu da ekleyeyim: kimi zaman tutkulu
cinsel sevgi kendisini bütünüyle farklı bir kökene sahip bir duyguyla,
karakter uyumuna dayalı gerçek dostlukla bağdaştırır. Ne var ki bu sözünü
ettiğim duygu, büyük ölçüde ancak gerçek cinsel sevgi tatmin edilip de
ortadan kalkınca görünür hale gelir. Bu dostluk, o zaman genellikle bu iki
kişinin dünyaya gelecek çocuk bakımından birbirlerini tamamlayan ve birbirleriyle
örtüşen maddi, manevi ve zihni niteliklerinin ki cinsel sevgi buradan doğar, bu
kişilerin kendileri söz konusu olduğunda da, birbirleri karşısında tamamlayıcı
bir tarzda zıt karakter nitelikleri ve zihinsel üstünlükler olarak
durmasından, dolayısıyla bir karakter uyumunun temelini oluşturmasından kaynaklanacaktır.
Burada ele alınmış olan cinsel aşkm metafiziği, genel metafizik görüşle
yakından ilgilidir. Metafizik anlayışın bu konuya tuttuğu ışık aşağıdaki gibi
özetlenebilir:
Bir
insanın cinsel güdüsünü tatmin için yaptığı ve tutkulu aşka kadar ulaşan
dikkatli, itinalı sayısız seçimlerinin, insanın gelecek neslin özel yapısının
şekillenmesine duyduğu yüksek derecede ciddi ilgiye dayandığını görmüştük. Şimdi, bu fevkalade ilginç
ilgi daha önceki bölümlerde ileri sürülmüş olan şu iki gerçeği doğrulamasıdır:
Birincisi, insanın gerçek özünün yani
doğasının yok edilmezliğidir, çünkü o gelecek jenerasyonlarda yaşamaya devam
eder. Böylesine canlı ve arzulu olan ve düşünme ve yönelmeden değil, fakat
gerçek doğamızın en derin karakteristikleri ve eğilimlerinden doğan eden bu
ilgi, insan mutlak anlamda gelip geçici bir varlık olmuş ve zaman içinde yerini
kendisinden gerçekten ve bütünüyle farklı olan bir soy doldurmuş olsaydı,
böylesine kökü kazınmaz biçimde var olamaz ve insan üzerinde böylesine büyük
bir etki oluşturmazdı.
İkincisi
ise,
insanın gerçek doğasının bireyden ziyade ait olduğu türde saklı olduğudur.
Türün özel tabiatına duyulan ve gelip geçici olan ilgi ya da eğilimden ciddi ve
ateşli tutkuya kadar her türlü aşkm kökü durumundaki bu bağ, herkes için
gerçekten en yüksek ve en önemli bağdır, başarısı yahut başarısızlığı onu en
derin biçimde etkiler; bu yüzdendir ki ona gayet yerinde olarak gönül ilişkisi (die
Herzensangelegenbeit) denmiştir.
Ayrıca bu bağ, kendisini güçlü ve kararlı bir şekilde hissettirdiğinde sadece
bir insanın kendi şahsını ilgilendiren her şey bir kenara bırakılır ve kaçınılmaz
olarak ona feda edilir. O zaman insan, türün kendisine bireyden daha yakın
olduğunu ve sonuncuya göre birincide çok daha doğrudan yaşadığını gösterir.
Öyleyse bir âşık,
sevgilisinin her bakışma ve dönüşüne neden kendisini böylesine kayıtsız
şartsız adar ve onun için her türlü fedakârlığı yapmaya hazırdır?
Çünkü onu içindeki ölümsüz
yan arzular; diğer her şeyi arzulayansa onun sadece ölümlü tarafıdır. Belli
bir kadına duyulan bu keskin ve yoğun arzu bu yüzden varlığımızın özünün yok
edilmezliğinin ve onun türde devamının doğrudan bir teminatıdır.
Fakat bu sürekliliğe önemsiz
ve yetersiz bir şey olarak bakmak, türün sürekliliğini düşünürken sadece
kendimize benzeyen, fakat hiçbir surette bizimle aynı olmayan gelecek
jenerasyonların mevcudiyetini düşünmemizden kaynaklanan bir yanılgıdır. Ve bu
da, yine dışarıya yönelmiş bilgiden yola çıkarak türün en iç doğasını değil
(burada onu algıyla kavrarız) sadece harici biçimini dikkate almamızdan
kaynaklanır. Fakat onun nüvesi olarak bilincimizin temelinde yatan da, bu iç
öz yahut tabiatın ta kendisidir. Bu yüzdendir ki bilincin kendisinden daha
doğrudan ve dolayımsızdır ve “kendinde şey” olarak principium
individuationis’ten (bireyselleşme ilkesi) bağışık olduğundan, ister aynı
zamanda ister farklı zamanlarda var olsunlar, gerçekte bütün kişilerde aynıdır.
- Aşk-İrade ilişkisi
O halde bu bir yaşama
iradesidir. Dolayısıyla yaşamı ve sürekliliği böylesine ateşli bir şekilde
arzulayan şeydir ve bundan dolayı o ölümden kurtulmuştur ve ölüm onu hiçbir
şekilde etkilemez. O, mevcut durumundan daha iyi bir duruma erişemez
dolayısıyla nerede hayat varsa, kişilerin sürekli olarak onun için ıstırap
çekmesi ve mücadele etmesi kaçınılmazdır. Onu, bundan kurtarmak ancak yaşama
iradesinin inkârıyla mümkündür, kişinin iradesi bu sayede türün gövdesinden
kurtulur ve onda var olmaktan vazgeçer. Bundan sonra olacak olanlarla ilintili
olarak herhangi bir fikre sahip değiliz. Aslında böyle fikirler için gerekli
veriler de elimizde yoktur. Onu, ancak yaşama veya yaşamama iradesi olarak “Özgür
bırakılan” bir şey olarak tarif edebiliriz. Budizm bu son durumu Nirvana
sözcüğü ile ifade eder. Bu haliyle o, her türlü insani bilgi için ebediyen
erişilmez kalacak bir konudur.
Eğer bu son düşünceden
hareketle yaşam karmaşasına bakacak olursak, herkesin onun ihtiyaçları ve
sefaletiyle uğraşıp durduğunu, onun sonu gelmez gereksinimlerini tatmin etmek
ve çok çeşitli acı ve kederleri defetmek için bütün güçlerini son noktasına
kadar kullandıklarını, ne ki bunun karşılığında bu azap ve işkence
içerisindeki bireysel varoluşun kısa bir zaman aralığı için korunmasından başka
bir şey ümit etmediklerini görürüz. Ancak, bütün bu karmaşanın ortasında iki
sevgilinin birbirlerine arzuyla bakan gözlerini görürüz. Ancak, her şeye rağmen
bunlar, neden böylesine gizli, çekingen ve kaçamaklı bakışlardır? Çünkü bu
âşıklar bütün bu sefalet ve karmaşayı sürdürmek için gizlice çalışan
hainlerdir. Aksi takdirde bu, başka türlü çok çabuk bir sona erişirdi.
İşte onlar bunu boşa çıkarmayı arzu etmektedirler, şayet kendileri gibi
başkaları da onu daha önce boşa çıkarmışlarsa.
Kaynakça
Arthur Schopenhauer, trc: Hasan İlhan Über
die Weiber (Parerga und Paralipomena II) Metaphysik der Geschlechtliebe (Die
Welt als Wille und VorstellungAşka ve Kadınlara Dair-Aşkın Metafiziği.
(İstanbul-2011).
ARTHUR SCHOPENHAUER’İN KADINLAR
HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ
Jouy’un kaleme aldığı şu
birkaç satırdan oluşan cümlesi,
“Kadınlar
olmasaydı dünyadaki yaşamımızın başlangıcı tam bir çaresizlik ve acziyet;
ortası zevkten mahrumiyet ve sonunda asla teselli olmazdı.”
değerlendirmelerime göre
kadınların gerçek övgüsünü Schiller’in
(kadınları yüceltmek için kaleme almış olduğu) daha dikkatli bir düşünmenin
ürünü ve karşıtlıklar içeren tarzı ve karşıtları kullanımı nedeniyle daha etkileyici
olan “Würde der Frauen” başlıklı şiirinden daha yetkin ve eksiksiz
biçimde dile getirir. Aynı şey daha romantik bir şekilde Sardanapalus’ta Byron tarafından dile getirilir:
İnsan yaşamı kadının göğsünden doğar
Onun
dudaklarından öğrenirsiniz söylediğiniz ilk ve küçük sözcükleri
İlk
gözyaşlarınızı silen de odur
Son
saatinde, erkekler kendilerine önderlik edene, zül sayarken, son nefesini
duyan da yine odur.
(Perde 1,
Sahne 2)
Bu iki bölüm kadınların en
doğru şekilde değerlendirilebilmesi için gerekli olan doğru bakış açısına
işaret eder.
Kadınların zihinsel olsun
bedensel olsun, büyük işler için yaratılmamışlardır. Bunu net bir şekilde
anlamak için görüntülerine bakmak yeterlidir. Onlar yaşamlarının çilesini
yaptıklarıyla değil katlandıklarıyla çekerler, (borçlarını doğum sancılarıyla,
doğurdukları Çocuğu bakıp büyütmeleriyle, sabırlı ve neşeli bir yoldaş (Eş)
olmaları gereken erkeğe karşı gösterdikleri itaatle öderler. En yoğun
ıstıraplar ve neşeler onların yapısına ve tabiatına uygun değildir. Onların
payına düşen büyük güç ve metanet gösterileri değildir; onların yaşamı
erkeğinkinden daha sakin, daha nazik, daha hafif-latif bir şekilde (daha az
önem taşıyarak), esas itibarıyla daha fazla mutlu ve daha fazla mutsuz
olmaksızın akıp gitmelidir.
- Kadınlar çocuklar gibi temiz
duygulara sahiptir.
Kadınlar, sahip oldukları
doğal yapılarına uyumun bir sonucu olarak ilk çocukluk dönemimizin bakıcıları
ve mürebbiyeleri gibi davranmaya yatkındırlar (bu işler için tam anlamıyla
uygundurlar), bunun tek nedeni kendilerinin çocuksu, uçan ve dar görüşlü olmalarıdır.
(tek kelimeyle onlar bütün yaşamları boyunca koca çocuklardır. Çocuk ile
gerçek anlamda bir insan olan yetişkin erkek arasında bir orta nokta, bir ara
aşamadırlar. Bakın görün bir genç kız, bir çocukla nasıl da oynar günler
boyunca, nasıl da dans edip şarkı söyler. Üstelik bunu hiç sıkılmadan yapar:
Sonra düşünün bir adam, eğer bu kız çocuğunun yerinde olsaydı, dünyada
düşünülebilecek en iyi niyetlerle ne yapardı veya elinden ne gelebilirdi?
- Kadınlar hayatın korunması için
kendilerini feda eder.
Tabiatın büyük gücü, konu
genç kızlar olduğunda, dramatik bir anlamda çarpıcı etki denen şeyi göz önünde
tutmuş gibidir; çünkü onları yaşamlarının kalanı pahasına, birkaç yıllığına
emsalsiz bir güzellik tam bir cazibe ve dolgunlukla donatır. Tabiat bunu öyle
bir şekilde yapmıştır ki, bu birkaç yıl boyunca bir genç adamın hayal gücünü ve
hatta hayal dünyasını kendilerine tutsak edebilirler. İşte bu tutsaklık,
yaşadıkları süre boyunca onların bakım ve gözetimini şu veya bu şekilde
üstlenmeyi onurlu bir iş bilerek peşlerinden koşturup duracak boyutlara erişir.
Eğer genç adam sadece mantığıyla hareket edip ve düşünüp taşınarak hareket
etmiş olsaydı, bu onu böyle bir adım atmaya sevk etmeye yetecek derecede uygun
bir güvenceyi temin eder görünmezdi. Dolayısıyla tabiat, kadınları bütün
yaratıklara yaptığı gibi, yaşamlarının korunması için (ne bir eksik ne bir
fazla) hizmetinde olacakları süre boyunca, gerekli olan silah ve teçhizatlarla
donatmıştır. Başka her yerde olduğu gibi burada da tabiat o hep bilinen
tavrıyla, yani aşın tutumlulukla hareket etmiştir. Nasıl ki, dişi karınca
birleşmeden sonra üreme amaçları için artık lüzumsuz, hatta tehlikeli hale
gelmiş olan kanatlarını kaybeder, bir kadın da bir veya iki çocuk doğurduktan
sonra güzelliğini büyük bölümü itibarıyla kaybeder ve muhtemelen aynı
sebeplerden ötürü...
- Kadınlar özel ihtiyacını her zaman
ikinci planda tutar
Genç kızların evle ilgili
olarak veya başkaca iş ve ilişkilere kalplerinde ikinci sırada, hatta safi şaka
yahut latife türünden bir şey olarak yer verdiklerini görürüz. Ciddi bir
şekilde dikkat ve emek sarf ettikleri tek şey, aşk, sevdikleri insanın gönlünü
kazanma yahut giyim kuşam, cilt bakımı, dans etme ve kısaca söylemek gerekirse
tüm bunlarla ilişkili olan her şeydir.
- Kadınlar erkekten daha çabuk
olgunlaşır
Bir şey ne derece soylu ve
mükemmel ise, onun olgunluğa erişmesi de o derece geç ve yavaş olur. Erkek,
zihinsel kavrama gücünün ve ruhi kabiliyetlerin olgunluğuna yirmi sekizinden
önce çok nadir olarak ulaşır; kadınlar ise, henüz on sekiz yaşlarında bu güce
sahip olurlar...
Fakat kadınların durumunda
bu çok zayıf ve dar sınırlar dâhilinde gerçekleşir. Bu sebepten ötürüdür ki
kadınlar, bütün yaşamları boyunca çocuk kalırlar, çünkü her zaman içinde bulundukları
ana sıkı sıkıya bağlı kalarak sadece kendilerine en yakın olanı, olmak üzere
olanı görürler, gerçek yerine bir şeyin görünüşüne teslim olurlar ve en önemli
işlere karşı önemsiz şeyleri tercih ederler.
- Erkek ve Kadınlar aklı kullanmada
farklıdır.
Erkek, akli melekeleri
sayesinde, hayvanlar gibi sadece içinde bulunduğu anda yaşamaz, fakat geçmiş ve
geleceği hep göz önünde bulundurur ve değerlendirmelerini buna göre yapar;
ihtiyat, basiret, bu denli sık karşılaştığımız kaygı, endişe ve tedirginlik
buradan kaynaklanır.
Erkeklere göre, kadınlar
daha zayıf bir şekilde yanlışı doğruyu ayırt etme gücüne sahip olmaları
nedeniyle, bunun beraberinde getirdiği üstünlükler ve sakıncalar da kadınlarca
daha az paylaşılır.
- Kadınların zaman kavramı sorunlar
içerir.
kadınlar zihni bakımdan dar
görüşlüdürler, (bir anlamda miyopturlar), Sezgiye dayalı kavrama güçleri
kendilerine en yakın olanı çok çabuk ve berrak bir şekilde algılarsa da, görüş
alanları çok dardır. Uzakta olan şeylere tam olarak açıklık getiremez.
Dolayısıyla, halen mevcut olmayan ya da geçip gitmiş veya gelecekte olacak
olan her şey onları erkeklerden çok daha az etkiler. Bu yüzdendir ki, aşırılık
ya da ölçüsüzlüğe daha büyük bir eğilim sergilerler ve öyle zamanlar olur ki
bu eğilim çılgınlık derecesine varır.
- Kadınlar geçim ve gelecek korkusu
içindedirler.
Kadınlar
doğalarının bir gereği olarak son derece savurgandır. Kadınlar içten içe, eğer
olabiliyorsa kocalarının sağlığında, ama her halükarda ölümlerinden sonra,
istedikleri gibi harcayıp rahatça yaşayabilmeleri için, erkeklerin para
kazanmak için yaratıldıklarını düşünürler. Kocalarının, kazandıkları paralan
evi çekip çevirmeleri ve idare etmeleri için onlara teslim ediyor olmaları
onların bu inançlarını pekiştirir.
- Kadınlar için şimdiki zaman
önemlidir.
Her ne kadar bütün bunlar
bir sürü sakıncayı beraberinde getiriyor ise de, şu faydası asla unutulmamalı
ve göz ardı edilmemelidir; kadınlar erkeklere nazaran daha fazla günceli
yaşarlar. Eğer içinde bulundukları bu an tahammül edilebilirse çok daha keskin
ve kararlı bir şekilde onun tadını çıkarırlar. Kadınlara özgü neşenin kökeni işte
budur. Onları erkekleri kötü düşüncelerini, karamsarlıklarını nötralize etmek,
eğlendirmek ve ihtiyaç duyulduğunda, hatta tasa ve endişe ile bunaldıklarında
erkeği teselli etmek için yapılandırırlar.
- Kadınların yargısı
Çok eski dönemlerde
Almanların yaptığı gibi, güç ve nazik meselelerde kadınlara danışmak hiçbir
surette hafife alınacak bir konu değildir. Çünkü kadınların meseleleri kavrayış
ve değerlendiriş şekli bizimkinden oldukça farklıdır. Bu, öncelikle bahis
konusu meseleye en yakın yolu tutmaları ve genellikle dikkatlerini en yakında
duran şey üzerinde sabitlemeleri nedeniyle böyledir. Buna karşılık biz erkekler
bir genel kural olarak, bunun hemen burnumuzun dibinde olması gibi basit
nedenden ötürü daha ötesine bakar, daha ötesini görürüz; o zaman yakın ve
basit bir görüş elde etmek için doğru bakış açısına doğru geriye çekilmemiz
gerekli hale gelir. Kadınların yargılarında, bizden daha gerçekçi ve telaşsız
olmalarının ve şeylerde gerçekten mevcut olan dışında hiçbir şey görmemelerinin
sebebi işte budur. Buna karşılık biz erkekler, eğer tutkularımız uyanmış ise,
nesneleri abartmaya yahut var olmayan şeyi hayal dünyamızda canlandırmaya
yatkınızdır.
- Kadınların yaratılışı incelikleri
yanında zayıflıklar içerir.
Kadınların, kaderin bir
cilvesi olarak tabiatları gereğince aciz düşenlere veya bir sorunu olanlara
karşı erkeklerden daha fazla müşfik ve sevecendirler. Hemen koruyucu pozisyon
alırlar. Böyle davranmalarının nedeni içinde bulundukları durumu duygusal
olarak daha fazla paylaşmalarıdır. Dolayısıyla aciz durumda olanlara daha yakın,
daha candan ilgi göstermeleri yine bu aynı kökene bağlanabilir.
- Kadınların adalet duygusu
kadınlar adalet, dürüstlük ve vicdanla
ilgili meselelerde erkeklerden daha aşağıdır. Burada da, yine konuyu
detaylarıyla kavrama ve değerlendirme yeteneklerinin zayıflığı nedeniyle
mevcut, sezgisel olarak algılanabilir ve gerçekliği hiçbir kuşkuya yer
bırakmayacak kadar açık olan şeyler, üzerlerinde daha büyük bir tesir icra
eder. Öyle ki soyut düşünceler ve değişmez düsturlarla, sarsılmaz kararlılıklar,
daha genel bir söyleyişle, geçmiş ve gelecek kabullenmeleriyle ya da o an
varlığı söz konusu olmayan ve uzakta olan bir takım şeylerin düşünceleriyle, bu
tesire karşı koymak neredeyse olabilirlik dışındadır. Bu anlamıyla doğal
olarak, erdemin ilk ve asli niteliklerine kuşkusuz sahiptirler, fakat onları
geliştirmek için zorunlu birer araç yahut vasıta olan ikincil niteliklerden
çoğunlukla yoksundurlar. Kadınların belki de bu bakımdan bir karaciğeri olup da
safra kesesi olmayan organizmaya benzediği söylenebilir. Burada yeri gelmişken
Abhandlung über das fundament der Moral (Ahlakın Temeli Üzerine Araştırmalar)
başlığını taşıyan analizimin 7-1. bölümünde söylediklerime özellikle
dikkatinizi çekmek isterim.
Yukarıda söylenmiş olanlar
göz önüne alınarak daha yakından bakılınca kadın karakterindeki temel kusurun “adalet
duygusu”ndan yoksunluk olduğu görülecektir. Bu esas itibarıyla daha önce
sözü edilmiş olan muhakeme kabiliyetindeki ve düşünme melekesindeki zayıflıkta
kaynağını bulur. Ancak aynı zamanda kısmen tabiatın onlara daha zayıf cins
olarak tahsis ettiği konuma kadar götürülebilir. Onlar, bu konumlan gereği
kuvvete değil fakat kurnazlığa bağımlıdırlar. Bu yüzdendir ki, içgüdüsel
olarak desise ve kurnazlığa yatkındırlar ve yalan söylemeye karşı iflah olmaz
bir anlayışa sahiptirler.
- Kadınlar erkeklerden daha
riyakardır.
Bunu şöyle açıklayabiliriz:
nasıl ki aslanlar pençeler ve dişleri, filler ve domuzlar azı dişleri, boğalar
boynuzlan, mürekkep balığı suyu bulandıran ve karartan mürekkebimsi sıvı ile
donatılmışsa tabiat, kadınları da kendi kendini koruması ve savunması için ikiyüzlülük
yahut riyakarlık yeteneğiyle donatmıştır. Tabiat, erkeklere fiziki güç ve
akli meleke biçiminde bahşettiği kabiliyetin tamamını kadınlara bu şekilde
bağışlamıştır.
İşte bu nedenle şunu
söyleyebiliriz, ikiyüzlülük yahut riyakârlık kadınlarda tamamen doğuştandır.
Bu olay neredeyse kurnaz kadının olduğu kadar ahmakların da ayırt edici
özelliğidir. Bundan ötürü, saldırıya uğradıklarında savunma silahlarına
başvuran hayvanlar için bu durum ne kadar doğal ise, kadınların da neredeyse
her fırsatta ve vesileyle riyakârlıktan ve ikiyüzlülükten yararlanmaları o
kadar doğaldır. Bundan yararlanırlarken belli bir ölçüde tamamen doğal olan
haklarını kullanmaktan başka bir şey yapmadıkları düşüncesi içerisindedirler. Bu
sebeple mükemmelen dürüst ve güvenilir, ikiyüzlülüğe yahut riyakârlığa yüz
vermeyecek bir kadın belki de düşünülemez. Yine aynı sebepten ötürü
başkalarındaki ikiyüzlülük yahut riyakârlığı bu kadar çabuk görüp fark ediverirler.
- Kadınlar ile erkekler tartışamaz.
İşte bu nedenle kadınlarla
bu konuda uğraşmak ve tartışmaya girmek önerilmez. İfade edilen bu temel kusur
ve onun beraberinde getirdiği her şeyden, sahtelik, sadakatsizlik, hainlik,
kadirbilmezlik ve benzeri gibi nitelikler ortaya çıkar. Bir adalet mahkemesinde
kadınlar, erkeklerden çok daha fazla yalan yere yeminden suçlu bulunurlar. Aslında
tabiatları gereği kadınların yemin etmelerine izin verilip verilmemesi konusu
genellikle sorgulanan bir konudur. Hiçbir şey istemeyen hanımların
dükkân tezgahlarından gizlice bir şeyler alıp aşırmaları zaman zaman her yerde
sık rastlanılır bir durumdur.
- Erkek kadına karşı hep tutkuludur
ve meftundur.
Tabiat insan neslinin
sürdürülmesi işi için güçlü kuvvetli, genç ve yakışıklı erkekleri göreve
çağırır; Bunun temel nedeni insan soyunun yozlaşmamasıdır. Bu,
tabiatın sarsılmaz iradesidir ve ifadesini kadınların tutkularında bulur.
Bundan daha eski yahut daha güçlü bir yasa yoktur. O halde, vay o erkeğe ki
talep ve çıkarlarını kadının karşısına çıkaracak, onun yolunu kesecek şekilde
ortaya koyar veya hak ve menfaatlerini onunla çelişecek ve çatışacak şekilde
sergiler. Çünkü ne yaparsa yapsın, ne söylerse söylesin ilk ciddi karşılaşmada
acımasızca ezileceklerdir. Zaten kadınların davranışlarına hâkim olan gizli,
telaffuz edilmemiş, hatta farkında olunmayan, ama asli ve doğalarından gelen
ahlaki ilke şudur:
“Bireylere,
yani bizlere çok az dikkat ederek türün üzerinde haklar elde etmiş olduklarını
düşünenleri aldatırken haklı ve kabul edilebilir sebeplerimiz vardır. Türün
içeriği ve oluşumu nedeniyle, mutluluğu bizim ellerimize bırakılmıştır ve bizim
dünyaya getirdiğimiz bir sonraki nesil (üzerinde elde ettiğimiz denetim)
aracılığıyla bizim özen göstericiliğimize ve koruyuculuğumuza emanet edilmiştir;
gelin ödev ve sorumluluklarımızı titizlikle yerine getirelim.”
Fakat kadınlar, asla ve
hiçbir şekilde bu temel ilkenin (in abstracto) soyut
anlamda bile olsa idrakinde değillerdir, onlar bunun ancak somut (in
concreto) bilincindedirler
ve bunu fırsat elverdiğinde hareket ettikleri tarzın dışında başka bir şekilde
ifade etme yolları yoktur. Dolayısıyla, vicdanları genellikle onları bizim
zannettiğimiz kadar sıkıntıya sokmaz, çünkü yüreklerinin en karanlık derinliklerinde
fert için duydukları ödev ve sorumluluklara karşı gelerek, üzerlerindeki talebi
kıyas kabul etmez derecede daha büyük olan türe karşı vecibelerini çok daha iyi
yerine getirdiklerinin idrakindedirler. Söz konusu meselenin daha ayrıntılı bir
tetkiki baş eserim Die Welt als Wille und Vorstellung’un (İradi ve Tasarım Olarak
Dünya) II. cilt, 44. bölümünde bulunabilir.
- Erkek, kadına her zaman muhtaçtır
Aslında Kadınlar tamamıyla
bir bütün olarak insan soyunun sürdürülmesi için vardırlar. Bu nedenle
kaderleri burada sona erdiğinden kaderleri varlık nedenleriyle özdeş
olduğundan genellikle bireyden ziyade tür için yaşarlar ve yüreklerinin
derinliklerinde bireyinkilere göre türün yani insan türünün iş ve meseleleri
daha derin bir yankı bulur (bunları daha ziyade ciddiye alırlar). Bu, onların
bütün varlıklarına, yaşamı algılama ve hareket tarzlarına belirli bir hafiflik
yahut uçarılık, genellikle esaslı biçimde erkeklerinkinden farklı olan belli
bir eğilim kazandırır. İşte, evlilik yaşamında bu kadar sık karşılaşılan ve adeta
normal bir durum haline gelen bir sürü anlaşmazlık ve uyumsuzluğu doğurup
geliştiren şey de budur.
- Erkekler kadınlar gibi kıskanç
olamaz. Kadınlar arasında kıskançlık daha fazladır.
Erkekler arasındaki hâkim
olan doğal duygu, safi kayıtsız kalmaktır. Buna karşılık kadınlar arasında bu,
gerçek düşmanlıktır. Bunun nedeni erkekler arasında odlum figulinumun
(mesleki kıskançlık yahut husumet], günlük iş ve ilişkilerle sınırlı olması
(onların özel ilgi ve çıkar birliğinin ötesine geçmemesi), fakat kadınlar
arasında bütün cinsi kucaklamasıdır, çünkü onların tek bir işi vardır. Hatta
sokakta birbirleriyle karşılaştıklarında birbirlerine sanki Guelphler (Uuelfo,
Papa yanlıları) ve Ohibellineler (Ghibbelino, Papa yanlılarına karşı
aristokratlar partisinin mensupları) gibi bakarlar. Ve iki kadının tanışırken
birbirlerine, iki erkeğin benzer bir durumda göstereceğinden daha büyük bir
ihtiyat ve riyakârlıkla davranmaları bilinen bir husustur. Bu yüzdendir ki,
iki kadın arasında iltifat ve takdir ifadelerinin değiş-tokuşu iki erkek
arasındakinden çok daha gülünçtür. (Ya da: “kaderleri onunla Özdeş olduğundan)
Ayrıca bir erkek kural olarak başkalarına, hatta kendisinden aşağı olanlara
bile, belli bir saygı ve insancıllıkla hitap ederken, yüksek tabakadan bir bayanın
kendisinden daha aşağı konumda olan birisine (sözünü ettiğim onun hizmetinde
olan birisi değil) hitap ederken, genellikle takındığı kibir ve sanki istemeye
istemeye yapıyormuş gibi tavır takınması tek kelimeyle tahammül edilmez
davranıştır. Bunun sebebi, muhtemelen kadınlar arasındaki sınıf yahut tabaka
farklılıklarının erkeklerin arasında olduğundan daha güvenliksiz, daha belirsiz
olmasıdır. Bunun bir başka nedeni de; erkeklerin durumunda hesaba katılması
veya değerlendirme konusu yapılması gereken yüzlerce şey varken, kadınlar için
bunun her zaman tek bir şeyden, yani erkeklerin beğenisini ve takdirini kazanma
isteği ve duygusundan ibaret olmasıdır. Bunlara ilaveten işlerinin tek yanlı
doğası nedeniyle erkeklere göre kadınların kendi aralarında daha yakın bir
ilişki içerisinde bulunmaları ve sınıf yahut tabaka farklılıklarını bu sebepten
ötürü daha belirgin ve göze çarpar hale getirmeye çalışmalarını da
sıralayabiliriz.
- Erkek arayan, kadınlar aranan
kısımdadır.
Tabiatları gereği bu bodur,
dar omuzlu, geniş kalçalı ve kısa bacaklı cinse, “cins-i latif’ ismini
verebilen sadece cinsel güdüleri nedeniyle mantığını yitirmiş yahut görüş ufku
bulutlanıp kararmış olan erkeklerdir, çünkü kadın cinsinin bütün güzelliği bu
cinsel güdülenmeye dayanır. Onlara, çekici ve güzel demek yerine estetikten
yoksun cins demek daha doğru olurdu. Ne müzik, ne şiir, ne de güzel sanatlar
için gerçek anlamda bir duygu ve duyarlığa sahiptirler; hoşça vakit geçirme
arayışlarına yardımcı olsun diye eğer böyle bir şeye soyunacak olsalar bu her
ne ise onu alaya yahut hafife almaktan asla öteye geçmez. İşte bu nedenle,
herhangi bir şeye tamamen temiz bir düşünceyle ve özel olarak, nesnel bir ilgi
gösterme yeteneğinden yoksundurlar. Bunun nedeni bana şu şekilde
görünmektedir: Bir erkek, şeyler üzerinde ya onları anlayarak yahut zorlayarak
doğrudan hakimiyet kurmaya çalışır. Fakat bir kadın, her zaman ve her yerde
dolaylı, yani bir erkek aracılığıyla hakimiyete yönelir; onun kurabildiği ya da
teşebbüs ettiği tüm doğrudan hakimiyetler sadece erkekle sınırlıdır.
Dolayısıyla, kadınların mizacında, doğalarının en derinlerinde her şeyi erkeği
elde etme aracı olarak görme düşüncesi köklüdür Başka herhangi bir şeye ilgisi
her zaman gerçekten uzak öykünme ve taklitten ibarettir. Sahte bir ilgidir.
Amaçlarına eriştirecek her şey, yosmalık, yapmacık ve kandırmacadan oluşan
dolambaçlı bir yoldan başka bir şey değildir. Nitekim, Rousseau
bile bu konuyu şu şekilde
ilan etmiştir:
Kadınlarda genellikle her hangi bir sanata yönelik
olarak sevgiye raslanmaz. Onlar herhangi bir şey hakkında doğru ve gerçek bir
bilgi sahibi değillerdir. Dehadan yoksundurlar.
(Lettre d’Alembert, not XX.).
- Kadınlar konuşur.
Görünen yüzeyin altına nüfuz
edebilen herkes bunun böyle olduğunu teslim etmek zorunda kalmıştır. Bunun
için kadınların bir konsere, bir operaya, bir tiyatro oyununa gösterdikleri
dikkat ve ilgiye bakmak yeterlidir (en büyük şaheserlerin en muhteşem bölümlerinde
çene çalıp gevezelik etmekten kendilerini alamamalarındaki çocukça saflık
sözgelimi. Antik Yunanlıların kadınları tiyatrolarına sokmadıkları eğer
doğru ise, bunda tamamen haklı olduklarını kabul etmek gerekir, çünkü en
azından böylelikle tiyatrolarında sessizlik hakim olur ve bir şey dinlemeleri
mümkün olurdu. Günümüzde taceat mulier in ecclesia (kadınlarınız kilisede
sessizce otursun ) İncilden(Korintoslular I 14:34) Devamı şöyledir.
“Çünkü onlara söz söyleme
izni yoktur. Ancak şeraite uysun ve yasaya tabi olsunlar. uyarısı yerine taceat mulier in theatro (kadınlar
tiyatroda sessiz dursun) ikazının konulması çok daha yerinde olurdu. Belki
böylece bu uyarı perdenin üzerine büyük harflerle kazınabilirdi.
- Kadınlarda yaratıcı düşünce
zayıftır. Sanatkârlar nadir çıkar
Eğer bütün kadın cinsinin en
seçkinlerinin güzel sanatlarda hiçbir zaman gerçekten hatırı sayılabilecek
kadar büyük, hakiki, özgün ve sahici olan hiçbir şey başaramadıkları ya da
hangi türden olursa olsun dünyaya kalıcı değere sahip hiçbir eser veremedikleri
düşünülürse, kadınlardan farklı hiçbir şey beklenilmemesi gerektiği kendiliğinden
anlaşılır. Fakat bu teknik, bizim olduğu gibi onların da imkân ve kabiliyetleri
çerçevesinde sayılan resim alanında en çarpıcı biçimde ortadadır. İşte bu
nedenle resim sanatında gerçekten çok çalışkan ve gayretlidirler. Hal böyle
iken, kadınlar resim sanatında yine de görülmeye değer tek bir büyük resim
ortaya koymuş değillerdir. Bunun tek ve basit nedeni resim sanatında böylesine
doğrudan gerekli ve vazgeçilmez unsur olan yaratıcılıktan ve düşünsel
nesnellikten mahrum olmalarıdır. Onlar asla öznel bir bakış açısının ötesine
geçemezler, bu her şeyde böyledir. Sıradan kadınların resim sanatına karşı
gerçek anlamda bir duyarlığa bile sahip olmamaları burada söylediğimiz sözlerle
uyumludur:
Çünkü “Tabiat bir türden diğerine yavaş yavaş gelişme
gösterir ve asla sıçrama yapmaz”
Huarte’nin üç yüz yıldan bu yanar şöhretinden hiç bir şey kaybetmemiş olan
ünlü kitabı, Examen de ingenios para las scienzias’ta kadınların yüksek kabiliyetlere
sahip olmadığını ileri sürer. Kitabının Önsözünde şöyle der:
Kadın beyninin doğal yapısı
akla ve öğrenmeye çok fazla yer ayırmaz. Kadınlar doğal karakterlerine uygun
olarak edebiyat ve bilginin her türünden uzak dururlar. Kadınlar yine
doğalarının gereği olarak derin zihinsel yeteneklere ulaşamazlar. Bizler onları
belli bir beceriksizlik ve işe yaramazlık havası içerisinde sadece basit ve
önemsiz şeyler üzerine çene çalarken gevezelik ederken görürüz.
Ve benzeri.
Tek tek bu tanımın
dışında kadınlara raslayabiliriz ancak münferit yahut kısmi istisnalar genel
kuralı değiştirmez; kadınlar, bir bütün olarak alınacak olursa, en su
katılmamış ve en onulmaz philisterlerdir(Zihinsel
kapatise düşüklüğü nedeniyle zihinsel her hangi bir ihtiyacı olmayan kişi.) ve öyle kalacaklardır.
- Kadınlar hırslıdır fakat yorulmak
bilmezler.
Kocalarının rütbe, makam ve unvanlarını paylaşmalarına izin veren
şu saçma uzlaşma yüzünden, kocalarının bitmek bilmez soysuz emellerine sürekli
bir uyarıcı, teşvik edici olurlar. Ve ayrıca onların philisterlikleri
nedeniyle, başını çektikleri ve hâkim rengini verdikleri modem toplum
çürümüştür. Toplum
içerisindeki sosyal konumlarının ve mevkilerinin belirlenmesi konusunda I.
Napoleon’un “Kadınların Mevkisi yoktur” düsturu doğru bir bakış
açısı ve ifade tarzı olarak kabul edilmelidir. Başka bir konuda Chamfort, çok
doğru ve haklı biçimde şunları söyler:
Kadın
beyninin doğal yapısı akla ve öğrenmeye çok fazla yer ayırmaz. Kadınlar doğal
karakterlerine uygun olarak edebiyat ve bilginin her türünden uzak dururlar.
Kadınlar yine doğalarının gereği olarak derin zihinsel yeteneklere ulaşamazlar.
Bizler onları belli bir beceriksizlik ve işe yaramazlık havası içerisinde
sadece basit ve önemsiz şeyler üzerine çene çalarken gevezelik ederken görürüz.
Onlar, sexus
sequiordurlar (ikinci
cins), birinciye göre her bakımdan daha aşağıda yer alırlar; zayıflıklarından
sakınılmalıdır (zayıflıklarına karşı ihtiyatla davranmak gerekir), fakat
kadınlara aşırı bir saygı ile davranmak tek kelimeyle komiktir. Bu şekilde
davranmak bizi onların gözlerinde küçük düşürür. Tabiat, insan soyunu iki
parçaya böldüğünde, çizgiyi tam ortadan çekmemiştir. Olumlu ve olumsuz, artı
ve eksi kutuplar arasındaki ayrım, kutupluluk ilkesine göre, sadece niteliksel
değildir. Aynı zamanda niceliksellikte içerir.
- Doğu ve batıda kadın hakkındaki
düşünceler
Eski dünyanın ve Doğu’nun
insanları, kadınları bu ışıkta görmüşlerdir; onlar kadınların gerçek konumunu
Fransızlara ait artık geçmişte kalmış ve eskimiş centilmenlik ve saçma saygı
fikirlerimizle (ki Hıristiyan-Töton budalalığının en yüksek ürünü budur)
bizden daha iyi tanıyıp takdir etmişlerdir. Bu (çağdaş) fikirler, onların daha
kibirli ve kurumlu olmalarına hizmet etmekten başka bir işe yaramamıştır. O
kadar ki onları bu halde görüp de kutsallıklarının ve dokunulmazlıklarının
farkında olduklarından kafalarına esen her şeyi yapabileceklerini düşünen
Benares’teki kutsal maymunları hatırlamamak olası değildir.
Fakat Batı’da kadın, daha
doğrusu “hanımefendi” kendisini bir fausseposition da (yanlış konum) bulur;
çünkü kadın, eskilerin daha doğru adlandırmasıyla sexus sequior’ dur (ikinci cins), saygı ve
takdir konusu olmaya, yahut başını erkekten daha yüksekte tutmaya ve onunla
aynı haklara sahip olmaya layık değildir. Bu yanlış konumun sonuçları
yeterince açıktır. Bu nedenle insan soyunun bu “iki numarası” eğer Avrupa’da
hak ettiği yere oturtulsa ve şu başbelası hanımefendi tekerlemelerine (ki bu
bizi sadece Asyalıların alay konusu yapmalarına ve hafifsemelerine yol açmakla
kalmayıp, aynı zamanda Yunanlıların ve Romalıların önünde de gülünç duruma düşürmektedir)
son verilmesi ziyadesiyle arzu edilir bir şey olurdu. Eğer bu başarılabilirse,
topluma ait olan, medeni ve siyasi ilişkilerimizin mevcut durumu olabildiğince
iyileşecektir. (Kadınları tahta varis olma hakkından mahrum eden) Sal Franklarının veraset yasasına lüzum
kalmazdı; bu lüzumsuz, bilindik bir söz kabul edilirdi.
Avrupalıların hanımefendisi,
aslında doğrusunu söylemek gerekirse asla var olmaması gereken bir yaratıktır:
O, ya bir ev kadını ya da kibirli ve kurumlu olmamak için ev kadını olmayı umut
eden bir genç kız olmalıdır. Her şeye karşın, uysal ve söz dinleyecek şekilde
yetiştirilmemelidir. Toplumun alt sınıflarında yer alan kadınların, bir başka
ifadeyle, bu cinsin büyük çoğunluğunun Doğu’da olduğundan daha çok mutsuz
olması Avrupa’daki hanımefendiler gibi yaratıklar var olduğu içindir. Lord
Byron bile bize şunları aktadır (Letters and Papers, der. Thomas Moore, C. II.
sh. 454):
“Antik
Yunanlılar döneminde kadınların durumu düşünülecek olursa, bu yeterlidir.
Şimdiki durum, şövalyeliğin ve feodal çağlarda yaşanan barbarlığının bir
kalıntısıdır. Kesinlikle sunidir ve doğal değildir. Onlar eve göz kulak
olmalıdır (yedirilip içirilmeli, giydirilip kuşandırılmalıdır) fakat topluma ve
toplumsal sorunlara karıştırılmamalıdır. Din konusunda iyi eğitim de görmeli,
ama ne şiir ne siyasetle meşgul olmamalı, din ve yemek kitaplarından başka bir
şey okumamalılar. Müzik, resim, dans Keza az biraz bahçecilik ve ara sıra da
çift sürme... Epirus ’ta yollan başarıyla tamir ettiklerini gördüm. Ne en aynı
zamanda ot biçme ve süt sağma olmasın?
- Kadın ve erkek eşitliği ve tek eşli
evlilikte görünen olumsuzluklar
Avrupa’da
geçerli olan kanunlar, kadını erkeğin dengi olarak kabul etmektedir.
Dolayısıyla bu yola yanlış noktadan başlamaktır. Tek eşlilik geçerlidir..
Evlenmek demek haklan bölüşmek, ödev yahut sorumlulukları ise ikiye
katlamaktır. Bu durumda, kanunlar kadınlara erkeklerle eşit haklar sunduğuna
göre, onlara aynı zamanda erkeklere özgü bir akıl gücü de kazandırmış
olmalıydı. Halbuki, kanunların kadınlara sunduğu imtiyaz ve payeler tabiatın
onlara titizlikle ölçüp biçerek taksim ettiği şeyi aştığı nispette, bu
imtiyazları gerçekten paylaşan kadınların sayısı da o ölçüde azalmaktadır.
Dolayısıyla geri kalanlar, diğerlerine tabiatın bağışladığından fazlası
verildiği kadarıyla doğal haklarından mahrum edilmektedir.
Çünkü tek eşliliğin ve ona
eşlik eden evlilik yasalarının kadınlara tahsis ettiği tabiat kanunlarının
tamamen zıttı olan bu ayrıcalıklı konum (bu sayede onlar her bakımdan
erkeklerin dengi olarak kabul edilmektedir, oysa hiçbir surette böyle
değillerdir ve yanlıştır) aklı başında ve basiret sahibi erkeklerin böylesine
haksız bir düzenlemeye büyük bir fedakârlıkta bulunmadan ve rıza göstermeden
önce bir hayli düşünmelerine (titizlenmelerine) neden olmaktadır. Ancak,
evlenecek durumda olup da evlenmeyenlerin sayısı çok daha fazladır. Bu
durumda olan erkeklerin hemen hepsi arkalarında çoğu kez kendisini geçindirecek
ekonomik imkânlardan yoksun ve kendi cinsi için uygun olan uğraşı kaybettiği
için her halükarda az veya çok mutsuz olan evlilik yaşı geçmiş kızlar
bırakmaktadır. Diğer taraftan, birçok erkeğin evliliğin hemen ardından
baş gösteren ve belki otuz yıl veya daha fazla bir zaman sürecek müzmin bir
hastalığı bulunan bir karısı vardır; bu durumda ne yapacaktır o? Bir başka
erkek için karısı artık çok yaşlı hale gelmiştir; bir üçüncüsü için karısının
iç dünyası şimdi ona karşı öfke ve nefretle dolmuştur. (Doğudaki durumun tam
tersi olarak) Avrupa’da tüm bu erkeklerin ikinci kadınla evlenmelerine izin
verilmez. Hâlbuki Asya ve Afrika’da durum kesin olarak böyle değildir. Tek
eşlilik kuramına rağmen güçlü kuvvetli ve sağlıklı bir erkek, her zaman cinsel
dürtüsünü hisseder... Haec nimis vulgaria et omnibus nota suni. (Ancak,
böyle şeylerin önemsiz olduğu herkesçe bilinir.)
Bu sebepten ötürü, çok evliliğe izin veren
uluslar arasında kadınlar mutlaka geçinmenin bir yolunu bulmaktadır. Hâlbuki
tek eşliliğin geçerli olduğu ülkelerde evli kadınların sayısı sınırlıdır
ve bir geçim yolu bulamayan kadınların sayısı artmaktadır; yüksek sınıfa mensup
olanlar hiçbir işe yaramayan kız kuruları olarak meraksız, heyecansız kupkuru
bir hayat sürmekte, aşağı tabakadan olanlarsa doğalarına uygun olmayan çok zor
ve iğrenç işler yapmaya mahkûm edilmekte ya da fahişeliğe zorlanmaktadır. Onları
onurdan yoksun olduğu kadar sevinçsiz ve neşesiz de olan bir hayat
beklemektedir. Fakat bu şartlar altında erkeklerin arzularını tatmin etmek için
bir gereklilik haline gelmektedirler. Bu durumda konumları açıkça, koca bulmuş
ya da bulmayı umut edebilecek derecede talihin kayırdığı diğer kadınları
yoldan çıkmaktan koruyacak ve toplum nezdinde kabul görmüş bir sınıf yahut
meslek olarak tanınmaktadırlar. İşte bu nedenle sadece Londra’da seksen bin
fahişe vardır. O halde, bu en korkunç akıbete böylesine koşarcasına
yaklaşmış olan bu kadınlar, aslında tek eşliliğin sunağına götürülen insan
kurbanlar değil de nedir?
- Kadınlar çok eşliliğe neden izin
vermezler?
Burada sözü edilen ve
böylesine mutsuz ve uğursuz bir konuma yerleştirilmiş kadınlar, kibir ve
kurumlarıyla, yapmacık ve sahtelikleriyle Avrupalı hanımefendinin kaçınılmaz
bir şekilde yansımasıdırlar. Bu yüzdendir ki, çok evlilik bütün yönleriyle ele
alınacak olursa itiraf etmek gerekirse gerçek anlamıyla kadın cinsinin yararınadır.
Diğer yandan karısı müzmin bir hastalıktan mustarip olan, çocuk doğuramayan ya
da kendisi için zaman içerisinde yaşlı hale gelmiş olan bir erkeğin neden bir
ikinci kadın almaması gerektiğinin açıklanabilir bir nedeni yoktur. Görünen o
ki, çoğu insan sırf bu doğal olana aykırı tek eşlilik kurumunu reddettiği için
Mormonluğu benimsemektedir. Cinsel ilişki anlamında hiçbir kıta, bu tabiat
kurallarına tamamen ters tek eşlilik kurumu yüzünden Avrupa kadar adaba aykırı
bir durum içerisinde değildir. Kadınlara doğal olana aykırı hakların
bahşedilmesi doğalarına uygun olmayan vazifeleri zorla kabul ettirmiştir, ne
var ki bunların yerine getirilmemesi onları mutsuz hale getirmektedir.
Eğer örneklersek, çoğu
erkek, sosyal konumu ve mali durumu söz konusu olduğu kadarıyla bu yolla
parlak bir eşi kendisine bağlama umudu olmadıkça evliliği akıllıca bir yol
olarak düşünmemektedir. O zaman evliliğin şartlarından farklı, yani karısına
ve çocuklarına güvenli bir gelecek sağlayacak olan koşulların dışında kendi
seçimi olan bir kadını elde etmeyi arzulamaktadır. Bu koşullar ne kadar adil,
makul ve uygun olursa olsun ve kadın medeni toplumun temeli olarak sadece
evliliğin bahşedebileceği aşırı imtiyazlardan vazgeçerek ne kadar rıza
gösterirse göstersin, mutlaka belirli bir ölçüde saygınlığını kaybedecek ve
yalnız bir hayat sürecektir. Çünkü insan doğası bizi başkalarının görüşlerine
değeri ne olursa olsun aldırmayacak derecede bağımlı kılar. Buna karşılık eğer
kadın razı olmazsa, sevmediği bir adamla evlenmeye zorlanma veya bir kız
kurusu olarak pörsüyüp buruşma tehlikesiyle yüz yüze gelecektir, ancak bir
yuva kurmak için ona ayrılmış olan zaman çok kısa ve sınırlıdır.
Tek
eşlilik kurumunun
bu yanı göz önünde alındığında, Thomasius’un derin biçimde bilgilendirici
incelemesi olan “De concubinatu” gerçekten okunmaya değerdir. Luther
Reformuna kadar bütün uygar uluslarda ve bütün çağlarda cariyeliğe
(kapatmalığa) izin verildiğini, hatta belli bir ölçüde kanunlarca tanınmış ve
haysiyetsizlikle birlikte anılmamış bir kurum olduğunu gösterir. Sahip olduğu
bu konumu Luther Reformuna kadar korumuştur. Bu reformlardan sonra da, ruhban
sınıfının evliliğini meşrulaştırmanın bir başka aracı olarak kabul edilmiştir;
bunun üzerine Katolikler bu konuda geride kalmayı göze alamamışlardır.
Çok
eşliliğin tartışılacak
bir yanı yoktur, her yerde bulunan ve karşılaşılan bir olgu olarak kabul
edilmelidir, çözülmesi gereken sorun bu konunun nasıl düzenleneceğinden
ibarettir. O halde, gerçek tek eşlilik taraftarları nerededir?
Hepimiz en azından bir
müddet, çoğumuz ise her zaman çok eşli yaşarız. Dolayısıyla, her erkek çok
kadına ihtiyaç duyduğundan, ona bu konuda izin vermekten, hatta çok kadın
bulmayı ona yerine getirilmesi gereken bir vecibe olarak yüklemekten daha
doğru bir şey yoktur. Bu suretle kadın boyun eğen bir varlık olarak eski doğru
ve doğal konumuna geri döndürülecektir ve saygı ve hürmet konusundaki gülünç
iddialarıyla hanımefendi, bu Avrupa uygarlığının ve Hıristiyan-Töton
budalalığının hilkat garibesi, artık var olmayacaktır. Kadınlar yine var
olacak, fakat Avrupa’nın şimdilerde dolu olduğu mutsuz kadınlar değil. Bu
anlamıyla değerlendirildiğinde, Mormonların evliliğe bakış açısı doğrudur.
- Doğu ve batıda kadın hürriyeti ve
miras durumu
Hindistan’da kadınlar hiçbir
şekilde bağımsız değildir, her biri Manu Yasası’na (Bölüm, 5, 1. 148) bağlı
olarak ya babasının yahut kocasının, ya kardeşinin ya da oğlunun denetimi
altındadır.
Dul kadınların ölmüş olan
kocalarının ardından kendilerini kurban etmeleri hiç şüphesiz insanı rahatsız
eden bir düşüncedir, fakat kocasının, çocuklarım için çalışıyorum diye kendini
avutarak bütün yaşamı boyunca yorulmak bilmeksizin kazandığı parayı,
âşıklarıyla yemesi olgusunun düşüncesi bile bir o kadar insanı isyan ettiren
bir düşüncedir. Medlum
tenuere beati
(Dolayısıyla ne mutlu orta yolu tutanlara). Bir annenin ilk aşkı, tıpkı
hayvanların ve erkeklerin olduğu gibi, tamamıyla içgüdüseldir, dolayısıyla
çocuk artık fiziksel bakımdan aciz ve çaresiz durumdan kurtulunca bu azalır.
Bundan sonra ilk aşkın yerini alışkanlık ve akla dayalı bir aşk alır; fakat bu
çoğu kez, özellikle anne çocuğunun babasını sevmediğinde ortaya çıkmaz. Bir
babanın çocuklarına duyduğu sevgi farklı türden ve daha samimi, daha uzun
ömürlü bir sevgidir; bunun temelinde çocukta kendi iç benliğini bulup tanıma
yatar ki, bu duygu kökeni bakımından tam bir metafizik niteliğe sahiptir.
Söz konusu olan ister eski
dünya ister yenidünya olsun, neredeyse bütün uluslarda, hatta Hotantolar
(Hotantolarda bir babanın sahip olduğu bütün mal varlığı en büyük oğluna ya da
aynı aile içindeki en yakın erkek akrabalara geçer. Miras asla bölünmez ve
kadınlar hiçbir surette mirasdan pay alamazlar.) arasında bile ölenin
malvarlığından münhasıran erkek mirasçılar istifade eder, bu uygulamadan sadece
Avrupa’da uzaklaşılmıştır.
Erkeklerin uzun yıllar
binbir güçlükle çabalayıp didinerek elde ettiği servetin ölümünden sonra,
tereke olarak akıl eksiklikleri yüzünden ya kısa zamanda yoktan yere heba
edecek yahut başka türlü ellerinden uçup gidecek olan kadınların eline geçmesi
yaygınlığı ölçüsünde büyük bir adaletsizliktir ve kadınların mirasçılık hakları
sınırlanarak bunun önüne mutlaka geçilmelidir. Bana kalırsa ister dul olsun
ister genç kız olsun kadınların, miras bırakanın erkek mirasçısı olmaması
halinde, rehin yahu ipotekle güvence altına alınmış mülkiyet üzerinden hayat
boyu kendilerine ödenecek faiz gelirlerinin ötesinde, taşınmaz mülkiyetinin
yahut sermayenin özü üzerinde hak sahibi olmalarına izin verilmemesi bu daha
iyi bir düzenleme olur. Parayı kazanan kadınlar değil, erkeklerdir dolayısıyla
kadınların ona kayıtsız şartsız sahip olmalarında, ne de onu idare
edebilmelerinde meşru bir taraf yoktur. Kendilerine kelimenin gerçek anlamında
servet, bir başka söyleyişle tahviller, hisse senetleri gibi menkul,
konut-arazi gibi gayrı menkul sermaye değerleri miras olarak kaldığında, asla
onu serbestçe tasarruf edebilme hakkı verilmemelidir. Her zaman bir
koruyucuya, bir vasiye ihtiyaç duyarlar ve hangi koşullar altında olursa olsun
asla kendi çocuklarının vasisi olmamalıdırlar.
- Kadınlar neden mağdur olur?
Her ne kadar
erkeklerinkinden daha büyük olduğu ispat edilemese de kadınların kendilerini
beğenmişlikleri, içinde bütünüyle maddi bir hedef (özellikle maddi şeyler
etrafında dönüp durma) eğiliminde olan büyük bir tehlike yahut kötülük
barındırır. Burada üstünde ısrarla durmak istediğim kişisel güzellikleri, güzel
ve gösterişli giysiler, incik boncuklar, tantana ve şatafat, kadınların büyüklenme
vesilesidir. Kadınların, toplum içindeki payının bu kadar büyük olmasının
sebebi budur. Böylesine savurgan ve ölçüsüz olma temayüllerinin arkasında da bu
yatar ki, muhakeme kabiliyetleri ne kadar zayıf ise bu o kadar fazla olur. Bu
gerçeğe binaen eski dünyadan bir yarar, kadınların bu savurgan tabiatları hakkında
şöyle söyler: “Kadınlar olmasaydı dünyadaki yaşamımızın başlangıcı tam bir
çaresizlik ve acziyet; ortası zevkten mahrumiyet ve sonunda asla teselli
olmazdı.”
Ancak sıra erkeklere
geldiğinde, onlar için büyüklenme çoğunlukla akıl, anlayış, öğrenim, bilgi,
cesaret ve benzeri gibi kesinlikle maddi içeriği olmayan üstünlükler yönünde
gelişir (ya da bu gibi meleke ve nitelikleri kendine konu edinir).
- İktidar erkekte mi kadında mı
olmalı?
Aristoteles,
Politika’da Spartalıların kadınlarına çok fazla şey vererek, miras ve drohoma
haklarını kabul ederek ve onlara büyük miktarda bağımsızlık ve özgürlük
tanıyarak kendi üstün konumlarını kendi elleriyle tehlikeye soktuklarını izah
eder ve bunun, Sparta’nın çöküşüne ne büyük katkıda bulunduğunu gösterir. (II Kitap, 9 Bölüm) Daha
sonraki yıllarda doğacak bütün sıkıntı ve sorunları, onun doğal sonucu olarak
görmemiz gereken Birinci Devrim ile sonunda varacağı yere varmış olan saray ve
hükümetin zaman içerisinde çürüyüp tefessüh etmesinden, Fransa’da XIII. Louis’nin
zamanından beri sürekli olarak artış göstermiş olan kadınların etkisi sorumlu
tutulamaz mı? Her halükarda kadın cinsinin, “hanımefendi”nin varlığı ile
böylesine belirgin biçimde gün yüzüne çıkmış olan bu yanlış konumu bizim
toplumsal durumumuzda en temel kusurdur ve onun tam kalbinden bulunan bu kusur
zararlı etkisini kaçınılmaz olarak dört bir tarafa yayacaktır.
Kadının iç dünyasında büyük
yer işgal eden itaat etme ve söz dinleme güdüsünün varlığı, mutlak bağımsızlık
konumuna yerleştirilmiş olan her kadının hiç vakit kaybetmeden kendisini öyle
veya böyle denetilip yönetileceği bir erkeğe bağlamasından anlaşılmalıdır.
Bunun temel nedeni, onun bir efendiye olan büyük ihtiyacıdır. Eğer genç ise bu
erkek; bir âşık, ihtiyar ise günah çıkarıcı bir rahiptir.
Kaynakça
Arthur Schopenhauer, trc: Hasan İlhan Über
die Weiber (Parerga und Paralipomena II) Metaphysik der Geschlechtliebe (Die
Welt als Wille und Vorstellung Aşka ve Kadınlara Dair-Aşkın Metafiziği.
(İstanbul-2011).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar