CLASH OF THE GODS / Tanrıların Savaşı (2009- )
Yönetmen:
Christopher Cassel, Jessica Conway
Senaryo:
Christopher Cassel, Alan Goldberg, Scott Miller
Ülke:
ABD
Sezon:
1.Sezon
Tür:
Belgesel, Tarihi
Vizyon
Tarihi: 03 Ağustos 2009 (ABD)
Dil:
İngilizce
Oyuncular: Stan Bernard, Tate Steinsiek
Çeviri:
lonelyloner
Zeus başta olmak üzere her bölümde bir
mitolojik kahramana yakın plan yapılan belgesel serisi, mitolojiyle ilgili
herkes için dolu dolu bir kaynak niteliğinde. Herakles, Hades, Minotaur,
Medusa, Thor ve daha birçok kahramanı bu belgeselle daha iyi tanıma şansı
yakalayacaksınız.
Kâinata
hükmetmek için babasıyla savaşan bir oğul gelmiş geçmiş tüm tanrılardan daha
fazla güç ele geçirir. Bu, Yunan Mitolojisi’nin üstün Tanrısı Zeus'un
hikâyesidir. Bizim için efsane de olsa eski uygarlıklar için gerçeğin ta
kendisi korkunç dünyayı anlamanın tek yoluydu. Bazı Yunanlılar Zeus'un, İsa'dan
yüzyıllar önce gelen gerçek tanrı olduğuna inandılar. En korkunç felaketler
onun gazabının bir işaretiydi. Bu, özgün bir şekilde anlatılan, ardında
şaşırtıcı gerçeklerle dolu Tanrı Zeus efsanesidir.
Gökyüzüne hükmedersen dünyaya hükmedersin.
Yunan mitolojisinde bu güce bir Tanrı hükmediyordu Zeus. Adaletin kılıcına, tüm
insanlığa ve tanrılara hükmeden oydu. Zeus tüm tanrıların kralıydı aynı zamanda
yeryüzündeki tüm ölümlülere ve tanrılara adalet dağıtma görevi de onun
sorumluluğuydu.
Yunan mitolojisindeki şu durum çok hoştur.
Tanrılara tapan Yunanlıların yapması gerekenler Tanrıların, onları yok etmemesi
için yapması gereken şeylerle aynıydı. Göklerin hükümdarı olarak doğaya
hükmetme gücü Zeus'un emrine amadeydi, bu da ona en yıkıcı güce hükmetme imkânı
veriyordu. Zeus'un en güçlü silahı yıldırımdır. Zeus'un sahip olduğu bu devasa
silah onu tüm tanrılar içinde en güçlü konuma getirmiştir. Yunanlıların
yıldırımı Zeus'a atfetmeleri kendilerince açıklanamaz olanı açıklama
yollarıydı. Bilimden önceki zamanlarda, mitoloji dünyayı şekillendiren güçlerle
insanları bağdaştırmıştır. Yunanlılar dünyanın neden bu şekilde işlediğini
anlamak için mitolojiyi kullandılar. Dünyanın nasıl var olduğuna, yıldırımın
neden oraya değil de buraya düştüğüne veya neden başka zaman değil de şimdi
düştüğüne dair bilimsel açıklamalara henüz sahip değillerdi.
Doğal dünya onlar için çok korkutucu
olduğundan onu ilahi güçlere bağladılar. Olan biten her şey, kendisine düzgün
şekilde tapmayan insanları cezalandıran tanrılara özgü emarelerdi. Zeus'un
doğaya hükmedişi, onu en korkulan tanrı haline getirmişti. Fakat bu noktaya
nasıl geldi?
Zeus
hakkında bildiklerimiz, antik Yunan yazarı Hesiod'un M.Ö. 700'de yazdıklarıyla
başlar. Şimdi bizim için İncil neyse, Teogoni isimli kitabı antik Yunan için
Yaradılış Destanıdır. Hesiod'un Teogoni'yi yazma amacı; bildiğimiz dünya
düzenini kuran, kendi içinde rekabet yaşayan bir hanedan ailesinin hikâyesini
anlatarak, bilinen düzeni açıklama, dünyayı anlamlandırma çabasıydı. .
Efsaneye göre, Zeus'un hikâyesi Tanrıların
Kralı olarak başlamaz. Dünyaya hükmetmek için gizlendiği yerden çıkarak
babasına meydan okumak zorunda kalır. Ve bu hiç de kolay olmaz. Babası Kronos
dünyadaki en güçlü tanrıların, yani Titanların Kralıdır. Yaşlı bir Yunan Tanrı
tabakası olan Titanlar oldukça kaba ve keskin zekâya sahip olmayan aynı zamanda
barbar bir topluluktur. Titanların lideri olarak Kronos'dan çocuk sahibi olması
beklendiğinden, başka bir Titanla, kendi kanından gelen, öz kardeşi Rhea ile ilişkiye girer. Ensest
ilişki mitolojide sıkça rastlanılan bir durumdur. İlk başlarda Tanrıların
ilişkiye girebileceği başka kimse olmadığından birbirleriyle evlenerek bu
durumu bir çözüme kavuşturdular. Eski bir aristokratik görüşe göre "Aile
dışında kalan hiç kimse aile için yeterli değildir" ve Yunan Tanrıları da
kesinlikle bu düşünceye bağlı gözüküyorlardı. İki kardeş Titan, Kronos ve Rhea
yeni nesil Yunan Tanrılarına mitolojinin eski Tanrı hanedanlarına hayat
verdiler.
Hades, Poseidon ve Zeus'a. Dünyaya kolayca
sahip olamayacaklar onun için savaşmak zorunda kalacaklardır. Kronos çocuk
sahibi olma konusunda çok endişeliydi, doğacak olan çocuğunun ondan daha güçlü
olmasından ve yerini almasından korkuyordu. Baba, çocuğun kendi yerini
almasından korkuyor insan psikolojisidir bu, Freud'a bakarsanız, aslında klasik
mitolojide ki bu olayı o bulmuştur. Gücü bir sonraki nesle kaptırma korkusu
gerçektir, eğer bir çocuğunuz olsaydı ve ihtiyacınız olan şeyi korumanız
gerekseydi, gözünüz o çocuğun üzerinde olurdu. Bu soruna bulduğu çözüm ise kendi
çocuğunu canlı canlı yutmak oldu. Karısı doğurur doğurmaz, onları midesine
indirdi.
Elbette, çocukları da ölümsüz olduğundan, Kronos'un mideye indirdiği çocukları
ölmedi sadece midesinde bir yerde hapis edilmiş oldular. Kendi yerini
alamasınlar diye, onları kontrol etmeye, güçlenmelerini önlemeye çabalıyordu. .
Efsaneyi anlatan Yunanlılara göre bu, çok
korkunç bir hareketti. Yamyamlık şimdi olduğu kadar iğrenç bir durumdu.
Yunan yazarların mitoloji boyunca
korkularını dillendirdiklerini görüyoruz. Yamyamlık, kurban etme çok korkutucu
tabulardı, ama bunları tanrılara yönelttiğinizde, olağan sonuçları keşfetmenize
olanak sağlıyordu.
Rhea beş çocuğu da canlı
canlı yutulduğu için dehşete kapılmıştı. Tekrar hamile kaldığında, bu sefer bir
plan yapar. Gizlice kaçar ve Tanrıların gelecekteki kralını doğurur Zeus'u.
Fakat Kronos başka bir bebek daha yutmayı beklediğinden, Rhea bir battaniyeye bir taş sarar ve ona
sunar, Koronos da hiç düşünmeden bohçayı kaptığı gibi midesine indirir. Böylece Rhea'nın planı
işe yaramıştır, Kronos Zeus yerine taşı midesine indirmiştir. Bebek Zeus
gizlice götürülerek antik efsanecilerin oyuk diye adlandırdıkları bir yere
koyulur. Zeus annesinin zekâsı sayesinde kurtulmuştur. Bu kayda değer bir
hikâyedir, fakat efsanenin kalbinde yer alan bu mağara gerçek olabilir mi?
Belli ki eski uygarlıklar öyle olduğunu
düşünüyordu. Onlara göre Zeus Girit adasında bu mağarada doğdu. Girit
adasındaki bu mağara muhtemelen Zeus'a duyulun büyük saygıdan dolayı en önemli
mabettir. Bebek Zeus'un babasından saklandığı en olası yerlerden biri olarak
düşünülmüştür.
Mağarada yapılan kazılar
buranın antik dünyalı ziyaretçiler için büyük bir kutsal mekân olduğunu ortaya
çıkarmaktadır. Zeus'a tapmak isteyenlerin buluştuğu bir noktaydı.
Nasıl mı biliyoruz?
Kazılarda,
Zeus'a sunulmuş Akdeniz bölgesine özgü binlerce dini içerikli nesne bulduk.
Özellikle bir bulgu Zeus efsanesiyle doğrudan bağlantılıdır. Kalan malzemeler
arasında bulunan, duvarlar boyunca sıralanmış o muhteşem kalkanlar birbirlerine
vurularak, muhtemelen Zeus henüz bebekken onun sesinin duyulmamasını isteyen
insanlar tarafından Zeus'u Kronos'dan korumak için kullanılıyordu.
Hayatını
kurtarmak için saklanan, seçilmiş bir çocuk. Hıristiyanlar ve Yahudiler,
Zeus'un doğum hikâyesine çok aşinadır. Birçok din ve mitolojik gelenekte,
yetişkinlik çağına gelip kaderlerini gerçekleştirmek için korunma amaçlı
saklanan kutsal ve ilahi çocuklar hakkında hikâyeler vardır. Herod'un İsa'ya
ulaşamaması için bir yem teknesinde saklandığına yada Musa'nın Mısır'da saklandığına
inanırız.
Efsaneye göre, Zeus mağarada sessizce
büyür. Kronos'un görüş alanı dışında, bir çeşit eğitim dönemi geçirir ve gücünü
toplayarak yetişkin bir adama dönüşür. Zeus, dünyaya hükmedebilmek için
babasına ve titanlara meydan okuyacağı kadere hazırlanarak çocukluğunu geçirir.
Zeus babası Titan Kronos tarafından canlı canlı yutulan kardeşlerinin
kaderinden kaçmıştır. Uzak bir mağarada saklanarak tam bir tanrı
olgunluğuna erişmiştir. Artık babasının yol açtığı köleliğin intikamını alacak,
tanrı kardeşlerini özgürlüklerine kavuşturacak, Titanlardan dünyaya hükmetme
gücünü alacak o destansı güç mücadelesine girişmeye hazırdır. Elde edeceği
menfaatler oldukça yüksekti. Kazanırsa dünyanın efendisi olacak, fakat
kaybederse kesinlikle Tartarus'nun dibini boylayacaktı.
Tartarus; ölüler diyarının en alt tabakası, antik Yunan'da
bugünkü Cehennem.
Tartarus, lanetlenmiş olanların gittiği
Ölüler Diyarının bir parçasıydı, kötü
insanlar veya Tanrılara karşı gelen insanlar Tartarus'a gönderilirdi. Zeus
Kronos ve Titanlardan gücü almayı başaramazsa, sonsuza dek bu yerde mahkum
edilecekti. Ama başarırsa, Olimpos Dağının zirvesindeki tahtından, tüm
insanlara ve tanrılara hükmedecekti.
Yunan efsanelerinde, tanrıların göklerdeki
evi olarak anlatılan Olimpos Dağı, aynı zamanda gerçekte var olan bir yerdir.
Yunanistan'ın en yüksek noktasıdır, denizden yaklaşık 3,000 metre yükseklikte,
doğaüstü güçler için biçilmiş kaftandır.
Yunanlılar, Tanrılarının gerçekten Olimpos
Dağında yaşadığına inandılar. Cennetin nerede olduğunu, tanrıların nerede
yaşadığını bilmek onlar için gerçekten çok önemliydi. Zeus Olimpos Dağındaki
merkez üssünden Kronos ve Titanlara karşı başlatacağı isyanı planlar. Zeus,
üstün güce ulaşabilmek için diğerlerini de işin içine sokmak, ona yardım etmelerini
sağlamak zorundaydı. Bu, Zeus'un kendi kanına karşı başlattığı gelmiş geçmiş en
büyük kan davasıdır. En güçlü düşmanlarının ise Tanrı hanedanları, yani
yetişkin ve hâlâ Kronos'un midesinde hapis durumda olan öz kardeşleri olduğunun
farkındadır. Tanrı hanedanlarına özgürlükleri verilebilirse, dengeleri Zeus'un
lehine çevirebilir, Titanları yok etmesinde ona yardımcı olabilirlerdi.
Sihirli bir iksir hazırlayarak,
kardeşlerine özgürlüklerini vermek istedi. Zeus sessizce Kronos'un barınağına
girerek iksiri içkisine karıştırır. Kronos içkiyi içince ölesiye hastalanır. İlk
olarak karısının ona Zeus diye kandırarak verdiği taşı kusar.
Geleneklere göre, bu taş antik Yunan'ın en
kutsal yeri, Oracle'nin evi, Delphi Tapınağının temelidir. Delphi, dünyanın her
yerinden insanların tanrılarla direk olarak konuşmak için ziyaret ettiği,
sorularına cevap aradıkları bir Yunan mabedidir. Binlerce yıl önce hikâyenin
ilk anlatıldığı günden bu yana Kronos'un kustuğu düşünülen taş hâlâ oradadır.
Delphi Tapınağının tam ortasında duran bu yumurta şeklindeki taşın Zeus'un
yerine geçerek Kronos tarafından yutulan gerçek taş olduğu anlaşılmaktadır.
Bugün dahi Delphi Tapınağına gidecek olursanız yerli halk hâlâ, o taşın
Kronos'un midesinden çıkan taş olduğunu söyleyecekdir. .
Efsaneye göre, kutsal taşı kusan Kronos
daha sonra kusarak Zeus'un diğer 5 kardeşini de çıkarır. Artık onlar da Zeus'un
isyanına katılmaya hazırdırlar. Zeus'u daha önce gelen liderlerden ayıran en
önemli özelliği zekâsıydı. Çevresindekileri ikna ederek kendi liderliğine
inandırabilmiş ve ittifaklar oluşturabilmiştir. Kardeşlerini kendi tarafına
çeken Zeus Titanları alt etmek için hâlâ daha fazla güce ihtiyaç duyuyordu.
Uzakta yaşamaya mahkum edilen, intikam ateşiyle yanan, ailenin diğer üyeleri.
Kronos'un unutulan
kardeşleri. "Cyclop"lar ve "Hundred-Hander"lar. Fakat Zeus onları bulmak
için Cehenneme gitmek zorundadır. "Hundred-Hander" ve
"Cyclop"ların güçlerinden korkan Kronos onları Tartarus'un
derinliklerine hapsetmişti. Zeus bu güçleri kendi tarafına çekebilirse amaçları
doğrultusunda kullanabileceğini biliyordu. Aşağı iner ve
"Hundred-Hander"lara: "Babam Kronos'un size kötü davrandığını
biliyorum ama ben size saygı göstereceğim. Size özgürlüğünüzü bağışlıyorum bu
yüzden bana borçlusunuz." der. Onlarda ona cevaben; "Evet, Yüce Zeus,
siz güçlü olduğunuz kadar insanlara nasıl muamele edeceğinizi bilirsiniz. Biz
de bunu takdir ediyor ve sizin tarafınızda savaşmayı bir borç biliyoruz."
derler. "Cyclop"lar özgür kalışlarının teşekkürü olarak Zeus'a bir
armağan sunarlar; Yıldırım Yeteneği.
Yıldırım doğadaki en yok edici güçlerden
biridir. Yıldırım havada bir ark oluşturduğunda, hava sıcaklığı yaklaşık olarak
50,000 derecenin üzerine, yani güneş yüzeyi ısısının beş katına kadar çıkar.
Yıldırım gücü, Zeus'a dünyaya hükmetme gücü vermiştir. Bu devasa güç sayesinde,
hiç kimse onu tahtından edemeyecektir. Savaş silahları çekilmiştir. Titanlar
Othrys Dağından, Tanrı Hanedanları ise Olimpos Dağından saldıracaklardır. İki
dağın arasında Thessaly Ovası vardır, burası sadece efsanevi bir savaş alanı da
değildir. Yunanistan haritasını göz önüne aldığımızda, Thessaly aslında
Yunanistan'ın merkez noktasıdır. Antik çağlardan günümüze kalan Yunanistan'daki
en büyük ve en verimli ovadır. Thessaly'nin M.Ö. 5. yüzyıldaki, Yunan-Pers savaşlarından
tutun da günümüz 20.yüzyıl dünya savaşlarına kadar uzanan uzun ve kanlı bir
tarihi vardır. Tanrıların son savaşının sonuçlanacağı yer de burasıdır. Çok
güçlü bir silah kuşanarak seçkin bir asker topluluğunu yanına alan Zeus dünyayı
sarsacak bir savaş başlatır. Bugün bile, o yer savaş yaralarını hâlâ
taşımaktadır. Mitolojinin dönüm noktası gerçekleşmek üzeredir. Baba ve oğul
arasındaki savaş patlamak üzeredir. Bir tarafta Kronos'un yaşlı muhafızları ve
Titanları diğer tarafta ise taze kan Zeus ve Tanrı Hanedanları. Savaşın sonucu
her şeye kimin hükmedeceğini belirleyecektir. Olimpos Dağı'nın zirvesinden Zeus
babasının ordusunun üstüne öfke yıldırımları yağdırır. Savaş dünyayı baştan
aşağıya sallar. Dünyaların birbirleriyle çarpıştığını, evrendeki tüm güçlerin
aynı anda birbirine vurduğunu düşünerek bu savaşı idrak edebiliriz. Bir tarafta
dağlardan koca kayaları koparan ve karşı tarafa fırlatan "Hundred-Hander"lar
var, diğer tarafta ise sadece vahşi ve yabani güce sahip Titanlar var. Ardı
arkası kesilmeden gelenlere sadece yumruk atmaktaydılar. Bu, vahiysel bir
hadisedir, ve tamamen bir efsane değildir.
Uzmanlar antik çağlarda gerçekleşen korkunç
bir olayın, gerçekte var olduğunu kısa bir süre önce tespit ettiler. Yaklaşık
3,600 yıl önce, Yunan adası Santorini gelmiş geçmiş en yıkıcı volkanik
patlamalara tanıklık etti. Etkileri Kaliforniya'da bile hissedildi. Bu volkanik
patlama Dünya'nın son 27,000 yılda gördüğü en geniş sismik olaydır. Ne kadar
büyük çapta olduğuna dair fikir vermesi için, 5,600 metre yüksekliğindeki bir dağın bir anda paramparça
olduğunu hayal edin.
2006'da, bilim adamları Santori'deki
patlamanın sanılandan daha büyük olduğunu keşfettiler. Yapılan kazılar volkanik
çöküntünün 20 kat derinlikte olduğunu ve adanın etrafındaki 50 km yarıçaplık
bir alanı kapladığını ortaya çıkardı. Bunlar baz alındığında, patlamanın 50,000
atom bombasına eş değerde enerji salmış olduğuna inanılmaktadır. Bu güçteki bir
patlama Yunan dünyasının büyük kısmını yok etmiş olmalıdır. Hayatta kalıp
volkanlardan bihaber olanlar ise, bunun sadece tanrıların gazabı olduğunu
düşüneceklerdi. .
Efsane anlatan kişiler, dünyayı sarsan
dehşet verici büyük savaşlardan bahsederken tamamen dünyadan kopuk değillerdi.
Aynı zamanda hikâyelerini kağıda dökmeden önce, önceki nesillerin hafızalarında
çok daha önce meydana gelen büyük sismik olaylar vardı. .
Efsanedeki tanrıların savaşına dönecek
olursak, evrene hükmetme gücüne en sonunda Zeus sahip olacak gibi
görünmektedir. Güçlü müttefikleri dengeyi bozmuş ve Tanrı hanedanları zafere
emin adımlarla ilerlemektedirler. Fakat Titanların elinde son bir silah daha
vardır. Tartarus'un derinliklerinden devasa bir canavarı gün yüzüne çıkarırlar;
"Typhon".
Typhon,
Zeus'a meydan okuyan son derece güçlü, kuvvetli bir canavardır. Dünya saltanatını
korumak adına Zeus'un karşı koyması gereken son canavar, kazanması gereken son meydan okumadır.
Doğaüstü bir ölüm kalım karşılaşması iyi ile kötü arasındaki nihai savaştır. Ve
bu savaş en büyük silahla son bulacaktır. Zeus ve Typhon bu epik savaşın son
sahnesinde karşı karşıya geldiklerinde, Zeus sonunda üstünlüğü ele geçirir ve
yıldırım gücü sayesinde savaşı kazanır. Zeus son bir saldırıyla, Typhon ve onun
Titan müttefiklerini, sonsuza dek kalmaya mahkûm edildikleri Tartarus
cehenneminin derinliklerine gönderir. Eski uygarlıklara göre, Zeus'un
düşmanları Sicilya adasındaki Etna Dağı'nın volkanik kraterinden cehennemin
derinliklerine gönderildiler. Yerli efsaneye göre, Typhon hâlâ içeridedir ve
yüzyıllardır meydana gelen volkanik patlamaların sorumlusudur.
Yunanlılar volkanın neden sürekli lav
püskürttüğünü açıklayabilmek için bu efsaneyi kullandılar. Bu patlamaları,
Zeus'un yıldırımının kalıntıları olarak yada hâlâ volkanın merkezinde yaşayan
Typhon'un hiddetiyle ortaya çıkan patlamalar olduğunu söylediler. Typhon'un
yıkıcı kasırgalara da sebep olduğu söylenir. Aslında, "tayfun"
kelimesi onun isminden gelir. .
Efsaneye göre, fırtına bulutları şimdilik
dinmiştir. Babasına karşı zafer kazanan Zeus, tanrıların kralı, dünyanın mutlak
hükümdarı olmuştur. .
Efsane bu şekilde devam eder. Fakat bunun
gerçekle bağlantısı nedir?
2003
yılında, Olimpos Dağı'nın eteklerinde kayıp bir tapınak keşfedilmiştir. Zeus'a
ithaf edilmiş bu tapınak, Dion diye bilinen antik bir şehrin en önemli
parçasıdır. Dion, Olimpos Dağı'nın eteklerine kurulu bir şehirdi ve bundan
dolayı da Yunan mitolojisindeki tanrılara ve Zeus'un evine çok yakındı.
Aslına bakarsanız, şehrin adı Dion, Zeus anlamına gelir. Dion tapınağının
tarihi M.Ö. 5. yüzyıla, Yunan Mitolojisinin altın çağına kadar uzanır. Etrafı
mermer bloklarla, kusursuz gravür sanatıyla, kartallarla sarılmış bir yerleşim
yeri. Antik Yunanistan'da kartallar Zeus'un tanrısal sembolleriydi. Dahası da
var. Bu başı olmayan heykel, yakınlardaki bir dere yatağında bulunmuştur.
2,400 yıllık gövdesine kazılı üç kelime ise
şudur: "Yüceler Yücesi Zeus" Uzmanlar arasında "Yüceler
Yücesi"nin ne anlama geldiği konusunda süregelen bir tartışma vardır.
Bazıları, bu heykelin Yunanlıların birçok
tanrıya tapması ile Yahudilerin ve Hıristiyanların tek tanrı inancı arasındaki
bağlantısının kayıp bir halkası olabileceğine inanırlar. Öyleyse bu bulgu,
Yunanlıların Hıristiyanlık gelmeden önce tek tanrı inancını kendi başlarına
kabul ettiklerinin kanıtıdır.
Yunanlılar Zeus'u bazen
en yüce tanrı olarak tanımlamışlardır, ne de olsa "deus" kelimesi,
"Zeus"un e takısı almış hali "theos"dan gelir, bu yüzden
Zeus'u en yüce ilah olarak algılamamızın etimolojik bir sebebi vardır. M.Ö. 3., 2. ve 1.
yüzyıldan başlayarak, farklı felsefi ve dini temelli okullar baş göstermeye
başlamış, ve bu okullar sadece bir tanrı olduğuna dair güçlü görüşler ortaya
koymuş, tüm antik hikâye ve masalların sadece tanrısallıkla ilgili değişik
durumları yansıtan metaforlar olduklarını ileri sürmüşlerdir. Dion Tapınağında
ibadet eden insanlar için, Zeus'un diğer tüm tanrılardan daha farklı olduğu çok
aşikârdır. Hatta, onlar için önemli olan tek tanrı o olmuştur. .
Efsaneye göre, Zeus hep arzuladığı mutlak
güce nihayet kavuşmuştur. Fakat bu güç beklenmedik bir düşman tarafından tehdit
edilecektir. Tanrıların kralı en yakınındaki kişinin ihanetine uğramak
üzeredir. Zeus Titanlarla yaptığı efsanevi savaşı kazanmış, Olimpos Dağı'nın
zirvesinde, tanrıların kralı ve insanoğlunun efendisi olarak oturmaktadır.
Aşırı derecede hatalı olmasına rağmen, antik Yunanlılar Zeus'u hep
diğerlerinden üstün tutmuşlardır. Antik Yunan tanrıları çok rabıtalıdırlar.
Onların da hataları, güçlü ve zayıf yanları vardır, sıradan insanlara özgü her
şeye onlar da sahiptirler. Aslına bakarsanız, Yunanlılar ilk zamanlarda tanrılarını
düşünürken, onları anlayabilmek için onların da kendileri gibi, fakat çok daha
büyük olduklarını düşünmüşlerdir. .
Efsaneye göre, Zeus'un
felakete sürüklenmesine yol açacak çok insani bir zayıflığı vardır. Kontrol
edemediği bir cinsel ilişki dürtüsü. Zeus'un kadınlara düşkünlüğü vardır. Bu durum, onunla ilgili
en çekici ve sinir bozucu şeylerden biridir. Hoşlanmadığı kadınları asla kabul
etmeme gibi kötü bir insan karakterine sahiptir. Zeus istediğini baştan
çıkarmak için hiçbir engel tanımamakta, hatta dış görünüşünü değiştirmektedir.
Zeus ölümlü kadınlarla ilişkiye girebilmek adına muhtelif kılıklara girerek
onları ziyaret eder. Değişik efsanelerde, Zeus'un kadınları kandırmak için bir
kuğuya, bir boğaya, bir kartala, her türden farklı biçimlere, hatta bir kadına
ulaşmak için o kadının kocasının şekline dönüştüğünü duyarız. Zeus
dikkatini ilk çeken, genç ve güzel tanrıça Metis'i kendisine eş olarak seçer.
Çok alımlı ve çok çekici bir kadın olan Metis'i diğerlerinden farklı kılan şey
pratik zekâsıdır. Zaten isminin Yunancadaki anlamı da "pratik
zekâ"dır. Onu gören Zeus ondan çok etkilenir. Fakat Zeus'un Metis'e
olan düşkünlüğü, gücünün tehlikeye düşeceği yönündeki bir kehanetle gölgelenir.
Zeus'a, bir gün tahtını ele geçirecek bir çocuğunun doğacağı söylenir. Zeus da
babası gibi aniden çocuklarından korkmaya başlar. Zeus, öne çıkmak isteyen
çocukların babalarını yok etmeye başladığı ilk zamandan bu yana, bu korkunç
geleneğin temsilcisi olmuştur. Fakat Zeus, bunun farklı olacağına dair ant içer
ve emin olmak için etkili bir adım atar. Karısını canlı canlı yutar. Bir kez
daha, aile sevgisi, güce yenik düşer. Tarih tekerrür eder. Fakat bu
korkunç hareket Zeus'u daha güçlü ve daha bilge yapacaktır. Metis'i yutan Zeus,
onun tüm becerilerini de özümsemiş olur. Metis Zeus'un bir parçası
haline gelir. Bir bakıma onun midesinde hapsolmuştur fakat aynı zamanda, Zeus onun zekâsını
özümsemiştir. Bize biraz garip gelse de bazı Yunanlıların akıl ve düşüncelerini
taşıdıkları yerlerden birinin de mideleri olduğuna inandıklarını unutmamamız
gerekir. Bu yüzden Zeus Metis'i yuttuğunda aslında onu, tüm düşüncelerinin
oluştuğu yere almış oluyordu. Metis'in gidişiyle, Zeus yeni bir eş arayışına
girer. Ve kendinden önceki babası gibi, kendi ailesinden birini kız kardeşi, Tanrı
Hanedanı Hera'yı seçer. Hera Zeus'un daha önce sahip olduğu kadınlar gibi
değildir. Mitolojinin en güçlü tanrıçasıdır. Tanrıların kralı nihayet dengini
bulmuştur. Zeus ile Hera arasındaki ilişkide eşit seviyedeki iki insan
arasındaki ilişkiyi görürüz. Bu yüzden, Zeus ve Hera arasındaki anlaşmazlıklara
baktığımızda, eşit güce sahip iki insanın bir ilişki yaşaması durumda bu
ilişkinin Yunan kültüründe neye benzeyeceğini görürüz. Hem Tanrıçaların
kraliçesi hem de çok güzeldir, aşırı derecede zeki ve kuvvetlidir fakat aynı
zamanda, Zeus sürekli diğer kadınlarla ilgilendiği için de fazlasıyla
kıskançtır. Tanrıların kralı bitmek bilmeyen cinsel eğlencelerine devam
etmektedir. Hem ölümlü hem de tanrı sevgililerinden 100'den fazla çocuk sahibi
olur. Yanılmıyorsam, Zeus hiçbir zaman çocuk sahibi olamayan bir kadına
rastlamamıştır. Bu bakımdan, bu durum aşırı bir iktidar göstergesidir. Zeus'un
istediği her kadını elde etmesi antik Yunan erkeklerinin nasıl bir hayat
arzuladıkları yada umut ettiklerinin bir yansımasıdır. Bu şekilde hayaller
kuran erkekler eğer çok güçlü bir tanrı yaşıyor olsaydı elbette bu fantezilerle
yaşardı diye düşündüler. Zeus'un çapkınlıkları Yunanlıların kendisiyle çok
kuvvetli bir bağ kurmasını sağlamıştır.
Yunan dünyasının her köşesi bu sevilen
çocuğun memleketi olmakla övünmüştür. Zeus'un gücü ve namı antik Yunanistan'da
yayıldıkça, daha fazla şehir ve kasaba onunla birlikte anılmak istemiştir. Ve
bu yüzden, Zeus ile kendi soylarından gelen ölümlü bir kadının ilişkisi
olduğunu ve bu ilişkiden doğan çocukların da yerel yöneticiler konumuna gelmesi
gerektiğini iddia etmişlerdir. Bu bağlantının delilleri Yunan dünyasının tüm
şehirlerinde bulunabilir. Atina, Thiva, Magnesia ve Makedonya hepsi Zeus'un çocuklarının
isimlerini almıştır. Fakat
Zeus'un bu verimliliğinden memnun olmayan bir kişi vardır. .
Efsaneye göre, karısı Hera'nın artık sabrı
taşmıştır. Tanrıların kralına çapkınlıklarının bedelini ödetmeye ant içer.
Diğer tanrıların önünde bu şekilde küçük düşmekten rahat olan Hera bunun
acısını kocasından çıkaracaktır. Diğer Tanrı Hanedanlarını bir araya toplayarak
darbe ön hazırlıkları yapmaya başlar.
Hera
Tanrı Hanedanlarına gider ve "Neden
bizi Zeus yönetiyor?
Herhangi birimizden daha güçlü yada daha
önemli değil. Hep beraber hareket edersek, ondan kurtulabiliriz." der.
Böylece başkaldırırlar ve Zeus'u zincire vururlar. Zeus uykusundan uyandığında
kendini zincirlenmiş olarak bulur. Kendi yatağında mahkum edilmek. İhanetlerin
en büyüğü. Zamanında kurtardığı kardeşlerinin ona kurduğu bir komplo. Tanrıların
isyanı, Zeus'un karşılaştığı en büyük tehdittir. Ölümlülerin onun gücüne karşı
koymasının hiçbir yolu yoktu. Ama Tanrı Hanedanlarının bir araya getirdikleri
ortak kuvvet gerçekten onu bozguna uğratabilirdi. Bu gerçekten Zeus'un
yaşadığı en korkutucu durumdu. Her şeyini kaybetmek üzereydi. Fakat tüm
umutların tükendiği bir anda eski bir dost yardıma gelir.
"Hundred-Hander"lar. Zeus'un zor durumda olduğunu duyunca onu
kurtarmaya gelirler Tanrı Hanedanları güvenli bir yere kaçarken onun
zincirlerini kırarlar. Zeus eski dostları sayesinde hayatta kalır. Şimdi ise
intikam zamanıdır. Karısı Hera gökten altın zincirlerle asılmaya mahkum
edilirken, oğlu Apollo ve kardeşi
Poseidon ağır iş cezasına mahkum edilirler. Antik dünyanın en ikonik
eserlerinden birini yapmaya mahkum edilirler; Truva'nın büyük duvarları. .
Efsanenin açıklanamayanı açıklayışına bir
örnek daha. Antik Yunanlılara göre, Truva'nın duvarları insanlar tarafından
yapılamayacak kadar büyük görünüyordu. Böylece Zeus'un Apollo ve Poseidon'u cezalandırması
duvarların nasıl var olduğunu açıklamalarına yardımcı oldu. Kalıntıları bugüne
kadar ulaşmıştır. Antik çağlarda duvarların tanrılar tarafından yada Truvalılar
lehine çalışan ilahi bir güç tarafından inşa edildiği düşünülmüştür. .
Efsaneye göre, Zeus
kendisine karşı gelenleri cezalandırıyordu. Fakat öfkesinin ceremesini çekecek olanlar
insanlardı. Bu öfke çok büyük seller olarak kendini gösterecek, İncil'de
bahsedilen Nuh'un Gemisi hikâyesiyle ilişkilendirilecektir. Yunanistan'ın en
güçlü tanrısı eski dostları sayesinde hayatta kalmış, kendisine komplo
kuranları hızlı bir şekilde cezalandırmıştır, fakat öfkesi henüz dinmemiştir.
Şimdi ise insanoğlu kendi payına düşeni çekecektir. Antik çağlarda, Zeus'un
cezasından çekinen birçok Yunanlı beladan uzak durmuştur. İnsanlar yanlış bir
şey yapmış ve hâlâ Zeus tarafından cezalandırılmamışlarsa çok dikkatli olmaları
gerekiyordu.
Yunan tarihinde bir şehrin yada
medeniyetin, altından kalkamayacakları işleri üstlendiklerini, tanrılara karşı
saygısızlık yaptıklarını, yaşamalarına izin verildiği için fazla
kibirlendiklerini hisseden Zeus'un, o şehri yada medeniyeti kökünden yok
edişinin birçok örneği mevcuttur.
Yunan yazar Hesoid'e
göre; insanlar Zeus'un azabından korkmasalardı zayıflar güçlülerin kontrolü
altında girer ve insanlık gitgide daha korkunç bir hâl alırdı. Zeus bir düzen
kurucudur. Zeus adalet sağlayıcı ve medeniyeti getiren kişidir. Dünyada doğal
afetler yaşandığında, Yunanlılar bu afetlerin Zeus tarafından kötü insanları
cezalandırmak için gönderildiğine inanmışlardır. Hatta üstün tanrıyı neyin bu
kadar kızdırmış olabileceğine dair hikâyeler uydurmuşlardır. .
Efsanede, Zeus'un gazabından en çok
korkulan anın insanların yamyamlığa yeltendikleri zamanlar olduğu
söylenmektedir. Yamyamlığın çok iğrenç olduğuna inanıldığından bu durum antik
Yunan dinlerinde de çok önemli bir yere sahipti. Aslına bakarsanız, insan eti
yemek insanlarla değil, kurtlarla yada köpeklerle özdeşleştirilebilecek bir
durumdur. Zeus yamyamlığa çok yabancı değildir. Zamanında kendi öz babası
Kronos, tüm kardeşlerini mideye indirmiştir. Aynı şeyi yapan ölümlülerle karşı
karşıya geldiğinde, çok sinirlenir ve çok büyük bir selle tüm insanlığı yok
etmeye ant içer. Dokuz gün, dokuz gece boyunca yağmurlar hiç dinmez. Ve dünya
yavaş yavaş sular altında kalmaya başlar. Sular 2,438 metre yükseklikteki
Parnus Dağı'nın zirvesine ulaşır. Yeryüzündeki tüm insanlık helak olur. Yağmur
dindiğinde, sadece iki ölümlü hayatta kalmıştır.
Bir gemi yaparak fırtınadan inanılmaz bir
şekilde sağ çıkarlar. Akıl almaz bir sel, bir gemi ve hayatta kalan sadece iki
insan. Tevrat'la olan benzerlikler dikkat çekicidir. Bu olay, İncil'deki Nuh'un
gemisi, Zeus'un gönderdiği büyük sel, yada tüm dünyada değişik kültürlerde
gözümüze çarpan, su kaynaklı benzer büyük felaketlerden biri olabilir. Tüm bu
hikâyeler Akdeniz'in doğusunda yaşayan halkların ortak belleklerini etkileyen
doğal bir afeti çağrıştırır. .
Efsanelerde bahsedilen bu büyüklükteki bir
selin tüm insanlığı yok etmesi gerekirdi. Böyle bir sel gerçekten var olmuş
olabilir mi?
Geçen 10 yıllık süre içinde, bilim adamları bu
olayın olduğunu kanıtlayan çarpıcı deliller bulmuşlardır. Araştırmalar,
yaklaşık 7,000 yıl önce Buz Devri'nin son bulmasıyla eriyen buzullardan gelen
akıntıların 170,000 mil karelik bir alanı sular altında bırakarak, Karadeniz
Havzasını doldurduğunu göstermektedir. O
insanlara göre, tüm dünya sular altında kalıyordu. Ve üzerlerine böyle bir
felaket geldiği için tanrıları çok sinirlendirecek bir şey yapmış olduklarını
düşündüler. Bu gerçekten Zeus'un hikâyesindeki, onun yarattığı sel felaketi
olabilir mi?
Efsanede, Zeus güçlü direnişlere göğüs gererek
gücü elinde tutmasını bilmiştir. Fakat hesaba katmadığı bir rakibi daha vardır,
Hz. İsa. M.S. 1. yüzyılda verdiği mesajlar tüm dünyaya hızlıca yayılacak ve
Yunan egemen tanrısını tahtından edecektir. Hıristiyanlık gelip, ölümden sonra
başka bir hayat ve kurtuluş vaat edince, insanlara inanacakları bir şey vermiş,
ve kendisine birçok taraftar bulmuştur. Bu yeni dinin Akdeniz bölgesinde
yayılmaya başlamasıyla, Zeus'un insanlar üzerindeki egemenliği etkisini
yitirmeye başlamıştır. Sonuç olarak, ona tapan medeniyet, şimdi onu
reddetmektedir. Antik
çağlarda, sadece "kader" hariç, Zeus'tan daha güçlü bir kuvvet yoktu.
Zeus, kendisi bile onu yenememiş, ne kadar kaderini değiştirmek yada ona başka
bir yön vermek istese de onun emirlerine boyun eğmek zorunda kalmıştır.
Hıristiyanlığın yükselişinden önce, Zeus efsanesi binlerce yıl boyunca Yunan
dünyasını büyülemiş ve onu en korkulan ve saygı duyulan tanrı haline
getirmiştir. Fakat o, insanlık tarihi üzerinde iz bırakan Yunanlı ya da başka
millete mensup birçok kişiden sadece biridir. Bazıları hâlâ bize tanıdık
gelirler; Herkül, Hades, Medusa. Ve her birinin hikâyesi, kayıp dünyaya açılan
bir pencere, çözülmeyi bekleyen bir şifredir. Bu efsaneler, bilinçaltımızda
yatan gizli tabakalara ulaşan, dünyayı algılamamızı sağlayan eşsiz yollar
ortaya çıkarırlar. İnsan zihnine kazı yapar gibi onun derinliklerine dalıp
insan aklındaki girintili noktaları görebiliriz. Ve bence, efsanelerin bu kadar
güçlü olmasının sebebi budur.
Mitolojinin
en büyük aksiyon kahramanı Herküldür. Korkunç bir günahın ceremesini çeken,
özgür kalmak adına 12 zorlu göreve meydan okuyan bir adam. Bizim için efsane
olsa da, eski uygarlıklar için gerçeğin ta kendisiydi. Gerçek dünya hakkında
birçok saklı şifreyi barındıran, gerçek bir savaşçının efsanesi.
Bilinmeyen, yabancı bir dünyada bir şeyler
su yüzüne çıkmaya başlamaktadır. 9 ejderha başlı dev bir yılan gün yüzüne
çıkmaya başlar. Püskürttüğü gazla kurbanlarını zehirleyerek onları canlı canlı
yer. Fakat bugün dengiyle Mitolojinin gelmiş geçmiş en güçlü kahramanı
Herkül'le karşılaşır. Tarihteki en sevilen, aşırı derecede güçlü ve Yunan dünyasını
kötülüklerden kurtaracak yarı tanrı yarı ölümlü bir kahramandır. Ama bu sadece hikâyenin
başlangıç noktasıdır. Herkül özel bir insan olmakla birlikte gayet sıradan bir
insandı. Halka mâl olmuş biriydi. Amerikan mitolojisinin Babe Ruth'u gibiydi. O
içkiye düşkün bir çapkın, ve olağanüstü bir atletti. Biraz tanrıları andırsa
da, o gerçek bir insandı. Bugün birçok insan kahramanların aşırı derecede güçlü
olduklarını, doğaüstü güçlerle donatıldıklarını, istedikleri kadına sahip
olabildiklerini, havada uçabildiklerini düşünürler.
Yunan dünyasında ise anlayış farklıdır. Bir
kahraman insanüstü güçlere sahiptir fakat aynı zamanda acı çekecek olan
kişidir. Herkül de bu tanımlamaya dört dörtlük uyan bir kişidir. Herkesten daha
fazla acı çekecek olan kişidir. .
Efsaneye göre, Herkül
birçok zorlu düşmanla yüz yüze gelecek ve kimsenin görmediği büyüklükte acılara
katlanacaktır.
Hikâyesi, tanrılar
kralı, seks düşkünü Zeus'un yasak bir ilişki yaşamasıyla başlar. Herkül, Zeus
ve ölümlü bir kadın olan Alcmene'nin çocuğudur. Klasik mitoloji,
tanrıların ölümlü kadınları hamile bırakışını ve bu kadınların da tanrı yada
yarı-tanrıları doğuruşunu anlatan hikâyelerle doludur. Bir kişinin yarı-tanrı
olması tanrılara has tanrısal özelliklere sahip olduğu, fakat aynı zamanda da
ölümlü yani ölebileceği anlamına gelir. Zannedersem, bu düşünce tanrılara
olabildiğince yakın olmak, onlarla aralarındaki mesafeyi daha da kapatmak
isteyen Yunanlıların icat ettiği bir durumdur. Herkül Yunanlıların örnek aldığı
bir kahraman durumuna gelmiştir, fakat onun yok oluşunu görmek isteyen güçlü
bir düşmanı vardır. Zeus'un karısı, tanrıça Hera. Hem Tanrıçaların kraliçesi
hem de çok güzeldir, aşırı derecede zeki ve kuvvetlidir fakat aynı zamanda,
Zeus sürekli diğer kadınlarla ilgilendiği için fazlasıyla kıskançtır. Zeus'un
birçok ölümlü kadından doğan, yüzlerce çocuğundan Hera nefret etmektedir. Ve
Zeus'un işlediği günahların bedelini Herkül'e ödetmeye kararlıdır.
Hera'nın Herkül'e olan nefreti tamamen
mantıksızdır. Sanki bir şekilde cennetteki itibarını sarsacağını biliyor
gibiydi. Herkül'de onu diğer çocuklardan ayıran bir şeyler olduğunu biliyordu,
belki de bu yüzden kendini tehdit altında hissetmişti, ve Herkül, yaşadığı her
gün Hera'nın nefretinin bedelini ödüyor gibiydi. Bir gece, Herkül henüz bir
bebekken Hera onun odasına iki zehirli yılan gönderir. İki eliyle yılanları
yakalayan Herkül, onları öldüresiye sıkmaktadır. İki devasa yılanı öldüresiye
sıkan küçük bir çocuk. Bu sayede herkes Herkül'ün diğerlerinden farklı olduğunu
anlamıştı. Hera'nın ondan nefret etmesinin sebeplerinden biri de onu
öldürememesidir. Hayatını çekilmez bir hale getirebilir ama onu öldüremez
çünkü kaderinde ölümsüz olmak vardır. Ve tanrı dahi olsa kadere boyun eğmek
zorundadır. Fakat Hera, daha yeni işe koyulmuştur. Herkül'e karşı güttüğü kan
davası, Herkül'ün beşikten mezara tüm hayatını belirleyecektir. Efsane bu
şekilde devam eder. Fakat gerçekle olan bağlantısı nedir?
2004 yılının Şubat ayında, Yunanistan'ın Thiva şehrinde,
arkeologlar Herkül'ün doğum hikâyesine ışık tutacak çarpıcı kanıtlar gün
ışığına çıkardılar. Sıradan bir samanlığın altında bir tapınak ve o tapınağın
merkezinde bir adak taşının kalıntılarını buldular. Adak taşının etrafında ise
yüzlerce seramik vazo ve heykelcikler buldular. Hepside bir şeyi resmediyordu
Herkül'ü. Bu keşiften sonra araştırmacılar, bu bulguları Herkül'ün Thiva
kapılarının hemen dışındaki gizemli evini tarif eden 2500 yıllık bir yazıyla
birleştirdiler. Tarif edilen yerle bulunan yer tıpa tıp örtüşmektedir, fakat
fazlası vardır. Eski yazıya göre bu tapınak, tam olarak Herkül'ün doğduğu yere
kurulmuştur. Kahramanımız gerçek olabilir mi?
Aranan ipuçları bizi tekrar efsaneye
yönlendirir. Hikâyemize göre, Herkül artık büyümüştür. Hem doğaüstü hem de
insan dünyasına hükmeden bir tanrı. İnsan denemeyecek kadar güçlüdür. İnsan
vücuduna hapsolmuş bir tanrı gibidir. Genellikle, etrafındaki insanlara zarar
verecek şeyler yapar kazara onları öldürür ya da mallarına zarar verir.
Kendisini kontrol edemez. Bu insanüstü güç Herkül'ün Yunan toplumuna
karışmasını imkânsız hale getirir. Herhangi birisiyle duygusal bir temas
kuramıyordu. Aslına bakarsanız, karakterinde bir çeşit şizofrenik durum var
gibidir. Yarı insan yarı tanrıydı ve Hera'nın başına musallat ettiği belalardan
ve dertlerden onu koruyan bir babası yoktu. Cennet ve dünya arasında tek
başına kalmıştı ve gidecek herhangi bir yeri yoktu. Normal görünmek isteyen
Herkül güzel bir prensesle evlenir ve ondan 2 çocuğu olur. Fakat bu aile
saadeti kısa sürer. Can düşmanı Hera hemen karşılık verir, Herkül'ün hiçbir
zaman mutlu olmaması konusunda kararlıdır. Bu sefer, aile babası Herkül'ü
delirterek onu bir katile dönüştürecektir. Herkül uyurken ona cinnet
getirttirir. O da, bu deli halinde karısı ve çocuklarının kendisinin düşmanı
olduğunu zanneder. Gecenin bir yarısında, Herkül korkunç bir şey yapar. Herkül
bu gözü dönmüşlükten normale döndüğünde, ellerini ailesinin kanına bulanmış
olarak bulur. Gerçekten bunu yapanın kendisi olduğunun farkında bile değildir. Fakat üzerinde kan
lekeleri vardır, bu da suçun fiziksel kanıtıdır. Ve bu katlanmak zorunda olduğu
bir suçtur. Ve bu korkunç olaydan sonra, Herkül'ün hikâyesi şekillenmeye
başlar. Dünyadaki en güçlü adam kendi öz ailesini katletmiştir.
Öfkesi dindiğinde, içini
büyük bir pişmanlık, sonsuza dek kurtulamayacağı korkunç bir keder kaplayacaktır.
Eski Yunanlıların tabiriyle "aileye duyulan sorumluluk". Eski
çağlarda, "aileye duyulan sorumluluk" denince, ölümüne müdahil
olduğunuz bir kişinin kanından size bulaşan bir çeşit lanet akla geliyordu.
Bu biraz da Hıristiyanlıktaki kefaret
inancına benzer, yani daha önce yapmış olabileceğiniz kötü şeyleri telafi
edebilmek için yaptığınız iyi şeyler gibi. Bu aşamadan itibaren, ailesine karşı
işlediği suçun, bu korkunç hareketinin lekesinden kurtulmaya çalışacaktır. Ve
bu Herkül'ün hayatının kilit noktasıdır. Herkül ruhunu arındırmak için,
tanrıların yada insanoğlunun yüzleştiği gelmiş geçmiş en dayanılmaz
mücadelelere girişecektir. Bu onu, Yunan dünyasının bir ucundan diğer ucuna ve
hatta ötesine götürecek ve efsanenin ardındaki gerçeklere ışık tutan gerçek
deliller bırakacak bir yolculuk olacaktır. Mitoloji'nin süper kahramanı Herkül,
üvey annesi Hera'nın yaptığı büyü yüzünden karısını ve çocuklarını
katletmiştir. Şimdi ise, dünyadaki en güçlü adam günahının kefaretini ödemek
zorundadır. Fakat kendini kaybetmiştir. Kafası karışıktır. Akıl almak için, en
büyük Yunan rahibesini aramaya başlar. Herkül'ün günahı o kadar büyüktü ki, ona
sadece o zamanın en güçlü dini otoritesi yardım edebilirdi, o kişide Delphi'nin
kâhinidir. Delphi birçok Yunan efsanesinde kilit rol oynayan kutsal bir
tapınaktır. Fakat sadece efsanevi bir yer değildir. Bu tapınağın kalıntıları
hâlâ Yunanistan'ın orta kesim dağlarında bulunmaktadır. 2500 yıl önce burada,
etrafında gizemli buharlar yükselen bir rahibe kendinden geçmiş bir şekilde bulunmaktaydı. Bulmaca gibi konuşurdu
ve tanrıların kelimelerini dillendirdiği zannedilirdi. Cevabını almak
istediğiniz herhangi bir şey için direk cennetle konuşmak gibiydi. Yeni bir
bulgu bu kahinin güçlerinin nereden geldiğini ortaya çıkarabilir. Yeni bir
jeolojik inceleme Delphi tapınağının tam olarak iki fay hattının kesişiminde
bulunduğunu göstermektedir. Bu, rahibenin etrafındaki sihirli buharları
açıklayabilir. Yeni bulgu, bu fay hatlarının
etrafındaki hareketlenmelerin, yeryüzündeki çatlaklar aracılığıyla
etilen gazının salınmasına neden olduğu ihtimalini akla getirmektedir. Etilen
gazından çok miktarda soluyan insanlar da tıpkı Delphi kâhinine olduğu gibi
kendilerinden geçeceklerdir. Aslında, Delphi kâhini eski Yunan toplumunda
herkesin çok fazla güvendiği bir çeşit uyuşturucu müptelasıdır. Tapınakta,
Kâhin Herkül'e sadece korkunç bir kefaretin günahlarını temizleyebileceğini
söyler. Bu kefareti elde edebilmesi için kuzeni ve ezeli rakibine gitmek
zorundadır, yani Kral Eurystheus'a. Fakat bu bir tuzaktır. Hera Kâhini ve Kral
Eurystheus'u Herkül'ü yok etmek için kullanmaktadır. Hera sahip olduğu her şeyi
kullanarak Herkül'ü izlemektedir. Hera onun amansız düşmanı olmuştur ve onun
yoluna çıkardığı tehlikeler, düşmanlar son bulmamaktadır. Hera'nın
Herkül için hazırladığı 12 zorlu mücadeleyi Eurystheus gerçekleştirmiştir.
Bunlar sonsuza dek "Herkül'ün Görevleri" olarak bilinecektir.
Bu görevlerde, kahramanımız Yunan
dünyasının en büyük, en vahşi canavarlarıyla yüzleşmek ve onlara meydan okumak
zorunda kalacaktır. Doğal afetler, zorba hükümdarlar ve canavarlarla. Hiçbir
insanın bu görevlerin birinden bile sağ çıkması beklenemezdi. Fakat Herkül
12’sinin de üstesinden gelmek zorundaydı. Bu görevlerin bir amacı vardır.
Öncelikli amacı ailesini öldürmesinden doğan kirliliği yok etmektir. İşlediği
suçtan dolayı kendisini, ellerini, ruhunu temizleme ihtiyacı duymuştur.
Kefaretini ödeyeceği suçların onun hatası olmayışından dolayı bu durum bize hiç
adil gözükmemektedir. Üvey annesi Hera'nın gönderdiği cinnetin etkisi
altındadır. Onun hatası olmayışı Yunan zihinlerinde hiç yer etmemiştir.
İşlediği korkunç suçun lekesini çıkarmak için ondan hâlâ görevleri yerine
getirmesi beklenmektedir.
Özgür kalma mücadelesi
ilk görevin verilmesiyle başlar: İnsanoğlunun hayvani içgüdülerini temsil eden
yırtıcı bir canavarı öldürmek, Nemean Aslanı. Herkül'ün sorunu çok iyi bir okçu olmasına
rağmen aslanın derisinin oklara karşı çok dayanıklı olmasıydı. Bu yüzden kaba
kuvveti sayesinde aslanın üstesinden gelmiştir. Ve aslanı yendikten sonra onun
derisini yüzerek kendisi için bir zırh olarak giymeye başlamıştır. Bu olaydan
sonra, Herkül her zaman kendini koruyan bu aslan derisini giymiş şekilde resmedilmeye başlanmıştır. Kral Eurystheus
şaşkına dönmüştür. Herkül'ün ilk görevinin onun son görevi olacağını
düşünüyordu.
Şimdi ise, kahramanımızın sonunu kesin
olarak hazırlayacak çok daha zor görevler hazırlamaktadır. İlk görevden içerik belli olmuştur, İnsan'a karşı Doğa.
Eski çağlarda yaşayan Yunanlılar doğayı korkunç bir yer olarak gördüler. Onunla uyum içinde yaşamak istediler, fakat doğa
dikkat edilmediğinde sizi öldürebilecek bir cadıdır. Onların bakış açısı buydu.
Doğaya karşı romantik bir bakış açısına sahip değillerdi. Doğaya
hükmedebilecek, onu gerçekten kontrol altında tutabilecek kahramanlardan biri
Herkül'dür, fakat bu kahramanların sayısı çok azdır. Ve durdurulamayan bu güce
hükmetmek büyük bir kahraman olmanın
belirtisidir. Herkül'ün meydan okuması gereken
ikinci görev ise doğanın bir diğer garip canavarını öldürmektir, Dokuz
Başlı Korkunç Hydra. İnsanı bir ısırıkta yutan zehir tüküren bir yılan. Herkül
kılıcını çeker ve saldırır. Hydra'nın kafalarından birini keser. Ve bir
diğerini daha. Kılıcını her sallamasında canavarın bir kafasını koparır. Fakat
koparılan her kafanın yerine anında iki tane kafa çıkmaktadır. Bu durum,
Yunanlıların öldürülemez olarak inandıkları insanların keyiflerine olan
tutkunluklarını simgelemektedir. Saldırdıkça,
kafasını kestikçe, uğraşmanız gereken kafalar artmaktadır. Herkül'ün yeni bir
stratejiye ihtiyacı vardır. Bu düşmana karşı, başarısı kas gücünden daha
fazlasına bağlıdır. Herkül bir meşale kapar ve canavarın derisini ateşe verir.
Bu fikir ağaçların köklerini yakmaktan aklına gelir. Kökünü dağlayacaktır
böylece bir kafa tekrar büyüyemeyecektir. Son bir hamleyle, Herkül son kafayı
da vücuttan ayırır. Bu bir insanın bir canavara karşı kazandığı müthiş bir
zaferdir.
Herkül
Hydra'yı öldürdükten sonra, oklarını onun kanına batırır ve böylece zehirli
oklara sahip olur. Zehirli anlamına gelen "toksik" kelimesi, okları
fırlattığımız yay anlamına gelen Yunancadaki "toxon" kelimesinden
gelir. Ve yine Yunancadaki "toxicos" yayla ilgili anlamına gelir.
Herkül efsanesini içinde barındırdığından, İngilizcedeki garip kelimelerden
biridir.
İki görev tamamlanmıştır. Herkül antrenman yapan
bir savaşçı gibi, düşman bir dünyada hayatta kalmak için gerekli becerileri,
yani fiziksel gücünü, zihinsel dayanıklılığını ve dayanıklılık süresini
geliştirmektedir. Bu görevlerde, Herkül kötülüklerin üstesinden intikam alarak
ve adalet dağıtarak gelmektedir. Herkül sonraki iki görevinde, Doğa'nın en zorlu diğer iki
canavarını yener: havadaki bir oktan daha hızlı koşabilen bir hayvan olan
"Artemis'in Altın Geyiği"ni ve canlı olarak yakalamayı başardığı
insan yiyen tehlikeli "Yaban Domuzu"nu.
Herkül'e bu görevleri veren Eurystheus, bu
görevlerin tamamlanabileceğini asla düşünmüyordu. Biz de böylece Herkül'ü
insanüstü prototipi olarak görmeye başlarız. Bu aşamada durdurulamaz olarak
görünmektedir. Kahramanımızın dengesini bozmak isteyen Kral Eurystheus, değişik
taktikler denemeye başlar. Değişik bir doğal engel ortaya çıkarır. Arıtılmamış
kanalizasyon. Beşinci görev olarak, Herkül'den insan doğasının bozuk yönünü
sembolize eden pis bir iş yapması beklenir. Gübre dolu çok büyük ahırları
temizlemek zorundadır. Bu görev diğerlerinden farklıdır, çünkü Herkül'ün daha
önce karşılaşmadığı türde, kölelere yakışan bir vazife içermektedir. Daha
önceki görevlerde, kırsal bölgeleri harap eden canavarları öldürüyor, insanları
korumaya çalışıyor yada medeniyet getirmeye çalışıyordu. Fakat bu sefer, uzun
zamandır temizlenmemiş bir ahırı hayvan pisliğinden temizlemesi gerekiyordu. Ve bu görevi tamamlamak
için bir günü vardı. Herkül bu iğrenç ahırların iki kuvvetli nehrin arasında
olduğunu fark eder ve aklına bir fikir gelir. O müthiş kuvvetini kullanarak
nehirlerin yönünü değiştirir ve ahırların içinden akmalarını sağlar ve böylece
her şeyi temizlemiş olur. Her seferinde bir görevle, Herkül ailesini
öldürmenin kefaretini ödemektedir. Şimdiye kadar da, Hera ve onun kukla
Kralı Eurystheus'un icat ettiği engellerden daha büyük olduğunu kanıtlamıştır.
Ve giriştiği her mücadele onu daha güçlü kılmaktadır. Eski çağlarda yaşayan
Yunanlılara için, bu derecede büyük kavgalarda elde edilen başarılar ilham verici
birer hikâyeydi. Fakat sadece bir hikâye olmaktan daha fazlası olmuş olabilir
mi?
Şaşırtıcı tarihi deliller Herkül'ün sadece bir
efsane değil, aynı zamanda gerçek bir kahraman olduğunu düşündürmektedir.
Herkül mitolojinin en büyük süper kahramanıdır. Güç ve acı çekmeyi aynı anda
barındırıyor olması, eski dünya insanlarıyla bir bağ kurmasını sağlamıştır.
Herkül'ü, hem hayran olunacak hem de acınacak bir kahraman aynı zamanda kendi
gerçekleriyle bağlantılı, acıklı bir hikâyeye sahip birisi olarak gördüler. .
Efsaneler üzerinden çok uzun zaman geçmiş
tarihi olayları yansıtırlar, bu yüzden nesilden nesle geçerek gelen, eski çağ
tarihine uzanan bir çeşit şifredirler. Herkül hikâyeleri, değişik kültürlerden
gelen insanların bir araya gelmesi ve büyük zorlukların üstesinden gelen kendi
yerel Herkül hikâyelerini paylaşmalarıyla oluşmuştur ve bu insanlar kendi
hikâyelerini anlattıkça, kahramanlarının az da olsa diğerlerinin anlattığı
kahramanlara benzediklerini fark etmeye başlamışlardır. Ve böylece gelenekler birlikte
dokunmuştur.
Eski çağ Yunanistan'da, Herkül ideal insan modeliydi. Fakat
gerçekten yaşadı mı?
Her
büyük Yunan kahramanının ardında, tarihi bir bulgunun var olması mümkündür
fakat gerçek kişilerin yerlerini tespit etme çabalarımızı, tarih hep boşa çıkarmıştır.
Herkül efsanelerinin bazı versiyonları
Herkül'ün ailesinin "Tiryns" isimli bir Yunan yerleşim alanına mensup
olduğunu söylemektedir. Ve eski çağ kaynakları buranın zamanında, büyük gücüyle
tanınan ve hatta tanrılarla direk bir bağlantısı olduğu sanılan gerçek bir
savaşçıya ev sahipliği yaptığını belirtmektedir. İsmi tarih içinde kaybolmuş
olan bu savaşçı, "Mycenae" isimli güçlü bir krallığın hükümdarına
hizmet etmiştir. .
Efsaneye göre, Herkül de kendisine 12
Görevi veren "Mycenae" kralı Eurystheus'a hizmet eder. Bu bir tesadüf
mü yoksa başka bir şey mi?
Efsanenin ardındaki adam
hakkındaki diğer deliller, Yunanistan'ın en efsanevi yerlerinden birinde
bulunabilir. Olimpos Dağı. M.Ö. 776'da, ilk Olimpiyat Oyunları burada
düzenlenmiştir.
Yunan dünyasında yüzlerce oyun vardır,
fakat Olimpiyatlar kadar güzel ve prestijlisi yoktur. Olimpiyat Oyunlarında
kazanmanız demek, erkekler arasında bir anlamda itibarınızın yükselmesi
demektir. Bir ölümlü için tanrılara en yakın olma durumuydu. Herkül'ün görevlerinde
karşılaştıklarıyla bu oyunlara katılanların karşılaştıkları arasında çarpıcı
benzerlikler vardır. Her ikisi de sadece en disiplinli atletlerin
başarabileceği güç ve dayanıklılık gösterisiydi. Fakat Herkül ve Olimpiyatlar
arasındaki bağlantı daha eskilere dayanıyor olabilir. Söylentilere göre, Herkül
bir görevinden sonra Olimpiyat Oyunlarının temelini atmıştır, bu yüzden,
Oyunların altyapısıyla Görevler'in doğrudan bağlantısı vardır. Bunlar
Olimpos'taki stattan geriye kalanlardır. Alanın uzunluğu 192 metredir. Eski
çağda yaşayan Yunanlılara göre, bu uzunluk Herkül'ün 600 adımıdır. .
Efsaneye
göre, Herkül 192.27 metreye denk gelen 600 küçük adım atarak
"stadion"u adımlamıştır. Tarihçiler
böylece, Herkül'ün bir adımının 32 cm uzunluğunda olduğu sonucuna varmışlardır.
Bu 47 numara bir ayakkabı ölçüsüdür. Herkül'e ait diğer izler ve 12 Görevi
tasvir eden dış duvarlardan kalan kabartmalar buradaki ana tapınakta
görülebilir. Tüm atletler Herkül'e karşı büyük saygı duyuyorlar ve kendilerini
ona kanıtlamak istiyorlardı. Yunanlılar için teslim olmamak çok önemliydi, bu
yüzden birçok atlet teslim olmak yerine ölmeyi yeğlemiştir. .
Efsanemizde, Herkül'ün
devam etmesini sağlayan da aynı azimdir. Herkül'ün mesajı her zaman "pes
etme, sonunda mutlaka başaracaksın" olmuştur. Durum ne kadar zor
olursa olsun, başarı her zaman muhtemeldir. Herkül 6. Görevinde, insanoğlunun
ulaşılamayacak hedeflerini sembolize eden insan yiyen vahşi kuşlarla yüzleşmek
zorundadır. Onları zehirli oklarıyla saf dışı bırakınca 12 Görevinde yolun yarısına
gelmiş, önemli bir dönüm noktasına varmıştır. Fakat bir bu kadar görev daha
bulunmakta ve her görev bir öncekinden daha zor olmaktadır. Üvey annesi Hera bunun
garantisidir. Görevler devam ettikçe, daha da şiddetlenmekte ve Herkül'ü çok
daha uzak, daha mistik yerlere sürüklemektedir.
Sıradaki üç Görev Herkül'ün ilk kez
Yunanistan sınırları dışına çıkmasına ve güçlü yabancı düşmanlarla
karşılaşmasına yol açacaktır. Eski çağlarda yaşayan Yunanlıların imparatorluk
sınırlarını genişletmek istedikleri bir zamanda bunun gibi hikâyeler
yankılanmıştır. Toprak elde etme hırsına kapılan Yunanlılar, Fransa'nın
güneyine kadar kolonileşmeye ve Akdeniz'in her yanına koloniler göndermeye
başlamışlardı. Bunun sonucunda da her türden canavar hikâyeleri anlatılmıştır. Herkül 7. görevinde, Kral Minos'un değerli boğasını bulup
yakalamak için Girit Adası'na gider. .
Efsanemizin yaratıldığı zamanlarda, bu boğa
Girit'in ana kara Yunanistan'a kurduğu baskının simgesidir. Girit Tunç
Devri'nin sonlarında, Akdeniz'in bu bölümündeki en önemli güçtü. Klasik dönemde
çok fazla öneme sahip ve en belirgin güç konumuna gelen Atina ve Sparta gibi
şehirlerin aslına bakarsanız hiçbir önemi yoktu. Gerçekte, bölgedeki en büyük
güç olan Girit'e vergi ödemek zorundaydılar. .
Efsanemizde, Herkül bu
durumu değiştirmek üzeredir. Kral Minos'un Boğası'nın izini süren Herkül, onu
kollarıyla yakalayarak geri eve döner. Artık Yunanistan Girit'e ödeme yapmak
zorunda değildir. 7 Görev tamamlanmıştır. Herkül Girit Boğasına karşı kazandığı
zaferle, doğaya karşı giriştiği savaşı kazanmıştır. Şimdi ise savaşın her iki
tarafı da insanoğlu olacaktır. Herkül daha önceki Görevlerinde, insanoğlunun
faydasını gözeten hizmetler sunmakta, onları canavarlardan, belalardan ya da bu
çeşit şeylerden kurtarmaktaydı. Fakat bu noktaya geldiğimizde Herkül'ün
karanlık yönlerini görmeye başlamaktayız.
Bu da sıradakilerin habercisi olmaktadır.
Herkül sonraki Görevlerinde, Yunanistan için tehdit oluşturan iki yabancı
hükümdarla karşı karşıya gelir. İlk olarak, Bistonia'nın gaddar Kralı
Diomedes'i
hedef alır. Diomedes atlarını düşmanlarını yiyecek şekilde eğitmiştir. Herkül
ise onu bir sonraki yemek haline getirmiştir. Bu Görev eski çağlarda
yaşayan Yunanlılara "yarattığınız bir canavar eninde sonunda sizi yok
eder" şeklinde algılanan güçlü bir mesaj göndermiştir. İlk kez bu Görevde
Herkül birini öldürmüştür. Bu çok önemli bir andır. İlk kez elini insan kanına
bulamıştır. Öldürme işi, Herkül'ün bir sonraki Görevinde, yani kadın
savaşçılardan oluşan vahşi bir kabile olan Amazonlar'ın lideri Hippolyta'nın
kemerini çaldıktan sonra onları öldürmesiyle devam eder. Bununla
birlikte, Herkül 12 Görevden dokuzunu tamamlamıştır. Cesareti, gücü ve
dayanıklılığı gelmiş geçmiş en imkansız işleri başarmasını sağlamıştır. Fakat
son savaşlar en zorluları olacaktır. Herkül'ü bildiğimiz dünyanın sınırları
dışına çıkaracaklar, İncil'deki Cennet Bahçesine benzer güzellikte bir yer
arayan hiçbir Yunanlının ülke sınırları içinde görmediği yerlere
götüreceklerdir. .
Efsanevi
kahraman Herkül, kendi ailesini öldürmenin kefaretini ödemek adına dokuz
ürkütücü Göreve katlanmıştır. Giriştiği
her mücadele gücünün, dayanıklılığının ve kararlılığının sınanmasını temsil
etmektedir. Görevlerinde, zorluk derecisinin bir şekilde artışı söz konusudur.
Herkül'ün her seferinde daha zor Görevlerin altından kalkması, diğer eski çağ
kahramanlarının olamayacağı derecede güçlü olduğunu gösterir. Fakat meydan
okumalar devam ettikçe, hiçbir fiziksel acının zihinsel acısını dindiremeyeceği
belli olmuştur. Herkül kendi suçunun mahkumu olmuştur. Ne kadar Görev yerine
getirirse getirsin, ne kadar kahramanlık gösterirse göstersin, fiziksel durumu
ne kadar sıra dışı olursa olsun, huzur bulamıyor, tatmin olamıyordu.
Herkül
için geriye 3 test kalmıştır. Bu testler onu dünyanın sınırlarına ve ölümün
derinliklerine götürecektir. Herkül
her seferinde Yunanistan'dan hep daha uzaklara gitmek zorundadır. Bilinmeyenin
içine doğru ne kadar derine giderseniz, bir o kadar ölümlü ve ölümsüzler
dünyaları arasında sahayı geçmiş olursunuz.
Herkül 10.
Görevinde, Geryon'un Sığırlarını ele geçirmek için harekete geçer. Geryon üç
bacaklı, üç kafalı ve öldürücü bir hayvana sahip tehlikeli bir canavardır. Medusa'nın torunu
olduğundan, o da bir tür yarı-canavar görünüşe sahiptir ve savaşmadan
sığırların gitmesine izin vermeyecektir. Fakat Geryon'u yok etmek Görevin
sadece yarısıdır. Diğer yarısı ise oraya varabilmektir. Herkül'ün Geryon'a
ulaşabilmek için Akdeniz'in sınırlarını aşmak, Atlantik Okyanusunu varmak
zorundadır. Fakat önünde büyük bir engel vardır. Afrika ve Avrupa'yı birbirine
bağlayan ve denizi okyanustan ayıran bir sıra dağ. Herkül dağın etrafından
dolaşmamaya karar verir. İçinden geçer. Kılıcının bir vuruşuyla dağı ikiye
ayırır. .
Efsanenin
bu bölümü Atlantik ve Akdeniz'in nasıl birleştiğini açıklamak için
yaratılmıştır. Her
iki taraftaki kayalıklar sonsuza dek Herkül'e bağlanacaktır. Eski çağlarda
yaşayan Yunanlılar Cebelitarık Boğazı'nı, Herkül'ün Ayakları olarak
biliyorlardı. Ve hiç kimse oradan daha öteye gidememiş ve daha ötede ne
olduğunu bilememiştir. Eski çağlarda yaşayan insanlar için, Herkül'ün Ayakları
sadece keşfedilmemiş bir okyanusa açılan bir kapı değil, aynı zamanda gerçek ve
efsane arasındaki ana kapıydı. Bir Yunanlının Herkül'ün Ayaklarının ötesi
hakkında konuşması, bizim gökkuşağının ötesi hakkında konuşmamız gibi bir
şeydir. Ve Herkül'ün oraya gitmiş ve geri dönmüş olması, sadece onun şöhretine
eklenmiş bir parçadır. Atlantik'e giden tüm eski denizciler, Herkül'ün
Ayakları arasından gitmek zorundaydı ve son keşiflerden biri, birçoğunun
kahramanımıza olan saygılarından dolayı burada demirlediklerini göstermektedir.
Cebelitarık kayasındaki bir mağarada, arkeologlar Herkül'le bağlantısı olduğuna
inanılan yüzlerce sanat eseri bulmuşlardır.
Birçok
örnek alarak, karbon 14 metoduna tabi tuttuğumuzda hepsi birbiriyle mükemmel
uyum göstermekte, hepsi de M.Ö. 800 ile M.Ö. 400 arasındaki 400 yıllık bir
zamanı göstermektedir. Bu
nesneler buraya kesinlikle belirli bir sebeple koyulmuştur ve biz de buranın
büyük bir mabet olduğuna eminiz. Uzmanlar, Yunan denizcilerin bilinmeyene doğru
Herkül'ün ardından gitmeye hazırlandıklarında bu mabede hayatları için dua
etmeye geldiklerine inanmaktadırlar. Ayakların ötesinde ne olduğunu
bilmemekteydiler. .
Efsaneye göre, Herkül bilinmezliğe doğru bu
eşikten geçerken aynı belirsizlikle yüz yüze gelmiştir. Ayakların ötesinde, üç
kafalı Geryon ve sığırları beklemektedir. Canavar dağdan aşağıya büyük kaya
parçaları fırlatarak Herkül'le savaşmaktadır. Fakat Herkül'ün daha
önceden kalan Hydra'nın zehirli kanına batırılmış gizli okları vardır. Nişan
alır ve fırlatır. Geryon ölür ve Herkül sığırlara sahip çıkar.
10 Görev
tamamlanmıştır. Bir
sonraki Görevinde Herkül, yüzlerce kafası olan bir ejderha tarafından korunan
bir bahçeden altın elma çalmak için dünyanın diğer ucuna gitmek zorundadır. Elma,
bahçe ve tehlikeli bir yılan. Bu Görev İncil’deki Adem ve Havva hikâyesine benzemektedir. Hıristiyanlığın ilk
zamanlarında, Hesperides'in elmalarıyla Cennet'teki Hayat Ağacı'nı kıyaslayan
insanlar olmuştu. Bu durum, "bu insanlar birbirleriyle konuştular" ve
"birbirlerinin hikâyelerinden haberdarlar" anlamına gelen eski
çağlarla alakalı şeylerden birisidir.
Herkül'ün hikâyesinde,
ölümcül bir dönemeç vardır. Aradığı elmalar, düşmanı tanrıça Hera'ya aittir. Bu elmalar sadece Hera'ya
ait değil, aynı zamanda Zeus'la olan kutsal evliliğinin simgesidir. Elma ve
evlilik Yunan mitolojisinde sıkça birlikte anılan bir durumdur. Herkül talihsiz
bir şekilde Hera'nın elmalarını arayarak tam bir yıl dolaşır.
Sonunda
dünyanın sonuna ulaşır ve çok zor bir işin altına girmiş olan tanrı Atlas'la
karşılaşır. Titanlar'dan biri olan Atlas iş olarak omuzlarında dünyanın yükünü
taşımak zorundadır. Kelimenin tam anlamıyla dünyayı omuzlarında taşır. Bugün
kullandığımız "dünyayı omuzlarında taşımak" deyimi, Atlas
efsanesinden gelmektedir.
Herkül çok yorulmuş ve yolunu kaybetmiştir
fakat Atlas Altın Elmaların nerede olduğunu bilmektedir. Böylece Atlas onları
bulup getirirken, Herkül dünyayı tutmaya gönüllü olur. Atlas sonunda elmalarla
birlikte döner fakat bir sorun vardır. Herkül'e dünyayı ve gökyüzünü geri almak
istemediğini söyler. Atlas "Çok teşekkür ederim, uzun zamandır bu işten
kurtulmaya çalışıyordum" der ve tam ayrılmak üzereyken Herkül de ona "Haklısın, gerçekten
çok üzgünüm ama birkaç saniyeliğine tekrar geri alabilir misin? Aslan derimi
omuzlarıma koyacağım." der. Atlas dünyayı yeniden sırtlanır, Herkül'de
bu arada uzaklaşır. Herkül kıymetli elmalarını çalarak Hera'dan intikamını
almıştır.
Şimdi ise özgürlüğünü
kazanmasına sadece bir Görev uzaklığındadır ve bu Görev onu hiçbir ölümlünün
canlı olarak geri dönmeyi başaramadığı bir yere, yani ölüler diyarı Hades'e
gönderecektir.
Herkül İnsanoğlu yada tanrıların
görebileceği en zorlu 11 meydan okumayla yüzleşmiştir. Vahşi yaratıklarla, kötü
krallarla, korkunç canavarlarla savaşmış ve ailesini öldürmenin kefaretini
ödemek adına bilinmeyen dünyalara gitmiştir. Herkül hayatını gerçekten hak
etmediği bir suçtan kurtulmaya çabalayarak, didinip durarak, her zaman acı
çekerek ve sabır ederek geçirmiştir. Şimdi ise, son bir test kalmıştır. Herkül
12. ve son Görevinde, ölülerin gizemli dünyası Hades'e giden yolu bulmak
zorundadır. Orada, kapıdaki bekçi köpeğini, yani üç başlı "Cerberus"u
yakalamak zorundadır. Herkül'ün son Görevi açık ara en korkunç olanıdır.
İnsanlar daha önce hiç böyle bir şey yapmamışlardı. Kahramanlar genellikle
yeraltı dünyasına gitmezlerdi. Ölülerin efendisi Hades, tüm insan ruhlarının
muhafızıdır. Cerberus da onun infazcısıdır. Bu köpek sizi, yani yaşayanları
içeri sokmamak için orada bulunmuyordu, çünkü eğer bunu yapacak kadar
deliyseniz, bu sizin sorununuzdur. Onun işi ölülerin dışarı çıkmasını
engellemekti. Çoğu eski çağ medeniyetlerinin yaşadığı en büyük sorunlardan
birisi biri öldüğünde bunun fark edilmemesi ve onun size geri dönmesinden
duyulan korkudur. Herkül Hades'e karşı diplomatik bir tavır takınır. Ondan
koruyucu köpeğini dünyaya çıkarmak için izin ister. Hades de bunu, Herkül'ün
yaratığı sadece yumruklarını kullanarak yenmesi şartıyla kabul eder. Bu
gerçekliğin son noktasıdır. Herkül köpeği güreşerek yener ve ona itaat etmeyi
öğretir. Aslında Cerberus'u cehennemden dünyaya getirmesi olağanüstü bir
olaydır. Çünkü bu, bir Yunan kahramanının ölüm ve yaşam döngüsünü
bozabileceğini göstermektedir.
En
sonunda Herkül kefaretini ödemiştir. Önüne çıkarılan her türlü engeli aşmayı
başarmış ve haddinden fazla fiziksel ve zihinsel işkencelerin üstesinden
gelmiştir. Artık huzura erme vakti gelmiştir.
Herkül mücadele eden, kazanan, acı çeken
fakat her zaman ayağa kalkan birisidir. Ve bu macera tamamlandığında hayatının
daha iyi olacağına dair aldığı bazı belirsiz sözler vardır, fakat tabii ki
hiçbir zaman tamamlanmayacaktır.
Herkül
Zeus'un gayri meşru çocuğu olduğundan, Hera'nın ona karşı hiç bitmeyen bir kini
vardır. Hera'nın lanetinden kurtulmanın sadece bir yolu vardır ölüm.
Herkül
çok büyük bir cenaze ateşi hazırlar. Katlanamadığı yerde dünyadaki hayatı acı
içinde son bulur. Yiğitçe, tam kahramanlara yakışan bir şekilde ölmek ister.
Bir cenaze ateşinde yanmak ister. Ve bu gerçekleştiğinde, son temizlenme gibi
görünmektedir. Yanarak yok olan Herkül değil, onun ölümlü bedenidir. Bu da
ruhunu serbest bırakır, böylece kendisi de cennete yükselir. Herkül ölerek
nihayet huzura kavuşur.
Oğlunun yeteri kadar acı çektiğine inanan
tanrıların kralı Zeus, onu Olimpos Dağı'ndaki ölümsüzlere katılmaya davet eder
ve sonunda ezeli düşmanı Hera'nın da öfkesi diner. Burada tanıklık ettiğimiz
şey, Herkül kahramanların kahramanı, yücelerin en yücesidir. Ve en sonunda Zeus
ona "Tamam
Herkül, sen yeterince acı çektin ve o kadar büyüksün ki seni de bir tanrı
yapacağım."
der. Sonunda Herkül sonsuza dek devam edecek bir çeşit ödül almış, nihayet
acıları sona ermiştir.
Sonunda, Herkül yeniden dirilir ve babasının ebedi krallığına katılır. Başka bir
kutsal ölümlüyle esrarengiz bir şekilde benzerlik gösteren bir son Hz. İsa.
Herkül'ün son hareketi bir fedakârlıktır. Ve yine ölümsüzlüğü elde etmek için
acı çekmesi gereken kahramanımızla Hıristiyanlık arasında ilginç bir benzerlik
vardır. Ve kendisini ateşe verdiğinde, tüm fanilik uçar gider ve ondan
geriye kalan hakikat cennete yükselir. Bu Herkül efsanesidir. Hiç değişmeyen
bir güç, acı çekme ve kurtuluş hikâyesidir. İnsanların duymaktan hoşlandıkları
tarzda bir hikâyedir çünkü herkes hayatında bir şekilde sorun, sıkıntı ve acı
görmüştür. Hepsi
başaramayacaklarını düşündükleri devasa işlerle yüzleşmiştir. İnsanlar bu tip
işleri başarmış yada hâlâ bu tip işlerle uğraşıp sonunda kazanabilen kimselerin
hikâyelerini duymak isterler. Herkül'ün sonunda başarmış olması hayatımız ne
kadar zor görünürse görünsün her zaman başarılı olabilme ihtimalinin var
olduğunu bize göstermektedir.
Burası ölüler diyarıdır. Bu da buranın
efendisidir. Hades; herkesin çok korktuğu, adını bile söylemekten çekindiği
tanrı. Hades efsanesi eski çağda yaşayan Yunanlıların ölüme bakış açılarını
yansıtmaktadır. Hiçbir ölümlünün kaçamayacağı ürkütücü bir bakış açısıdır. Ve
eski çağ dünyasıyla gerçek bağlantıları vardır. Lanetler, hayaletler ve gizli
inançlar. Yeraltı dünyasına inmeye ve eski çağlarda yaşayanların duyduğu
şekilde hikâyeyi yaşamaya hazır olun.
Yemyeşil bir çayırda, güzel genç bir kadın
çiçek toplamaktadır. Persephone ismindeki bu kadın izlenmektedir.
Yunan mitolojisinde, genç bir bakirenin bir
çayırlıkta çiçek toplaması kötü bir şeyin gerçekleşmek üzere olduğunun
habercisidir. Birden yer yarılır ve gizli bir el karanlıktan çıkarak genç kızı
yeraltı dünyasına çeker. Ölülerin tanrısı Hades, kraliçesini seçmiştir. Hades
mitolojide, tüm ölülerin muhafızıdır. İyi ve kötü tüm ölümlülerin öldüklerinde
girmek zorunda oldukları korkutucu ve çok büyük bir alana hükmetmektedir.
Kaçmalarına engel olacak tüm tedbirleri almak onun işidir. Ölülerin tanrısıdır
ve hiçbirimiz ölmek istemeyiz. Korkulması gereken kişidir. Korkunç bir güce
sahiptir.
Yunanlılar Hades'le hiçbir ilgilerinin
olmasını istemediler çünkü onu tanımak demek ölmüş olmak demekti. Yunanlılar
Hades'i resmetmeme yada yansıtmama eğilimi göstermişlerdir. Onun adına yapılmış
tapınaklar yoktur. Ne iş yaptığından tam emin olamadığınız ve hakkında konuşmak
istemediğiniz bir amcanız gibi her zaman araya mesafe koyulan bir kişi
olmuştur. Eski çağlarda yaşayan Yunanlıların ana düşüncesi ölü olmanın çok iyi
bir şey olmadığıdır. Hades efsanesi, ölümden sonra ne olacağını anlamlandırmak için
yaratılmıştır. Bu hikâyeler hayatta kalma arzusu taşıyan insanları
yansıtmaktadır. Bu hikâyelerde, Yunanlıların ölüm hakkında ne düşündüklerini,
ne umduklarını ve korkularını görebiliriz. Birçok dini gelenek bir sonraki
dünyada varlığınızı devam ettirebileceğiniz bir yol sunmuştur. Ve Yunan dini
gelenekleri de bundan farklı değildir. .
Efsaneye göre, ölü ruhlar büyük ve kasvetli
yeraltı dünyasına adını efendisi Hades'ten alan bu diyara giderler. Bu yer; bir
arada bulunan cennet, cehennem ve arafın eski çağ Yunanistan'daki karşılığıdır.
Biz, Hıristiyan inancına göre, burada, yani dünyada yaptıklarımızın öldükten
sonra bize ne olacağını belirlediğini düşünürüz. İyi bir insansanız, cennete
gidersiniz. Kötü bir insansanız, cehenneme gidersiniz.
Yunanlılar için tüm bu yerler bir çatı
altında bulunuyordu, hepsi yeraltındaydı. Hiçbir zaman göremeyeceğimiz bir
yerdir. Orada neler olduğuna, verilen büyük cezalara veya korkunç şeylere dair
hikâyeler uydurabiliriz fakat hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğimizden, merak
etmeye devam ederiz. .
Efsaneye
göre Hades'in 3 seviyesi vardır. Ölülerin
çoğu isimsiz kitlelerin gönderildiği sıkıcı bir dinlenme yeri olan Asphodel'e
gönderilirler. Yeraltındaki sıradan bir insanın kaderi sadece etrafta amaçsızca
dolaşmak ve çok heyecan verici ya da ilginç olmayan bir hayat yaşamaktır. Bir
çeşit hüzünlü bir yerdir. Bu yer Katolik inancındaki arafa benzer bir yerdir.
Sessiz, sakin fakat matem ağaçlarıyla kaplı, ruhların sadece amaçsızca
gezindikleri bir belirsizlik bölgesidir. Ve tanrıları en çok kızdıranlar için
ayrılmış bir yer vardır. 64,000 km derinliğinde büyük bir cehennem. İçten içe
yanan bir nehirle çevrili, acı ve sonsuz işkence zindanı. Burası Tartarus'tur.
Kötü insanların ruhları Hıristiyanlıktaki cehennem inancına çok benzeyen
Tartarus'a gönderilirdi. Aslına bakarsanız, ilk Hıristiyanlar Tartarus ile cehennemi
öylesine birbirine bağlamışlardır ki İncil'de bile bahsedilmektedir. Peter'ın
İkinci Mektubu'nun sözlü biçiminde Tartarus'a atılan insanlar ortaya
çıkmaktadır. Ve çok günahkar olup Tartarus'ta cezalandırılan az bir kesim de
vardır. Ve
bence bu, Hıristiyanların Cehennem olarak bildikleri yerin kaynağıdır. Şanslı
olan az bir kesim için, kutsanmışların adası, eski çağ Yunanistan'da cennetin
karşılığı Hades'in 3. bölgesinde onları beklemektedir. Her şey kendiliğinden
yetişir ve siz hiç çalışmadan kendi payınıza sahip olursunuz, gerçekten
yapılacak hiç iş yoktur. Sonsuz bir neşe, dans edenler, berrak akarsular ve
gerçek dostluk vardır. Burası ünlü ve şerefli insanların hayatlarını
geçirdikleri yerdi. .
Efsaneye göre, tüm insanlar er ya da geç
Hades'in önünde diz çökeceklerdir. Bazıları için ise, bahsedilen bu günün
gelişi hızlı olacaktır. Hades, Persephone isminde genç bir kızı kaçırarak onu
yeraltında esir tutmaktadır. Hades bu genç kızı sonsuza dek karısı olması için
kaçırmıştır. Fakat Persephone unutulmamıştır. Yukarıdaki dünyada, güçlü annesi
onu aramaktadır. Annesi, dünyayı doyuran, hasat tanrıçası Demeter'dir. Bu
efsane, evreninin en önemli yönlerinden birini açıklayan bir efsanedir. Demeter
insanoğlunun neslini bitirebilecek, dünyayı paramparça edebilecek bir güce
sahiptir. Eski çağlarda yaşayan Yunanlılar, mevsimlerin değişiminden Demeter'in
sorumlu olduğuna inanmışlardır. Ve her şey Persephone'nin ortadan kaybolmasıyla
başlamıştır. Kızının başına ne geldiğini bilmediğinden tüm dünyayı dolaşmış ve
kızını kaybetmiş olmanın üzüntüsüyle toprağı bereketli kılmayı unutmuştur. Bu
yüzden bitkiler çürümüşler ve insanoğlu daha fazla üreyememiştir, dünya
yaşadığı en büyük kışlardan birine sürüklenmiştir. Bitmeyen bir buzlanma
görüntüsüyle karşılaşan diğer tanrılar, Hades'e Persephone'yi geri göndermesini
emrederler. Fakat Hades'in bir planı vardır. Hades eğer ona yeraltına ait bir
şeyi yedirmeyi başarırsa, onun da yeraltı dünyasının bir parçası haline
geleceğini biliyordu. Persephone'ye birkaç adet nar tanesi sunar. Sunulanı
safça kabul eden Persephone kaderin ağlarına düşmüş olur. Bu, tüm gezegenin
ödeyeceği bir hatadır. Artık Persephone yediği her taneye karşılık 1 ay olacak şekilde,
yani her yılın 3 ayını yeraltında geçirmek zorundadır. Yılın geri kalanını ise
annesinin yanında geçirebilecektir. Persephone yeraltı dünyasına indiğinde,
Demeter dünyanın ihtiyacı olan bereketi vermez ve bu durum Yunanlıların kış
olarak algıladığı zaman dilimidir. Persephone annesinin yanına döndüğünde,
Demeter çok sevinir ve bu durum da ilkbahar ve yaz olarak algıladığımız zaman
dilimidir. Eski çağlarda yaşayan Yunanlılar, Persephone'nin yeraltı dünyasına
mevsimlerin değişimi esnasında gidip geldiğine inandılar. Fakat oraya nasıl
gitmiştir?
Bu
sorunun cevabı, Atina'nın kuzeybatısında bulunan Eleusis isimli bir Yunan
kasabasının yakınlarındaki bir mağarada bulunmaktadır. Eski çağda yaşayanlar
için burası sadece bir mağara değil, bir ölüm kapısıydı. .
Efsaneye göre, Demeter kızı Persephone'yi
tam burada karşılamıştır. Persephone yeraltından bu mağara aracılığıyla
çıkmıştır. Yaşayanlar dünyasıyla ölüler dünyası arasında bir sınır olmakla
birlikte. gerçek hayatla efsane arasındaki sınırdır. Fakat burası Hades'e giden
tek geçit değildir. Eski çağ Yunanistan'da yeraltı dünyasına giden birçok giriş
bulunmaktaydı, aslına balarsanız, bir çeşit rekabet endüstrisi gibiydi. Eskiden
Amerikalıların "Goerge Washington geceyi burada geçirdi." demeleri
gibidir. Her yöre, "Yeraltı dünyasına giden bir geçidimiz var."
diyebilmek istemişlerdir. Bu yerin, eski çağlarda yaşayan Yunanlılar için önemi
büyüktü. Aslına bakarsanız, uzmanlar mağara girişinin yakınlarında
bulunan kalıntıların bir tapınağa ait olduğunu belirlemişlerdir. Bulunan
eserlerin arasında, üzerinde rahatlıkla okunabilen "Tanrı ve
Tanrıçaya" ibaresi bulunan bir taş kabartması vardı. İsmi ağza
alınamayan bir tanrıya ithaf edilmiştir. Ölüm meleği Hades adına yapılmış bir
tapınak. Hades adına yapılan tapınakların çok yaygın olmadığını unutmamak
gerekir, çünkü onun kim olduğu ve ona tapınmanın ne demek olduğu
düşünüldüğünde, tapınak yapmak için çok fazla sebep bulunmuyordu. Aslında, onun
dikkatini çekmenizin yolu, yere sertçe vurarak "Hey, Hades!" diye
bağırmanızdan geçmektedir. Bu yüzden Eleusis'te bir tapınağın bulunması çok
dikkat çekicidir. Burada, Eleusis'te, eski Yunanistan'ın en büyük dini tarikatı
tapınmak için toplanmıştır. Ölümü saplantı haline getirmiş gizli bir topluluk.
Orada kalarak törenlere öncülük ettiği bilinen tarihsel şahsiyetler vardır. Plato,
Cicero, Sokrates, bu bize oranın önemini gösterir. Günümüze kadar ulaşan
belgeler, Tarikat üyelerinin buraya Hades'teki cennete giden bir kestirme,
sonsuz saadete uzanan bir yol bulma arayışıyla geldiklerini göstermektedir.
Tarikatlar, Kutsanmışlar Adasına giden yolu
bulmanız için ihtiyacınız olan bilgiyi size verebilmekte ve siz de sonsuza
kadar yiyecek, parti ve şarap bereketinin görkemi içinde yaşayabilmekteydiniz.
Uzmanlar Eleusis'teki tarikatın ölümden sonra hayat vaat eden başka bir dini
etkilemiş olabileceğine inanmaktadırlar. Hıristiyanlığı. Bu Tarikat'ın,
insanların ölüm korkusundan kurtulmalarına yardım ettiğini ve çok ilginç bir
biçimde Hıristiyanlığa zemin hazırladığını biliyoruz. Ölümü bozguna uğratarak
yükselen evrensel bir Tarikat'ın tohumlarını ekmiştir. Eski çağlarda yaşayan
Yunanlılar için bu yüz, ölümün yüzüdür. .
Efsaneye
göre, Hades ruhların acımasız efendisidir. Fakat her zaman böyle
değildir. Dramatik bir değişim geçirmiştir. Unutulmuş bir çocuktan korkulan bir
tanrıya dönüşmüştür. Aslında doğar doğmaz öz babası tarafından canlı canlı
yutularak lanetlenmiştir. Hades eski Yunanlıların yeraltı tanrısıdır. Tüm ölü
ruhları kontrol eden korkutucu bir tanrıdır. Fakat her zaman bu denli tehditkâr
değildi. Tanrıların sarayında bir bebeğin çığlıkları sessizliği delmektedir. Yeni
doğmuş olan bu çocuğun adı Hades'tir. Babası Yunanistan'ı yöneten tanrıların,
yani Titanlar'ın kralı Kronos'tur. Bir kehanette Kronos'a çocuklarından
birinin onu öldüreceği söylenince, böyle bir şeyin gerçekleşmemesi için her
şeyi yapmaya karar verir. Yerine oğlunun geçmesinden korkan bir baba, bu insan
psikolojisidir. Kronos'un bu soruna bulduğu çözüm, çocuklarını yemek olmuştur.
Kronos ani bir hareketle yeni doğan oğlunu midesine indirir. Yeni doğmuş bir
çocuğu öldürme eski Yunanistan'da sık rastlanan bir durum değildi, bu yüzden
çocuklarını kasten öldürmeye çalışan bir baba düşüncesi onlar için şok edici
bir durum olmuştur. Tabii ki ölümsüz olduklarından, Kronos'un yuttuğu çocuklar
ölmemiş, sadece karnında bir yere hapsolmuşlardır. Hades ve çoğu kardeşi
babalarının karnında büyümüşlerdir. Kronos'un gazabından kurtulmayı başaran
tek çocuğun adı Zeus'tur. Yetişkin bir tanrı olarak geri döner ve hapsedilmiş
kardeşlerine özgürlüklerini verir. Kardeşler Tanrı Hanedanlarını oluşturmak
için birleşirler ve Titanlarla son bir savaşa girerek babalarından evrene
hükmetme gücünü alırlar. Titanları devirdikten sonra Tanrı Hanedanları bu
yeni düzende kimin hangi işi yapacağını belirlemek zorundaydılar. Hades,
Poseidon ve Zeus, yani Tanrı Hanedanlarının 3 erkeği fethin ganimetlerini
bölüşme konusunda anlaştılar. Bu Hades için bir dönüm noktasıdır. Tanrıların
güç yapısını sonsuza dek belirleyecek bir andır. Hades en büyük çocuktur ve zamanın
Yunan yasalarına göre bu durum ona bir avantaj sağlar.
Yunan dünyasının çoğu yerinde ata kanunları
geçerlidir. Bu, en büyük olanın, yani Hades'in kalan en büyük payı alma hakkına
sahip olduğu anlamına gelmekteydi. Fakat en küçük kardeş olan Zeus'un dünyayı
yönetme tutkusu vardı. Bu, Zeus'un tutkusu ile Hades'in doğuştan kazandığı hak
arasında geçen bir savaştır. Kardeşler kura çekmeye karar verirler, gök kubbeyi
kazanan tanrıların kralı olacaktır. Eski Yunan geleneklerinde seçilmesi zor
olan şeyleri bölüşmede kura çekmek tipik bir yöntemdi. Ve böylesine zor bir
karar alınırken kura çekmenin geçerli bir yol olduğunu herkes takdir etmiştir.
Tanrılar kurayı çekerler. Poseidon
denizleri Zeus gök kubbeyi çeker,
böylece mitolojinin üstün komutanı olur. Ve Hades kısa çöpü çekerek, ölüler
diyarıyla baş başa kalmış olur. Bu isteyerek seçtiği bir şey değildir. Bu onun alnına
yazılmıştır, kendi eliyle yapmıştır, fakat bu durum onu bazı yönlerden
değiştirmiştir. Bu durum onu mutsuz bir tanrı haline getirmiştir. Hades için
trajik bir dönüm noktasıdır. Evrene hükmedebileceği yerde, ölüler diyarına
hapsedilmiştir. Eski Yunanistan'da, ölüme karşı takınılan tutumla bizim bugünkü
tutumumuz arasında çok fark yoktur, bu yüzden insanlar Poseidon ve Zeus'a
taptıkları kadar Hades'e tapmamışlardır. Diğer tanrılar onu görmeye
gitmezlerdi, çünkü ölüm onlar için tatsız bir durumdu. Hades'in yeni evi
karanlık, kasvetli ve ölü ruhların hüznüyle kaplıdır. Eski belgeler burayı küf
kokulu mağara ve nehirlerin olduğu geniş bir alan olarak tarif etmektedir.
Karanlık ve kasvetli bir yerdir. Nehirleri pusludur. Çürüme kokusuyla kaplı,
çok korkutucu bir yerdir. Girmeniz halinde geri dönemeyeceğiniz bir yerdir. .
Efsane bu şekilde devam
eder, fakat gerçeğe dayanıyor olabilir mi?
Burası Yunanistan'ın altında kilometrelerce
uzanan mağaralar zinciri Diros'tur. Nehirler ve büyük mağaraların oluşturduğu
bu labirent Hades'in eskiden tarif edilişine mükemmel uymaktadır. Mağaralar
geçiş noktası gibi çalışmaktadırlar. Yeryüzü ile yeraltı dünyası arasındaki
gizli geçiş noktaları oldukları açıkça anlaşılmaktadır.
Yunan dünyasında mağaraların önemi
büyüktür, çünkü orada yaşayan ilk insanlar mağaralarda yaşamışlardır. Dışarı
çıkıp binalar inşa etmeye ve tarımda gelişmeye başladıktan sonra bile, bu
mağaralar onlar için önemli kutsal yerler olarak kalmışlardır. Böyle kasvetli
bir yere girme ve burada bulunma deneyimi Yunanlıların hayal güçlerini ve Hades
ile yeraltı dünyasının neye benzediğini resmedişlerini fazlasıyla etkilemiştir.
Eski çağlarda yaşayan Yunanlılar Hades'ten ve onun korkunç diyarından ölesiye
korkuyorlardı, fakat oraya girmesi reddedilen ölü ruhlardan daha fazla
korkmaktaydılar. .
Efsaneye göre, bu reddedilen ruhlar
yaşayanları rahatsız etmek için hayalet şeklinde geri dönüyorlardı.
Yunan efsanesine göre, tanrı Hades karanlık
ve nemli bir evrene ölülerin yeraltı dünyasına hükmetmektedir. Diğer dünyayı
bir krallığa dönüştürmeye başlamıştır. Ve bu tip bir monarşinin görevi
günahkarları cezalandırmak ve iyileri ödüllendirmektir. Hades ölü ruhlara göz kulak olmaları için bir infaz ekibi
kurar. 3 kafalı, acımasız bekçi köpeği "Cerberus". Tartarus'un mahkum
gardiyanları "Hundred-hander"lar. Ve Hades'in baş hizmetkârı
"Charon". Charon, nefret nehri "Styx"de devriye gezer.
Charon'un işi dünyanın bir tarafından, yani yaşayanların dünyasından Styx
nehrinin diğer kıyısına, yani yeraltı dünyasına, daha doğrusu ölüler diyarına
geçmek isteyen ruhlardan geçiş parası almaktı. Çok sıska, belli
belirsiz ve çok şeytani bir görüntüsü vardır. Aslında o, ölüm ve yaşam arasındaki
sınırdır. Takatsiz kalmıştır. Popüler kültür açısından bakıldığında, Azrail
gibi görünmektedir, parmağıyla sizi gösterip götürecek olan kişidir. Charon'dan
geçmeden Hades'e giden bir yol yoktur. Ve hiç kimse Styx nehrini ücretsiz
geçemez. Her ölü ruh geçiş için bir sikke vermek zorundadır. Eğer ruhun
Charon'a bu ücreti ödeyecek parası yoksa, Styx nehrinin kıyısında dinlenmeden
sonsuza dek amaçsızca dolaşmak zorundadır. Bu yüzden eski çağda yaşayan
Yunanlılar ölmüş bir insan cesedinin göz kapağına ya da dilinin altına bir
sikke koymaktaydılar. Bu adet eski çağlarda yaşayan Yunanlılar için çok
gerekliydi. Eğer sikke yerleştirilmezse, ölen kişi asla huzur bulamazdı. Eski
çağlarda yaşayanların bunu çok ciddiye aldıklarına hiç şüphe yoktur. Birçok eyaletin
ölüyü gömerken vazifesini yerine getirmeyen insanları cezalandıran kanunları
vardı. Ailenin, ölen kişinin bu dünyayla ilişkisinin tamamen kesilmesinden ve
diğer dünyaya gönderilmesinden emin olmak gibi bir zorunlulukları vardı. Çünkü
eğer bunu yapmazlarsa, ölen kişi bu dünyada bir hayalet olarak kalır ve bundan
da herkes etkilenirdi. Ölen geri gelir, rahatsız eder, bir şeyler ister, ağlar,
şikâyet eder, incitir, yok eder gibi fikirler eski hikâyelerden tutun da
bugünkü hikâyelere kadar hepsinin içinde mevcuttur. Bu efsanedir, fakat
kanıtımız nedir?
Yunanlıların hayaletlere inandıklarına dair
arkalarında bıraktıkları ipucu ise eski vudu bebekleridir. Yunanistan
mezarlıklarında kazı yapan arkeologlar elleri ayakları birbirine bağlı ufak
kurşun heykelcikler bulmuşlardır. Ve hepsi de üzerlerinde beddualar yazılı
küçük tabutlara koyulmuş haldedir. Bu yazılar, ölüler ve ölülerden sorumlu
tanrılar, yaşayan insanlara işkence yapsınlar diye onları çağırma niyetiyle
yazılmış sihirli büyülerdir. Eğer bir boks maçı yapıyorsanız, ölülerden
rakibinizin kolunu bloke etmesini isteyebilirdiniz. Sıklıkla kullanıldıkları
başka bir alan ise ticarettir, sizin bir deri tabakçısı olduğunuzu ve başka bir
tabakçının sizden daha iyi iş yaptığını farz edersek, ölülerden onu işini bozmasını
da isteyebilirdiniz. Bu vudu bebekleri muhtemelen Hades'e hiçbir zaman
ulaşamayacak olanların mezarlarına koyuluyordu. Bu kişiler "huzursuz
ölüler" adıyla bilinmekteydi. Çok genç yaşta, vahşi bir şekilde
örneğin bir cinayete kurban giderek ölen veya düzgün bir şekilde gömülmeyen
insanlar. Bu hayaletler yeraltı dünyasına gidemiyorlardı, bu yüzden huzursuz,
mutsuz ve kızgındılar, ayrıca onlardan birini sizin çirkin bir işinizi yapmaya
ikna etmek çok kolaydı. Yeraltı dünyasına inebilen ruhlar sonsuza dek orada
hapsoluyorlardı. Hades'in ayrılmaya çalışanlara verdiği ceza ise çok acımasız
oluyordu. Fakat bu bazılarını denemekten alıkoyamamıştır. Bitkin bir halde bu
dağın etiğinde duran, yaşlı ve zayıf yüzünden terler boşalan, derisinin
altındaki damarları şişen, bu adamın adı Sisyphus'tır ve Hades'in isteklerine
karşı gelmeye cesaret eden ilk ruhtur. Sisyphus dünyadaki hayatı bitmeden önce
ölümü kandıracak planlar yapmıştır. Sisyphus karısına "Lütfen, beni gömme." der. Eğer karısı onu
gömmezse, Hades'in diğer tarafına giden yola girmeyeceğini biliyordu, sahipsiz
topraklarda mahsur kalacaktı.
Ölümü kandırmayı kim hayal
etmemiştir ki?
Sisyphus etkileyici sanatını, zekâsını, tüm
aklını kullanarak ölüm tanrısını ikna etmeyi ya da cehennemden bir çıkış yolu bulmayı
başaracaktır. Sisyphus ölüm kralını kandıramayacağını bildiğinden, kraliçeye
gider. Sisyphus kendisine bu kötülüğü yapan karısını, vücuduma nasıl olurda
böyle kötü davranabilir diyerek yeraltı dünyasının kraliçesi Persephone'ye
şikâyet eder. Persephone bu durumu anlayışla karşılar ve karısına olan
siniriyle Sisyphus'un gerekli dersi vermesi için yeryüzüne dönmesini sağlayacak
izni verir. Tabii ki, Sisyphus yeryüzüne geri döndüğünde, Hades'e geri dönmeye
dair hiçbir niyeti yoktur. Sisyphus imkânsızı başarmış, ölümü aldatmış ve
hayatın doğal döngüsünü değiştirmiştir. Fakat yeraltı dünyasının tanrısı
intikamını alacaktır. Hiç kimse Hades'i kandırıp, bununla yaşayamaz. Ölülerin
tanrısı Hades hiç kimseyi serbest bırakmaz. Fakat Sisyphus isimli bir ruh elinden
kayıp gitmiştir. Hades kandırıldığını anladığında, çok sinirlenir. Anında
Sisyphus'u tekrar yeraltı dünyasına çeker. Sisyphus tanrıları, ölümü, doğayı
aldatabileceğini düşünmüştür. Eski çağlarda yaşayan Yunanlılar için böylesi bir
hareket çok tehlikeydi. Ölümü aldatmayı deneyen her ruh toplum için bir
tehditti. Yunanlılar birisi öldüğünde, onun yerine koyulması ve onun orada
kalması gerektiğine inanmışlardır. Buradaki düşünce ölünün yaşayanlardaki
hayatın peşinde olduğu ve yaşamlarını zayıflattığıdır. Eğer ölüler her zaman
göz önünde olurlarsa, sizin yaşamınızı sömürürler. .
Efsaneye göre, ölümü kandırmaya çalışmanın
cezası ağır ve kalıcıdır. Hades Sisyphus'u eski dünyanın cehennemi Tartarus'a
mahkum eder. Orada, kavurucu sıcağın altında, büyük bir kayayı iterek bir dağın
tepesine çıkarmak zorundadır. Her günün sonunda, bitkin ve acı içinde zirveye
ulaşır ve ittiği kayanın tepeden aşağıya yuvarlanışını çaresizce izler. Sonsuza
dek her gün bu cezayı çeker. Sisyphus'den, yani sonsuza dek amaçsızca boğuşup duran
bir insanın hikâyesinden, günümüz İngilizcesindeki, çok güç gerektiren ve aynı
zamanda tamamen amaçsız bir görev manasına gelen "Sisyphean" kelimesi
türemiştir. Sisyphus'un hikâyesi eski çağlarda yaşayan Yunanlılara "Kimse
ölümü ya da onun efendisini kandıramaz." şeklinde algılanan güçlü bir
mesaj göndermiştir. Hades'in,
insanların en çok aldatmak, kandırmak ya da kurtulmak istedikleri kişi olduğunu
anlayabiliyoruz. Hades, üzerinizde istekleri ve gücü mutlak olan tanrıdır, hiç
kimse ölümden kurtulma adına onunla anlaşma yoluna gidemez. Fakat Sisyphus'dan
sonra dahi, hâlâ deneyenler mevcuttur. Orpheus onlardan biridir. Dünyadaki en
güzel müziği icra eden müzisyen. Bu onun ölüm tanrısına karşı kullanacağı
silahı olacaktır. Orpheus müzikal geleneğinin kurucuydu. Şiir ve
müziği icat eden kişiydi. Özellikle eski çağlarda, üstte bir çubuk ve aşağı
uzanan telleri olan, "U" şeklindeki müzik aleti lir'de ustalaşmıştı.
Yunancadaki "aoidos" yani
"müzik" kelimesi hakkında unutmamamız gereken önemli şeylerden birisi
de hem "şarkı" hem de "sihirli söz" anlamına geldiğidir, bu
yüzden Orpheus şarkı söylerken büyülenmiştir. Orpheus'un müzikten daha çok
sevdiği sadece bir şey vardır, o da çekici genç karısı, Euridice'dir. Orpheus
ve Euridice'nin hikâyesindeki en üzücü şeylerden birisi de ne kadar kusursuzca
mutlu ve birbirlerine aşık olduklarıdır. Ve Yunanlılarla ilgili bir şey de,
eğer mutluysanız, bir şeyler olacaktır, çünkü bu derece mutlu olmak ölümlülere
özgü bir şey değildir. Bir gün, Euridice bahçede meyve toplarken,
durdurulamayan seks dürtüsüyle tanınan, yarı keçi yarı insan çirkin bir canavar
olan satirin dikkatini çeker. Satirler doğadaki kontrol edilemeyen erkek gücünü
temsil etmektedirler, katıksız şehvet, doğurma ve çiftleşme arzusudurlar. Satir
Euridice'ye saldırır. Euridice kaçmaya çalışır. Fakat satir onu köşeye
sıkıştırır. Çok korkmuş şekilde geri giderken zehirli yılanların bulunduğu bir
çukura düşer. Orpheus onu bu çukurda bulur fakat artık çok geçtir. Euridice
artık Hades'in avuçlarının içindedir. Orpheus Euridice'yi o kadar çok seviyordu
ki, daha önce hiç kimsenin yas tutmadığı şekilde onun yasını tutmuştur. Orpheus
karısının ölümünü kabullenmeyi reddeder. Hades'e meydan okumaya ve karısını
hayata döndürmeye karar verir. Hayat, Euridice olmadan devam edemez. Tek silahı
olan lirle, yeraltı dünyasına gitmeye karar verir. Orpheus dünyanın
derinliklerine doğru tehlikeli bir yolculuğa başlar. Arayışında başarısız
olması karısını sonsuza dek mahkum edecektir. Başarılı olması ise onu bir
kahraman yapacaktır. Yeraltına gidip geri dönmedikçe gerçek anlamda bir Yunan
kahramanı olamazsınız.
Yunan edebiyatında sıkça rastlanan,
düşünmekten hoşlandıkları bir durumdur, ölüm herkesin paylaştığı bir şeydir.
Düşünmekten başka elimizden bir şey gelmez. Orpheus güzel ve hüzünlü
şarkılarıyla, kayıkçı Charon'u büyüler ve Styx nehrini geçer. Fakat başka bir
korkutucu engel onu diğer tarafta beklemektedir
3 kafalı, Hades'in acımasız bekçi köpeği "Cerberus". Cerberus
yeraltı dünyasının kapısında görevlendirilmişti. İçeri giren ve dışarı
çıkanları gözetlemek için oradaydı. Hiç kimse bu köpeği geçmeden ne içeri
girebilir ne de dışarı çıkabilirdi. Bu korkunç köpeğin 3 kafası vardı ve diğer
köpeklere nazaran çok büyük ve çok daha kuvvetliydi. Önceden gördükleri ve
ürperdikleri bir canavardır. Orpheus titreyen parmaklarıyla lirini çalar.
Cerberus büyülenir ve müzisyenin yolu açılır. Fakat geçireceği gerçek test
kapıların ötesinde, Hades'le olan testtir. Ulu tanrı Hades'e gitmekte ve
çalacağı müziğin Hades'i istediği şeyi yapmaya ikna etmesini ummaktadır. Fakat
müzisyen olarak kendisine değil, müziğin gücüne inanmakta ve güvenmektedir.
Orpheus hiçbir ölümlünün denemediğini yapacak, ölüm tanrısını büyülemeyi
deneyecektir. Şarkısı o kadar güzel ve kederliydi ki, Hades de dahil herkes
ağlamıştır. Ve bu ölüm tanrısıdır, o kolaylıkla ağlamaz. Başka bir kişi de
karanlıklardan onları seyretmektedir. Orpheus'un ölen karısı, Euridice.
Müzikten çok etkilenen Hades, Orpheus'a karısının özgürlüğünü geri kazanmasını
sağlayacak bir şans vermeye karar verir. Hades ilk kez aşkın ve kayboluşun
gücünü fark eder. Ölümsüz olduğundan aşkını kaybetmeyi anlayamaz. Fakat şarkı
anlamasını sağlar ve bu güç sayesinde, bu şarkı sayesinde, Orpheus'un
Euridice'yi geri götürmesine izin verir. Öne sürülen şart ise, Orpheus
Hades'ten yürüyerek çıkacak ve Euridice'nin onu arkadan takip ettiğine
inanacaktır. Fakat emin olmak için geriye bakarsa, onu sonsuza dek
kaybedecektir. Orpheus ve Euridice yeryüzüne doğru yol alırken, Orpheus şüphe
duymaya başlar. "Euridice gerçekten arkamda mı?", "Hades bana
bir çeşit oyun mu oynuyor? " diye merak etmeye başlar ve yeryüzüne
yaklaştıkça, merakı da içinde gitgide büyümeye devam eder. Ve sonunda, tam
yeryüzüne çıkmak üzerelerken, daha fazla dayanamaz ve arkasına bakar, Euridice'yi
görür. Bunu yaptığında, göz göze geldiklerinde, Euridice birdenbire yeraltı
dünyasına sürüklenir. Hades ölüm üzerindeki gücünün mutlak olduğunu bir kez
daha kanıtlamıştır. Fakat yakın bir zaman içinde, hükümdarlığına ondan çok daha
üstün bir güç tarafından meydan okunacaktır. Bu, Vahiy kitabında kayıtlara
geçecek tanrıların nihai savaşı olacaktır. Hades ölüm üzerindeki gücünün mutlak
olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Orpheus'un karısı Euridice'yi almıştır.
Orpheus perişan olmuştur. Yeraltı dünyasından döndükten sonra, müzisyenimiz
ıssız yerlere doğru seyahate çıkar ve önüne çıkan herkese ölümün trajedisini
anlatan şarkılar söyler. .
Efsane bu şekildedir, fakat
bunun gerçekle olan ilgisi nedir?
İlginç bir arkeolojik bulgu, ölüm efendisinin
ve onun ülkesinin eski çağlarda yaşayan Yunanlılara nasıl göründüğü üzerine
aydınlatıcı bir ışık tutmaktadır. Son iki yüzyıl boyunca, eski mezarlık
alanlarında gizemli altın yazıtlar bulunmaktadır. Bu yazıtların büyük
çoğunluğunun bulunduğu yer bizlere, bunların cesedin ağzının üstüne gömülürken
koyulduğunu göstermektedir. Ve şekilleri dudak gibidir, bu yüzden
yazıtların üstündeki ibare, ölen kişinin adına konuşuyor gibi görünmektedir.
Hades, tanrısı ve mekanı ile ilgili yazılarla doludurlar. Onları daha önce
yeraltında bulunmuş bir kişinin yazdığı yönergeler gibi okumuşlardır. "Sol
tarafta Hades'in Evi, İlkbahar'ı bulacaksın." "Ruh Güneş'in ışığından
ayrılır ayrılmaz, sağ tarafa git, çok dikkatli ol." Bu belgeler yeraltına
gitmenizi sağlayan bir pasaport gibi işlev görmüş ve ne olduğunu, ölünün hangi
aşamalardan geçtiğini, ne tip gardiyanlarla karşılaştığını ve onları geçip
yeraltı dünyasına ulaşmak için ne söylemesi gerektiğini anlatmışlardır. Bunlar,
efsanenin etkisi altında yazılmış gerçek hayat yazıtlarıdır. Ahirete
bakış açılarının Orpheus'un efsanevi şiirlerinden türediğine inanılmaktadır.
Yeraltındayken oranın nasıl işlediğine dair birçok şey öğrendiğine
inanılmaktadır. Bu yüzden yanında karısı olmadan yeryüzüne geri döndüğünde,
yeraltı dünyası hakkında şiirler yazmıştır. Ve yeraltında ne yapmaları, ne
yapmamaları gerektiği hakkındaki bu şiirler kişiden kişiye aktarılmıştır ve
aslına bakarsanız altın tabletlerin üzerindeki yazılar bu şiirlerden alınmış
bölümlerdir. Eski çağlarda yaşayanlar Orpheus'un şiirlerini ölümden sonraki
hayatın el kitabı olarak, Hades diyarını anlamak ve orada yollarını bulmak için
kullanmışlardır.
Binlerce
yıl boyunca, Yunanlılar'ın ahirete bakış açıları bu şekilde sürmüştür, fakat
Milattan Sonraki ilk yüzyıllarda, ortaya çıkan yeni fikirler eski dünyanın
ölüme bakış açısını kökten değiştirmiştir. Tanrı Hades yeni ve güçlü bir
kuvvetle yüz yüze gelmek üzereydi Hz. İsa. Hıristiyan geleneği eski ile yeni
düzen arasında gerçekleşen bir epik savaşı anlatmaktadır. Tanrıların son savaşı.
Savaşın merkezinde Hades bulunmaktadır. Ve İsa ruhlarını almak için gelmiştir.
Nicodemus İncil'inde İsa'nın Hades'e gidişini anlatan "Descensus
Christi" adında
yeniden yazılmış bir bölüm vardır. Hz. İsa öldükten sonra, oraya gider ve
Hades'le yüzleşir. Hz. İsa şereflilerin en yücesi olarak gelerek kapıları açar
ve Hades'teki tüm insanlara yol göstererek onları cennete götürür. Hz. İsa,
Hades'te Yunanistan'ın tüm ölü ruhlarına vaaz eder. Hem yaşayan hem de ölüler
için mesaj nettir. Hades'i reddedin ve yeni kurtarıcınızla kucaklaşın.
Bu yeni düzende ölülerin
efendisi ne olacak?
Hades'in son zamanları, İncil'in kıyamet
gününü anlatan Vahiy kitabında anlatılmaktadır. Vahiy'e
göre, ölüm üzerindeki gücünü göstermek için, Hz. İsa Hades'i ve ölümü yok
edecektir. İsa son bildiri için döndüğünde, ölüm muhafızını ateş gölüne
atacaktır. Hades'i; ölüler diyarını yok ederek, sadece kendi adına değil, tüm
yaratılanlar adına ölüme karşı bir zafer kazanmış olur. En sonunda, Hades emri altındaki ruhlarla aynı
kaderi paylaşmak zorunda kalacaktır. O bile ölümün pençesinden kaçamayacaktır.
Hades hakkında anlatılan hikâyelerin altında yatan güç, bizim, yani insanların
ölümü nasıl gördüğümüzü, ölümü aldatmayı ya da bir hayatta kalma yolu bulmayı
nasıl ümit ettiğimizi anlamamızı sağlamalarıdır, korktuğumuz şey varoluşumuzun
son erdiği düşüncesidir. Yeraltı dünyası büyüleyicidir. İnsanlar orada neler
olabileceğini düşünmeyi severler çünkü korkutucudur, esrarengizdir, bu dünyada
gerçekleşen her şeyden tamamen daha farklıdır. Bu hikâyeler çocukları korkutan
ya da sizi daha iyi hissettiren yerel efsanelerden, yerel hikâyelerden daha
fazlasıdır. Onlar, en esaslı şekilde insan olmakla ve fani olma durumunuzla
yüzleşmenizle ilgilidir.
Yarı insan, yarı boğa bir canavar, büyük bir
labirentte kilit altında, insan etinden oluşan yeni yemeğini beklemektedir. Bu,
Minotaur'un garip efsanesidir. İnsanoğlunun içindeki canavarı sembolize eden
doğadaki kızgın ve vahşi yaratık. Fakat hikâyesinin ardında çarpıcı bir gerçek
yatmaktadır. Fedakârlığın, acımasızlığın, savaşın ve hakiki bir labirentten
geriye kalanların oluşturduğu gerçek bir dünya.
Büyük bir kapı üstünüze kapanır. Belirsiz
bir labirentin koridorları sizi beklemektedir. Havada ağır bir ölüm kokusu
vardır. Minatour'un labirentinde tuzağa düşerseniz. kaçış yolunuz yoktur. Minotaur hikâyesi eski çağlarda yaşayan Yunanlılar için
bir korku hikâyesiydi. Labirent bir ölüm odasıydı. Oraya kilitlenenler, tek bir kaderlerinin
olduğunu ve sonlarının korkunç, yırtıcı, insan yiyen bir canavarın elinden
olacağını biliyorlardı. Bu yarı insan, yarı hayvan canavar sizi parçalara
ayırmakta ve sizi yemektedir. Minotaur insan bir anneden doğma, boğa bir
babadan olma bir mutanttır. Çok güçlü ve kuvvetli bir erkek vücuduna fakat
boynuzlu bir boğa kafasına sahiptir. Bir açıdan baktığınızda, bir bölümü
canavardır. Ve bu canavar aç, yırtıcı bir katildir, hatta öldürdüğü insanların
etini yemektedir. Diğer bir açıdan ise, Minotaur yarı insandır ve vahşiliğinin
içinde kapana kısılmış durumda bulunan insanlığından gelen bir çeşit
hassasiyeti vardır. Özünde, bu efsane sağduyu ve acımasızlık, düzen ve kaos
arasındaki savaşı temsil etmektedir. Eski çağlarda yaşayıp, bu hikâyeyi anlatan
Yunanlılar medenileştikleri için kendileriyle gurur duymaktaydılar.
Yunanlıların tam anlamıyla inandıkları
şeylerden biri de sağduyunun birçok şeyin üstesinden gelebileceğiydi. Fakat
Minotaur sağduyu düşmanı, tüm insanlığın içinde hapsolmuş hayvani içgüdülerin
sembolüydü. Minotaur, yani canavar Yunanlıların anlamaya çalıştıkları doğanın
dizginlenemeyen parçasıydı. Bu, kontrol edemedikleri tek şeydi. .
Efsaneye
göre, Minotaur burada, Girit adasında yaşamaktadır. Hikâyenin vuku bulduğu
zamanlarda, Girit, Minotaur'un labirentine hükmettiği gibi Yunan dünyasına
hükmetmekteydi. Tunç Devri'nin sonlarında, Akdeniz'in bu bölümündeki en önemli
güç Girit idi. Klasik dönemde çok fazla öneme sahip ve en belirgin güç konumuna
gelen Atina ve Sparta gibi şehirlerin aslına bakarsanız hiçbir önemi yoktu.
Aslında, bölgedeki en büyük güç olan Girit'e vergi ödemek zorundaydılar. .
Efsaneye göre, Minotaur bir tanrıyı alt
etmeye çalışan Girit Kralı Minos'u cezalandırması için yaratılmıştır. Kral
Minos'un her yıl en değerli boğasını Denizler Tanrısı Poseidon'a kurban etmesi
gelenek haline gelmişti. Fakat, bir yıl sürü o kadar güzel, o kadar mükemmel
bir buzağı doğurur ki, Minos ondan ayrılmaya dayanamaz. Onun yerine daha
çelimsiz bir boğa kurban eder. Fakat Poseidon izlemektedir.
Yunan mitolojisinde, her ne zaman bir
tanrıyı alt etmeye çabalarsanız, kaybeden siz olursunuz. Poseidon bunu görünce,
"Tamam. Boğanı bu kadar çok mu seviyorsun? Öyleyse kadınını bir boğaya
çeviriyorum." der. Ve böylece Minos'un karısının bir boğayı
arzulamasını sağlar. Minos'un karısı, Pasiphaë, bir boğaya aşık olur.
Pasiphaë'nin boğaya karşı olan arzusu, bence, bir çeşit hayvansı arzuyu
sembolize eder. Hepimiz kendimizi çok akıl sahibi yaratıklar olarak düşünmeyi
severiz fakat gerçekte hepimiz, özümüzde saf hayvansı istekler tarafından
yönetildiğimizi biliriz. Kraliçe boğayı azdırmak için özel bir plan yapar. Bir
inek kostümünün içine girer ve onun otladığı çayırlıkta, canavarın yaklaşmasını
bekler. Bu çok garip bir efsanedir, çünkü Pasiphaë gerçekten hayvani bir
harekette bulunmaktadır. Bu boğaya aşıktır. Bu boğayla ilişkiye girmek
istemektedir. Bu durum, eski çağlarda yaşayan Yunanlı ve Romalıların,
düzgün cinsel davranış şeklinin nasıl olduğuna dair zihinlerini yorduklarını
göstermektedir. Ve hayvanlarla cinsel ilişkiye girmek mitolojilerinde çokça
ortaya çıkan tabulardan biriydi. Gerçek dünyada, bu tip efsanevi
sahnelerin, vahşiliğin ünlü sahnelerinin Kolezyum'da gerçekleştirildiğini
görmekteyiz. Sırf eğlence olsun diye boğalarla ilişkiye girmeye zorlanan kadın
köleler olmuştur. Bu tip gerçek yaşam gösterilerinde, eski çağlarda yaşayanlar
sıklıkla Kraliçe Pasiphaë'nin bir boğayla yaşadığı efsanevi ilişkiyi
canlandırmaktadırlar.
Hikâyemizde ise çok geçmeden stratejisi
başarıya ulaşacaktır. Boğa onu gözetler, şehvetine yenik düşerek onunla
çiftleşir, 9 ay sonra ise, Minotaur'unuz doğmuş olur. Canavarların dünyaya
gelişi sıklıkla günahkârlıkla ya da bu çeşit bir kabahatle ilişkilendirilse de
bu durum kesinlikle her ikisinin karışımıdır. Çünkü Minos antlaşmasına sadık
kalmamış, Pasiphaë doğal olmayan bir arzunun ağına düşmüş, böylece anormal ve
hasarlı bir çocuk dünyaya gelmiştir. Alnına "korku" yazılmış, yarı
insan, yarı boğa bir bebek. O bir canavardır. Biz onu böyle tanırız. Fakat aynı
zamanda, kaderin kurbanı olmuş gibi görünmektedir ve bu yüzden Minotaur'a karşı
karışık hislerimiz vardır. Gerçekten onu suçlayamayız. Minotaur'un garip bir
ismi vardır. Babası Minos olmamasına rağmen, adının ilk bölümü Minos adından
gelir. İkinci bölüm, yani "tauros" ise, Yunancada boğa anlamına
gelir. Yani Minotaur Minos'un boğası anlamına gelir. Eski çağlarda yaşayanlar
için, bu insan-boğa karışımı güçlü ve korkutucu bir kavramdı. Boğalar Yunan
medeniyetinde çok önemli bir yere sahipti. Aslına bakarsanız, tanrı gibi
tapınılmışlardır. Tüm Doğu Akdeniz boyunca, boğa tarikatlarında çok fazla
kurban ve ayinler vardı. Boğa erkek iktidarını ve gücünü temsil eder ve
kesinlikle bu yüzden boğa dini açıdan erkeklerin iktidar, verimlilik, kuvvet ve
gücünü temsil eden bir ikondur. Boğa gücünü yansıtan anılar Yahudi-Hıristiyan dönemlerine de
taşınmıştır ve İsa'nın doğumunu resmeden tablolarda Bebek İsa'ya yaşam gücü
üflerken resmedilen boğalar görmekteyiz. .
Efsaneye göre, zalim Kral Minos, Minotaur
doğunca çok sinirlenir. Ve onu kendi gücüne karşı gelmeye cüret edenlere karşı
bir silah olarak kullanmaya karar verir. Dünyanın en korkunç hapishanesini inşa
etmek gibi çok şeytani bir plan yapar ve sevimsiz üvey evladını da o
hapishanenin insan yiyen muhafızına çevirir. Orayı inşa etmek için, Minos dâhi
inşaat mühendisi, Daedalus'un yardımını ister. Daedalus antik çağda yaşamış en
ünlü mimardır. Thomas Edison ve Frank Lloyd Wright'ın bir araya gelmesi
gibidir. Güzel eserler yapma yeteneği vardır, ayrıca eski çağ teknolojisinde
uçan makineler ve harikalar inşa etme yeteneğine sahiptir. Daedalus sadece çok
büyük dolambaçlı bir labirentten oluşan ve demir parmaklıkları olmayan bir
hapishane planı yapar. Orası o kadar büyük ve orada yolunu bulmak o kadar
imkânsız olacaktır ki, kendisi bile oradan sağ çıkmayı başaramayacaktır. Ve
oranın merkezinde Minotaur avını bekliyor olacaktır. Labirent koridorlardan ve
merdivenlerden oluşuyordu, labirentte içinde yürüyenin kısa zamanda nerede
olduğunu anlamasını engelleyen, kişinin aklını karıştıran bir çeşit mistik veya
garip bir havası vardır. Karanlık, kafa karıştıran ve ölümcül bir yer. Bu
efsanevi labirent çok korkutucu olmalıdır. Fakat bir efsaneden fazlası olabilir
mi?
Bugün Girit adasında, Minotaur'un labirentiyle
ürkütücü benzerlikler gösteren bir yeraltı labirenti bulunmaktadır. Mesara
mağarası. Yöresel bilgilere göre eski çağlardan kalma ve efsaneye ilham veren
bir yeraltı taş ocağıdır. 3.5 km boyunca belirli bir düzeni olmadan uzanan
dolambaçlı koridorlar. Aslında, buraya girmeye cesaret eden çoğu kişi
kaybolmamak için tel kullanmışlardır. Aynı taktik efsanenin ilerleyen
bölümlerinde Minotaur'un kurbanları için de çok önem arz edecektir. Bu
tünellerin duvarlarında bulunan keski izleri bu mağaraların insanlar tarafından
yapıldığının ve eski zamana has aletlerle kazıldıklarının kanıtıdır. Yüzyıllar
boyunca, bu yeri keşfetmek için gelenler Minotaur'un evini bulduklarına
inanmışlar ve çoğu kendi izlerini bırakmışlardır. Bugün bile araştırmacılar
labirentte yollarını bulmayı denemektedirler. Amaçları Minotaur'un bir zamanlar
yaşadığı söylenen bu ana odaya ulaşmaktır. Buraya korkularını yenmek için geldiler
ve kazanmaları durumunda görev tamamlanmış demektir. İsimlerini üzerine
yazdılar ve mutluca buradan ayrıldılar. Burası o labirent olsaydı, çok güzel
olurdu. Herkes bu labirent düşüncesinin nereden geldiğini bilmek istemektedir
ve siz karşınızda böyle mağaralar gördüğünüzde buranın bir zamanlar Minotaur'un
yuvası olduğuna dair fikirler hemen zihinlere gelmektedir. .
Efsanenin gerçekleştiği söylenen adada eski
çağlardan kalma, insanlar tarafından yapılmış bir labirent. Biri hariç, her
yönden Minotaur'un labirenti için mükemmel bir aday. Uzmanların çoğu efsanenin
mağaradan daha eski olduğunu düşünmektedir.
Yunan-Roma zamanlarının sonlarında
işletilmiştir ve bu dönemde birçok hacının burayı ziyaret edişi kayıtlarda
vardır. Fakat gerçek Minotaur ve labirent efsanesi çok daha önceleri ortaya
çıkmıştır. Mesara labirent efsanesine ilham veren yer değilse, o yer neresidir?
İpucu arayışları bizi tekrar efsaneye
yönlendirir. Korkutucu labirenti tamamlanan Girit Kralı Minos, ilk kurbanlarını
aramaya başlar. Minotaur için yemek vakti gelmiştir. Eski bir efsaneye göre,
Girit adası karanlık bir labirentte hiçbir şey yemeden devriye gezen yarı
insan, yarı boğa bir canavara ev sahipliği yapmaktadır. Labirent çok
karışıktır, mimarı bile çıkış yolunu zorlukla bulabilmektedir. İçeride ise,
Minotaur insan etine susamış halde ilk kurbanlarını beklemektedir. Bu esnada,
320 km kuzeyde Atina ismindeki küçük site devletinde, tüm Akdeniz'den gelen
atletler bazı sportif mücadeleleri başarmak için bir araya gelmişlerdir. Bu
durum, Olimpiyat Oyunlarının ilk işaretleridir. Yarışmacılar arasında, Girit
Kralı Minos'un oğlu ve Minotaur'un üvey kardeşi Prens Androgeus da vardır.
Minos'un oğlu, Androgeus, her yarışmayı kazanmış; koşuda, fırlatmada ve şarkı
söylemede herkesin yıldızı olmuştu. Ve bu durum bazı Atinalı gençleri o kadar
sinirlendirir ki bir sarhoş kavgasında onu öldürürler. Kralın oğlu acımasızca
öldürülmüştür. Bu savaş demektir. Haberler Minos'a ulaştığında, çok büyük bir
kedere kapılır, çok büyük bir öfke ve intikam alma duygusu içini kaplar. Kral
Minos olabilecek en kötü şekilde Atinalıları cezalandırmaya karar verir.
Minotaur'u onlarla besleyecektir. Girit donanması Atina'ya demirler ve bir
ültimatom gönderir. Minos onlardan Minotaur'a kurban etmek için 7 bakir erkek
ve 7 bakire kadın göndermelerini talep eder. Eski çağlarda bakireler çok
değerli birer ticaret eşyasıydı çünkü saflıklarının onları tanrılara daha da
yakınlaştırdığına inanılıyordu. Bir gemiye bindirilecekler ve bu gemi onları
aşağılayıcı koşullar içinde Girit'e götürecektir. Hepsi canavar tarafından
öldürülecekleri labirente götürülürken göz yaşlarına boğulacaklardır. .
Efsane bu şeklide devam eder, fakat gerçekle bağlantısı nedir?
Hikâye burada gerçek tarihsel bir çatışmayı
sembolize eder. Yılların süper gücüyle, gelecek vaat eden bir eyalet arasındaki
epik mücadele.
Yunan tarihinin ilk zamanlarında, Atina ve
Girit birbirlerinin can düşmanlarıyken Girit'in büyük donanması Girit'e büyük
bir avantaj sağlamıştır. Hem efsanede hem de gerçek hayatta, David ve
Goliath'ın mücadelesidir. Minotaur efsanesinin gerçek tarihin sembolik bir
örtüsü olduğu her halinden bellidir. Girit çok güçlü bir medeniyet olmakla
birlikte anakara Yunanistan'daki eyalet devletlerin üzerinde bir çeşit üstünlük
kurmuştur. Minos'un sunduğu bu uygunsuz talep, Girit'in tüm bölge üzerinde
kurduğu hakimiyetin bir yansımasıdır. Atinalılar Minotaur hikâyesini politik
bir propaganda olarak kullanmışlardır. Minotaur, Girit'in zorbalığını
yansıtmıştır. Labirent, Girit'in neredeyse önlenemez derecede büyük gücünü,
kurbanları ise acı çeken Atinalıları sembolize etmiştir. .
Efsanenin amacı Giritlileri barbar ve
günahkâr olarak göstermektir. Ve işe yaramıştır. Hikâyeyi yüzyıllardır
abartarak anlatan Yunanlılar için, bu hikâye kendilerinin, tanrılarının ve
sağduyulu düşüncelerinin Giritlilerden, onların boğaları ve canavarlarından
daha üstün olduğunun önemli bir kanıtıydı. .
Efsaneye
göre Atina, her 9 senede bir Minotaur'a kurban edilmesi için insanlar
göndermeye aksi takdirde Girit’le topyekun savaşa girmeye zorlanır. Fakat neden
9 senede bir?
Kayıtlarından anlaşıldığı üzere, Ay'ın
yaklaşık dokuz yıl süren çeşitli yıldız takımlarının etrafındaki hareketlerini
baz alan bir anlayışa sahiptiler. Öyleyse bu durum, 9 yıllık kurbanların
temelidir. Her ne zaman dolunay Ekinoks'a
denk gelirse, canavara yeni kurbanlarını gönderme vakti gelmiş demektir. İlk
kurbanlar labirente hapsedildikleri esnada, denizin karşı yakasında önemli bir
olay vuku bulmaktadır. Atina'dan 80 km uzaklıktaki küçük bir krallıkta dünyaya
gelen çocuğun adı Theseus'tur.
Yunan mitolojisinin ilk büyük
kahramanlarından birisidir. Minotaur'a karşı koymak için seçilen kişidir.
Theseus'un doğumu Atina'nın ulusal kimliği açısından bakıldığında en önemli
hadisedir. Theseus'un eski tip kahramanlara özgü bir yapısı vardır. Onlar çok
büyük bir güç, cesaret ve ayrıca üstün beyin gücüne sahiptirler. Theseus güzel
bir Yunan prensesinin oğlu olmakla birlikte, bir değil, iki güçlü babaya
sahiptir.
Annesinin rahmine düştüğü gece, annesi hem Atina Kralı Aegeus'la hem de deniz
tanrısı Poseidon'la ilişkiye girmiştir. Genellikle olan şey; annenin ölümlü
babayla yatması ve aynı zaman dilimi içinde ölümsüz babayla da birlikte
olmasıdır. Böylece çocuk iki kişi tarafından eş zamanlı olarak döllenmiş olur.
İki babaya sahip olması, hem Aegeus'un tahtının varisi olma hem de Poseidon'a
özgü özel güçlere sahip olma imkanı verir. Böyle iki babaya sahip olma
durumları, eski efsanelerde genellikle rastlanılan bir olay örgüsüdür. Hatta
bazı gerçek hükümdarlar böyle olduklarını iddia etmişlerdir. Onlardan biri,
muhtemelen en bilineni, kısmen tanrısal olmakla övünen Büyük İskender'dir. Daha
sonra, Roma döneminde, ilk imparator Augustus'la başlayarak Roma İmparatorları
tanrı olduklarını iddia etmişlerdir. Benim babam bir tanrıdır diyebilirseniz,
bu durum size bir çeşit yetki kazandırır. .
Efsaneye göre, Theseus doğduğunda Kral
Aegeus sandaletlerini ve bir kılıcını büyük bir kayanın altına gömerek
Theseus'un annesine. çocuk bu kayayı kaldırabilecek güce eriştiği zaman hakkı
olan Atina Prensliğine sahip olacağını söyler. 9 yıl sonra, Girit tekrar vergi
olarak Minotaur'un labirentinde kurban edilmeleri için 7 erkek ve 7 kadın
gönderilmesini talep eder. Krallığın bir kahramana ihtiyacı vardır. Girit 3.
kez vergisini istediğinde, Theseus artık hazırdır. Sonunda babasının
sandaletlerini ve kılıcını saklayan o büyük kayayı kaldırabilecek güce
erişmiştir. Labirente girmeye, Minotaur'la savaşmaya ve Atinalıları Girit'in
gazabından kurtarmaya ant içer. Canavar ile kahramanın klasik savaşıdır. Ve
modern kanıtlar bunun ardındaki bazı şaşırtıcı gerçekleri gün ışığına
çıkartmıştır. Atina bir kez daha Girit'in gaddar kralı Minos'un talep ettiği
masum kurbanları Minotaur'a kurban olarak gönderme vakti gelip çattığı için
yastadır. Seçilenler öleceklerinden emindirler. Fakat kadere meydan okumaya ant
içmiş biri vardır. Atina Prensi, Theseus. Cesaretini kanıtlama ve krallığına
özgürlüğünü kazandırma arzusundadır. Tüm kahramanlar statülerini kazanmak için
büyük işlerin üstesinden gelmek zorundadırlar. Bu yüzden büyük bir şeyler yapma
ihtiyacı hisseder. Ve yapacağı şey ise; Atinalıların Minos'a ve çocuklarının da
Minotaur'a boyun eğmek zorunda kalmalarına bir son vermek olacaktır. Sahne
hazırdır. İnsanoğlunun vahşi yansıması Minotaur'a karşı kahramanımız, formunun
zirvesinde, insanoğlunun kahramanlık sembolü Theseus'tur. Theseus Girit'e doğru
yola çıkmadan önce, babasından önemli bir emir alır. Eğer Atina'ya dönebilirse,
dönüş yolunda siyah yerine beyaz yelken açmasını ister. Böylece, gemi ufukta
göründüğünde, kral oğlunun güvende olduğunu anlayabilecektir. .
Efsaneye göre, Theseus'un gittiği yer
burasıdır. Kral Minos ve Giritlilerin başkenti, Knossos. Eski çağlarda yaşayan
Yunanlılar, buranın Minotaur'un evi olduğuna, insanlığa karşı işlenen korkunç
suçların burada işlendiğine inanmışlardır. Bugün kalıntılar hâlâ, efsanenin
ardındaki gerçeklere ışık tutan ipuçları barındırmaktadır. M.Ö. 700 ile 450
yılları arasında, yani Girit'in en güçlü zamanlarında, bu şehir 100.000 insana
ev sahipliği yapıyordu. Ve merkezinde karışık bir tasarıma sahip büyük bir
saray vardı. Aslına bakarsanız, bazı uzmanlar buranın labirentin ilham kaynağı
olduğuna inanmaktadırlar. Bir insanın, içinde sanki binlerce odası olan, bazı
yerleri beş kattan oluşan bu büyük sarayda yolunu bulması gerçekten çok zor
olmalıdır. Birçok koridoru vardı fakat hiç antresi yoktu. Koridorlar küçük bir
odadan başka bir odaya bağlanıyordu, bu yüzden hiçbir yere giden direkt bir yol
bulamıyordunuz. Tahminime göre Yunanlılar burayı ilk gördüklerinde, hiçbir
anlam veremediler ve böylece bu labirent kavramını ortaya attılar. Bu yeri
Yunan simetri algısını bozan, karanlık ve birçok koridordan oluşan bir zindan
olarak hayal ettiler.
Yunanlılar
simetriye bayılırlar. Sarayın içinde yapılan modern kazılar bu yerin Minotaur'un
labirentiyle olan bağlantısını sadece güçlendirmiştir. Alan boyunca, boğalara
tapma izleri bulunmuştur. Sarayda
bulunan bir fresk bile, bir boğayla savaşan genç bir adamı resmetmektedir.
Neredeyse direkt efsaneden çıkmış bir sahne gibi görünmektedir. Knossos sarayındaki
bu tasvir, kızgın bir şekilde kendisini takip eden geniş boynuzlu bir boğanın
üzerinden parende atan çıplak, genç bir adamı göstermektedir. Labirent
görünümünde, boğalarla alâkalı eserlerle dolu eski bir saray. Bu sarayın
efsaneyi nasıl etkilemiş olabileceğini görmek kolaydır. Fakat bağlantılar
bununla sınırlı değildir. Arkeologlar gerçek Kral Minos'un varlığını
destekleyen kanıtlar ortaya çıkarmışlardır. Hâlâ sağlam duran tahtıyla
birlikte bulunan bir taht odası. 3,500 yıllık bir geçmişe sahip, Avrupa'da
bulunan en eski tahttır. Üzerinde eski dilde yazılmış ve kralın isminin geçtiği
bir ibare de vardır. Girit tapınağının arşivlerinde, üzerinde Kral Minos
kelimesine benzeyen kelimelerin kazılı olduğu taş yazıtlar vardır.
Üzerlerindeki "mi-nu-te" ve "mwi-nu ro-ja" kelimeleri "Kral
Minos" anlamına gelebilir, "ro-ja" bir kraliyet
unvanıdır. Bu
deliller ışığında Kral Minos'un gerçekten yaşadığını söyleyebiliriz. Fakat
Minotaur efsanesiyle en ilgi çekici bağlantı alanda bulunan başka bir yazıtta
ortaya çıkmaktadır. Labirentin Hanımı olarak anılan kişiye yapılan bir bağışı
resmetmekte, Minotaur labirentine atıfta bulunulmaktadır. Bu yazıt, Knossos
Şehri ile efsanemiz arasındaki en belirgin bağlantıdır. Fakat, Labirentin
Hanımı olarak anılan kişi kimdi acaba?
Kim
olduğu bir sır perdesidir. Uzmanlar onun, sarayda büyük bir öneme sahip olan
bir kadın, yüksek konumda bir rahibe, hatta kralın kızı olduğuna
inanmaktadırlar. .
Efsanede, Kral Minos'un kızı Ariadne
hikâyemizin geri kalan kısmında büyük bir rol üstlenmektedir. Labirentin
Hanımı'nın kim olduğunu bilmemekteyiz fakat Kral Minos'un ilk kızı olması
münasebetiyle Tapınak'ın rahibesi olarak anıldığından Ariadne'nin o kişi olma
ihtimali yüksektir. Theseus Girit'e kurban edilmek için geldiği andan itibaren
Prenses Ariadne'nin dikkatini çeker. Ariadne Theseus'un duruşunu, cesaretini,
sürekli kendisine baktığını fark eder ve anında ona tutulur. Theseus'a olan
aşkının etkisi altında kalmış gibidir ve ona yardım etmeye karar verir çünkü
onunda diğerleri gibi labirentte ölmesini istememektedir. Fakat Ariadne elini
çabuk tutmalıdır. Labirentin tasarımcısı Daedalus'u bulur ve kaçış yolunu
söylemesi için yalvarır. O da bir ipucu verir. Bu efsanenin eski İngilizce
çevirilerinde, "ipucu" kelimesi "yumak" anlamına gelmektedir.
Daedalus'un Ariadne'ye verdiği de budur ve "ipucu" kelimesi de bu
şekilde ortaya çıkmıştır. Ve Daedalus ona; "Neden sadece bir yumak
kullanmıyorsun?
Bir ucunu kapıya bağla ve labirentte
ilerledikçe ipi sal. Merkeze vardığında, ipi takip ederek tekrar çıkış yolunu
bulabilirsin." der. Biz de sualtı keşiflerimizde yumak kullanmaya devam
etmişizdir. Dalgıçlar ipin bir ucunu enkazın ya da mağaranın girişine bağlayıp
içeri girer ve keşiflerini yaparlar, daha sonra da ipi takip ederek dışarı
çıkarlar.
Yunanlıların her şeyden daha üstün
tuttukları şey, yani sağduyu sorunu çözmüştür. İçinden çıkılmaz gibi görünen
bir duruma basit bir çözüm bulmuştur. Ariadne gizlice Theseus'u hücresinde
ziyaret eder ve bir şartla çıkış yolunu teklif eder hayatta kalırsa kendisiyle
evlenmesini ister. Theseus Ariadne ile karşılaştığında, zor bir durumdadır.
Labirentin içine girmek ve Minotaur tarafından öldürülmek üzeredir, böyle bir
durumda Ariadne ona yardım etmeye gönüllü olduğundan, onun da fazla bir seçim
yapma şansı yoktur. Ya onun dediğini yapacak ya da kendisini tehlikeye
atacaktır, sonuç olarak kendisini tehlikeye atmamayı tercih eder. Ertesi sabah,
14 kurban labirente hapsedilir. Kurbanlar kesilmeye hazırdır. Theseus elindeki
yumağıyla, labirentin içinde ilerlemeye başlar. Theseus girişten itibaren ipi
salmaya başlar ve bu karanlık, nemli tünelde adım adım ilerlemeye başlar.
Theseus bir kurban olarak sunulmuştur. Bu durum, bugün anlamakta güçlük
çekeceğimiz bir kavramdır fakat bulunan deliller eski Giritlilerin sadece insanları
kurban ettiğini değil aynı zamanda onları yemiş olabileceklerini de
göstermektedir. Atina Prensi Theseus Minotaur'la doğrudan karşılaşma niyetiyle,
diğer kurbanlara birlikte labirentin derinliklerine doğru yol almaktadır.
Elinde yumağı, yani ipucu vardır, böylece çıkış yolunu bulabilecektir.
Minotaur'un kükreyişleri daha güçlü duyulmaya başlayınca, Theseus'un direnci
bozulmaz fakat yanındakiler çözülmeye başlarlar. Kurbanlar labirentte yürürken,
ne kadar korkmuş olabileceklerini tahmin etmek zor değildir. Sadece karanlık
bir yere girdiğinizi ve hiçbir şey görmeden gezdiğinizi düşünün. Bu labirentin
başka bir yerinde, onları bir anda yok edebilecek bu insan yiyen korkunç
yaratığın olduğunu biliyorlardı. Bu canavarla nerede karşılaşacağınızı asla
bilemezsiniz. Labirentin derinliklerinde, Minotaur uyanır. Kendisine doğru
gelen korkmuş kurbanların çığlıklarını duyar. Ve bir sonraki et ziyafetini
çekmeye hazırdır. Theseus'un, Atinalıları Girit'in gazabından kurtarmak için
yenmek zorunda olduğu düşmanı işte budur.
Bu şekilde devam eden efsanenin gerçekle
olan bağlantısı nedir?
Tunç
Devri boyunca Atina ve Girit arasında devam eden gerginlik detaylı olarak
belgelenmiştir. Giritliler gerçekten efsanede geçtiği kadar vahşi miydi?
Knossos sarayında yapılan kazılarda
hikâyemizin ardındaki gerçeklere ışık tutan muhtemel kanıtlar gün ışığına
çıkarılmıştır. Alanda bulunan yazıtlar, bazıları tarafından tanrılara verilen
kurbanlar olarak yorumlanmaktadır. İnsan kurbanlar. Kadın bir kölenin ve ayrıca
10 erkeğin kurban edildiğine dair kayıtlar vardır. .
Efsanedeki Minotaur'un
kurbanları gibi, kurban törenlerinde gerçek insanlar öldürülmüştür. Girit'te insanların
gerçekten kurban edildiği öne sürülmektedir. Fakat kanıtlar yazıtların ötesine
uzanmaktadır. Ayrıca acımasız infazların izlerini taşıyan kemikler
bulunmaktadır. 1979 yılında, Knossos'ta 300'den fazlası gün ışığına
çıkarılmıştır ve kemiklerin hepsi inanılmaz bir biçimde, çocuk kemiğidir.
Yaklaşık %25'inde, eti kemikten ayırmaya yarayan bir tip keskin bıçak tarafından yapıldığı
anlaşılan kesik izleri mevcuttur. Kemiklerde
bıçak izleri vardır, kemiklerin üzerinde kesik izleri vardır, bu yüzden
gerçekte bir katliam mı yapıldı yoksa yamyamlık mı yapıldı bunu anlamak zordur.
Bu tip bir kanıt başka birisi tarafından daha başka nasıl yorumlanabilir
bilemiyorum. İnsan kemikleriyle birlikte benzer şekilde kesilmiş koyun
kemikleri de bulunmuştur. Bu büyük izler, yemek için kesilen hayvanlarda
bulunabilecek türden izlere benzemektedirler. Bu da bize, eski çağlarda yaşayan
Giritlilerin sadece insanları kurban etmediklerini aynı zamanda onları
yediklerini göstermektedir. Minotaur'un insan etine olan açlığı yamyamlık
üzerine verilen şifreli bir mesaj mıdır?
Aklımıza gelebilecek en iğrenç ve tiksindirici
suçtur. Birini şeytanmış gibi göstermek için biçilmiş bir kaftandır, bu yüzden
antik Yunanlıların büyük düşmanları Girit hakkındaki hikâyeyi bu şekilde
anlattıklarını, yani onlar sadece korkunç insanlar değil, aynı zamanda canavar
ve hatta yamyamdılar şeklinde anlattıklarını düşünebiliriz. .
Efsane devam eder. Labirentin koridorlarına
karanlık çökmüştür. Theseus'un kendi başına yolunu bulması imkansızdır.
Minotaur'un hırıltıları gittikçe daha yüksek duyulmaktadır. Bunlar onun
pusulasıdır. Theseus'un elindeki yumak, yani ipucu iyice küçülmüş, labirente
ilk girdiği andakinin anca dörtte biri kalmıştır. Canavar artık yakındadır.
Duvarlardaki kan kokusunu hissetmekte, canavardan arta kalan zavallı
kurbanlarının kemiklerini görebilmektedir. Köşeyi döndüğünde uyuyan devi görür.
Minotaur'un nefes alış sesleri bile onu çok korkutur. İşte kahramanlarla bizim,
yani normal insanlar arasındaki fark burada ortaya çıkar, kahraman korkuyu
hisseder, ama ona yenilmez ve kahramanlığını ortaya koyar. Theseus canavarı
uyuklarken yakalayarak onu pusuya düşürür. Theseus yaklaşır, Minotaur ürkerek
kalkar ve karşılık verir. İnsanoğlu canavarla karşılaşırken balta da kılıçla
karşılaşır. Atina ve Girit'in geleceğini kestirmek zordur. Gecenin bir
yarısında kavga sesleri karanlığı delmektedir. Theseus Minotaur'u labirentte
köşeye sıkıştırmıştır. Birden üzerine atlar, saldırır Canavar kendisine vuranın daha ne olduğunu
anlamadan, Theseus üstünlüğü ele geçirir. Minotaur'un mücadelenin sonunda
nefesi kesilir. Kahramanımız öldürücü darbeyi indirir. Minotaur, yani işkenceye
maruz kalan, kapana kısılan korkunç ruh artık ölmüştür. Atina Prensi ve
Poseidon'un oğlu Theseus Kral Minos'un lanetini yok etmiştir. Kalbinin nasıl
çarptığını, adrenalininin nasıl yükseldiğini tahmin edebilirsiniz, üstü başı
ölü canavarın pisliğine ve bu canavarın yıllardır yediği insanların kanına
bulanmıştır. Theseus'la somutlaşan sağduyunun gücü Minotaur'la somutlaşan
mantıksızlığın gücüne galip gelmiştir. Fakat galibiyetini kutlamak için vakti
yoktur. Gün ağarmaktadır. Theseus eğer Kral Minos'un gazabından kaçacaksa elini
çabuk tutmalıdır. Minotaur'u öldürmüş olması her şeyin bittiği anlamına gelmez
çünkü bu durum tabi ki Minos'un hoşuna gitmeyecektir. Bu yüzden izleri takip
ederek labirentten çıkmak ve gemiye binmek zorundadır. İp yardımıyla geri
dönerken hâlâ hayatta olan Atinalıları da yanına alarak labirentten çıkar.
Kaderlerinin umdukları gibi sonlanmadığını, kahramanımızın kaderlerini kökünden
değiştirdiğini gördüklerinde nasıl sevindiklerini tahmin edebiliyorum. Girit
Prensesi Ariadne, Theseus'un kurtulduğuna dair herhangi bir işaret görebilmek
için geceyi uykusuz geçirmiştir. Minotaur'dan canlı kurtulmayı başarırsa onunla
evlenmeye söz vermiştir, Ariadne de sözünü tutmasını beklemektedir. Şafak
sökmeden önce ona katılır ve gemileri Atina'ya doğru yelken açar. Bu an, Yunan
mitolojisinde bir dönüm noktasıdır. Theseus'un Minotaur'u öldürmesi çok
sembolik bir harekettir, Atinalı kahramanımız en sonunda Girit boyunduruğunu
yenmiştir.
Yunanistan'ın Girit'i yenmesinin
sembolüdür. İnsan cesaret ve becerisinin sembolüdür. Bu yüzden tüm bu
hikâyeler, gençlere şehirlerine karşı sadık olmaları, şehirlerinin şerefi için
kendilerini feda edebilmeleri ve demokratik bir şehrin gerçek vatandaşları
olmaları konusunda ilham kaynağı olmuştur. Theseus Girit'ten bir kahraman
olarak ayrılır fakat eve dönüş yolculuğu bir trajediyle sonlanacaktır.
Minotaur'la savaşmak için ayrılırken Theseus ölümlü babası Kral Aegeus'a eve
sağ dönmesi durumunda zaferini belirtmesi için beyaz yelken açacağına dair söz
vermiştir. Aegeus aylar boyunca her gün, aynı uçurumun kıyısına gelerek gemiden
bir iz aramıştır. En sonunda gemi ufukta göründüğünde yelkenleri siyahtır. Kral
oğlunun Minotaur tarafından öldürüldüğünü zannederek tarif edilemez bir
üzüntüye kapılır. Bu üzüntüyle, Aegeus denize atlayarak ölür. O gün bu gündür,
Theseus'un babasından dolayı bu denizin adı (Ege) Aegean'dır. Theseus beyaz
yelken açmayı unuttuğunda, hikâyenin orijinali unutmasına sebep olabilecek
herhangi bir şeyden bahsetmez, fakat orijinal efsanenin sonunda bir çeşit
gençlik gamsızlığından bahseder gibidir. Bu en kolay açıklamadır. Üzerinde bir
zafer sarhoşluğu vardı, eve geri dönüş yolundaydı ve sadece yapmayı unuttu.
Aegeus'un ani ölümü sarsıcı bir gelişmedir. Theseus karaya sadece Atina'nın
kurtarıcısı olarak değil, aynı zamanda yeni Kral olarak çıkar. .
Efsaneye göre, şehri durgun bir ileri
karakol olmaktan bölgenin süper gücüne dönüştürecek bir Kral olacaktır. Bu
efsanede, Atinalıların güçlenmeleri tamamen Theseus'a bağlanmıştır. Aslına
bakarsanız, efsane kısmen bunu kanıtlamak için yazılmış gibi görünmektedir.
Atinalılar Theseus'u kurucu kahramanları olarak seçerek, bir açıklamada
bulunmaktaydılar. Girit'in uzun zamandır süren hakimiyetinin son bulduğunu,
şehrin yeni bir patronunun olduğunu ve bu patronun da Atina olduğunu
söylüyorlardı. Atina Yunan dünyasının baskın şehir devleti olma yolunda
ilerlerken Girit çökecek ve fethedilecektir. Fakat her iki krallıkta tarihe
gömüldükten çok sonra bile, Theseus ve Minotaur efsanesi devam edecektir. Ve
her güzel efsane gibi, bu efsane de 3,000 yıl önce ki kadar bugün bile belirgin
olan insan doğasının içyüzünü su yüzüne çıkarmaktadır. Bir kişinin Minotaur
hikâyesinden çıkarabileceği çok anlam vardır, labirenti insan zekâsı olarak,
bilinç anımızda sürekli keşfettiğimiz karanlık bir yer olarak, hayvan doğası
olarak, bizi öldürmek zorunda bırakan doğa olarak düşünebilirsiniz.
Bu
efsaneler, içimizde saklı tuttuğumuz bazı özelliklerimizi bize çok güçlü bir
şekilde gösterirler. Gizli dürtüleri, arzuları gösterirler, buradaki "gizli",
dünyayla başa çıkarken kullandıklarımız, insanların yaşadıkları en hayati
mücadeleler demektir.
Eğer bakışlar öldürseydi şimdi ölmüş
olurdunuz. Bir bakışla taşa dönerdiniz. Bu, Medusa efsanesidir. Tüm insanların
korktuğu korkunç bir kadın. Savaş alanında ve daha ötesinde. Fakat beklenmeyen
bir düşman ona meydan okuyacaktır. Hikâyenin ardında çarpıcı bir gerçek
yatmaktadır. Yunanistan'ın en ünlü canavarı bir insan cesedinden esinlenilerek
yaratılmış olabilir mi?
Ya da hikâyesinin temeli, geceleri gökyüzünde
göründüğü şekliyle pozitif bilim olabilir mi?
Bugüne kadar anlatılmış en büyük hikâyelerden
birinin ardında saklı kalan gizli amacı keşfedin. Medusa'nın Başının izini
sürün.
Burası bir zamanlar bir bahçeydi, şimdi ise
ölülerle dolu bir mezarlıktır. Hepsi de korkudan donakalmıştır. Son nefeslerini
verirken baktıkları şey ise Medusa idi. Onun bakışları tam anlamıyla içinize
işler ve sizi komple bir taşa çevirir. Medusa efsanesi bizleri yaklaşık 3,000 yıldır büyülemektedir.
Bugün bile görüntüsü hâlâ, dünyanın her yerinde akıllarda hemen canlanıverir.
Sıklıkla vazoların üzerinde resmedilen Medusa, domuz dişlerine sahip, saç
yerine kafasında yılanların dolaştığı, bazen sakallı, sıklıkla suratı asık,
ağzından dışarı sarkan bir dile sahip ve gözlerini size dikerek bakan bir
kadındır. Antik
Yunanistan'da, efsaneler sayesinde karışık dünya anlamlanıyordu. Hikâyeleri
tarihi kaydetmiş, doğayı açıklamış ve insanlara yaşam şekilleri aşılamıştır.
Medusa efsanesi de diğerlerinden farklı değildir. .
Efsaneler topluma ders verir ve düzen
kurmalarına yardımcı olurlar. Ve bence Medusa efsanesi, Antik Yunan
toplumundaki bazı değerlere bakmamızı sağlayan bir pencere açmaktadır.
Hayatlarının bir bölümünde, bir çeşit büyüleyici bir kadının etkisi altında
kalmış olan erkeklerin ne yaşadıklarını tam anlamıyla görmemizi sağlar. Medusa
tek bir delici bakışla bir insanı yok edebilir. Bu, onu neredeyse mağlup
edilemez yapan bir güçtür. Medusa efsanesi, insanlarda özellikle de erkeklerde
bazı korkuların uyanmasına sebep olur. Başka yöne çevrilemeyen, içinizi delip
geçebilecek, her şeyi yok edebilecek güçte, sizi dondurabilecek, bir şekilde
sizi mahvedebilecek ve bitirebilecek bakışa sahip güçlü kadın imajı bence bu
tip bir kadın özellikle erkekler için bir kâbus olmalıdır. Antik Yunanlılar
için, Medusa'nın ölümcül görüntüsü mitolojideki en korkutucu görüntülerden
biridir. Fakat Medusa bir canavar olarak doğmamıştır. .
Efsaneye göre, Medusa bir
zamanlar Yunanistan'daki her erkeğin sahip olmak isteyeceği kadar büyüleyici
güzelliğe sahip bir kadındır. Uzun bukle bukle saçları olan, herkesin evlenmek
istediği, herkeste kıskançlık yaratacak kadar güzel bir kadın olarak tasvir
edilmiştir. Fakat Medusa evlenemez. O, savaş tanrıçası Atena'nın sonsuza dek
bakire kalma yemini eden rahibesidir. Atena, antik Atinalıların büyük
şehirlerinin koruyucu tanrıçasıdır. Ayrıca bakire bir tanrıçadır, seks onun
dünyasında yer almaz, herhangi bir erkeksi arzunun sınırları ötesinde yer
almaktadır. Tapınağındaki hizmetkârların da bakire olmaları gerekiyordu,
böylece tüm enerjilerini ailevi işlere ve çocuk yetiştirmeye değil de
tanrıçanın hizmetine sunabileceklerdi. Medusa, yani kötülüğün korkunç görüntüsü
yola saflık sembolü olarak başlamıştır.
Hikâye böyle devam eder, fakat gerçeğe
dayanıyor olabilir mi?
Atena Tapınağı bir efsane değildir. Bugün bile
hâlâ Atina'da Akropolis'in tepesinde ayakta durmaktadır. Parthenon
Tapınağı. Yunancada "bakirenin mekanı" demektir. M.Ö. 430'da
tamamlanarak, Atina semalarında yükselmiştir. Her Yunan şehrinin kendine ait
büyük bir tapınağı olmalıydı. Bu durum, Amerika'daki her şehrin kendine ait
büyük bir stadyuma sahip olması gibi bir şeydir. Bu yüzden Atina antik Yunan'ın
en önde gelen şehri olarak, kendi görkemine yakışacak derecede büyüklükte bir
tapınağa sahip olmak istemiş ve böylece Parthenon yaratılmıştır. Tapınağın
merkezinde Atena'nın çok büyük bir heykeli vardır. Fildişi ve altından yapılan
heykel, yaklaşık 12 metre yüksekliktedir. Antik dünyanın en etkileyici
manzaralarından birisidir. .
Efsaneye göre,
Medusa'nın trajik kaderinin yazıldığı yer burasıdır. Medusa'nın güzelliği
yasaktır, Atena'nın hizmetine sunulmuştur. Fakat bir talipli, edilen yeminin
yoluna çıkmasına müsaade etmeyecektir. Denizler Tanrısı, Poseidon. Poseidon,
bir çeşit çok belirgin, erkeksi güçtür. Deniz, fırtına ve deprem tanrısıdır.
Depremler sessizce yaklaşmazlar, neye uğradığınızı şaşırırsınız. Az bile
sinirlendirilirse, çok kötü şekilde köpürüp size çok zarar verebilir. Bir
şehvet anında, Poseidon hamlesini yapar ve bakire rahibeye en büyük zararı
verir. Kutsallığını hiçe sayarak, Atena'nın Tapınağı'nda ona tecavüz eder. Onun
bekâretini çalar.
Bu durum tarihin her evresinde kesinlikle
suçtur. Medusa'nın dünyası kararmış, masumiyeti çalınmış, hayatı kökünden
değişmiştir. Bir tecavüz kurbanı olduğundan Yunan geleneklerine göre artık
normal bir evlilik yapma hakkı yoktur. Ve artık bakire de olmadığından tanrıça
hizmetine kendisini adaması da mümkün değildir. Belirli dini ayinler için
kendinizi cinsel ilişkiden arındırmanız gerekiyordu böyle bir durumda da
Tapınak'ta ilişkiye girmek mekânın kutsallığına hakaret ve dolayısıyla
Atena'nın sinirlenmesi anlamına gelmektedir. Atena çok sinirlenmiştir. Ama
Poseidon'a sinirlenmemiştir. Güçlü bir erkek tanrı olması münasebetiyle bu
ondan beklenebilecek bir harekettir. Atena'ya göre, cezalandırılmayı hak eden
Medusa'dır. Kurban suçlu durumuna düşmek üzeredir. Atena da
onlardan biridir. Kendisini sanki bir erkek kampındaymış gibi gösteren bir
görev üstlenir. Erkeklerin tarafını tutmaktadır. Bir bakıma, kadınların alınıp
satılan bir mal gibi görüldüğü bir toplumu yansıtmaktadır. Belli bir noktaya
kadar tecavüzün kadın için çok zararlı olduğunu anlamışlardır fakat bu
efsanelerin çoğunda herhangi bir acıma görmemiz söz konusu değildir. Ve
sıklıkla, cezalandırılan kişi de tecavüze uğrayan kadının ta kendisidir. Atena,
zaten mahvolmuş rahibesini çok acımasızca cezalandıracaktır. Güzeller güzeli
Medusa'yı çirkin bir yaratığa dönüştürecektir. Yeni görüntüsü antik
Yunanistan'da sıkça rastlanan gerçek bir manzaraya korkunç derecede
benzeyecektir. İnsan cesedine.
Medusa, mitolojinin yılan saçlı iğrenç
yaratığı düşmanlarını bir bakışıyla taşa çevirebilmektedir. Bir zamanlar,
Yunanistan'ın en güzeliydi. Hem erkeklerin hem de tanrıların göz bebeğiydi.
Fakat Poseidon'un tecavüzüne uğradıktan sonra Medusa'nın hayatı kökünden
değişmiştir. Medusa hikâyesi bir trajedidir çünkü suçun faili bile değilken,
Atena'nın Tapınağı'nda Poseidon'un tecavüzüne uğramışken çok çirkin bir
canavara dönüştürülen kendisi olmuştur. .
Efsanede, tanrıça Atena Medusa'yı ansızın
lanetler. Medusa çok acı veren bir dönüşüme uğrar. Can havliyle yüzünü tırmalar
ve derisi çatlayarak solup gider. Uzun, ipeksi saçları kıvranan zehirli
yılanlar kütlesine dönüşür. Medusa'nın korkunç dönüşümü tamamlanmak üzeredir.
Fakat geçireceği bir dönüşüm daha vardır. Şimdi ise, uğradığı lanetin en zorlu
ve iç burkucu sonuçlarına katlanmak zorundadır. Kendisine bakanı taşa
dönüştürecek bir kişi rolü oynayacaktır. Bu da onu toplumdan soyutlayacaktır.
Medusa'nın artık hiç kimseyle, hiçbir ilişkisi kalmamıştır. Bu da demek oluyor
ki, Atena bu zavallı kızı ömrünün sonuna kadar bir çeşit yalnızlığa
hapsetmiştir. Tecavüze uğramış olmanın neticesinde, Medusa statüsünü,
güzelliğini ve birini öldürmeden ona bakabilme yeteneğini kaybetmiştir. Son
olarak da, uzak ve ıssız bir adaya ölene dek sürgün edilmiştir. Medusa artık bu
lanetle sonsuza dek yaşamak zorundadır. Ve bu zaman içinde, herhangi
bir şey değişmeyecektir. Gerçekleşecek olan tek şey, her kim ona ne zaman
yaklaşmaya kalksa taş bahçesine bir ağaç daha dikilecektir. .
Efsaneye göre, Medusa "Gorgon"
isimli bir canavara dönüşmüştür. Bu isim, antik Yunan dünyasında ki "korkunç"
kelimesinden gelmektedir. Gorgon şu; pullu derili, dik dik bakan koca gözlü ve
bir bakışta sizi taşa dönüştürebilecek korkunç canavardır. İçinde çirkin ve korkunç
kadınların olduğu ilk gelenekler Medusa'dan bahsetmektedirler. Medusa bu çirkin
yaratıklardan birine dönüştürülen ilk insandır.
Yunan efsanelerinde, çirkin ve korkunç
kadınlar ölümün somutlaştırılmış halini temsil etmektedir. Aslında, onlara
ilham veren, ölümdür. Fal taşı gibi açık gözler, yüzdeki işaretler, şişkin bir
yüz, dişlerin görüneceği kadar kasılmış bir deri ve dışarı çıkmış bir dil, ölü
bir bedenin görüntüsünden esinlenmedir. Öldükten sonra, insan derisi vücudun
farklı noktalarından büzülmeye başlar. Yüz garip bir şekilde şişer. Gözler
büyüyerek yerlerinden çıkarken, dil de şişerek ağızdan dışarı çıkar. Böylece,
ceset insandan canavara dönüşmüş olur. Ceset fotoğraflarında, ortaya çıkan
"gorgon"a has bu değişimleri görebilirsiniz. Bu, bugünün
insanlarının hiç de alışık olmadığı bir şeydir, bizim ölülerden ayrılışımız
erken olur. Bizim ölülerle ilgilenen uzmanlarımız vardır. Fakat aslına
bakarsanız, eski zamanlarda böyle bir durum sizin için hakaret sayılmazdı.
İnsanlar bu tip şeyleri görürlerdi. Antik dünyada ölüm her yerdeydi. Aslında,
tarih boyunca ortaya çıkan çoğu canavar cesetlerden esinlenilmiştir.
Aztek takvimi
zamanlarında, tam olarak aynı şekilleri bulur, aynı büyüklükte gözleri,
burunları, zoraki gülümsemeleri, dışarı çıkan dilleri görürsünüz. Mısır
mitolojisinin Bes'inde bunları bulursunuz. Hint mitolojisinde, güneş
tutulmasından sorumlu tutulan şeytan, yani Ruha'da aynı özellikleri bulursunuz.
Güneydoğu Asya mitolojisinde, çocukları kaçıran şeytan Rangda'nın da kocaman
pörtlek gözleri ve ağzından sarkan çok uzun bir dili vardır. Bu çirkin ve kötü
kadın sembolünün antik dünyanın birçok yerinde bu kadar meşhur olması, bu
efsanelerin ne kadar geniş bir alana yayıldığını anlamamızı sağlar.
Hikâyemize dönecek olursak, Medusa artık
çok çirkin, kötü bir kadın ve ölümün efsanevi yüzü olmuştur. Fakat fiziksel
değişimi, çekeceği cezanın sadece başlangıcıdır. İğrenç bakışları toplumdan
dışlanmasına sebep olacak, taşa çevirme gücü ise onu bir hedef haline
getirecektir. Çünkü Medusa'nın kafasını koparabilen bir savaşçı savaş alanında
muazzam bir avantaja sahip olacaktır. Kafası vücudundan ayrılsa bile taşa
çevirme özelliği devam etmektedir. Akdeniz'in her yerinden savaşçılar,
Medusa'yı katletmek ve bu güce sahip olabilmek için harekete geçmişlerdir.
İçlerinden birisi için şöhretten daha fazlası tehlikededir. Onun adı
Perseus'tur. Ve Medusa'nın başını arayışı mitolojideki en büyük maceralardan
birisidir. Perseus'un hikâyesi Argos'ta, yani Güney Yunanistan'da bulunan bir
bölgede başlar. Eski çağlarda birçok efsane belirli yerlerde
konumlandırılmıştır. Bu durum, o yerlerde yaşayan insanlar için önemli bir
konuydu. Böylelikle, tanrısal kahramanlarla aralarında bir bağ olduğunu iddia
edebiliyorlardı. .
Efsanemize göre, Argos'a hükmeden zalim
kralın adı Acrisius'tur ve bu kralın bir sorunu vardır. Hiç erkek varisi
yoktur. Yunan dünyası, sahip olunanların aile içinde kalması için çaba sarf
etmiştir. Ve bunu yapmanın yolu da sahip olunanları, doğan ilk erkek çocuğa ya
da en büyük erkek varise bırakmaktan geçer. Acrisius'un tek çocuğu Danaë isimli
kızıdır ve kızının da hiç çocuğu yoktur. Bu yüzden Kral, bir erkek torun sahibi
olup olamayacağını öğrenmek için bir rahibeye gider. Acrisius'a eğer kızının
bir çocuğu olursa, bu çocuğun büyüdüğünde kendisini öldüreceği söylenir. Erkek
torununun kendisini öldüreceğini öğrenince, korkuya kapılan Kral kızının çocuk
sahibi olmasını engellemesi gerektiğine karar verir. Bu nesilsel değişim
korkusu, gücün bir sonraki nesle kaptırılma korkusu gerçekti. Eğer bir
çocuğunuz ve sahip olduğunuz değerli bir şeyiniz varsa, bir açıdan gözünüzün
çocuğunuzun üzerinde olması gerekir. Korkusuna yenik düşen Kral, kendini
kurtarmak için bir plan yapar. Acrisius kızı Danaë'yi kimsenin göremeyeceği bir
kuleye hapsederek, onu gerçekten içler acısı bir hayata mahkûm eder. Danaë
havasız bir yere çok az bir yiyecekle hapsedilmiştir. Bu durum Kral'ın elini
kana bulamadan kızını öldürmesidir. Kral kızının ölüm haberini duymayı umarak
beklemiş fakat kızının açlıktan ya da susuzluktan öldüğü haberi kendisine
ulaşmayınca çok şaşırmıştır. Bir süre sonra, kuleden gelen ışıklar görmeye ve
sesler duymaya başlamışlardır. Bu yüzden Acrisius kızının ne yaptığını görmeye
gitmiştir. Kral kızının odasına girdiğinde, kızının hâlâ yaşadığını ve aynı
zamanda da kucağında bir erkek çocuğun, yani Perseus'un olduğunu görür.
Acrisius, birinin güvenli kuleye girip kızını hamile bıraktığını görünce çok
şaşırır. Fakat bebeğin babası ölümlü bir adam değildir.
Yunan tanrılarının kralı, mitolojinin en
hızlı çapkını Zeus'tur. Birçok efsanede birçok kadını baştan çıkaran Zeus,
Danaë'nin hapsedildiğini görür ve ona âşık olur. Parmaklıklardan geçebilecek
tek şekil olan altın yağmuru şekline girerek onun yanına gelir. Altın suyu
şeklini alarak odaya akar ve bu şekilde onunla ilişkiye girer. Zeus'un altın
yağmuru, ismini Perseus'tan alan gerçek bir doğa olayından esinlenilmiş
olabilir. Muhtemelen gökyüzündeki en etkileyici ve gözle görülebilen meteor
yağmuru Persean meteor yağmurudur. Eğer Ağustos ayında bakma fırsatı
yakalayabilirseniz, sanki gerçekten gökten altın yağıyor gibi görünmektedir.
Her bir çizgiyi sarımsı bir renge bürünmüş olarak görebilirsiniz. Her
mitolojide kadınlar farklı doğa güçlerinden hamile kalabilmektedirler. Bu
durumu sadece Perseus efsanesindeki altın yağmurunda değil, bazen de kadın ve
hayvanların rüzgar tarafından hamile bırakıldıklarında veya bazı mitolojilerde
kadınların güneş tarafından hamile bırakıldıklarında görürüz. Perseus hem bir
tanrı hem de bir ölümlü olarak, yani yarı tanrı diye bilinen bir şekilde
doğmuştur. Yarı tanrı demek o insanın tanrılara has bazı kutsal güçlerinin
olduğu, fakat aynı zamanda onun ölümlü olduğu, yani ölebileceği anlamına gelir.
Yunanlıların bu yarı tanrı fikrini, tanrılara
olabildiğince yakın olabilmek, içlerinden birini tanrılara çok ama çok yakın
görmek istedikleri için uydurduklarını düşünüyorum. Perseus'un bir yarı tanrı
olarak kaderini yaşayabilmesi için,
öncelikle büyükbabasının gazabından kurtulması gerekmektedir. Kral Acrisius bu
çocuğun kehaneti gerçekleştirerek kendisini öldürmesinden korkmaktadır. İlk
aklına gelen şey hem anneyi hem de çocuğu öldürmek olsa da Zeus'un intikam
almasından çekinir. Bu yüzden, öldürme işini doğaya bırakacak bir plan yapar.
Acrisius anne ve çocuğunu sala benzer bir şeye bindirmeye ve onları denize
göndermeye karar verir. Danaë ve Perseus erzaksız, rotasız ve onları denizin
tehlikelerinden koruyan bir şey olmadan ölüme terk edilirler. Bu esnada,
dalgaların ötesinde ıssız bir adada,
Medusa ölüm bahçesine yeni heykeller
dikmekte, başını almaya çalışan savaşçıları taşa çevirmektedir. Her fatihin,
hatta Büyük İskender gibi gerçek fatihlerin bile rüyasını süsleyen bir güce
sahiptir. Medusa'nın insanları taşa çevirme gücü, ünlü "öldürücü
bakış" deyiminin doğmasına sebep olmuş olabilir. Fakat antik Yunanlılar,
Medusa'nın gücünün kötülük için olduğu kadar iyilik için de kullanılabileceğine
inanmışlardır. Dillerinde "medusa" kelimesinin bir de olumlu yan
anlamı vardı, "koruyucu" anlamına da geliyordu. Medusa imgesi
tehlikeleri defetmek için sıklıkla kullanılıyordu. Hatta en korkulan
savaşçıların bazılarının kalkanlarında bile ortaya çıkmıştır. Bu durumun
kanıtları, eski dünyaya gitmemizi sağlayan zaman makinelerinden birinde, yani
Pompei'de bulunabilmektedir. Arkeologlar bu şehri 1830'larda kazarken, Büyük İskender ile
Pers Kralı Darius arasında geçen bir savaşı resmeden büyük bir mozaik buldular.
Ve Büyük İskender'in göğüs zırhında Medusa'nın resmi vardı. Medusa güçlerinin
kullanıldığı tek yer savaş alanları değildi. Aynı zamanda çocukları korkutmak
için de kullanılmıştır. Olay şudur; sembolü fırının üstüne koyarsınız ve bu da
çocukların fırının kapağını açmasını engeller. Medusa, Yunanlı ailelerin yemek
yemelerini sağlamak için çocuklarını korkutmada kullandıkları bir şeydi. "Yemeğini
ye yoksa seni Medusa'ya veririm." Yani Medusa, çok korkunç, çok
iğrenç ve büyüleyici bir şeydi. .
Efsanemizde, Medusa'nın başına koyulmuş bir
ödül vardır.
Yunan dünyasının her yerinden savaşçılar,
bu uzak adaya onu çalabilmek ve taşa çevirme gücünü düşmanlarına karşı silah
olarak kullanabilmek için gelmişlerdir. Şuana kadar, deneyenlerin hepsi aynı
hayati hatayı yapmışlardır. Yani ona bakmışlardır. Medusa'nın ne düşündüğü
konusunda eski kaynaklar oldukça yetersizdir, onu sadece orada oturan ve bir
sürü taş ceset arasında hayatını sürdüren biri olarak anlatmışlardır. Bunun çok
garip bir durum olduğunu siz de takdir edersiniz. Her yerde insan dikitleri var
ve o orada, tek başınadır ve hiç kimseyle hiçbir şekilde yakın ilişki kurmanın
tadını yaşayamamış bir haldedir. Bu yüzden Medusa'nın, sıradaki insanın görüş
alanına girmesini ve onu taşa dönüştürmesini bekleyerek yaşadığını
düşünebilirsiniz. Fakat bir kahraman onun büyüsünü bozmaya kararlıdır. Medusa
heykellerinin arasında çürüdükçe, denizin karşı yakasında Perseus
olgunlaşmaktadır. Bebekken, kendisi ve annesi Danaë, büyükbabası Kral Acrisius
tarafından denize sürülmüşlerdi. Anne ve çocuğun ölmesi beklenirken Perseus'un
tanrı babası Zeus, onları koruması altına almıştır. Serifos adasına çıkmışlar
ve oraya yerleşmişlerdir. Büyüyüp yakışıklı ve güçlü bir delikanlı olan Perseus
çok güçlenmiş ve güçlü iradesiyle annesini korumuştur. Perseus'un koruyucu
olmak için iyi bir sebebi vardır. Serifos hükümdarının annesi için planları
vardır. Serifos kralı Perseus'u etrafında görmeyi istemiyordu çünkü hâlâ genç
ve güzel bir kadın olan annesi Danaë'de gözü vardı, onunla evlenmek istiyordu.
Perseus'u oyunun dışına atmak isteyen kral bir plan yapar. Tüm vatandaşlarından
değerli hediyeler getirmelerini ister ve boyun eğmeyenleri sürgüne göndermeye
ant içer. Perseus'un fakir olduğunu ve isteğini karşılayamayacağını
bilmektedir. Babası ve ailesi olmayan genç bir adam olan Perseus'un -antik Yunanistan'da babanızın olmaması demek
bir çeşit toplumsal soyutlanmaya maruz kalacaksınız demektir- krala sunabileceği bir hediyesi yoktur.
Perseus köşeye sıkışmıştır. Eğer sürgüne gönderilirse, annesi istemediği bir
evlilik yapmak zorunda kalacak ve sonsuza dek oğlundan ayrı kalacaktır.
Düşünmeden, sonucu ölümcül ani bir karar verir. Perseus; "Fakir olduğum
için size değerli bir hediye veremiyorum fakat daha önce hiç kimsenin
başaramadığı bir şey yapacağım, size Medusa'nın başını getireceğim."
der. Bu bir intihar görevidir. Hiç kimse Medusa'nın adasından canlı dönmeyi
başaramamıştır. Fakat Perseus için sözünden dönmek söz konusu değildir. Bu
artık bir şeref meselesidir. Bundan dönüşü yoktur. Gorgon'un başını getirmek
zorundadır. Perseus başarılı olursa, Kral'a meydan okuyabilecek ve annesini
koruyabilecek itibara sahip bir kahraman olarak eve dönecektir. Ama başarısız
olursa, taşa dönüşecektir.
Yunan mitolojisinde, Perseus ve Medusa
isimleri sonsuza dek birlikte anılacaktır. Dört dörtlük kahraman ve en büyük
canavar. Burada, bu kalıntıların arasında başlayan bir hikâye. Burası antik
Miken'dir. .
Efsaneye göre, burası bir zamanlar Perseus
tarafından kurulmuş büyük bir medeniyettir. Miken Tunç Devrinde, antik site
devletlerinin en büyüğü idi ve antik Yunanistan'ın büyük bir alanına hakim
olmuştur. Bin yıl boyunca Miken'in de, Perseus ve Medusa gibi bir efsane olduğu
düşünülmüştür.
Burayla ilgili günümüze ulaşan tek belge
Homeros'un İlyada Destanıdır. Fakat 19. yüzyılın sonlarında kayıp bir medeniyet
yeniden keşfedilmiştir. Homeros'un destansı şiirlerini bir rehber olarak
kullanan arkeologlar, 19. yüzyılda bu büyük hisarların yerini tespit etmeyi
başarmışlardır. Ve sadece Homeros'un varlığından bahsettiği bir şeyi bulmak
değil aynı zamanda onunla temas halinde olmak kim bilir ne kadar şaşırtıcı bir
macera olmuştur.
Miken, efsaneye göre Perseus'un doğduğu
şehir olan Argos yakınlarındadır. Kalıntılar, Perseus ve Medusa hikâyesini
ortaya çıkaran insanların, yani hayatın gizemlerini efsanelerle açıklayamaya
çalışan antik Yunanlıların dünyasına açılan bir penceredir. Şehrin yapıları o
kadar büyüktür ki, sonraki Yunan nesilleri bu şehrin tanrılar tarafından inşa
edildiğine inanmışlardır. Bu sarayların kalıntılarına bakmışlar ve muazzam bir
taş işçiliği görmüşlerdir. Bu, kendilerini yaparken hayal edemedikleri bir beceriydi,
sadece kahramanların yapabileceği bir şey gibi onlara görünmekteydi. Perseus
hikâyesi bu kalıntılardan doğmuştur. Perseus, şehri inşa eden ve Medusa ile
savaşan kahraman olarak hatırlanmaktadır. Bu en büyük meydan okumadır. Perseus
bu durumu kendini kanıtlamak isteyen bir delikanlıya has cesaretle
karşılamıştır. Fakat bu görev için hazırlıksızdır. Herhangi bir silahı,
deneyimi ve hedefini nasıl öldüreceğine dair hiçbir fikri yoktur. Medusa'yı
korkunç yapan başka bir detay ise onun tam olarak neye benzediği konusunda hiç
kimsenin bir fikrinin olmamasıdır. Onu Perseus'tan daha önce gören herhangi
birisi, bir şey anlatacak kadar uzun yaşayamamıştır. Bu yüzden tüm bilgisi, ona
bir bakınışınızda sizi dondurup bir taşa çevirebilen korkunç bir canavar olduğu
ile sınırlıdır. Harekete geçer ve macerasına başlar fakat çok geçmeden nereye
gideceği konusunda hiçbir fikri olmadığını fark eder. Fakat, kahramanların
özellikle de babası tanrı olan kahramanların yaptıkları gibi çok geçmeden
doğaüstü bir yardım alır. Vahşi doğanın ortasında kalan Perseus, çoğu antik
Yunanlının aynı koşullar altında yapacağı şeyi yapar. Dua eder ve tanrılar
duasına karşılık verir. Babası Zeus, Perseus'un ihtiyacı olan kanatlı
sandaletleri getirecek kişiyi, yani kutsal elçi Hermes'i gönderir. Perseus'un
yapması gerekenlerden birisi de uzun mesafelere kısa sürede gitmektir. Ve
uçakların olmadığı bir dönemde tanrıların elçisi Hermes yaraya ilaç gibi
gelerek kendisine ait bu kanatlı sandaletleri getirir. Sandaletleri Perseus'a
verir, onları giyen Perseus da nerdeyse bir jetten daha hızlı bir şekilde
kıtaları uçarak kat eder. Şimdi bir çift kanada sahip olan Perseus'un bir de
silaha ihtiyacı vardır. Her şey Perseus'un tarafındadır, yani kutsal kan
taşımaktadır, büyük bir güce sahiptir, yiğitliğin zirvesine çıkmak için
yetiştirilmiştir ve bu çirkin canavarla savaşmaya hazırdır. Fakat daha
fazlasına ihtiyacı vardır, aletlere sahip olmak zorundadır. Hermes Perseus'a
bir öğüt verir. Medusa'yı öldürmek için ihtiyaç duyduğu sihirli silahlara sahip
güzel kadınlar olan Stygian Perileri'ni bulmasını tavsiye eder. Bu Periler
doğal elementlerle ilişkili dişi tanrılardır ve bu elementlerin içinde
yaşarlar, dolayısıyla onlar su kaynaklarında, dağlarda, ağaçlardadırlar. Onlar
genel anlamda derin ve güçlü cinsel arzu nesneleridir ve böylece
"nemfomanyak" olgusu ortaya çıkmıştır. Bu perilerin nerede oldukları
büyük bir sırdır. Nasıl bulunabileceklerini sadece, 3 çirkin kadın bilmektedir,
yani Graeae kardeşler. Yaşlı ve çirkin birer büyücü olarak doğmuşlardır ve
ziyaretçilerden hoşlanmazlar. Perseus annesini kurtarmak ve Medusa ile yapacağı
savaştan sağ çıkabilmek için onları konuşturmak zorundadır. Geceleri dikkatlice
bakarsak, hâlâ gökyüzünde görebileceğimiz türden bir savaştır. Medusa, ölümcül gorgon, sayısız savaşçıyı taşa
çevirmiştir. Fakat Perseus hâlâ
ona yaklaşmakta ve başını alma niyetindedir. Başarılı olabilmesi için
cesaretten fazlasına ihtiyacı vardır. Perseus Medusa'yı öldürebilmek için
birkaç güçlü silaha ihtiyaç duyacaktır. Ve bu silahlara sahip olmak için
Stygian Perileri'ni bulmak zorundadır. Fakat onların nerede yaşadığını bilen
sadece 3 yaşlı ve kötü kadın vardır, Graeae kardeşler. Çok gariptirler. Birisi
bir şeye bakmak istediğinde elden ele dolaştırdıkları bu göz hariç, hiçbirinin
gözü yoktur, bu yüzden o tek gözü paylaşmak zorundadırlar. O göz onlar için çok
değerlidir. Graeae kardeşlerin yaşadığı ada, Ay ışığının bile düşmediği
karanlık bir yerdir. Perseus oraya ulaşmak için kanatlı sandaletlerini
kullanır. Ayrıca Perseus sadece çok kaslı değil, aynı zamanda oldukça zekidir.
Adaya ulaştığında, ilerlemeden önce keşif yapıp zayıflıklarının neler
olabileceğini anlaması gerektiğinin farkına varır. Sadece bir gözlerinin
olduğunu ve o olmadan tamamen kör olduklarını fark ettiğinde, göz elden ele dolaştığı
bir esnada onu çalar. Kardeşler deliye dönerler. Çok kötü bir duruma düşerler.
Elindeki son çeyrekliği kaptıran bir dilenci gibidirler. Gözü geri alabilmek
için birbirlerinin üstüne çıkmaktadırlar. Elinde büyük bir koz olan Perseus,
perilerin yerini söylemelerini ister. Graeae kardeşler de onların, yaşayanların
dünyasıyla ölülerin dünyasını ayıran akarsu olan Styx nehrinde yaşadıklarını
söylerler. Perseus amacına ulaşmıştır. Perseus gözü yere atar ve uçarak
uzaklaşır. .
Efsane bu şekildedir fakat gerçekle bağlantısı nedir?
Yunan mitolojisindeki birçok benzerleri gibi
bu hikâye de genel anlamıyla gökyüzünden inmiş olabilir. Uygarlıkların ilk
günlerinden beri, geçmişi, bugünü ve geleceği açıklamak isteyen insanoğlu
gökyüzüne bakmıştır. Anlatılan hikâyelerin büyük çoğunluğu gökyüzünde
gördüğünüz nesnelerle, takımyıldızlarla ilgilidir. Birçok efsanenin
takımyıldızlarla bağlantılı olduğundan kesin olarak eminiz.
Yunanlıların 5. yüzyılda, takımyıldızlara
efsanevi yaratıkların isimlerini verdiklerini biliyoruz. Ve o yüzyılda,
insanlar efsanevi yaratıkları sadece gökyüzündeki önemsiz semboller ya da
temsilciler olarak görmemişler, aynı zamanda takımyıldızların tanrı olduklarına
inanmışlardır. Gökyüzünde bulunan, özellikle bir motif çok ilginçtir. Kavisli
bir kılıç ve bir gorgon kafası tutan kahraman motifi. Bu, Perseus ismiyle
bilinen takımyıldızıdır. .
Efsane için tanrısal bir modeldir. Fakat bu
yıldız kümesinin anlamı daha büyük olabilir. Ayrıca Graeae kardeşler
hikâyesinin de nasıl ortaya çıktığını gösteriyor olabilir. Takımyıldızlar
efsanenin detaylarını şekillendirmişlerdir. Perseus takımyıldızının ikinci en
parlak yıldızı olan Algol, olağandışı bir yıldızdır. Algol Perseus
takımyıldızında, Medusa'nın başındaki bir şekli oluşturur. Ve bu şekil eklips
(tutulma) oluşturan çift yıldız olarak bilinir. Gökyüzünde tek bir ışık gibi
görünen bu yıldız, aslında birbirinin yörüngesinde dönen iki yıldızdan
oluşmaktadır. Bunlar döndükçe birbirinin ışığını keserek Algol'ün bir sönük bir
parlak görünmesine sebep olurlar. Bu, Graeae kardeşler hikâyesine ilham vermiş
olabilecek 3 günlük bir döngüdür. Algol her üç güne bir, bir süreliğine çok
parlar ve aniden söner. Bu durum, Graeae kardeşlerin gözünün Perseus tarafından
çalınmasını temsil eder. Göz elden ele gezdirilirken, Perseus oradadır ve gözü
çalar. Ve onu aldığında, kaybolduğunu görebilirsiniz. Eğer iyi bir hikâye
anlatıcısı iseniz ve gökyüzünü takip ederseniz, yıldızın ne zaman kaybolacağını
bilirsiniz, böylece yıldız parlak iken hikâyenizi anlatmaya başlayabilir ve hikâyede
Perseus'un gözü çaldığı bölüme geldiğinizde gökyüzünü işaret ederek
"Bakın, kayboldu." diyebilirsiniz. Algol'ün efsane üzerindeki etkisi
sadece Graeae kardeşlerle sınırlı olmayabilir. Bazı uzmanlar hikâyenin can
alıcı noktası olan, Medusa'nın sonunu da etkilediğine inanmaktadırlar. .
Efsanemiz devam etmektedir. Perseus Medusa
ile savaşma yolunda ilerlemektedir ve ona karşı zayıf durumdadır. Canavarla
kapışabilmesi için doğru silaha ihtiyaç duymaktadır. Ve aradığını Stygian
Perileri'nin bulunduğu, Hades'in kapısı Styx Nehri'nde bulur. Hayatta
kalabilmesi için gerekli olan 3 silahı Perseus'a sunarlar. Zeus'un kılıcı,
Atena'nın kalkanı ve ölülerin tanrısı Hades'in miğferi. Bu bize, Q'dan süper
aletleri alan James Bond'un karşı konulmazlığını hatırlatmaktadır. Sadece
görevini tamamlamak için bu aletlere ihtiyaç duyduğundan değil, aynı zamanda bu
aletlerin sihirli özellikleri de olduğundan, onları alır. Perseus artık kendisi
için biçilen rolü oynamaya hazırdır ve bu zaman çok uzak değildir. Serifos
adasında ise bir kraliyet düğünü hazırlığı devam etmektedir ve bu düğünün
gönülsüz gelini Perseus'un annesidir. Acaba, çok geç olmadan oğlu Medusa'yı
öldürüp başını getirebilecek mi?
Ve
kendinden önce bu kadar başarısızlığa uğramış varken kendisi nasıl başarılı olabilir
ki?
İşin
sırrı kalkanında yatmaktadır. Perseus'un Medusa'nın başını almak için giriştiği
bu tehlikeli yolculuk onu binlerce kilometre öteye sürüklemiştir. Artık kader
anı gelip çatmıştır. Medusa'nın ölümcül sığınağının eşiğinde bulunmaktadır.
Buraya kadar tanrıların yardımını alan Perseus, bundan sonra artık tek
başınadır. Medusa'nın etrafındakiler sadece taş, sert cisimler, taşa dönmüş
canlılardan oluşmaktadır, bu açıdan bakıldığında çok kasvetli ve ıssız bir yer
olmalıdır. Perseus kaderine doğru adım adım ilerlerken çok korkmuş bir haldedir
fakat bu adımlar ileriye doğru atılmamaktadır. Genç kahramanımız yavaşça geri
geri gitmektedir. Perseus çok zekidir ve Medusa'ya karşıdan saldırmanın
kendisini taşa dönüştürecek bir felaket olduğunun farkındadır. Bu yüzden öyle
yapmak yerine, kalkanını döndürür ve ona arkadan yaklaşır. Ve geri geri
yürürken kalkandan onu gözetleyerek kendini güvence altına alır. Giderek
yaklaştıkça artan heyecanını tahmin edersiniz. Bildiği kadarıyla, kalkan
kendisini koruyacaktır, fakat bundan tam olarak emin değildir. Perseus
sığınakta dikkatlice ilerlerken gözleri kalkanındadır. Atacağı tek bir yanlış
adımın sonucu ölümcül olacaktır. Nihayet, Perseus hedefine kilitlenir,
gözlerini kapatır ve kılıcını indirir. Sağlam bir darbe alan Medusa'nın başı koparak yerde yuvarlanır.
Yıllardır çektiği işkence ve soyutlanma artık son bulmuştur.
Eski çağlarda yaşayanlar için Medusa'nın
aşırı bir cazibesi vardı ve onu destekleseler de, ona karşı çıksalar da bu
zavallı insana karşı her zaman bir sempati duymuşlardır. Yani, yaşadıklarına,
tüm kaybettiklerine, katlanmak zorunda
olduğu o korkunç kadere ve sonunda da bir kahramanın tarafından kafasının
koparılmış olmasına bir baksanıza.
Acınılası bir kişi için acıklı bir son.
Fakat Medusa hikâyesi burada son bulmaz. Medusa başı ile ilgili en önemli
şeylerden birisi de, ölmüş olsa bile, hatta bedeninden ayrılarak bir torbaya
koyulduktan sonra bile, hâlâ kendisine bakanı taşa çevirebilme gücüne sahiptir.
Medusa durdurulamaz ve korkunçtur fakat güçleri kontrol edilebilir ve Perseus
hikâyesi bunu anlatmaktadır.
Başı bir torbaya
koyulduğunda, iyilik için olduğu kadar kötülük için de kullanılabilecek bir
silaha dönüşmektedir. Perseus artık Dünya üzerindeki en tehlikeli silahın
sahibidir. İstediğini taşa çevirebilir ve aklında birkaç hedef vardır. Annesi Danaë'nin
kendisini çapkın Kral Serifos'tan koruyacak kimsesi olmadığından, kendi rızası
dışında kraliçe olmak üzerededir. Perseus zamana karşı savaşmaktadır.
Kahramanımız evine doğru uçarken, Medusa'nın başının hâlâ ne kadar güçlü olduğu
ortaya çıkar. Perseus kanatlı sandaletleriyle Yunanistan'a doğru uçarken,
Medusa'nın kanı toprağa damlar ve bu damlalardan binlerce zehirli yılan peyda
olur. Eski çağlarda, bazı iğrenç canavarlar o kadar kötü ve korkunçtular ki
onların kanından başka canavarlar ortaya çıkıyordu. Medusa da bu tip güçlü
kana sahip olanlardandır. Perseus uçarken Medusa'nın başından damlayan
kanların, hikâyenin daha sonraki anlatımlarında, antik Romalıların Kuzey
Afrika'da var olduğunu bildikleri o yılanların doğmasına sebep olduğu
düşünülmüştür. .
Efsanemizde, kraliyet düğün günü gelmiştir.
Gelinin babası, yani Perseus'un büyükbabası Kral Acrisius Argos'tan gelmiştir.
Uzun zamandır, torununun kendisini öldüreceğine dair söylenen kehanetten dolayı
korku içindedir. Perseus düğün töreni başlarken adaya ulaşır. Perseus Serifos'a
dönüp annesinin Kral'la evlenmek üzere olduğunu gördüğünde, çok sinirlenir. Bu
yüzden Medusa'nın başını havaya kaldırır ve "Kral, hediyeni
getirdim!" der. Kral bir bakışta taşa döner. Yüzünde sonsuza dek sürecek
bir çığlıkla donakalır. Fakat yakalanan tek kral o değildir. Acrisius da taşa
dönmüştür. Danaë oğlu sayesinde kurtulmuştur ve Perseus mitolojideki en cesur
kahramanlar arasındaki yerini almıştır. Ölüme karşı çıktığı yolculuk, onu bir
delikanlıdan bir ergene dönüştürmüştür. Perseus eski çağ kahramanları arasında
en çok bağ kurulabilendir. Sadece annesine karşı duyduğu aşırı sevgiden dolayı
toplumdan bir şekilde uzaklaştırılmış, yaşadığı zor zamanlara rağmen ayakta kalmayı
başarabilmiştir. Giderek büyümüş ve dünyaca tanınmıştır.
Yunanlıların örnek alabileceği, gerçek, çok
güçlü bir kahraman haline gelmiştir. Perseus annesini kurtardıktan sonra,
Medusa'nın başını hediye olarak onu yaratan tanrıça Atena'ya sunar. En sonunda,
Medusa'yı cezalandıran, onun gücüne sahip olmuştur. Hikâyenin sonunda
Medusa'nın başının Atena'nın zırhında bir imgeye dönüşmesinde şiirsel bir
nitelik vardır. Ne de olsa, bu zavallı genç kız Atena'nın kurallarına uymadığı
için bu büyük felakete sürüklenmiştir. İlk gülen de son gülen de Atena
olmuştur. Medusa hikâyesi dönüp dolaşıp aynı noktaya gelmiştir. .
Efsanesi başladığı yerde yani, Antik
Yunanistan'ın en büyük tapınağı Parthenon'da bitmiştir. Gökyüzünde ise, kendisi
ve hayatına son veren adam sonsuza dek birlikte kalacaklardır.
Odesa Destanı. En büyük macera hikâyesi. Sevdiği kadını ve
yönettiği ülkeyi kaybetmeden önce ülkesine geri dönmek için tehlikeli bir
mücadeleye girişen savaşçı bir kral. Bu mücadelede yoluna vahşi yaratıklar,
fırtınalar, dev yamyamlar çıkacak ve hepsini zekâsı ile yenmek zorunda
kalacaktır. Son araştırmalar bu kahramanlık efsanesinin ardında yatan bazı
şaşırtıcı gerçekleri ortaya çıkarmaktadır.
10 denizci, tek gözlü, insan yiyen
Kiklop'un ininde köşeye sıkışmışlardır. İki arkadaşları gözlerinin önünde bir
anda paramparça olmuştur. Hepsi sıranın kendisine gelmesinden korkmaktadır.
İhtiyaçları olan mucizeyi yaratması için çaresizce liderlerine bakmaktadırlar.
Liderleri Odesa'dır. Odesa asla düşünmekten vazgeçmez, asla gevşemez, herhangi
bir şeyin onu alt edebileceğine inanmayı reddeder, bu, karakterinin en belirgin
özelliğidir. O, sizi saf dışı bırakmak için her ne gerekiyorsa onu yapacak olan
kurnaz adamdır. Odesa zeki bir kahramandır. Gücünden çok zekâsına güvenen bir
liderdir ve Kiklop'tan canlı kurtulmak için üstün zekâsını kullanmaya ihtiyacı
vardır. Odesa hakkındaki güzel şey şudur; Odesa, diğer kahramanların aksine,
tamamen ölümlüdür, bir insandır. Bu yüzden onunla aramızda özel bir bağ kurarız
ve aynı sebepten dolayı eski çağlarda çok seviliyordu. Odesa Destanı olarak
anılan Odesa'nın hikâyesi, M.Ö. 8. yüzyılda Homeros isimli bir Yunan şair
tarafından kaleme alınmıştır. Odesa hikâyesi, birçok hayal kırıklığı ve engelle
yüz yüze gelen bir insanla ilgili olduğundan, bence hepimizin sahiplenebileceği
bir hikâyedir. Odesa'nın savaştan eve uzanan yolculuğu ebedi bir sabır hikâyesi
olduğu kadar aynı zamanda da antik Yunanistan'da yeni bir çağın doğuşunun
sembolüdür. Odesa Destanı bence bir bakıma, James Bond romanına benzer. Ian
Fleming'in tarzına bakarsanız, kahramanını her zaman gerçek hayatta bir yere
yerleştirdiğini görürsünüz. Bence Homeros'un yaptığı da buydu.
Yunan denizcilerin Akdeniz boyunca uzak
yerleri keşfettikleri zamanlarda, Odesa günümüz maceracılarının rolünü
üstlenmekteydi.
Yunanlıların bu açılımını konu alan birçok
hikâye Odesa Destanı'na yansımıştır, yani Yunanlıların sömürgeler kurmaya
başlamaları ve farklı canavarlar veya yaratıklarla ilgili denizci hikâyelerinin
duyulmaya başlaması gibi. Odesa hikâyesi, kendisinin yönettiği efsanevi Yunan
adası İtaka'da başlar. Mutlu ve başarılı bir kraldı. Çok sevdiği bir karısı
vardı, karısı da onu çok seviyordu, bir de erkek çocukları vardı. .
Efsaneye göre, İtaka etrafı birçok düşmanla
çevrili bir huzur vahasıdır. Bölgenin iki süper gücü, Sparta ve Truva yıllardır
azılı düşmanlardır. Şimdi ise Dünya üzerindeki en güzel kadının müdahil olduğu
bir aşk ilişkisi onları savaşın eşiğine getirecektir. Sparta Kraliçesi Helen,
Truva Prensi ile kaçmıştır. Sparta Helen'i geri alabilmek için, İtaka'ya savaşa
katılması yönünde baskı yapar. Gururuna düşkün olan Odesa, destek verir.
Ailesini veya krallığını, belki de bir daha göremeyeceğini bilerek savaşa
katılır. Odesa 12 gemilik bir filoyla, kendisini çok geçmeden savaşın ön
saflarında bulacağı Truva'ya doğru harekete geçer. Helen için yapılan savaş, ta
ki Yunanlılar bir duvara, kelimenin tam manasıyla toslayıncaya dek, 10 yıl
sürer. Truva'yı çevreleyen duvarlar o kadar büyük, o kadar geçilmezdir ki;
Yunanlılar bu duvarların tanrılar tarafından inşa edildiğine inanmışlardır.
Antik çağlarda insanlar, duvarın Truvalılar lehine çalışan bir çeşit tanrısal
güç tarafından inşa edildiğini düşünmekteydiler. Savaşın tehlikeye girmesi
üzerine, Odesa duvarları aşmalarını sağlayacak bir strateji geliştirir. Odesa;
"İçi boş tahta bir at yapmalı ve onu sahilde bırakmalıyız. Vazgeçmiş gibi
davranacağız. Sanki Truvalılar bizden güçlüymüş de, biz de eve dönüyormuşuz
gibi yapacağız." "Atın içinde ben dahil en iyi kahramanlarımız olacak
ve Truvalılar bu atı içeriye götürecekler çünkü tanrılara sunulan bir kutlama
hediyesi olduğunu düşünecekler." der. Şafak söktüğünde, Truvalılar
şaşırırlar.
Yunanlılar gitmiş ve dışarıda devasa bir at
bulunmaktadır. .
Efsane bu şekilde devam eder, fakat gerçekle olan bağlantısı
nedir?
Bilginler uzun bir süre Truva'nın hayali bir
şehir, Truva Savaşının ise bir efsane olduğuna inanmışlardır. Fakat 19.
yüzyılın sonlarında, Türkiye'nin batısında 20.235 m2'lik bir alanda şaşırtıcı
şeyler bulunmuştur. Çok büyük duvarları olan antik bir şehir ve büyük bir saray
kalıntısı. Homeros'un Truvası'nın iki önemli özelliği. Yapılar tıpkı efsanevi
şehir gibi yakılmıştır. Yerleşim yeri, uzmanlar tarafından Truva'nın bulunduğu
yer olarak inanılan sahile yakın bir bölgede bulunmaktadır ve arazisi
Homerous'un tarifine uymaktadır. Fakat hepsi bu değildir. Arkeologlar
kalıntıların arasında savaşın izlerini bulmuşlardır. Truva'da bir çok ok ve
mızrak başı bulduk. Ayrıca Truva şehrinin içinde gömülmemiş bir de iskelet
bulduk. Eski çağlarda yaşayan insanlar cesetleri yakmadan şehrin içinde
bırakmaktan korktuklarından, bu bir savaş hainin cesedidir. Çok sıra dışı
durumlarla karşılaşmadıkları sürece bu tip şeyler yapmazlardı. Truva Savaşı
gerçekten yaşandı mı?
Odesa hikâyesinin ardında
gerçeklik payı var mı?
İpucu arayışlarımız bizi tekrar efsaneye
yönlendirir. Tahta at kapılardan geçerek Truva’nın içine girerken Odesa ve
adamları atın içinde toplanmışlardır. Truvalılar onu bir barış hediyesi
zannederek büyük bir yanılgıya düşmüşlerdir.
Atlar Truva'nın
sembolüydü. Truvalılar yetiştirdikleri atlarla tanınırlar. Truva'nın dışında
kalan alan; şu an at yetiştiriciliği için Kentucky ne anlama geliyorsa, eski
zamanlarda o anlama geliyordu. Bu yüzden, bir Truva atının bırakılması,
Truvalılar için bir bağlılık göstergesi gibi algılanmıştır, Truva'nın özünü
temsil eden bir semboldür. Truvalılar bu tuzağa düşerler, savaş bitti diye
düşünüp kutlama yaparlar, yüklü miktarda şarabın içildiği uzun partinin
sonunda, Truvalıların hepsi şehrin sokaklarında sızıp kalırlar. Truvalılar
uyurken, Odesa ve seçkin adamları attan çıkarlar. Kaynaklarımızda Truvalıların
nasıl masumca yattıkları, uyuyup rüyalara daldıkları, dinlendikleri ve
Yunanlıların nasıl bir duman gibi karanlıklardan süzülerek şehre girdikleri
detaylı olarak tasvir edilmektedir.
Gecenin bir yarısında, Yunanlılar saldırıya geçerler. Hazırlıksız yakalanan
Truvalıların şehirleri yanıp kül olur. Odesa'nın sıra dışı stratejisi başarılı
olmuş, Truva atı ona savaşı kazandırmış ve kendisi de günün kahramanı olmuştur.
Bu zamanın birçok kahramanı Yunan tarihinde ve mitolojisinde göklere
çıkarılıyorlardı çünkü onlar büyük savaşçılardı, güçlülerdi ve iyi ok
atıyorlardı. Fakat Odesa onlardan farklıydı. Onun göklere çıkarılma nedeni
kurnaz ve akıllı oluşundandır. Odesa'nın gerçek performansı zor durumlara
düştüğünde ortaya çıkar. Birçok kez, hiçbir insanın kaçamayacağı yerlere
girmeyi başarmıştır. Birçok şekilde ölümle yüz yüze gelmiş ve her seferinde
kurtulmayı başarmıştır. Eski zamanlarda yaşayan MacGyver gibidir. Odesa 10 yıl
süren acımasız bir savaşın ön saflarından sağ çıkmayı başarmıştır. Evine yani
İtaka'ya dönmek için sabırsızlanmaktadır. Fakat önüne çıkacak olanlar, Truva
Savaşının yanında sönük kalmaktadır. Vahşi canavarlar ve kargaşalar. Odesa Destanı
şimdi başlamaktadır.
Homeros'un Odesası'nda, Truva Savaşı son
bulmuş, eve dönüş yolculuğu başlamıştır. Odesa'nın adası İtaka, Truva'dan 565
deniz mili uzaklıktadır. Eski zamanlarda bu, birkaç hafta sürecek bir yolculuk
anlamına gelir. Odesa Truva'dan ayrıldığında, evine varmak istemiş fakat bence,
bu yolculuğun 10 yıl süreceğini tahmin etmemiştir. Bence yol boyunca birkaç
baskın yapmak için, belki de başarısını anlatmak için duracağını zannediyordu.
Bir ya da iki ay içinde, evine yani İtaka'ya dönmemek için başka bir sebebi
yoktu. Odesa İtaka'ya doğru 12 gemilik bir filo ve 600 kişilik savaş yorgunu
bir mürettebatla yola çıkar. Bu rakam eski zamanlara göre oldukça iyidir fakat
gerçek olabilir mi?
1988'de, iki dalgıç Güney Sicilya açıklarında
tesadüfen sıra dışı bir gemi enkazı buldular. Gemi yaklaşık olarak 18 metre
uzunluğunda ve 7 metre genişliğinde olmakla birlikte şimdiye kadar keşfedilen
antik gemiler arasında türünün en büyüğü olma özelliğini taşımaktadır. Fakat
tam olarak kaç yaşındadır?
Bunu öğrenmek isteyen bilim adamları dalgıçlar
tarafından çıkarılan kalaslardaki ağaç halkalarını incelediler. Sonuçlar
şaşırtıcıydı. Gemi yaklaşık olarak M.Ö. 500 yılına, yani Odesa Destanı zamanına
aittir. Bu heyecan verici bir keşiftir. Bu gemi, Homeros'un Odesa'nın gemisi
olarak hayalinde canlandırdığı geminin aynısıdır. Nihayet 2008'de, tüm enkaz
Akdeniz'den çıkarılabilmiş ve Portsmouth, İngiltere'de kurutularak üzerinde
çalışmaya hazır hale getirilmiştir. Artık uzmanlar bu kalıntılarla, Homeros'un
verdiği gemi yapım tarifini karşılaştırabilecek seviyeye gelmişlerdir.
Sonuç ise birbirlerine kusursuz bir şekilde
uymaktadırlar. Bu gemi hakkındaki ilginç özellik ise; Kuzey Avrupa gemilerinin
aksine, zıvanalı geçme sistemine sahip olması ve birbirine bir iple bağlanmış
olmasıdır. Bu yöntem Odesa Destanı'nda anlatılan gemi yapma yönteminin
aynısıdır. Şimdi ise, yani 2500 yıl sonra, Akdeniz'in derinliklerinden çıkan
bir enkaz uzmanların Odesa'nın dünyasına bakışlarına benzersiz bir bakış açısı
kazandırmaktadır. Bu ilkel bir gemi değildir, oldukça gelişmiş bir teknoloji
ürünüdür. Odesa bu yolculuğu gerçekten yapmış olabilir. Ve heyecan verici şey
ise; Odesa'nın kullanmış olduğu gemilerle kıyaslayabileceğimiz bir geminin
elimizin altında oluşudur. .
Efsanemiz devam etmektedir.
Nihayet Odesa eve dönüş yoluna çıkmıştır.
Sadık karısı Penelope ve artık 10 yaşına basan oğlu Telemakhos, Odesa'nın dönüş
yolunu gözlemektedirler. Fakat saray Odesa'nın yokluğunda, karısını ve tahtını
çalmak isteyen çapkın erkeklerle dolmuştur. Odesa bir süreliğine uzaklaşmıştır.
Her ne kadar Penelope eşine sadık olsa da etrafı kendisiyle evlenmek isteyen
taliplilerle dolup taşmaktadır. Ve Penelope ile evlenerek onunla birlikte
gelecek olan güce sahip olmak ve Odesa'nın hükmetme gücünü devralmak istemektedirler.
Kısacası Penelope'nin işi zordur. Eğer Odesa kısa zaman içinde eve dönmezse,
uğruna savaştığı her şeyi kaybetmek üzeredir. Truva'dan ayrılan Odesa'nın ilk
durağı kıyı kenti Ismarus olmuştur. Burada eski bir düşmandan öç almaya
çalışacaktır. Buradaki insanlar Truvalıların müttefikleriydi, Yunanlılara karşı
Truvalıların saflarını tutmuşlardı bu yüzden Odesa intikam almak istiyordu.
Ismarus'un Odesa Destanı'nda geçen gerçek yerlerden birisi olma ihtimali
vardır. Eski çağlarda dünyaca tanınan en acımasız savaşçıların memleketi
olmakla tanınırdı. Tam anlamıyla mükemmel savaşçılardı ve en önemli özellikleri
gayrinizami şeklide savaşmalarıydı. Eski çağların büyük gerillaları ve
serkeşleriydiler. Fakat bu Odesa'nın gözünü korkutmamıştır. .
Efsaneye göre, kendisi ve adamları savaşmak
için kıyıya çıkarlar. Şehri yağmalarlar, tüm hazineyi alarak dönüş yoluna
çıkarlar. Fakat bir hata yaparlar. İçkiyi ve yemeği biraz fazla kaçırırlar ve
sahilde uyuyakalırlar. Erken verilmiş bir zafer partisi idi. Ertesi sabahın
erken saatlerinde, uykudalarken, yerli halkın baskınına uğrarlar. Birkaç
dakika içinde, 72 denizci katledilmiştir. Geriye kalanlar ise zar
zor hayatlarını kurtarırlar. Düşmanı küçümseme konusunda acı bir ders
almışlar, Odesa ve tayfasının yaptığı
ölümcül hatalar serisi bununla başlamıştır. Birliğinin kuvvetli bir bölümüyle
kurtulabilecekken çoğunu kaybetmiş ve adamlarını her zaman hazır tutması
gerektiğine dair acı bir ders almıştır. Çok tehlikeli bir yolculuk onu
beklemektedir.
Basitçe söyleyecek olursak, Homeros'un ana
fikri; "her zaman hazırlıklı olun, asla gardınızı indirmeyin."dir.
Birçok kez, küçük bir zafer kazanan ve hemen zafer sarhoşluğu yaşayan insanlar
ve daha zayıf, daha güçsüz aynı zamanda zafere aç olan düşmanın bu durumdan yararlandığını
görmekteyiz. Bu, eski çağ tarihi boyunca defalarca gördüğümüz kısır bir
döngüdür ve aynı şeyi yakın zaman savaşları için de söylememiz mümkündür. Odesa
ve adamları savaş bunalımı yaşamaktadırlar. Sonraki iki hafta boyunca istemeden
de olsa denizde kalırlar. Filo başka bir güçlü engele, bir fırtınaya tutulur.
Fırtına onları çok uzaklara sürükler ve o andan sonra, Odesa macerası sonlanana
dek, bir çeşit Periler Diyarı'nda yaşamaya başlar. Fırtınanın sonunda filo
kendini Kuzey Afrika'da bulur. Orada, kıyıya çok yakın egzotik bir adada, Odesa
ve adamları farkında olmadan mitolojik bir uyuşturucu ağına düşerler. Adanın
yerlileri onları sıcak bir şekilde karşılar ve tadı çok güzel olmakla birlikte
uyuşturucu etkiye sahip bir çiçek, yani nilüfer ikram ederler. Odesa şüphelenir
ve böyle bir durumda da şüphelenmeye hakkı vardır çünkü adamları nilüferi
yediklerinde, yedikleri çiçek bir uyuşturucu olduğundan, çok neşelenirler ve
yapmaya çalıştıkları şeyi, yani eve dönmeye çalıştıklarını bile unuturlar.
Sonsuza dek burada, yani nilüfer yiyenlerle birlikte yaşamak isterler. Bazı
uzmanlar nilüfer yiyenlerin, antik Yunanistan'da gerçekten yaşanmış bir sorun
olan "ilaçların suiistimal edilişini" sembolize ettiğini
düşünmektedirler.
Yunanlılar afyonu
biliyorlardı.
Mikenlere ait birçok eşya ve nesnede kolaylıkla afyonu görebilirsiniz, kısacası
esrarı, dolayısıyla haşhaşı biliyorlardı. Kısacası, insanlar kafalarının iyi
olmasından hoşlanırlar. Odesa Destanı'nda, insanlar evlerine dönerken nasıl
yoldan çıkabileceklerini göstermek için kullanılmıştır. Ve bu çok insancıl bir
durumdur. Bir kez daha, mürettebat zevkusefaya dalarak asıl amaçlarından
sapmışlardır. Bu durum, Odesa Destanı'nda sürekli karşılaşacağımız ana
fikirdir. Sadece liderleri, Odesa ayık kalır. Sadece tek bir amacı vardır;
evine, karısı ve oğlunun kendisini beklediği İtaka'ya geri dönmek. "Haydi,
kalkın sizi salaklar. Gemiye geri dönüyoruz." der ve böylece giderler. Bu
olay inanılmaz derecede kısa olmasına rağmen üzerinde çok yazılıp çizilmiştir
ve bence bunun nedeni herkesin bu tecrübeye nail olmasıdır. Herke yorgundur,
herkesin başından çok şey geçmiştir. Yiyip, içip, tüttürüp, çiğnedikten sonra
her şeyi unutmanıza sebep olan şeyden daha güzel ne olabilir ki?
Eve
dönüş yolculuğu tekrar başlar fakat mürettebatın merakı belki de ölümlerine
sebep olacaktır. Filo yabani hayvanlarla dolu başka bir adayla karşılaştığında
hayallerine kavuştuklarını zannetseler de dünyadaki cehennemi yaşamak
üzereydiler. Odesa ve adamları tesadüfen, insan yiyen dev Kiklopların diyarına tam
da yemek vaktinde adım atarlar. Mitolojik kahraman Odesa, savaşarak geçirdiği
10 yıldan sonra karısına ve oğluna geri dönmek istemektedir. Fakat kafasında
canlandırdığı yolculuk bu değildir. Denizde
geçen birkaç haftadan sonra, bir baskında 72 adamını kaybetmiş ve kendisini
rotasından çok uzaklara savuran fırtınalarla yüzleşmiştir. Şimdi
ise, kimliği belirsiz bir ada hem malzeme hem de moral ikmali yapma şansı
tanımaktadır ya da öyle görünmektedir. Odesa'nın karaya çıkmış olmasının birkaç
nedeni olabilir, bir süreliğine denizden uzaklaşmak ve ihtiyaç malzemeleri
temin etmek istemiş olabilirler. Fakat Odesa hakkında unutmamanız gereken diğer
şey ise; özünde çok meraklı olduğudur. Bazen bu merak işini çok abartır, her
şeyi bilmek ister, öğrenme isteği o kadar ağır basar ki bazen şansını çok fazla
zorlar. Burada, Yunan karakterinin içyüzüne bir çeşit bakış söz konusudur.
Bahsedilen zaman, Yunanlıların çok fazla genişleyip, sömürgeler kurdukları bir
zamandır. Homeros'un yaşadığı zamanlarda, Yunanlılar birçok ekonomik sebepten
ve aynı zamanda meraklı olmalarından dolayı dünyaya açılmak istemişlerdir.
Odesa
adayı keşfederken kendisine eşlik etmeleri için 12 en iyi adamını da yanına
alır. Yola
çıkmadan önce son olarak yanına içi şarap dolu bir keçi tulumu alır. Bu tulum
onun hayatını kurtaracaktır. Kâşiflerin birinci önceliği yiyecek bir şeyler
bulmaktır. Kısa zaman sonra, turnayı gözünden vururlar. İçi yemek dolu bir
mağara bulurlar. Sadece bir şey eksiktir, mağaranın sahibi. Mağaraya
girdiklerinde, Odesa harika bir yemek stoku görür ve hepsini çalıp götürmeye ve
tehlikeden uzaklaşmaya hazırdırlar. Odesa ayrıca çok meraklıdır. Ayrılmak
istemez. Burada yaşayan kişinin kendisine bir hediye vermesi gerektiğini
düşünür. Bu durum, antik Yunan toplumunda bir gelenektir. Birisine ait bir
toprağa ayak basan bir yabancıya bir hediye verilirdi. Bir yabancının sizin
kasabanıza gelmesi durumunda, onu evinize alır, yatacak bir yer ve yiyecek
verir, ona iyi davranırsınız. Odesa ve adamları mağarada büyük bir ziyafet
çekerek keyiflerine bakarlar. Güneş batınca, evin erkeği döner fakat o
denizcilerin umdukları gibi birisi değildir. O, dev bir Kiklop'tur, yani 20
adam gücünde ve yüzünün ortasında kocaman bir gözü olan, yırtıcı bir
canavardır. Böyle bir görüntü karşısında Odesa ve adamları karanlık bir köşeye
sinerler. Kiklop gece ateşini yakar ve denizciler içeride mahsur kalırlar.
Kiklop evine döndüğünde yemeğini çalmaya gelen adamları görür ve çok
sinirlenir, Odesa ise öne çıkıp dövünerek; "Merhaba, uzak diyarlardan daha
yeni geldik. Hediyemiz nerede?" diyerek biraz da kabalaşır. Bu noktada,
Kiklop'un keyfinin nasıl kaçtığını tahmin edebilirsiniz. Hiçbir şey düşünüldüğü
gibi gitmemiştir. Göz açıp kapayıncaya kadar Kiklop hamlesini yaparak iki
denizciyi kapar ve onları parçalayarak yutar. Geriye bir parça bile bırakmaz,
kemikleri bile yutar.
Yunanlılar Kiklop'un iki arkadaşlarını
yediğini görünce, çok korkarlar ve şoka girerler. Yamyamlık antik
Yunanistan'da oldukça barbarca bir hareketti. Onlar için medeni bir
insanın belirtisi kendileri gibi yiyip içmesi idi. Adamlar çok korkarlar ayrıca
Odesa kendilerini böyle kötü bir duruma soktuğu için hayal kırıklığına uğrarlar
ve "Canavarı uyurken öldürelim." diye karar alırlar. Fakat neyse ki
aralarında bulunan en zeki kişi Odesa "Onu öldüremeyiz." der.
Odesa'nın sorunu; eğer denizciler ya da Odesa Kiklop'u şimdi öldürürse mağarada
mahsur kalacaklardı çünkü kendi başlarına taşı hareket ettirebilecek kadar
güçlü değillerdi. Diğer yandan, eğer Kiklop'u öldürmezlerse, kurtulmaları söz
konusu değildi. İçinden çıkılmaz bir durumdu. Fakat Odesa şimdi vazgeçemeyecek
kadar çok şey yaşamıştır. Eğer bu canavarı yenmek için gücünü kullanamıyorsa, o
zaman zekâsı devreye girecektir. Asla umudunu yitirmez, Kiklop'un mağarasındaki
adamları artık sonlarının geldiğini düşünseler bile Odesa kurnazca planlar
yapmakta, düşünmektedir. Dev Kiklop mitolojinin en hatırda kalan
canavarlarından birisi olsa da Homeros'un hayal gücünün bir ürünü olmaktan daha
fazlası olabilir mi?
Bugün bazı uzmanlar bu canavarın gerçek bir canavardan
esinlenilmiş olduğunu bunun da düşüncelerinin kanıtı olduğunu düşünmektedirler.
.
Efsanevi kahraman Odesa ve adamları canavar
bir Kiklop'un mağarasında adeta ölümün kendisiyle yüzleşmektedirler. İki
tanesini çoktan midesine indiren canavar, hâlâ açtır. Gün doğarken Kiklop, iki
tanesini daha midesine indirir. Daha sonra onları tekrar mağaraya hapsederek
koyunlarını otlatmaya gider. Odesa'nın zamanı tükenmektedir. Truva atının fikir
babası kısa zamanda parlak bir fikir bulmak zorundadır. Odesa zekâsı sayesinde
hayatta kalan birisidir fakat Odesa'yı diğer tüm mitolojik karakterlerden
ayıran şey düşündükten sonra hareket etmesidir. Hemen hareket etmektense
kurnazca bir çözüm bulma taraftarıdır. .
Efsane bu şekilde devam
eder fakat gerçekle olan bağlantısı nedir?
Dev
Kiklop uçuk bir hayal ürünü gibi görünse de gerçek bilime dayalı olma ihtimali
vardır. Eski çağlarda, Homeros'un canavarına ilham vermiş olabilecek çok farklı
3 gerçek vardır. Bunlardan ilki; ceninin tek bir gözle büyümesine sebep
olan, çok nadir görülen ve siklopi diye bilinen hastalıktır. Bu hastalık antik
Yunanlılar tarafından iyi bilinen bir hastalıktır. Hamile kadınların bazı
bitkilerde bulunan alkoloidli toksinlere maruz kalması siklopili çocuklar
doğurmalarına sebep olabilir. Tehlikeli içeriğe sahip olabilecek bu bitkilerden
bazılarının antik Yunanlı hekimler tarafından hastalarına reçete edilen
ilaçlardan olmaları çok ilginçtir. Bu toksinler beyinin normal gelişimini
önleyerek siklopinin ortaya çıkmasına sebep olurlar. Sonuç olarak, iki göze
sahip olmak yerine tek büyük bir göze yani bir Kiklop'a sahip olursunuz ve bu
durum efsanelerde amaçsızca gezinen, tek gözlü yaratıkların esin kaynağı olan
bir çeşit olgu haline gelmiş olabilir. Fakat Homeros'un Kikloplarının
çok daha büyük bir şeyden esinlenilmiş olması da muhtemeldir örneğin, bir
volkandan. .
Efsanede, Odesa Kiklop'ları kafasını ve
omuzlarını yukarıya kaldırmış insandan dağlara benzetmiştir. Etna Dağı gibi
patlayan volkanları gören antik Yunanlıların, volkanın büyük kırmızı gözüne,
ateşten kayalar ve lav püskürtürken baktıklarında, insanlara ateş püsküren, tek
gözlü, dev bir insandan dağ hayal etmiş olma ihtimalleri yüksektir. Fakat
Kiklop'lara ilham vermiş olabilecek bir şey daha vardır; antik çağ
arkeologlarının ortaya çıkardığı fosiller. Antik Yunanlıların doğal dünyaya
karşı aşırı bir ilgileri vardı ve her şeyin birçok numunesini topluyorlardı. Ve
elbette vahşi doğadan da fosil örnekleri bulmuşlardır. Eğer bir filin
kafatasına bakacak olursanız, çok etkilenirsiniz çünkü alnının tam ortasında
kocaman bir delik görürsünüz. Asıl göz delikleri bunun yanında çok küçük
kalırlar ve yanlara doğru kaymışlardır. Bu yüzden, neye baktığınızı
bilmiyorsanız, bunun tek gözlü kocaman bir yaratığın kafatası olduğunu
düşünmeniz çok olasıdır. Odesa Destanı devam etmektedir. Odesa ve adamları
Kiklop'un mağarasında tutsak durumdadırlar. Kısa zaman içinde bir şeylerin
değişmemesi durumda, hepsinin sonu gelmek üzeredir. Fakat Odesa
konsantrasyonunu bozmaz.
Hikâyenin tümünde bir Yunan korkusu göze
çarpmaktadır ve Odesa'nın etrafındaki adamlar korkularına yenik düşme
eğilimindedirler, Odesa hariç. Soğukkanlı, hesap yaparak, mantıklı bir şekilde
düşünerek, bu duyguların kaçarken, bu probleme çözüm üretirken karşısına çıkan
küçük engeller olduğunu fark eder. Her zaman probleme ve sadece problemin
kendisine odaklanır. Kiklop dışarıda koyunlarıyla uğraşırken, Odesa Kiklop'un
ardında bıraktığı büyük tahta sopayı fark eder ve aklına bir fikir gelir.
Adamlarının yardımıyla sivri olan tarafını daha da sivriltir, ateşte
sertleştirir ve beklemeye başlar. Hava kararınca, Kiklop geri döner. İki
denizciyi daha yakalayarak canlı canlı midesine indirir. Ortalık durulduğunda,
Odesa gemisinden getirdiği şarapla birlikte öne çıkarak Kiklop'a ikram eder.
İlk kâseyi midesine indiren canavar, bir tane daha ve bir tane daha içer ve
hemen sallanmaya başlar. Kiklop'un birkaç bardak şarap içip kendinden geçtiğini
duyan bazı insanlar, canavarın tam bir tüy sıklet olduğunu, alkole karşı
dayanıksız olduğunu düşünebilirler. Gerçekte ise, eski şaraplar bugünün
şaraplarına göre çok daha güçlü ve ağırlardı. Eski çağlarda, kuvvetlendirilmiş
diye tabir edebileceğimiz, çok yüksek alkol oranına sahip, genellikle
ölçüldükten sonra sulandırılarak etkisi azaltılan ve böylelikle yemeklerde
içilebilecek kıvama getirilebilen çok güçlü şaraplar vardı. Odesa'nın Kiklop'a
sunduğu şarap sulandırılmamış haliydi. Sarhoş dev, mağaranın içinde
sendelerken, Odesa'ya adını sorar ve zekice bir cevap alır. Odesa;
"Benim adım Hiç Kimse." der. Verilen bu cevabın, bu
noktada planın nasıl bir parçası olduğunu tam olarak anlamamızın bir yolu
yoktur, fakat başından beri planın bir parçasıdır. Bunun üzerine, Kiklop yere
yığılır ve sızar, Odesa harekete geçer. Adamlarının yardımıyla, gizlediği
kazığı kaldırır, doğrultur ve canavarın gözüne saplar. Kiklop'un mağaradan
gelen çığlıklarını duyan diğer Kikloplar mağaranın etrafına gelerek
"İçeride neler oluyor? Çığlıklarını
duyduk, kötü bir şeyler olmuş olmalı." derler. Kiklop da onlara cevap
olarak; "Hiç Kimse canımı yakıyor. Hiç Kimse bana zarar veriyor."
der. Bu işe bir anlam veremeyen komşu Kikloplar, "Hiç kimse canını
yakmıyormuş, öyleyse biz de yataklarımıza geri dönelim." derler. Böylece
Odesa'nın gerçek adını söylemeyerek, adının "Hiç Kimse" olduğunu
söyleyerek yaptığı hilenin amacına nasıl ulaştığını bu aşamada görmekteyiz.
Öfkeden kuduran yaralı Kiklop, o esnada mağaranın kapısını açar. Odesa kapının
açıldığını görür ve hamlesini yapar. Kiklop kapının önünde oturduğundan Odesa adamlarının kaçmaya çalışmalarına mani
olur. Kiklop'un onları yakalayacağını, kolayca kurtulamayacaklarını bilir,
bilir çünkü bunu düşünebilecek kadar zekidir. Onları koyunların altına bağlar.
Koyunlar gün doğarken, karınlarına alttan sarılan Odesa ve adamları ile
birlikte otlamak için dışarı çıkarlar. Kiklop da hepten salak değildir.
Yunanlıların mağaradan kaçmaya
çalışacaklarını bildiğinden, koyunlar çıkarken hepsinin sırtını elleyerek
kontrol eder, fakat Yunanlılar alt taraftadır, bu yüzden onları fark edemez.
Odesa'nın Kiklop'un mağarasından kaçışı zekânın kas gücüne karşı üstünlüğüne
mükemmel bir örnektir. Fasulye Sırığı ve Jack, Davut ve Golyat'taki gibi büyük
ve aptal devi yere seren küçük ve kurnaz adamdır. Önümüze çıkan çok büyük
engelleri beynimizi kullanarak aşabiliriz. İşte tamamıyla insan olmanın özüyle
alâkalı olan asıl hikâye budur. Odesa dalavere konusunda tam bir ustadır, fakat
hâlâ kibrini yenebilmiş değildir. Gemi kıyıdan uzaklaşırken, gerçek kimliğinin
ortaya çıkmasına mani olamaz. Yaptığı bu hata yıllarca peşini bırakmayacaktır.
Kiklop orada durmuş ona lanet okurken, Odesa sebepsiz yere birden ona döner ve
"Benim kim olduğumu bilmek mi istiyorsun? Ben Laërtes'in oğlu
Odesa'yım." der. Şimdi bu hareket bize ne kadar aptalca görünse de, bir
Yunan kahramanı için en önemli şey "kleos" yani şöhretti. Aslında
önemli olan sizin şöhretiniz yani isminizin duyulmasıydı. Bu yüzden Odesa'nın
orada yaptığı şey olanların kendisine mâl edilerek takdir kazanmak isteyişiydi.
Kiklop gözünü kaybetmiş ve yenilgiye uğramıştır fakat intikam almak için son
bir umudu vardır güçlü babası. Kiklop'un babası olduğu anlaşılan denizler
tanrısı Poseidon Odesa'nın cezasını hayatıyla ödemesine karar verir.
Mitolojinin en büyük ölümlüsü Odesa, 2 aydan daha fazla bir süre denizde
kaybolmuş bir vaziyette dolaşır. Krallığına ve ailesine dönmeye kararlıdır
fakat yakınlarında bile değildir. Truva'daki Yunan kuvvetlerinden hayatta kalan
diğer tüm kahramanlardan biri hariç hepsi evlerine dönmeyi başarmışlardır, tek
dönmeyen Odesa'dır. Tam manasıyla denizdeki son kahraman Odesa'dır. En başından
beri, Odesa'nın dönüş yolculuğu yaptığı plana uymamıştır. Tehlikeli bir orduyla
ve kana susamış bir Kiklopla karşılaşmış ve fırtına yüzünden rotasından
yüzlerce kilometre uzaklaşmak zorunda kalmıştır. Birçok insanın moralini
bozabilecek türde olan bu tehditlere Odesa pabuç bırakmamıştır. Bence Odesa'yı
bu kadar çekici bir karakter haline getiren özelliklerinden birisi karşısına
çıkan her zorluğa aşılabilecek bir engelmiş gözüyle bakmış olmasıdır. Şimdi ise
Odesa en büyük engeli ile yüzleşmek üzeredir, kör edip kaçtığı Kiklop
mitolojinin en güçlü tanrılarından birinin yani denizlerin efendisi Poseidon'un
oğludur. Kiklop babası tanrı Poseidon'dan intikamını almasını, onu öldürmesini
ya da kalan yolculuğunu bir cehenneme çevirmesini ister. Bir tanrının oğluna
saldırarak, daha doğrusu Poseidon'un oğlu olan Kiklop'a saldırarak hatasını
ikiye katlamış olur, çünkü bir tanrıyı kızdırmıştır hem de kızdırdığı tanrı
denizler tanrısıdır. Eve deniz yolunu kullanarak gitmektedir! Odesa şimdi iki
tehditle yüzleşmek zorundadır; Poseidon'un gazabından kurtulmak ve başka bir
adam karısına sahip olmadan önce eve varmak. Günler ve haftalar geçtikçe
Penelope'ye kur yapan taliplileri giderek küstahlaşmaktadırlar. Yerel halk,
gözlerinin önünde duran bu kadar güzel, becerikli bir kadın olan Penelope'nin
tek başına olduğu gerçeğini görmemezlikten gelemezler. Ayrıca büyük bir
servetin tepesinde oturduğundan birçok insan onu etkilemek için birbirleriyle
yarışmaktadırlar. Fakat Penelope hâlâ, kocasının eve dönüş yolunda olduğu
umuduyla yaşamaktadır. Hâlâ Odesa'nın eve döneceğine inanmakta ve kocası eve
döndüğünde tahtını bıraktığı gibi bulması için elinden geleni yapmaya hazırdır.
Dev Kiklop'un elinden kurtulduktan birkaç gün sonra, Odesa eve dönüş yolunda
yardımı dokunabilecek birisi ile karşılaşır. Aeolia adasında, Alkinoos isimli
bir kralla karşılaşır. Kral Alkinoos'un özel bir gücü vardır. Rüzgarları
kontrol edebilmektedir. Rüzgarın hangi yöne eseceğini ayarlayabilmekte ve
kontrol edebilmektedir. Kral Alkinoos gizlice Odesa'ya, onu rotasından
saptırabilecek tüm rüzgarları içinde barındıran bir çanta hediye eder. Çanta
kapalı kaldığı sürece, İtaka'ya dönüş yolunda herhangi bir sorun
yaşamayacaktır. Bu eski gezginler için paha biçilemeyecek bir hediyedir.
Odesa'ya bir jet filosu tahsis etmesi gibi bir şeydir. Rüzgarlar antik
nakliyatçılar için bir lokomotifti, rüzgarlar eve varmasını sağlayacağından
onun için çok büyük bir hediyedir.
Dokuz gün
ve gece boyunca, Yunanlılar elverişli rüzgarların yardımıyla İtaka'ya doğru yol
alırlar. Nihayet
Odesa evine dönüş yolundadır. Tüm yol boyunca hiç uyumamış, gece gündüz hiç
durmadan gemisini yürütmüştür. Onuncu günde, İtaka ufukta görünür. Fakat son
anlarda, kahramanımız yorgunluktan bitkin düşer. Odesa uyuyakalınca,
mürettebatı da gizemli çantanın içinde ne olduğunu öğrenme fırsatını
kaçırmazlar. Adamları birden "İçinde altın, gümüş, hazine var ve Odesa
bizimle paylaşmak istemiyor." diye düşünürler. Kendileri sahip olmak
isterler, daha çok merak biraz da açgözlülükle kendi felaketlerine sebep
olurlar. İtaka kıyılarını çok net bir şekilde görürken, çantayı açarak
Poseidon'un şiddetli lanetini serbest bırakmış olurlar. Kısa bir sürede,
Odesa'nın eve dönüş umutları yok olur. Rüzgarlar filosunu tekrar Aeolia'ya
sürükler, fakat bu sefer Kral'dan herhangi bir yardım göremeyecektir. Odesa
Alkinoos'a; "Bize tekrar yardım edebilir misin?" diye sorar, Alkinoos
da cevap olarak; "Hayır. Siz tanrılar tarafından lanetlenmişsiniz. Size
verdiğim şey sayesinde çoktan eve dönmüş olmanız gerekiyordu. Eğer yine de eve
dönemediyseniz, bazı tanrıların bu işte parmağı vardır, ben de onların işine
karışamam. Yolunuza gidin." der. Odesa için bu durum başka bir acıklı
terslik olsa da ne olabileceği konusunda endişelenerek hiç vakit kaybetmez.
Hepimiz kadar hatta belki de bizden daha fazla yıkılmış olsa da her zaman
tekrar ayağa kalkabilmiş, her zaman yolunu bulabilmiştir. Odesa'nın sonuna
kadar direnme gücü Aeolia'dan ayrıldıktan birkaç gün sonra yine test
edilecektir. Filosu gizemli bir limana yanaşacak ve nereden geldikleri belli
olmayan bir tür dev yamyamların saldırısına uğrayacaktır. Birkaç dakika içinde,
Odesa yüzlerce adamını ve biri hariç tüm gemilerini kaybedecek, deniz kana
bulanacaktır. Bir kez daha, Poseidon'un laneti tüm şiddetiyle ortalığı kasıp kavurmuştur.
Odesa Truva'dan ayrıldığında, bunun efsanevi bir eve dönüş yolculuğu olacağını
düşünmemişti. Bu tür bir yolculuğu, yol boyunca bu tür sorunlarla ve
maceralarla yüzleşeceğini hayal etmiş olabileceğini bile hiç zannetmiyorum.
Odesa için maceralar serisi daha yeni başlamıştır. Eve dönüş yolculuğunun geri
kalan kısmı, Odesa'nın karşısına hiç bir insanın yüzleşmediği daha ürkütücü
mücadeleler çıkaracaktır. Odesa hikâyesi devam ederken, ölümlü kahramanımız
mimlenmiş bir adamdır, Poseidon başına bir ödül koymuştur. Her geçen gün
adamları ve mücadeleleri azalacaktır ta ki Odesa tek başına kalana dek. Tüm
tuhaflıklara karşı tek başına ve tek amacı "çok geç olmadan eve
dönmek" olan bir adam.
Onun
adı Odesa ve görevi; sevdiği kadın başka birisiyle evlenmeden önce eve geri
dönmek. Dönüş yolu ise, kana susamış canavarlar, baştan çıkarıcı kadınlar,
aldatıcı denizler ve sinirli tanrılardan oluşan taşlarla döşelidir.
İzleyecekleriniz; Odesa hikâyesinin, yani tüm zamanların en büyük efsane
kahramanının maceralarının devamıdır. Bizim için bir efsane olsa da, eski
zamanlarda yaşayanlar için gerçeğin ta kendisi ve hatta muhtemelen Hristiyan
öğretilerinden birinin taslağı niteliğindedir. Bu, özgün bir şekilde anlatılan
Odesa Destanı'nın gerçek hikâyesidir.
İtaka
Kralı Odesa'nın hikâyesi diğer efsane kahramanlarının hikâyelerine benzemez.
Özel süper güçlere sahip bir tanrı değildir. Hatta, 10 yıl süren bir
savaş sonrasında karısına ve oğluna dönmeye çalışan sıradan bir insan olarak
tasvir edilmiştir. Bu adamla herkes bir bağ kurabilir. O da bizden biridir, ben
de ailemle daha fazla zaman geçirmek isterim, işimi sevmiyor, hak ettiğim
şekilde muamele görmüyor ve artık yorulmuşsam, eve gitmek isterim. Odesa
hikâyesinin özü budur. Odesa Destanı sadece bir eve dönüş değil, aynı zamanda
zamana karşı bir yarıştır. Odesa açık denizlerde tehlikelere göğüs gererken,
karısı Penelope de endişeyle onun dönüş yolunu gözlemekte ve artık bir
denizcinin dul karısı olarak anılmaya başlayacağından endişelenmektedir. Tüm
bunlar olurken, bir çapkınlar ordusu kapısına dayanmakta, kocasını unutması ve
tekrar evlenmesi konusunda ona baskı yapmaktadırlar. Ayrıca adetlere göre,
kraliçeyi kazanan, tahtı da kazanacaktır. Eğer Odesa zamanında eve dönmezse,
ailesini ve krallığını kaybedecektir. Bölgedeki aristokratlar; "Odesa eve
dönmüyor. Ona ne olduğunu bilmiyoruz fakat geri dönmüyor. Öyleyse onun yerine
kimin kral olacağına karar vermemiz gerekiyor." demeye başlarlar. Artık
herkes Penelope'ye bir dulmuş gözüyle baktığından, onunla evlenecek olan kişi
tahta aday olacaktır. Odesa'nın zamanında eve dönme mücadelesi Odesa
Destanı'nın ana temasıdır. Bu destansı efsane Yunan yazar Homeros'un en ünlü
eseri olmakla birlikte eski çağlarda yaşayanlar için eğlendirici bir romandan daha
ötesi, tehlikeli dünyada hayatta kalmaya dair bir rehber kitaptı. Dünyamıza bir
anlam kazandırmak için hikâyeler anlatmalı, onu anlamalıyız. Bu yüzden
Yunanlıların efsaneleri vardı. Bu efsaneler, insani duygulara hitap eden
inanılmaz insanlardan oluşmaktaydı. Odesa'nın açık denizlerdeki maceraları
Yunanlıların kendi kıyıları ötesindeki bilinmeyen dünyaya bakış açılarını
yansıtmıştır. Odesa efsanesi, imparatorluklarının deniz aşırı bölgelere yeni
açılmaya başladıkları bir zamanda kaleme alınmıştır. Odesa, tam bir Yunan
prototipini yansıtmaktadır. O zamanların Yunanistan'ı çok zayıf bir ülkeydi.
Etrafı denizlerle çevrili taşlık bir yerdi. Bu yüzden zengin olmak isteyen
insanlar maceraya atılmak zorundaydılar. Antik Yunanistan'da zengin olmanın tek
yolu buydu. .
Efsanemize göre, Odesa'nın destansı eve
dönüş yolculuğu, Truva Savaşı'nda
geçirdiği 10 yılın ardından, Truva'dan ayrılmasıyla başlamış, evine yani
İtaka Adası'na dönüşünün çabuk ve zahmetsiz olacağını ummuştur. Fakat kendisi
ve askerleri için tam bir cehenneme dönmüştür. Erzak temini için durduklarında,
yolculuklarına birkaç hafta eklemiş, insan yiyen bir Kiklop'un elinden zor
kurtulmuş ve sadece canavarın babasının, yani güçlü deniz tanrısı Poseidon'un
gazabını üzerlerine çekmişlerdir. Bir tanrının oğluna saldırarak, hatasını
ikiye katlamış olur, çünkü hem bir tanrıyı kızdırmıştır, hem de kızdırdığı
tanrı denizler tanrısıdır. Eve deniz yolunu kullanarak gitmektedir! Ve
yolculuğunun sonuna kadar kendi yakasını bırakmayacak olan bir lanete bulaşmış
olur. En güçlü tanrılardan biri olan Poseidon, Odesa'ya karşı kişisel bir
nefret duymaya başlar. Odesa rotasından çok uzaklara sapmış, haftalar sürmesi
gereken yolculuğuna aylar eklenmiş, hatta yıllar boyunca yol alması
gerektiğinden bihaberdir. Fakat zorluklar karşısında ayakta durması gereken
sadece Odesa değildir. Hepimiz kadar hatta belki de bizden daha fazla yıkılmış
olsa da, her zaman tekrar ayağa kalkabilmiş, her zaman yolunu bulabilmiştir. Ve
bence bu durum, hepimizde bulunan; bir şeylerin üstesinden gelme, azimle devam
etme tutkusunu iyice belirginleştirmektedir. O sadece, her tür eşitsizliğe,
tanrılara karşı duran bir insandır ve sadece zekâsını kullanarak hepsini alt
etmek zorundadır. Poseidon'un fırtınalı denizlerinden kaçmak zorunda olan
kahramanımız ve adamları yiyecek dolup taşan bir kıyıya çıkarlar. Odesa,
kendisi kıyıya yakın bir yerde beklerken, araştırma için bir keşif ekibi
gönderir. Ekip etrafı kurtlar ve aslanlarla çevrili taştan bir saray bulur ve
orada güzel büyücü kadın Kirke'yle karşılaşırlar. Son 4 ayını açık denizlerde
geçiren Yunanlı savaşçılar için bu kadın ve hizmetçileri onlar için tam bir
baştan çıkarıcı manzaradır. Kirke savaşçılara muhteşem bir yemek ve seks
ziyafeti vermek için onları evine davet eder. Kirke'nin buradaki vazifesi;
erkeklerin uyuşturucuyla değil seksle baştan çıkarıldıklarında neler olduğunu
bize göstermektir. Sizi mutlu edebilecek, istediğiniz her şeyi size sunabilecek
güçte seksi kadınlarınız olduğunda ve erkekler avucunuza düştüğünde ne olur?
Bu
güç, erkekleri zavallı yaratıklara dönüştürür. Odesa'nın adamları şehvetlerinin
mahkumu olurken, büyücü kadın da onlara acı bir ders verir. Adamları tam
anlamıyla birer domuza dönüştürür. Fakat içlerinden birisi Kirke'nin büyüsünden
kaçmayı başararak geri döner ve Odesa'yı uyarır. Odesa da hiç tereddüt etmeden,
tanrıçayla yüzleşmek için yola çıkar. Sonuçta Odesa, neredeyse iyimser bir
yapıya sahiptir. Yoluna çıkan her türlü engelin aşılabileceği düşüncesi
hakimdir ve bu bağlamda hiçbir zaman duraksamaz. .
Efsaneye göre, Odesa adamlarının birer
domuza dönüştürüldüğü Kirke'nin sarayına doğru yol alırken, antik Yunan haberci
tanrısı Hermes gibi değerli bir müttefike sahiptir. Hermes Olimpos Dağı'ndan
Dünya'ya, çoğu zaman bazı ufak tefek işleri halletmesi için gönderilen bir tanrıdır.
Odesa'ya yanında "moly" denen bir uyuşturucu maddeyle birlikte
gönderilir. Bu maddenin tam olarak ne olduğunu bilmesek de, gizemli güçleri
olduğunu biliyoruz. Hermes bu maddeyi Odesa'ya verir, böylece Odesa Kirke'nin
güçlerinden etkilenmez. Eski çağ öykücüleri bu gizemli maddeyi kastederek ona
"holy moly (vay canına)" demişler ve bugün kullandığımız tabire ilham
vermişlerdir. Odesa kendisini koruyan "moly"nin zırhı altında
Kirke'nin sarayına korkusuzca girer. Kirke onu da bir domuza çevirmeye çalışsa
da bunu başaramaz ve taktik değiştirerek Odesa'yı yatak odasına çekmeye çalışır
fakat Odesa kendisini ağırdan satmaktadır. Odesa ona cevap olarak; "Ağır
ol bakalım! Beni buna razı edebilmen için öncelikle adamlarımı tekrar insana
dönüştüreceğine, daha fazla yalan dolan olmayacağına, bizden hiç kimseyi bir
hayvana dönüştürmeyeceğine dair söz vermelisin." der. Kirke de bu
şartların hepsini kabul eder. Bunun üzerine, Odesa seks tanrıçasının özel
mabedine girer ve bir yıl boyunca orada kalır. Bu durum bize kaçamak bir ilişki
gibi görünse de, Homeros bunun bir sorun olduğunu düşünmüş gibi
görünmemektedir. Bu durum muhtemelen Yunan toplumundaki çifte standardın bir
yansımasıdır, başka bir deyişle, kadınlardan namuslu ve sadık olmaları, farklı
cinsel ilişki arayışları içine girmemeleri beklenirken, erkeklere ise, hiç
kimsenin yadırgamayacağı bir şekilde, serbestçe birçok farklı kaçamak ilişki
yaşayabilecekleri gözüyle bakılmış olmasıdır. Odesa tam bir yıl sonunda, bu
kadarın yeterli olduğuna karar verir. Uzun bir kaçamak yaşamış olsa da, karısı
Penelope'yi hâlâ sevmekte ve eve dönmek zorundadır. Bence Odesa Destanı bu
noktada bize, Odesa ile ilgili bir şey göstermeye çalışmaktadır. Odesa da diğer
erkekler gibi bir erkektir. Eve dönmek için çaba göstermelidir. Penelope'ye ve
İtaka'ya bir kral borçludur ve Kirke ile ne kadar vakit geçirirse, borçlarını o
kadar inkar ediyor demektir. Fakat evine, yani İtaka adasına yelken açabilmesi
için, yeryüzünde değil yeraltında var olan bir yere dolambaçlı bir yoldan
gitmek zorunda kalacaktır. Yani Ölüler Diyarı'na. Bu bölüm Odesa'nın
yolculuğunda o kadar yürek burkucu bir bölümdür ki; bazı uzmanlar bu bölümün
Hristiyanlık’taki öğretilerden birini etkilediğini düşünmektedirler. Odesa,
yani Homeros'un Odesa Destanı'ndaki efsanevi kahraman yaklaşık 12 yıldır
ailesinden ve krallığından uzaktadır. Truva savaşında 10 yıl savaşmış ve seks
tanrıçası Kirke'nin yatak odasında ise tam bir yılını harcamıştır. Şimdi ise
yola devam etme ve eve varma vakti gelip çatmıştır. Kirke gitmesine razı olur
fakat bir uyarıda bulunmayı da ihmal etmez: deniz tanrısı Poseison'un lanetini
yenip eve varabilmesi için kör bir kahin olan Tiresias'ın bilgilerine ihtiyaç
duyacaktır. Tek sorun ise Tiresias'ın ölü olmasıdır. Odesa, Hades'in yeraltı
dünyasına planlamadığı bir ziyaret yapmak zorundadır. Sadece eve gittiğinizi
düşünürken ummadığınız bir yere; Cehennem'e gidiyorsunuz. Bunu düşünmek bile
Odesa'yı ürkütür. Bugüne kadar Hades'e giden hiç kimse, hayatta kalamamıştır.
Fakat Odesa'nın seçme şansı yoktur. Poseidon'un denizler üstünde mutlak bir
hakimiyeti vardır ve eli boş durmamaktadır. Eğer Odesa ailesine ve krallığına
geri dönmeyi umut ediyorsa, yeraltı dünyasına gidip Tiresias'ı arayıp bulmak
zorundadır. Günümüzde Cehennem diyince aklımıza bir çeşit azap ocağı
gelmekteyse de antik Yunanlılar için durum böyle değildi. Antik Yunanlıların
yeraltı dünyası, daha sonra Hristiyanlıkla birlikte gelen sonsuz ceza çekilen
bir yer olduğu düşüncesinin aksine puslu ve soğuk bir yer olarak
düşünülmekteydi, orası kötü, sıcak, hararetli bir ocak olmak yerine görülmesi
zor olan, puslu, kasvetli ve çok uzak boz bir alandı. Odesa Hades'e rahatsız
bir şekilde gider. Her yerde acı çeken ruhların çığlık sesleri
yankılanmaktadır. Kapıların ardında, söylediklerini harfiyen yaptıkları takdirde
Odesa ve adamlarının Poseidon'un gazabından kurtulup eve nasıl
ulaşabileceklerini açıklayacak olan kâhin Tiresias'la yüz yüze gelir. Tiresias
çok özel bir tavsiyede bulunur; "Her şeyden önce, tek yapmanız gereken
şey; Güneş Tanrısı Helios'un sığırlarını yememektir. Başka ne yapıyorsanız
yapın ama bu sığırları yemeyin." der. Odesa bu tavsiyeyi aklından
çıkarmayacaktır. Ölü ruhların etrafını sarmaya başlamasıyla, Odesa yeraltı
dünyasından, evine dönme konusunda daha önce hiç olmadığı kadar kararlı bir
şekilde kaçmayı başarır. Yaşayan hiçbir insanın başaramayacağı bir işi
başarmış, Hades'ten sağ kurtulmuştur. .
Efsane bu şekilde devam ederken gerçekle bağlantısı nedir acaba?
Bazı
uzmanlar Odesa Destanı'nın bu bölümünün Hristiyanlık'ın en kutsal metinlerinden
birini, yani Mark Öğretisi'ni etkilediğine inanmaktadırlar. Antik Yunanlılar
için Homeros'un önemini görmezden gelmek neredeyse imkansızdır. Mark Yunan bir
hatipti, öğretiler Yunanca yazılıyordu ve onun da büyük ihtimalle Odesa
hikâyesine aşinalığı vardı, bundan dolayı Mark Öğretisi'nde bize Odesa'yı
hatırlatan bazı şeylerin olması büyük ihtimalle bir tesadüf değildir.
Odesa Destanı ve Mark Öğretisi'nin karşılaştırılması sonucunda ortaya bazı şok
edici benzerlikler çıkmaktadır. Her iki hikâyede de acı çeken bir kahramanın, yani Odesa ve
İsa'nın yaşadığı zorluklardan bahsedilmektedir. Her ikisinin de geçmişinde
marangozluk vardır. Odesa İtaka'daki sarayını dahi kendisi inşa eden becerikli
bir doğramacıyken, İsa ise bir marangozun oğludur ve Mark Öğretisi'nin bir
bölümünde kendisini "Marangoz" olarak adlandırmaktadır. Fakat en ilgi çekici
bağlantı; Odesa'nın Hades'i ziyareti ile İsa'nın dünyadaki son günleri
arasındaki benzerliktir. Her iki hikâye de bir ziyafetle başlar. Odesa ve
adamları Kirke'nin sarayında ziyafet çekerken İsa ve havarileri son yemeklerini
yemektedirler. Daha sonra, arkadaşları uyurken, her ikisi de ölümle olan
randevularının yaklaşmasından dolayı acı çekmektedirler. Odesa Kirke'den
Hades'e gitmesi gerektiğini öğrendiğinde umutsuzluğa düşer. Söylediğine göre
bunun sebebi ise; şimdiye kadar Hades'e gidip de canlı dönebilen hiç kimsenin
olmayışıdır. İsa da ölmek üzeredir, havarileriyle birlikte son akşam yemeğini
yemiştir. Hayatından umudunu kesmiştir çünkü çarmıha gerilmek zorunda olduğunu
bilmektedir. Sonuç olarak, Odesa ölüler dünyasına bir seyahatte bulunacak ve
geri dönecek, İsa da çarmıha gerilerek ölecek ve sonrasında yeniden
dirilecektir. Bu benzerliklerin bir tesadüften daha fazlası olma ihtimali var
mı?
Efsanemize dönecek olursak, Odesa Hades'ten
ayrılarak İtaka'ya doğru yelken açar. Sonunda tekrar eve dönüş yoluna
çıkmıştır. Fakat yolunda başka bir engel daha vardır; Siren Adası. Sirenler,
sizi rotanızdan saptıracak ve karaya oturtacak güzellikte şarkıları olan
kadınlardır. Odesa Siren Adasına yaklaştıklarını bildiğinden, adamları
Sirenler'in şarkılarını duymasınlar diye, kulaklarını balmumuyla kapatmalarını
emreder. Fakat Odesa, aşırı meraklı birisi olduğundan kendini bu kuralın
dışında tutar. Mürettebata kendisini geminin direğine bağlattırır. Bu şekilde
geminin dümenini, adanın kayalık sahillerine doğru çevirmeden Sirenler'i
dinleyebilecektir. Mürettebat küreklere asılırken, "Çözün beni! Çözün
beni!" diye bağırmaktaysa da sesini kimseye duyuramamaktadır. Ve böylece
Sirenler'in şarkısını duyabilmiştir. Bunu yapan ve hayatta kalan tek kişidir.
Fakat eski zamanlarda, bu durumun hemen hemen her vazonun üstünde defalarca
resmedildiğini görmekteyiz ve bunun amacı kusursuz bir insanın nasıl olması
gerektiğini göstermektir, yani yeni bir şey öğrenmek için ne yapılması
gerekiyorsa onu yapmaktır.
Odesa'nın Sirenler'le karşılaşması
mitolojinin en bilindik hikâyelerinden biridir. Fakat yeni deliller ışığında
Sirenler'in şarkısının bir efsaneden daha ötesi olduğunu söylemek mümkündür.
İtalya'nın Li Galli Adaları geleneksel olarak, hikâyemizin geçtiği yer olarak
anılmaktadır. Yüzyıllar önce "Le
Sirenuse", yani "Sirenler'in Adası" olarak anılmaktaydılar.
2004'te, Alman bilim adamlarından oluşan bir ekip adaların Odesa Destanı ile
olan bağlantısını araştırmışlar ve sonuçta çarpıcı bir keşfe imza atmışlardır.
Alman grubunun adada bulduğu şey ise;
kayaların doğal formasyonunun,
doğal bir megafon gibi çalıştığıdır. Bu bölgeden gelen herhangi bir ses
dalgası, bu kayalardan sekmekte ve daha kuvvetli bir şekilde denize doğru
yayılmaktadır. Fakat bu sabit megafon kullanılsa bile, insan seslerinin
denizden duyulması imkânsızdır.
Öyleyse bu kadar yüksek bir sesin kaynağı
ne olabilirdi?
Akdeniz Fokları. Yüzyıllar önce, Li Galli
Adaları da dahil tüm Akdeniz'de bolca bulunuyorlardı. Alman grup fokların
seslerini kullanmışlar ve denizden rahatlıkla duyulabildiklerini
ispatlamışlardır. Denizcileri kayalık mezarlıklarına çeken sesler bunlar
olabilir mi?
Açık
denizlere dönecek olursak, Odesa Sirenler'le temasından sağ kurtulmuştur fakat
daha ölümcül bir mücadele kendisini beklemektedir. Evi İtaka'ya dönebilmek
için, iki korkunç tehditle yüzleşmek zorunda kalacaktır. Bazı araştırmacılar bu
tehlikelerin gerçek olduğuna ve hâlâ karşılaşılabileceğine inanmaktadırlar.
Odesa'nın zekâsı, açık denizde karşısına çıkan birçok ölümcül engelden sağ
kurtulmasını sağlamıştır. Fakat zekâsını kullanan tek o değildir. Yüzlerce
kilometre ötedeki krallığı İtaka'da, karısı da birçok kurnaz hamle yaparak
taliplilerini kendisine yaklaştırmamaktadır. Odesa'nın babası için ördüğü
kefeni bitirir bitirmez onlardan biriyle evleneceğine dair sözler vermekte ve
her gece gün boyunca ördüğü kısmı geri sökmektedir. Bu hile sayesinde onları
yıllar boyunca oyalamıştır. Nasıl ki Odesa kurnazlığı, zekâsı, komplo kurma ve
plan yapma kabiliyetiyle ön plana çıkıyorsa, karısı Penelope de kurduğu
komplolar ve yaptığı planlarla kendisini kanıtlamıştır. Penelope umudunu
kaybetmemek adına elinden geleni yapmaktadır fakat kocasının başına neler
geldiğinden bihaberdir. Odesa'nın hâlâ hayatta olup olmadığına, öyleyse bile
kendisine geri dönmekte mi yoksa başka bir yere mi gitmeye karar verdiğine dair
en ufak bir fikri bile yoktur. Bilmezlikten doğan kötü bir durumdadır. Bu
esnada, Odesa ve evi arasında, ürkütücü yeni engeller onu beklemektedir. İki
ölümcül rotadan birini seçmek zorundadır. İlk rota "serseri
kayalar"ın, yani gemileri ikiye ayırabilen yüzen kayaların içerisinden
geçmekte, ikincisi ise, bir tarafında Scylla isimli insan yiyen bir deniz
canavarının ve diğer tarafında ise Charybdis olarak bilinen bir girdabın
bulunduğu dar bir kanaldan geçmektedir. Scylla birden fazla kafa ve göze sahip,
aynı anda altı adamınızı birden yakalayıp aynı anda hepsini yiyeceğinden şüphe
duymamanız gereken o korkunç deniz canavarıdır. Scylla'nın yanından
geçiyorsanız, başınıza gelecek olanlar aynen bunlardır. Scylla ile yüzleşmek
demek, kendi etrafında dönen, her şeyi içine çeken ve yakınlardaki herhangi bir
alana içindekileri boşaltan devasa bir girdap olan Charybdis ile de yüzleşmek
demektir. Odesa bu girdaba yaklaşırsa, gemisinin alabora olmasını ve denizin
dibini boylamasını göze alacaktır. Odesa kelimenin tam manasıyla kayalar ve zor
bir alan arasında sıkışıp kalmıştır. Aslına bakarsanız, bazıları
"klişe"nin buradan geldiğine inanmaktadırlar. Adamlarına
"serseri kayalar"dan uzak durmalarını, bunun yerine zor alana, yani
Scylla ve Charybdis boğazına doğru yelken açmalarını emreder. Burada Odesa'nın
karşısına iki tatsız seçenek çıkacaktır; bazılarını kaybetmek ya da hepsinin
kaybetmek. Soğuk kanlı bir şekilde hesap yaparak gemisinin tamamını
kaybetmesinin, birkaç adamını kaybetmesinden daha kötü sonuçlar doğuracağı
kanısına varır. Bu yüzden gemisini Scylla'ya çok daha yakın yüzdürmeye karar
verir. Burada tabii ki bir ders vardır, o da şudur ki; en soylu ve düşünceli
komutanlar bile bazen görevlerini tamamlamak adına bazı adamlarını isteyerek
kurban etmek zorundadırlar. Boğaza girdiklerinde, gökyüzü kararır. Aniden,
birden çok tsunami çıkar. Odesa gemisini Charybdis'ten uzaklaştırır. Onlar
yanından geçerken, devasa girdap okyanusu içine çekmekte, menzilindeki her şeyi
zapt etmektedir. Aniden, geminin diğer tarafından, Scylla saldırıya geçer.
Güverteden kaptığı 6 adamı bir anda yutar. Odesa bu anı, seyahatinin en kötü
bölümü olarak tarif etmektedir. Adamları bu korkunç yaratık tarafından yok
edilirken onun adını haykırmaktadırlar. "Odesa yardım et! Bize yardım
et!" diye bağırmaktalar fakat Odesa'nın elinden bir şey gelmemekte ve
dahası bu adamların kendisinin kararları yüzünden öldüklerinin farkındadır.
Yüzyıllar boyunca, Odesa Destanı uzmanları
Homeros'a korkunç Scylla'yı yaratmasında neyin ilham verdiğini çözmeye
çalışmışlardır.
Daha sonra, 1800'lerin ortalarında, çok
büyük dokunaçlı canavarların cesetleri dünya genelinde karaya vurmaya
başlamıştır. Aradığımız cevap budur; Dev kalamarlar. Bir anda hayal gerçek
olmuştur. Aslında dev bir kalamar, bir okul servisi uzunluğunda bir yaratıktır.
Dört-beş metre uzunluğundaki gemilerde bulunan gemicilere dev kalamarın ne
kadar büyük görünmüş olabileceğini bir düşünsenize! Scylla dev bir kalamarın
görüntüsünden esinlenilmiş olabilir mi?
Ya
komşusu, Charybdis girdabı?
Günümüz denizbilimcileri İtalya ve Sicilya
arasındaki dar boğazda yani Messina Boğazı'nda tam da tariflere uyan büyük bir
girdap bölgesi keşfettiler. Kuzeyde Tiren ve güneyde İyon Denizi vardır. Tiren
ve İyon Denizleri'nin suları birbirinden oldukça farklıdır. Sonuç olarak, bu
boğazda bir ileri bir geri hareket eden sular aşırı derecede dalgalanmakta ve
ortaya büyük girdaplar ve hırçın gelgitler çıkmaktadır. Eski zamanlarda,
özellikle buradan geçen denizciler için ne kadar zorlu bir bölge olduğunu
tahmin bile edemeyiz. Dev kalamarlar, tehlikeli girdaplar antik çağ
denizcilerinin karşılaştığı iki gerçek tehlikedir. Odesa Destanı'nın bu
bölümünün ardında yatan ilham kaynakları bunlar olabilir mi?
Efsanemize göre, Odesa az önce 6 adamının
Scylla tarafından parçalandığına şahit olmuştur. Gemisi güvenli bölgeye
ulaştığında, savaştan çıkan mürettebatının dinleme isteklerine karşı koyamaz.
Kahin Tiresias'ın, güneş tanrısının sığırlarından uzak durmaları yönündeki
uyarılarına rağmen, sığırların bulunduğu adaya çıkmaya razı olur. Sığırları
gören Odesa adamlarına; "Evet. Adaya bir geceliğine geldik. Ne yaparsanız
yapın ama onları yemeyin. Sakın onları yemeyin!" der. Fakat erzakların az
olmasıyla açlık hissetmeye başlayan mürettebat Odesa'nın emirlerini dinlemez ve
sığırları keserler. Son yemeklerini yemektedirler. Çok sinirlenen güneş tanrısı
Helios, Zeus'dan yani tanrıların kralından adalet ister. Antik çağlarda bir
tanrıyı kızdırmak yapabileceğiniz en kötü hareketlerden birisidir. Tanrılar
hoşnut olmadıkları ölümlüleri cezalandırma konusunda güçlerini kullanmaktan hiç
geri kalmıyorlardı. Zeus suçluları cezalandırmayı kabul ederek Odesa'nın
gemisini alabora edecek büyük bir fırtına gönderir. Biri hariç hepsi helak
olurlar. Odesa sığırlardan yemediği için diğerlerinden ayrı tutulmuştur. Fakat
iyi haberler burada son bulur. Artık hiçbir adamı, gemisi ve nerede olduğuna
dair hiçbir fikri yoktur. Denizde geçen 3 yılın ardından, Odesa tüm adamlarını
ve gemilerini kaybetmiş, yalnız, mahsur ve evinden uzak kalmıştır. Başka bir
baştan çıkarıcı güzelin, yani peri Kalipso'nun cennet adasına çıkmıştır.
Yunan
mitolojisinde, periler sihirli güçleri olan ve her erkeğin hayallerini süsleyen
genç ve güzel kızlardır. Ormanlarda ve ağaçlık alanlarda yaşamışlardır. İsimlerinin de
belirttiği gibi, "nimfa"lar (periler) veya İngilizcedeki
"nemfomanyak"lar, davranış olarak çok şen şakrak idiler. Bu noktada,
Odesa sadece hayatta olduğu için şükretmektedir. Güzel bir perinin
adasına çıkması da onun için beklenmedik bir hediye olmuştur. Karısı Penelope
evde sadık bir şekilde iffetini korurken, Odesa kendisini başka bir kaçamağın
içinde bulmuştur. Bu sefer ki kaçamağının bitmesi tam 7 yıl sürecektir.
Odesa'ya kiminle isterse onunla yatma gibi bir hak verilmiştir. Homeros'un
hikâyesinde, Odesa'nın bu oyalanışlarına yönelik yazılmış hiçbir olumsuz ima
dahi bulunmamaktadır. Aslına bakarsanız, tüm bu kadınları elde edebildiği için
daha büyük, daha güçlü bir erkek imajı içine sokulmuştur. Kalipso, Odesa'nın
kendisiyle sonsuza dek kalması halinde ona ölümsüzlük vaat eder, fakat Odesa
karısına ve krallığına dönmek zorunda olduğunu bildiğinden bu teklifi reddeder.
Bir yarı tanrı olmak yerine, ölümlü bir insan olmayı seçmek bir bakıma, aptalca
bir seçimdir, fakat Odesa için bu bir
sorun değildir, bir insan olarak kaderini gerçekleştirmek için Kalipso'yu
reddedip, ondan ayrılmak zorundadır. Fakat onu eve götürecek bir gemi olmadığından
Odesa bu sorunu kendi yöntemiyle çözmek zorundadır. Kendisine bir tekne yapar.
Antik Yunanlılar için marangozluk, büyük zihinsel yeteneklerden biri olarak
düşünülmekteydi. Odesa'ya genelde, tekne ustası deriz, yaptığı tekne değil de
nedir; direği, dümeni, küpeştesi bile vardır. Bu kadar usta bir marangoz olarak
anılması, akıllı olduğunu söylemenin başka bir yolu, zekâsının farklı bir
yönüydü. Teknesi tamamlandığında, Odesa yeniden denize açılır. Yaklaşık 20 yıl
denizlerde evinden uzak kaldıktan sonra artık yolun sonu ufukta görünmektedir.
Eve varması artık an meselesidir. Ev tarafında ise sadık karısı Penelope'nin,
yıllardır peşinden koşan tüm erkekleri kendinden uzaklaştıran taktikleri de
artık tükenmiştir. Taliplilerin sabırları artık tükenmektedir. Taliplileri ona;
"Eve dönmüyor. Geri dönmüyor. Gemisi büyük ihtimalle dönüş yolunda
parçalanmıştır. Artık bizden birini Odesa'nın halefi olarak seçmek
zorundasın." derler. Çok geç olmadan Odesa eve dönmeyi başarabilecek mi?
Homeros'un Odesa Destanı'nın birçok unsurunda
olduğu gibi, Odesa'nın adasının da gerçeklikle yakından bağlantısı vardır.
Yüzyıllar boyunca uzmanlar, yazarın hikâyesini yazarken hangi Yunan adasını
düşünerek yazdığını bulmaya çalışmışlardır. Geleneksel olarak, bugün Ithaki
olarak bilinen Yunan adasının, o ada olduğuna inanılmış olsa da Homeros'un
İtaka hakkında yazdıklarıyla adanın bugünkü adaşının özellikleri
örtüşmemektedir. Homeros'un söylediklerine bakacak olursak; "İtaka batıda
bulunan, karaya en uzak ve ingin adadır." der ve siz de; "Bir dakika!
Bu tamamen yanlış." dersiniz. Ithaki batıdaki karaya en uzak mesafede
bulunan ada değildir. Araştırmacılar antik haritalarla günümüz uydu
görüntülerini karşılaştırdıklarında, Ithaki'nin yanında Kefalonia isimli bir
ada daha olduğunu fark ettiler. Biri hariç her yönden Homeros'un İtaka tarifine
uyduğu görülmektedir. Homeros 4 ada tarif etmektedir. Orada 4 ada olması
gerektiğini söylemektedir. Bu durumda karşımıza bir sorun çıkmaktadır; ortada 3
ada vardır, 4. ada nerede öyleyse?
Ayrıca Homeros'un Ithaki'si ya da Odesa'nın
İtaka'sının, batıdaki en uzak ada olması gerektiğini söyler. Eğer Kefalonia'yı
ikiye bölerseniz, yani Kefalonia'nın batıdaki yarımadasının 3,000 yıl önce
bağımsız bir ada olduğunu söylerseniz sonuca ulaşabilirsiniz. Ada zamanında iki
parçadan oluşmuş olabilir mi?
2006'da bir grup bilim adamı bu gizemi çözmek için yola
çıktılar. Petrol bulma işinde kullanılan yüksek teknoloji ürünü aletler
kullanarak, Kefalonia'nın doğusu ile batısı arasında bulunan ingin bir vadinin
zemininde 120 metre derinliğinde bir delik açtılar. Eğer adanın jeolojik
tarihinde herhangi bir bölünme varsa, o yer burası olmalıydı. Delgi çubuğunun
gittiği yere kadar delmeye devam ettik, yani yaklaşık deniz seviyesinin 15
metre kadar altına indik ve hiçbir aşamada kayaya rastlamadık. Peki bu kadar
alışılmadık bir şey nasıl olabilir?
Bunun en basit açıklaması ise şudur; zamanında
deniz bu vadiden geçmiştir ve tortuları hâlâ görülebilmektedir. Bu sonuçlar
bize, bu vadinin zamanında sular altında olduğunu göstermekte ve Kefalonia'yı
da Homeros'un İtaka'sı için en büyük aday haline getirmektedir. Yani Odesa'nın
Truva Savaşı'na gittikten tam 20 yıl sonra, ufukta gördüğü ada olduğu anlamına
gelmektedir. Odesa asla pes etmedi, eve dönmek için yıllarını verdi ve öyle ya
da böyle evine varmayı başardı. Tüm zorluklara rağmen, Odesa sonunda evine
dönmüştür. Yaklaşık son 20 yıldır hayalini kurduğu bir an olsa da kendisini
bekleyen bir tören alayı yoktur. Bunun yerine, gücünü sahiplenmek isteyenler
artık son hazırlıklarını yapmaktadırlar. Bir mucize daha ortaya koymadıkça,
Odesa uğruna savaştığı her şeyi kaybetmek üzeredir. Bu durumda acıklı bir son
yaşanacaktır. Fakat Odesa gerçekten eve dönmüş olabilir mi?
Döndüyse de ne zaman dönmüş olabilir?
Odesa Destanı'nda saklı ipuçlarını kullanan
günümüz astronomları Homeros'un aklındaki tarihi tam olarak belirlemişlerdir.
Odesa'nın İtaka'ya dönüş yolculuğu tam 20 yılını almış, 600'den fazla hayata
mâl olmuş ve 14 gemiyi denizin derinliklerine göndermiştir. Sonunda, tüm
bunların ardından kahramanımız evine dönmüştür. Acaba karısını ve krallığını
kurtarmak için çok mu geç kalmıştır?
Odesa evine döndüğünde, İtaka ada krallığında
tam bir kaos ortamı hakimdi. Her şey tamamen zıvanadan çıkmış durumdaydı.
Karısı ve hanesi tam 108 talipli tarafından kuşatılmış durumdaydı. Odesa öylece
sarayına girip eski hayatına dönemeyeceğini fark eder. Talipliler kraliçesine
ve krallığına çoktan gözlerini dikmişlerdir. Odesa'nın döndüğünü öğrenmeleri
durumunda, tahtına yeniden oturmasına müsaade etmeyecek, tereddüt etmeden onu
öldürmeye yelteneceklerdir. Son bir kez, Odesa zekâsını kullanmalı, biraz daha
dayanmalı ve hayatta kalmak için düşmanlarından daha iyi oynamalıdır. Odesa
İtaka'ya ulaştığında, yanında büyük bir toplulukla gelmez, geri dönen büyük kral
gibi dönmez. Aslına bakarsanız yaşlı bir dilenci kılığına girerek kendisini
gizler ve bunu büyük ihtimalle nasıl karşılanacağından emin olmadığı için
yapar. Bu esnada, Odesa'nın uzun süredir acı çeken karısı Penelope en sonunda
taliplilerin baskılarına yenik düşerek yeni kocasının kim olacağının
belirleneceği bir okçuluk yarışması yapılacağını açıklar. Her kim Odesa'nın
yayını gerip, oku 12 baltanın içinden geçirebilirse kendisiyle evlenme hakkını
elde edecektir. İtaka için hayati öneme sahip bir gündür. Yarışmanın
başlamasına çok az bir süre kala, Homeros güneşin gökyüzünden kaybolduğundan
bahsetmekte ve bu satır yüzyıllardır dikkatle incelenmektedir. Merak uyandırmak
için yazılmış şiirsel bir şey midir yoksa gerçek bir olayın kaydı mıdır?
Antik Yunanlılar bile Odesa'nın evine, bir
güneş tutulması esnasında döndüğü anlamına geldiğini düşünmüşlerdir. Son
dönemlerde bilim adamları, Homeros'un işaret ettiği tam tarihi ortaya çıkarmak
için Odesa Destanı'nı astronomik kanıtlar ışığında incelemişlerdir. Odesa
Destanı'nda astronomik olayları işaret etmiş olabilecek tüm atıfları daha
yakından incelemişler, daha sonra da bu olayları tutulma tarihleriyle
eşleştirmeye çalışmışlar ve tutulmalardan biriyle, M.Ö. 16 Nisan 1178 tarihinde
gerçekleşen tutulmayla eşleştiğini bulmuşlardır. Öyleyse, bu tarihin Odesa'nın
eve, Penelope'ye dönüş tarihi olduğunu söylemek mümkündür. .
Efsaneye göre, Penelope'nin peşinden 20
yıllık koşuş şimdi tek bir olaya dönüşmüştür. Birbiri ardına talipliler,
Odesa'nın yayını geremeyecek kadar zayıf olduklarını ispatlamaktadırlar. Üstü
başı yırtık yaşlı bir dilenci ortaya çıkana dek hepsi vazgeçmek üzereydiler. Ve
bir dilenci ortaya çıkarak şansını denemek ister. Kurallara göre onun da bir
şansı vardır. Onunla alay edip sinirlendirmeye çalışırlar. Fakat dilenci hiç
tereddüt etmeden yayı gerer ve gülüşmeler o anda kesilir. Oku fırlatır ve ok 12
baltanın içinden geçer. Yarışma bitmiştir fakat talipliler savaşmadan
vazgeçecek gibi görünmemektedirler. Odesa'nın son savaşı taliplilerin
katledilişi ve kahramanımızın zaferiyle son bulur. Tahtını tekrar kazanmıştır,
şimdi ise kadınını geri kazanmalıdır. Kurnaz kralın geçmesi gereken son bir
test daha vardır. Odesa tüm taliplileri öldürdükten sonra ateşin başında
karşılıklı oturup Penelope ile çok samimi anlar yaşarlar. Penelope son bir
sınav daha yapacaktır. Uzun süren muhabbetin sonunda hizmetçilerine; "Bu
yabancının rahat ettirilmesini istiyorum, lütfen odamdan benim yatağımı getirip
verandaya yerleştirin ve bu yabancı benim yatağımda yatsın." der. Bu noktada
Odesa karısının kendisini test ettiğini anlayarak ona; "Penelope, Bunun
bir test olduğunu biliyorum. Yatağımızı yere sabit bir şekilde bu ağaçtan ben
yapmıştım. Yatağımız hareket ettirilemez." der. Daha önce Penelope hiç
kimsenin odasına girmesine müsaade etmediğinden, sadece Odesa'nın yatağın bu
şekilde hareket ettirilemeyeceğini bildiğinden kesinlikle emindir. Odesa'nın
uzun yolculuğu, yani Odesa Destanı nihayet son bulmuştur fakat efsanesi
varlığını sürdürecektir.
Yunan
savaşçılar arasında kalkanların Odesa resimleriyle süslenmesi çok yaygın bir
durumdu. Onlar için, her zaman acılara katlanan kişiyi temsil ediyordu. Odesa
Yunanca'da "acıdan adam" anlamına gelmektedir. Hepimiz gibi o da
acı çekmiştir fakat belki de hepimizin başaramadığı bir şekilde hepsine
katlanmıştır. Ve bence yüzyıllardır insanların onu kendilerine yakın bir
karakter olarak görmelerinin sebebi; yere düştükten sonra tekrar ayağa
kalkabilme kabiliyetidir.
O, İskandinav dünyasının efsanevi
kahramanıdır. İnsan'la Canavar'ın destansı savaşının tam ortasında kalmıştır.
Ebedi bir ün kazanmak uğruna bir korkutucu canavarla değil, onlardan üç tanesiyle yüzleşmek zorundadır.
Bu, Beowulf efsanesidir. Fakat sadece bir efsane olmaktan daha ötesi olabilir
mi?
İngilizce olarak yazılmış en eski hikâyeyi
tamamen yeni bir bakış açısıyla bizzat yaşamaya hazırlıklı olun.
Danimarka kraliyet salonuna ağır bir ölüm
kokusu hakim. Başsız, kana bulanmış cesetler. Elini kana bulamakta olan vahşi
canavarın adı Grendel'dır. O, toplumdan dışlandığı için hiddeti şiddete
dönüşmüş olan bir ucubedir. Grendel'ı her zaman yırtıcı bir hayvanla
kıyaslamışımdır, anlarsınız işte, o da iri kıyım, korkutucu ve tehtidkârdır.
Canavarın oluşturduğu korku krallığı, her gece iş başındadır. Savaşçıları öldürmekte,
lime lime etmekte, kafalarını koparmaktadır. Ceset parçalarını her yerde görmek
mümkündür. Danimarka'nın acilen bir kahramana, bu canavarla yüzleşecek ve onu
alt edecek derecede güçlü birisine ihtiyacı vardır. O
kahraman, Beowulf'tur. Aklınıza
gelebilecek her şeyi yapabilecek olan, en büyük olası kahraman Beowulf'tur.
Gözünü budaktan sakınmamaktadır. Onun kültüründe de bir kahraman aynen böyle
olmalıdır; şerefi ve şöhreti uğruna her şeyini feda edebilmelidir. Beowulf da
sıradan bir insan değildir, tam bir kahraman portresi çizmektedir.
Yunan mitolojisindeki kahramanlar gibi,
onun güçleri de sıradan bir insanın güçlerinin sınırlarını katbekat aşmaktadır.
Korkunun hakim olduğu ve kahramanların sayısının bir elin parmaklarını
geçmediği bir dönemde, Beowulf efsanesi, cesur bir savaşçı ile çok sayıda
korkunç düşman arasında geçen iyilik ve kötülüğün en büyük savaşı olarak
dillerden dillere dolaşmıştır.
Beowulf efsanesi, bir gerçekten
esinlenilerek yazılmış hayali bir hikâyedir. Bugün dahi uzmanlar bu efsaneyi
kimin yarattığını kesin olarak bilmemektelerse de, ilk olarak M.S. 7. ya da 8.
yüzyılda İngiltere'de ortaya çıktığına ve İngilizce olarak yazılmış en eski
hikâye olduğuna inanılmaktadır. Şiirin olay örgüsü İskandinavya'nın 6.
yüzyılında gerçekleşmekteyse de, şiirin kendisi Anglosaksonlar'ın 665 yılında
din değiştirmelerinden sonra Anglosakson İngilteresi'nde yazılmıştır.
Beowulf, Hristiyanlık'ın daha yeni yeni kök
salmaya başladığı bir dönemde yazılmıştı. Şiir, çok derin bir putperestlik
geçmişine sahip bir toplumu ve bu geçmişinden gelen hikâyelerini
yansıtmaktadır. Şiirin yaptığı şey ise; bu hikâyeleri Hristiyanlık'la yoğurarak, bu şiirleri
dinleyenlerin kendi geçmişleriyle bağlarının kopmamasını ve Hristiyan bakış
açısıyla şiirleri yeniden yorumlamalarını sağlamaktır. Beowulf'un efsanedeki
ilk düşmanı, yani canavar Grendel ile İncil arasında ilgi çekici bir bağlantı
vardır. Metne göre Grendel, Kabil'in soyundan gelmektedir. Tevrat'a göre,
insanlık tarihinin ilk cinayetini Adem'in oğlu Kabil işlemiştir. Kıskançlık
sonucu kardeşi Habil'i öldürmüş ve insanlığın en kötü tutkularından birinin
sembolü haline gelmiştir. Grendel
bu alçak vasiyetin mirasçısıdır. Grendel büyük salonlarda ziyafet çeken
insanları kıskanır ve bu duruma çok sinirlenir. Büyük salondaki herkes
eğlenmekte, birbirlerine hikâyeler anlatmakta, hepsi birbirine kenetlenmekte ve
Grendel da bu durumu kıskanmakta, hiçbir zaman böyle bir şeyin parçası
olamayacağını bilmekte ve tepki olarak da saldırma ve yok etme eylemleri
göstermektedir. Antik metinde, Grendel'in fiziki görünüşü herkesin kendi hayal
dünyasına bırakılmıştır. Tek ipucu ise şu tabirdir; "cehennemden
çıkan canavar". İsterseniz Grendel'i karanlığın şeytanı olarak tasvir
edebilirsiniz; hareket ettiği her yere karanlığı da sürükleyen bir şeytan. .
Efsaneye göre, canavarımız Danimarka'yı 12
yıl kuşatma altında tutar. Bir seferinde tam 30 kişi öldürmüştür, onun
geldiğini fark edemezsiniz, kana susamıştır ve kemik yemeyi sevmektedir.
Grendel kralın muhafızlarını öldürdükten sonra, masum sivilleri öfkesine kurban
etmektedir. Fakat zarar veremediği bir kişi vardır; Danimarka
Kralı, Hrothgar. Karanlık
dönemin birçok gerçek kralında olduğu gibi, tanrısal güçlerin onun tarafında
olduğunu düşünülmektedir. İşin tuhaf tarafı şu ki; Grendel Kral Hrothgar'a
saldırmamaktadır. Kral tanrının bizzat koruması altında tahtında oturmakta ve
böylece Grendel ona yaklaşamamaktadır. Hrothgar'ın tüm savaşçıları onu
hayal kırıklığına uğratmış olsa da yakınlardaki bir krallık olan Geatland'da,
diğerlerinden katbekat iyi bir savaşçı bulunmaktadır. İskandinavya'dan çıkıp
gelen Beowulf, büyük savaşçıların soyundan gelmekte, gücü, cesareti ve hırsıyla
nam salmış bir savaşçıdır. Kendi adını da herkese duyurmak istemektedir. Şiirin
başlangıcında, Beowulf'tan iyi tanınan bir savaşçı olarak, bir çeşit çetenin
veya birlikte seyahat eden bir grup adamın lideri olarak bahsedilmektedir.
Yalnız başına gezen paralı bir asker değildir. Para peşinde koşan bir havası
yoktur, yalnızca iyi bir dövüş arıyor gibidir. Beowulf'un asıl amacı, eski
İngilizce'deki tabirle "lof", yani şöhrete kavuşmaktır. Bu şöhret, o
zamanın şöhret algısının getirdiği zorunluluklara göre yaşayıp, el üstünde
tutulan insanlarda bulunan türde bir şöhrettir. O zamanın soylularının elde
etmeyi amaçladıkları türde olan bu şöhret ve statü Beowulf'u tetiklemiştir.
Beowulf ebedi bir imtiyaza sahip olmanın tek yolunun, daha önce yapılmayanı
başarabilmek olduğunun bilincindedir, yani Grendel'ı öldürmek zorundadır. Hava
kararınca büyük salon kutlama sesleriyle canlanmaya başlar. Fakat bu kutlama,
Grendel'ı sığınağından çıkarmak için Beowulf tarafından hazırlanan bir
tuzaktır. Bir saldırının gerçekleşmesini beklemek yerine aslına bakarsanız,
kendisinden beklenmeyen bir şekilde bilimsel bir metod kullanarak saldırının
gerçekleşmesini sağlayacaktır. İlk saldırının gerçekleşme koşullarını tekrar
yaratarak, yani Grendel'ın duyup, yemeğini almak için geleceğini bildiğinden,
şarkılı türkülü bir eğlence ortamı yaratmıştır. Canavar kana susamıştır fakat
Beowulf da hazırdır. El ayak çekilip parti sona erince, kahramanımız pusuya
yatar. Ya ölecek ya da öldürülecektir. Sonunda, Grendel sahneye çıkar.
Beowulf ve savaşçıları 4 koldan saldırıya geçerler. Tüm savaşçılar kılıçları
çekip Grendel'a saplamaya çalışırlar. Fakat Grendel dayanıklıdır. Grendel'a
bırakın kılıcı, metalden yapılmış hiçbir silah zarar veremez, Grendel, bu
tip silahların kendisine zarar vermesini önleyecek bir tür büyü yapmıştır.
Beowulf'un savaşçılarından birini yakaladığı gibi onu ikiye ayırır, kanını
içer, bir tarafa savurur ve Beowulf'a yönelir. .
Efsane böyle devam etse de gerçekle olan bağlantsı nedir acaba?
Londra'nın 145 km kuzeyinde "Sutton Hoo" adında
bir yerleşim yeri vardır. Bu bölge bir zamanlar güçlü Anglosakson krallar
tarafından yönetilmekteydi. 20. yüzyılda, antik mezarlıklarda kazı yapan
arkeologlar çok şaşırtıcı bir keşfe imza attılar. Vahşi bir şekilde
öldürme ve parçalanma izleri taşıyan cesetler buldular. Cesetler vahşice,
birden ve sanki bir canavar tarafından öldürülmüş gibidir. Çoğu yüzükoyun, başları
kesik ya da boyunları kırık bir şekilde, değişik pozisyonlarda gömülmüştür,
yani cesetlerin onur kırıcı bir şekilde gömüldükleri anlaşılmaktadır. Bu bulgu,
efsanemizin doğduğu dönemle aynı dönemde yaşayan müreffeh bir krallıkta
şiddetin var olduğunun şok edici bir kanıtıdır. Uzmanlar bu kurbanların krala
başkaldırıp ölüme mahkûm edilen Anglosakson suçlular olduklarını
düşünmektedirler. Bu cesetler idam edilip buraya gömülmüş suçlular gibi
görünmektedirler, anlaşılan o ki; burası bir tapınakken, bir korku yerine
dönüşmüştür ve Boewulf'la tek bağlantısı ise; kralın toplumda düzeni sağlama
yollarından birisinin, bu tip vahşi ve halka açık infazlar olmasıdır. Kral
Hrothgar'ın saltanatındaki katliam hikâyesini, bu korkunç ölümler etkilemiş
olabilir mi?
İpucu arayışlarımız bizi tekrar efsaneye
yönlendirir. Grendel denen canavar Kral'ın kan revan içinde kalmış salonunda
terör estirmekte ve hiç bir kılıç ona işlememekteyse de Boewulf'un pes etmeye
niyeti yoktur. Geriye tek bir silahı kalmıştır; çıplak elleri. Davut ve
Golyat, yani canavarla insan arasındaki klasik mücadeledir. Danimarka halkının
geleceği tehlike altındadır ve Beowulf savunma hattının son cephesidir. Kral
Hrothgar'ın Danimarka saltanıtında bir kargaşa çıkmış, Beowulf ve canavar dev
Grendel ölümüne savaşmaktadırlar. Kahramanımız birden avantajı eline geçirir.
Beowulf Grendel'i kolundan yakalar ve kolunu büker. Dünyanın en güçlü savaşçısı
olan Beowulf canavarın koluna bütün gücüyle asılır. Grendel avazı çıktığı kadar
bağırır, sonuçta omuzu yerinden çıkmıştır ve Boewulf kolu ardarda bükerek kolu
iyice zayıflatır ve sonunda kemik kaslardan ayrılarak yerinden kopar, kaslar
parçalanır. Salon acı dolu çığlıklarla dolar. Kan kaybetmeye başlayan Grendel
gecenin karanlığına karışır. Kolsuz Grendel, hayatı kolundan akıp giderken, çok
az bir zamanının kaldığının bilinciyle, bataklık evine doğru yol alır. Ormanın
derinliklerinde, yaralı canavar tökezleyerek yere kapaklanır ve son nefesini
verir. Beowulf canavarı öldürmüştür. Değerli kupasını, yani Grendel'ın kanlı
kolunu havaya kaldırır. Grendel'ın ölüm haberi hızlı bir şekilde yayılır ve
Beowulf bir süper kahraman olarak göklere çıkarılır. Bulmak için yola çıktığı
şöhret ve şerefe sonunda ulaşmıştır. Fakat hemen karşısına tatsız bir gerçek
çıkar. Gömülmesi gereken birçok ölü savaşçı vardır. Metinde savaşçılar için
yapılan cenaze törenlerinin şekli anlatılmaktadır. Verilen tarif, antik
İskandinavyası'nda yapıldığı bilinen gerçek cenaze törenleriyle örtüşmektedir.
Gemiyle yapılan cenaze törenlerinde, ölen kişi ve onun değerli eşyaları,
altınları, gümüşleri gemiye koyulur ve gemi denize salınarak ateşe verilirdi.
Bu durum, bolluk içinde yüzmeyen bir toplumun değerli eşyaları düşüncesizce yok
edişi olsa da aynı zamanda kayıpların ne kadar ciddiye alındığının ve yakılan
insanın saygınlık ve öneminin göstergesiydi. Beowulf'ta da tarif edilen, aynı
ayinsel cenaze törenlerinin kanıtları, ilginç bir şekilde su altında değil
yeraltında bulunmaktadır.
Günümüzde, kuzey Avrupa'nın genelinde,
yüzlerce gizemli ve dağınık tepeler bulunmakta ve çoğu hâlâ kazılmayı
beklemektedir. İngiltere'de, Sutton Hoo'da, yani arkeologların gizemli bir
şekilde parçalanmış vücutları buldukları yerde, tepe mezarlıklar Beowulf'un
dünyası hakkında birçok çarpıcı kanıt sunmaktadır. 1939'da yapılan kazılarda,
geçmişi Beowulf efsanesinin yazıldığı düşünülen tarihe uzanan, yakılmış bir
gemi ortaya çıkardılar. Tahtalar tamamen çürümüş olsa da tüm bordaların
şekillerini ve ıskarmozların dik açıyla yerleştirildiğini görmeniz mümkündür.
Komple tahtadan yapılmış bir gemi gibi görünmektedir. Fakat detaylı incelemeler
sonunda bir gemiden fazlası olduğu, bilinmeyen bir hükümdarın, içi hazinelerle
dolu mezarı olduğu ortaya çıkmıştır. Sutton Hoo, İngiltere'deki en zengin
mezardır, daha doğrusu Kuzey Avrupa'nın Karanlık Dönemleri'nden kalan en zengin
mezardır. Karanlık Dönem toplumundaki elit kesim hakkında fikir sahibi
olmamızı sağlamaktadır. Sutton Hoo'dan çıkarılan eserler Beowulf'ta
anlatılanlara benzemektedirler. Üzerinde
domuz sorgucu bulunan miğferler, eğik saplı, süslü kılıçlar ve bunun gibi
şeyler bulunmaktadır, kısacası Boewulf'ta anlatılanlarla Sutton Hoo'da
bulduklarımız arasında bir çeşit bağlantı var gibi görünmektedir. Sutton Hoo'da
yapılan kazı, ilk kez Beowulf efsanesinin hayali bir gerilim hikâyesinden
fazlası olduğunu kanıtlamıştır, fakat efsanemizin ardındaki gerçeklere ışık
tutan kanıtları ortaya çıkaran tek yer burası değildir. Danimarka kırsalında,
arkeologlar sıradışı bir keşfe imza atarak, gerçek bir antik salonun izini
buldular. Tahta üstyapı yüzyıllar önce çürümüş olsa da direk çukurlarının
konumundan yola çıkılarak bakıldığında, zamanında 46 metre uzunluğunda olduğu
ve bugüne dek bulunan türünün en büyük salonu olduğu anlaşılmaktadır. Burası
Kral Hrothgar'ın efsanevi salonu olabilir mi?
Beowulf hikâyesinde, Grendel'in saldırısının
geçtiği bölüme "erkeklere özel salon" anlamına gelen
"Heorot" denilmektedir. Hem taht odası hem de Kral'ın savaşçılarının
zaferlerini kutlamak için biraraya geldikleri ziyafet salonudur. Heorot dünyada
başka bir eşi benzeri olmayan, büyük bir salon olarak tarif edilmektedir.
Medeniyet, ilerilik göstergesi olmuş ve tüm dünyada bu kültüre karşı merak
uyandırmıştır. Kısa zaman önce Danimarka'da ortaya çıkarılan salon, zamanında
antik krallara ev sahipliği yapan aynı bölgenin içindedir. Karbon 14 metodu
bölgenin tarihinin M.S. 6. yüzyıla, yani efsanemizin gerçekleştiği söylenen
döneme dayanmaktadır, fakat hepsi bu değildir. Antik salonun etrafında
yapılan kazılarda sadece güçlü bir krala ait olabilecek değerde eserler gün ışığına
çıkarılmıştır. Bazıları bıçak, iğne gibi günlük hayatta kullanılan eşyalar olsa
da içlerinde bu bölgenin önemli bir yer olduğu izlenimi veren altın ve gümüşten
yapılmış çok daha güzel mücevherler, sikkeler ve benzeri eşyalar bulunmaktadır.
Fakat bu salonun ardındaki kral kimdi ve efsanemizle bir bağlantısı olabilir
mi?
Efsanevi destanlar olarak adlandırılan bir
dizi hikâyede şaşırtıcı bir ipucu göze çarpmaktadır. Bu hikâyeler M.S. 1100 ve
1400 arasında yazılmış olmakla birlikte İskandinav dünyasındaki gerçek olaylara
dayanmaktadır. İskandinav destanlarının çoğu, bir soyun geçmişine
dayanmaktadır, böylece içiçe giren tarihsel bilgilerle mitolojik gelenekleri
birarada bulabiliyoruz. Destanlar, M.S. 5. veya 6. yüzyıl civarlarında yaşamış
Hrothgar isimli bir Danimarka kralından bahsetmektedir. Hrothgar
gerçek bir kralsa, Beowulf da gerçek bir kahraman olabilir mi?
Bataklığın derinliklerinde, bir anne oğlunun,
yani Grendel'ın ölümünün yasını tutmaktadır. Üzüntüsü öfkeye dönüşen anne
Beowulf'un 3 korkunç düşmanından 2.sine dönüşecektir. Grendel'i yenen Beowulf
şimdi de onun annesiyle karşılaşmak zorundadır. Annesi hızlı, kurnaz ve intikam
peşindedir. Grendel'ın annesi metinde çok esrarengiz bir karakterdir,
kesinlikle Grendel'dan daha barbar görünmektedir, duyguları daha vahşidir.
İntikam almayı kafasına koymuştur. Kopmuş kolu bir kupaya, bir alay konusuna
dönüşen oğlunun ölümünün intikamı. Grendel'ın annesi, oğlu Beowulf tarafından
öldürülünce, onun annesi olarak büyük bir kederine kapıldığından, intikam hissiyle
çılgına dönmüş bir şekilde Heorot'a saldırır ve kendi güvenliğini çok hesaba
katmaz. Savaşçılar uykudayken, Grendel'ın annesi salona girer. Aniden saldırır
ve acımasızca öldürür. Kral'ın saltanatında yine korku hakimdir ve Boewulf
onları kurtarmak için orada değildir. Geceyi Heorot'tan uzak bir yerde,
korkunun tekrar sahnede olduğundan habersiz bir şekilde geçirmektedir.
Grendel'ın annesi, elleri Danimarkalı savaşçıların kanlarına bulanmış bir
şekilde kayıplara karışır. Katliamı öğrenen Beowulf çok sinirlenir. Sadece
birkaç gün önce, yerde ölü olarak yatan savaşçıların hayatını kahramanca
kurtarmıştır fakat Kral hâlâ hayattadır, morali bozuk bir şekilde, dokunulmaz
tahtında oturmaktadır. Hrothgar birçok adamının Grendel ve annesi tarafından
öldürmüş olduğu gerçeğiyle küçük düşmüştür ve bu durumu örtbas edecek gücü
yoktur, Beowulf da ona; "Yas tutarak oturmaktansa, harekete geçmek daha
iyidir." der. Bir kez daha, Beowulf ölümün gözlerinin içine bakmak
zorunda olduğunu bilmektedir. Şöhretini kahramanca adımlar atarak kazanmıştır.
Şimdi ise şöhretini devam ettirmek zorundadır. Beowulf Hrothgar ve adamlarını
yanına alarak, Grendel'ın annesinin peşine düşer. Dolambaçlı patika boyunca kan
izlerini takip ederler. Grendel ve annesi lanetli bir bataklığın kaynağında
yaşamaktadırlar. Bataklık, içi zehirli yılanlar ve ufak ejderlerle dolu buzlu
bir göldür. Grendel'ın annesine ulaşmanın yolu, ilk olarak burayı geçmektir.
Bu efsaneyi kayda geçiren ilk Hristiyan
yazarlara göre, bu yılanlar gerçek dünya tehditlerine eşdeğer birşeyi temsil
etmektedirler: putperestleri. Grendel'ın annesini bulma çabaları Beowulf'u
zehirli yılanlarla dolu buzlu bir göle sürüklemiştir. Ona ulaşmak için, bunları
geçmek zorundadır. Bu, savaşçı bir kahramanla İncil'deki en iğrenç katil olan Kabil'in
soyundan gelen tehlikeli bir anne arasında, Danimarka uğruna verilen nihai bir
savaş olacaktır. Şiirde, Grendel'ın annesinin adı hiç geçmez, o sadece
Grendel'ın annesidir fakat başlı başına çok korkunç bir yaratıktır, belki de
bir yönden daha tehlikelidir, oğlu katledildiğinden dolayı bir anne olarak
matemli, dolayısıyla çok öfkelidir. Beowulf buzun altına dalmadan önce,
adamları ona özel bir kılıç verirler. Kılıcın demirden yapılmış keskin ağzı
kanda dövülmüş ve daha önce hiçbir savaşta sahibini yüzüstü bırakmamıştır.
Beowulf'un yol arkadaşları daha ileriye gitmeye cesaret edemezler. Kahramanımız
savaşa tek başına devam etmek zorundadır. Ölümcül yılanlar suyun altında pusuya
yatmış beklemektedirler. Beowulf onlara karşı kılıcını kullanmaya çalışsa da
insan ürünü hiçbir silah, bu doğaüstü canavarlara zarar verememektedir. Kaçıp
kurtulmayı başaran Beowulf, Grendel'ın annesinin yuvasına girişi bulur. İkinci
kez, insanla canavar yüz yüze geleceklerdir. Grendel'ın annesi ortaya çıkar ve
Beowulf'a saldırır. Beowulf onu saçından, omuzundan yakalayıp yere fırlatsa da
anında tekrar ayağa kalkıp iğrenç pençelerini ona geçirir ve Beowulf yere
yuvarlanır. Beowulf büyük bir tehlike altındadır ve kılıcı da, yine işe
yaramamaktadır. Kılıcın çok güçlü ve dayanıklı olması gerekiyorken, Grendel'ın
annesi üzerinde hiçbir etki gösterememekte, onun pullu derisine işlememektedir.
Aniden, birşey Beowulf'un dikkatini çeker. Duvarda ya da yakınlarda ölümlüler
tarafından değil, devler tarafından dövülmüş antik bir kılıç görür, gerçekten
sihirli bir silahtır. Tek bir sağlam savuruşla, Grendel'ın annesine vurur ve
kafasını koparır. Bu, kötülüğün ikinci kez ölüşü ve yeni bir umudun doğuşudur.
Beowulf cesaretini bir kez daha kanıtlasa da,
bu, efsanevi bir zaferden daha fazlasıdır. Etrafı efsane tarafından
kuşatılmış İskandinav dünyasındaki değişimin ve putperestliğin yok olarak
İsa'nın yükselişinin bir yansımasıdır. Grendel'ın annesinin ölümünü, dini bir
metafor olarak görebiliriz. Grendel'ın annesinin ölümü gibi, putperestlik de ölmekte
ve Hristiyanlık yükselmekte, ayrıca Beowulf'un Hrothgar'ın krallığını
Grendel'ın annesi tehdidinden kurtarması gibi, Hristiyanlık da putperstliğin
hakim olduğu dünyayı karanlıktan kurtarmaktadır.
M.S.
600'da, İngiliz Adaları'nda dini bir devrim baş göstermektedir. Romalı
Hristiyanlar, tüm inançsızları Hristiyanlaştırmak adına kuzeye gelmişlerdir.
Papa Gregory 6. yüzyılın sonlarında, Anglosakson putperestleri
Hristiyanlaştırması için Augustine'i İngiltere'ye göndermiştir. Gregory
Augustine'e: "Anglosaksonların kullandıkları putperest tapınaklarına git
ve oraları Hristiyanlaştır. Kralları Hristiyanlaştır böylece halk da krallarını
takip edecektir." demiştir.
Sonuç olarak tüm Anglosaksonlar Hristiyan
olduysa da, Hristiyanlık öncesi efsaneleri, ki buna Beowulf da dahildir, dilden
dile dolaşan hikâyelerinde yaşamaya devam etmiştir. Beowulf, eski İskandinav
dönemlerinde, zor zamanlarda cesur olabilen
ya da yol arkadaşlarına sadık kalabilen insanlar gibi bazı eski moda
kahramanlık değerlerini güncelleyip, günümüz Hristiyanlık'ına uyarlamaya
çalışmaktadır. Hristiyanlar galip geldiklerinde, Beowulf efsanesini
değiştirerek onu iyiye karşı kötünün metaforu haline getirdiler. Hikâyemize
dönecek olursak, yılanların lanetli gölünde, Beowulf yüzeye zaferle çıkar. Kral
Hrothgar'ın salonuna doğru yola çıkar ve zaferle döner. Öldüğüne kesin gözüyle
bakıldığından, dönüşü krallıktaki herkesi şok eder. Hrothgar onu en büyük
kahraman olarak selamlar ve büyük bir kutlama hazırlatır. Beowulf, Danimarka'ya
bulma umuduyla geldiği, şan ve şöhrete ulaşmıştır. Artık kuzeye, kendi
krallığına, yani Geatland'a dönme arzusundadır. Orada, daha büyük bir tehlike
onu beklemektedir. Beowulf hikâyesinde, Geat'lar efsanevi bir kabile değil,
efsanenin yazarları tarafından iyi bilinen, İsveç'in güney kısmında gerçekten
yaşamış savaşçılardır. Şiirimiz Geat'lere ve İsveçli'lere atıfta bulunur.
Karşımızda olan şey, soylu, iki farklı ailedir. Viking döneminin sonuna kadar
uzanan kökleşmiş bir bölünmedir. Geat'ler ve İsveçli'ler arasında gerçekten yaşanmış
olan bu rekabet Beowulf'un bir sonraki bölümünde doruk noktasına ulaşacak ve
çok büyük, buzlu bir göl üzerindeki epik bir savaşta halkını zafere taşımak
Beowulf'un ellerinde olacaktır. Burası Vanern Gölü'dür. İsveç'te, 2,200
milkarelik bir alanı kaplayan, en büyük su haznesidir. Sert geçen kışlarda, iki
uzak bölgeyi birbirine bağlayan bir köprü vazifesi görecek şekilde donmaktadır.
Bugün huzurlu olsa da, Beowulf efsanesine göre, 1500 yıl önce İsveçli'lerle
Geat'ler arasında yaşanan kanlı bir savaşa ev sahipliği yapmıştır. Beowulf
Getaland'a dönüş yolunda, Geat'lerın bir İsveç kan davasının ortasında
kaldıklarını fark eder. İsveç kraliyet ailesi mensupları arasındaki iç savaş
Beowulf'un vatanına kadar sıçramıştır. Kahramanız bir kez daha ölümle burun buruna
gelmek zorundadır fakat bu kez canavarlarla değil kendi hemcinsleriyle
çarpışacaktır. Beowulf'un kuvvetleri galip gelir ve Beowulf kahramanlığının
karşılığında, Geatland'ın tahtına oturtulur. Şan ve şöhret arayışı artık
tamamlanmıştır. .
Efsanemizde bir dönüm
noktası olsa da bu epik savaş gerçekten yaşanmış olabilir mi?
Gerçek tarihe dayandığı düşünülen eski
İskandinav destanlarına göre, M.S. 530 yıllarında, buzlu bir göl üzerinde,
kanlı bir savaş yaşanmıştır. Vanern Gölü savaşı, Geatler'le İsveçli'ler
arasındaki nihai savaştır ve çok büyük, donmuş bir göl üzerinde
gerçekleşmiştir. Kuzeyde gerçekleştiği ve her iki taraftan birçok savaşçının
öldüğü bilinen, ilk büyük süvari savaşlarından biridir. Bu savaşın İsveç,
Earnaness yakınlarında yaşandığı söylenmektedir. Günümüz uzmanları
Earnaness'in, Vanern Gölü kıyısındaki bir yerleşim yeri olduğuna
inanmaktadırlar. Bir kez daha, tarihi kayıtların efsanemizle örtüştüğü, gerçek
bir yerden ve gerçek bir savaştan bahsettiği görülmektedir. Gerçek bir
kahramanın izlerini bulmak da mümkün müdür?
İpucu arayışlarımız bizi tekrar efsaneye yönlendirir. Buzlu
savaştan sonra, Beowulf Geatland'ı uzunca bir süre huzur içinde yönetir. Artık
Grendel ve annesiyle savaşan o genç kahraman değildir. Oldukça yaşlanmıştır.
Artık hayatının baharında değilse de, hâlâ örnek alınacak niteliktedir. Beowulf
genç bir erkekken şöhret susuzluğunu giderdiğinden, yaşı ilerlemiş bir kral
olarak daha fazlasına ilgi duymamaktaysa da, Danimarka'daki kahramanlığının
üzerinden 50 yıl geçtikten sonra, yaşlı savaşçımız son savaşında yüzleşmek
zorunda olduğu korkutucu canavar,
Earnaness Ejderhası'dır. 15 metre uzunluğunda ve devasa bir altın
stokuna muhafızlık yapmaktadır. Ejderhalar açgözlülüğü temsil ederler fakat siz de bilirsiniz
gerçekten abartılmışlardır çünkü bu canavarın tek merakı altın toplayıp,
saklamaktır. Sorun,
genç bir kölenin sahibinden kaçması ve bir mağarada saklanmasıyla başlar. Bir
ejdarhanın yuvasına girdiğinin farkında değildir. Canavar uykudayken, köle
altın yığınını fark eder ve şehvetine yenik düşer. Ejdarhanın hazinesinden bir
kupa çalar. Aslında bu kupanın,
ejdarhanın göz bebeği olduğundan bihaberdir. Ejderha uyandığında kupanın
kaybolduğunu fark eder ve intikam için harekete geçer. Çiftlikleri ve tarlaları
yakmaya, kısa zaman içinde, yıkıcı zararlar vermeye başlar. Ejderha her yeri
kasıp kavurur ve en büyük hakareti yapar. Evi yakılmış olan Beowulf,
kayıplarının telafisi için dua etmekte, durumu bir şekilde düzeltmeye
çalışmakta ve intikam hırsıyla dolup taşmaktadır. Yaşlı savaşçı bir kez daha,
bir ulusun onurunu kurtarmakla görevlendirilmiştir. Bu onun kötülükle son kez
mücadelesi olacaktır. O, gidip yüzleşmeye can atan türden bir kahramandır,
yüzleşeceği şey ise, ölümün ta kendisidir. Beowulf krallığını ve onurunu
tehlikeye atarak, adamlarıyla birlikte savaşa girer. Bu savaş, ya
kahramanımızın son zaferi ya da trajik sonu olacaktır. Ateş püskürten bir
ejderha Geat krallığını kasıp kavurmakta, yaşı ilerlemiş kahraman-kral Beowulf
bir kez daha savaş elbisesini kuşanmakta ve üçüncü canavar avı başlamaktadır. En cesur
savaşçılar da Beowulf'a eşlik etmektedirler. Aralarında şehit olmuş bir
savaşçının genç oğlu olan Wiglaf da vardır. Toydur, tecrübesizdir. Muhtemelen, "Bir
ejderhayla yapılan savaşta en az katkı yapacak olan odur." diyeceğiniz
kişidir. Savaşçılar sık ormanın ortasında ejderhanın yuvasını bulurlar. Beowulf
dikkatlice içeri girer ve canavarı uykuda yakalar. Fakat kahramanımız hamlesini
yapmadan önce, ejderha uyanıp saldırıya geçince Beowulf da diğer savaşçılardan
yardım ister. Beowulf'un tüm yoldaşları ejderhadan çok korktuklarından,
saklanmak için ormana kaçarlar. Biri hariç hepsi; genç Wiglaf. Önceleri
gençliğinden dolayı alay edilen Wiglaf, şimdi cesaretiyle ön plana çıkmakta,
Beowulf en büyük düşmanıyla yüzleşirken, Wiglaf da idolleştirdiği kahramanın
yanında savaşmak için hayatını riske atmaktadır. .
Efsane bu şekilde devam etse de gerçekle bağlantısı nedir?
Ejderha mitolojideki en büyük canavardır. Bir
çeşit Hristiyan geleneğine göre, ejderhalar sıklıkla çok güçlü iblisleri,
şeytanın devasa görüntüsünü temsil etmektedirler. Fakat Hristiyan geleneğinden
önceki zamanlara gidecek olursanız, ejderhalar gücün, vahşiliğin ve gizemin
somutlaştırılmış halini temsil etmektedirler. Fakat insanların her zaman çok
korktukları şey ise, doğada gördüğünüz tüm olağan şablonların aksine, bazı
fantastik, kaotik bilinmeyenlerin, canavarların aniden karşınıza çıkabilme
olasılığıdır. Dünyanın her yerinde ejderhalar efsanelerde kilit roller
üstlenirler ve onları ayıran binlerce kilometre ve binlerce yıla rağmen,
hikâyeler arasındaki benzerlikler farklılıklara oranla daha çarpıcıdır. Çoğunun
sert pulları, uzun sivri kuyruklu kıvrık vücutları, uzun boyunlarının üstünde
boynuzlu kafaları vardır. Çoğu ateş püskürtür ve çoğunun kanatları vardır. Bu
müşterek özellikler bir tesadüf müdür yoksa antik öykücülerin gerçek dünyayla
ilgili bazı genel esin kaynakları mı vardı?
Çoğumuz
gerçekten ejderhaların olup olmadığını merak etmekteyiz. .
Efsanelerde onlar hakkındaki hikâyelerin ne
kadar yaygın olduğuna bakacak olursak, bazı gerçek temellere dayanıyor gibi
görünmektedirler. teori şudur, ki diğer insanlar da böyle düşünmektedir, dinazor
kemiklerinin ortaya çıkarıldığı Asya'nın bazı bölgelerinde veya Gobi çölünde
yürüyen birisi bir T-Rex iskeleti görür ve "Vay be, eğer kemikler
böyleyse, bunun canlı hali nasıldır acaba?" der ve bu şekilde yaratığın
canlı hayilini hayal edersiniz, yani onlar büyük, korkunç ve vahşidir. İnsanlığın ilk
günlerinden beri dünyanın her yerinde dinazor fosilleri ortaya çıkarılmaktadır.
Bilimden önceki zamanlarda, mitolojinin en büyük canavarına ilham vermiş
olabilirler mi?
Efsanemiz artık sona ermektedir. Beowulf
ejderhaya kılıcıyla saldırır, karşılık veren ejderha .Beowulf'u yaralasa da
zafer için hâlâ bir şans daha vardır. Canavarın karnı en zayıf noktasıdır.
Wiglaf seyrederken, Beowulf ejderhanın altına doğru ilerler ve kılıcını zayıf
noktasına batırır. Canavar yenilmiş olsa da Beowulf son anda gelen zaferin ağır
bedelini ödemektedir. Ejderha Beowulf'u boynundan ısırmıştır, canavarı öldürmüş
olsa da, yarası şişmeye ve yanmaya başladığından öleceğinin farkındadır.
"En azından bana ejderhanın hazinesinden birkaç parça getirin de ben de ne
için savaştığımızı, ne kazandığımızı görebileyim ve muhteşem hazineye bir kez
olsun bakabileyim." der. Beowulf: "Soyumun sonuncusu benim. Hiç
varisim yok. Ailemdeki tüm erkekler öldü, sen de cesur olduğun için Wiglaf,
meşhur zincirli zırhımı, kılıcımı ve miğferimi sana veriyorum."
der. Yaşlı bir kahraman ölürken, genç bir kahraman doğmuş olur. Destanın son
kıtaları Beowulf'un cenaze törenini, cesedinin odun yığını üstüne konuluşunu ve
yakılışını anlatmaktadır. Beowulf'un şiirin sonunda ölmesi tüm insanların ve eserlerinin
bir gün yok olacağı düşüncesini temsil etmektedir. Büyük kahraman, kuzeyli
savaşçıların ikonu ölmüştür, fakat efsanesi daha yeni başlamıştır.
Günümüzde yüzlerce antik mezar tepe hâlâ
İskandinav topraklarında sıkça bulunmaktadır. Bazıları efsanemizin ardındaki
gerçeklere ışık tutmuş olsa da çoğu hâlâ kazılmayı beklemektedir. İçlerinden
birisi gerçek Beowulf'un mezarı olabilir mi?
Beowulf gerçekten yaşamış olabilir mi?
Evet, tabii ki olabilir.
Onu çevreleyen tarih, bildiğimiz tarihle örtüşmektedir ve "Evet,
gerçekten yaşamış olması muhtemeldir." demeye meyilli oluşumuzun
sebebi; ağızdan ağıza aktarılan efsanelerin oluşu, bu şiirin bir temelinin
oluşu ve bize, bunda biraz doğruluk payı olmalı diyen yalın gerçekliktir.
Gerçek de olsa, efsane de olsa, Beowulf cesaretin simgesidir. Eski çağlarda
yaşayanlar için, en iyinin insan şekline girmiş haliydi. Bir savaşçının hayatı
ve bir kahramanın ölümü.
Bu, günümüzün en büyük efsanesidir. Şeytansı
bir gücün yüzüğü ve onu yok etmekle görevli sıra dışı bir kahraman. Yüzüklerin
Efendisi, bir insanın hayalinde yarattığı savaşçılarla, büyücülerle ve
canavarlarla dolu bir dünyadır. Fakat sadece hayal dünyasıyla açıklanabilecek
kadar basit değildir. Hikâyemizin içinde gerçeklikle alâkalı birçok çarpıcı
bağlantı bulunmakta, I. Dünya Savaşı'nın siperlerinden İncil'e kadar
uzanmaktadır. Hayalin ötesindeki gerçekleri keşfetmeye hazır olun.
Uçurumun kıyısında tek başına sendeleyen
bir insan aşağıdaki kızgın lav havuzuna gözünü dikmiş bakmaktadır. Tam da
burada, Frodo Baggins'in habis bir yüzüğü dövüldüğü aynı ateşe atarak yok etmek
için çıktığı uzun ve çetrefilli yolculuğu artık sona ermektedir. Bu
görev, Yüzüklerin Efendisi'ni şekillendiren maceradır. Orta Dünya
denilen bir yerde ortaya çıkan, iyiye karşı kötünün klasik hikâyesidir. Yüzüklerin
Efendisi hakkında insanlara söyleyebileceğimiz birkaç şey vardır ve bence
bunlar mitoloji ile olan bağlantısıyla yakından ilgilidir. Yüzüklerin
Efendisi'nin ardında, Odesa Destanı'ndan bu yana yazılmış en iddialı mitolojik
yolculuğu, bir araya gelerek yaratan birçok eski ve yeni etki vardır. Hepsi de
bir kişi tarafından yönlendirilmiştir; yazar JRR Tolkien. Tolkien "kendi
ülkemin mitolojisi"ni yaratmak istiyorum diyen, çok güzel bir mektup
yazmıştır. Daha
önceleri Yunanlı ve Romalıların Akdeniz'in çevresinde geliştirdiklerinin
aksine, Kuzey ve Batı'nın çevresinde gelişen ve tamamen İngilizce bir mitoloji
yaratmaya çalışıyordu ve böyle bir mitoloji var olmadığı için, kendisinin
yazması gerektiğini düşünmüştür. Kendi mitolojisini yaratmak için, Tolkien
günümüz dünyasındaki kendi tecrübelerine ek olarak antik dünyaya ait en sevdiği
hikâyelerden de faydalanmıştır. Birçok farklı mitolojinin ve ortaçağ
geleneklerinin analizini yapmış, daha sonra kendi mitini yaratmak için
şekillerini değiştirmiştir. Tolkien eski İngiliz ve İskandinav dünyasından birçok mitolojik
unsuru bir hayli kullanmıştır. Beowulf, Kral Arthur ve Viking destanları
Yüzüklerin Efendisi'nin ardındaki kaynaklardır.
Eski dünya ile
bağlantılar hikâyenin girişinde başlamaktadır. İskandinav mitolojisinde, dünya
3 katmandan oluşmaktadır; en üstte, tanrıların ikâmet ettiği Asgaard, en altta,
ölülerin yeraltı dünyası Hel ve ikisinin arasında ise elfler, cüceler ve
insanların ikâmet ettiği ve dilimize "Orta Dünya" olarak çevrilen,
Midgaard yer almaktadır. "Orta Dünya" eski Norveççede
"Midgaard" veya Anglosaksoncada "Middangeard" olarak
karşımıza çıkan yerdir ve bu çerçevede basitçe, etrafı okyanusla çevrili,
gökyüzü ve cehennem arasında kalan dünya demektir.
Yüzüklerin Efendisi'nde
Frodo'nun habis yüzüğü yok etmek için geçmesi gereken yol, Orta Dünya'dır. Bu yüzük, hikâyemizin
odak noktasıdır ve ilham kaynağı daha önceki efsanelerdir. Yüzüklerin Efendisi
Orta Dünya'da bulunan 20 sihirli yüzük üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bazıları
şifa vermekte, bazıları da ömür uzatmaktadır. Fakat içlerinden birisi
diğerlerinden daha güçlüdür ve ona "Tek Yüzük" denmektedir.
Kendisini takan kişiyi görünmez yapma özelliğine sahiptir. Takanı
"görünmez" yapabilen bir yüzüğün oluşu Yüzük Efendisi'nde kilit rol
oynayan kavram olsa da ilk burada ortaya çıkmamıştır.
Aynı kavramı Orta Çağ'ın
çoğu efsanevi masallarında da görmek mümkündür. Tehlike zamanlarının başka bir
yiğitlik hikâyesinde, yani Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri'nde. Arthur
devri efsanelerinde sihirli nesnelerden ve bakire Lunete'in Şövalye Ywain'e
verdiği görünmezlik yüzüğünden bahseden bir bölüm vardır. Bin yıldan fazla bir
arayla yazılmış iki efsane arasındaki dikkat çekici bir benzerliktir. Fakat
Frodo'nun yüzüğü takanı sadece görünmez yapmamakta, aynı zamanda onu baştan
çıkarmaktadır. Tek Yüzük, kendi yok edici gücüyle onu dolduran kötü bir
Lord'un, Sauron'un eseridir. Sauron
yüzüğün içine kendinden bir parça koyarak dövmüştür. Yüzük doğası gereği
kötüdür. Yüzüğü takar ve onu sahiplenirseniz, onu iyilik yapmak adına
kullanamazsınız. Yaptığınız her şeyi kötülüğe dönüştürecektir. Tek
Yüzük'ün özünde gerçekten kötülük vardır, Sauron'un bir parçası içinde
yaşamaktadır. Böylece bu kötülük insanları kötü yönde değiştirmekte, onları
şeytansı şeyler yapmaya yönlendirmektedir ve yüzük bağımlılık yapmakta, onu
taşıdıkça ona karşı arzularınız artmaktadır, dibi olmayan bir kuyu gibidir.
Habis bir yüzük olgusuna daha önce de Volsungasaga isimli eski bir İskandinav
destanında da rastlanmaktadır. İskandinav destanlarının çoğu, bir soyun
geçmişine dayanmaktadır, böylece iç içe giren tarihsel bilgilerle mitolojik
gelenekleri bir arada bulabilmekteyiz. Völsungs destanı, eski Alman
geleneğinden esinlenilerek muhtemelen 1300'lerde yazılmış İzlanda'ya özgü bir
destandır. Genel olarak ortaçağ öncesi zamanlarda, Batı Roma İmparatorluğu'nun
son zamanlarında yaşamış tarihsel şahısları baz alarak, bir dizi kültürel Alman
kahramanını işlemektedir. Bu kahramanlar ve onlar hakkındaki epik şiirler Alman
savaş meydanlarında çok önemliydi. İskandinavyalılar İzlanda'ya
yerleştiklerinde bu geleneği de yanlarında getirmişlerdir. Volsungasaga
ve Yüzüklerin Efendisi arasında çarpıcı benzerlikler vardır. Destanın bir bölümünde,
inanılmaz derecede kudret ve zenginlik veren altın bir yüzüğe sahip olan bir
kraldan bahsedilmektedir. Fakat kralın oğlu da yüzüğü istemiş ve bu isteği onu
kontrolden çıkarmıştır. Yüzüğe sahip olmak için babasını öldürür ve yüzüğü bir
mağaraya saklar. Habis yüzük de prensi orada korkunç bir yılana çevirir. Bu
durum, Yüzüklerin Efendisi'nde yankı bulan açgözlülükten çıkarılan acı bir
derstir. Bu durum, bir bakıma Yüzüklerin Efendisi'ndeki Gollum'a benzer. Gollum
aslında bir hobbitti. Bir gün arkadaşı Deagol ile balık tutmaya giderler ve
Deagol nehrin dibinde parlayan bir şey görür ve çıkarır, çıkardığı şey çok
güzel bir yüzüktür, fakat Gollum, ki o zaman ismi Smeagol'dür, yüzüğü almak
ister. Hırstan gözü o kadar döner ki, yüzük için en iyi arkadaşını öldürür.
Gollum, Volsungasaga'daki prens gibi yüzüğü alarak bir mağaraya saklar. Uzun
ömürlü, korkunç fakat zavallı bir yaratığa dönüşür. Gollum'un tüm yaşamı bu
yüzüğü sahiplenerek ve onu bir takıntı haline getirerek tükenir. Tamamen tüm
aklını, fikrini kaplamıştır. Gollum yaklaşık olarak 500 yıl yüzüğe sahip
olduktan sonra, onu kaybeder. Bir zaman sonra, yüzük Frodo Baggins adında saf
bir hobbitin eline geçer. "Frodo"nun ilginç bir manası vardır çünkü
eski Norveççe ve Anglosaksoncada "bilge" anlamına gelmektedir ve
yüzük Frodo'nun başına kalmıştır. Frodo'nun yolculuğu Shire denilen, ufak
tepeler ve yeşil meralarla kaplı bir yerde başlar. Burası ırkının, yani
hobbitlerin diyarıdır. Hobbitler küçüktürler, muhtemelen 1.20 cm ya da
daha kısadırlar. Ayaklarının tabanları çok kalın ve üstü çok tüylü olduğundan
ayakkabı giymezler. Bir çeşit ev kuşudurlar. Hiç bir şekilde herhangi bir
maceraya atılmazlar. Shire'daki yavaş hayat temposu, yazar JRR Tolkien'ın Batı
İngiltere kırsalında geçirdiği kendi çocukluğunun bir yansımasıdır. Tolkien
bir bakıma kendisini hobbitlerin yerine koymuştur. Bir şekilde kırsal ve
pastoral hayatla kucaklaşma, gösteriş ve lüksün aksine kamu yararını gözeten
demode erdemler gibi ideallerinin çoğu, hobbitlerde vücut bulmuştur. Bir hobbit
dünyayı kötülükten kurtarması beklenebilecek en son yaratık olsa da Frodo Baggins
biraz farklıdır. Frodo kültürlü olduğundan diğer hobbitler gibi değildir.
Elflere, cücelere ve dış dünyaya karşı ilgisi olduğundan hayat konusunda biraz tecrübelidir ve dış
dünyayı, sevdiği her şeyi feda edebilecek seviyede önemsemektedir. Eğer efsanelerin
orijinallerine bakacak olursanız, kahramanların kendilerine, tabiri caizse,
savaşçılara bakmış olursunuz. Daha sonra Tolkien bu hikâyeyi almış ve
kahramanlık bakış açısıyla değil, isteksiz bir savaşçı olarak anlatmıştır,
bence bu bakımdan eşi benzeri yoktur. Tek Yüzük Frodo'ya, onu Gollum'un
mağarasında bulan amcası Bilbo'dan kalır. Yüzüğün yok edici gücünün farkına
vardığında, onu yok etmek için harekete geçse de kısa sürede kendini, yüzüğün
şeytani etkisi altında bulur. Henüz kitabın başlangıcında, yüzüğü takıp kaçarak
arkadaşlarını yüz üstü bırakma gibi bir hevese kapılır. Bu aşamada sınavı geçse
de ilerleyen aşamalarda bu hevesi katlanarak artacaktır. Frodo'un kötülüğü yok
etme macerası Yüzüklerin Efendisi'nin kilit noktası olsa da Orta Dünya efsanesinin
başlangıç noktası bu değildir. Bu macera sadece son bölümdür.
1977'de, Yüzüklerin
Efendisi'nin ilk basımdan 20 yıldan
fazla bir süre sonra, kitabın unutulan tasarımı bulunarak, günümüzün en tutkulu
efsanesinin gerçekte nasıl başladığı ilk kez gün ışığına çıkarılmıştır.
İncil'le çarpıcı bağlantıları olan bir yaratılış hikâyesidir. Yüzüklerin Efendisi,
tarihin en efsanevi masallarıyla doğrudan bağlantıları olan günümüze ait bir
efsanedir. JRR Tolkien mitolojik dünyasını en ince ayrıntısına kadar anlatmış,
hatta onu tarif edecek bir kelime bile yaratmıştır; "Mythopoeia". Bu
şekilde, efsanevi yerle tüm dünyayı, yani bir coğrafyası olan ve haritası çizilebilecek çok yerleşik bir
yer kastetmek istemiştir. Eğer günümüzden bir örnek verecek olursak,
"Yıldız Savaşları" için yaratılan dünyayı düşünebilirsiniz.
Tolkien'ın Mythopoeia'sında, Yüzüklerin Efendisi'nden önce Orta Dünya'nın nasıl
oluştuğuna dair bir yaratılış hikâyesi bile vardır. Ancak yazarın ölümünden
sonra basılan "The Silmarillion" adlı kitapta anlatılmaktadır. Orta Dünya'nın tasarımı
bu kitaptır. Yüzüklerin Efendisi'nin arka planında tüm eski çağlar, binlerce
yıl önce meydana gelen tüm olaylar vardır. Yarım metreden fazla kalınlıkta bir
yığın kağıt, Elfçe ve İngilizce yazılmış şiirler, tarihi olaylar vardır ve
yayımcılar bu durumla nasıl baş edeceklerini bilemez durumdadırlar. Tolkien
kendi efsanevi dünyasını yaratmak için yola koyulurken birçok kaynaktan
faydalanmışsa da hepsine nazaran onu en çok etkilen kaynak İncil olmuştur. Tolkien
kişisel inançlarının ve ayrıca ailesinin geçmişi gereği dinine çok bağlı bir
Katolik'ti. Annesi Katolik olmuş ve bunu yaptığı için ailesi bir nevi onu
evlatlıktan reddetmiştir. İki çocuğunu da Katolik olarak büyütmüş ve
Tolkien henüz çok küçükken, diyabetten vefat etmiştir. Tolkien de Katolik bir
papaz tarafından evlat edinilmiş ve kardeşiyle birlikte onun himayesine
girmiştir. Böylece tüm eser Katolik düşüncelerle şekillenmiştir. Ve bu
durum hikâyelerde, özellikle Yaratılış hikâyelerinde ve yaratıcının oynadığı
rollerde kendini ilginç yollarla göstermektedir. Tolkien'in hikâyesinde,
"Ilúvatar" isimli tek bir yüce tanrı vardır. Ainur denilen çok güzel
şarkılar söyleyerek dünyayı meydana getiren melek yüzlü yaratıklar yaratmıştır.
Dünya, Ainurlar'ın müziği ya da bir çeşit büyük senfonisi içinde
konumlandırılmıştır ve tanrının huzurunda söyledikleri şarkıyla dünyanın tüm
gelişimini ayrıntılarıyla göstermişler, tanrı da onu yaratmıştır. Bu, Orta Dünya'nın
başlangıcı, Yüzüklerin Efendisi'nin gelecekteki sahnesidir.
Tolkien mitolojisinin ana hatlarının
tasarısını 1928’de sessiz sedasız tamamladığında yakın arkadaşları haricinde
görücüye çıkarmayı planlamamışsa da daha sonra aklında, bunun kendisini 36
yaşındaki bir üniversite profesöründen günümüzün efsane ustasına dönüştürebileceği
fikri bir kıvılcım gibi çakmıştır.
Meşhur hikâyeye göre, Tolkien sınav
kağıtlarını okurken öğrencinin birinin, bir sayfayı boş bıraktığını görür ve
oraya, "Zemindeki oyukta, bir hobbit yaşardı." yazar. Bu tek cümleden, yepyeni bir koca dünyanın
kapıları açılmıştır. Ne anlama geldiğine dair hiçbir fikri olmasa da tüm
hikâyeyi buradan geliştirmeye başlamıştır. Dilbilimde "hobbit"
kelimesi için çok net başka bir emsal yoktur, hal böyleyken, şöyle bir
düşünecek olursak, kulağa sanki biraz "habit (alışkanlık)" ya
da eski Latincedeki "habitus" gibi gelmektedir, alışkanlıkların
insanı, çok sıradan bir yaşam biçimiyle kendi dünyasında yaşayan bir insan
anlamına gelmektedir.
Kelime oyunları Tolkien için yeni bir şey
değildi, henüz çocuk yaşta kendi terimlerini bulmaya başlamıştı. Bulduğu
terimler Yüzüklerin Efendisi'nde konuşulan birçok dile, özellikle de Elfçe'ye
zemin hazırlamıştır. Elfler Hobbitlerle karıştırılmamalıdır. Elfler,
insanlar Adem ve Havva'nın ilk günahı yüzünden lekelenmeselerdi neye benzeyeceklerini
temsil eden, mükemmele yakın özelliklere sahip ölümsüz canlılardan oluşan bir
ırktır. Elfler kendilerine has birçok şiveyle konuşmaktadırlar ve Orta
Dünya dilleri içinde en gelişmiş dile sahiptirler. Elfçe'nin bazı bölümleri
gerçek bir dile, yani Finceye dayanmaktadır. Tolkien bu dili, Finlandiya'nın
ulusal efsanesi "Kalevala" üzerinde çalışırken öğrenmiştir.
"Kalevala" Finlilerin destanı olmakla birlikte içinde Cüceler ve Elfler geçmektedir, bu
bakımdan Tolkien'in daha sonraki bazı yazılarını etkilemiş ve yer bulmuş bazı
karakterlere sahiptir. Bazı yaratıkların konuştuğu diller de hikâyede
önemli roller üstlenmektedirler. Hatta Sauron tarafından kullanılan "kara
lisan",
onun ruh hali ve doğası hakkında fikir verir. Kısaca, her farklı ırkın kullandığı
dil onların doğası hakkında bize fikir vermektedir.
Yüzüklerin Efendisi'nde, Cücelere, yani
yeraltında yaşayan kısa ve cesur bir grup karaktere has bir dil daha vardır.
Cücelerin alfabesi, hâlâ İskandinavya'da bulunan "Runik Taşları"
denilen antik anıtlardaki İskandinav yazıtlarından esinlenilmiştir. Runikler
sıklıkla büyük öneme sahip nesneleri işaretlemek için kullanılırlardı, örneğin;
babadan yadigâr kalan kılıçlar, bazen de mezarlıklar. Bazen runik yazılarda,
yorumcularına fazladan sıkıntı yaşatan kısa bilmecelerle karşılaşmaktayız.
Runik alfabesini okumakla kalmayıp bir de üstüne bulmacayı çözmeye
çalışacaksınız.
Tolkien
basılan ilk romanına, yani Yüzüklerin Efendisi'nin habercisi "The
Hobbit"e bir Runik bulmacası eklemiştir. Kitap, çalınan bir
hazineyi arayan bir hobbite, Frodo'nun amcası Bilbo Baggins'e odaklanmaktadır.
Hazineyi bulmasını sağlayacak olan ipucu, sadece ay ışığında görülebilen gizli
bir Runik metnin bulunduğu antik bir haritadadır. Tolkien aslında Runiklerin
gerçek bir dilin temsilcisi olmasını sağlamak istemişti. Bu, gizli, sihirli bir
yazı düşüncesi olmakla birlikte kendi icat ettiği dillerle de bağlantılıydı.
Haritadaki sihirli yazı, Bilbo'yu Smaug'un, yani Orta Dünya'daki en korkunç
ejderhanın yuvasına yönlendirir. Hazineyi elinde tutan canavar işte budur.
Smaug büyük altın ejderhaların sonuncusudur ve cüce krallığından geriye kalan
tüm serveti toplayıp üst üste yığarak büyük bir yığın haline getirmiştir.
Ejderhalar açgözlülüğü temsil ederler fakat siz de bilirsiniz gerçekten abartılmışlardır
çünkü bu canavarın tek merakı altını toplayıp, saklamaktır. Bilbo cesurca
ejderhanın yuvasına girerek yığının içinden altın bir kupayı çalar. Smaug da
misilleme yapmak amacıyla en yakın köye saldırır. .
Efsanemiz böyle olsa da ilham kaynağı nedir acaba?
Bir
altın yığınını koruyan bir ejderha hikâyesi size tanıdık geldiyse, iyi bir
nedeni vardır. Bu olay örgüsü Beowulf'taki olay örgüsüyle hemen hemen aynıdır.
İnsanlık tarihinin en ünlü efsanelerinden birisi olan Beowulf zamanında JRR
Tolkien'ın göz bebeğiydi. Beowulf, İskandinavyalı bir kahramanın kendi
ülkesinin kralı oluşunu ve en büyük testi nasıl geçtiğini, yani ateş püskürten
bir ejderhayı anlatmaktadır. Ejderha hazineyi önceki devirlerin
krallardan korumaktadır. Kölenin biri ejderhanın yuvasına giden gizli bir yol
keşfederek enfes hazineyi bulur, uyuyan ejderhayı görür, yavaşça içeri süzülür
ve altın bir kupa çalar. Bu, hobbitteki öyküyle bariz benzerlikler taşıyan bir
öyküdür. Her ikisi de açgözlülüğün tehlikelerine dair alegorilerdir. İki
durumda da, hazineyi elde etme arzusu korkunç sonuçlar doğuran zincirleme
reaksiyona sebep olmaktadır. Tolkien bunu Beowulf'tan alarak kendi hikâyesinin
en önemli parçalarından biri haline getirmiştir. Beowulf, Yüzüklerin Efendisi
üzerinde büyük etkiye sahip birçok yazılı kaynaktan sadece birisidir. Fakat
hikâyeyi, bir kitabın sayfalarından alınan herhangi bir şeyden daha fazla
şekillendiren, gerçek bir yaşam tecrübesine sahipti, hayaletler, kan ve ölüm
dolu korkunç bir travma: 1. Dünya Savaşı'nın siperleri. Fransa, 1916. Müttefik
bir siperin üzerinde düşman ateşinin mermileri vızıldamakta, bir grup İngiliz
askeri güvenli bir bölge için birbiriyle yarışmakta, solucanlar gibi santim
santim sürünmektedirler. Aralarındaki 24 yaşındaki teğmenin adı, JRR Tolkien
yani Yüzüklerin Efendisi'nin gelecekteki yazarıdır. Savaşta edindiği
tecrübelerin, Orta Dünya'daki efsanevi savaş üzerinde büyük bir etkisi
olacaktır. Yüzüklerin Efendisi'ni, savaşları, kanlı sahneleri ve doğanın
yıkımını okuduğumuzda, savaş hakkında bir rapor okumuş oluruz. Birinci Dünya
Savaşı inanca başkaldırma derecesinde bir ölüm sahnesiydi. İnsanların
birbirlerini çamur deryalarında katlettikleri bir zamandan, tarih kitapları "Büyük
Savaş" olarak
bahsetmektedirler. Tolkien ve onun gibi Birinci Dünya Savaşı'nı yaşayan nesil
tam bir savaş barbarlığına şahit oldular, savaşın kendisinin bile yeterince
kanlı ve vahşi olmasının yanında, sadece Kuzey Fransa'daki siper savaşları bile
başlı başına dehşet vericiydi. Orada olmak, bir topçu ateşi tarafından vurulup
vurulmayacağınızı görmek, ayak etlerinizin kemiklerden ayrılacak derecede donma
noktasına ulaşıncaya kadar su kanalının içinde durması ya da hardal gazıyla
saldırıya uğramanız demekti, Tolkien'ın yaşadıkları işte bunlardı. Teğmen
Tolkien, insanlık tarihinde daha önce görülmemiş derecede büyük bir katliamla
sonuçlanan, sert bir çıkmaz sokak olan Somme Savaşı'nı bizzat yaşamıştır. Somme
Savaşı 4 ay tüm şiddetiyle devam ederek, her iki taraftan 1.5 milyon insanın
hayatına mâl olsa da hiç kimse bir karış toprak bile elde edememiştir. Sadece
hayatlar boş yere heba olmuştur. Tolkien yaklaşık 1 yıl hizmet verdikten sonra,
dizanteri ya da tifüs şeklinde kendi gösteren siper hummasına yakalanmış, önce
hastaneye, oradan da evine gönderilmiştir, iyileşmesi de baya uzun bir zaman
sürmüştür, bir daha da savaşa geri dönememiştir. Savaş yüzünden zarar görmüş,
ruhsal olarak yaralanmış ve sarsıntı geçirmiştir. Geçirdiği
travma Frodo'nun yüzüğü yok ederken yaşadığı travmayı kaleme alış şeklini
etkilemiş olmalıdır. Hobbitler
Tolkien'ın hafiften kılık değiştirmiş hali olmasa da onun birçok özelliğini
yansıtmaktadırlar. Yüzüklerin Efendisi'nde, hobbit Frodo, binlerce yıl önce
büyük bir savaşın vuku bulduğu "Ölü Bataklık" denilen bir bataklıkta
ilerlemektedir.
Burada, hayaletler hâlâ su altında
gizlenmektedirler. "Yatıyor suların derinliklerinde, “solgun yüzler derinde,
suyun çok derinlerinde.Gördüm onları. Şeytanı, korkunç yüzleri, asil ve kederli
yüzleri. Hepsi iğrenç, hepsi çürümüş ve hepsi ölü." Ölü Bataklık gibi eski
bir savaştan kalan cesetlerin çürüdüğü bir yerde, kesinlikle aklınıza
Somme'den, siperlerden ya da askerlerin çürüyen bedenlerinden kalan anılar
gelir. Bu artık bir kahramanlık savaşı değil, bu artık ölüm ve yıkım demektir.
Geride kalan, sadece, cesetlerdir. Savaş korkuları ilk olarak, Yüzüklerin
Efendisi'nin habercisinde ortaya çıkmıştır, yani "The
Hobbit"te.
Hikâye, ejderhanın hazinesi için yarışan beş farklı ordunun savaşıyla
sonuçlanır. Ana karakter Bilbo Baggins birçok arkadaşının savaş alanındaki
ölümüne şahit olur ve savaşın anlamsızlığını idrak eder. Bilbo gibi Tolkien da
arkadaşlarının savaşta ölümünü bizzat izlemiştir. Fransa'da, en eski ve en
yakın 3 arkadaşıyla omuz omuza çarpışmıştır. Fakat Kasım 1916'da, ikisi
ölmüştür. Yenilmesi zor bir düşmanla savaşan arkadaşların hikâyesini okuyan bir
kişinin, onların hissettikleri korkuyu ve yaklaşan savaşın ayak seslerini
duyduğu aşikârdır. Bir teste tabi tutulup muhtemelen öleceklerinin
farkındalardır ve buna rağmen hem mizahlarını hem de cesaretlerini göstermenin
bir yolunu bularak böyle bir zamanda birbirlerinin morallerini yüksek tutmaya
çabalamaları onun savaş tecrübelerinden kaynaklanıyor gibidir. Birinci Dünya
Savaşı'nın ızdırap ve dehşeti sadece Orta Dünya kahramanlarının acılarına
değil, aynı zamanda kötülerinin acımasızlıklarına da yansımıştır. Muhtemelen,
Tolkien'ın savaş tecrübesini Orklar'ın korkunçluğundan daha fazla ortaya
çıkaracak bir şey yoktur. Yüzüklerin Efendisi,
kökleri antik efsanelerde ve günümüzde olan güçlü bir hayalin ürünüdür. Yazar
JRR Tolkien'ın bizzat yaşadığı savaş tecrübeleri hikâyenin merkezindeki iyi ve
kötü arasındaki savaşı şekillendirmiştir.
Bu savaştaki son meydan, korkunç cehennem Mordor'dur. Mordor'un tam
ortasında Tek Yüzük'ün dövüldüğü volkan olan Hüküm Dağı bulunmaktadır. Burası,
şeytani güç kendisini ele geçirmeden önce, hobbit Frodo'nun yüzüğü yok etmek
için gelmesi gereken yerdir. Burası iyi bilinen antik bir kaynaktan alınmış bir
sahnedir, yani İncil'den. İncil'e
bakacak olursak, Cehennem, ateş, kükürt ve sonsuz işkencenin olduğu bir yer
olarak tarif edilmektedir, Mordor'a baktığımızda ise, bu kapkara çölü görürüz.
Dante'nin Cehennem tarifiyle çok yakın bağlantıları vardır, orada da ateşler içinde bir yer ve
gökyüzünden ateş parçaları düşen kuru bir çöl vardır. Hatta "Mordor" adında şeytani bir yüzük
bile vardır. Bu bir tesadüf değildir. "Mordor" kulağa, Anglosaksoncadaki "katil"
anlamına gelen "morth" kelimesi gibi gelmektedir. Ayrıca eski
Norveççede aynı anlama gelen "morth", yani "cinayet"
kelimesiyle de bağlantısı vardır. Hikâyemizde,
Mordor'a girenler neredeyse ölüdürler. Ork olarak bilinen acımasız piyadelerden
oluşan bir ırk tarafından korunmaktadır. Orklar çok korkunç, çarpık, eciş bücüş
ve çirkindirler.
Yanlış
yola sapan Elfler oldukları söylenmektedir. Karanlık güçler onları alıp bu
korkunç ırka dönüştürmüşlerdir. Makinelere, işe yarayan bir şeyler yapmaya,
çıkarlarına aşırı düşkün yaratıklar olarak tasvir edilmektedirler. Diğer
insanların kendileri için çalıştırmaya çabalamaktadırlar. Kapitalizm veya
kapitalistlerin bir nevi kılık değiştirmiş halleridir, Orklar kapitalistlere
benzetilmektedir. Orklar tamamen bozulmuştur, harap olmuşlardır. Özünde iyi
olmalarına rağmen, iradeleri tamamen kötülüğün eline geçmiştir. Yüzüklerin
Efendisi'nin birçok elementi gibi, Mordor'un kötü ırkı da eski bir efsaneden
türetilmiştir.
Beowulf'un 512.
satırında, Kabil'in kardeşi Habil'i öldürmesinin akabinde, Kabil'in soyundan
gelen kötü yaratıklar tasvir edilmektedir ve onlar "eotenas ond ylfe ond
orcneas"dır, yani Etinler, Elfler ve "Orcnealar"dır. Orcnealar
Beowulf'taki şeytani yaratıklardır.
Ruhani bir havaları olsa da şeytani bir
ruha sahip oldukları düşünülmektedir. Tarihi kaynaklar Orta Dünya'nın en hakir
görülen iblislerine ilham vermekle kalmamış aynı zamanda başlıca kahramanlarından
birine de hayat vermiştir; yani Büyücü Gandalf'a. Yüzüklerin Efendisi'nde,
Gandalf Frodo'ya Tek Yüzük'ü yok etme macerasında yol göstermektedir.
Yüzüklerin Efendisi'nin yazılmasından sonra Gandalf büyücüler için bir prototip
olmuştur. Büyü bundan önce, kötü, Hristiyanlık karşıtı, biraz şeytani bir şey
olarak düşünülmekteydi. Gandalf bence iyi bir karakterdir. Orta Dünya'da
yaşayanlar için her şeyin en iyisini yapmaya çalışmaktadır. İskandinav
mitodolojisinde Gandalf'ın kökeni hakkında bazı ipuçları bulmak mümkündür.
Eski
Norveççede, "Gandalf" "sihirli cin" ya da "sihir yapan
cin" anlamına gelmektedir, Gandalf tabii ki bir cin değildir, fakat büyük
bir güce sahip sihirli bir kişidir. Fakat
Gandalf İskandinav mitolojisinden, adından daha fazlasını almıştır. Görünüşü,
en güçlü tanrısından gelmektedir, yani Odin'den. Odin, antik İskandinavyalılar
için birçok şeyi temsil ediyordu. Bilgelik, savaş, mücadele ve ölüm tanrısı
olsa da Gandalf'da görünen en belirgin özelliği "gezgin" oluşudur.
Gandalf'ın Odin'den esinlenildiği aşikârdır. Özelliklerinden birisi maskeler
tanrısı ve birçok kimliği oluşudur, bu yüzden birçok hatta yüzlerce adı ve
kılığı vardır ve dünyada gezerken, genellikle silik bir şekilde gezer. Kurşuni
bir kaftan giyer, kafasındaki geniş kenarlı şapkası ve uzun sakallarıyla
Gandalf'a çok benzemektedir. Odin gibi, Gandalf da Orta Dünya'da yıllarca
dolaşarak şeytani güçleri yok etmek için sessiz sedasız çalışır. Fakat
büyücümüzün başka, daha bilindik antik bir kişiden esinlenilmiş olma ihtimali
de vardır. Birçok insan Gandalf'ı İsa'ya benzetmektedir. Kendini feda
ederek hayatını kaybetmekte ve beyaz giysilerle geri dönmektedir. Gandalf
Frodo'yu korumak için savaşırken, mecazi olarak ölmekte ve Ak Gandalf olarak
dirilmektedir, ve bu Tolkien'ın Katolik köklerini görmemizi sağlayan
durumlardan bir tanesidir. Birçok
kılığı olan bir putperest tanrısı ve yeniden dirilen bir Hristiyan kurtarıcısı,
yani antik dünyadan gelen iki güçlü karakterin bir ana karakterde birleşmesi.
Tolkien'ı benzersiz yapan işte budur. Hristiyan ve putperest motiflerini bir
araya getirmede çok beceriklidir. Yüzüklerin Efendisi'nin ardındaki dini
etkiler destanın doruk noktasında tam olarak ortaya çıkmaktadır. Hikâye
sona ererken, dünyayı kurtaran Gandalf değil Frodo'dur. .
Efsanenin dönüm noktası, Frodo Yüzük'e
karşı son arzusuyla boğuşurken, İsa'nın hayatının en önemli bölümünden
alınacaktır. Mordor; kızgın cehennem, Orkların ve kötü lord Sauron'un evi.
Burası hobbit Frodo'nun Orta Dünya'da yaptığı acı dolu yolculuğunun ardından
kendini bulduğu yerdir. Hüküm Dağı'na ulaşma yolculuğu son bulsa da, asıl test
başlamak üzeredir. Tek Yüzük'ü yok etmek için, Frodo dağa tırmanmak ve onu
dövüldüğü volkanik lavlara atmak zorundadır. Fakat yüzük kolay pes
etmeyecektir. Sembolün yuvarlak olması bir tesadüf değildir. Ta ki yüzük tüm
benliğinizi kaplayıncaya dek, diğer tüm bağımlılıklar gibi, tüm
özelliklerinizi, kişiliğinizi içine çeker. Frodo Hüküm Dağı'na tırmandıkça,
yüzük aklını çelmeye, onu görevinden alıkoymaya çabalayarak gücüne teslim
olmaya zorlar.
Bu, yazar JRR Tolkien'ın Hristiyan
bakışıyla kaleme aldığı arzulara karşı verilen en büyük savaş, karanlık ve
aydınlığın bitmeyen mücadelesidir. Eserin tamamı Katolik düşüncelerle
yoğrulmuştur. En sonda Tolkien'ın söyledikleri İsa'nın dualarından son
ikisinin örneğidir. Orada; "Ayartılmamıza izin verme, bizi kötü olandan
kurtar." demektedir. Frodo'un yüzükle geçirdiği son anları İncil'in en
bilinen pasajlarından biriyle benzerlik göstermektedir. İsa çölde 40 günlük
oruçtayken, şeytan aklını çelmek için dünyaya gelir. Güçle, yemekle aklını
çelmeye çalışır. Dünyaya hakim olmakla aklını çelmeye çalışır. İncil'de, İsa
Şeytan'ın teklifine direnir. Fakat Frodo'nun iradesi o kadar güçlü değildir. Frodo
kıyametin eşiğine varmayı başarır, yüzüğün dövüldüğü volkanın ucuna kadar gelir
ve Yüzük kolyesinde takılı olmasına rağmen onu yok edemez.
Yüzük
artık kişiliğinin parçası haline gelmiştir ve "Yapmak için geldiğim şeyi
yapmamayı tercih ediyorum. Bu yüzük benim." der ve onu takar. Yüzük onu
anında görünmez yapar, fakat yalnız değildir. Yüzyıllar boyunca yüzüğe sahip
olan kötü yaratık Gollum Frodo'yu Hüküm Dağı'na kadar takip etmiştir. Yüzüğü
ölesiye geri istemektedir ve şimdi eline bir fırsat geçmiştir. Gollum Frodo'nun
parmağını koparır. Gollom Yüzük'ü kapar, sonrasında volkanın içine düşer. Bu
şekilde yüzük de, Gollum da yok olur. Fakat bir bakıma Frodo'yu serbest kalır.
Gollum her ne kadar kötü olsa da, kötü bir şey yaparak Orta Dünya'yı kurtaran
yine odur. Gollum böyle bir şey yapmasaydı, dünya asla kurtarılamayacaktı bu
yüzden her şeyin nasıl beraber çalıştığına dair küçük güzel bir dönemeçtir. Görevini
tamamlayamayan kusurlu bir kahraman, Tolkien'ın Hristiyan kökeniyle ve
mitolojik geleneklerle ilgisi olmayan bir sondur.
Genellikle trajik kahramanlara
ne olursa olsun, en azından doğru şeyi yaptıklarından kendilerini iyi
hissederler. Frodo hissedememiştir. Frodo'nun başarısızlığına rağmen,
sonuçta iyinin kötüye karşı kazandığı zafer Hristiyan inancını yansıtmaktadır.
Fakat bu zaferin de bir bedeli vardır. Yüzük yok edildikten sonra, Frodo ve
diğer hobbitler Shire'a geri dönerler.
Karşılarında
gördükleriyle dehşete düşerler. Shire'ı harabeye dönmüş olarak bulurlar.
Endüstriyel bir kâbusa dönüşmüştür. Her yerde çelikten büyük makineler vardır,
insanlar baskı görmekte ve her yer atıklarla doludur. Tam bir teknolojik cinnet
durumudur. Bu, Tolkien'ın en büyük korkularından biriydi. İngiltere'de bir
zamanlar evim dediği yerde, aynı değişimin gerçekleştiğine şahit olmuştur.
Tolkien çocukluğundan beri sanayileşmenin gelişimi konusunda çok
endişeliydi. Çünkü bu durumu insanlığın
yozlaşması olarak görüyordu. Bu zihninde, sanayileşmeye olan teşvikin egemenlik
dürtüsüyle ayrılmaz bir şekilde bağlantılı oluşudur ve Tolkien'a göre insanlar
üzerinde egemenlik kurmakla ağaçlar ve bitkiler üzerinde egemenlik kurmak aynı
şeydir. Frodo yüzüğü yok etme macerasından evine döndüğünde, huzursuzdur.
Korkunç rüyalar görmekte ve Shire'daki yaşama ayak uyduramamaktadır. Frodo
kendisini yaratan yazar gibi, sarsıcı anıları yüzünden artık bambaşka bir
insandır. Frodo yaralıdır. Yaşadıkları yüzünden harap olmuştur ve tekrar normal
bir hayata dönemeyecektir.
Bedensel
acılar çekmekteyse de ruhsal acılar da çekmektedir ve bu durum Tolkien'ın
Birinci Dünya Savaşı'nda bizzat çektiği acıların bir metaforudur. Bence Frodo
karakteri ve yazar Tolkien hakkında gerçekten merak uyandıran şey tabiri caizse
dram bittikten sonra, Birinci Dünya Savaşı, Yüzük'e karşı verilen savaş
bittikten sonra görmeyi umduğumuz sevincin ortaya çıkmamasıdır. Yüzük
taşıyıcısı olmanın sonucu olarak Frodo'da geçmek bilmeyen keyifsizliği
görmekteyiz ve Tolkien hakkında da, Kuzey Fransa'nın çamur deryalarında birçok
insanın katledildiğini görmenin stresini bir türlü üzerinden atamadığını
söyleyebiliriz. Yüzüklerin Efendisi'nin sonunda, Frodo kötülükle yaptığı savaş
sırasında aldığı hasarı atlatamaz, Orta Dünya'nın kutsal topraklarında yeni
başlangıçlar aramak için Shire'ı sonsuza dek terk eder ve böylece çağımızın en
tutkulu mitolojisi son bulur.
Bu
gerçekten şimdi bizim bildiğimiz şekliyle tamamen yeni bir fantezi edebiyatı
türünün başlangıcıdır. Kendi başına ayakta durabilen, kendine has tarihi olan
bir dünya yaratma fikri gerçekten oldukça yeni ve orijinaldir. Yüzüklerin
Efendisi'nin çok tutulması dikkate şayandır. Birçok yönden çok yoğun ve karışık
olsa da genel okuyucu kitlesinde coşku yaratmıştır ve onu kayda değer kılan da
budur.
İskandinav yıldırım tanrısı Thor. Korkunç
devlerden halkını koruyan korkusuz bir savaşçı. İnsanlığın gördüğü en karanlık
dönemde Vikinglerin ve Barbarların idolüydü. Fakat efsanenin ardındaki gerçeği
bilenlerin sayısı azdır. Antik dünyanın en büyük deniz canavarıyla savaşmış,
Avrupalı putperestler Hristiyanlık ordularına başkaldırırken onların son
umudu olmuştur. Thor efsanesinde gerçek ve masal birbirine ters düşmektedir.
İki baş düşman ölesiye savaşmaktadırlar.
Yıldırım tanrısı Thor, sarsıcı bir canavarla tüm öldürücü gücüyle saldıran dev
bir yılanla savaşmaktadır. İnsana karşı canavarın savaşında Thor en ölümcül
silahını, sihirli çekicinden çıkan yıldırımı kullanmaktadır. Çıkan yıldırım da
yeri göğü inletmektedir. Thor efsanesi bu tip destansı restleşmelerle doludur. İnsanoğlunu
tehdit eden yaratıklara karşı verilen kahramanlık savaşlarıyla. Thor tanrıların
şampiyonudur. Gerçekten kötü şeyler olduğunda ortaya çıkan büyük bir
savaşçıdır. Bilgi edinmek için Thor'a başvurmazsınız, Thor'a sizi
şeytani canavarlardan koruması için başvurursunuz. Thor'un maceralarıyla dolu
masallar insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden birinde çıkış yolu
olmuştur. M.S. ilk bin yılın karanlık dönemlerinde. İskandinav dünyası, İngiliz
Adaları'ndan Baltık Denizi'ne doğru uzaklaştığı dönemlerde, tam bir karışıklık
içindeydi. Yaşamanın tek yolu olarak ekip biçerek hayatta kalan tarım toplumu,
Avrupa'nın kuzey kısımlarında hava soğuk olduğundan bir şeyler yetiştirmenin
daha kolay olduğu Akdeniz çevresinde yaşamadıklarından her açıdan bakıldığında,
şiddete oldukça meyilliydiler. Savaş, kıtlık ve ölüm Avrupa'nın kuzeyindeki
ıssız bölgelerde hayatın gerçekleriydi. Fakat Thor efsanesi, kargaşaya bir çeki
düzen getirmiştir. Kırsal kesim için bir din gibiydi. "Paganizm
(Putperestlik)" aslında halkın neye inandığını tarif eden Latince bir
kelimedir ve putperestlik tam olarak da yerine oturmamıştır. Düzenli olması, herkesin
sorumluluğunu bilmesi ve önem hiyerarşisi bakımından Yunan Panteon'u gibi
değildir. Oldukça farklıdır. Bu mitolojinin insan hayatına bakış açısı oldukça
karanlık ve acımasızdı. İnsanlar Hristiyanlık'ta vaat edildiği şekilde
ölümden sonra bir çeşit kurtuluş ya da cennet umut etmemişlerdir. Onların
hayata bakış açısı daha karanlık ve daha kederli olmuştur. Çok büyük engellerle
karşılaşan insanlar, büyük cesaret ve sertlik göstermek zorunda kalmışlardır.
Thor'u da, ilham kaynağı olarak görmüşlerdir. Thor kusursuz bir kahramandı.
Güçlüydü. Çoğu tanrının aksine, aldatıcı ya da hain değildi, aksine sözüne sadıktı
ve bence, insanlar kendilerini böyle bir kahramanla çok iyi
özdeşleştirmişlerdir. .
Efsaneye
göre, Thor'un iki silahı şeytani güçleri yenmesinde ona yardım etmiştir: Gücünü
ikiye katlayan bir kemer ve öldürücü yıldırımlar saçan bir çekiç. Thor sadık çekicini ne
kadar uzağa atarsa atsın, bir bumerang gibi kendisine dönmekte ve her seferinde
gök gürlemektedir, bu da çekicin bir devi devirdiği anlamına gelmektedir. Thor
yıldırıma hükmetmektedir ve bu, diğer mitolojilerde de rastlanılan bir
durumdur. En açık benzerlik klasik mitolojide yıldırım tanrısı olarak anılan
Zeus'tur. Yıldırım tanrısı koruyucu tanrıdır. En güçlü savaşçıdır, yani Zeus'un
sahip olduğu güce sahiptir, Thor da kötü adamları yok edecek olan yıldırıma,
çekice sahiptir.
Thor efsanesi, Thor'un
güçlü bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya gelmesiyle başlar. Babası gökyüzü
tanrısı Odin .ve annesi de Jord, yani dünyadır, bir bakıma gökyüzü ve dünyanın
karışımıdır, bu da onu insanların yaşadığı "midgard", yani Orta Dünya
için mükemmel bir tanrı haline getirmiştir.
İskandinav mitolojisinde, dünya
3 katmandan oluşmaktadır, hepsi de eski Norveç'te oldukça bilinen bir şekil
olan "ağaç" şekilde betimlenmiştir. Aşağı yukarı Kızılderili
çadırlarına benzeyen evler yaparlardı ve antik İskandinavların tüm evrene bakış
açısı bu tip yapılardan ibaretti. Duvarları ayakta tutan merkezi bir direk
vardır. Bu direk evin iskelet yapısını oluşturmaktadır. Evrenin iskelet yapısı
da böyle bir direkten oluşmaktadır, yani küçük büyüğü yansıtmaktadır. Ağaçların
çok önemli bir konuma gelmesinin nedenlerinden birisi budur.
Mitolojik ağaçların en yüksek dalları, tanrıların ikâmet ettiği
Asgard'dır. Diğer
uçta, köklerin altında soğuk ve karanlık bir bölge olan "Hel" yer
almaktadır. Burası ölülerin diyarı olmakla birlikte "hell" (cehennem)
kelimesinin geldiği yerdir. Ağacın orta kısmı ise "midgard", yani
insanların yaşadığı dünya ve Thor'un bölgesidir. Savaş tanrısı olarak,
Midgard'da yaşayan insanları düşmanlardan, yani kötü devlerden korumak onun
görevidir. Devler kaosu, yıkımı temsil etmektedir.
Eğer
bir çığ, bir deprem, bir sel ya da başka bir şey ölmenize sebep olursa bunun
sorumlusu bir devdir. Yani devler iklim ya da çok tehlikeli bir durum yüzünden
ölüm kalım savaşı veren bir medeniyetin başına gelebilecek tüm kötülükleri
temsil etmektedirler. Örneğin, Norveç'in bir vadisinde yaşadığınızı ve kışın
gelişini, vadinin buz tutuşunu, bir bakıma buzdan devleri ve daha sonra baharın
gelişini hayal edin ve Thor buzdan devleri dağlara doğru geri püskürttükçe
düzeni tekrar kurabildiğinizi görürsünüz. Bugün dahi Thor'un devlere karşı
verdiği mitolojik savaşların yankılarını Kuzey Denizi çevresindeki ormanlarda
ve soğuk vadilerde duymak hâlâ mümkündür. İskandinavya boyunca, bölgeyi
dolduran gizemli taş anıtların tarihi, putperest döneme uzanmaktadır. M.S. 4.
ve 12. yüzyıllar arasında bölgeyi işaretlemek, önemli olayları kaydetmek,
krallar ve savaşçılar için mezar taşı işlevi görmesi için dikilmişlerdir. Runik
taşlar olarak isimlendirilmekte ve hikâyelerini yazmamış bir toplumdan geriye
kalan tek ipucu olma özelliğini taşımaktadırlar. Taşların üzerinde,
kullandığımız Latin alfabesine benzeyen Runik yazıtlar mevcuttur. Şans eseri
yazılı olarak elimizde bulunan bir mitolojiyi ya da hikâyeyi bir nevi tasvir
etmektedirler. Bu yazıtların çoğunda başı çeken bir şekil vardır: Yıldırım
tanrısı Thor'un bizzat kendisi. Runik taşların hatırı sayılır bir kısmında
Thor'un adı runik harflerle kazınmıştır, "Thor bu taşları korusun." gibi. Thor'un kudretinin
bir şekilde gelip kendilerini korumasını dilemişlerdir. İskandinav
mitolojisinde, her tanrı şeytani devler arasından kendine has düşmanıyla
savaşmaktadır. Thor'un baş düşmanı da, Runik taşlarda yazıldığına göre, yılan
şekline girmiş olan dev, Midgard Yılanı'dır. Gittikçe büyüyen bir yılandır ve
kehanete göre, tanrıların sonunu getirip kıyamete sebep olacaktır. Yılan
korkusu, bizimle bütünleşmiş bir korkudur, her kültürde mevcuttur ve eski
İskandinavlar bunu idrak etmişlerdir. Yılanlar kötüdür, korkutucudur ve sadece
bu temel üzerine güzel bir mitoloji inşa etmek mümkündür. .
Efsaneye göre, Midgard Yılanı Dünya'yı sarmalayıp kaosa sürükleyebilecek
büyüklüğe ulaşır. Hem Dünya'nın
sınırını hem de bu sınırı aşmanın tehlikelerini temsil ederek Orta Dünya'yı
tamamen çevreleyen, Midgard Yılanı'dır. Thor'un yenmeye ant içtiği en büyük
düşmanı işte budur. Tanrı dahi olsa, zafer elde etmesi kolay olmayacaktır. Thor ve
Midgard Yılanı arasında süregelen bu çekişme, düzeni, tanrıların ve insanların
dünyasını koruyan güç ile hep var olan ve bizi yok etme tehdidinde bulunan
dıştan gelen kaos tehdidi arasındaki çekişmeyi temsil etmektedir. Düzene karşı
kaos: Haşin İskandinav dünyasında yankılanmış klasik bir temadır.
Thor
efsanesinde, sıklıkla espriyle karışık olarak anlatılmaktadır. Hikâyenin bir
bölümünde, Thor fark edilmeden Midgard Yılanı'na yaklaşmak ister ve kendisini
bir çocuğa dönüştürerek Hymir isimli bir devden kendisini denizde balık tutmaya
götürmesini ister. Gitgide daha açıklara, daha uzaklara giderler ve sonunda
Hymir: "Sanırım yeterinde açıldık." deyince Thor da buna karşılık:
"Hayır, hayır. Daha da açılabiliriz." der. İyice açılınca, Thor esas
kimliğine bürünür ve denize bir öküz kafası atarak yılanı su yüzüne çeker.
Attığı öküz kafasının içinde büyük bir iğne vardır ve Midgard Yılanı yemi yuttuğunda
Thor da iğnenin bağlı olduğu ipe asılarak devasa Midgard Yılanı'nın başını
sudan çıkarmasına sebep olur ve bu durum karşısında çok telaşlanır,
heyecanlanır ve elini çekicine atar. "Sonunda seni yakaladım."
havasındadır, sandaldaki dev Hymir ise dehşete kapılmış durumdadır. Thor
vuruşunu yapmak için çekicini kaldırdığı anda, dev, oltanın ipini keser ve
yılan denizin derinliklerinde kaybolur. Thor çok öfkelenir. Baş düşmanını
öldürme fırsatını kaçırmıştır. Thor'un Midgard Yılanı'yla bu tip karşılaşmaları
sürer gider. Bazen kılık değiştirir, bazen araya bir başkası girer fakat her
seferde yılan bir şekilde kaçar ve sanki Midgard Yılanı ile Thor son savaşına
çıkabilsin diye yılan bir şekilde kurtarılmaktadır. Bir yıldırım tanrısı ve dev
bir yılan arasındaki kapışmayı konu alan tek efsane bu değildir. Antik dünyanın
her köşesinde bulunabilecek bir temadır. Hintlilerin kutsal kitabı Vedas'ta,
fırtına tanrısı Indra ile devasa bir yılan arasındaki savaştan
bahsedilmektedir.
Bu
durum ortak kültürden kaynaklanıyor gibidir. Bu hikâyelerdeki yılan gerçek bir
deniz canavarından esinlenilmiş olabilir mi?
Şayet öyleyse, bu yaratık hâlâ derinliklerde
dolaşıyor mudur?
Şaşırtıcı kanıtlar, mümkün olduğunu
göstermektedir. Yüce Thor'un baş düşmanı Midgard Yılanı, o kadar büyüktür ki,
dünyanın etrafını sarabilmektedir. .
Efsanede, dünyadaki kaos ve kötülüğü temsil
etmekteyse de, bu kadar korkutucu bir yaratığın esin kaynağı ne olabilir?
Devasa deniz yılanı görme durumları
yüzyıllardır mevcuttur. Gerçek tarihe dayandığı varsayılan eski İskandinav
destanlarında da, canavarlar tarafından alabora edilen gemi hikâyeleri
mevcuttur. Tariflerde sıklıkla, gemileri kavrayarak onları derinliklere
çekebilen uzun dokunaçlı devasa yaratıklardan bahsedilmektedir. Bu yaratıklara
da "Kraken" denilmektedir. Kraken'ın, Midgard Yılanı gibi yıldırım
hızında hareket edebilen uzun kaygan bir vücut yapısına sahip olduğu söylenmektedir.
Fakat canavar deniz yılanı hikâyeleri Kuzey Avrupa'yla sınırlı değildir. Antik
Yunan'ın en ünlü macera hikâyesi olan Odesa Destanı'nda da görmek mümkündür.
Destan'da insan etiyle beslenen çok büyük bir yılandan bahsedilmektedir. Scylla.
Scylla birden fazla kafa ve göze sahip olan, aynı anda altı adamınızı birden
yakalayıp aynı anda hepsini yiyebileceğinden şüphe duymamanız gereken o korkunç
deniz canavarıdır. Scylla, Kraken ve Midgard Yılanı: Bu efsanevi deniz
canavarları bir tesadüf müdür yoksa bir gerçeğe dayanıyor olabilirler mi?
19.
yüzyılda tesadüfen yapılan bir keşif bu olasılığı gündeme getirmiştir. Kuzey
Atlas'da, devasa boyutta ve bilinmeyen bir yaratıkla karşılaşan balıkçılar, onu
yakalamayı başarırlar. En uzun dokunacı 10.6 metre olarak ölçülen yaratık dev
bir kalamardı. Şaşırtıcı olan şey ise; 1870'lere kadar, bu ilginç yaratıkların
kesin olarak yaşadığını kanıtlar nitelikteki sayısız raporlar, hiç inanmayan
denizcilerden gelene dek ve düzinelercesi Newfounland kıyılarına vuruncaya dek,
hiç kimse dev kalamarların var olduğunu kesin olarak kanıtlayamamıştı. Bin yıl
önce, bu deniz canavarı hikâyeleri İskandinavya'nın en çetin gemicilerini,
dalgalara hükmederek bir imparatorluk kurmuş olan gezgin haydut çetelerini,
yani Viking'leri bile korkutmuştur. Vikingler "Viking" kelimesi anlam olarak
çalmak, baskın yapmak anlamına gelir ve dolayısıyla bu insanlara verilen isim
onların yaptıklarıyla birebir alâkalıdır. Dev deniz yaratıkları korkusu
seyahatlerine gölge düşürdüğünde, Vikingler sadece bir tanrıya yöneldiler:
Thor'a. İskandinavların
yağmalama amaçlı Kuzey Denizi'ne açıldıklarında kendilerini koruması ve
yönlerini bulmada yardımcı olması için Thor'a dua ettiklerini hayal edebiliriz,
kısacası Thor, savaşçıların gözünde diğer tanrılara nazaran daha üst konuma
gelmiştir. Yağmacı Vikingler açık denizlerde güvenliklerini garantilemek için
Thor'un şerefine özel bir ayin yapıyorlardı. Ayin, Thor'a atfedilen bir
tapınağın parçalara ayrılarak kolonların gemilere yüklenmesi ve okyanusların
hükümdarının Thor olduğunu göstermek için kolonların gemilerden okyanusa
atılmasından oluşur ve böylece Thor'un hizmetkârları olarak güvenli bir seyahat
yapacaklarını düşünürlerdi. Denize atılan kolonlar genellikle meşe ağacından
kesilirdi. Meşe ağacının yıldırım tanrısıyla özel bir bağlantısı vardır:
Yıldırım'ın en çok düştüğü ağaç, meşe ağacıdır. Aslında, Thor'a tapmanın
merkezi noktası bir tapınak ya da kilise değil, "Thor Meşesi" olarak
bilinen bir ağaçtı ve antik İskandinav dünyasının Mekke'siydi. Bu meşenin
Thor'u işaret ettiği söylemekte ve bu ağacı sanki bizzat Thor'un kendisiymiş
gibi ziyaret etmekteydiler. Nesiller boyunca, Thor meşesi kanlı putperest
ayinlerine şahitlik etmiştir. Müritler köklerine çoğu zaman etten oluşan
kurbanlar bırakmışlardır. Kurbanlar çoğu zaman, gelecek senenin hasatının,
tarımının ve doğal olaylarının iyi gitmesini sağlamak için sunuluyordu. Özellikle
kötü zamanlar boyunca, her hayvandan dokuz adet kurban edilmesi gerektiği iddia
ediliyor ve bazen, çok kötü geçen yıllarda bir insanı kurban ettikleri de
oluyordu. Putperestlik
ve putperest bölgelerle bağlantılı infazlar ve kurban vermelerin olduğuna dair
elimizde yeterince kanıt mevcuttur ve bunların Thor Meşesi etrafında
gerçekleştiğini düşünmek için hayal gücünüzü zorlamanıza da gerek yoktur. .
Efsaneye göre, Thor Meşesi
M.S. 723'ten beri burada, yani Almanya'nın Fritzlar kasabasında bulunmaktadır.
Bu tarih, tam bir dönüm noktasıdır. Tüm inanmayanları inanç sahibi yapmaya
kararlı başka bir dinin kuvvetleri güneyden bu tarihte gelerek gözlerini
putperestlerin sembolik merkezine, yani Thor Meşesi'ne
dikmişlerdir. İskandinavya'nın
dönüşümü sırasında, Aziz Boniface gelerek insanları bir araya toplamış ve
onlara "Eğer Thor varsa ve o
kadar güçlüyse, bu koca ağacı kestiğimde, eminim ki beni yok edecektir."
der. Hristiyan hikâyelerine göre güçlü bir rüzgar çıkıp ağacı yerle
bir edince, bunu gören insanlar bunu bir mucize olarak algılayarak, o anda
Hristiyan olurlar. Thor Meşesi'nin devrilişi Kuzey Avrupa için sembolik
bir dönüm noktası olmuştur. Putperestler için bu durum, bizzat Thor'un
çöküşü gibi görünse de teslim olmalarını sağlamak o kadar kolay olmayacaktır.
Hristiyan haçına karşılık putperestlerin de kendi sembolleri vardı: Thor'un
sihirli çekici. .
Efsaneye
göre, Thor otoritesine meydan okuyanları devirmek için çekicini kullanmaktadır.
Peki yıldırım tanrısı en değerli silahını kaybetseydi, ne olurdu?
Bu, hem Thor hem de insanlık için yıkıcı
sonuçlar doğururdu. .
Efsanede
de aynen böyle vuku bulmuştur. Thor'un çekici putperest dünyasında yüzyıllar
boyunca gücün ve onurun simgesi olmuştur. .
Efsanede, yıldırımlar saçarak Thor'a dev
canavarları yenmesinde yardımcı olmuştur. Çekiç, insanı her şeyden daha üstün
kıldığı için çok önemlidir, araç gereçlerden elde edebileceğiniz ve ne kadar
güçlü olursa olsun sadece çıplak ellerinizle sahip olamayacağınız gücü size
sağlar ve bu, Thor açısından çok önemlidir, ne kadar güçlü olsa da, hâlâ
çekicine ihtiyaç duymaktadır. Önemli hikâyelerin birinde, yıldırım tanrısı
değerli silahını kaybeder. O olmadan, Dünya'yı tehdit eden devlere karşı güçsüz
düştüğünden insanlığın kaderi tehlikeye düşmüştür. Korkunç bir dev kral,
Thor'un, İskandinav tanrılarının sığınağı olan Valhalla sarayındaki yatak
odasına gizlice girerek çekicini çalar. Dev, çekiç olmadan Thor'un aciz
kalacağını bildiğinden çekici şantaj yapmak için kullanmayı planlar. Çekicin
çalınması demek, insanoğlunu hayvanlardan ayıran kültür ve teknoloji
birikiminden alıkoymak demektir. Thor sabah uyanır, etrafı kolaçan eder ve
çekicin yerinde olmadığını fark edince soluğu kimin yanında alır?
Çok
ilginçtir, Loki'ye gider. Loki Thor'un bir hizmetkârı olsa da, o da bir
tanrıdır. Kurnaz, işbirlikçidir ve çekici kimin çaldığını bildiğini söyler.
Çekici geri almak için devler diyarına doğru yola çıkar. Loki, devlerin kralı
Thrym ile görüşerek kralın ne istediğini öğrenir. Thrym Loki'ye; "Thor'un
çekici bende ve onu sakladım, Freya ile beni evlendirmediğiniz sürece de, onu
kimseler bulamaz." der.
Freya
güzel ve duygusal aşk, bereket ve seks tanrıçasıdır, devler, cüceler, kısaca
herkes onun peşindedir. Freya aynı zamanda Thor'un kardeşidir. Devin ne istediğini
duyduğunda, teslim olmayı reddetse de, Thor'un çekicini geri almak için bir
şeyler yapılmalıdır. Çekiç onun belirleyici özelliklerinden biridir. Devleri
öldürmek için o çekice ihtiyacı vardır. Çekiç olmadan tanrılar tehlikede
demektir. İnsanlar tehlikede demektir. Thor'un çekici yoksa herkes tehlikede
demektir. Krizi aşmak için tanrılar özel olarak toplanarak riskli bir strateji
üzerinde anlaşmaya varırlar: Thor'u kardeşinin kılığına sokacaklar ve gelin
olarak onu göndereceklerdir. "Gelinliği giydireceğiz, başına duvağı
örtüp onu Freya kılığında göndereceğiz ve muhtemelen çekici alıp geri
dönebilecektir." Thor bu duruma çok sinirlenir. Thor, süper maço
erkeksi bir tanrıdır ve tahmin edersiniz ki, kadın kılığına girmeye niyetli
değildir. Fakat Thor'un başka seçeneği yoktur. Sonunda pes ederek Freya'nın
gelinliğini giyer. Duvağın altından sadece kırmızı gözleri belli olmaktadır. Bu
çok komik, öyle değil mi?
Önümüzde kadın elbiseleri giymiş heybetli,
maço bir tanrı vardır. Thor'un çekici tam olarak nedir?
Erkekliğin sembolüdür ve bir bakıma erkeklik organına ait
bir semboldür ve tabii ki Thor erkeklik sembolünü kaybederek zıttı haline
gelmek durumundadır. Artık bir
erkek olamadığından dolayı bir kadına dönüşmek durumundadır. Yanına Loki'yi
alan Thor devler diyarının yolunu tutar. Yıldırım tanrısı en ışık saçan gelin
olmasa da, kıymetli çekicini geri almak adına gururunu hiçe saymak zorundadır.
Onun geldiğini gören Thrym; "Freya, bir tek şey eksikti dünyamda, o da
sendin." der ve ilk olarak eğlence düzenlerler ve Thor tüm yemekleri yer
ve tabii ki tüm birayı da içer. Thor'un çok içmesi anında tüm okları üstüne
çeker. Yüzü kızaran bir gelin nasıl olurda bu kadar içebilir?
Loki
de buna karşılık; "Endişelenmeyin. Gelinimiz tam 8 günlük yoldan geldi ve
yolda hiçbir şey içmedi." der. Fakat Thrym müstakbel geline yakından
bakınca gözlerinin kıpkırmızı olduğunu fark eder. Thrym yerinden zıplayarak,
"Freya'nın gözlerine neler oluyor?" der ve yine hazır cevap Loki
araya girerek, "Bir haftadır da uyumuyor. Buraya geleceği için çok
heyecanlıydı." deyince Thrym şüphelenmez. Sonunda ikna olan kral sihirli
çekici geline teslim eder. Bir anda, çekiç Thor'a tüm gücünü geri kazandırır.
Yıldırım tanrısı tüm şiddetiyle geri dönmüştür. .
Efsane bu şekilde olsa da gerçek nedir acaba?
Hristiyan orduları M.S. ilk bin yıllık dönemde
kuzeye doğru ilerledikçe, İskandinavya Thor'un bu yeniden dirilme hikâyesinden
feyzalmıştır. Hristiyanlık insanlara zorla kabul ettirilirken, Thor düşünce ve
simgeleri insanları aşırı hırslı bir şekilde vaftiz etme girişimlerine karşı
bir çeşit putperest direniş hareketi sergilemiştir. Zenginlik, silah ve sayı
bakımından Hristiyanlar üstün konumda olsa da putperestler de ölümüne savaşma
konusunda hazırlıklıydılar. Meydan hazırlanmış ve savaş hatları belirlenmişti.
İsa'nın orduları Kuzey Avrupa'nın ruhları adına Thor'un müritleriyle
savaşacaklardır. İsa'nın ordularına karşı Thor'un müritleri. Ödül ise, Kuzey
Avrupa'ya egemen olmak. Bu efsanevi bir karşılaşma değildir. Gerçekten
yaşanmıştır. Karanlık dönemin 300 yılı boyunca, krallar ve klan reisleri kıta
genelinde savaş alanlarında çarpışmışlardır. Hristiyanlar kuzeye, putperest
İskandinavya'ya doğru günbegün savaşarak ilerlemişlerdir.
M.S. 11. yüzyılda, cephe hattı, Thor'un
hayatta kalan son müritlerine ev sahipliği yapan İsveç krallığı Uppsala'ya
ulaşmıştır. Burada, her dokuz senede bir, putperestler yıldırım tanrısını
onurlandırmak için garip ve kanlı bir ayin düzenlemektedirler. O zamanlarda, hem
insanlar hem de hayvanlar Thor'a kurban ediliyor ve cesetleri tapınağın
çevresine ve ağaçlara asılıyordu. Oldukça ürkütücü bir ayin
gerçekleştiriliyordu.
11.
yüzyılın sonlarında, İsveç'in yeni kralı, aynı zamanda Hristiyan olan Ekber
Inge bu uygulamaya karşı çıkmıştır. Inge tahta çıktığında, halkının çoğu hâlâ
Thor'a tapmaktaydı ve kral da bu durumu değiştirmeye kararlıydı. Hristiyanlık’ı dikte
etmiş, atların ve diğer hayvanların kurban edilmesine son vermiş ve putperest
ayinlerini yasaklamıştır, halkı da bu durumdan hiç hazzetmemiştir. Kralın kendi
öz kardeşi Blot-Sweyn de putperestler direnişçiler arasındadır. Dini bir
kargaşa çıkartarak iktidarı ele geçirmeye çalışmıştır. Bu noktada şöyle bir
mücadeleye şahit olmaktayız; Hristiyanlık’ı dikte etmeye çalışan Hristiyan bir
kral, diğer yanda Hristiyan kardeşini sürgüne göndermeye çalışan putperest
bir veliaht. İlk başlarda, putperestler başarılı olsa da, birkaç yıl sonra,
putperest tapınağına ani bir baskın yapan Inge tekrar üstünlüğü ele
geçirmiştir. Cebren ve silah zoruyla Thor'un müritleri yenilmiş, İsveç
Hristiyan hakimiyetine girmiştir. Kuzey Avrupa krallıklarında, buna benzer
çekişmeler yaşanmıştır. Bu çatışmaların izlerini bugün dahi görmek mümkündür.
İsveç'in Uppsala kasabasında, inşa tarihi, Kral Inge'nin putperest tapınağını
yerle bir ettiği dönem olan 11. yüzyıla uzanan bir Hristiyan kilisesi vardır.
Bu kilisenin, Hristiyanlık’ın zaferinin sembolü olarak, putperest tapınağının
külleri üzerine inşa edilmiş olma ihtimali vardır. Eski inançlarını yaşamak
için bu yerlere giden insanlar, artık aynı yerlere yeni dinlerini yaşamak için
gelmektedirler ve bu durum Hristiyanlık’a geçişle birlikte bölgenin tamamında
yaşanan bir durumdur. Hristiyan kilisesinin hemen yanında, tarihi karanlık
dönemlere uzanan, bir dizi putperest mezar tepecikleri mevcuttur. Buranın,
İsveç'teki en büyük Hristiyanlık öncesi mezarlığı olduğuna inanılmaktadır.
Bunun benzeri tepecikleri, tüm İskandinavya boyunca bulmak mümkündür. Kazılan
çoğu tepecikte Thor'u simgelediği aşikâr olan, çekiç şeklinde küçük muskalar
bulunmuştur. Çoğunlukla bronzdan yapılmış ve kolye şeklinde takılmışlardır. Bu
muskalar "Hâlâ Thor'a inanıyorum." demenin bir
işaretiydi ya da bazı durumlarda, tanrıların gücünü harekete geçirmeye
çalışmanın anahtarı olarak takılıyordu. Bu
eserler Thor efsanesinin antik İskandinav dünyasındaki gücünü göstermektedir.
İskandinavlara göre, Thor'un cazibesi insanlığında yatıyordu. Bir tanrı olsa
da, zayıflıkları da vardı. Sahip olduğu güç ve cesaretin yanında dizginlenemez
bir öfkeye sahipti. Ve tıpkı insanlar gibi, Thor da kendisini aşmaya
çalışmıştır. Her zaman en zeki o değildir. Güçlüdür, cesurdur, gözü pektir ve
insanlığı savunmaktadır ama kandırılabilir de ve genellikle onu kandıran şeyler
bizi kandıranlarla aynıdır. .
Efsanemizde, Thor'un eksiklikleri devlerle
giriştiği mücadelelerde ortaya çıkmaktadır, devler ise ele geçirilemez düşmanı
simgelemektedirler, yani doğanın gazabını. Doğa oldukça tehditkâr bir güçtü.
Doğa size ihanet edebilecek bir şeydi. Doğa sizi yakalamaya can atmaktaydı.
Kısacası bu hikâyelerin tümü Thor'un şampiyon olduğunu göstermek için yazılmış
olsa da, doğa güçlerinin karşısında, onun da hiç şansı yoktu.
Hikâyenin birinde, Utgard-Loki isimli bir dev kral
Thor'u aşağılamak için, ona 3 imkânsız görev verir, her görev de, gizlice doğa
güçleriyle ilişkilidir.
İlk görev bir boynuz dolusu
birayı içmektir. Thor deneyene dek, oldukça kolay görünmektedir. Tüm gücüyle
içmeye başlar ve boynuzdaki biranın seviyesini az dahi olsa azaltamaz. Çok
şaşırır ve biraz da utanır. Neticede, Thor kadar kuvvetli bir tanrının en
azından bir boynuz dolusu birayı bitirebilmesi gerekir. Yıldırım tanrısı ilk
görevi başaramamıştır ve ikinci görev daha da zorludur. Thor'dan dev bir
kedinin pençesini kaldırması istenir. Ve Thor cevap olarak, "Tabii ki
kaldırabilirim." der. Kediyi yerinden kıpırdatmaya çabalasa da sadece bir
pençesini çok az havaya kaldırabilir. Durum gerçekten can sıkmaya başlamıştır.
Bir kediyi kaldıramıyorsa, bu işte bir iş yok mu?
İkinci darbe. Belki de Thor o kadar güçlü
değildir. Şöhreti tehlikeye düşen yıldırım tanrısı son göreviyle yüzleşir.
Çelimsiz, yaşlı bir kadınla güreşmesi gerekmektedir. Utgard-Loki ve diğer
devler Thor'un yenilgisine gülmektedirler ve kral der ki; "Öyleyse şimdi
kolay bir tane deneyelim. Karşında yaşlı bir kadın var. Bu yaşlı kadınla
güreşip onu yenebilir misin?" Thor hamlesine hazırlanırken bir anda yere
yuvarlanır. Devin planı işe yaramış, Thor küçük düşmüştür.
Bu hikâye, Thor'un kas gücü ile devin
karanlık, sihirli güçleri arasındaki çekişmeyi yansıtmaktadır. Bu hikâye antik
İskandinavlara, tanrıların bile doğanın korkunç gücünü yenemeyeceklerini
göstermiştir. İskandinav inancına göre, Thor ebediyete kadar doğanın kötü devleriyle
savaşacak ve daha sonra düzen ve kaos güçleri arasında son bir destansı savaş
vuku bulacaktır. Bu savaşa da "Ragnarok", yani
Vikinglerin son savaşı denilecektir. Kıyamete benzer Ragnarok olayları vuku
bulduğunda, Dünya'nın tümü sarsılarak patlayacak, güneş kararacak ve tüm
Dünya'da 3 sene sürecek sert bir kış hakim olacaktır. Sadece ateş her şeyi
yutmakla kalmayacak, aynı zamanda dağlar denizlerin içinde kaybolacaktır. Büyük
depremler ve korkunç seller gelecektir. Ragnarok insanlığın son kaderinin hazin
resmini çiziyor olsa da, tamamen emsalsiz değildir.
Tarih boyunca birçok
medeniyet, yıkıcı kıyamet gününe dair tahminlerde bulunmuştur: Nostradamus,
antik Maya'lar ve hatta Romalılar. Ve dünyanın sonunu benzer şekilde tahmin
eden antik bir metin bulunmaktadır: İncil'in
Vahiy Bölümü. Vahiy ile Ragnarok arasındaki benzerlikler hava fenomenleri,
yeraltından veya gökyüzünden gelen canavarlar, dünyanın yok olması, bugüne dek
yaşamış tüm insanların bir araya toplanması, ruhların bir araya getirilmesi ve
yargılanması bağlamındadır. Gariptir, Hristiyanlar ve putperestler arasında
yüzyıllar süren kanlı anlaşmazlıklara rağmen, sona dair kehanetleri iç içe
girmiştir. Hristiyan ve putperest kıyamet hikâyeleri birbirlerine benzese de,
bir açıdan, çarpıcı biçimde farklıdırlar. Ragnarok'ta, tanrılar ölür.
İskandinav mitolojisinin son bölümü Ragnarok, düzen ve kaos arasındaki en büyük
kapışmadır. Ragnarok devlerle tanrılar, daha doğrusu tüm kötü adamlarla tüm iyi
adamlar arasındaki büyük savaştır. Her şey karışıklığa sürüklenmiştir, her
şey kaosa sürüklenmiştir ve her tanrı karşısında antitezini bulmuştur. Dehşet
verici bir savaştır. Dünya'da normal olması gereken her şey altüst
olacaktır. Bu sarsıcı kapışma uzun zamandır beklenen bir hesaplaşmayla son
bulacak, Yıldırım tanrısı Thor baş düşmanı Midgard Yılanı ile karşılaşacaktır.
Thor, Midgard Yılanı var olduğu günden beri onunla savaşmak için
sabırsızlanmakta ve sonunda bu şansı yakalamaktadır. Bu sefer, araya giren
birisi de olmayacaktır. Sadece ikisi arasında geçen ciddi bir müsabaka
olacaktır. Midgard Yılanı Thor'u sarmalayarak onu öldüresiye sıkacak, Thor da
kendisini daha güçlü kılan, hatta
çekicini kaldırmak için ihtiyaç duyduğu gücü sağlayan kemeri belinde takılı
olduğundan, yılanın sarmalamasından kurtulabilecektir. Zorlu geçen bir ileri
bir geri mücadelenin ardından, Thor öldürücü bir darbe indirir, fakat kaderin
cilvesine bakın ki, yılanın yarasından damlayan öldürücü bir zehre maruz kalır.
Thor zaferinin bedelini, hayatıyla ödeyecektir. Böylece, mitik dönem boyunca
hep birlikte anılan bu iki baş düşman sonunda birbirlerini yok etmişler ve biz
de kaos ve düzenin birbirini dengeleyişine şahit olmuşuzdur. .
Efsaneye
göre, Ragnarok koptuğunda, herkes takdir eder ki, dünyanın korkunç sonu gelmiş
olacaktır. Tüm
tanrılar, devler ve insanların çoğu Thor ile birlikte ölecektir. Afetten sonra,
hayatta kalacak olan tek şey dünya ağacı ve içinde saklanan bir kadınla bir
erkektir. Çimenler yeniden büyüyecek ve onlar daha önce Asgard'ın bulunduğu
vadide buluşarak yeni bir düzen kurmaya başlayacaklardır. Vikingli bir
"Adem ile Havva". İskandinav efsanesinin sonu, garip bir şekilde
İncil'in başlangıcına benzemekteyse de, tesadüften daha fazlası mevcuttur.
Ragnarok efsanesi 13. yüzyılda tam olarak
yazıya geçirildiğinde, Hristiyanlık çoktan Kuzey Avrupa'da iyice kök salmıştı.
Avrupalı putperestleri etkilemesi için, Hristiyan misyonerler İskandinav
mitolojisini Eski Ahit'in girişi haline getirmişlerdir. İskandinav tanrılar
ölür, Adem ve Havva doğar. Ragnarok'a putperest dünyasının sonu gözüyle
bakabiliriz ve açıkçası, yok edici ve yıkıcı bu büyük olaydan sonra yeni bir
dünya oluşabilmiş ve Hristiyanlık gelebilmiştir. Bu olay tanrıların kıyameti
olsa bile, bir bakıma geçmişe sünger çekmişlerdir. Cennete benzer bir dünyada
yeni bir başlangıç yapmışlar ve bu güzel dünyada her şeyi baştan alma fırsatı
bularak işleri düzene koymuş, iyiye yönelmişlerdir. Bu durum, arka plana eski
İskandinavya'yı koyarak, Adem ile Havva, milat ve benzeri şeyleri barındıran
Hristiyan düşüncesiyle iç içe geçmenin yoluydu. Hristiyanlık
İskandinav dünyasını ele geçirince, Thor’un müritleri geri dönmemek üzere
kabuklarına çekilmişlerdir. Thor'a olan tutku, kuzeyin Hristiyanlık’a geçişi
gerçekten kök salmaya başladığında unutulmaya yüz tutmuştur. Dönüşümün tam
manada günlük adet ve inanca yerleşmesi yüzyıllar almıştır. Öyle olunca,
Thor'un dini için yavaş bir gün batımı yaşanmıştır. Hristiyanlık’a geçtikten
yüzyıllar sonra dahi Thor efsanesi sessizce yaşamaktadır.
Fakat yüzyıllar önce, Thor kayıp bir dinin
dipnotu olmaktan çok daha ötesi, Dünya'nın en korkutucu savaşçılarının kutsal
koruyucusuydu.
Haziran 1946'da, 731. birliğin geride
bıraktığı hastalık taşıyan pireler yüzünden,
Harbin'in Ping Fang bölgesinde, hıyarcıklı veba salgını baş gösterdi.
10 Nisan 1947'de, Amerikalılar Ruslar'a,
Shiro Ishii ve 731. birliğin diğer sorumlularının kayıp olduklarını duyurdu. Bu
yüzden, hiçbiri işledikleri suçlar yüzünden mahkemeye çıkarılamadı.
1951'de, Shiro Ishii Tokyo'dan çıkıp, Kore
savaşının sürdüğü ön cepheye geldi.
28 Ocak - 17 Şubat 1952 arası, Biyolojik
silahlar Kore savaş alanlarında boy gösterdi.
9 Ekim 1959'da, Shiro Ishii Chiba
bölgesinde hastalık sonucu öldü.
Eski gençlik kolu üyesi kişilerden birçoğu
çok zor bir yaşam sürdü. Çünkü almış oldukları eğitim toplum tarafından geçerli
sayılmadı.
731.
birliğin yürüttüğü deneylerden geriye kurtulup sağ kalan tek bir kişi bile
olmadı. Peki, Çinli, Koreli, Rus ve diğer milletlerden yaklaşık 3000 kişi
olduğu tahmin edilen tüm bu kurbanlar, boşuna mı öldü?
**
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar