ÇÖKÜNTÜ
Osmanlılıkta
Yeniçerilerin kaldırılmasından önce, dış siyaset diye bir şey vardı denilemez.
(Nitekim bu devrede Kapitülasyonlar gibi "Düveli Muazzama" denilen
emperyalist devletler de, sürekli savaşlara rağmen Osmanlılar üzerinde önemli
bir etki yapmış değillerdi.) Osmanlılarca bütün Avrupa bir tek devlet
sayılıyordu. (Küffarı, Millet'i vahide).
Osmanlıların
Avrupalıları ayrı siyaset güden ayrı devletin saymaları, her birine ayrı ayrı
elçi yollamaya başladıkları zamanın görüşüdür. Yani bu görüşe geldikten sonra
Osmanlılar ayrı devletlere ayrı elçiler yollamak lüzumunu duymuşlardır. O
zamana kadar dış siyaset buradaki yabancı elçiler ya da, arada bir yollanan
fevkalade elçiler aracılığıyla döndürülüyordu. (Avrupa devletlerinin ayrı
sayılmasında borç almak zorunluğunun etkisi de gözönünde tutulmalı, bilhassa
borcun önceleri bizimle doğrudan doğruya münasebeti henüz bulunmayan, bizim
ölçüleninize göre de daha küçük memleketlerden arandığına dikkat edilmelidir.)
Osmanlılar dış
siyasetlerinde can düşmanı saydıkları Rusya ve Avusturya'dan sonra ilk büyük
devlet olarak Fransız'ları kabul etmişlerdi. (Bunda Fransız büyük inkılâbını
hazırlayan Fransa'daki ekonomik temel birikmenin etkisi aranmalıdır)...
Üçüncü Selim, daha Veliahtlığındayken Fransa'yla temas aramıştır. Reformcu
takımı da, Fransız etkisindeki adamlardan meydana gelmiştir. Bunda,
İngiltere'nin Mısır ve Arabistan siyasetinin etkisi olsa gerektir.
Üçüncü
Selim, İngiltere'ye karşı Fransa'yı tutmanın cezasını hayatiyle ödemiştir. (Üçüncü
Selim'in Fransa siyaseti, büyük inkılâpta biraz zedelenmiş, reaksiyoner
Fransız aristokrasisinin göçmenlikteki davranışına atbaşı olarak belki Padişah
bir ara İngiltere siyaseti gütmeye kalkmış, bu siyaseti, Napolyon'un Mısır'a
saldırışı desteklemiş, Üçüncü Selim, ancak bu devrede başarılı reformlara
gidebilmiştir. Napolyon'la Üçüncü Selim arasında, Osmanlı İmparatorluğumun
topraklarındaki İngiliz çıkarlarının sağlamca yerleşmesine karşılık yeniden
işbirliği başlamış, bu işbirliği, çoğunlukla gericileri kullanan -zorda kalmayınca
ilericilerle işbirliği yapmayan İngiliz tutucu politikacılarının kışkırtmasıyla
Üçüncü Selim'in canına mal olmuştur.
İkinci Mahmut'un,
yeniçerileri kaldırma gücünü elde etmesi, azgınlaşan -emperyalizme doğru hızla
ilerleyen batı devletlerinin kapitülasyonları işler hale getirebilme
isteklerinden büyük destekler görmüştür, denebilir.
Asker-Ulema-Padişah
üçlüsünün milletsiz devlet, ekonomisiz talan sistemine dayanan şartları, kapitülasyonları
değil batı anlamında en ufak hukuk sistemini yürürlüğe koyamıyor, yabancı
sermayeye değilse bile hammadde toplayan aracılarına hiçbir güven
sağlayamıyordu.
Ordunun, batıda olduğu
gibi, devlet ortağı olmaktan çıkarılıp aylıklı milli ordu haline getirilmesi
kaçınılmaz bir durumdu. Bu durumda belki yalnız İngilizler değil, bütün büyük
batı devletleri, Sultan Mahmut'a bu engeli aşması, Osmanlılıkta ilk defa despot
bir idare kurabilmesinde büyük yardımlar yapmışlardır.
Fransız rekâbeti karşısında
Mısır’ı, vakit kaybetmeden ele geçirmek zorunluğu İngiliz politikasını Sultan
Mahmut çağında yeniçerisiz kalmış Osmanlı başkentinden geçici olarak
uzaklaştırmış, Osmanlıyı dize getirmek için ileri sürülen Mehmet Ali
Paşa-İbrahim Paşa kuvvetleri Kütahya'ya dayanınca, Sultan Mahmut Osmanlı
tarihinde ilk ve son defa en büyük, en tehlikeli koza, Rus kozuna,
başvurmuştur. Böylece, Mısır'ı ele geçirmek için İstanbul'dan bir zaman ayağını
kesmeyi göze alan İngiltere'nin yerini, kolaylıkla Rus Çarı'nın askerleri
alıvermiştir.
İngiliz emperyalizmi,
Fransızlar da sayılmak şartıyla bütün öteki emperyalistlerden daha usta, daha
sabırlı, psikolojik faktörlere daha saygılı ve daha anlayışlı -yani daha tok,
daha güçlü ve imkânlı olduğu için, Mısır'ı birdenbire açıktan açığa, kabaca ele
geçirmeye gitmemiş, metbuu kolayca yenen Mehmet Ali Paşa idaresini gene Osmanlı
tahtına bağlı bırakarak güçten düşürmüş, aynı zamanda bir taşla birkaç kuş
vurarak, yeniden İstanbul'a yerleşerek politikasını, öteki rakiplerinden daha iyi
bir surette yürütür olmuştur. Bu yürüyüşte bazı uzak-Afrika Osmanlı
Eyaletleri'ne Fransa'nın göz dikmesiyle, Çarlığın açık, hoyrat genişleme hırsı
İngilizler'in işlerini kolaylaştırmıştır.
Mustafa Reşit Paşa'nın İngiltere'de yetiştiği,
İngiliz adamı olduğu bilindiği için, Abdülmecit'in 1839 Tanzimat Fermanının
tipik bir İngiliz politikası olduğu artık tamamıyla anlaşılmıştır.
Bu
fermanın yürüyebildiği kadarının başarı şerefi gibi, gibi yürütülemeyen
yönlerinin suçu veya sorumluluğu da doğrudan doğruya İngiliz politikasına
aittir.
Abdülâziz devrinde
donanmaya verilen önem genellikle ordunun silâhlanması iktisaden önceleri
İngiliz siyaseti güdüldüğünü göstermektedir. Abdülâziz'in tepelenmesinin, Mahmut
Nedim Paşa'nın Sadrazamlığına rastlaması da tesadüf olmasa gerektir. Abdülâziz İngiliz siyasetine karşı şantaj olarak
Rus siyasetiyle çıkmak istemenin cezasını, belki de Üçüncü Selim gibi -bir
parça da Menderes gibi-canıyla ödemiştir.
(Osmanlı
İmparatorluğu gibi batı sisteminden geri kalmış ülkelerde emperyalistlerle
güdülecek siyasette -şeytanla bir çuvala girmekteki tehlikede- canını
kaybetmek, belâların en küçüğü, hatta birincisidir.)
Abdülâziz'e
karşı İngiliz siyasetiyle çıkan Mithat Paşa'ya gelince, Paşa, Abdülhamit'in
köpeoğluluğunu küçümsemiş, ya da, sırtını dayadığı İngiliz efendinin namusunu,
mertliğini değerinden fazla büyütmüş, Abdülhamit'in akıl hocası Mister
Tomson'un kimi ve neyi temsil ettiğini anlayamadığı için önce Başvekilliği,
sonra vatanı kaybetmiş, Avrupa'da barınamamış, belki de, İngiliz'e karşı
Fransa'yla oynamak alıklığına kadar düşmüştür.
Abdülhamit'in, sonraları
okul öğrencilerinin batıya gitmelerini önlemeye çalışan herifin, Mithat Paşa
gibi bir düşmanı, Osmanlılıkta hiç geleneği bulunmadığı halde, Avrupa'ya sürgün
etmesi, aslında İngiliz siyasetine ne kadar güvendiğini, bu güvende de hiç
yanılmadığını gösterir. Mithat Paşa, İngiliz efendisini kaybettiği için
Avrupa'da barınamamış, memlekete dönmüş, Şam Valiliği'ndeyken belki
Fransızlarla biraz daha anlaşmaya çalışmış, nihayet İzmir baskınında son defa
sığınmak istediği İngiliz Konsolosluğu'nda meyhane miçolarına kolayca işleyen
kapitülasyonlara rağmen sığınak bulamamış, buna karşılık içeri girebildiği
Fransız Konsolosluğundan da kapitülasyonlara rağmen çıkıp teslim olmak, yani
boynunu ölüme uzatmak zorunda kalmıştır.
Mithat
Paşa'nın Taif’te 3 yıl tutulması, Abdülhamit'in elinden aldığı mahut senedin
nerede bulunduğunun bilinmemesi ya da İngilizlerin ellerine geçen bu senetle
yeteri kadar şantaj yaptıktan sonra Abdülhamit'e istediği güveni sağladıkları
güne kadar sürmüş denebilir.
Mithat Paşa'nın
boğulması, İngilizlerin Abdülhamit'in kişiliğinde Mithat Paşa'dan daha güçlü,
daha güvenilir bir adam bulmuş olmalarındandır. Nitekim Abdülhamit, bundan
sonra İngiliz siyasetinin Osmanlı yüksek tabaka ajanlarına zaman zaman hediye
ettiği sonuçsuz bir Yunan zaferiyle de mükâfatlandırılmıştır.
Osmanlılığın
yıkılmasına kadar İngiliz politikası, Rusya ile anlaştığı zamanlar Osmanlı
İmparatorluğu'nu paylaşma, Rusya ile çatıştığı zaman bu İmparatorluğu bitirici
savaşlara girmek için zorlama oyunu olarak sürmüş bu savaşlar, başarıyla sonuçlansa
bile Osmanlılık gerek toprak, gerek ekonomik bakımdan zararlara uğramaktan
kurtulamamıştır. Abdülhamit'i sonunda Alman dostluğuna yatıran baskı bu
öldürücü İngiliz siyasetidir.
Abdülhamit'in 1908'de
başına gelenler, 93 savaşından sonra Rusya'yla savaşa girmeye kesinlikle karşı
olması sonunda İngiltere siyasetine karşı Alman siyasetini çıkarmak alıklığında
bulunmasıdır. Buna karşı İngilizler hemen Jön Türkleri tutmuşlar, başından
beri İngiliz taraftan görünen Selânikli Jön Türklere Almanya’ya dönerek gelecek
dünya savaşı dışında kalabileceğini uman Abdülhamit'i meşrutiyete
zorlamışlardır.
İlk zamanlarda bu kadar
cezayı yeterli bulan İngilizler, Sait, Kâmil, Hüseyin Hilmi, Tevfik Paşa
kabineleriyle oynayıp dururken ya İttihatçıların Abdülhamit'ten kurtulmak, ya
da gizli Alman oyunuyla Abdülhamit devrilmiş, buna karşılık bazı İttihatçı
şefler açıkça Almanya'yı tutarak Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizlere karşı
dövüşmeye kalkışmışlardır.
Bu davranışın sonunda
hem İmparatorluk yıkılmış, hem de Alman taraftarı İttihatçı şefler dünyada
barınak bulamayarak birer birer tepelenmiştir.
Mütareke devri,
Osmanlılıkta İngiliz siyasetinin büsbütün açığa vurulduğu, yüze çıktığı
devirdir. İngilizler bu devirde önce
Vahidettin’le oynamaya kalkmışlar, Tevfik Paşa’yı bunadığı halde iktidara
getirmişler, sonra, Vahidettin’e karşı, Al’i Osman sülâlesinin artık, dağılmış
İmparatorlukta, anavatan denilen Anadolu halklarının Osmanlılığa karşı
duyduğu alerjiyi de göz önüne alarak bu halkları tutamayacaklarını görüp,
Mustafa Kemal'i tutmayı uygun bulmuşlardır. Bu dönüş
İngiliz siyasetine, bir yeni Yunan Zaferi karşılığında Musul'u ve diğer İngiliz
çıkarlarını kazandırdığı gibi, İkinci Cihan Savaşı'nda Türkiye tarafsızlığını
da kazandırmıştır.
İkinci Dünya Savaşı
sonunda Türkiye’deki nüfuzunu Amerika'ya devretmesine rağmen, Adnan Menderes'in
Sovyet siyaseti şantajına karşı başına gelenlerde, klasik İngiliz siyasetinin
kandığını görenleri büsbütün evhamlı saymamak yerinde olur. Görülüyor ki,
1800'den bu yana, Osmanlılık önce birçok parçalarını kaybetmiş, sonunda
yıkılmıştır. Bu süre içinde bütün canlarını veren Padişahlarla politikacıların
hayatlarının bir yerinde İngiliz düşmanlarıyla işbirliği yapmaya kalkmalarının
birer rastlama olmadığını söylemek aşırı bir iddia olamaz. (Bu o kadar garip
bir olaylar zinciridir ki, bağımsızlık isteyen Arnavutların, Arapların, hatta
Balkan milletlerinin hiçbirinin siyasi kaderi bu işi jeopolitik durumun
aldatmacasıyla Rusya'yla beraber yapmak isteyen Ermenilerin başına gelenlere
benzememesi üzerinde ayrıca durulmalıdır.
Bu
tablonun dayandığı temel kanuniyet eğer gerçeği yüzde önemli bir nisbette
yansıtıyorsa, Abdülhamit'i Mithat Paşa'ya tercih eden İngiliz siyasetinin,
Mustafa Kemal Paşa'yı Vahidettin'e tercih ettiğini söylemek de gene pek aşırı
bir görüş olamaz. Nitekim,
Anadolu savaşının belli başlı dönemeçlerinde ve dayanaklarında çok önemli birer
İngiliz ajanının bulunması da rastlantılarla açıklanamaz. İngilizler bilhassa
askeri olaylarda, kurtuluş savaşçılarına hiçbir yerde esaslı bir zorluk
çıkarmamışlar, her yerde, silâh atmadan geri çekilmişler, sonra da öne
Fransız'ları sürerek Kurtuluş hareketinin İstanbul'a karşı meşruluğunu
müttefikleri arkasından kabul etmişlerdir.
Anadolu savaşı
sırasında, Kurtuluş kadrosunun güttüğü Sovyet dostluğu siyaseti ise, son
hesaplaşmada Anadolu'nun ve boğazların Sovyetleşmesini önlemekten, en kritik
durumda, İkinci Dünya Savaşı'nda İngiliz siyaseti güdülmesinden başka bir sonuç
da vermemiştir. Yüksek siyasette çekilen söylevlere, edilen küfürlere, yani
literatüre değil, maddi sonuçlara bakmak gerektir.
Lawrance'in tarih yüzüne çıkışı ile
1917 ihtilâli arasındaki rastlantı.
19'uncu yüzyıl başlangıcından
1917'ye gelene kadar İngiltere Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasına bilhassa
parçalanmasına karşıydılar. Bunu Osmanlılar içinde debelendikleri kapitülasyon
şartlarıyla anlayamadılar. İngiltere ancak 1917'den sonra Rus baskısından Rus
payından kurtulduğunu sanarak, Osmanlılığın gerçekten parçalanıp yıkılmasına
yanaşmıştır.
Bir yandan dünyaya
yaygın bir gerçek barışseverlik politikası kampanyası sürdürüp bir yandan
-hatta el altından ihtilâl -yani vatandaş savaşı körüklenemez. Böyle bir
kurnazlığı mümkün sayanlar, kısa bir süre sonra, hele endüstri ve sosyal
haklarını elde eden güçlü organizasyonlar -başta sendikalar-bakımından
ilerlemiş memleketlerdeki proletaryanın bu iç savaşı kabul etmedikleri
gerçeğiyle karşılaşacaklardır.
Bir memlekette sosyalizmin
hemen başarı kazanması için o memlekette üretimin sosyalleşmiş olması şarttır.
Milli demokratik devlet,
bir sınıfın, hatta karşılıklı duran iki sınıfın değil, halkların ezici
çoğunluğunu temsil eden bütün vatansever partilerin meydana getireceği devlettir.
Üretim güçleri yüksek
bir basamağa erişememiş bulunan toplumlarda, sosyalizm ancak toplum
kuvvetlerinin sosyalizmi kurma güçlüklerini –fedakârlıklarını-gönüllü olarak
omuzlamaları, buna uzun zaman dayanmayı isteyerek göze almalarıyla mümkün olur,
yoksa, halkları zorlamak icabeder ki, bu zorlama sonunda varılan amaçla bu
amacı elde etmek için ödenen pahanın iyi hesaplanması zorlamayı göze alanlar
için var olmak şarttır.
İngilizlerin mütarekede, İngilizlerin Halifelik'ten yana
oldukları yalanını ortaya çıkaran en büyük delil, İstanbul'un sonuna kadar
askeri baskı altında tutulması, buna karşılık Ankara’dakilere hiçbir İngiliz
asker baskısı gösterilmemesidir. Sh:87-93
**
Misak-ı Milli neden (Milli) oluyor? Hatay'ın Arap sayılıp
Suriye'ye bırakıldığı bir çağda, Kürtçe konuşulan topraklar üstünde (Kürt Teali
Cemiyeti), (Kürt Muhtariyeti) meseleleri atılmışken İngilizler-Fransızlar neden
durmamışlar bu meselenin üstünde?... Şeyh Sait isyanını çıkaran Kürdistan,
niçin, İngiliz kurmayları oralarda fınk attıkları halde, istiklâl, hiç değil
muhtariyet istememişler?
27 Mayıs'ın mümkün
olduğu bir memlekette toprak ağalarının, aracı kapitalistlerin devletin
dışında devlete dayanarak soyma gücünden başka devletten müstakil bir politik
güce gerçek bir sahip bulunduklarını düşünmek gerçeği düpedüz görmemektir.
-Toprak Ofisi'nin hâlâ
devletin elinde olması Türk köylüsünün Asyalı ticaret sisteminden
uzaklaşmadığını gösterir. (Buna pancar işini de katmak gerektir. Devlet
fabrikalarına satmak, tohumu devletten almak. Prim.
Mutlak fikir hareketin
tecridinden başka birşey değildir.
Üretim gidişi içinde
(Prosesüsü) insanların birbirleriyle olan münasebetleri mülkiyet
münasebetlerini (mülkiyet durumunu ( ) belirler, (tayin eder.) Bu mülkiyet
durumu üretim prosesü içinde insanların birbirleriyle olan münasebetleri
bilindi mi, artık toplumun bünyesi (constitutionu) kolayca anlaşılır. Çünkü
toplumun bünyesi, mülkiyetin bünyesine göre kalıp alır.
Bu açıdan Osmanlı
toplumuna, kısaca ve cahilce merkezi feodalite demenin -eğer bu sözde yanlışlık
varsa bizi nerelere götüreceği, ne korkunç karanlıklara, çıkmazlara atacağı
meydana çıkar.
Toplumumuzun dayandığı
ekonomik temel bilinmeyince bütün sosyalizm istekleri, kişiliğimizdeki romantik
atılımlardan, ütopik hayâllarden ileri gidemez. (Ayaklarımız kesinlikli yere
basmaz.) Marks'tan yüzyıl sonra bir ülkenin sosyalist geçinenleri kendi
yurtları için, kendilerini böyle bir cahilliğe bilerek bilmeyerek -ki burada
bilmemek artık özür değildir-bağlıyorlarsa, burada düpedüz kolaya kaçıp
kaytarmak, daha kötüsü boğuşmadan kaçmak, vardır. Hiç değil, kendimize ihanet
vardır. (Ekonomik materyalizm bir anlamda şemacılık henüz tarihsel idealizmi,
daha sarih olmak üzere idealizmi reddetmez.)
Sh:93-97
Bugün karşımıza Lâzlık ve Kürtlük
çıkarsa bunun suçu bizde -biz Osmanlılarda-dır. Çünkü Anadolu halkları Türk
halkları değil, Osmanlı halklarıdır. Türklük, aslında Osmanlı olan bir toplum
için birleştirici bir unsur olarak değil, ayırıcı, dağıtıcı bir unsur olarak
düşmanlar tarafından düşünülüp bize dayatılmış bir tutumdur.
Örnek: Türkçeyi "Öz Türkçeye
doğru geliştirmek" bir açıdan düpedüz vatan ihâneti sayılır. Türk dilini,
Lâzların, Kültlerin büyük kitleler halinde yaşadığı bir vatanda salt öz Türkçe
olarak geliştirmeye kalkmak, bu iki unsuru, bunların yanı sıra, öteki Türk
olmayan unsurları kendi isteğimizle Türkleşmenin dışında tutmaya çabalıyoruz
demektir. Aslında biz batılaşmaya, yani
gâvurlaşmaya-Frenkleşmeye-Anglo-Saksonlaşmaya çabaladığımız için, Lâzları,
Kürtleri Türkleştirmeyi aklımızdan geçirmekte olamayız. Çünkü bizzat kendisini
bir başka şeyle değiştirmeye yönelmiş, buna aptalca koşulmuş bir toplum, başka
toplumları kendisine benzetemez, kendisi içinde eritemez. Bu açıdan kendilerini Türk sayan aydınların, İttihatçılardan bu yana
sürdürdükleri Türkleşmek akımı düpedüz, bağımsız devletten ve parçalanmaz
vatandan vazgeçme atılımıdır.
Her şey, Türkiye Cumhuriyeti
lâfının, Osmanlı Cumhuriyeti sözüyle değiştirilmesi sonucu doğru ve güçlü
temeline oturacaktır. Bu kadar basit bir gerçeği 1923 Osmanlı aydınları
sezmemiş, bilmemiş olamazlar. Tutulan yol, sezmemekten, bilmemekten, idrâk
etmemekten değil, dış düşman güçlere, birer maaş karşılığı teslim olmak
namussuzluğundan ileri gelmiştir. (Birinci Dünya Savaşı'na hâzinede 35 bin
altın lirayla girenler, savaş süresince açlıktan ölmediklerine,
çoluk-çocuklarını besledikten başka, her biri kendi veletlerine oldukça
mal-mülk de bıraktığına göre, aylıklarını dış düşmanlardan
–sözgelimi-AlmanIar'dan alarak yaşamışlardır. Bu açık gerçeği görünce neden Osmanlılığın Türklükle bu kadar kolay
değiştirildiği anlaşılır. Çünkü
ödenen maaşlar, Osmanlılığı silip süpürmek şartıyla verilmiştir.
Kürdistan problemini yok saymak,
doğuyu yok bahasına satılığa çıkarmaktır. Biz
müsbet Osmanlılık tarihsel gelenek çizgisinde toplum olarak kaldıkça, hiçbir
bağımsızlık, coğrafya gerçekleri inkâr edilmedikçe, Kürdistan'ı mutlu edemez.
Bu, elbette Kürdistan'ın kendi meselelerini kendi şartları içinde kardeşçe
halletmeyecektir. Ankara'da ne idükleri belirsizlerin çıkardıkları Batı
aktarması kanunlarla yürütmek zorunda kalacaktır anlamına gelmez.
Kürtler
kendi meselelerini ellerine almadıkça, çözüm yollarını bizzat araştırıp
bulmadıkça, en iyi niyetli davranışlarının bile kendilerini aldatmaktan,
emperyalizme alet olmaktan, amacını bilir bilmez şantaja sapmış bulunmaktan
kurtulamazlar. Bütün gerçeğe dayanmayan direnmeler,
eğer birer emperyalizm ajanlığı değilse, düpedüz bilgisizlik, sorumsuzluk,
insan dışılıktır. Sh: 274-275
Kaynak: Kemal TAHİR, ÇÖKÜNTÜ, Yayına hazırlayan : Cengiz
Yazoğlu, Bağlam Yayınları, Birinci Basım : Eylül 1992, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder