CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA İSTANBUL'DA DİLENCİLİK (BİR DİLENCİNİN ANILARI)
Mevlüt ÇELEBİ
Doç. Dr. Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
GİRİŞ
İnsanlık
tarihiyle yaşıt “meslek”lerden biri olan “dilencilik”, yer ve zaman farkı
gözetmeden her toplumda görülmektedir. Dilenciler, esas olarak, her insanda var
olan “merhamet” duygusundan faydalanmaya çalışırlar. Bir yönüyle, karşıdakini
kendilerine acındırmaya gayret eden dilenciler, bunu gerçekleştirmek için çoğu
zaman olduklarından farklı görünürler. En çok fiziksel durumlarını sui-i
istimal ederek muhtaç rolünü oynarlar.
Dilenciliğin
arka planında muhtaç insanların toplumsal dayanışmayla ihtiyaçlarının
giderilmesi gibi makul bir gerekçe de bulunmaktadır. Bu haliyle, gerçekten
çalışamayacak ve muhtaç durumda olanların, yaşamlarını devam ettirmek için
toplumsal dayanışmanın yerine getirilmesine itiraz edilmeyebilir. Ancak, bu iyi
niyetli yaklaşımda bile, yanılma payı hiç de azımsanamayacak derecededir.
Çünkü, dilenenlerin büyük çoğunluğu için dilenmek, muhtaç olmak ile, bunu
meslek haline getirip kolay yoldan hayatı devam ettirmek arasında ince bir
çizgiyi ifade eder hale gelmiştir.
Ele
alacağımız dilencinin anıları, Sedat Simavi'nin sahibi olduğu, müdürlüğünü
Ahmet Cemal'in yaptığı haftalık Arkadaş dergisinde 4 sayı halinde
yayınlanmıştır. [“Bir Dilencinin Hâtıraları”, Arkadaş, No:14 (26 Eylül 1928)-17
(17 Teşrin-i evvel 1928).] Bir gazeteci, uzun zamandır tanıdığı birinin, daha
önceleri dilencilik yaptığını öğrenir. Bunun üzerine, dilencinin anılarını
dinleyerek, onun ağzından aktarır.
Anıları
kaleme alan gazetecinin ve dilencinin kimliği hakkında herhangi bir bilgi
bulunmamaktadır. Anılarda bilhassa dilencilik mesleğinin inceliklerine yer
verildiği görülür. Ne var ki, anıların hangi döneme ait olduğu konusunda her
hangi bir bilgiye ve ipucuna da rastlanmamaktadır.
“Bazen
ne iyi tesadüfler vardır. İnsanın gökte aradığı yerde ayağına takılıverir. İşte
böyle bir tesadüf beni işten çekilmiş eski bir dilenci ile tanıştırdı. Onunla
hayli zamandır ahbaptım. Vaktiyle dilenci olduğuna bin bir şahit isterdi. Gayet
çelebi, zarif bir adamdı. Ahbaplığımız ilerledikçe onun emniyetini, teveccühünü
kazanıyordum. Şimdi itiraf edeyim bu emniyet ve teveccühü kazanmak için bütün
kuvvetimi sarf etmiştim. Sebebini anlatayım:
Hemen
her gün benim çıktığım kahveye geliyor, nargilesini, kahvesini ısmarlıyor,
dereden tepeden konuşuyordu. Üstü başı temiz, hali vakti yerinde bir adama
benziyordu. Evvela bir mütekait sanmıştım. Laf arası memuriyette bulunup
bulunmadığını sormuştum. Menfi cevap aldım. İrat sahibi de olabilirdi. Lâkin
bütün bu tahminlerim kati değildi. Onun hakiki hüviyetini anlamak benim için
artık bir gâye olmuştu.
Bir
gün onunla konuşurken kahveye ihtiyar bir dilenci girmişti. Bizim masaya
yaklaşınca arkadaşa dikkatli dikkatli baktı. O güne kadar bir dilenciye on para
verdiğini görmemiştim. Eşref saati mi geldi nedir? Dilenciye beş guruş sadaka
verdi.
Biri
verir öteki alırken göz göze idiler. Ben bu bakışlarda bir anlaşış, tanışış
sezmiştim. Dilenci gittikten sonra, arkadaşın dalgın dalgın düşünmeye
başladığını gördüm.
Çok
geçmedi, kalktı kahveden çıktı. Bana da merak olmuştu. Arkasından takip ettim.
Köşeyi döner dönmez bir az evvel kahveye gelen dilenciye yaklaşıp konuşmaz mı?
Bu mülakat bana esrarengiz görünmüştü. Arkadaşa açık açık sordum. Bana
hatıralarını anlattı, yalnız isim söylemeyeceğimi vaat ettiğim için müstear
nâmeler kullanacağım.”
“12
yaşındayken babam ölmüştü, annem de hastalıklıydı. Mektebe gidemedim. Zaten
tembeldim, çalışmak istemiyordum. Konu komşu halimize acıdılar, beni bir
demircinin yanına çıraklığa koydular. İş zordu, koca körüğü körüklemekten göz
açmaya vakit bulamıyordum. Aldığım gündelik, yaşıma göre fena değildi ama
durmadan dinlenmeden çalışmak gözümü yıldırmıştı. Annem de ölünce işi gücü
bıraktım. Cebimdeki para ile iki üç gün yaşadım. Dördüncü gün açlıktan
kıvranıyordum. Eski ustamın yanına gittim, başka çırak aldığı için beni kovdu.
Nereye gittimse hep 'çalış' dediler. Yine bir akşam iş aramaktan dönüyordum,
yorgunluktan kaldırıma çökmüşüm. Boynu bükük oturuyordum. Birden bire önüme bir
guruş düştüğünü gördüm... Başımı kaldırdım, parayı atan adam sakin sakin
gidiyordu.
Bu
havadan gelen guruş beni bu yola sevk etmişti. Öyle ya, sessiz sedasız
otururken para gelirse, el açmak biraz da ağlar gibi yalvaracak olursan,
guruşlar yağmur gibi yağacaktı. Yürümeden, yorulmadan para kazanmak az keyif
mi? Artık ben, tam işimi bulmuştum. Gelenlere geçenlere bakıyor, ağlamaklı bir
sesle yalvarıyordum, elimi açıyordum. O akşam yatsı ezanına kadar, oturduğum
yerde elli guruştan fazla para kazanmıştım. O gece mükemmel karnımı doyurdum,
ertesi sabah, aynı yere çöktüm. Çok geçmedi. Yanıma ihtiyar bir dilenci geldi:
- Niye oturuyorsun burada? Dedi.
- Sana ne? Dileniyorum.
- Hadi kalk git... Burası benim yerim...
- Para ile mi satın aldın? Neden senin
yerin oluyormuş? İhtiyar çok kurnaz ve tecrübeli bir şeymiş! Benimle kavgayı
kesti.
- Kimsin? Nesin? Nerelisin? Dedi, ahiret
sualleri sormaya başladı.
Benim
'zanaat'tan olmadığımı, işe henüz girmiş olduğumu anlayınca:
- Bu 'zanaat' sandığın kadar kolay
değildir. Sen, gözü açık bir çocuğa benziyorsun, dedi.
Bana
uzun uzun nasihatler verdi.
- Haydi seni eve götüreyim. Biraz
kıyafetine çeki düzen vereyim. Benimle çalışırsan daha fazla kâr edersin.
Ve
her dilencinin iskele gedikleri gibi gedikli yerleri olduğunu, 'zanaat raconu'nda
buna dikkat edilmesi lazım geldiğini öğretti.
Onun
evini, ya bir yangın yeri, yahut yıkık bir teneke kulübe sanıyordum. Bir hayli
yürüdük, yürüdük.
Şu
var ki, yan yana yürümüyorduk. Ben onu arkadan takip ediyordum. O yürürken
ağlayarak sızlayarak el açıp dileniyordu. Bir şeyine dikkat ettim. Herkesten
para istiyordu, hatta üstü başı yırtık pırtık dilenciden farkı olmayanlardan
bile para istiyordu. Yolun yarısında dayanamadım sordum. O başını salladı:
- Bu 'zanaat' bunun üzerine kurulmuştur.
İşte kim olursa olsun iste! Nerede olursan ol iste!.. Kovul, yine iste!..
Sövsünler, dövsünler yine iste!!
Böylece
'zanaat'ın 'elifini öğrenmiş oldum...”
“İhtiyar
önde, ben arkada tekrar yürümeye koyulmuştuk. İhtiyar dar bir sokağın köşe
başında durdu:
- Şimdi ben bir evin önünde duracağım...
Sen içeri girersin. Orada sana yapacağın şeyi anlatırlar.
Ve
hakikaten gitti, harap, çatısı çökük bir kara tahtalı, evin önünde durdu.
Kapıyı çaldı. Ne yapacak diye bakıyordum. Kapı açılmıştı, o elini açmış
dileniyordu. Ben de yaklaştım. O dişleri arasından:
- Bakınma, dedi. Gir içeri...Ben kapıdan
girerken, bir çocuk elinde bir kap yemek uzatıyordu. İhtiyar:
- Allah razı olsun... Veren eliniz dert
görmesin diyormuş gibi gözleriyle beni işaret ederek, aynı dilenme ahenginde de
söyleniyordu.
- Bu çocuğu alın... Yüzünü gözünü
kirletin... Esvaplarını da değişin... Arka kapıdan çıksın... Caddede beni
bulsun!
Beni
alt katta ufak bir odaya almışlardı. Taşlığın ve odanın karanlığından
evdekilerin nasıl insanlar olduğunu görememiştim. Fakat gözlerim açılınca biri
ihtiyar, biri orta yaşlı iki kadın, işini bilir bir tavırla beni aralarına
aldılar ve:
- Kimsin, nesin? gibi suallerle vakit
geçirmeden ihtiyar dilencinin emirlerini yapmaya başladılar. Çenemin,
burnumun kenarlarına kalaycı çamuru sürdüler. Cıvık merhemlerle yüzümü, gözümü
öyle sıvadılar, o hale getirdiler ki, ben bile aynada kendimi tanıyamıyordum.
Bu iş bittikten sonra ihtiyar kadın, kirli, yırtık pırtık bir gömlekle,
gömlekten daha kirli, daha yırtık bir ceketle pantolon verdi:
- Haydi bunları değiş, dedi. Orta yaşlı
kadınla birlikte odadan çıktı. Buranın bir tezgah olduğunu anlıyordum. Hani
oyuncular şanoya çıkarken yüzlerini, gözlerini boyarlar ya, biz dilenciler de
onlara benziyorduk.
Yırtık
pırtık esvapları sırtıma geçirdim. Benim eski esvaplar bunun yanında bayramlık
urbalar gibi kalırdı.
Ayaklarıma
giymek için bir çift kundura artığı verdiler ve ayağımın birini kirli bezlerle
sardılar, ihtiyar kadın:
- Yürürken topallayacaksın anladın mı?
Dedi.
Onu
ben bezler sarılırken anlamıştım. Kolumun birini de sarıp bir bezle boynuma
astılar. Hazırlık bitince beni evin bir arsaya açılan arka kapısından
çıkardılar:
- Haydi, efendi seni caddede bekliyor,
dediler.
'Efendi!'
İhtiyar dilenci olacaktı. Hakikaten onu caddede kaldırıma oturmuş, dileniyor
buldum. Beni görür görmez tepeden tırnağa kadar süzdü; burun kıvırıyordu:
- Baştan savma olmuş... Daha çeki düzen
verebilirlerdi... Hem sen, iyi topallayamıyorsun! Topallayan adam acıdan yüzünü
buruşturur. Senin bir kahkahan eksik! Biraz dişini sık gözlerinden yaş
gelsin... Sonradan neden sol kolunu bağladın?
- Ben bağlamadım, evden bağladılar.
- Sağ kolunu bağlayacaklardı. Sağ kolu
sağlam olan adam çalışabilir. Tetkikini, tenkidini bitirmişti.
- Haydi, yola, dedi. Sen sol koluma gir,
beraber yürüyeceğiz. Lokantaların, tatlıcı dükkanlarının önünde, ağzından
salyalar akarak duracak, çok acıkmışsın, canın çeki liyormuş gibi bakacaksın.
Gittikçe
'zanaat'ın güçlüğünü ve ehemmiyetini anlıyorum. Herkes sanır ki, elini aç
dilen! Zahmetsizce para cebine girer. Yağma yok. Yolu yol ile, ormanı balta ile
demişler, büyükler sözüdür.
İhtiyarın
koluna girmiştim. Dileniyorduk. Görünüşte ben, onu çekip götürüyordum, halbuki
asıl yürüten, idare eden o idi. Her lokantanın, her dükkanın önünde durmuyordu.
Ben, kendi kendiliğimden duracak olsam, koluyla kolumu sıkıyor:
- Buradan hızlı geçelim. Bu dükkânın
sahibi aksi bir heriftir. Dövmeye, polis çağırmaya kalkar.
Yahut
da:
- Hiç etrafa bakma, garsonlar içeri
sokmazlar. Bize oradan ekmek yok, diyordu.
O
gün, akşam, ortalık kararıncaya kadar dilenmiştik. Halimize acıyan merhametli
adamlar,
parayı kâh onun avucuna, kâh benim avucuma atıyorlardı. İhtiyar, benim
avucumdakini bırakmıyor, hemen alıp ceketinin iç cebine sokuyordu. Şöyle
tahminime göre, o günkü hasılat yüz guruştan fazla idi. Ama gümüş para yüz
guruş!
Fena
kâr mı sanki? Yollar tenhalaşınca ihtiyar:
- Eve dönelim, dedi.
Ben,
esvap değiştirdiğim eve gideceğiz, ben orasını da ihtiyarın evi sanıyordum.
Hakikaten o eve arka kapıdan girdik. İhtiyar, kapıyı işaret verir gibi
tıkırdatarak çaldı.
Kapıyı
açan kadınlar, bizi hürmetle karşıladılar. İhtiyarın, birden tavrı değişti.
Sert bir sesle emretti:
- Çocuğun yüzünü, gözünü yıkayın.
Vücuduna göre bir kat temiz esvap verin. Sonra yarın da, bugün yaptığınız
münasebetsizlikleri yapmayın. Sağ kolunu bağlayın. Zerdeçal ile yüzünü
sarartın...
Kadınların
cevabını beklemeden yukarı kata çıkmıştı. Ben, yeni, temiz esvapları, az yeni
kunduraları giyinmiş, babam sağken bayram günleri giyindiğim halde idim. Bir
saat sonra, merdivenden aşağı, açık renk pardösülü, eli bastonlu, tertemiz
beyaz sakallı bir bey iniyordu. Evet, bu temiz, kelli felli bey, bizim ihtiyar
dilenci idi. Gözlerimdeki hayrete ehemmiyet vermeden:
- Haydi gidelim, dedi.
İki
kadın onun elini ayrı ayrı öptüler. Ben de onların ellerini öptüm. Sokağa
çıktık. Acaba gezmeye mi gidiyorduk? Bir şey sormaya cesaret edemiyordum.
İhtiyar, bastonuna dayanarak, dik dik yürüyordu. Sokakta rast geldiğimiz bir
bey ona yerden bir selam vererek:
- Akşam-ı şerifler hayır olsun hacı bey!
- Eyvallah Sıdkı Bey!
Hayretimden
bağırmamak için dişlerimi sıkıyordum. Böylece sağa sola selam sarkıtarak
yürüdükten sonra kasaba, zerzevatçıya, manava uğradık. Aldığımız nevaleleri
hamala yükledik.
Bakalım
nereye gidiyorduk?
Hiç
tanımadığım sokaklardan geçtik. Nihayet ihtiyar, üç katlı, beyaz boyalı konak
yavrusu bir evin önünde durdu. Cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açtı.
İçeriye seslendi:
- Şaziye, kızım, getir, hamal küfesini
boşaltsın!
Demek
dilencinin asıl evine gelmiştik!”
“Hamal,
küfesini boşaltırken, kapıda bir gölge daha peyda olmuştu. Bizim ihtiyar,
eliyle onu çağırdı ve beni göstererek:
- Hasan, dedi. Bu senin odanda yatacak,
seninle beraber yemek yiyecek. Anlaşıldı mı?
Hasan,
boyu cüce denilecek kadar kısa bir köse idi. Başını salladı:
- Anladım efendi.
Bana
gözüyle işaret etti:
- Buyur peşimden...
Ben,
eve gireceğiz sanırken bu yeni vaziyet karşısında şaşırmıştım. Kös kös Hasan'ı
takip ettim. Hasan, eve bitişik, tek katlı bir dairenin basık kapısını
anahtarla açtı, beraber içeri girdik.
Burası,
ahırdan bozma bir oda idi. Hasan, bana, vazifelerimi öğretti. Bütün işleri
nöbetleşe yapacaktık. Hasan, fena adama benzemiyordu, bilhassa efendisine çok
sadıktı.
Bana:
- Ağzını sıkı tut, diyordu. Sen açıkgöz
bir çocuksun. Efendiyi ne kadar hoşnut edersen, hakkında o kadar hayırlı olur.
Efendi ile işe çıktığın zaman dalga geçme, öğren. Efendi, vaktiyle beni de
yetiştirmişti ama şimdi kalp illetine tutulduğum için yol yürüyemiyorum. Evin
işlerine bakıyorum. Ben, ne öğrendimse ondan öğrendim. Uzun etme,
talihliymişsin, efendiye tesadüf etmeseydin, sürünürdün. Şimdi kılığını kıyafetini
düzdün, bey gibisin. Ben de çalışıyorum dedimse, büsbütün değil, bazı mühim
günlerde efendi, beni de yedeğe alır. Yedek ne demek onu da öğrenince anlarsın.
Sen yalnız evdekilere de bir şey çaktırma, onlar bilmezler.
Dayanamadım,
sordum:
- Peki, evdekiler merak etmezler mi?
Efendi sabahleyin çıkıyor, akşam geç vakit geliyor. Nerdedir, ne iş yapıyor?
diye sormaz, araştırmazlar mı?
Köse
Hasan, sinsi sinsi güldü:
- Karısı, kızı, oğlu, onu irat sahibi
diye bilirler. O, her gün iratlarının işleriyle uğraşır. Öyle ya, bakarsan bağ,
bakmazsan dağ olur. İratlar tamir istemez mi? Kimisini yeni baştan tamir
edersin, kimini boyatırsın! Aylık toplamayacak mısın? Her kiracı günü gününe
veriri mi? Hepsinin ayrı ayrı peşinden koşmalı, uğraşmalısın. Hani yalan da değil,
efendinin dükkanları, hanları vardır. Ay başlarında kendi gider, paraları
toplar.
Köse
Hasan'ın tavsiye ve nasihatlerini o gece bir hayli dinlemiştim. Sabahleyin
erkenden beni uyandırdı:
- Haydi kalk, hazırlan. Efendi şimdi
çağırır.
Ben,
hemen giyinmiştim, çok geçmedi, efendi çağırdı, beraber sokağa çıktık. Tabii
öteki eve gidip esvaplarımızı değiştirdik ve dilenmeye başladık.
Günler
geçiyor, efendi ile ben, aynı intizam ile çalışıyorduk. Bir gün ihtiyar:
- Yarın dedi, evde oturacaksın. Köse
Hasan'ın sözlerini hatırladım, irat toplamaya gidiyordu. Böyle böyle sanatın
hususiyetlerini, sanatın inceliklerini anlıyor, kavrıyordum. Fakat elime para
geçmemesi canımı sıkıyordu. Para isteyecek oldum, suratını astı.
- Aç mısın? Çıplak mısın? Yoksa açıkta
mısın? Parayı ne yapacaksın? Cebinde para olursa, sigaraya, rakıya alışırsın.
Daha zamanı değil. Para falan düşüneceğine, gözünü aç da zanaatı öğren...
Öğrenmesine,
hakikaten çok şeyler öğrenmiştim. Cuma günleri mesirelere gidiyorduk. Oralarda
çalgı çalan, gülen, oynayan, eğlenen insanların başına dikildik mi, def-i bela
için mutlaka bir sadaka verirler. Fakat bir mesirede, biteviye dilenmeye de
gelmez. Oradakileri kızdırdık mı, adamı sopayla kovarlar.
Vesaire,
vesaire.
Şimdi
yine bizim ihtiyara gelelim.
İhtiyar
para vermemekte ısrar ediyor, ben de inadına istiyordum.
Bir
gün, işten dönmüştük, ihtiyar, esvabını değiştirmek için yukarıya çıkmıştı. Ben
kılığımı değişmedim, ihtiyarın aşağı inmesini bekliyordum. O, temizlenip
inmişti, beni hâlâ dilenci kılığında görünce bağırdı:
- Bu ne kepazelik?
Fazla
söylemesine vakit bırakmadım, boynumu bükerek, elimi açtım:
- Allah rızası için bir sadaka...Veren
ellerin dert görmesin...
İhtiyar,
benim oyunumu anlamıştı. Bir kahkaha kopardı, cebinden on guruş çıkardı:
- Hak ettin köftehor, al bakalım, dedi.
Ve ihtiyardan alıp alacağım para da bu oldu.
Eğer
Köse Hasan da olmasa, büsbütün sıkılacak, çatlayacaktım. Köse Hasan, hikâyeler,
masallar anlatıyor, insanın gamını dağıtıyordu. Fakat nihayet bu da usanç
vermeye başladı. Ben, tembelliğimden dilenciliğe heves ettim. Halbuki ihtiyar,
beni dolap beygiri gibi çalıştırıyor ve benim yüzümden avuç dolusu para
kazanıyordu.
Ben,
o kadar çalıştığım, yorulduğum halde meteliksizlikten imanım gevriyordu.
Sokakta, canım bir şey istiyor, alamıyordum. İhtiyara, son olarak söylemeye
karar verdim, cevabı dayattım, hiç oralı olmadı.
Ben,
ertesi gün, sokağa çıktığımız zaman üzerimdeki temiz elbiselerle onun
dalgınlığından istifade ederek kirişi kırdım, çala taban kaçmaya başladım.
Acaba beni takip ediyor muydu? Diye, döndüm, baktım. Vakar ve azimetle
yürüyordu, doğrusu şaşırmıştım. Fakat köşeyi döner dönmez, ayağıma bir çelme
takıldı ve ben yüzükoyun yere kapandım.
Çelmeyi
vuran kimmiş biliyor musunuz? Köse Hasan! İhtiyarın kayıtsızlığı bundanmış.
Yanımıza yaklaşınca:
- Dünkü sözlerinden böyle bir halt
karıştıracağını aklım kesmişti, dedi. Hasan'ı önden böyle çıkardım.
Eliyle
omzuma vurdu:
- Aferin, ben de senden bunu
bekliyordum.
Alık
alık suratına baktım. Ben azar bekliyordum, o iltifat ediyordu:
- Hakkını istemeyen ya budaladır yahut
beceriksizdir. İkisini de sevmem. İşte böyle olmalı. Artık merak etme, sana cep
harçlığı vereceğim.”
“Bizim
dilenci akıllı, tecrübeli bir dilenci idi ama eli çok sıkı idi. Verdiği üç beş
guruş bana az geliyordu. Eh, sanatı da öğrenmiştim. İhtiyara açık açık
söyledim. Kendi başıma çalışmaya kati karar verdiğimi anlattım. O, yerini
yurdunu yani benim gördüklerimi kimseye söylememek şartıyla razı oldu. Böylece
ayrıldık.
Ara
sıra, ona rast geliyordum, dosttuk, ahbaptık. Tatlı tatlı konuşuyorduk. Bir gün
tesadüfümüzde bana:
- Sen zanaatı daha iyi öğrenememişsin,
dedi.
- Neden diye sordum.
- Görüyorum, sen hemen hemen hep aynı
semtlerde dolaşıyorsun, böyle olmaz.
- Peki, ne yapmalı?
- Her semtin bir günü, saati vardır.
Sonra günü olan yerler vardır. Bunların hepsini ayrı ayrı bilmeli, unutmamalı,
birer birer gezip tanımalı, kısmet denemeli. Hep aynı semtte dolaşırsan, oranın
ahalisi seni tanır, gözleri alışır, acımamaya başlarlar. Çoluk çocuk da peşine
musallat olur, deli yerine koyar. Kendine acındıracak yerde güldürürsün. Sonra
evlerde sinirli kadınlar da, her gün aynı dilencinin geçmesi, aynı sesi duymak
sinirlerine dokunur. Seni aşçı ile uşakla mahalleden kovdururlar.
Ben,
elem çekmeden dinliyordum. İhtiyar haklıydı. Son günlerde hasılat fena
düşmüştü. Demek sebebi varmış! İhtiyar, kolumdan dürtü:
- Bugün nereye gidiyorsun?
- Bilmem ki düşünüyorum.
- Bugün Balıklı panayırı var. Buralarda
durulur mu? Yollan panayır yerine. Bugün orada kısmet denemenin civcivli
zamanıdır. Hıristiyanların mezar günleri vardır. Ama Rum’un günü başka,
Ermeni’nin günü başka, Katolik'in günü de başkadır. O
günleri hesaplayacak, oraya gideceksin. Ama dikkat et, mezarlığın civarında
Hıristiyanlar çok oturursa hiç zahmete girme. Onlar, Müslüman dilenciye çokluk
para vermezler. Ermenice,
Rumca dilenmeyi öğrenirsen o vakit işin aynadır. Kadıköy'de
Uzun Çayır'ı bilir misin? Orada mezar günleri iyi olur. Dilene dilene vapura
binersin, dilene dilene mezarlığa gider, dilene dilene dönersin.
Bunu
öğrendikten sonra, işi temelinden kavramış oluyordum. Şişman tek göz bir Rum
karısı vardı, vakit vakit mezarlık taraflarında tesadüf ediyordum. Karı bana
aşık olmaz mı? Ama parası da varmış. Ondan da Rumcayı öğrendim. Feriköy,
Tatavla taraflarında para kırıyordum.
İhtiyar
Rum kadının öğrettikleri mühim şeylerdi. Ben de dilene dilene kendi kendime çok
şeyler öğrendim. Cuma günleri Sirkeci taraflarında gezmezdim. Çünkü kahveler
tenhadır. Cuma günleri seyir yerlerine gidilir. Çok kalabalık caddelerde de iş
yoktur.
Dilencilik,
çok karışık iştir. Gözünü açmadın mı adamın başı nara yanar. Sokakta yürürken,
otururken, daima gözlerini açıp etrafını kollamalı, gözetlemelidir. Sanatında
usta olmuş bir dilenci sokakları koklaya koklaya geçer. Öd ağacı falan gibi
kokular, cenaze kokuları. Bu fırsat kaçırılır mı hiç? Bekçi kazan getiriyor,
yahut ölü yıkayıcı lif taşıyor. Artık o sokakta demir atmalı. Bayram yerlerinde
de iş olur. Yalnız satıcılara pek yaklaşmaya gelmez. Kazançlarına mâni olurlar
diye, dilencileri kovarlar.
Dilenci
eğer korkak, utangaç, sessiz, miskin olursa felakettir, artık onun sonu gelmez.
Ama korkak, utangaç, sessiz, mendeburmuş gibi görünmeli, icabında kendini
göstermelidir. Mesela, birine el açıp para istersen evvela aldırış etmez, tabii
tekrar istersen bu sefer, para istediğin adam içerler, kaşlarını çatar:
- Defol, diye bağırır.
Usta
dilenci de yine:
- Allah rızası için bir sadaka istedik.
Ne bağırıyorsun? Cebinden zorla para alan yok ya! Biz de böyle değildik. Düşmez
kalkmaz bir Allah. Allah elden avuçtan düşürüp namerde el açtırmasın...
Cevabı
gördünüz mü? Fakat bunu söylerken orada dikilip durmak tehlikelidir. Herif
kızar, yerinden kalkar bir baston falan atar. İyisi mi hemen caddeyi tutmalı...
Herkesten
de aynı şekilde para istenmez, bir ihtiyara:
- Allah gençliğini bağışlasın! Denirse,
kızar. Onlara:
- Allah başka elem, keder vermesin.
Allah tuttuğunu kolay etsin. Ölmüşlerine rahmet. Allah tatlı canını kazadan,
beladan korusun... Evlatlarını bağışlasın, denilecek olursa, tesiri görülür.
Yan
yana giden bir genç erkekle bir genç kadına söylenecek söz başkadır:
- Allah sevgilini bağışlasın... Birini
bin etsin. İlâh.
Torunu
elinden tutmuş giden ihtiyarlara; hep çocuğa ait sözler söylenirse, kesenin
ağzını açarlar.
İş,
adamını bulmak ve ona göre dilenmek lazımdır. Bazı merhametli adamlar vardır,
ara sıra onlara görünmelidir. Hiç boş döndürmezler. Fakat itibarı taşırtmak da
iyi değildir. Çünkü kızarlar postayı keserler. Öyle ahmak dilenciler
görmüşümdür ki kendilerine acındırmak için sümüklerini, salyalarını akıtarak, pis
mundar bir halde gezerler. Halbuki böylelerinden halk tiksinir, para
vermemekten maada kovar. Kahvehanelere sokmazlar, gittikleri yerlerden
kovulurlar.
İşte
dilenciliğin esrarını anlattım. Fakat benim anlattıklarım, tekmil esrarıdır
diyemem. Ben işten çekileli belki daha çok, başka numaralar da icat olunmuştur.
En çok para getiren kısım “fukarayi sâbirin”den imiş gibi gösterebilmektir. Ama
bu, güç olduğu için çokluk tesadüf olunmaz.”
Metnini
verdiğimiz anıların dilencilik bakımından dikkat değer yönleri olduğu
görülmektedir. Dilencilik tekniğinde bir takım değişiklikler meydan gelmiş olsa
da, özü itibarıyla insanların acıma duygusunu sömürmeye dayanmaktadır.
Genelleme yapmaktan kaçınmakla birlikte, örneklerine günümüz yazılı ve görsel
basında rastladığımız, dilencilerin bu işi meslek olarak yaptıkları, anıların
da göze çarpan yönlerinden biridir. Sadece kolay yoldan para kazanmayı sağlayan
bir “zanaat” olmayı aşıp, servet sahibi olmanın en kolay yolu olarak dilencilik
yapılmaktadır.
Maksat
kolay yoldan ve mümkün olduğu kadar çok para kazanmak olunca, her yol mübah
olarak görülüyor. Din, ırk ve milliyet ayırımı gözetmeksizin ve hatta dinsen
öğelerden bile faydalanmak normal kabul edilmiştir. Kılık kıyafet ve fiziksel
durumda meydan getirilecek değişikliklerle, kendilerine acındırmaya önem veren
dilenciler, kimden neyi, ne kadar ve nasıl isteyeceklerini zamanla
öğreniyorlar. Ele aldığımız anılarda da gördüğümüz gibi, dilencilikte de
usta-çırak ilişkisi, mesleğin öğrenilmesinde en önemli eğitim aracı olarak
uygulanmıştır.
Dilenmeyi,
insanların duygularını sömürmenin en yüzsüz yolu olarak görenlerin, toplumsal
dokuya ciddi zarar verdikleri bir gerçektir. Namuslu insanların zor şartlarda
hayat
mücadelesi vermesi ile dilenerek kolay yoldan para kazanıp zengin olmak
ayırımında İkincisinin, giderek tercih edilir hale gelmesi acıdır. Dolayısıyla
dilenciliğin, sadece bugün değil geçmişte de zengin olma yolu olarak görüldüğü,
anıların işaret ettiği gerçeklerden biridir.
Belirttiğimiz
gibi, incelediğimiz anılarla bugünkü dilenme biçimi arasında bir takım
değişikliklerin meydana gelmiş olması doğaldır. Fakat, dilenmenin sanıldığı
kadar kolay ve basit olmadığı, kendine özgü birtakım usullerinin olduğu
anlaşılmaktadır. Bunu yaparken bir dilencinin başarılı olmasının temel yolu,
rolünü, inandırıcı ve gerçekçi oynamasına bağlıdır.
İyi
niyetli bir yaklaşımla, insanların dilenmeye ihtiyaç duymadan çalışıp
yaşamlarını devam ettirecekleri bir işlerinin olması idealdir. Ne var ki,
insanlık zenginleşse, iş imkanları giderek daha da artsa da, dilenmenin,
gelecekte de zengin toplumlar dahil olmak üzere, her yerde ve toplumda
görülmeye devam edeceğini söylemek abartma olmayacaktır. Sh: 159-169
Kaynak: BİR KENT SORUNU: DİLENCİLİK
18-19 EKİM 2008 Sempozyum Bildirileri, Yayına Hazırlayan: Dr. Suvat PARİN,
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Zabıta Daire Başkanlığı, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar