Print Friendly and PDF

DEĞİŞİM SANCISI-Eric HOFFER



Yeniliği gerçek anlamda hiç kimsenin istemediği izlenimini taşıyorum. Bizler yenilikten korkuyoruz. Dostoyevski’nin “yeni bir adım atmak, yeni bir kelime telâffuz etmek, halkın en çok korktuğu şeydir” derken kastettiği şeyle sınırlı bir durum değildir bu. Yeninin en önemsiz şeylerde tecrübe edilmesi bile, kolay kolay, kötü şeyler beklentisine yol açmadan gerçekleşmiyor.
1936 yılının büyük bir bölümünü bezelye toplayarak geçirmiştim. İmperial Valley’de Ocak başlarında işe koyulmuş, olgunlaşmış bezelyeleri toplaya toplaya kuzeye doğru yol almış ve Haziran ayında Tracy civarında mevsimin son bezelyesini toplamıştım. Daha sonra, ilk kez çalı fasulyesi toplayacağım yer olan Lake County’ye doğru yola koyuldum. Kendimi çalı fasulyelerine takdim ettiğim ilk gün ne kadar mütereddit olduğumu hala hatırlıyorum. Acaba çalı fasulyesi toplayabilir miydim? Bezelyeden çalı fasulyesi toplamaya geçiş şeklindeki bir değişiklik bile insanın korkmasına yol açabiliyor.
Köklü bir değişim söz konusu olduğunda duyulan rahatsızlığın daha derin ve daha uzun süreli olacağına şüphe yoktur. Bütünüyle yeni olan bir şeye gerçekten hazır olmamız asla mümkün değildir. Kendimize çeki düzen vermek zorunda kalırız ki, her köklü çeki düzen verme bir özsaygı bunalımı getirir; bir sınavdan geçer ve kendimizi kanıtlamak zorunda kalırız. Bir iç titremesine tutulmadan köklü bir değişimi karşılayabilmek için aşırı bir kendine güvene ihtiyaç vardır.
Bütünüyle yeni bir şeye asla hazır ve elverişli olamayacağımız basit gerçeğinin kendine has bazı sonuçları vardır. Bu gerçek, köklü değişikliğe maruz kalan bir topluluğun, uyumsuz insanlardan oluşan bir topluluk olacağı anlamına gelir ki, uyumsuzlar bir tutku atmosferinde soluk alır ve yaşarlar. Güven duygusundan yoksunlukla aklın tutkulu hali arasında yakın bir ilişki vardır ve ileride göreceğimiz gibi, şiddetli tutku kendine güvenin yerini alabilir. Bu ilişkiyi hayatın tüm alanlarında gözlemlemek mümkündür. Ustalığından emin bir işçi, işine gönül rahatlığıyla gider ve oyun oynar gibi çalışsa bile çok şey başarır. Kendine güveni olmayan acemi işçi ise, işine, dünyayı kurtarıyormuşcasına saldırır. Bir şey yapabilmek için de böyle davranmak zorundadır. Aynı şey askerler için de geçerlidir. İyi donanımlı ve iyi eğitimli bir asker, güçlü bir vatanseverlik duygusu taşımasa bile iyi savaşır. Aldığı eksiksiz eğitim dolayısıyla kendine güven duyduğundan morali yerindedir. Eğitimsiz bir asker ise, ancak coşku ve şevk ile şahlandığı zaman başarılı olabilir. Cromwell, sıradan halkın, asker şövalyelere ayak uydurabilmeleri için “önlerinde Tanrı korkusunun bulunmasına” ihtiyaç duyduklarını söylerdi. İman, coşku ve şiddetli tutku, genelde ustalık ve deneyimin bir sonucu olan kendine güvenin yerine ikame şeylerdir. Dağları yerinden oynatmaya yeterli teknik gücün bulunduğu yerde, dağları yerinden oynatan inançlara ihtiyaç yoktur.
Belirttiğim gibi, köklü değişime maruz kalan bir toplum, bir uyumsuz dengesiz, patlamaya hazır ve eyleme aç-insanlar topluluğudur. Eylem, güven kazanmamızın ve değerimizi kanıtlamamızın en kolay yolu olduğu gibi, aynı zamanda, dengeyi yitirmeye karşı dengeyi yeniden elde etmek ve ayakta kalmayı başarabilmek için kolları oynatıp havayı dövmeye benzer bir tepkidir de. Dolayısıyla, köklü değişim, insanın enerjilerini boşaltma vasıtalarından biridir. Fakat, değişim şokunun halkı etkili eylem adamlarına dönüştürebilmesi için belli koşulların, fırsat zenginliğiyle bir kendine güven geleneğinin var olması gerekir. Bu koşullara sahip olup köklü değişime maruz kalan bir topluluk, bir dizi eylemde boy gösterecektir.
İç Savaş’tan sonra soluğu Amerika sahillerinde alan milyonlarca göçmen müthiş bir değişim geçirdi. Hayli öfkelendirici ve hayli can yakıcı bir deneyimdi bu. Neredeyse bir gece içerisinde bütünüyle yeni bir dünyaya aktarılmakla kalmamış, fakat aynı zamanda, Avrupa’nın bir yerlerindeki küçük bir kasaba veya köyün sıcak toplu yaşamından koparılıp bireysel yaşamın soğuk ve kasvetli yalnızlığına itilmişlerdi. Kelimenin her anlamıyla uyumsuz olan bu insanlar, bir devrim infilakı için ideal malzeme durumundaydılar. Bununla birlikte, emirlerine amade geniş bir kıtaya, terakki için eşsiz fırsatlara, bireysel girişime ve kendine güvene büyük önem veren bir çevreye sahiptiler. Bu yüzden, Avrupa’nın durağan küçük kasaba ve köylerinden gelen bu göçmenler, çılgınca eylem peşinde koşmaya başladılar. İnanılmayacak kadar kısa bir sürede bir kıtayı terbiye edip hâkimiyetleri altına almayı başardılar. Biz Amerikalılar bu eylem cinnetinin eseriyiz.
Köklü değişime uğramış insanlar sadece kıt bir eylem imkânıyla yüzyüze kalır veya bireysel girişimler yoluyla kendine güven ve özsaygı edinemez ya da edinmelerine izin verilmezse her şey değişir. Bu durumda, denge, değerlilik ve kendine güven için duyulan açlık, bunların yerine başka şeyler ikame etmeye yönelir. Kendine güvenin yerini iman, özsaygının yerini gurur, bireysel dengenin yerini ise üyeleri birbirine sıkı sıkıya bağlı bir grup alır.
Bu ikame şeyleri elde etmenin sıkıntı anlamına geldiğini belirtmeye gerek yoktur. Ruhun kimyasında, bir ikame hemen her zaman patlamaya hazır bir şeydir. Salt onu yeterli ölçüde asla elde edemeyecek olmamız bile bunun için yeterli bir sebeptir. Gerçekten istemediğimiz bir şeyi asla yeterince benimseyemeyiz. İstediğimiz şey, meşruluğu sabit bir kendine güven ve özsaygıdır. Asıllarına sahip olamadığımız şeylerin yeterli miktarda ikamesini elde etmemiz asla mümkün değildir. Kendimizi makul ölçüde iyi bulmak ve vasat bir kendine güvene sahip olmak bize yetebilirse de, kutsal bir davaya olan inancın aşırı ve uzlaşmaz olması gerekir. Bir ulus, bir ırk, bir lider veya bir partiyle özdeşleşmekten doğan gurur, aşırı ve küstahçadır. İkame bir şeyin asla organik bir parçamız olamayacağı gerçeği, o şeye bağlılığımızı tutkulu ve hoşgörüsüz kılar.
Özetlemek gerekirse: Köklü bir değişim geçirmekte olan bir topluluk bireysel faaliyet ve terakki için geniş imkânlardan yoksunsa, iman, gurur ve birlik için güçlü bir temayül doğar. Söz konusu toplum, her tür çağrıya kulak kesilmeye hazır ve “dünyanın kaç bucak olduğunu gösterme” amaçlı toplu teşebbüslere can atar hâle gelir. Diğer bir deyişle, köklü değişim, belli koşullar altında, bir devrim atmosferi yaratarak fanatik tutumların, toplu eylemlerin, meydan okuyucu ve aşağılayıcı gösterilerin zuhuruna neden olur. Devrimlerin kökten değişiklikler gerçekleştirmek için yapıldıkları söylenir sık sık. Oysa, devrime zemini hazırlayan şey köklü değişimdir. Devrimci ruh hâlini, köklü değişimin oluşturduğu düş kırıklıkları, açlıklar, zorluklar ve kızgınlıklar şekillendirir.
Hiçbir değişikliğin olmadığı yerde devrime yer yoktur.
Sh: 5-8
I
Modern bilimin ilk günlerinde, önde gelen bilimadamları, tabiatın muazzam çeşitliliğinin basit birkaç yasaya dayalı olmasının kendilerinde oluşturduğu hayreti ve doğurduğu hazzı dile getirmekteydiler. Galileo, amaçlarına “sıradan, basit ve kolay” vasıtalarla ulaşmanın “tabiatın bir âdeti ve alışkanlığı” olduğunu düşünüyordu. Kepler, “tabiat basitliği sever” diye inanıyordu. Newton ise şöyle diyordu: “Tabiat basitlikten hoşlanır, görkemli ve gereksiz şeylerden ise hoşlanmaz.”
Aynı dönemde, insan tabiatını inceleyen kişiler ise basitlikten değil inanılmaz derecede bir karmaşıklığın mevcudiyetinden söz ediyorlardı. Montaigne, insan davranışlarının önceden kestirilemezliğini, değişkenliğini, çeşitliliğini ve kararsızlığını uzun uzun anlatmış durmuştur. Ona göre, bizdeki her parça her an kendi oyununu oynamaktadır ve “kendimizle benliklerimiz arasında kendimizle başkaları arasındaki fark kadar fark vardır.” Hem tabiatın hem de insan tabiatının öğrencisi olan Pascal ise, şeylerin basitliğini insanın çifte ve karmaşık tabiatıyla karşılaştırmıştır. Pascal’a göre, insan bir zıtlıklar yığınıdır: Bir melek ve bir gaddar, bir canavar ve bir olağanüstü yetenek, mahlûkatın tacı ve curufu, evrenin iftiharı ve yüzkarası, içimizde var olan her türlü uyum “düşsel, değişken ve muhteliftir.” Pascal şu yargıya varmıştır: “İnsanlar zorunlu olarak öylesine delidirler ki, âdeta, deli olmamak deliliğin bir başka biçimidir.” Ona göre, Eflatun ve Aristo, politikayla ilgili yazılarını bir tımarhanenin kurallarını belirlercesine yazsalardı daha doğru bir şey yapmış olurlardı. 
Tabiat incelemelerinde, bir izahatın, olaylarla uyumlu olmanın yanında mümkün olduğunca basit ve dolaysız olması da gerekir. Ortada birçok izahat varsa, en basit olanın doğruya en yakın olan olduğu kuralına göre davranılır. Bilimin doğası üzerine kalem oynatan bir yazara göre, daha karmaşık olan izahı seçmek, “batı yönünde hemen komşumuz olan kişinin evine ulaşmamız için doğuya doğru yönelerek dünyanın etrafını dönmek” ne kadar akla yakınsa o kadar akla yakındır.
İnsanla ilgili meselelerde ise, dolaysız ve basit yaklaşım, hiçbir surette akla yakın bir sonuç vermez. İnsanla ilgili şeyler söz konusu olduğunda, en basit gerçekliklere ancak en dolaylı yoldan ve en abartılı vasıtalarla ulaşılır. Öngörülebilir şeyler bile insanda öngörülemez şekilde tezahür ederler. İnsanın düşsel bir yaratık olduğunu unutmak demek, onun en can alıcı özelliğini gözden kaçırmak demektir. İnsanın tabiatı üzerine tefekkürde bulunurken, öncelik, en olmadık tahminlere ve sezgilere verilmelidir.
II
İnsan tabiatının düşselliği, kısmen, insanın tamamlanmamışlığından kaynaklanmaktadır. Mütehassıs organlardan yoksun bir varlık olarak insan, bir anlamda, bir yarıhayvandır. Kendisini teknolojiyle tamamlamak zorunda olan insan, bunu gerçekleştirirken âdeta bir yaratıcıdır—bir anlamda bir yarı-tanrıdır. Ayrıca, belli bir çevreye organik adaptasyondan mahrum olduğu için de, çevresini kendisine adapte etmek ve dünyayı yeniden yaratmak zorundadır. Kendini tamamlamak, fiziksel varlığının sınırlarını aşmak için sürekli çalışma, insanın yaratıcılığının enerji santrali ve gayritabiîliğinin kaynağıdır. Zira, insanın tabiatın sınırsız uysallığından ve sabitliğinden kurtulması, kendini tamamlama süreci içerisinde gerçekleşir.
İnsan tabiatının gayritabiîliği, insanın binlerce yıldır süren yükselişinin temel anlamına ışık tutmaktadır: Bu tırmanış, tabiattan yakayı kurtarmaya çalışmanın ve ona hâkim olan demir gibi sert yasaların boyunduruğundan kurtulmaya can atmanın bir sonucuydu. Bilinçli bir şey olmayan bu can atış, kendini güçlü hissetmekten kaynaklanmıyordu. İnsanın yükselişinin motoru olan tefekkür kendi kendinin farkına varış süreci, bir çaresizlik bilinciyle ortaya çıktı: Yarı-hayvan olan insan, tamamlanmamışlığını ve eksikliğini tüm yakıcılığıyla farketti. Daha lütuf kâr davranılmış varlıklara, bu varlıkların mütehassıs organlarına, yeteneklerine ve güçlerine tapındı. Hayvanları öldürmeye, etlerini yemeye ve derilerini giyinmeye başlamaları, muhtemelen, karın doyurmak ve soğuktan korunmak için değil de onların güçlerini, hızlarını yeteneklerini elde etmek ve onlara benzemek içindi. Çıplak, silahsız ve savunmasız olan insan, ilgisiz anne olan yeryüzüne umutsuzca sarıldı ve onun daha lütufkâr davrandığı çocuklarıyla tutkulu bir şekilde akrabalık iddiasına kalkıştı. Fakat, doğuştan kusurların ve yetersiz organların yerine başka şeyler yerleştirebileceğini keşfedince, tapınmayı ve taklidi bırakıp rekabete tabiata yetişmek, onu alt etmek ve aşmak için var gücünü ortaya koymaya başladı. Kendini tamamlamak ve imal etmek suretiyle, insan, aynı zamanda dünyayı da yeniden imal etmiş oldu. İnsan tarafından imal edilmiş bu dünya, artık tabiata sarılmıyor fakat ona hükmediyordu. Artık diğer canlılarla akrabalık iddiasını terketmiş olan insan ayrı bir varlık ve tür olduğunu ileri sürüyor ve kendisini diğer tüm canlılardan ayıran bir benzersizliğe ve asalete sahip olduğunu görüyordu.
Böyle bakıldığında, bir arzunun veya başarının beşerî eşsizliğini, beşerî işlerle gayriinsanî tabiatın işleri arasındaki farkı ne kadar vurguladığına bakarak tespit etmek herhâlde mümkündür. Özgürlüğe duyulan arzunun tüm beşerî tezahürlerin en esaslısı olduğu da açık olsa gerektir. Baskıdan, yoksunluktan, korkudan, ölümden kurtuluş, insan tabiatıyla tabiatı birbirinden ayıran uçurumu daraltacak ve insanı pasifliğe ve tabiat yasalarının cenderesine itecek etkilerden ve koşullardan kurtuluştur. Dolayısıyla, beşerî eşsizliğe karşı en düşmanca tezahür, mutlak gücün tezahürüdür. Mutlak güçte mevcut olan yıkıcı özellik, böylesi bir gücün insanı bir nesneye çevirmeye kalkışmaktan asla geri durmamasından ve onu kurtulmuş olduğu tabiatın rahmine geri dönmeye zorlamasından kaynaklanmaktadır. Zira, güç, her değişkeni sabit kılmaya ve emirlere tabiat yasalarının acımasızlığını ve insafsızlığını yüklemeye çalışır. Bu yüzden, mutlak güç, İnsanî amaçlar için harekete geçirildiği zaman bile tahripkârlığını korur. Kendini halkın çobanı olarak gören iyiliksever despot bile, insanlardan koyun uysallığı beklemekten kendini alıkoyamaz. Mutlak güçün kötü yanı insanlık-dışı oluşu değil, insanlık-karşıtı oluşudur.
III
Beşerî hususiyetleri tutarlı, net ve önceden kestirilebilir bir bütün hâline koymak için insanın tabiatını görmezden gelmek veya baskı altına almak ve tabiatın bir cephesinden ibaret görmek gerekir. Kuramcılar, insanın kaderini tayin eden güçleri, beşerî olmayan etkenlerle, takdiri İlâhî, kozmik ruh, coğrafya, iklim, ekonomik ve fiziksel-kimyasal etkenlerle sınırlamak suretiyle bunu yapmaktalar. İktidarı ellerinde tutan pratik insanlar, demir gibi sert bir disiplini ve körü körüne imanı benimsetmeye çalışıyor, ne yapacağı önceden kestirilemez bireyi yok edip birbirine kenetlenmiş bir yığın oluşturmaya çabalıyor, bireyin muhakemesini ve iradesini aralıksız bir propagandanın saldırısına ve baskıya maruz bırakıyorlar. Diğer insanların kendileriyle eşitliklerini ortadan kaldırmak suretiyle, tarih yapıcılar, geleceği önceden kestirebilir ve tarih yazarları geçmişi şekillendirebilirler. Tüm deterministlerde insana düşman bir unsur mevcuttur. Doğal hâliyle insanı bir hiç olarak gören bu kişiler, insan tabiatı gibi bir şeyin var olmadığını kanıtlamak için ellerinden geleni artlarına koymazlar.
En özgür toplumda bile, iktidar, insanları ne yapacakları belli olan otomatlara dönüştürmek ister. Güç sahiplerinin faaliyetlerini gözlerken, onların bilinçli olarak veya bilinçsiz olarak amaçladıkları temel şeyin bağımsız bireyi bağımsız oy kullanıcıyı, tüketiciyi, işçiyi, mülk sahibini, düşünürü bertaraf etmek veya etkisiz hâle getirmek olduğunu ve insanı, Aristo’nun köleyle ilgili tarifinde olduğu gibi, istenilen şekle sokulabilen “canlı bir alet” hâline getirebilmek için her türlü vasıtayı kullandıklarını hatırda tutmak gerekir. Öte yandan, bireysel özgürlüğü güçlendirmek için kullanılan her aracın da gücün mutlaklığını ortadan kaldırmayı temel amaç edinmesi gerekir. Gücün mutlaklığına zarar vermenin yolu, bireyin güçlenerek güç sahiplerinin karşısına çıkmasını sağlamak değil, gücü yaygınlaştırıp çeşitlendirerek her güç birimini veya kategorisini diğerleriyle karşı karşıya getirmektir. Güç tek elde olduğunda, yenilgiye uğramış birey, ne kadar güçlü ve maharetli olursa olsun, kendine sığınak ve dayanak temin edemez.
Tüm siyasî sistemler arasında, özgür toplumun, en “gayritabiî” toplum olduğuna şüphe yoktur. Bergson’un ifadesiyle, özgür toplum, içinde “tabiatınkiyle ters istikamette güçlü bir çaba’yı barındırır. Totaliterlik, bir teknik modernleşmeyle kol kola gittiği zaman bile ilkel olana doğru bir yöneliş ve tabiata bir geri dönüş oluşturur. Rousseau’dan günümüze kadar gelen “tabiata geri dönüş” hareketlerinin, asil ve yüce bir temele dayalı olmalarına rağmen, kaçınılmaz olan mutlakiyetçilikle ve kaba güce tapınmayla sonuçlanmaları anlaşılır bir şeydir.
İnsanın davranışlarının kestirilemezliğini ve karmaşıklığını göz önüne getirdiğimiz takdirde, etkili toplumsal yönetimin insan doğasıyla ilgili uzmanlık bilgisine dayandırılabileceği şüphelidir. Toplumların, insan tabiatını hesaba katmaya ihtiyaç duymayan mutlak diktatörlüklerin yönetimi altındaki devletin müdahalesinin asgari ölçüde olması durumunda da oldukça iyi işlemeleri mümkündür. Mutlak devlet de, itibarî devlet de, insan doğasıyla ilgilenme ihtiyacından sakınmanın yollarıdırlar.
IV
Güç, ister maddeye isterse insana hükmetsin, basitliğe düşkündür. Basit sorunlar, basit çözümler ve basit tanımlar ister. Karmaşıklığı zayıflığın bir sonucu, kaçınılmaz olarak tavize götüren dolambaçlı bir yol olarak görür.
Madde âleminde büyük basitleştiriciler büyük bilimadamlarından ve büyük teknisyenlerden oluşurken, beşerî meselelerde büyük basitleştiricilik büyük zorbalara Hitlerlere, Stalinlere mahsutur. Hitler ve Stalin, bir dereceye kadar, fizikçi ve kimyacıların maddenin bilimadamları olmaları gibi, insanın bilimadamlarıdırlar. Onları, politikalarını uygulamaya, cinayetlerini işlemeye, kuramsal ilkeler veya salt kötü niyet kadar bilimadamlarına has basitliği, kestirilebilirliği ve deneyi tercih etme temayülünü taşımaları da sevk etmektedir. Hatta ayrılıkçılara karşı acımasız muamelelerinde bile “bilimsel” bir özellik vardır: Bir istisnai durum formüle edilmiş bilimsel bir kuralın geçerliliği için ne ifade ediyorsa, bir ayrılıkçı da mutlak güç için aynı şeyi ifade eder—ikisinin de ele alınması ve bir şekilde bertaraf edilmesi gerekir.
Sovyet Rusya’daki mutlak güç sahibi insanların, Pavlov’un köpekler üzerinde gerçekleştirdiği deneylerden bu kadar çok toplumsal sonuç çıkarmaları, Almanya’daki ve komünist ülkelerdeki toplama kamplarınınsa, insanları hayvan yerine koyan ve tıpkı bilimadamlarının fareler ve köpekler üzerinde yaptıkları deneylere benzer deneylere tabi tutan, insanları insanlıklarından soyundurma fabrikalarına dönüşmeleri bir tesadüf değildir. Mutlak iktidar bir toplum değil bir hayvanat bahçesi ortaya çıkarır—bu hayvanat bahçesinin, D’Argenson’un deyimiyle, “bir mutlu insanlar koleksiyonu” olması mümkün olsa da.
Yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinde gözlemlediğimiz en cüretkârca davranış örneği, insanları mümkün olduğunca aşağı görme cüretkârlığıydı. Hitler de Stalin de bu dehşete düşürücü cüretkârlığı emsali görülmemiş derecede sergilediler ve dünyayı gafil avlayıp neredeyse istilâ ettiler.
Gücün kötülüğü tabiata hükmetmesinden değil insana hükmetmesinden kaynaklanır. Dağları yerinden oynatabilen ve nehirleri dilediği yere akıtabilen insanın kalabalıklara hükmedebilen ve insanları canlı robotlara dönüştürebilen kişi kadar keskin bir güçlülük duygusuna sahip olduğu kuşkuludur. İnsanın tabiat üstündeki hâkimiyetinin olağanüstü artışını insan üzerinde hâkimiyet tesis etme gayretinin izlemesi, yani, tabiata karşı zafer kazanmakla elde edilen gücün insanı köleleştinme amaçlı olarak devreye sokulması bu yüzden kuvvetle muhtemeldir. Böylesi bir gelişmeyle, ilk olarak, geç neolitik çağdan antik nehir-vadi medeniyetlerinin totaliterizmine geçişte karşılaşılmaktadır. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, yakın-doğuda, neolitik çağda, sanayi devrimine benzer bir şey yaşandı. Bunu izleyen medeniyet döneminde, temel uğraş, insanları zorbalıkla ve büyüyle terbiye etmek oldu.
Modern zamanların bilimsel ve endüstriyel devrimi, tabiat üzerinde hâkimiyet kurmada ikinci dev adımı temsil etmektedir; burada da, insanın tabiat üzerindeki hâkimiyetinin muazzam ölçüde artmasını, insana boyun eğdirme ve insan tabiatını tabiatın durumuna indirgeme korkunç eğilimi izlemektedir. Köleleştirmenin büyük bir gayretle tabiatı terbiye için kullanıldığı durumlarda bile, insan, gösterilen gayretin toplu boyun eğdirmeyi meşrulaştırmak için sergilenen bir taktikten ibaret olduğu izlenimine kapılıyor. Bu yüzden, bilim ve teknolojide elde ettiği olağanüstü başarılara rağmen, yirminci yüzyıl, gelecekte, muhtemelen, temelde insanları hâkimiyet altına alma ve yönlendirmeyle iştigal etmiş bir yüzyıl olarak anılacaktır. Milliyetçilik, sosyalizm, komünizm, faşizm, militarizm, kartelleşme, sendikalaşma, propaganda ve reklam, insanları yönlendirme ve insan tabiatının ele avuca sığmazlığını giderme insafsız dürtüsünün değişik cepheleridir. Burada da, atmosfer, zorlama ve büyüyle yüklüdür.
V
İnsan ile tabiat arasında ilk bariz ayrımı yapmış olmaları, antik İbranîlerin eşsizliklerinin önemli göstergelerinden biridir. Tüm antik medeniyetlerde, tabiatta meydana gelen şeylerle beşerî meselelerin seyri arasında köklü bir ilişkinin var olduğuna inanılıyordu. Büyü, insan tabiatı ile tabiat arasında bir benzerliğin var olduğu inancı üzerine kuruluydu. İnsan ile diğer canlılar arasında yakın bir ilişkinin veya akrabalığın var olduğunu ilk olarak İbranîler reddetti. Onların günleri, güneşleri, yıldızları, gökleri, yerleri, denizleri, nehirleri, bitkileri ve hayvanları o tarihten itibaren hiç bir defa gizemli güçlerin ve insanın kaderine hükmeden kişilerin koltuğu olmadılar. İbraniler, hem tabiatı hem de insanı yaratmış olan, fakat insanı kendi suretinde yaratmış olan bir ve yegane Tanrı’nın hemcinsleri olan bir yaratıcının el emeği bir toplumdan oluşuyorlardı. İbranilerden beri, evrenin anlamlı piyesini kozmik fonomenler değil de tarih oluştura gelmiştir.
Diğer canlılar için geçerli olan, en uygun özelliklere sahip olanın hayatta kalabileceği kuralına insanın meydan okuyabileceğini ve boşa çıkarabileceğini ilk ortaya koyanlar da yine antik İbranîler oldu. Zayıflığın unsurlarını gücün tüm vasıflarının kudretli ikameleri hâline getiren bir ruh kimyasını faaliyete soktular. Bağnazlığı, uzak umudu ve sınırsız kendini adamayı icat ettiler; bu ikamelerle donatılmış güçsüzler sadece hayatta kalmayı başarmakla kalmayıp sık sık güçlüleri şaşkına da çevirdiler.
İnsan tabiatının gayritabiîliği, genelde, güçlü insanlardan çok zayıf insanlarda en çarpıcı şekilde tezahür etmiştir. Güçlüler, bir kural olarak, daha basit, daha dolaysız ve daha kavranılır, diğer bir deyişle, daha doğaldırlar. Tabiattan yakayı kurtarma sürecinde ilk adımları atanların zayıflar olması bunun bir göstergesidir. Güçlüler tarafından ormandan çıkarılmış olan zayıflar, ilk olarak dik yürümeyi denediler, bir ruh yoğunluğu içerisinde ilk kelimeleri telâffuz ettiler, bir silâh ve alet olarak kullanmak için sopaya ilk onlar sarıldılar. Zayıfların, yoksun oldukları şeylerin ikamelerini geliştirme hususundaki fevkalâde yetenekleri, onların, teknolojinin evriminde başrolü oynadıklarını düşünmemize neden oluyor.
İnsan, en beşerî hasletleri bir çıkış yolu bulamadığı zaman sergiliyor. İnsanın elde ettiği muazzam başarılar, nadiren önünün kendiliğinden açılmasıyla gerçekleşmiş, daha çok da, çok arzuladığı bir hedefe insanın ulaşmasını engelleyen aşılmaz görünümlü bir engelin oluşturduğu ruhsal yoğunlaşma sonucu ortaya çıkmışlardır. Kudretli kelimeler ve tahrip gücüne sahip ikameler böyle doğmuş, ruhun yeri ve göğü içine alacak ölçüde genişlemesi ve sonsuz bir arayış içerisine girişi bu sayede gerçekleşmiştir.
İnsanın eşsiz serüvenine başlamasını insanın uyumsuzluğu bu gezegene fırlatılmış bir yabancı olması sağladığı için, beşerî mücadelenin ön safında çoğunlukla uyumsuzların ve yabancıların yer almasında ve bilinmeyeni ilk çözmeye çalışanlar olmalarında bir anormallik yoktur. Bir savunmasızlık durumundan kurtulma dürtüsü, çoğunlukla, insanı geri çekilmekten çok ileri atılmaya sevk eder. Dahası, bu durum, uyumsuzların kendilerini değiştirmek suretiyle uyumlu hâle gelmeleri kuralını, kendini dünyaya değil de dünyayı kendine uydurma kuralı hâline getiren beşerî örneğin benzersizliğiyle de uyum içindedir. İnsanları reforma, yeniliğe, araştırmaya ve atılıma sevk eden şey sahip oldukları bu özelliktir. Yeni topraklarda yerleşim hususunda, ekonomide, siyasette, kültürel alanlarda ve yeni tarzların geliştirilmesinde öncülük edenlerin uyumsuzlar olması bu özellikten dolayıdır.
Önü kesilmiş insanların kaybolup gitmek yerine yeni olanın yapı taşlarını oluşturmaları ve kendilerini şimdiye uydurmayı başaramayanların geleceği şekillendiren kişiler hâline gelmeleri insan türünün eşsiz zaferidir. Nietzsche ve D. H. Lawrance gibi kişiler, zayıfların bozulmaya ve çürümeye yol açabileceklerini düşünürken hata ediyorlar. İnsan türünün eşsizliğini sağlayan şey zayıfların oynadıkları özel roldür. Zayıfların insanoğlunun kaderini belirlemede oynadığı başat rol, doğal yetenekleri ve hayatî içtepileri bozma yönünde değil, insanın tabiattan yakasını sıyırıp daha sonra ona hâkim olmasını sağlayan sapmanın başlangıç noktası olma mahlukatın düzenini bozma değil, yeni bir düzen oluşturma yönündedir.
Zayıflarda asalet yoktur. Onların iman, cüretkârlık ve kendini feda etme gibi yüce davranışları su götürür nedenlere dayalıdır. Zayıflar, kötülükten değil, zayıflıktan nefret ederler; onların kendilerine karşı duydukları nefret, zayıflığa duydukları nefretin bir göstergesidir. Zayıfların tüm tutkulu arayışları, bir dereceye kadar, istenmeyen bir benlikten kaçmak, onu gizlemek veya bulanıklaştırmak için birer can atıştır. Bu can atışlar garaz, kıskançlık, kendini aldatma ve bir dizi aşağılık içtepinin eseridir. Buna rağmen çoğunlukla muazzam başarıların elde edilmesini sağlarlar. Sıradan işlerde başarısız olan insanların imkânsız olana ulaşma eğilimi sergilediklerini görürüz. Muhteşem planları gerçekleştirmeye heves eder ve daha üstün insanları zor durumda bırakacak işleri ifa hususunda benzersiz bir sebatkârlılık ve görülmemiş bir hareketlilik sergilerler. Mümkün olanı halletme hususunda başarısızlığa uğramanın insanları imkânsızı yapmaya yöneltmesi bir paradoks gibi gözükebilir, fakat zayıfların kafa yapısına aşina olan kişi, bu cüretkârca davranışın bir kolaya kaçış olduğunu bilir: Zayıfların bu kadar heveskâr bir şekilde muazzam teşebbüslerde bulunması, başarısızlıktan sorumlu olmamak içindir. Zira, mümkün olanı elde etme hususundaki başarısızlığımızın sorumluluğu sadece bize aitken, imkânsız olanı elde etmede başarısız kaldığımızda başarısızlığı teşebbüsün büyüklüğüne atfederek kendimizi temize çıkarırız.
Yeteneksizler ve uyumsuzlar, tüm alanlardaki yenilikleri teşvik ve kucaklama hususunda da yüksek ölçüde bir maceraperestlik sergilerler. Köklü toplumsal reformları destekleyenler, iş hayatında ve sanayide yeni atılımlar gerçekleştirenler, çölleri terbiye etmeye kalkışanlar veya edebiyat, sanat, müzik gibi alanlarda yeni ifade tarzları bulmaya çalışanlar genellikle başarılı insanlar değildir. Başarılı insanlar genellikle oldukları yerde kalır ve nasıl yapılacağını bildikleri şeyi daha çok ve daha iyi yapmaya devam ederler. Yeni olana atılış, çoğunlukla, savunmasız konumdan bir kaçış ve yeteneksizliği gizlemek için bir manevradır. Bir öncü rolü üstlenmek, kişinin, kendisini, yeteneksizliğin ve beceriksizliğin kabul edilebilir ve hatta kaçınılmaz olduğu bir konuma sokması demektir. Çünkü, deneyim ve teknik bilgi yeni olanın üstesinden gelmede fazla etkili değildir ve bütünüyle yeni olanın kötü biçimli ve çirkin olması beklenir.
Kuşkulu saiklerle etkileyici başarılar arasındaki uyumsuzluğa işaret etmek insanlığı yermek değil övmektir. Zira, insan yaratıcılığının dikkat çekici özelliği, önemsiz ve sıradan içtepileri muazzam sonuçlara dönüştürme yeteneğidir. Simyacının metalleri altına dönüştürme düşüncesi tabiata aykırı olduğu hâlde insan tabiatının gerçeklikleriyle uyum içindedir. İnsan ruhunda, iyi ile kötü, asil ile bayağı, yüce ile gülünç, güzel ile çirkin, muteber ile değersiz arasında akış hâlinde bir denge mevcuttur. Bir başarının niteliği ile saikin mahiyeti arasında yakın bir ilişki aramak, insanın eşsizliğinin en çarpıcı özelliğini gözden kaçırmaya neden olur. İnsanın büyüklüğü, önemsiz sıkıntılar ve hazlarla, sıradan fizyolojik ihtiyaç ve açlıklarla muazzam sonuçlar elde edebilmesindedir. “Küçük bir sıkıntıya kapılmışsam”, diye yazmıştır Keats, “bu sıkıntı, beş dakika içinde Sofokles’e uygun bir tema hâline gelir.” Yaratıcı birey için tüm tecrübeler tohum gibidirler. Tüm olaylar, yeni fikirlere ve olaylara eşit uzaklıktadır. Yaratıcı bireyin aşın insanîliği ise, kendini, temelde önemsiz ve sıradan olanı muazzam sonuçlara dönüştürme yeteneğiyle dışa vurur.
VI
İnsanın eşsizliğini oluşturan özelliklerin aynı zamanda yaratıcı enerjilerin ortaya çıkmasını sağlayan ana etkenler de olmaları önemlidir. Daha önce gördüğümüz gibi, insanı eşsiz serüvenine yönelten şey tamamlanmamış eksik bir hayvanoluşu idi. İnsan sadece mütehassıs organlardan ve çevreye doğal uyumdan yoksun olmakla kalmıyor, aynı zamanda, içgüdüler açısından yetersiz, büyüme ve olgunlaşma hususunda da kabiliyetsiz bulunuyordu. Mütehassıs organlardan yoksun oluş, insanı, aletler ve silâhlar icat etmeye yöneltmiş, içgüdüsel otomatizmden yoksunluksa insanın yapacaklarını ölçüp biçmeye geçmesine yol açmıştır. Hayvanlar, algılamanın ardından neredeyse kimyasal bir hız ve kesinlikle, hemen harekete geçerler. İnsanlar ise bir tereddüt ve muhakeme fasılasından sonra harekete geçerler. Bu fasıla, yaratıcı süreci şekillendiren imajların, fikirlerin, hayallerin, arzuların, gerilimlerin, isteklerin ve sezgilerin fideliğidir. Nihayet, gençliğin karakteristik özelliklerini yetişkinlik çağına taşımak, insanı, son derece verimli içgörüler ve aydınlanmalar sağlayan ebedî bir neşelilikle donatır.
Tamamlanmamışlık özelliğini en çok sergileyecek kişi özerk bireydir. Yerde ve gökte var olan hiçbir şey, bir başına kalmış birey kadar yoğun ve müzmin bir şekilde eksiklik sergilemez. Birbirine kenetlenmiş bir grupla tam olarak bütünleşmiş bir bireyde, beşerî eşsizlik, hatırı sayılır ölçüde bulanıklaşır. Başkalarıyla bütünleşmişlik, tamamlanmaya, istikrarlı bir hâl almaya ve etkisizleşmeye yol açar. Birbiriyle kenetlenmiş bir topluluk, gayribeşerî tabiatı hatırlatan bir uysallık, bir önceden kestirilebilirlik ve bir otomatizm sergilemeye başlar. Dolayısıyla, başına buyruk bireyin ortaya çıkışı, beşerî eşsizliği elde etmede son derece belirleyici bir adımı ifade etmektedir. Bununla birlikte, öyle görünüyor ki, yavaş bir toplumsal gelişme ve olgunlaşma sürecinin bir neticesi olmaktan çok bir yıkım ve bir felâket sonucu atılmıştır bu adım. İlk birey, hayatta kalmaya çalışan bir yalnız, bir avare, toplum dışına atılmış bir serseri, bir kaçak idi. Bireysellik, başlangıçta candan arzulanan bir şey değil, bir felâket olarak yaşanıyor, toplum dışına atılmakla bireyselleşiyordu. Tarihteki tüm yaratıcı evrelerin öncesinde toplumsal yapılarda bir zayıflama veya çökme gerçekleşmiş ve yaratıcı eyleme ilk kalkışanlar birey hâline gelen insanlar olmuştur. Kaçaklar, yeni olan her şeyin doğumunda bulunmuş gözüküyorlar. İlk özgür insanlar, şehirlerin ve medeniyetlerin ilk kurucularıdır. İlk maceraperestler ve kaşifler olan bu insanlar, İsrail, Yunanistan, Roma ve Amerika kökenliydiler.
Birbirine kenetlenmiş bir gruptan koparılmak, etkilerinden tam anlamıyla kurtulunması mümkün olmayan bir operasyondur. Bir başına olan birey, müzmin bir şekilde eksik ve dengesiz bir varlık olarak kalır. Onun yaratıcı uğraşları ve tutkulu arayışları, temelde, tamamlanış ve denge için körü körüne atılışlardan ibarettir. Edebiyatta, sanatta, müzikte, bilimde ve teknolojide büyük olan tüm şeyleri, kendilerini gerçekleştirmek ve değerlerini kanıtlamak için can atan bireyler ortaya çıkarmıştır. Birey, kendini gerçekleştirmeyi ve kendi gayretleriyle varlığını meşrulaştırmayı başaramadığı takdirde, bir toplumu temelinden sarsan çalkantıların ve gerilimlerin kaynağı hâline de gelebilir. Özü itibariyle bireysel varolmanın yükünden kurtulma çabaları olan bu çalkantılar, çoğunlukla, mutlak güç tarafından yönetilen totaliter toplulukların zuhuruna yol açarlar.
Beşeri eşsizliğin yükünden bezmiş olan bireyin omuzlarındaki yükü değiştirmesi ve nihayet düşürmesi tuhaftır. Zira, geriye döner dönmez, kendisini, bayraklar dalgalandırarak, davullar döverek sonsuz bir boyun eğişe ve kesinliğe yeniden çağların kayalığında bir kırıntı ve yekpare bir bütünün isimsiz bir parçası olmaya uygun adım gitmekte olan kalabalık bir ordunun içinde bulur.
Bununla birlikte, bu tutkulu ricatın çoğunlukla ileriye atılış için bir ön hazırlık şeklinde tezahür etmesi ise insan tabiatının düşsel niteliğinin bir parçasıdır. Modern batıda, birey ile birey karşıtı eğilimler arasında sürekli bir savaş hâli var olagelmiştir. Yirminci yüzyılın aşırı milliyetçi ve sosyalist kollektivizminin ondokuzuncu yüzyılın bireyciliğine nisbeti, Jakobenizmin Aydınlanma Çağına ve Reform hareketinin Rönesans’a nisbeti gibidir. Buna rağmen, batının becerikli bireyi, bugüne kadar bir şekilde kendini öne sürmeyi ve üste çıkmayı her seferinde başarmıştır. Birey karşıtı hareketlerin açığa çıkardığı çoşkunluğu kendi yaratıcı kabiliyetlerini harekete geçiren bir saike ve kendini gerçekleştirmesine ve geliştirmesine yardımcı bir unsura dönüştürmeyi bilmiştir. Son dört yüzyıl içerisinde her birey karşıtı hareketin ardından edebiyat ve sanatta bir bireysel yaratıcılık patlamasının yaşanması ve bireysel maceraperestlik ve girişimcilikte bir tırmanış gözlenmesi bunun bir göstergesidir. Çağdaş birey karşıtı hareketler tarafından sergilenen emsali görülmemiş insafsızlığın, insanı, bireyin bu badireyi de atlatabileceğinden kuşku duymaya sevk ettiği doğrudur. Sahip oldukları korkunç baskı ve denetim araçlarıyla çağdaş kitle hareketinin batılı bireyleri nihayet kollektif boyun eğişe icbar edip edemeyeceklerini insan merak ediyor.
İnsan tabiatına bilimsel yaklaşımı, beşerî meselelerde kelimelerin oynadığı hayatî rol kadar şaşkına çeviren şey yoktur. Tepkileri genellikle anlamsız olanbir kelimenin oluşturduğu etki veya imaj tarafından başlatılan, kontrol edilen, hızlandırılan veya yavaşlatılan bir fizyo-kimyevî kompleksi kim inceleyebilir?
Tabiata yönelik gerçekleştirilen büyücülüğün tabiatı kelimeler yoluyla kontrol altına alma teşebbüsünün tabiatın insan tabiatından farksız olduğu, beşerî meselelerde etkisi kanıtlanmış yöntemlerin gayri-beşerî tabiata uygulandığında da eşit derecede etkili olacağı varsayımına dayalı olması ilginçtir. Böylesi bir varsayımın, insan tabiatını tabiatın bir cephesinden ibaret gören bilimsel yaklaşımla aynı şey olduğunu ve hiç de daha gülünç olmadığını söyleyebiliriz.
Kelimelerin, dağları yerinden oynatamasalar da kalabalıkları harekete geçirebilme gücüne sahip olduklarını biliyoruz. İnsanlar, bir kelime uğrunda savaşmaya ve ölmeye, başka şeyler için hazır olduklarından daha çok hazırdırlar. Kelimeler, düşünceyi şekillendirir, duyguyu harekete geçirir ve eyleme yol açarlar; öldürür ve diriltir, hasta eder ve iyileştirirler. “Söz adamları” rahipler, peygamberler, entellektüeller tarih içerisinde askerî liderlerden, devlet adamlarından ve iş adamlarından daha belirleyici bir rol oynamıştır.
Kelimeler ve büyü, özellikle de mevcut yaşam biçimlerinin çözülmekte olduğu ve insanın bilinmeyenle boğuşmak zorunda kaldığı bunalım zamanlarında belirleyicidir. Böyle zamanlarda normal saikler etkilerini yitirirler. İnsan, sıradan ve önemsiz şeyler için bilinmeyene atılmaz. Bilinmeyene atılması için ise efsanevî ve emsalsiz bir şeye ulaşma arzusuyla ruhunun gerilmesi gerekir. Böylesi bir girişime kalkışabilmesi ve ilk mütereddit adımlarda metanetini koruyabilmesi için büyünün ve nefes kesici peri masallarının yardımına ihtiyaç vardır. Modern bilim ve teknoloji bile başlangıçta olgular ve bilgi peşinde ağırbaşlı bir arayış özelliği arz etmiyordu. Burada da öncülüğü yapanlar büyücüler simyagerler, astronomlar, hayalciler oldu. İlk kimyacılar alelade asitleri ve tuzları değil, madenleri altına çevirecek olan tılsımlı taşı ve hayat iksirini arıyorlardı. İlk astronomları ve kaşifleri de mitler ve peri masalları harekete geçirmişti. Kolomb, sadece altının ve efsanevî imparatorlukların değil, fakat aynı zamanda Aden Cennetinin de peşindeydi. Orinoco’yu gördüğünde onun Aden’in dört nehrinden biri olduğuna emindi. İspanya’ya, “Cennet buralarda bir yerde” yargısına varmasına neden olan alâmetler, işaretler ve matematiksel hesaplamalara yer veren bir mektup göndermiştir.
Gerçekten de, tarihteki kritik dönemleri, bu dönemlerde kelimelerin ve büyünün oynadığı rolün bilincinde olmadan anlayabileceğimiz kuşkuludur. Bu, bir yandan bilimsel iştiyak ve mükemmel bir pratik duygu tarafından, diğer yandan ise şovenizmin, ırkçılığın, faşizmin ve komünizmin kara büyüsü tarafından hâkimiyet altına alınmış bir yüzyıl olan içinde yaşadığımız yüzyıl için özellikle doğrudur. Neolitik çağdan yirminci yüzyıla bir sıçrayış özelliği arz eden milyonlarca çiftçinin hızla kentli sanayi işçilerine dönüştürülmesi, gelmek üzere olan bir millî, ırkî veya toplumsal mutluluk devrine dair mitler ve göz boyamalar olmadan gerçekleştirilemezdi.
İnsanlığın mukadderatının belirleyici bir dönüm noktasına gelmiş bulunduğuna dair yaygın bir his mevcuttur. Bu duygu, kısmen bir nükleer soykırım tehdidinden, kısmen de, komünist güçlerle uzun süre mücadele ettikten sonra kaçınılmaz olarak onlara benzeyerek totaliterleşme eğilimi göstereceğimiz ve uğrunda savaştığımız umudumuzu kendi kendimize katledeceğimiz korkusundan doğmaktadır. Herhâlde daha tehlikeli olan şey ise, geleceğin iz sürücüleri ve şekillendiricileri olarak zayıfların rollerinin ellerinden alınacağını gösteren işaretlerdir. Bilim ve teknolojide gerçekleşen ve insanın tabiat üzerindeki hâkimiyetini muazzam ölçüde artıran devrim, aynı zamanda, ortalama bireyin önemini de muazzam ölçüde azaltmıştır. Otomasyon ve atom enerjisi sayesinde, yakın gelecekte, görece küçük bir insan topluluğunun, kitlelerin yardımı olmaksızın bir ülkenin tüm ihtiyaçlarını karşılayabilir ve savunmasını sağlayabilir hâle gelmesi mümkündür. İnsanın kaderi, artık, süper insanların istihdam edildikleri son derece karmaşık ve pahalı laboratuvarlar tarafından şekillendirilmektedir ve yeni dünyada toplum dışına itilmişler ve uyumsuzlar için yer yoktur. Zayıflar, tarihin mayası ve insanoğlunun gelişmesini sağlayan ana etken olmak yerine, bir atık ürün olarak muhtemelen bir kenara atılacaktır. İnsan, şekillendirici etkenler olarak zayıfların bertaraf edilmelerinin tarihin sonunu getireceğinden tarihin hayvanbilime dönüşmesine yol açacağından korkmakta haklıdır.
Bununla birlikte, mevcut bunalımın bizde oluşturduğu bıkkınlık ve meyusluğun görüşümüzü bulandırıyor ve geleceği kestirme yeteneğimizi etkiliyor olması da olasıdır. Zira, biz, zayıfları karanlığa atacak güçleri sayıp dökerken bile, dünyanın her yerinde, duraksamamızı, meraklanmamızı ve umutlanmamızı gerektiren şeyler olup bitmektedir. Tam da şu sıralarda, dünyevî nimetler, bilgi ve beceri açısından tahayyül edilemeyecek ölçüde yoksul olan geri ülkeler yüzyıllardır süren bir uykudan uyanmakta ve en arkadakinin en öne geçmesi unutulmaz piyesini canlandırmak için sahnedeki yerlerini almaktalar. Son derece önemli olduğu kuşkusuz olan bu temsilin anlamını tam olarak kavradığımız takdimde, temsilde rol alanların kabalıkları, kibirleri, hasmane tavırları, vahşilikleri ve çılgınlıkları bizi rahatsız etmeyecektir. En yürekten beklentimiz, bu temsilin son temsil olmamasıdır.
İnsan tabiatının gayri tabiîliğini kavramadan dünyanın geri kalmış ülkelerinde olup bitmekte olan şeyleri anlamlandırmak zordur. Geri bir ülkenin, ciddi ve pratik bir mesele olan modernleşme uğraşı için bir tımarhane temsiline ihtiyaç duymasının nedeni nedir? Burada, kuşkusuz, beşerî meselelerde sık sık karşılaşılan amaçlar ve araçlar arasındaki fantastik tezadın bir örneğiyle karşı karşıyayız. Zayıfların, yollarının üzerindeki engellerin üzerinden atlamalarını veya bu engelleri ortadan kaldırmalarını sağlayacak enerjilerin açığa çıkması için büyülü sözlere, mitlere ve göz boyamalara ihtiyacı vardır. Geri ülkelerin eğitimsiz ve donanımsız kitleleri, kişisel çıkar ve mantıksal ikna yoluyla güçlerini zorlamaya sevk edilemezler. Onları adım adım öğrenmeye ve gelişmeye yöneltmek de mümkün değildir. Zira, öğrenim, onlar için yetersizliklerinin bir diğer kanıtıdır; tedricî bir gelişme ise günümüz bataklığında batmamak için çırpınıp durmak anlamına gelecektir. Onlar, ileriye dönük sıradan bir adım atmak değil, bayağı durumdaki şimdiden görkemli bir geleceğe mucizevî bir sıçrayış yapmak istiyorlar. Diğer insanların dün ulaşmış oldukları yere ulaşabilmek için, kendilerinin önde koştuklarına ve insanlığın geri kalan kısmına yol gösterdiklerine kendilerini inandırmaları gerekir. Pratik bir iş olan modernleşme, kutsal bir davaya hizmet eden son derece önemli bir teşebbüs görünümü kazanmalıdır. Kudretli kelimeler, inananlarla birliktelik ve gösterişli meydan okuyuş; teknik eğitim, yeterli donanım, ihtiyacı karşılayacak yiyecek ve mesken kadar önemlidir. Geri kalmış kitleler, tarihin dik yokuşunu tırmanabilmek için, kendilerini, insanlığın öncüleri, tek ve yegâne gerçeğin temsilcileri ve insanın kaderini şekillendirecek seçilmiş varlıklar olarak görmek zorundadırlar. Geri kalmışların ileri atacakları adımlar, fatihlerin attıkları adımlara benzemek zorundadır.
Sh: 101-116
Günümüzde, geri kalmış bir ülkenin modernleştirilmesi hâlâ büyük ölçüde bir batılılaştırma Batı Avrupa ve Amerika’ya özgü uygulamaların, yöntemlerin ve tavırların aktarımı sürecidir. Bu, hızlı modernleşmenin her şeyden çok bir taklit süreci olduğu anlamına gelir ki, taklidin yapısında hızlı modernleşmeyi böylesine sarsıcı ve allak bullak edici bir şeyin var olup olmadığını merak etmek için geçerli bir neden var demektir.
Umulanın aksine, ileri olanın geri olanı taklit etmesi, tersinin gerçekleştirilmesinden daha kolaydır. Geri ve zayıf olan, taklidi bir boyun eğiş ve kendi yetersizliğinin bir kanıtı olarak görür. Kafalarını ve kalplerini dünyanın kendilerine öğreteceği tüm şeylere açık hâle getirebilmek için, taşıdıkları aşağılık duygusundan kendilerini kurtarmaları, kahramanlıklarını sergilemeleri gerekir. Tarih içerisinde karşı taraftan gönüllü olarak bir şeyler öğrenmeye yeltenenler çoğunlukla yenilen değil yenen taraf olmuştur. De Tocqueville şöyle der: “Geri olanlar bilgi elde etmek için ülkelerini terkederler, fakat bilgi ayaklarına geldiğinde onu geri teperler.” Geri bir ülkenin, kısmen zayıfların, hızla ve kolayca taklit için şiddetle bir güçlülük ve üstünlük kuruntusuna ihtiyaç duymalarından kaynaklanan bir acelecilikle modernleşmeye kalkışması durumunda duygularımızı rencide eden tuhaf kabadayı pozlarına bürünmeleri, kasılmaları, kurumlan, arsızlıkları ve meydan okumaları bundan dolayıdır.
Sovyet Rusya'nın kendi gayretleriyle geri ülke olmaktan kurtulmayı başarmış bir örnek ülke teşkil etmesi, komünizmin modernleşmeye can atan geri ülkelerdeki tartışma kabul etmez cazibesinin ancak kısmî bir nedeni olabilir. Daha belirleyici olan şey, komünistlerin geri bir toplumu savaş alanında zafer kazanmaya hazırlama hususundaki kanıtlanmış yeteneğidir. Komünist bir rejimin, yığınları uzun süreli çalışmaya razı etme yeteneğinin olup olmadığı şüpheliyse de, geri bir topluluğu etkili bir orduya dönüştürüp bağnazca savaşmaya hazır hâle nasıl getireceğini iyi bildiğine şüphe yoktur. batılı demokrasiler, ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, geri ve aşağı oluşunu güçlü bir şekilde hisseden bir toplulukta gurur, coşku ve bir fedakarlık ruhu oluşturamazlar. Hristiyanlık ve demokrasi, zayıfları fatihlere dönüştürme aletleri olarak ortaya çıkmadıkları için Asya ve Afrika’da kök salamadılar.* batının kolayca kabul görmüş diğer iki hediyesini oluşturan milliyetçilik ve sanayileşme, böyle bir amaca hizmet edebilir. Ruhları kurtarmak için Çin’e gelen Cizvitlerden Çin imparatorunun top dökmelerini isteyip onları ağır top ustaları yapmış olması hatırlamaya değer bir olgudur.
*             Bu tür bir vasıta olarak gelen İslâmın hem Asya hem de Afrika’daki yayılışı olağandışı bir hızla gerçekleşti. İslâm, bugün bile Afrika’nın kalbinde yeni mühtediler kazanmaya devam ediyor. İnsan, İslâm tebliğcilerinin dini davetlerini teknik donanımla ikmal etmeleri İslâmlaştırmayı sanayileşme ile birleştirmeleri durumunda İslâmın yayılışının tekrar olağandışı bir hız kazanabileceğini düşünmekten kendini alamıyor.
Bir taklit süreci olarak görüldüğü takdirde, geri bir ülkenin batılılaştırılmasının batıya karşı böylesine şiddetli bir husumet doğurması anlaşılır bir hâl almaktadır. Bize benzemeye çalışan insanların bizi kaçınılmaz olarak sevmeleri beklenemez. Taklidin oluşturduğu aşağılık duygusu, içerlemeye yol açar. Taklitçiler, taklit ettikleri modelin üstesinden gelmeyi onu aşmayı, geride bırakmayı ve daha da iyisi bütünüyle ortadan kaldırmayı arzularlar. En son zikrettiğimiz şey tarih içerisinde bazen ilk tercih edilen olmuştur: Taklitçiler işe modeli tahrip etmekle başlamış, daha sonra taklit etmeye koyulmuşlardır. Yenilgiye uğramış veya ölmüş bir modeli taklit etmenin çok daha kolay olacağı açıktır.
Taklitçilerin taklit ettikleri modelle içtenlikle özdeşleşmeleri durumunda, taklidin fazla içerlemeye yol açmaması tabiî ki umulan bir şeydir. Mevcut batılılaşma dalgasında, uyanış hâlindeki ülkelerin taklit etmekte oldukları batıyla kendilerini özdeşleştirmelerini engelleyen bu kadar çok faktörün bir arada bulunması yaşadığımız dönemin büyük bir talihsizliğidir. Koloniciliğin canlı hatırası, ırklar arasında deri rengi farklılığı, tarihî tecrübe farkı, yaşam standartları arasındaki muazzam uçurum, geri ülkelerdeki eğitim görmüş azınlığın, kendilerinin doğuştan hakları olan yönlendirme, planlama ve denetleme haklarını ellerinden alacak demokrasi ve serbest teşebbüsten korkmaları—tüm bunlar, batıya karşı şüpheci ve hasmane bir tutumun doğmasını birlikte sağlıyorlar.
Daha az belirgin olan şey ise, taklit eyleminin gerçekte taklit etmekte olduğumuz şeyin karşıtı olmaya çalışmak demek olduğunu hissettiğimizde, taklidin önündeki engellerin en aza ineceği gerçeğidir. Bir din veya medeniyetin yabancı bir ülkeye en kolay yoldan aktarımı, bir itiraz ve bir meydan okuma olarak ortaya çıkan sapkın bir kolu vasıtasıyla gerçekleşir. Sapkın hareketler, sık sık, fikirlerin, tutumların ve yaşam tarzlarının aktarılmasında araç vazifesi görmüştür.
Hindistan, Uzakdoğu’yu reddettiği sapkın bir hareket (Budizm) vasıtasıyla, Yahudilik, dünyayı reddetmiş olduğu sapkın bir hareket (Hristiyanlık) yoluyla etkilemiştir. Hristiyanlığın bizzat kendisi, Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olduktan sonra, Greko-Romen dünyanın özünü temelde kendi sapkın kolları vasıtasıyla dış dünyaya yaymıştır. Nasturîler Sâmîî, Yakubîler Mısırlı, Donatistlerse Berberî idiler. Komünizmin de batının kazanımlarının batılı olmayan ülkelere aktarımında bir araç olması mümkün gözüküyorsa, bunun kısmî nedeni, komünizmin, batının reddettiği bir batılı sapkınlık, özellikle de kapitalist bir sapkınlık olmasıdır.
Komünizmi bir kapitalist sapkınlık olarak isimlendirdiğim için, sapkın hareketlerin doğasını ve ortaya çıkışını kısaca gözden geçirmek herhalde yersiz düşmeyecektir. Bir sapkın hareket, ancak gücünün doruğunda olan bir sistemden doğar. Çöküş sürecindeki bir sistemin bir sapkın hareket doğurması ve bu hareket tarafından yerinden edilmesi pek mümkün değildir. Hristiyanlık ortaya çıktığında, Yahudiliğin savaşçı ruhu doruktaydı ve Hristiyanlık, Yahudiliğin birkaç sapkın kolundan biriydi. Büyüme süreci içerisinde ve daha sonraları batıda askerî hâkimiyeti ele geçirdiğinde, Hristiyanlığın bizzat kendisinden de bir çok sapkın kol türedi. Dinî coşkunun yüksek olduğu bir dönem, sadece azizlerin ve şehitlerin çoğalması için değil, hiziplerin ve sapkın kolların zuhuru için de en elverişli dönemdir. Durağan bir ortodoksluğun veya tam bir kayıtsızlığın var olduğu yerde tutkulu sapkınlıkların ve farklılaşmaların ortaya çıkma ihtimali son derece düşüktür. Böylesine zorlu bir sapkınlık üretmesi, kapitalizmin gücünün bir işaretidir. Komünizmi Toynbee’nin ve diğerlerinin yaptıkları gibi Hristiyan bir sapkınlık olarak değerlendirmek, Hristiyanlığın mevcut hâlini görmezden gelmek ve komünizmin gerçek mahiyetini ıskalamak demektir.
Söylediğim gibi, bir sapkınlık, coşkunluğun ve taşkınlığın bir yan ürünüdür. Bir sapkın hareket, abartı, aşırı uygulama ve ifrata meyletme yoluyla ana gövdeden ayrılır. Öyle görünüyor ki, bir şeyi aksine dönüştürme hususunda abartıdan daha emin bir yol yoktur. Profesör Joseph Klausner, İsa’nın, “Yahudiliği haddinden fazla ifa etmek suretiyle havarilerinin Yahudiliği Yahudilik olmaktan çıkarmalarına neden” olduğunu söylemektedir; komünizm de, “aşırı uygulama” yoluyla kapitalizmi kapitalizm olmayan hâline getirmiştir. Kapitalizmin bir başarı ortaya koymasından beri, kapitalistler mutlak kudret hayaline kapıldılar. Bu, devlet içindeki bir şirketten çok bir “şirket devlet”ten mutlak bir hareket serbestisi elde etme hayaliydi. Bazı kapitalistler, anayurtlarındaki örflerin ve geleneklerin sınırlamalarına maruz olmadıkları uzak kolonilerde bu. hayali gerçekleştirmeye çalıştılar. Fakat, anayurtta en vahşi kapitalist hayali gerçekleştirmeyi sadece komünizm başarır. Yekvücut bir şirket komünist partisi bir ülkenin tamamını mülkiyetine geçirir. Sadece her toprak parçasını, her binayı, evi vesaireyi malı edinmekle kalmaz, her erkek, kadın ve çocuğun ruhları ve bedenleri üzerinde mutlak bir hâkimiyet de kurar. Bu süperkapitalist şirketin amacı, tutsak edilmiş topluluğu usta tamircilere dönüştürmek, ruhlarına ise, güneşin doğuşundan batışına kadar çalışmayı kabullenip hayatta oldukları için  ve kendilerini sömürenlerin verdikleri nimetler için şükran duyacak bir biçim vermektir. Böylesi bir “şirket devlet”in tüm gezegeni elinde tutan bir holding olmayı arzulaması son derece doğaldır.
Stalinist soysuzluktan bütünüyle uzak bir komünist rejim bile, kapitalizmi ifrata götürmek için gerçekleştirilen bir girişim olarak görülebilir. Kapitalist bir sistemde, iş sahibinin yanlış güdülemesi, işçinin dikbaşlılığı ve tüketicinin ayran gönüllülüğü üretim sürecini sekteye uğratabilir. Bu faktörlerin zararlı etkilerini gidermek için muazzam bir enerji ve servet harcamak gerekir. Komünizm ise, bir dokunuşla, kapitalizmi işverenin, işçinin ve tüketicinin başına buyrukluğundan kurtarır. Üretimi, hiçbir taraftan müdahaleye tahammülü olmayan bir ilâh hâline getirir.
Nihayet, komünizm, kapitalizmi kapitalistlerden ayırmaya can atması açısından da diğer sapkınlıkların yapısıyla uyum hâlindedir. Hristiyan sapkınlık Yahudiliği Yahudilerden, Protestan sapkınlık ise Katolikliği Katolik hiyerarşiden ayırmıştır. Kronstadt Ayaklanmasındaki savaş çığlığını hatırlayacak olursak, komünist sapkınlığın müstakbel sloganını da şimdiden söyleyebiliriz: “Komünistisiz komünizm.”
Hızlı modernleşmenin esasında bir taklit süreci olduğunun farkına varış, sadece geri kalmış ülkelerdeki kargaşayı anlamamıza değil, bu ülkelerin mevcut edinimlerinin kalıcı olup olmadığını kestirmemize de yardımcı olacaktır. Azgelişmiş ülkelerdeki toplumsal ve siyasî koşulların makine çağının başlarındaki Avrupa ve Amerika’daki koşullardan bütünüyle farklı olduklarını gördüğümüzde ise, doğal olarak, batılı kazanmaların bu ülkelere aktarımının mümkün olup olmadığını merak edeceğiz. Bununla birlikte, gözlemlemekte olduğumuz şeyin mutabık kalınmış bir taklit eylemi olduğunu düşündüğümüz takdirde manzara bütünüyle değişmektedir. Bir şeyin ortaya çıkmasına zemin hazırlayan koşulların taklit için de elverişli olmaları bir zorunluluk değildir. Orijinal türeyiş, bireyin rahat hareket etmesine, kendi içgüdülerine göre davranmasına ve kendi başına riske girmesine izin veren gevşek bir toplumsal düzeni gerektirir. Hızlı taklidi kolaylaştıran şeyler ise toplumsal bağlılık, sistemlilik ve ortak harekettir. Toplumla bütünleşmiş bireyler, ayrı bir benliğe sahip değildirler. Akılları, tıpkı çocuklarda olduğu gibi, dış etkilerin saldırısına karşı savunmasızdır. Buradaki paradoks, hızlı modernleşmenin ilkel bir toplumsal yapıyı gerektirmesinde yatmaktadır. Bu yüzden, geri ülkelerdeki toplu davranış eğiliminin batıyı yakalama yarışında bir engel olmaktan çok batılılaşmayı sağlayıcı yardımcı bir unsur olması daha muhtemeldir.
Sh: 21-26

Bir keresinde, genç ve yetkin bir siyaset bilimi profesörünün, gazların yayılımı kanununun düşüncenin yayılımına uygulanması durumunda neler olacağına dair spekülasyonuna kulak vermiştim. Söz konusu profösör, bu fikri zorlama bir fikir olarak gördüğü hâlde kafa yormaya değer buluyordu.
Dinlerken, Galileo ve Kepler olsaydı bu fikri hiç de tuhaf bulmazlardı diye geçti içimden. Çünkü Galileo da Kepler de tüm kâinatı planlayıp düzenlemiş olan bir Tanrı’ya üstat bir matematikçi ve teknisyen olan bir Tanrıya canı gönülden inanıyorlardı. Matematik, Tanrı’nın tarzıydı; gerek yıldızların hareketi, kuşların uçuşu, gazların yayılımı, gerekse fikirlerin yayılımı hepsi de Tanrı’nın damgasını taşıyordu.
Modern bilimin doğumunu gerçekleştiren insanları harekete geçiren ve onlara kılavuzluk eden şeyin özel bir Tanrı olduğu modern kulaklara garip gelir. Sözünü ettiğimiz insanlar, gerçekleştirdikleri her keşifte Tanrı’yla temas hâlinde olduklarını hissederlerdi. Tabiatın matematiksel yasalarını bulmak için gösterdikleri gayret bir dereceye kadar dinî bir arayışın ifadesiydi. Tabiat, Tanrı’nın kitabı, matematiksel işaretler ise O’nun alfabesiydi.
Galileo, tabiat kitabının harflerinin bizim harflerimizden farklı olduğunu söyler: “Bu harfler, üçgenlerden, dörtgenlerden, dairelerden, konilerden, piramitlerden ve diğer matematiksel figürlerden oluşur. ” Kepler, gökcisimlerinin hareketlerine hükmeden yasaları aramak suretiyle Tanrı’nın kitabını çözmeye çalışmakta olduğundan o kadar emindi ki, sonraları, kâinatın müellifi olan Tanrı’nın ilk okuyucusu için altıbin yıl beklemek zorunda kaldığını böbürlenerek söyleyebildi. Leonardo da Vinci, kadavraları teşrihe bir duayı kaleme almak için ara vermişti: “Keşke insanın görünüşünü tasvir ederken bile insanın mahiyetini ve itiyatlarını ifşa edebilmem Yaratıcıyı memnun edecek olsaydı.” Anatomiye ilgi duymasına bir sanatçı olarak yaptığı işin neden olması mümkünse de, Leonardo, giderek, daha çok bir bilimadamı ve bir teknisyen merakıyla hareket etmeye başlamıştır. Canlı yaratıklar üstat bir teknisyenin şekillendirdiği fevkalâde makinalardı. Leonardo da, nasıl inşa edildiklerini ve nasıl çalıştıklarını keşfetmek için bu canlıları teşrih ediyordu. Bu canlıları gözlemlemek ve onlarla meşgul olmak suretiyle insanın kendisi de makinalar imal eden bir varlık hâline gelebilirdi. Zamanla görme ve işitme yeteneğine sahip bir mekanizma, uçan bir makina vs. yapma imkânına kavuşabilirdi. Makinalar imal etmek ikinci bir yaratış, insanın maddeye irade ve düşünce üflemesi olurdu.
Bir üstat matematikçi ve sanatkâr olarak Tanrı kavramı, onyedinci ve onsekizinci yüzyıllarda bilimin yeniden canlanışı ile öğrenimin yeniden canlanışı arasındaki çarpıcı farkı muhtemelen açıklayabilir. Öğrenimin yeniden canlanışına antikitenin fikirleri ve örnekleri tam anlamıyla hâkim olduğu hâlde, bilimin yeniden canlanışı, Yunan bilimsel yazınından yararlanmasına karşın, başından itibaren belirgin bir bağımsızlık arz etmiştir. Gözlerinin önüne serilmiş olan şifresi çözülmemiş Tanrı metninin tam bilincinde olan yeni bilimadamlan, enerjilerini antik metinleri şerh ve taklide yöneltmekten sakınmıştır. Bu durumda, Tanrıya samimi bir şekilde inanışın, entellektüel bağımsızlığın ortaya çıkışında etkili olduğu açıktır.
Tabiî ki modern bilim ve teknoloji belli bir Tanrı kavramı olmadan da aynı gelişmeyi sağlayabilirdi diye düşünülebilir. Fakat, insan, bu ilintinin ehemmiyeti üzerine spekülasyonda bulunmaktan kendini alamıyor. Bilim ve teknolojinin hâkimiyeti altında bulunan bir medeniyet yaratabilmek için batının âdeta bir bilimci ve teknisyen olarak Tanrı kavramına ulaşması gerekiyordu. Sık sık söylenmesine karşın, insanın Tanrı’sını kendi suretinde yarattığı bütünüyle doğru olmasa gerektir. İnsan, O’nu, daha çok özlemlerinin ve hayallerinin sureti içerisinde olmak istediği şeyin suretinde yaratır. Tanrı imalinin, bir toplumun emellerini gerçekleştirme sürecinin bir parçası olması mümkündür: Toplum, önce emellerini belli bir Tanrı kavramı içinde bir bütün hâline getirir, daha sonra da bu Tanrıyı taklit eder. Emsali görülmemişi yapmaya kalkışmak için gerekli olan kendine güveni oluşturmanın en etkili yolu, yeni olanı gerçekliğe kavuştururken üretiyor olmaktan çok taklit ediyor olduğumuz kurmacasına yaslanmaktır. Gökle meşgul oluşumuzun, emsalsiz olana emsaller bulma gayretimizin bir parçası olması mümkündür.
Bildiğimiz kadarıyla, tüm yaratıcılık güçlerine ve becerilerine rağmen diğer medeniyetlerin bir makina çağı geliştirememiş olmalarının nedenlerinden biri, bu medeniyetlerin, kolayca her şeye kadir bir mühendise dönüştürebilecekleri bir Tanrı’dan yoksun oluşlarıdır. Kudretli Yehova, makina çağımızın bugün bile elde etmeyi arzuladığı olağanüstü başarıları zamanın başlangıcından beri sergileyip durmuyor mu? Yehova, denize kapılarını kapatıp şöyle demişti: “Buraya kadar geldin ama daha öteye izin yok; mağrur dalgaların burada kalacaklar.” Sahrada su havuzları yapıp çölü bir bahçeye çevirmişti. Yıldızlan saymış ve onlara isimleriyle seslenmişti. Bulutlara hükmediyor ve nehirlere nereye akacaklarını söylüyordu. Avucunun içiyle suları ölçmüş, karışıyla semaları kat kat etmiş, tozu belli bir ölü içerisinde bırakmış ve dağları terazide tartmıştır.
Ortaçağın ardından, Avrupa’da meydana gelen dönüşüm, bir dereceye kadar, İsa’yı taklitten Tanrı’yı taklide geçişti de aynı zamanda. Yeni bilimadamları, dünyayı yaratıp düzene koyan Tanrı’ya kendilerini yakın hissediyorlardı. O’na karşı haşyet duygusu içinde olmalarına rağmen, kendilerini âdeta O’nun okulu gibi de hissediyorlardı. Tanrı nın düşüncelerini düşünüyor ve bilerek ya da bilmeyerek O’nun gibi olmayı arzuluyorlardı.
Tanrıyı taklidin, modern batının doğuşuyla ortaya çıkan ve onu diğer medeniyetlerden ayıran enerji boşalmasının etkenlerinden biri olduğu şüphesizdir. Sadece yeni bilimadamları değil, sanatçılar, kâşifler, mucitler, tacirler ve iş adamları da, “insanlar diledikleri her şeyi yapabilirler” diyen Alberti’yle aynı görüşü paylaşıyorlardı. Kolomb, “II mondo e poco!” diye haykırdığında umutsuzluk değil zafer çığlığı atıyordu. Muazzam keşif ve başarılar, Tanrı’nın öneminin azalması demeye geliyordu. Çünkü taklitte rekabet gizlidir; taklit ettiğimiz modeli aşmayı ve alt etmeyi arzularız. Eşyaya giderek daha çok hükmeder hâle gelen batı, Tanrı’ya yetişmekte olduğunu, Tanrı’nın evrenini terbiye ederek insan yapımı bir dünyaya boyun eğer hâle getirmekte olduğunu hisediyordu. Batı, semaya savaş açan tufan neslini hatırlıyor ve şunu hissediyordu: “Yapmayı hayal ettikleri hiçbir şey onlardan esirgenmeyecek.”
Sh: 67-70
Kaynak: Değişim Sancısı, Eric HOFFER, trc: İhsan DURDU, ayışığı kitapları, Mayıs 2003, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar