“DEĞİŞİM SÜRECİNDE İSLAM” İSİMLİ KİTAPTAN
MARKSİZM VE KAPİTALİZM KARŞISINDA İSLAM[1]
Gelişmekte olan milletler olarak bizler normalde sadece şu iki öncü
tecrübeden esinlenmeye çalışmaktayız; Doğu'da komünizm, Batı'da kapitalizm.
Başka bir çıkar yol olabileceğini hemen hemen hiç düşünmeyiz bile; öyle ki bu
iki deneyimin de faydasız olduğu kanısına varırsak hemen ikisinin arasında bir
çözüm arayışına girer ve uygun bir terkip vücuda getirme uğraşı içerisine
dalıveririz.
Bu iki sistem yerine İslam'a bakmış olsak, onun ilericilik ve
çağdaşlığında bunlardan kat be kat üstün bir fikir ve hakikat kaynağı
bulacağımız kesindir. Bazı durumlar var ki bilimsel sosyalizm kapsamında
yepyeni olduğunu farz ettiğimiz her şey bundan 13 asır evveli dahi İslam içinde
mevcut sıradan konulardı. İslam, daha ilk zamanlarından itibaren fırsat
eşitliği ilkesini, bireye asgari ihtiyaçlarının garanti edilmesi ve bireyin kâr
etme özgürlüğüyle toplumun hakları arasında bir denge kurulması lüzumunu özel
ve kamu mülkiyet prensibini (özel ve kamu sektörleri), ekonomide devlet müdahaleciliği
ilkesini -ki biz bunu bugün güdümlü ekonomi olarak adlandırıyoruz-, ve fukara
ve mağdurun çıkarına olarak sömürücülerin servetlerinin müsaderesi ilkesini hep
savunagelmiştir.
İslam sınıf ayrımına karşıdır ve servetin belirli sayıdaki zenginlerce paylaşılmasını
yasaklar.
"Ta ki (o mallar) içinizdeki zenginler arasında elden ele dolaşan
bir devler olmasın" (Haşr. :7)
İslam'da üstünlük zenginliğe değil, takvanın derecesine göredir.
"Allah kalında en değerliniz, O'na karsı gelmekten en çok
sakınanınızdır" (Hucûrat. 13).
"Allah, şeklinize ya da servetinize değil, ancak kalplerinize ve
amellerinize bakar" (Hadis-i şerif).
"İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşittirler; Arap olanın Arap
olmayana karşı takvası dışında hiç bir üstünlüğü olamaz"
(Hadis-i şerif).
İSLAM, KAYNAKLARIN AŞIRI DENGESİZ DAĞITILMASINA KARŞIDIR.
Lükse ve rahat tutkusuna karşı çok sayıda ayet mevcuttur:
"Zulmedenler ise kendilerine yerilen refahları peşine düşüp
şımardılar ve suç işleyen (insanlar) olup çıktılar"
(Hud. 116).
"Sonunda şımarık varlıklılarını azabla yakaladığımız zaman feryad
ederler "(Mü'minun, 64)...
Bütün bunlara rağmen, belli kısıtlamalara riayet etmesi şartıyla İslam
zengin insanın karşısında değildir.
"Muttaki zenginlere karşı hiçbir itirazımız yoklur" (Hadis-i
şerif).
"Evet, adil kulu adil servet" (hadis-i şerifi.) "Onların
mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardı, onu verirlerdi"
(Zariyat. 19).
Hayatın idamesi için gerekli bütün asgari ihtiyaçlar herkes için garanti
edilmelidir.
"İnsanlar şu üç şeyde ortaktırlar: Su, otlak ve ateş"
(Hadis-i şerif).
TOPLUMDA YİYECEK BULAMAYAN TEK BİR FAKİR DAHİ MEVCUTSA, ZENGİNİN SERVETİ
GAYRİ MEŞRUDUR.
" Komşusu açken tok yatan bizden değildir." (Hadis-i
Şerif)
"İhtiyacından fazlaya sahip olan ihtiyacı olana versin"
(Hadis-i şerif).
Ekonomiye devlet müdahalesinin örneklerini Hz. Ömer İbn el-Hattab
(radiyallâhü anh) zamanında gördük...
Ömer (radiyallâhü anh), akınlarda fethedilen ganimet toprakları
paylaşmak isteyen müslumanlara izin vermemiş, bu toprakları tüm toplumun malı olarak
kabul etmiştir. Aynı şekilde vakıfların, madenlerin ve yeraltı zenginliklerinin
özel mülkiyetine, bunların kamu sektörünün yönetimi altında olması gerektiği
gerekçesiyle karşı çıkmıştır.
Hz Ömer (radiyallâhü anh), etin kıt olduğu dönemlerde, arka arkaya iki
gün alınıp tüketilmesini yasaklamış ve yasağı ihlal edenlere de bir inek
memesiyle vurarak
"Şimdi artık miden iki gün için kapalı kalacak"
demiştir.
Hz. Ömer, tekel altına sokulan malları tekelcilerden az bir bedelle
zorla salın almış ve halka zarar verebilecek aşırı fiyatlandırmaları önlemek
için kimi malların fiyatlarını bizzat belirlemiştir...
Ebu Zer el-Gıfarî radiyallâhü anh bir toplumda
kendi İhtiyaçlarını karşılayamayan tek bir İnsan bulundukça, zenginlerin
servetinin bir süs mesabesinde olduğunu söylemiştir.
İslam'da kamu mülkiyeti kadar, özel mülkiyet de dokunulmazlığı söz
konusudur.,
"Bütün müslümanların kan, namus ve servetleri dokunulmazdır" (Hadis-i
Şerif).
Kamu mülkiyetini ihlal edenin olduğu gibi, özel mülkiyete el uzatanın da
elİ aynı şekilde kesilir....
İslam'da biçimsel (formel) mantıkla diyalektik mantık birleşik haldedir (Biçimsel
mantık Aristo'ya aittir ve mevcut varlıkların sürekliliğinden bahseder; öyle
ki, bugün bir ağaç olan şey yarın da bir ağaç olarak kalacaktır. Diyalektik
mantık ise Hegel'ci mantıktır ve mevcut varlıkların sürekli değişim içerisinde
olmalarından dem vurun buna göre mevcut bütün varlıklar kendi yıkımına yol
açacak tohumu da bünyesinde taşırlar). Bu iki çeşit mantıktan biri sürekliliği,
diğeri ise evrim fikrini savunur. İslam değişmez naslara bağımlılık ile ondan
türetilmiş dallar, ayrıntılar (füru') ve
uygulamalarda (ki biz buna gelişme diyoruz) kişisel yorumu (içthad) birbiriyle
yoğurur.
İslam, içtihadla ortaya konulmuş kuralların, zaman ve mekan değişiklikleri
sonucunda değişebileceğini savunur. Bu isbat ve delil farklılığı değil,
hukukçuların deyimiyle "zaman ve mekan farklılığadır. Hadis- Şerifin de
belirttiği gibi ' (müçtehid) İmamlar arasındaki farklılıklar rahmettir",
çünkü bu farklılıklar değişik şanların ortaya çıkardığı ayrıntılardaki
farklardır.
Bu sebeple diyebiliriz ki. İslam'ın ekonomik siyaseti ilkeler açısından
ilahi bir siyaset, ancak uygulamada ve ayrıntılarda a ise müsbet bir
siyasettir.
İslamî program içerisindeki ilahî ilkeler bireyin menfaatlerinin toplum
çıkarlarıyla uzlaştırılması temeline dayalıdır. Bu ilkeler toplum menfaati için
bireysel çıkarları göz ardı etmedikleri gibi (ki komünizmde bu temel ilkedir),
bireysel çıkarlar için toplumsal çıkarları da ihmal etmezler (ki bu da kapitalizmin
ana ilkesidir).
Ancak savaş, kıtlık ve salgın hastalık zamanlarında olduğu gibi bu tür
bir uzlaşma söz konusu olamazsa. İslamî uygulama toplumun tarafında yerini alır
ve herkes yarı aç kalacak olsa dahi
yiyeceğin eşit paylaşılmasını emreder.
Bununla birlikte, normal şartlar altında İslamî program bireysel ve
toplumsal çıkarlar arasında hassas bir dengenin teminini amaç edinmiş ilahî
ilkelerin mutlak hakimiyeti altındadır....
Bundan dolayı şu gayet açıktır ki. İslam'ın kapitalist bir sistem
olduğunu düşünen kimse yanılgı içerisindedir. Aynı şekilde İslam'ın komünist
bir sistem olduğunu zanneden de yanılmıştır. Daha da ötesi İslam'ın bu ikisinin
aritmetik ortalaması yada bir sentezi olduğunu düşünen de kesin bir yanılgıya
düşmüş demektir. Gerçek şudur ki. İslam, temelde farklı ilkelere sahip
apayrı bir ekonomik programı haizdir. Bu programın şu veya bu noktasının bu
iki sistemden herhangi biriyle uyum içerisinde oluşu bu gerçeği değiştirmez.
Bu programın temel kavramları sınıf, mücadele ve çelişki değil, uzlaşma,
ilgi, yardımlaşma ve birbirini tamamlamadır. Bireyin toplum potasında eritilip
yok edilişi ( bilimsel sosyalizmin yaptığı gibi) ya da azınlıktaki
sermayedarların çıkarları uğruna toplumun feda edilmesi (kapitalist düşüncede
olduğu gibi), bireyle toplum arasında bir denge tesis etme amacı güden İslam'ın
ekonomik programı için söz konusu değildir. Uzlaşma ve ilgi her zaman başlangıç
noktasını teşkil edegelmişlerdir.
Kapitalist ekonomilerde görüyoruz ki, bireyin kazanç özgürlüğü temel
ilke, devlet müdahalesi de istisnadır. Bilimsel sosyalizmde ise devlet
müdahalesi ve ekonomide devletin tekelci rolünün ilke, bireye bir miktar
özgürlük bahşedilmesinin ise istisna olduğunu gözlemekteyiz. Böylelikle açık
seçik görülmektedir ki. İslam'da biz çok daha farklı bir uygulamayla karşılaşmaktayız.
Özel mülkiyet içerisinde şahsın kar etme özgürlüğü İslami sistemin
ilkelerinden biri olduğu gibi. ekonomide devlet müdahaleciliği ve kamu
mülkiyeti ilkeleri de bu sistemin temellerindendir. İslam zekât kurumunu kurmakla
devlet müdahaleciliğini meşrulaştırdığı gibi. aynı zamanda ilk sosyal güvenlik
kurumunu da kurmuş oluyordu. İslam müdahaleyi bir vazife haline getirmiştir ki,
bunun amacı servetin tek bir sınıfın tekeli olarak zenginler arasında kalıp
diğer vatandaşların mahrumiyet içerisine itilmelerini önlemektir...
Bireyin kazanç özgürlüğü bir ilkedir, ancak İslam bunun mutlak oluşunu
kabul etmez. Bu ilkeye çeşitli sınırlamalar getirir, şarap üretimini, tefeci
faaliyetleri, tekelciliği servet yığmayı veya sorumsuz harcamada bulunmayı,
rüşvet alarak servet sahibi olmayı, diğerlerinin haklarını ihlal etmeyi ve
fahiş yolla satış yapmayı yasaklamıştır.
İslamî ekonomik sistem, kapitalizm ve bilimsel sosyalizmde mevcut
olmayan bir başka özelliği daha haizdir ki, bu da maddi ihtiyaçları olduğu gibi
manevî ihtiyaçları da karşılamasıdır. Allah'la ilişkiler ve O'nun rızası için
intak edip hayır ve hasenatta bulunmak bir ilkedir. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin de dediği gibi: "Verilen zekatlar, muhtaçların eline
geçmeden ünce Allah'ın eline geçer".
Bu durum ekonomik programa ulvi bir amaç kazandırır ve ekonomik
faaliyetlere canlılık verir. Müminler doğrudan doğruya Allah'la ilişki
içerisinde olduklarını her zaman hissederler.
Bunun yanında, bu durum, yöneticilere, vergi müfettişlerinin
denetimlerine ek olarak ikinci bir denetim imkânı sunar ki, bu da. Allah'ın
denetimi ve müminin kendi öz bilincidir.
Bu manevi doyum toplumu, İsveç gibi zengin Avrupa ülkelerinde ve sayısız
hayat garantilerine rağmen en yüksek delilik ve intihar yüzdelerine sahip
ateist sosyalist Doğu Bloku ülkelerinde sıkça ortaya çıkan psikolojik boşluk ve
sıkıntı duygusuna düşmekten korur.
Bunun sebebi, sistemin insanların midelerini ve tabii ihtiyaçlarını
doyursa da, manevi ihtiyaçlarını karşılamaması ve insandaki o kutsal susuzluğu
söndürememesidir. İnsanın sırf mideden ve hayvani güdülerden ibaret olmadığını
anlayamıyorlar ki...
İSLAM'DA MADDİ VE MANEVİ AYIRIMI YOKTUR... HER SAMİMİ, DOSDOĞRU HAREKET
ALLAH İNDİNDE HEM MADDİ HEM DE MANEVİDİR.
İslam'da servet zengin olmak için değil ama ancak bir takva aracı ve
dürüst, merhametli ve sevgi dolu bir amele giden yol olarak istenir. Bu da
servetin anlamının müslümanlar için materyalist ve sosyalist ekonomilerde
olduğundan çok farklı olduğunu gösterir. Bu iki tür ekonomik sistem servete ekonomik
güç, baskı ve üstünlük aracı olarak bakarlar. Manevi bir amacı olmayan her
faaliyet kurudur ve canlılıktan yoksundur.
Bununla birlikte biz deriz ki "Allah'ın bu dünyada ve öteki
dünyada verdiği nimetleri her zaman iste". Böylece denebilir ki bizim
serveti inşa ederken ve kalkınmada kullanışımız, Allah rızasını arayıp ahiret
hayatını kazanmak amacı ile ifa ettiğimiz, ibadet ya da zorunlu sadakalarımıza
(zekat) benzer bir şeydir....
Ekonomik planımızı bu dinî ve adanmış ruha uygun şekilde uygulamış
olsak, bir kaç yıl içerisinde mucizeler yaratarak, roket hızıyla ilerlemenin
süvariliğini ele geçirmemiz mümkün olacaktır. Arap devletleri ekonomik olarak
birbirlerini tamamlayıcı nitelikleri haizdirler ve petrol, demir kömür. magnezyum,
allın ve uranyum açısından zengin bir coğrafî bölgeye sahip oluşunun yanında,
çok bol tarımsal üretime, sınırsız hayvan ve deniz kaynaklarına ve büyük sayıda
işgücüne sahip bir millet olan Amerikan milletinden dahi daha zengin ve güçlü
olabilecek bir milleti oluşturmaktadırlar. Suudi Arabistan, Kuveyt ve Körfez
ülkelerinin potansiyeliyle, Mısır, Sudan ve Kuzey Afrika'nın kini
birleştirdiğimiz takdirde onaya çıkacak imkanları bir düşünün: şayet sadece ve
sadece gerekli planlamayı yapmış, bütün ülkeleri bir araya getirip
imkanlarımızdan ortaklaşa faydalanabilmiş olsak... Bir düşünün...
Sadece İslam'ı derinlemesine inceleyip, bu İslamî ekonomik plan için
Kur'an ve Sünnet'ten faydalanarak ve bu planın sınır ve özelliklerini
belirlemek suretiyle kapitalizm ve bilimsel sosyalizm (ki gördüğümün gibi hiç
de bilimsel değildir) arasında bocalayıp durmaktan kurtulmamız mümkün olabilecektir.
Bunu yapmakla aynı zamanda görkemli medeniyetimizin gerçekte yaşlı ve düşüşte
olan (kapitalizm gibi) ya da deneme ve sınama safhasını henüz geçememiş olan m
edeni yellerce bilimsel sosyalizm gibi yamanmasından da kurtulmuş olacağız Bu medeniyetlerin
ikisi de maddi çıkarlarını ön planda tutup, maneviyattan eser taşımayan.
Allah'ın cennetiyle mükafatlandırdığı ve yol gösterici olarak insanlara
indirdiği ilahi bilgiden yoksun, varsayıma dayalı felsefeleri temel alan
materyalist medeniyetlerdir.
Gördüğümüz gibi, İslam'ın ekonomik modeli, bize bilimsel sosyalizmde
mevcut avantajları sağlamasının yanında manevî doyum ve daha ilerici ve çağdaş
görüşler ve insancıl ilkeler doğrultusunda inanca dayalı bir şevk de
sağlamaktadır. Bunların ötesinde, bu model bize materyalist düşüncenin tuzak,
yanlış ve ön koşullarından hükmedenler ne çeşit propaganda ya da baskı yolu
kullanırlarsa kullansınlar, daima kalplerimizin kapısında kalıp içeriye giremeyen
bu ithal malı acaip düşüncelerden kurtulmamıza yardım edecektir. Biz imanlı bir
halkız. İman bizim remel direğimiz, kalbimiz, iskeletimiz her şeyimızdır. Bu
vadide (Nil vadisi) Allah'a iman ellik ve bu sözde "medeniyet
havarileri" konuşmayı bilmez barbarlarken, biz yedi bin yıl boyunca O'na
ibadet ediyorduk.
Sosyal Güvenlik ve Gelir ve Servetin Hakça Bölüşümü
İhtiyaçlarını karşılayabilmekten aciz ve bu açıdan yardıma muhtaç olan
herkes için ortalama bir yaşam düzeyi temin etmek İslam devletinin vazifesidir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
açıkça belirtmiştir ki:
"Allah'ın müslümanların işleri üzerinde idareci kıldığı halde
onların ihtiyaç ve fakr u zaruretine bigane kalanın, ihtiyaç ve fakru
zaruretine Allah da bigane kalacaktır."[3]
O şunu da ilave etmiştir:
"Arkasında dul ve yetimler bırakan mütevaffanın bıraktıkIarının
sorumluluğu bize aittir."[4]
Ve: "Emir (devlet), bakacak hiç kimsesi olmayanın
bakıcısıdır." [5] Bu
ve buna benzer diğer hadisler, sosyal güvenlik alnındaki İslami öğretilerin
özünü onaya koyarlar.
İkinci halile Hz Ömer radiyallâhü anh İslam'da bölüşümcü adaleti izah
ederken, beyanlarından birinde, herkesin toplumun servet üzerinde eşit hakka
sahip olduğunu, hiç kimsenin, bizzat kendisinin dahi bu servet üzerinde
başkalarından fazla bir hakka sahip olmadığını, şayet ömrü olursa Sina dağındaki
bir çobanın dahi bu servet üzerindeki payını alması için uğraşacağını
vurgulamıştır....
Gelir ve servet dağılımı hususunda İslam'daki adalet mefhumu, topluma
yaptığı katkıya bakılmaksızın herkese eşit mükafat verilmesini gerektirmez.
Karakter, yetenek ve topluma yaptıkları hizmetleri itibarıyla tüm insanlar eşit
olmadıkları için, İslam bazı gelir eşitsizliklerine müsaade eder (En'am:165.
Zuhruf: 32 ve Saf;71). Bu sebepten dolayı İslam toplumundaki bölüşümcü adaleti,
topluma verdikleri hizmetlerin veya yaptıkları katkının değerindeki farklılıkla
uyum içinde olarak kazançtaki değişikliklere;
a) doğru dürüst bir eğitim, uygun bir iş. "adil" ücretler,
sosyal güvenlik ve düşkünlere zekât kurumu vasıtasıyla mali destek sağlama
yoluyla bütün üyelerine insanca bir yaşam düzeyini temin edip;
b) mevcut müteveffa bir şahsın varlığının bölüşüm sistemi vasıtası ile
servet dağılımını yoğunlaştırdıktan sonra müsaade eder.
İslam'ın bölüşümü adalete verdiği önem o derece büyüktür ki işi mutlak
servet eşitliğine inanmaya dek götürmüş bazı müslümanlar ortaya çıkmıştır.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sahabelerinden olan Ebu Zer (radiyallâhü
anh) bir müslüman ailesinin vazgeçilmez
ihtiyaçlar dışında servete sahip olmasının haram olduğu görüşündeydi.
Bununla beraber. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sahabelerinin
çoğunluğu onun bu aşırı görüşünü paylaşmayarak, bu tutumunu değiştirmesi için
onu ikna etmeye çalışmışlardır.
Kaynaklar
Yukarıda belirttiğimiz bütün bu sorumlulukları ifa edebilmek için İslam
devleti doğal olarak yeterli düzeyde mali kaynaklara İhtiyaç duyacaktır.
Devletin, kişi veya gruplarca meşru yollardan edinilmiş varlıklara el
koyma yoluyla kaynak sağlama şeklinde bir hakkının kesinlikle olmadığı üzerinde
bütün fakihlerin açıkça icma’ içinde oldukları bilinmektedir...
Müsadere veya adil bir tazminat verilmeksizin millileştirme yoluyla
kaynak sağlanması yolu silinip atıldığı takdirde, ilgili hizmetlerin satışı
yanında geriye kalan belli başlı kaynaklar şöylece sıralanabilir:
I. Zekat;
II. Tabii kaynaklardan gelen
gelir
III. Vergilendirme;
IV. Borçlanma.
1. ZEKÂT:
Müslümanların, servetin hakça paylaşıldığı, bütün hak sahibi kişilerin
hayalî ihtiyaçlarının öncelikle devletin planlama ve düzenlemedeki katkısıyla
yardımlaşma yoluyla karşılandığı tek bir çekirdek aileye benzeyen bir topluma
ulaşabilmelerini sağlamak amacıyla İslam güçlü bir sosyal güvenlik sistemi kurarak
bu sisteme dünyada başka bir yerde rastlanmayan bir şekilde dini bir kutsallık
atfetmiştir. Safi serveti veya kesin geliri üzerinden emredilen oranlarda zekat
fonuna zekat ödemek bir müslümanın yerine getirmekle yükümlü olduğu dini
vecibelerin bir parçasıdır. İslam'da zekat kurumuna verilen önem o derece
yüksek bir seviyededir ki, Kur'an'da namazın farz oluşundan bahsedilen her
yerde, aynı zamanda müslümanlann zekat verme zorunluluğu da vurgulanır.
Peygamber bu konuda o kadar ileri gitmiştir ki:
"Herkim namazlarını eda etmelerine mukabil zekat vermiyorsa,
namazları makbul değildir" buyurmuştur. [6]
Zekatın toplanması ve paylaştın İması işinin esas itibarıyla İslam
devletinin sorumluluğu olduğu üzerinde fakihler arasında genel bir ittifak
mevcuttur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve ilk iki halife, yani
Ebu Bekir ve Ömer zamanlarında uygulama bu şekildeydi. Hatta Ebu Bekir,
devlete zekat ödemeyi reddedenlere karşı kuvvet kullanmıştır.
Ancak, zekatı devlet toplasa dahi bundan hasıl olacak gelir muhtemelen
sınırlı olacaktır. Zaten Kur'an'da zekatın sarf edilebilecegi yerler açıkça
sayılmıştır. Her ne kadar kimi fakihler “Fi sebilillah" (Allah'ın yolunda)
ifadesinin kapsamını bir miktar genişletmişlerse de İslam devletinin bütün
harcama kalemlerinin bu kapsam içine alınması çok zordur. Bu yüzden, şayet
İslam devletinin yükümlülüklerini yerine getirebilmesi isteniyorsa, zekat
toplanması dışında, kaynaklara kavuşturulması bir mecburiyettir.
2. TABİİ KAYNAKLARDAN GELEN GELİR:
Tabii kaynakların Allah tarafından bütün insanlığın refahı için
bahsedildiğini daha önce de belirtmiştik. Bu yüzden söz konusu kaynaklardan
elde edilen mali gelir bütün halka maledilmeli her ne şart altında olursa
olsun, yalnızca belirli kişi veya gruplara paylaştırılmasına da müsaade
edilmemelidir. Bu ilkenin kabul edilmesi, sözü edilen kaynakların
işletilmesinin kamu veya özel sektör idaresine bırakılması verimlilik kriterine
göre belirlenmelidir. Ancak, bu kaynakların idare ve işletilmesi özel sektöre
ait olsa dahi, özel teşebbüsün elde edeceği kâr, verilen hizmetle ulaşılan
verimlilik düzeyinin meşru kılacağından daha fazla olamaz.
Kamu harcamalarını finanse edebilmesi için devlet hazinesine yeterli bir
gelir kaynağı sağlayabilecek kadar zengin tabii kaynaklara sahip ülkelerde (kimi
önde gelen petrol üreticisi müslüman ülkeler örneğinde olduğu gibi), ilave
gelir kaynağına pek ihtiyaç kalmayabilir. Ancak, bu kaynaktan gelire ya hiç
sahip olmayan ya da yetersiz seviyede sahip olan ülkelerde devlet, gelirine
vergi toplama ve/veya gerektiğinde borçlanma yoluna başvurarak katkıda bulunmak
zorunda kalacaktır.
3. VERGİLENDİRME;
İslam devletinin vergiler yoluyla gelir elde etmesi hakkına, bu
vergilerin adil bir tarzda ve belli bir "katlanılabilirlik"
sınırları içinde olması şartıyla karşı çıkılamaz. Söz konusu hak, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin
"Servetiniz üzerinde zekât dışında başka yükümlülüklerde
vardır" şeklindeki hadisine ve İslam fıkhının temel
ilkelerinden biri olan
"Daha büyük bir faydayı sağlamak için küçük bir faydadan feragat
edilebilir ve daha büyük bir zararı önlemek için, daha küçük bir zarar zorunlu
kılınabilir" şeklindeki ilkeye dayanılarak savunulmakladır.
Fakihlerin çoğu devletin vergilendirme hakkı olduğunu savunmuşlardır.
Merginani'ye göre, devletin kaynakları yeterli olmadığı takdirde, devletin,
kamu yararına hizmet etmek amacıyla halktan para toplaması gereklidir. Çünkü, halk
nasıl hâsıl olan yarardan istifade ediyorsa, bunun bedelini de karşılamak
mecburiyetindedir. Ancak, sadece adil bir vergi sisteminin İslam'ın ruhuyla
uyum içinde olduğu söylenmiştir. Zoraki ve halkın ödeme gücüyle mukayese
edildiğinde aşırı zahmetli olan bir vergi sistemine icma karşı çıkılmıştır.
Bütün adil halifelerin, özelikle de Hz. Ömer ve Hz. Ali ve Ömer b. Abdulaziz'in
(radiyallâhü anhüm) vergilerin adalet ve yumuşaklıkla toplanması, halkın
kaldırabilme güçlerini aşmaması ve insanları temel hayali ihtiyaçlarından
mahrum edecek şekilde olmaması gerektiğini vurguladıkları söylenir....
TOPLUMSAL ADALET VE GELİRİN HAKÇA DAĞILIMI HEDEFLERİ AÇISINDAN TEDRİCÎ
(BASAMAKLI) BİR VERGİ SİSTEMİ İSLAM'IN HEDEFLERİYLE MÜKEMMEL BİR UYUM
İÇERİSİNDE GÖZÜKMEKTEDİR. (Asgari ücretli ile zenginin ödeme yüzdesi farklı
olmalıdır) Bununla
birlikte şunu da belirtmek gerekir ki, fakihlerin ileri sürdükleri görüşler arasından
çağımız anlayışıyla ilişkili olanı İslam devletinin adil vergi toplama
hakkıdır. Vergilendirmenin fakihlerce işaret edilen maddelerle sınırlandırması
gerekliği sonucunu çıkarmak doğru olmayacaktır. Şartlar değişmiştir ve görülen
odur ki. İslam'ın hedefleriyle uyum içerisinde olacak ve çağdaş bir İslam
devletinin bir refah devleti olarak işlevlerini yerine getirebilmesine yetecek
derecede gelir sağlayabilecek bir vergi sistemi tanzim etme ihtiyacı ortadadır.
4. BORÇLANMA
Yukarıda sayılan bütün bu kaynaklardan (hizmetlerin satışı da dahil)
elde edilecek gelir yetersiz kaldığı takdirde. İslam devletinin borçlanma
ihtiyacı hâsıl olacaktır. Bu durumda, İslam'ın faizi haram kılan buyruğundan
dolayı, sözkonusu borçlanmanın faizden muaf tutulması gerekecektir.
Hizmetlerin satışına ve hisselerin paylaşımına uygun düşen kimi yasal
gelir getirici projelerde, kar ortaklığı temeline dayalı olarak kaynak
yaratılması mümkün olabilir. Ancak, bunun kapsamı çoğu kamu projelerinde
sınırlıdır. Kâr ortaklığının mümkün veya uygulanabilir olmadığı durumda. İslam
devleti borç para almak zorunda kalabilir ki, bu da ancak müslüman toplumundaki
özel teşebbüsün borcun geri ödenmesinden feragat etmeye hazır ve istekli olacak
derecede İslamî ideallerden büyük ölçüde ilham almasıyla mümkündür. Belki de
İslam'ın özgeci Öğretilerinden çok Adam Smith'in tasavvurundaki kişisel çıkar
peşinde koşan iktisadî insan (homo economicus) idealleriyle dolu olan günümüzün
haris müslüman toplumlarında, yüksek enflasyon oranına bağlı olarak
tasarrufların reel değerinde ki sürekli azalmayı da göz önüne alacak olursak,
zorunlu hale getirilmediği sürece karşılıksız ödünç almanın verimsiz olma
eğiliminde olabileceği beklenebilir.
"Müreffeh"mi "İdeal"mi?
Bu noktada, bütün İslam devletlerinin yukarıda tartışılan işlevleri
finanse edebilecek yeterli kaynaklara sahip olma imkanlarının olmayabileceği, bu yüzden de
"ideal" bir nitelikte olamayacakları iddia edilebilir. Burada şunu
açıklığa kavuşturmak gereklidir ki. "ideal" İslam devleti,
"müreffeh" İslam devletiyle karıştırılmamalıdır. İdeal olan,
kaynaklar elverdiği ölçüde Allah'ın halifeleri için ulaşılan genel maddi ve
manevi refahın ışığında tahlil edilmelidir. Bu yüzden, bir İslam devletinin
"ideal" konuma ulaştığını kabul edebilmek için en azından:
a) Müslüman toplumunun manevi seviyesini yükseltip, ahlakî gevşeklik ve
bozukluğu en aza indirgemiş;
b) Kaynakları, izin verdiği ölçüde genel iktisadî refah hususundaki
yükümlülüklerini ifa edebilmiş;
c) Bölüşümcü adaleti sağlayıp, sömürüyü ortadan kaldırmış olması
gerekir. Kaynak yeterliliği görece bir kavramdır ve erişilebilir seviyelerle
iktisadî kalkınmanın hali hazırdaki safhasının ışığı altında mukayese edilmesi
gerekir.
Tabiat ve Kimlik
Yukarıdaki tartışmanın işaret ettiği nokta, İslam devletinin esas
itibarıyla bir refah devleti olduğu ve Şeriat'ın yukarıda da kısaca değinilen
ekonomik alandaki hedeflerinin ifası maksadıyla ekonomide önemli bir rol
oynamakla yükümlü olduğudur. Bununla beraber, bu refaha ulaşılmasında İslam'ın
büyük değer atfettiği kişi özgürlüğü çerçevesinin dışına kesinlikle çıkılmaması
icab eder. İslam inancının temel taşlarından biri de insanın Allah tarafından
yaratıldığı ve Ondan başkasına kulluk edemeyeceği (Rad: 36) ve Muhammed
(sallallâhü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin önde gelen hedeflerinden birinin
de, insanlığı üzerindeki ağır yüklerden ve köleleştirildiği zincirlerden
kurtarmak (A'raf:15) olduğu İnancıdır. İşte bu, yalnızca bireyin bürün
bağlardan özgürlüğü için İslamî beya-namenin özünü sağlamakla kalmaz, aynı
zamanda insanı. Kur'an ve Sünnet'ıe ifadesini bulan ahlakî hukuka sadık
kalmasını kaçınılmaz bir zorunluluk kılarak Allah'ın, günlük hayatın tüm
veçhelerindeki egemenliğine de tabî kılar.
İnsan özgür doğduğu için hiç kimsenin, devletin dahi, bu özgürlüğü ortadan
kaldırıp onu tek bir kalıba sokmaya hakkı yoktur...,
İslam'ın iktisadî sistemi içerisinde kendi kural ve değerlerine uygun
hale getirdikten sonra hür teşebbüsün temel unsurlarına yer vermesinin nedeni,
sözkonusu bireysel özgürlük modelini gerçekleştirebilme arzusunda oluşudur. Piyasa
mekanizmasıyla birlikte özel mülkiyet kurumu. İslamî düzenin içerisine o
şekilde yerleştirilmiştir ki, mal ve hizmetlerin üretim ve bölüşümünün "münasip"
bir kısım, iş ve alım-satımlarında tamamen özgür olan bireylere ve gönüllü
olarak kurulmuş gruplara bırakılmıştır. İnsan tabiatıyla uyum içerisinde
oluşunun yanı sıra, Allah'ın insanlığa bahşettiği kaynakların kullanımında
verimliliğin artırılması için lüzumlu bir teşvik vazifesi de gören kâr güdüsü
de desteklenmiştir.
Bununla birlikte toplumsal refahın İslam'da sahip olduğu mutlak önemden
dolayı, bireysel özgürlük- oldukça önemli olmasına rağmen -toplumsal
neticelerinden bağımsız bir yere sahip değildir. Bu özgürlük, ancak daha geniş
kapsamlı kamu yararıyla veya müslüman toplumunun maddi ve manevi hedefleriyle
çelişmediği sürece ya da birey başkalarının haklarına tecavüz etmediği müddetçe
dokunulmazdır. Mülk şahsa ait olabilir, ancak, Allah'ın bir emaneti olduğu
akıldan çıkarılmamalı, bu emanetin koşullarına uygun şekilde edinilip
harcanmalıdır. Kar güdüsü de, toplumsal bir çerçeve içerisinde bireyin
menfaatine hizmet etmesi, iktisadî ve toplumsal kötülüklere meydan vermeyip,
İslam'daki toplumsal adalet ve gelirle servetin hakça bölüşümü hedeflerine
zarar vermemesi için belli bazı ahlakî sınırlamalara tabi tutulmuştur.
Karma Kapitalizm mi, Sosyalizm mi?
Bütün bu çok yönlü düşünceler İslam devletini hem sosyalist hem de
kapitalist sistemlerden çok farklı kılar. Bir kere Marx'ın tasavvur elliği şekliyle sosyalizm
esas itibarıyla gayri ahlakî olup. diyalektik materyalizm mefhumunu esas alır
öte yandan laik bir ideoloji olan kapitalizm, ahlakî konular da en azından
bigane kalır. Buna mukabil İslam, hayatın hem maddi hem ahlakî veçheleri
üzerinde önemle durur. İktisadî refahı inşa ederken temel olarak ahlaki
değerleri alır. Temel farklı olunca üst yapının farklı olması da kaçınılmaz hale gelir.
Bundan başka İslam toplumsal ve
İktisadî adalete dayalı İnsanlar arası kardeşliğe, gelirin hakça dağılımına ve
toplumsal refah çerçevesinde kişisel özgürlüğe de tamamen bağlıdır. Her ne
kadar hem sosyalizm hem de karmaka-pitalizm toplumsal adalete bağlılık
iddiasındalarsa da sosyalizm veya karma
kapitalizmdeki adalet mefhumu, toplumsal ve iktisadî adaletin dokunulmaz manevi
kıstaslarıyla güçlendirilmiş insanlararası kardeşlik temelinden yoksundur.
Gerçekle, diyalektik mantığın etkisi altındaki Marxist sosyalizm bir gruba
başka bir grup tarafından yapılan haksızlığa ve hatta bir grubun bir diğeri
tarafından top yekün ortadan kaldırılmasına göz yumar. "Sakın
karışmayın dünya kendi başının çaresine bakar" ibaresini düstur edinen
LAİSSEZ FAİRE KAPİTALİZM nin bünyesinde bilinçli bir devlet siyasetiyle
ulaşılması icab eden bir toplumsal adalet ideali mevcut değilci; karma
kapitalizmde ise toplumsal adaletin kökleri, vicdanlarda yer etmiş bir insanlar
arası kardeşlik inancından çok. toplumsal
grupların baskısında yatmakladır.
Her ne kadar kapitalizm de bireyin özgürlüğünü tanımaktaysa da, bu
özgürlük üzerinde hiç bir manevi kısıtlama mevcut değildir.
Mevcut kısıtlamalar ise öncelikle rekabet baskısı ve devletin yaptırım gücü
tarafından, ikinci planda da hiç bir manevi dokunulmazlığa sahip olmayan
değişken toplumsal değerler tarafından belirlenir. Öte yandan, İslamî sistem
içinde birey, servetin kazanılması. harcanması ve dağılımı da dahil olmak üzere
hayalın bütün alanlarında dokunulmaz manevi değerlere tabîdir. Kapilalizm gibi
islam da normalde özel mülkiyet, piyasa sistemi ve kâr güdüsünü de içerisinde
barındıran teşebbüs hürriyetini tanır; ancak, daha önce de işaret edildiği gibi
İslam'da mülkün Allah'ın emaneti, insanın da Allah'ın halifesi ve vekili olarak
O'na karşı sorumlu ve O'nun yol gösterici ilkelerine tabi olması hasebiyle
İslam, kapitalizmden farklılık gösterir.
Hem sosyalizm hem de kapitalizm, gelirin hakça bölüşümünü tanımaktaysa
da, kapitalizmde bu tanıma aynı şekilde bir grup baskısı neticesi olup,
sosyalizmde ise bireysel özgürlüğün inkarıyla alakalıdır. İslam bu hakça
bölüşümü bireysel özgürlük çerçevesinde, ancak, kamu yararını korumaya yönelik
manevi ve hukukî buyrukları, kazanılmamış gelire karşı ahlakî kısıtlamaları ve
adil bir gelir ve servet dağılımını temine yarayan toplumsal zorunluluklar
muhafaza etmek suretiyle gerçekleştirir.
Bunun içindir ki, İslami refah devleti ne kapitalist ne de sosyalisttir.
Bu devlet kendi değerlerini esas alır. Ve kendi öz hedefleri tarafından
yönlendirilir. Kendi öz kimliğine sahip olduğu gibi, başka herhangi bir devlet
şekliyle de hiçbir benzerliğe sahip değildir.
Kaynak:
Hazırlayanlar : John Donohue-John Esposito, DEĞİŞİM SÜRECİNDE İSLAM,
Çcvirenler: Ali Yaşar AYDOĞAN- Aydın ÜNLÜ, İnsan Yayınları, İstanbul, 1991
[1] (Yazar) MUSTAFA MAHMUD - 1921- ' -Tanta’ da tamamladığı ilk ve orta
öğreniminden sonra. Kahire Üniversitesi Tıp Fakültesine girdi ve mezun okluktan
sonra 1952'den 1966 ya kadar
mesleğini Kahire’de icra etti. 50'li
yılların sonlarından itibaren din ve çağdaş meseleler hakkında
yazılar yazmaya başladı; bugün profesyonel yazarlık ve manevi danışmalık
yapmaktadır. Bu yazı. El Marksiyye ve'l-lslam (Marksizm ve İslam) Kahire. Dar
al-Maarif. 1975'den alıntıdır. Sh. 66-79.
[2] Yazar: M.ÖMER ÇAPRA 1933-
Islamic Welfare State and Its Role Economıcs (İslamî RefahDevleti ve İktisattaki Rolü) adlı yazıdan alınmıştır. 1979 sh. 208-17.
[3]
(EbuDavud (Kahire. 1952) c.2 sh. 122.
[4] -a.g.e.
[5] -a.g.e.
[6] Ebu'Ubeyd Kasım İbn Sellâm.
Kitabu'l-Emval (Kahire. El- Mektebe El-Ticariye El-Kübra-Hicri 1353). sh.
354:919
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar