“DELİ”DEN
Nasıl delirdiğimi, nasıl
tozuttuğumu
sorup duruyorsunuz bana.
Peki dinleyin şimdi;
bunu siz istediniz:
*
Bir sabah, Tanrılardan
çoğunun
daha afyonu patlamadan,
uykudan sıçrayarak
uyandım,
ve bakındım hayatıma,
aynanın raflarına,
bir de ne göreyim,
çalınmamış mı
tamamı masklarımın!
*
- Deliliğin ilmine yeni
başlayanlara
bir açıklama yapayım,
dilerseniz burada;
belki inanmakta zorluk çekeceksiniz,
ama
birbirinden habersiz
yedi mask peydahladı
bu koğuş arkadaşınız,
yedi ayrı hayatta
ve kadidi çıkıncaya
kadar da
eskitti yüzünde bunların
her birini -
*
Şimdi dönelim hikâyeye.
İçimdeki aynanın
raflarında
bulamayınca maskların
hiçbirini
sokağa fırladım hemen,
mask falan yok yüzümde,
çıplak yüzümle öyle,
ilk defa, kimsem yani
tam işte o halimle,
*
ve bağırmaya başladım
sokaklarda,
çarşıda, pazarda,
meydanlarda
aval aval bakan
akıllılara,
“Hırsızlar, hırsızlar,”
dedim,
“aşağılık fareler,
tavan fareleri,
sandık fareleri sizi!”
*
Bu baylardan,
bayanlardan kimi
masklarını yüzlerinde
tutmaya
çalışarak güldüler,
güldüler bana;
kimi de evlerine
ya da tapınağa koştular,
korkarak, deliliğin hiç
yoktan
ve hazırlıksız
bulaşmasından falan
günahsız ruhlarına.
*
Bir sokaktan geçerken,
bir evin damında dikilen
biri,
“Bir deli, bu, bir
deli!”
diye bağırdı deli deli.
*
Görmek için bu sesin
sahibini
Kaldırdım başımı
yukarıya
ve güneş ilk defa
öpmüş oldu o zaman
peçesiz, maskesiz suratımı;
ilk kez okşadı gün ışığı
çıplak derisini, yüzümün
ve tutuşturdu, o saat
hakikatin aşkıyla
bunca yıl bir kıvılcım,
bir tutam köz,
arayan yüreğimi.
*
İşte o günden sonra,
işte o halden sonra
mask olsun istemedim
artık
yüzümde ve şarkımda.
*
Ve o gün o aşkla, o
cezbeyle
bağırdım, nara attım
orada:
*
“Ne kutlu
insanlarmışsınız meğer,
ne kutlu
insanlarmışsınız
Habil, Kabil,
kardeşlerim hepiniz,
koğuş arkadaşlarım,
benim,
siz masklarımı çalanlar,
siz kardeş yüzler,
hısım ve akraba
maskeler;
siz erdemli hırsızlar
ve kafasız, yeteneksiz
mağdurlar!”
*
İşte böyle deli oldum
ben
ve kafesin kapısını açıp
uçurdum kuşlarımı.
*
Ya siz, peki ya siz?
Ben işte böyle buldum
özgürlüğümü,
hem özgürlüğümü buldum,
hem de güvenliğimi,
deliliğimde;
*
yalnız olma özgürlüğümü,
biricik olma özgürlüğümü
ve tanımlanıp,
çözümlenip,
anlaşılır olmaya karşı
da güvenliğimi...
*
Çünkü, bakın, bizi
çözümleyenler,
bizi tanımlayanlar,
bizi anlaşılır kılanlar
ve buna bizi de
inandıranlar
tutsak almış olurlar
bir yanımızla bizi.
*
Bu güvenlik konusunda
yine de
gurur yapmak istemem.
Çünkü bir hırsız bile
güvenilir biridir
hapishanede,
dışarıdaki hırsıza göre;
*
ve bir deli, bir başka
deli için
daha güvenlidir
akıllılardan,
küçük tımarhanede de,
büyük tımarhanede de.
Çok, çok eski
günlerimde,
ilk konuşma hevesi
ve esin titreşimi
taştığında yüreğimden
dilime,
kutsal dağa tırmandım
ve seslendim Tanrı’ya:
*
“Senin sadık kulunum
ben,
Senin sadık kulun,
Yarabbi,”
diye dil döktüm ona.
“Senin gizli iraden
bundan böyle
yasam olacak benim
ve ben ebediyen
itaat edeceğim sana.”
*
Fakat Tanrı hiç cevap
vermedi bana,
Sadece güçlü bir bora
gibi uğuldadı,
uğuldadı ve gömüldü
sessizliğe.
*
Bin yıl sonra yine
tırmandım
kutsal dağa
ve yine seslendim O’na:
*
“Ey Yüce Yaratıcı,”
dedim,
“sen tasarladın beni,
tamam,
itirazım yok buna,
sonra balçıkla bir
biçim,
soluğunla da hayat
verdin bana.
*
bunlar için, borçluyum,
biliyorum,
kendimi, cismimi,
gölgemi sana
ve borcuma da sadığım;
bir gün mutlaka
ödeyeceğim,
ödeyeceğim, ama
uzatmanı niyaz ediyorum
senden
bu borcun vadesini,
şöyle bin yılcık kadar
daha.”
*
O gün, Tanrı yine açık
bir cevap
vermedi bana.
Fakat bin kanadın
hışırtısıyla
bir kuş sürüsü gibi
üstümden geçip gitti.
*
Ve bin yıl sonra yine
tırmanıp kutsal dağa
seslendim, seslendim
O’na:
“Baba, baba, baba,”
dedim,
*
“Bak, senin oğlunum ben.
Merhamet ve sevgiyle
hayat verdindi bana;
biliyorum bunu, elbette
biliyorum
ve bildiğim için de
-bari
ben de sevgi ve kullukla
götüreyim işi,
diyorum kendi kendime.
*
ve yerin tüm sevgisiyle
yönelmek için de sana,
senin yer krallığını
üstlensem,
diyorum, iznin olursa
eğer?”
*
Tanrı yine açık bir
cevap
vermedi o gün bana,
yüksek tepeleri örten
sessiz,
yalnız bir bulut gibi
kalkıp gitti üstümden,
bir başka sonsuzluğa.
*
Bin yıl sonra yine
tırmandım
kutsal dağa
ve seslendim Tanrı’ya:
*
“Tanrım, sen hem
amacımsın, benim,
hem ona varmak için
teptiğim yolsun,” dedim,
*
“Ben senin dününüm,
sen benim yarımınsın.
Ben toprağın içindeki
kökünüm, kökün, senin;
sen de benim göğe doğru
açan
çiçeğimsin, çiçeğim;
*
Ve güneşin altında
birlikte büyüyor,
birlikte boy atıyoruz
göğe yukarı.”
*
İşte
o zaman Tanrı bana doğru eğildi
ve
tatlı sözler fısıldadı kulağıma.
Ve
kendisine koşan bir dereciği
nasıl
bağrına basarsa, deniz,
O
da işte öyle bağrına bastı beni.
*
O günden sonra,
indiğim vadilerde de
gezdiğim ovalarda da
artık hep yakınında
oldu, Tanrı.
Issız bir dağda,
Tanrı’ya kulluk eden
ve birbirini pek seven
iki münzevi yaşıyordu.
Bir tek toprak kapları
vardı
ve sahip oldukları tek
eşya
buydu, bu iki
münzevinin.
*
Bir gün ayartıcı bir
ruhun,
keşişlerden yaşça
büyüğüne
güçlü bir dürtüyle
musallat olacağı tuttu.
*
Ve yaşlı keşiş, genç
olana,
“Uzun zaman oluyor ki,”
dedi,
“seninle beraber
yaşıyoruz.
Artık ayrılma zamanı
geldi.
Ama, ayrılmadan önce
paylaşmamız gerekecek,
tabii,
Tanrı ne verdiyse,
ortak olduğumuz
şeyleri.”
*
Öteki keşiş hem şaşırdı,
hem üzüldü buna
ve “Çok üzdü beni,”
dedi,
“böyle durup dururken,
bırakacağını söylemen
bu yoksul çömezini,
üstat.
Fakat ne gelir elden,
gitmek zorundaysan,
ne diyebilirim, kader.”
*
Bunları söyledikten
sonra da
toprak kabı getirdi
ve uzatırken onu yaşlı
keşişe,
“Bunu bölemeyiz,
kardeşim,” dedi,
“al, senin olsun.”
*
Bunun üzerine, öteki,
daha önce onda hiç
görülmeyen
soğuk, uzak
şaşırtıcı bir tonla,
“Bağış kabul edemem,”
dedi,
“kendi payımdan başka
Hiçbir şeyde yok gözüm.
Kabı bölmemiz
gerekiyor.”
*
Genç keşiş, “Ama kabı
kırarsak,
bu ortada, besbelli,”
dedi,
“ne senin, ne benim
işine yarar.
En iyisi ve uygun
görürsen, tabii,
kura çekelim aramızda,
kabı o alıversin,
artık kime çıkarsa.”
*
Fakat yaşlı keşiş
direndi,
“Adil bölüşmeden
ve benim kendi payıma
düşen parçadan başka
bir şeye razı olamam,”
diyerek itiraz etti
buna,
“Kabı ikiye bölmeliyiz,
başka çözüm istemem.”
*
İş buraya varınca,
başka söz bulamadı, genç
keşiş,
“Gerçekten istediğin
buysa,” dedi,
“ve işine yarayacaksa
eğer,
pekâlâ, öyle olsun,
getir kıralım kabı,
yeter ki, kırılan, kalp
olmasın.”
*
Fakat o an, genç münzevi
açıkça
böyle erdem ve bilgelik
makamında
inciler döktürdükçe
yaşlı keşişin yüzü
bir öfke bulutuyla
karardıkça karardı
ve ayartıcı bir dürtü
onun sesini kullanarak
ve onun dudaklarıyla
genç keşişe, “Seni
melun,
seni ermiş bozuntusu
seni,
kavga istemiyorsun ha,
öyle mi, öyle mi?”
diyerek
üzerine yürüdü,
ötekinin.
*
Ama bu saldırı hamlesi
toprak kabın, genç
keşişin eliyle,
kaşarlanmış azgının
tepesi kazınmış
kafasında
parçalanmasını
önleyemedi
ve yüzünün, gözünün
kan revan içinde
kalmasını...
İsa’nın yaşadığı
günlerde
yastıklar dolusu
iğneleri olan
hasis bir adam vardı.
İsa’nın annesi bir gün
bu adama gitti ve
“Komşu,” dedi, “oğlumun
giysisi yırtık;
tapınağa gitmeden önce
oğlumun giysisini
onarmam gerekiyor.
Bana bir günlüğüne
bir iğne veremez misin
ödünç?”
*
Adam İsa’nın annesine
bir tek iğne bile
vermesine vermedi, fakat
tapınağa gitmeden önce
aktarması için oğluna,
''Vermek'' ve ‘Almak’
üzerine
ilmihal bilgileriyle
soslu,
yağlı mı yağlı
ve geri ödemesiz
bir dolu vaaz verdi.
Bir gece şenlik vardı
sarayda,
bir adam geldi ve
prensin önünde
yüzüstü kapandı yere.
Gözlerini bu yabancıya
çevirdi
davetlilerin hepsi.
Adamın bir gözü çıkmıştı
ve kan sızıyordu o gözün
oyuğundan.
*
Prens, “Başına ne geldi
böyle?”
diye sordu adama.
Yabancı, “Prens
hazretleri,”
diye başladı anlatmaya,
“meslekten bir hırsızım
bendeniz,
gökte ay olmadığı için
dün gece, sarrafın
dükkânını
soymaya karar verdim.
Fakat zifiri karanlıkta
bir yanlışlık yapmışım,
sarrafın dükkânını
atlamış
dokumacı dükkânına
girmişim.
*
İşte orada da, yol
üzerine konan
dokuma tezgâhına çarptım
ve sivri bir şey çıkardı
o an
bu gözümü yerinden.
*
Şimdi, ey haksever
prensim,
ben bu dokumacıya karşı,
kısasa kısas, adalet
istiyorum sizden.”
*
Bunun üzerine, prens
hazretleri
adam gönderiverip
dokumacıyı huzuruna
getirtti
ve yargılama sonunda
bir gözünün
çıkarılmasına
hükmedildi onun da.
*
“Ey prens hazretleri,”
dedi dokumacı,
“hüküm bence de doğru.
Benim de bir gözümün
çıkarılması
adil olmasına adil
olabilir de, fakat
ne yazık ki, dokuma
sırasında
dokuduğum kumaşın
iki yüzünü de görebilmem
için
iki göz gerekiyordu
bana.
*
Oysa, bir komşum var,
mesela,
kendisi ayakkabı
tamircisi;
ve onun da iki gözü var;
ama iki göz gerekmiyor
işinde bu komşuma.”
*
Prens, bu sefer de
adamlarını salıp
ayakkabı tamircisini
getirtti huzuruna.
Ve hemen orada, o anda
gördüğü dünyayla,
yaptığı işi
adalet terazisiyle
tartıp,
gözeterek komşuyla
denkliğini,
bu zavallı adamın da
çıkardılar gözlerinden
birini.
*
Sonra, ayakkabıcı
nasıl emsal olduysa
demirciye,
demirci yorgancıya,
yorgancı marangoza,
marangoz duvarcıya
emsal ola ola, sonunda,
hırsızlardan,
aylaklardan
iki gözü de açık
kimse kalmadı o şehirde
*
ve adalet yerini bulmuş
oldu,
herkes için, böylece,
adalet tahta oturdu,
ve zulüm müsavi oldu
yoksullarla mağdurların
üzerinde.
Bir tilki, gün doğarken
kendi gölgesine baktı
ve “Bugün öğlen yemeğine
bir deve indirebilirim
gövdeme,”
dedi kendi kendine.
*
Ve öğlene kadar bütün
bir sabahı
her yerde deve arayarak
geçirdi.
Fakat öğlen vakti bir
ara gözü
yine kendi gölgesine
ilişti
o zaman da kendi
kendine,
“Ah, bulabilsem,” dedi,
“bir fare de aynı işi
görür,
küçük bir fare bile.”
Bir zamanlar Wirani
şehrinde
hem güçlü ve dirayetli,
hem de akıllı, hikmetli
bir kral hüküm sürerdi.
Ve bu kral kendi
gücünden korkar,
ama kendi aklını sever
ve ona güvenirdi.
*
Bu şehrin ortasında,
suları serin mi serin,
içimi güzel bir kuyu
vardı;
şehrin halkı da,
kralın kendisi ve saray
çevresi de
bu kuyunun suyunu
içerlerdi;
başka bir kuyu, bir
dere,
bir su kaynağı yoktu
çünkü.
*
Bir gece, herkes derin
bir uykudayken,
bir sihirbaz gizlice
girdi şehre
ve koynundan çıkardığı
şişeden
birkaç damla bilinmeyen
bir sıvı
damlattı bu kuyuya.
*
Sonra kendi kendine
ve olup biteni izleyen
cinlerine,
“Şu andan itibaren,
bu sudan içen kişi
aklını kaçıracak,” dedi.
*
Ertesi gün, Kral ve Kral
Naib’i hariç,
şehirde yaşayan herkes,
hatta olacakları bilen
sihirbazın kendisi
içtiler bu kuyunun
suyundan
ve içen delirdi, içen
delirdi, içen...
*
Gün boyu sokaklarda,
çarşıda, tapınakta
kulaktan kulağına
dolaşan söz şu oldu:
“Kral delirmiş, Kral
ve onun Naib’i,
üşütmüşler kafayı.
Artık yönetemezler bizi
bu ikisi.
Tutmayalım onları
başımızda.
Alaşağı edelim,
Bu tozutmuş Kral’ı
Naib’iyle beraber.”
*
O akşam, Kral
Hazretleri,
altın bir kâseyi
bu kuyudan doldurulup
getirilmelerini buyurdu
uşaklara.
*
Ve getirdiklerinde
kâseyi
yarısını kendisi içti,
suyun,
kalan yarısını da
Naib’ine uzattı, içmesi
için.
*
Ve o akşam bu uzak
Wirani şehrinde
büyük bir kutlama
yapıldı
Kral da, Naib’i de,
şükür,
akıllandılar diye.
Üç adam bir araya
geldiler
bir masanın etrafında,
bir meyhanede.
Adamlardan biri
dokumacı,
biri marangoz, biri de
mezar kazıcı.
Dokumacı, “Çok nadide
ketenden
kefenlik kumaş sattım
bugün
üç kırmızı altına.
Bu gece şaraplar
benden,” dedi.
Marangoz, “Ben yaptığım
en iyi
tabutu sattım bugün,”
dedi,
“Şarabın yanında kuzu
çevirmesi de
bu gece benden,
dostlar.”
“Bugün ben sadece bir
mezar kazabildim,
ama cenaze sahipleri
iki kat ücret ödediler
bana.
İzin verin, şarabın ve
kuzunun yanında
ballı börek de benden
olsun bu gece.”
Ve bu üç ahbap,
yarışırcasına birbiriyle
sofrayı donattılar da
donattılar;
bütün gece yediler,
içtiler, eğlendiler.
Müşteriler bu gece
saçıp savuruyorlar,
bonkörlükte yarışıyorlar
diye
meyhaneci, sevinçten
havalarda uçuyor,
karısına, iki lafın
arası
göz kaş edip, gülücük
yolluyordu .
Uç arkadaş, ay doruğa
varınca
çıktılar meyhaneden
ve yolda şarkılar
söyleyerek,
naralar ataraktan
evlerine gittiler.
Meyhaneci ve yanında
karısı,
meyhanenin kapısında
dikilmiş
bakarlarken onların
arkasından,
“Ah bu beyefendiler!”
dedi eşine, meyhaneci,
“Ne kadar eli açık ve
soylulardı!
Ne olur, her gece
gelseler de ihya etseler bizi!
O zaman oğlumuz
büyüyünce
bir meyhaneci olmaz,
sabahtan akşama kadar
çalışmak zorunda
kalmazdı bizim gibi.
Okuturduk onu,
O da işini sıkı tutar,
papaz olurdu belki.”
Yeni bir zevk keşfettim
dün gece.
Tam bu zevki deniyordum
ki ben,
bir melek ve bir şeytan
evin eşiğinde
nasılsa birbiriyle
burun buruna geldi
ve hemen yaka paça
kavgaya tutuştular.
Benim keşfettiğim
şu yeni zevkten başkası
değildi bu kavganın
konusu.
Biri, “bu günahtır, bir
günah,
bir günah ki, simsiyah!”
diye bağırırken,
öteki, “Hayır,
affetmişsin sen,
bence sevaptır, sevap!”
diye itiraz etti hemen
ve ekledi ardından,
“bir günah olsa bile,
bu bembeyaz bir günah!”
Bir keresinde,
defnederken
ölü benliklerimden
birini,
mezar kazıcı yanıma
geldi ve bana,
“Defin için buraya
gelenler içinde
bir tek senden
hoşlanıyorum,” dedi.
*
“Bu pek mutlu etti
beni,” dedim,
“fakat öğrenemezsem
eğer,
bu hoşnutluğunu, senin
nasıl hak ettiğimi
meraktan hemen şimdi
öleceğim bir kere daha?”
*
“Senden hoşlanıyorum,
çünkü,” dedi,
“Defin için buraya gelen
ötekiler
ağlayarak geliyor,
ağlayarak terk ediyor
burayı;
bir tek sen gülerek
geldin
ve gülerek ayrılıyorsun
burdan.”
Dün akşam, tapınağın
mermer basamaklarında,
iki adam arasında oturan
bir kadın gördüm.
Kadının bir yanağı
solgundu
tapınağın taşları gibi
solgun ve soğuk;
öteki yanağıysa
nar gibi kızarmıştı,
birazdan o yanakta
alev alev yanan
bir gül açacaktı sanki.
Gençlik günlerimde bana,
surlarının içindeki
herkesin
Kutsal Kitaba göre
yaşadığı
bir ‘Tanrı Şehri’nden
söz etmişlerdi.
Ben de, daha o günlerde,
“Bu şehri arayıp
bulacağım,
bu şehri ve o
kutsanmışlığı...”
demiştim kendime.
Fakat dediklerine göre,
çok uzaktı bu şehir.
Bunu hesap ederek
uzun bir yolculuk için
hazırladım kendimi.
ve Tanrı’nın ışıklı
günlerden birinde,
Tanrı’nın şehri için,
yaya,
koyuluverdim yola.
Kırk gün yol teptikten
sonra
şehri uzaktan gördüm
ve kırk birinci gün
kapısından içeri girdim,
şehrin.
Bir de ne göreyim,
şehirdeki herkesin,
ama herkesin bir tek
gözü
ve bir tek kolu var
yalnız.
Şaşırıp kaldım buna
ve sordum kendi kendime,
“Böylesine kutsanmış,
korunmuş bir şehirde
yaşayan insanların
duvarların, aynaların
ardını
gösterecek gözleri
ve geçmişte, gelecekte
onları
uçuran kanatları değil de
tek gözleri, tek kolları
mı olmalıydı,
Allah’ım?”
Ben bunları içimden
geçirerek
çevreme bakınırken,
fark ediverdim ki birden
şehrin sakinleri de
bana şaşırmışlardı,
iki sağlam gözüm
ve iki sağlam elimle
ben onlarda daha çok
hayret uyandırmıştım.
Hemen yaklaşarak onlara,
anlamaya çalıştım burda
olup biteni.
“Yanlış şehre mi
geldim,” dedim,
“Herkesin Tanrı’nın
Kitabına'
uyarak yaşadığı
Tanrı’nın Şehri değil mi
burası yoksa?”
onlar da, “Evet, doğru,
burası o kutlu şehir,”
diye cevap verdiler
bana.
“Peki,” dedim,
“başınıza ne geldi,
Nerde sağ gözleriniz
ve sağ elleriniz sizin?”
Bu sorum üzerine çevrede
bir hareketlenme oldu
ve içlerinden biri
“Gel bizimle ve gör,”
dedi, hepsinin adına.
Şehrin ortasındaki
mabede götürdüler beni.
Ve orada bir mahzende
bir kesik eller yığını,
bir başka mahzende de
fıçılar, fıçılar dolusu
çıkma gözleri
gösterdiler.
Ağzım açıkta kaldı o an;
“Hangi zalim,” diye
haykırdım,
“hangi cellat reva gördü
sizlere
bu görülmemiş kötülüğü?”
Bir uğultu yükselti içlerinden.
Sonra yaşlıca biri
yanıma yaklaştı
ve şunları söyledi bana:
“Bunu biz kendimiz yaptık,
ey meraklı yabancı, dedi
biz kendimiz kıydık,
evet,
kendi ellerimize,
kendi gözlerimize.
Bunu yaptık ki, Yüce
Tanrı,
içimizdeki kötülüğe
karşı
üstün çıkarsın bizi.”
Ve yüksek bir sunağa
alıp götürdü beni.
Kalabalık da peşimizden
geldi.
Yaşlı adam orada,
sunağın üstündeki taşa
hakkedilmiş
kitabeyi gösterdi.
Şunları okudum orda:
“Sağ gözünüz bir suç
işletirse size,
çıkarıp atın onu;
gözlerinizden birini
kaybetmeniz daha iyidir
çünkü,
bütün bedeninizin ateşte
yanmasından.
Ve sağ eliniz size suç
işletirse,
kesip atın ve
kurtuluverin ondan;
ellerinizden birini
kaybetmeniz daha iyidir
çünkü
bütün bedeninizin ateşte
yanmasından.”
Bunları okuyunca
Anladım başlarına
geleni.
Ve dönüp kalabalığa,
“Aranızda hâlâ iki gözü,
iki eli de olan
bir tek Allah’ın kulu
yok mu, Allah aşkına?”
diye sormadan edemedim.
“Yok,” dediler, “yok,
olamaz da,
henüz okumayı bilmeyen,
çok genç olanların
dışında,
bu kutsal kitabeyi
okuyan
ve iki gözü de, iki eli
de
hâlâ yerinde duran
kimse yok aramızda.”
Kalabalıkla beraber
çıkar çıkmaz o meşum
tapınaktan,
korkular içinde,
arkama bakmadan
adeta kaçarak uzaklaştım
o lanetli şehirden
çünkü pek genç değildim
ve pekâlâ okuyabiliyordum
o kanlı kitabeyi.
İyilik Tanrısı’yla
Kötülük Tanrısı
bir dağın doruğunda
karşılaşmışlar.
İyilik Tanrısı,
“İyi günler, birader,”
demiş biraderine.
Kötülük Tanrısı da,
“Sana da, sana da,”
diyerek, başını çevirmeden karşılık vermiş ona.
İyilik Tanrısı,
“Kötü günündesin
galiba?” demiş,
öyle muhabbet olsun
diye;
Kötülük Tanrısı,
“Evet, öyleyim, çünkü,”
demiş,
“bu son zamanlarda sık
sık
beni seninle
karıştırıyorlar;
senin isminle
çağırıyorlar beni
bu, beyinsiz insanlar.
Bu da, doğrusu,
biraz rahatsız ediyor
beni.”
İyilik Tanrısı, “Aa,
evet, evet
beni de karıştırıyorlar
sık sık seninle,” demiş,
“çağıran çok oluyor
beni de isminle, senin.”
Kötülük Tanrısı, bunun
üzerine,
insanların aptallığına
lanet okuya okuya
yürüyüp gitmiş oradan.
sen ey yitik ruhların
Tanrısı,
sen ey, Tanrılar
arasında yitirilmiş olan;
işit sesimi:
sen ey, benim gibi
kaçık,
serseri ruhları gözeten
merhametli kader,
işit sesimi:
kusursuz bir türün
içinde,
kusursuz varlıkların
arasında
ben en kusurlu olanım,
en yetersiz olan...
bir insan kaosuyum ben,
bir insan nebulası,
bir düşünce, bir rüya ve
hayal,
bir tutku, bir özlem
ve hezeyan karmaşası...
tamamlanmış dünyalarda
geziniyorum,
sıvası, badanası
yapılmış,
gedikleri kapatılmış
kelepir öğretiler
arasında;
sağlam,
sarsılmaz,zırhlı, miğferli
yasa insanları arasında,
saat gibi işleyen
düzen insanları
arasında,
düşünceleri, düşünce
biçimleri
güzelcene sınıflara
ayrılmış
güzelcene raflara,
reyonlara dizilmiş,
rüyaları bir düzene
konulmuş,
görümleri, sezgileri
kodlanmış,
cennetlikler arasında
dolaşıyorum.
öyle insanlar ki bunlar,
Allah’ım, erdemleri de
ölçülü tartılı,
günahları da ölçülü
tartılı;
karanlığın dibinde
işlenen
en küçükleri bile,
günahların
ve en gizlileri
erdemlerin,
tanımlanmış, kodlanmış
ve geçilmiş kodekslere,
kataloglara.
yapılıp edilecek işlere
göre
dilimlere bölünmüş
günler, geceler
ve şaşmaz bir doğrulukla
işleyen
kurallarla
yönetiliyorlar.
yemek, içmek, uyumak
ve ölümü denemek,
sonra, vakti gelince
yorgun düşmek,
uzanıvermek kanepeye...
çalışmak, oynamak,
şarkı söylemek, dans
etmek
ve sonra...
sonra saatler vurunca
hurra, yataklara!
yine bunun gibi,
düşünmek,
yine bunun gibi
hissetmek
ve sonra, yine bunun
gibi,
ufkun orada
görünce o parlak yıldız
son vermek bir kere daha
düşünmeye ve hissetmeye.
yüzüne gülümseyerek
çalmak,
fikrini, zamanını
ya da rolünü
bir komşunun.
cömert, iyiliksever
havalarla
hediyeler dağıtmak,
onur yüceltici övgülerde
bulunmak,
temkinlice suçlamak,
bir gönlü tek sözcükle
viraneye çevirmek,
bir tek nefesle bir
bedeni
yakıp yıkmak, kül etmek
ve sonra...
sonra, dolunca
gündelik çalışma süresi
yıkayıp arındırmak
elleri.
kurulu bir düzenle uyum
içinde
sevmek, âşık olmak;
önceden kavranılmış bir
tarzda
sahnelemek
kendi benliğini en iyi,
en ileri;
ilmihale uyarak tapınmak
Tanrılara,
sanatlıca şaşırtmak
ya da savuşturmak
başından şeytanları
ve sonra, unutmak bütün
bunları,
unutmak bütün bunları,
unutmak bütün bunları,
belleği kökten silip sıfırlamak
bir tuşu tıklayarak.
hayal edilecekse,
güçlü bir güdüyle hayal
etmek,
düşünülecekse,
derinlemesine düşünmek;
ve ölüm yokmuş gibi
hissetmeyi başarmak
mutlu olunacaksa.
Hamlet gibi soylu olmayı
bilmek,
acı çekilecekse,
ve sonra...
sonra, kadehi boşaltmak,
yarın, ağzına kadar
doldurmak için yine.
bütün bunlar, ey Tanrım,
önceden tasarlanmış
olarak
gündelik hayatın rahmine
düşer,
önceden karar verilerek,
hesaplanarak getirilir
dünyaya,
kılı kırk yararak
beslenir büyütülür,
sıkı disiplinle yetiştirilir,
akılla yönetilir,
yöntemle, yavaş yavaş
öldürülür ve gömülür.
ve bütün bunların
insan ruhundaki
sessiz mezarları bile
işaretli ve numaralıdır.
kusursuz bir dünya bu;
hatasız, eksiksiz,
tamamlanmış bir dünya,
aşkın, harikalar
dünyası,
Tanrı’nın cennetindeki
en olgun meyve,
insanlığın düşünce
ve tasarım harikası.
fakat ben niye
buradayım, Tanrım,
doyurulmamış tutkunun
yeşil tohumu olan, ben
kaçık?
ne doğuda ne batıda
gidecek yeri olan
deli mi deli bir
fırtına,
yanıp giden bir kuyruklu
yıldızın
yitik parçası -ya da
arka yüzü, sarhoş bir
gezegenin.
ben niye buradayım, niye
burada?
ve sen neredesin,
sen ey yitik ruhların
Tanrısı,
sen ey, Tanrılar
arasında
yalnız ve yitik olan?
Kaynak:
Kaçık-The Madman Halil Cibran Türkçesi: Cahit Koytak, Kapı Yayınları 1. Basım:
Nisan 2012,İstanbul
[Güz,
M. S. 116]
Gece sessizdi ve uykudaydı yaşam Güneş’in
kentinde.( Baalbek, Baal’ın
(güneş tanrısı) kenti. Eski çağlarda Heliopolis olarak bilinirdi; Suriye’nin en
sevimli kentlerinden biriydi, harabeleri hâlâ mevcuttur (yazarın notu).) Zeytin ve defne ağaçlan arasındaki büyük tapınakların çevresinde yer alan
evlerin lambaları çoktan sönmüştü. Yükselen ay, ışınlarını, tanrıların
türbelerini bekleyen iri yarı nöbetçiler gibi dikili uzun mermer kolonların
beyazlığı üstüne döküyordu sakin gecede. Kolonlar, uzak tepeler üstüne inşa
edilmiş Lübnan kulelerine merak ve korkuyla bakıyorlardı.
Sonsuzluğun düşleriyle uykunun ruhlarının dengede olduğu o gizemli saatte
Nathan, Rahip’in oğlu, Astarte (Eski çağlarda,
Fenikeliler’in aşk ve güzellik tanrıçasıydı. Tyre, Sidon, Babil ve Baalbek
kentlerinde bilinen bir tanrıçaydı. Yunanlılar “Afrodit”, Romalılar “Venüs”
derlerdi, (yazarın notu) Tapınağı’na girdi.
Titreyen elindeki meşaleyle lambaları ve buhurdanlıkları yaktı. Tütsü ve
mürün tatlı kokusu havayı kapladı, ve Tanrıça’nın imgesi, insan yüreğini
kutsayan bir arzu ve özlem peçesi gibi narin bir örtünün altında kaldı sanki.
Adam, fildişi ve altınla kaplı bir sunağın önünde secde edip ellerini yukarı
doğru yalvarırcasına açtı, yaşlı gözlerini gökyüzüne çevirdi. Acı
hıçkırıklarla kesilen kederli bir sesle yakardı:
“Merhamet, ey büyük Astarte. Merhamet, ey aşkın ve güzelliğin tanrıçası.
Bana acı ve senin onayınla seçtiğim sevgilimin çevresinde dolanan ölümün
nefesini uzaklaştır. Sağınların ilaçlan ve tozları, rahiplerin ve bilgelerin
büyülü sözleri hiçbir işe yaramadı. Kutsal adından başka bana yardım edecek,
imdadıma yetişecek kimse kalmadı. Yanıt ver o zaman duama; pişman kalbimi ve
ruhumun acısını gör ve ruhumun bir parçası olan kadının
yaşamasını sağla ki aşkının sırlarına varalım ve görkemini gösteren
gençliğin güzelliğini yaşayalım... İçten sesleniyorum sana, kutsal Astarte.
Gecenin bu karanlığında merhametinin koruyuculuğunu arıyorum... Duy çığlığımı!
Ben, senin hizmetçin, Rahip Hiram’ın oğlu Nathan, yaşamımı sunağına hizmet
etmeye adadım. Bir genç kız sevdim ve onu kendime eş olarak aldım, fakat
Cinler Sultanı’nın melekleri güzel vücuduna garip bir sayrılığın nefesini
üfleyip ölümün habercisini onu kendi mağaralarına getirmekle görevlendirdiler.
Şimdi o haberci, sevdiğimin divanında aç bir yaratık gibi uluyarak yatıyor,
kanatlarını onun üzerine açıp onu benden ayırmayı kurarak ellerini sevgilime
doğru uzatıyor. Bu yüzden geldim sana. Acı bana ve onun yaşamasına izin ver.
Yaşamının ilkbaharında bir çiçek o; şafağı karşılamak üzere söylediği neşeli
şarkısı kesildi kesilecek bir kuş... Onu ölümün pençelerinden kurtar ki adının
şanına yaraşır ezgiler düzüp adaklar yakalım. Sunağına kurbanlar getirelim ve
kaplarını şarapla ve güzel kokan yağlarla dolduralım. Kutsal yerini gül ve
yaseminlerle bezeyelim. Önünde tütsüler ve hoş kokulu sarısabır dalları
yakalım... Kurtar onu, ey mucizeler tanrıçası ve aşkın ölümü yenmesine izin
ver; çünkü sen aşkın da ölümün de efendisisin.” Bir süre sessiz kaldı. Sonra
devam etti: “Ne yazık ki, kutsal Astarte, düşlerim paramparça ve yaşama
sevincim gitgide azalıyor; yüreğim isteksizce çarpıyor ve yaşlar gözlerimi
yakıyor. Merhametini göster ve sevdiğimin yanımda kalmasına izin ver.”
O anda adamın kölelerinden biri içeri girdi, ona doğru yavaşça yaklaştı ve
kulağına eğilip fısıltıyla, “Gözlerini açtı efendim etrafına bakıyor fakat
bizi görmüyor. Sizi çağırmaya geldim, çünkü sürekli adınızı yineliyor.”
Nathan ayağa kalktı ve ardından gelen köleyle hızla dışarı çıktı. Saraya
ulaşır ulaşmaz hasta kızın odasına girip yatağın yanında durdu. Kızın ince
elini eline aldı. Bir deri bir kemik kalmış vücuduna yeni bir yaşam
veriyormuşçasına dudaklarını tekrar tekrar öptü. Kız ipek yastıklara gömülü
yüzünü adamdan yana döndü ve gözlerini hafifçe açtı. Dudaklarında bir
gülümsemenin gölgesi göründü. Güzel vücudunda yaşam adına kalan tek şeydi bu
sanki; ayrılan bir ruhtan gelen son ışık parçası; bitişe doğru hızla yaklaşan
bir kalbin çığlığının yankısı. Konuştu; nefesi soluk soluğaydı tıpkı açlıktan
ölmek üzere olan bir çocuk gibi.
“Tanrılar beni çağırıyor, ruhumun nişanlısı. Ölüm bizi ayırmaya geldi...
Kederlenme, çünkü tanrıların dileği kutsal, ölümün istemleri adildir... Şimdi
gidiyorum, ancak aşkın ve gençliğin ikiz kadehleri hâlâ dolu ellerimizde. Tatlı
yaşamın yolları önümüzde uzanıyor... Gidiyorum sevgilim ruhların
çayırlıklarına, ama bu dünyaya yeniden döneceğim. Astarte aşkın hazlarını ve
gençliğin zevklerini tatmadan sonsuza giden âşıkların ruhlarını bu yaşama geri
döndürür... Tekrar karşılaşacağız Nathan ve birlikte nergislerin kadehlerinden
sabah çiği içeceğiz ve çayırlıkların kuşlarıyla güneşe katılacağız... Elveda
sevgilim.”
Sesi giderek azaldı ve dudakları şafak melteminden önceki bir çiçeğin taç
yaprakları gibi titremeye başladı.
Sevgilisi, boynunu gözyaşlarıyla ıslatarak onu göğsüne doğru çekip
bastırdı. Dudakları kadının ağzına değince buz gibi bir soğuklukla karşılaştı.
Ruhu acıyla, yaşamın derin denizi ve ölümün uçsuz derinliği arasında gidip
gelirken korkunç bir çığlık attı, üstünü başım yırtıp parçaladı ve kendini
kadının ölü vücudu üstüne bıraktı.
Gecenin sessizliğinde uyuyanların göz kapakları titredi, merhametli
kadınlar ağladı ve çocukların ruhları korktu; çünkü Astarte rahibinin
sarayından yükselen yaslı ve acılı çığlıklar, karanlığı yırtıyordu. Sabah
olunca insanlar teselli etmek ve acısını paylaşmak için Nathan’ı aradılar; ama
yoktu o.
Günler sonra, doğudan gelen kervan kente girdiğinde, kervanbaşı, Nathan’ı
uzaklarda çöl ceylanlarıyla, yaralı bir ruh gibi dolaşırken gördüğünden söz
etti.
Yüzyıllar geçti ve çağların izleri geçen zamanın ayakları altında kala
kala silikleşerek görünmezleşti. Toprağı terk eden tanrıların yerine yıkım ve
enkaza dair tanrılar geldi. Güneş Kent’in görkemli tapınağını yıkıp güzel
saraylarını yerle bir ettiler. Yeşil bahçeler kurudu ve kuraklık verimli
çayırları kapladı. Belleklerde dünün hayaletleri ve debdebeli bir geçmiş adına
söylenen ilahilerin zayıf yankısını anımsatmak için öylece durmaktayken bir
yandan da çürümekte olan yıkıntılardan başka bir şey kalmamıştı vadide. Ne var
ki insanın yaptıklarını ortadan kaldıran çağlar, onun düşlerini yıkamazlar, ne
de ta içindeki duyguları ve heyecanları ortadan kaldırabilirler; çünkü bunlar
ölümsüz ruh yaşadığı sürece yaşarlar. Belki burada gizleniyorlardı; ya da
saklanan akşam güneşi veya yaklaşan sabahtaki ay gibi başka bir yere gidebilirler.
[Bahar, M.S. 1890]
Gün bitiyor ve güneş giysilerini Baalbek’in kırlarından topladıkça aydınlık
sönükleşiyordu, Ali El-Hüseyini sürüsünü tapınağın kalıntılarına doğru sürdü
ve yıkılmış sütunların yanma oturdu. Sütunlar uzun zamandır unutulmuş bir
askerin savaşta kırılmış ve zamanla çıplaklaşmış kaburga kemikleri gibiydiler.
Koyunlar zıplayarak adamın etrafında toplandılar, kavalının ezgileriyle güvence
içinde dinlendiler.
Geceyarısı geldi ve gökler ertesi günün tohumlarını gecenin derinliklerine
saçtılar. Ali’ nin gözkapakları uyanıklığın hayaletleriyle haşır neşir olmaktan
yorgun düştü. Yıkık duvarlar arasındaki heybetli sessizliğin içinden hayal
ettiklerinin geçişi aklını yordu. Uyku Ali’nin gözlerini -ince bir sis
tabakasının serin bir gölün yüzüne değişi gibi- yavaş yavaş kaparken, genç
çoban kollarını yastık yaparak yere uzandı.
Tinsel benliği ile karşılaşınca unuttuğu dünyasal benliği oldu; o yasaların
ve öğretilerin ötesinde saklanan tinsel benlik. Gözlerinin önünde bir görüntü
oluştu ve gizler kendilerini ona bilinir kıldılar. Ruhu hiçliğe doğru
ivecenlikle koşan zamandan, karmaşık düşüncelerden ve çekişen duygulardan
ayrıldı. Ömründe ilk kez, o güne değin çekedurduğu ruhsal açlığın nedenlerinin
ayrımına varır gibiydi. Yaşamdaki tüm acılıklarla tatlılıkları birleştiren bir
açlık, doyurulamayan arzular ve yetinişinin dinginliğini bir araya getiren bir
sususuzluktu bu; ne dünyasallığın tüm albenisi tarafından silinebilecek ne de
yaşam tarafından gizlenebilecek bir özlem...
Tapınak kalıntılarının uyandırdığı garip bir his duydu içinde.
Buhurdanlıklardan gelen tütsünün anıştırmadığı bir histi bu. Bir müzisyenin
parmaklarıyla lavtasının tellerini tıngırdatıp durması gibi duyularında tıngırdayıp
duran bir his... Kaynağım belki hiçlikten belki başka bir şeyden alan bu yeni
duygu Ali’nin tüm ruhsal varlığını kaplayana değin büyüdü ve gelişti. İçini
ölüm gibi dingin bir coşkunluk, acısı tatlı sertliği hoş gelen bir ağrıyla
doldurdu. Birkaç saniyelik uykunun uçsuz boşluklarında doğmuş bir his... Tüm
milletlerin kökeninin aynı soydan gelişi gibi çağların kökeni olan birkaç
saniye...
Ali yıkık tapınağa baktı ve yorgunluğu ruhunun uyanmasına olanak verdi.
Sunağın harap kalıntılarını gördü. Yıkık sütunlar ve ufalanmış duvarların
temelleri belirginleşti. Gözleri bulandı ve yüreği hızlı hızlı çarpmaya başladı.
Sonra, birdenbire, o ana değin kör kalmış birinin ışığın varlığını duyumsamaya
ve görmeye başlayışı gibi gözlerinde bir ışığın varlığını hissetti ve o
ışığın görünür kıldıklarını görmeye, düşünmeye, düşüncelerine belleğin
hayalleri doğmaya başladı ve Ali anımsadı. O sütunların büyüklük ve görkemle
dikiliyor oluşunu anımsadı. Bir tanrıçanın huşu telkin eden görüntüsünü
çevrelemiş buhurdanları ve gümüş lambaları anımsadı. Fildişi ve altınla bezenmiş
bir sunağın önünde dua eden saygıdeğer rahipleri anımsadı. Tamburinlerini
çalan genç kızları, aşkın ve güzelliğin tanrıçasına övgüler ezgileyen
oğlanları anımsadı. Anımsadı ve bu görüntülerin bakışı önünde belirginleştiğini
gördü. Derinliklerinin sessizliklerinde uyuyan şeylerin devinmeye başlayışının
izlerini duyumsadı. Fakat anımsamak ne yaşamlarımızın geçmişinden gördüğümüz
gölgeli biçimler dışında bir şeyi ne de kulaklarımıza daha önce duydukları
seslerden başka bir sesi geri getirir. O zaman çadırlar arasında büyümüş,
yaşamının baharım çayırlarda koyunlarını otlatarak geçirmiş bir gencin akıldan
çıkmayan anılarıyla geçmiş yaşamını ilişkilendiren bağ neydi?
Ali ayağa kalktı ve yıkıntılar ile parçalanmış kayalıklar arasında yürüdü.
O uzak anımsayışlar bir kadının aynasının camından örümcek ağını silmesi gibi,
aklının gözlerinden unutkanlığın örtüsünü kaldırdı. Bu durum, tapınağın
yüreğine ulaşana ve ayaklan sanki toprakta manyetik bir çekim varmışçasına
durana değin sürdü. Sonra birdenbire önünde, yerde yatmakta olan kırılmış bir
heykel gördü. İstem dışı bir biçimde önünde yere kapandı.
Duyguları, kanın bir yaradan akıp fışkırması gibi içinden akıp geçti;
yürek atışları, denizin dalgalarının çoğalışı gibi hızlandı ve yavaşladı.
Heykelin konumu karşısında boynunu eğdi ve acı içinde iç çekip ağlamaya
başladı, çünkü duyumsadığı, ruhunu bu yaşama başlamadan önce yanında olan
güzel bir ruhtan ayıran yaralayıcı bir yalnızlık ve yok edici bir uzaklıktı. Hiçbir şey var olmamışken Tanrı’nın
kendinden ayırdığı bir alev parçası gibi yanıp duran özünü hissetti. Yanan
kemiklerinde sanki hafif hafif çırpman bir çift kanatın varlığını duyumsadı.
Beyninin gevşeyen hücreleri çevresinde, güçlü ve etkin bir aşkın yüreğini ve
ruhunu sarmaladığını duyumsadı. Ruhsal gizlerini bir başka ruha fısıldayan ve
kişiyi tüm dünyasal değerlerden uzaklaştıran bir aşk... Ağızlardaki diller susunca
konuşuşunu duyduğumuz bir aşk; karanlık her şeyi sakladığında bir alev sütunu
gibi göğe yükselen bir aşk... İşte bu saatte o aşk, o tanrı düşmüştü Ali
El-Hüseyini’nin ruhuna, acı ve tatlı, aynı güneş altında dikenler ve
çiçeklerin bir arada oluşunu çağrıştırmaktaydı.
Bu aşk neylesi bir şeydir?
Ne zaman filizlenir?
Sürüsüyle yıkıntıların arasında dinlenen bir delikanlıdan ne ister?
Genç kızların bakışlarından bile etkilenmeyen birinin damarlarına şu an
dolan şarap nedir?
Henüz kadınların tatlı şarkılarını
duymamış bir bedevinin kulaklarında çınlayan bu tanrısal ezgi neyin nesidir?
Nasıl bir şeydir bu aşk ve ne zaman filizlenir?
İnsanlardan uzakta, salt koyunları ve kavalıyla oyalanan şu Ali’den ne
ister?
Onun sezincine bile fırsat tanımadan, insan işi güzelliklerce yüreğine
serpiştirilen bir tohum mudur? Ya da şu anda ruhunun boşluğunu aydınlatmak için
açığa çıkan sisin örttüğü bir ışık mıdır?
Gecenin dinginliğinde sanki onunla dalga geçmek üzere gelen bir rastlantı,
bir düş mü, yoksa zaman kavramını alt etmiş ve alt edecek olan bir gerçek mi?
Ali yaşlarla dolu gözlerini kapattı ve merhamet arayan bir dilenci gibi
ellerini açtı. Ruhunu içinde tümüyle hissedip titredi. Bu titreyiş hem
sızlanmalara hem de özlem ateşlerine gebe hıçkırıklara neden oldu. Bir iç çekişten
biraz daha güçlü bir sesle şöyle dedi: “Kalbimin çok yakınında olan, gözlerimin
henüz görmediği, beni benden ayıran bugünümü ötelere ve unutulmuş yıllara
bağlayan sen kimsin? Bir peri misin, cin misin, ölümsüzlerin dünyasından
yaşamın anlamsızlığını ve bedenin ölümlülüğünü anlatmaya mı geldin bana?
Duygularımı esir etmek ve kabilemin genç adamları arasında beni alay konusuna
dönüştürmek için yeryüzünün derinliklerinden gelen Cinler Sultanı’nın ruhu musun?
Kimsin ve yüreğimi hoplatan bu çekicilik, bu canlılık, bu yıkıcılık ne?
Beni ateş ve ışıkla dolduran bu duygular nedir?
Ben kimim ve ben olarak adlandırdığım ama hâlâ yabancım olan bu yeni
benlik neyin nesi?
Yaşam kaynağımın suyunu kurutabilir
ve ben tüm gizleri görebilen ve duyabilene dönüşebilir miyim?
Yoksa şeytanın içkisiyle sarhoş olup gerçekleri göremez mi oldum?”
Bir süre sessiz kaldı. Coşkusu ve ruhsal gücü arttı. Yeniden konuştu:
“Ey ruhun açığa kavuşturup yakınlaştırdığı, ey gecenin sakladığı ve
uzaklaştırdığı; ey düşlerimin arasındaki boşluklarda dolaşıp duran güzel ruh!
Sen benliğimde kar altında gizli çiçek tohumlan gibi uyumakta olan duyguları
uyandırdın ve tarlaların soluğunu taşıyan bir meltemcesine estin. Duygularıma
dokunup onların bir ağacın yaprakları gibi salınmasına ortam hazırladın. Seni
beden ve madde imişsin gibi görmeme izin ver. Eğer dünyasal değilsen
gözkapaklarıma kapanmalarını ve uyumalarını buyur ki seni düşümde görebileyim.
Sana dokunmama, senin sesini duymama izin ver. Tüm benliğimi kaplayan örtüyü
yırt, tanrısallığımı baskı altında tutan dokuyu parçala. Bana kanatlar bağışla
ki yüce meclisin kurulduğu katlara erişebileyim. Göz kapaklarıma sihrinle
dokun ki seni Cinler Sultanı’nın gizli bahçelerine değin izleyebileyim, eğer
onun perilerinden biriysen. Görünmeyen ellerini yüreğimin üstüne koy ve bana
sahip çık, dilediğinin seni izlemesine karar vermekte özgürsen.”
Böylece Ali kalbinin derinliklerindeki bir ezginin yankılarında oluşan
tümceleri karanlığın kulaklarına fısıldadı. Gecenin hayaletleri gözünün
görebildiği tüm çevrede sanki sıcak gözyaşlarında yükselen tütsü dumanları
gibi uçuşup durdular.
Ve saatler geçti... Ali, gözyaşlarından ötürü sevinç, kederinden ötürü de
mutluluk duydu. Çarpan yüreğini dinledi. Sanki görsel dünyaya özgü biçimlerin
yavaş yavaş solmakta olduğunu ve onların yerini sonsuz güzellikte bir düşün
ve olağanüstü düşünsel görüntülerin aldığını kavrayabilecek derecede çevresini
aşmaya odaklandı. Tanrısal esinler arayarak göklerdeki yıldızların yardımını dileyen
bir yalvaç gibi zamanın gelişini beklemeye başladı. Düzenli soluklanışı, ardı
ardına gelen iç çekişlerle bozuldu ve ruhu ilkin sanki şöyle bir dolaşmaya
çıkmış gibi oradan ayrıldı ve kaybolan bir sevgiliyi bulmak istercesine geri
döndü.
Tan ağarmaktayken geçip gitmekte olan meltemin hışırtısı sessizliği bozdu.
Uçsuz bucaksız ve boş alanlar, düşünde sevgilisini gören birinin gülümseyişince
gülümsedi. Kuşlar yıkık duvarlardaki oyuklardan çıkıp sütunların arasında
şakıyarak, birbirlerine seslenip sabahı müjdeleyerek dolaşmaya başladılar. Ali
ayağa kalktı ve elini sıcak alnına koydu. Bomboş bakışlarla durumunu gözden
geçirmeye çabaladı. Sonra Adem Peygamber’de olduğu gibi Tanrı’nın soluğuyla
gözleri görür kılınınca çevresindeki her şeyi merakla kolaçan etti. Yanlarına
yaklaşıp çağırdığı koyunlar önce yerlerinden kalkarak silkindiler sonra da
Ali’nin ardı sıra yeşil çayırlara doğru sessizce yol aldılar.
Sürüsünün önü sıra yürümekte olan Ali’ nin gözleri dingin gökyüzüne doğru
bakıyordu. Gizil duyguları, bilinmezlikleri bilinir kılmak ve oluşları örten
perdeyi kaldırmak, ona yüzyıllardır geçip gitmiş ve geride kalmış olanları göstermek
üzere -sanki tüm bunlar aynı ten içindeymiş gibi ve sanki aynı ten içinde
oluşları onun her şeyi unutması, özlemlerinin ve istençlerinin gerisingeri dönmesi
içinmiş gibi- gerçeklik olgusundan yola çıkarak kanatlanıp havalandı. Kendisi
ile ruhsal boyutu arasında ışık ve gözü birbirinden ayıran peçe benzeri bir
örtünün varlığını sezinledi. İç çekişinde, yanan yüreğinden fışkıran alevler
vardı.
Köpüklerinde çayırların sırlarının açık edildiği bir dere kıyısına vardı.
Sanki suyun tatlılığını emme özlemiyle dalları aşağılara sarkmış olan bir söğüt
ağacının altına bırakıverdi kendini. Başlan eğik bir biçimde çimenlerin
tepelerini koparan koyunların ak yünleri üstünde sabah çiği ışıldıyordu.
Ali, birkaç dakika geçince yüreğinin hızla atışını ve ruhunun yeniden
devinişini duyumsamaya başladı. Uyanıklığa neden olacak güneş ışınlarından
ürküp duran uykucu biri gibi doğruldu ve çevresine bakındı. Kendine doğru
omuzunda bir çömlekle ağaçların arasından gelmekte olan bir kız gördü. Kız
yavaşça suya doğru yürüdü; çıplak ayaklan çiğle ıslanmıştı. Derenin kıyısına
gelip de çömleği doldurmak için suya eğilince karşı yana baktı ve gözleri
Ali’ninkilerle karşılaştı. Bir çığlık çıktı ağzından ve çömleği yere attı,
biraz geri gitti. Yitirdiği bir tanışıyla nice sonra karşılaşıveren birinin
davranışlarıydı bunlar.
Bir dakika daha geçti, iki yürek arasındaki yolu aydınlatan; belirsiz
anıların yankılarını geri getirmek üzere sessizlikten ezgiler yaratan ve her
birine bir diğerini olduğundan farklı, gölgeler ve şeylerle çevrili gibi, o nehirden
ve ağaçlardan çok uzakta bir yerlerdeymişçesine gösteren saniyeler. İkisi de
birbirlerine yalvaran gözlerle baktılar ve biri diğerinin gözünde iyilik ve
benimseyiş belirtileri yakaladı; her ikisi de birbirinin iç çekişini aşkın
kulaklarıyla dinledi.
Birbirleriyle her türden ruhsal dilde birleştiler. Gerçek algılayış ve
bilinç ruhlarım kapladığı zaman Ali, görülmez bir güç tarafından
çağrılmaktaymış gibi karşı kıyıya geçti. Kıza yaklaştı, ona sarıldı ve
dudaklarını ve boynunu ve gözlerini öptü. Kız, oğlanın kolları arasında hiç
hareket etmedi; sarılmanın tatlılığı onu böyle bir şey istemekten alıkoymuş ve
dokunuşun hafifliğinden ötürü olanca gücünü yitirmiş gibi. Kız güzel kokusunu
havadaki devinimlere sunan bir yasemin gibi, delikanlıya teslim oldu. Çok
yorgun düşüp dinlenme fırsatı bulmuşçasına başını oğlanın göğsüne yaslayıp
derin derin iç çekti. Nicedir daralmış bir yürekteki mutluluğun doğuşunu
anlatan ve o yürekte uyumakta olan bir yaşamın devinmeye başlayışım dışa vuran
bir iç çekişti bu. İnsanlar arasındaki konuşmayı sıradan sayan, sessizliği -o
ruhsal dili- yeğleyen, aşkın sözler dünyasının ruhu olmayı üstlenmesini hoş
karşılamayan birinin bakışlarıyla oğlanın gözlerini aradı.
Söğüt ağaçlarının arasında yürüyen iki sevgiliden her birinin ulaştığı
birlik, her ikisinin de birliğini anlatmakta olan bir dil, esinleri sessizce
dinleyen bir kulak, mutluluğun ışıltılarını gören bir gözdü. Koyunlar, çiçeklerin
başlarını ve otları yiyerek onları izlerken, kuşlar büyülü ezgilerle dört bir
yanlarını sardı onların.
Güneşin yükselip tepelere altından bir manto giydirdiği bir anda vadinin
sonuna geldiklerinde menekşeleri gölgesiyle koruyan bir kayanın dibine
çöküverdiler. Meltem kızın saçlarıyla sanki onu öpüverecek olan bir çift görünmez
dudakmışçasına oynarken kız da kapkara gözlerine bakıyordu Ali’nin. Oğlanın büyülü
parmak uçlarının dilini ve dudaklarını okşayışını duyumsadı ve olanca
denetimini yitirdi. Kalbe işleyen bir tatlılıkla şöyle dedi kız:
“Astarte ruhlarımızı bu yaşama geri getirdi, böylece aşkın hazzı ve
gençliğin parıltısı bizden esirgenmemiş oldu sevgilim.”
Ali gözlerini kapattı. Sözcüklerin ezgisi uyurken sık sık gördüğü bir düşün
betilerini ona bilinir kılmıştı çünkü. Görünmeyen kanatların onu oradan alıp
garip biçimli bir odaya taşıdığını duyumsadı. Güzelliğini ölümün sıcak
dudaklarının soluğunun soldurduğu kadının bedeninin yatmakta olduğu bir
sedirin yanında duruyordu. Bu korkunç görüntünün oluşturduğu acıyla bir çığlık
attı. Sonra gözlerini açıp yanında oturmakta olan genç kızı gördü, kızın
dudaklarında aşkın gülümseyişi, bakışında yaşamın pırıltıları vardı. Oğlanın
yüzü aydınlandı ve ruhu ferahladı, görüntüler dağıldı ve Ali, hem geçmişi hem
de geleceği unuttu...
Sevgililer sarıldılar birbirlerine ve doyana değin öpüşmenin esrikliğini
yaşadılar. Güneşin ışınları kayanın gölgesini oradan uzaklaştırıp onları
uyandırana değin birbirlerinin kolları arasında uyuyakaldılar.
Kaynak:
Halil Cibran, Vadinin Perileri ,Kitabın Özgün Adı: Arâ’is al-Murûj, Trc: Barkın
Karslı, Anahtar Kitaplar / 1998, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar