DELİLİĞİN İMALÂTI-ENGİZİSYON VE AKIL SAĞLIĞI HAREKETİ ÜZERİNE KARŞILAŞTIRMALI İNCELEME
(Acı ama gerçek yazılarından)
Thomas S. Szasz
“Yazarlık çetin bir iştir. Yazarın
kaçınılmaz görevi tarihi yapanlara değil, tarihin kurbanlarına hizmet
etmektir.”
Albert Camus
Günümüzde bazı insanların
karaciğer ya da böbrek hastası, bazılarının da akıl hastası olduğuna
inanılıyor. Bu kabule göre söz konusu akıl
hastalıklarına ya da kişilik bozukluklarına sahip kişiler, akıl sağlığı yerinde
olanların altında bir sınıf olarak görülüyorlar. Kendileri için neyin 'en iyi'
olduğunu değerlendirmekten aciz olan bu 'akıl hastaları' ailelerinin ya da
devletin gözetimi altında tutuluyor ve bu gözetim iradeleri dışında bazı
uygulamalara zorlanmalarını ya da bir akıl hastanesine kapatılmalarını
gerektirebiliyor.
Burada bu hapsetme düzeneğinin bir parçası olan her türlü inancı, öğretiyi
ve uygulamayı sadece yanlış değil, aynı zamanda ahlaka aykırı bulduğumu
söylemek istiyorum. Daha önce Akıl Hastalığı Efsanesi adlı
kitabımda akıl hastalığı kavramının neden saptırıldığını ve nasıl kötüye
kullanıldığını açıklamaya çalışmıştım. Bu kitapta ise bu kavramın üzerine inşa
edilmiş olan ahlaki zorlamaların ve toplumsal düzenlemelerin hiç de dürüst
diyemeyeceğim ideolojik bir baskıya nasıl mazeret gösterildiğini anlatmak
istedim. Özellikle üzerinde durmak istediğim konu, cadılarla delilerin
kaderlerindeki benzerliktir. Büyüye inanmanın sonucu cadıların işkenceyle
iyileştirilmeye çalışması olmuştu, akıl hastalıklarına inanmamız sonucunda da
akıl hastaları türlü eziyetlere maruz kaldı.
Akıl sağlığı ve hastalığı ideolojisi güçlü bir manevi ihtiyacımızı
karşılıyor. Klasik doktorun insanın beden üzerindeki tartışmasız söz hakkının
gerekçesi, acı çeken hastanın kendi iyiliği için ve zaten kendi rızasıyla
bilirkişiye başvurmuş olmasıdır. Böyle olunca, tedaviye itiraz edenlerin,
kendilerine yapılacaklardan zarar görecekleri de bilindiği halde tedaviye
zorlanmalarını haklı gösterecek başka bir gerekçeye gerek duyuldu. Akıl
hastalığı ve deliliğin tanımları bu boşluğu doldurmuştur. Bu sayededir ki
toplumun 'akıl sahibi' bireyleri 'akıldan yoksun' saydıklarına istediklerini
yapma hakkını kendilerinde gördüler. Delinin kendisi için neyin doğru
olduğuna karar verme hakkının feshedilmesiyle, diğerlerinin özellikle de
delilik teşhisinin tıbbi ve yasal uzmanları olan psikiyatristler ve yargıçların
önünde kendini savunmak gibi bir şansı kalmadı. Delilikle damgalanan kişi
boş yere hasta olmadığını iddia eder, hastalığı 'tanımlama' yetkisine haiz
olmadığı için bu konudaki ifadesi geçersizdir. Deli olduğunu 'kabul edememesi'
hastalığının belirtisi olarak değerlendirilir. Bu kişi tedaviyi işkence,
hastaneyi hapishane olarak görecektir, ama itirazlarının hükmü yoktur.
Psikiyatrinin otoritesine her karşı gelişi hastalığının başka bir belirtisi
olarak değerlendirilir. 'Bizden
olmayan' bu delinin, bir diğer deyişle 'öteki'nin,
tıbbi müdahaleyi reddini teknik ve içerik olarak ayırt edici bir işaret olarak
değerlendirmekteyiz. Oysa bu davranış kâfirin dinine döndürülmeyi reddetmesiyle
aynı şeydir.
Sağlam temeller üzerine kurulmuş ideolojilerin çürütülmesi kolay değildir. Hıristiyanlığın
başarısı Mesihe sahip çıkmasıydı, psikiyatrininki ise Mesihliğe soyunmaktır. Bir ideolojinin temel terim ve tanımları bir kez
doğru kabul edildikten sonra, yeni gözlemler ancak onun bakışıyla
değerlendirilir ve onun sözcükleriyle kavramlaştırılır. Bunun kaçınılmaz sonucu
yeni bir gözlemin asla bu yerleşik düzene aykırı olamamasıdır. Hiçbir yeni
gözlem mevcut sistemi zayıflatamaz, ideoloji onlardan ürettiği yeni
'gerçekler'le kendisini sürekli olarak destekler. Büyücülüğün yaygın olduğu
geçmişte zamanın 'gerçekleri' büyücülük aleyhine işlemekteydi, günümüzde ise
bunun yerini akıl hastalıkları almış durumdadır.
Ne yazık ki geçmişte yapılan hataları görmek, günümüzde olanları fark
etmekten çok daha kolaydır. Hepimiz büyücülük diye bir şey olmadığını
biliyoruz, oysa daha birkaç yüz yıl önce en soylu, en akıllı kişiler
büyücülerin varlığından şüphe etmiyorlardı. Bizim de akıl hastalıkları
konusunda böyle bir yanılgıya kapılmış olmamız imkânsız mıdır? Belki bizim
çağımızın egemen uygulamalarının da benzer biçimde kişisel itibarımızı sarsan,
politik özgürlüklerimizi yok eden işlevleri vardır?
Bunlar boş sorular değildir. Bu soruların yanıtları, sadece akıl hastası
olarak damgalanmış milyonlarca insanın değil, hepimizin geleceğini
ilgilendirmektedir. Daha önce defalarca söylendiği gibi; bir kişiye yapılan
haksızlık özellikle özgürlük timsali olarak boy gösteren bir toplumda herkese
yapılmış bir haksızlıktır. 'Akıl sağlığı'nın eğer bu sözle anlatılmak istenen
düzgün bir maneviyat ise, sloganlarla, uyuşturucularla, akıl sağlığı
merkezleriyle ya da 'akıl hastalıklarıyla mücadele' için ayrılan milyarlarca
dolarla sağlanamayacağını düşünüyorum. Nereden bakarsak bakalım, psikiyatrinin
en büyük sorunu eskiden de şiddetti, günümüzde de şiddettir: 'Deli'nin
yarattığı şiddet tehdidi ve korkunun karşısında toplumun ve psikiyatristin
'deli'ye uyguladığı şiddet yer alır. Sonuç insanlık dışı bir tablodur,
'akıl hastası'nın ezilmesi, bastırılması ve hırpalanmasıdır. Durum bu olduğunda
John Stuart Mill'in uyarısını göz ardı etmemek gerekiyor: "Vahşeti
mazur gösterecek hiçbir gerekçe yoktur, bir kurbanın yargının gücüne teslim
edilmiş olması ona yapılanları haklı çıkarmaz." 'Akıl
hastalığı'nın iyileştirilmesi için eğer
böyle bir sorunumuz varsatek çözüm, daha doğrusu tek umudumuz Kurumsal
Psikiyatrinin yetkilerini artırmak değil, tersine azaltmaktır. Ancak bu kurum
ortadan kalkarsa psikoterapinin zorlayıcı olmayan manevi gücü ortaya çıkabilir.
Ancak o zaman Özel Psikiyatri' de kurumların yaptırımlarından, tabuların
kısıtlamalarından bağımsız yaratıcı diyaloglar kurabilir. Bireyin sonu gelmez
mücadelesinde sadece içgüdüsel sınırların değil çevresini saran hurafenin ve
baskının da üstesinden gelmesine yardımcı olabilecek bir yarar ancak bu şekilde
sağlanabilir.
Bu kitap Hıristiyan teolojisinin attığı temelden başlayarak bu gün polis gücüyle
ve tıbbi söylevlerle desteklenen uygulamalara dek Kurumsal Psikiyatrinin tarihi
gelişimini anlatıyor. Bu gelişimin anlaşılması çok ama çok önemli. Çünkü
Collingvvood'un dediği gibi, "Tarih insanın kendisini tanıması 'için'
yazılır. Kendimizi tanımak, ne yapabileceğimizi bilmek demektir. İnsan
denemeden neler yapabildiğini bilemeyeceğine göre, tahminlerimizi yalnızca bu
güne kadar yaptıklarımızla şekillendirebiliriz. Tarihin değeri bize insanın
neler yapabildiğini göstermesi, bize ne olduğumuzu söylemesidir."
insanların bu güne kadar kendinden güçsüz olanlara yardım etmek adına neler
yaptığını hatırlatmak, kendini yücelten güzel söylevlerin haklı çıkardığı
yargıların geçmişte nelere yol açtığını, kendimizi idare etmek yerine bir
'öteki' yaratıp onun idaresini kendimize iş edinmenin sonuçlarını, bu yolla
kazanılmış payelerin insanlığı nerelere götürdüğünü göstermek istedim. Bu
şekilde, taraflı yargılarla donatılmış 'insan' anlayışımıza bir çift söz
ekleyebilmiş olduğumu umuyorum.
Bu kitabı okumak için ne uzman olmak ne de belli bir eğitim almış olmak
gerekir. Açık fikirli olmak yeterli. Okurdan tek dileği Samuel Johnson'un; "Cehenneme
giden yol iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir," uyarısına kulak vermesi. Çünkü bu sözler
çağımızın politik düzeninin ideolojisine, söylemlerine, uygulamalarına, bir
başka deyişle Tedavi Devletinin amaçlarına ve araçlarına, çok yakışıyor...
Thomas Szasz
Syracuse, New York
Syracuse, New York
Sh: 15-18
Ortaçağ aklının modern akıla dönüştürülmesi, dinsel bakış tarzından büyük
bir ideolojik değişiklik aracılığıyla bilimsel bakış tarzına geçişle mümkün
olmuştur. Açıkçası akıl hastalığı kavramının da bu ideolojik değişimin bir
parçası olarak geliştiği kanaatindeyim. Bugün akıl hastalığı olarak
tanımladığımız koşullar ya da davranışların keşfi, şeker hastalığı ya da kalp
yetersizliği hastalıklarının keşfine benzemez. Bu tür davranışlara eskiden
sapkınlık, oğlancılık, günahkârlık, ruhunu Şeytana satmak vs. gibi başka
yakıştırmalar yapılıyordu. Ya da tam tersi, geleneklere uygun ve doğal kabul
edildikleri için bu tür davranışlara özel adlar verilmiyordu. On sekizinci ve
on dokuzuncu yüzyıllarda, o güne kadar tıbbi terimlerle ifade edilmemiş olan bu
davranışların sahipleri tekrar tanımlandı ve bu kez hasta olarak adlandırıldı. Psikiyatri adı verilen bilim dalının yaratılması
ile sonuçlanan bu süreç dinsel kavramların, yerlerini, bilimsel kavramlara
bıraktığı daha geniş çaplı bir sürecin temel unsurlarından biriydi. Böylece Doğa
Tanrının, Devlet Kilisenin, akıl hastalığı da büyünün yerini aldı.
Doğa bilimlerinde fikirler ve uygulamalar bakımından böyle bir köklü bir
değişiklik yaşandı. Bugün ekinimizi olgunlaştırabilmek için hayvan kurban
etmiyor, gübre kullanıyoruz; hastalıkları tedavi etmek için artık büyüye değil,
ilaca ve cerrahiye başvuruyoruz; denizleri aşıp düşmanlarımızı mahvetmek
için duaya değil nükleer enerjiye, enerji elde etmek için de fosil yakıtlara
başvuruyoruz. Ancak 'sosyal bilimler'de
bu denli büyük değişiklikler gerçekleşmedi. İnsan davranışları ve
toplumsal denetim konularında, eski dinî açıklama ve tanımların sadece yeni
bilimsel temelli kelimelerle ifade edildiği örneklere az rastlamıyoruz. Daha önce
gördüğümüz gibi, kâfirlik kavramının yerine tıbbi bir kavram olan akıl
hastalığı kavramının konmuş olması ve bireyin bir zindana kapatılarak ya da
yakılarak dinsel gerekçelerle cezalandırılmasının yerine bir hastaneye
kapatılarak ya da tedavi denilen süreçte işkence edilerek psikiyatrik
gerekçelerle cezalandırılması bunu açıkça göstermektedir.
Bireyin davranışlarının kavramlaştırılması ve denetimi konularında dinsel
ve ahlaki olandan tıbbi ve sosyal olan yönünde gerçekleşen bu değişiklik birçok
Aydınlanmacı psikiyatristin fikirlerine ve uygulamalarına yansımıştır. Bu
konuda Benjamin Rush iyi bir örnektir. Rush’ın fikirleri ve yazdıkları, benim,
akıl hastalığı kavramının kökeni, özelliği ve kullanımına dair önermelerim
bakımından oldukça açıklayıcıdır.
Koloni Ordusunda Doktor General olarak görev alan ve daha sonra
Pennsylvania Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığına gelen Profesör Benjamin
Rush (1746-1818) Amerikan Psikiyatrisinin tartışmasız babasıdır. O kadar ki,
Amerikan Psikiyatri Derneği'nin mührünü onun portresi süsler. Peki, Rush nasıl
bir adamdır ve psikiyatriye yön veren fikirleri ve uygulamaları nelerdir?
Öncelikle Rush'ın Amerikan psikiyatrinin kurucusu olarak tarihe geçmesinin
en büyük nedeni, zihinsel ve bedensel hastalıklar arasında hiçbir fark
olmadığını iddia etmesinin yanı sıra son derece başarılı bir doktor olmasının
ve Kurucu Büyüklerle* arkadaşlığının etkisi de büyüktür, böylece akıl
hastalıklarıyla ilgili fikirlerini hayata geçirmek imkânı bulmuştur. Bir başka
ifadeyle Rush, toplumsal sorunların tıbbileştirilmesini ve bu sorunların 'ceza'
yerine 'tedavi' yaptırımıyla ortadan kaldırılmasını savunan ilk Amerikalı doktordur.
İleride göreceğimiz gibi Rush’ın fikirleri hâlâ son derece sağlam ve taze
fikirler olarak kabul görmektedir. Çünkü Rush’ın ortadan kaldırmaya çalıştığı
toplumsal sorunlar henüz ortadan kalkmamıştır ve bu sorunları hâlâ tıbbi
yaptırımlarla ortadan kaldırmaya çalışmaktayız.
Rush’ın magrıum opus'u (baş eseri) olan Medical Inquiries urıd Observations
upon thc Diseascs ofthcMind (Akıl Hastalıkları Hakkında Tıbbi İncelemeler ve
Gözlemler), 1812 yılında yayımlandı. Birçok baskısı yapılan bu eser çeşitli
dillere çevrildi ve psikiyatrinin bir tıp dalı olarak kabul edilmesini sağladı.
Rush, arkadaşı John Adams'a yazdığı bir mektupta şöyle diyor: "Akıl
hastalığının özneleri, bugüne kadar sır küpüydü. Bu hastalıkları insan
bedeninin diğer bedensel hastalıklar düzeyine indirmeye ve insan aklının da
bedeni gibi dış etkenlere ve herkes için geçerli olan yasalara tabi olduğunu
kanıtlamaya çalıştım."
Rush’ın akıl hastası denilen kişilerin hastalığının bedensel olduğu
inancına gösterdiği kanıtın hiç de yeterli bir kanıt olmadığı çoktan anlaşıldığı
halde, o zamanki kabulünün ceremesi ne acıdır kihâlâ çekilmektedir. Rush, bu
fikrini şu gözlemine dayandırıyor: " 1811 yılında Pennsylvania
Hastanesinde yatan aklını oynatmış hastaların sekizde yedisinin nabız atışları
normalin üstündeydi." Rush’ın kişisel otoritesi ile de birleşince bu
semptom 'zihinsel bozukluğun açık bir işareti' olarak yorumlandı ve hatta
Başkan'ın bir katil zanlısını affetmesi için yeterli bir neden bile sayıldı.
Zihinsel ve bedensel hastalıkların aynı şey olduğunu deneysel olarak
kanıtlayamayan Rush, bunu, her ikisi hakkında aynı yöntemle tedavi ederek
stratejik bir şekilde 'kanıtlama'ya çalıştı. "Sıtmayı ya da ya da
vücudun bir bölgesinde gelişen bir hastalığın kan yoluyla taşındığı
hastalıkları iyileştiren ilaçların deliliği de çok kısa sürede ve kesin olarak
iyileştirmesinden hareketle akıl hastalığının aslında damarlarda yerleşmiş
olduğu sonucuna vardım."
Doğa bilimleri ile uğraşan çağdaşlarının tersine tıbbın çok saygın mucidi
Rush'ın keşfettiği hiçbir şey yok. Yine de bir yenilik getirmediğini
söyleyemeyiz, mevcut delilik kavramına yeni bir bakış tarzı getirmiştir.
Örneğin, Rush'a göre Amerikan halkı 1783'te yapılan barış antlaşmasından sonra
ortaya çıkan yeni duruma hazır değildi. Rush, Amerikan halkının bu dönemdeki
tutumuna bir açıklama getirir: "Savaşın başarıyla sonuçlanmasının
alevlendirdiği aşırı özgürlük arzusu, birçok insanda aklıselimle ortadan
kaldırılması mümkün olmayan ve devlet tarafından dizginlenemeyen somut bir
fikir ve davranış tarzı haline geldi. Bu fikir birçok Birleşik Devletler
vatandaşının anlayışı, arzuları ve ahlakı üzerinde büyük bir etkide bulundu ve
bir delilik halini aldı. Bu deliliği anarşi diye adlandırmaya hakkım var
sanıyorum."
Rush'ın kendinde gördüğü hakla sarf ettiği bu sözler, halkın ruh halinin
psikiyatrik bir yorumdan ibaret değil; tıbbi terimlerle kurulmuş, neredeyse
şiirsel bir metafor. Aynı zamanda sabit bir fikri de yansıtıyor. Rush dünyayı
ideolojik bir gözlüğün ardından görüyordu. Ona göre dünyadaki her şey ya
hastalıklı ya da sağlıklıydı. Bu nedenle Devrim'e karşı olan her şey hasta,
destekleyen her şey de hastalığın tedavisiydi. İngiltere tacına sadakat
gösterenler Rush'a göre "Devrim karşıtlığı hastalığına yakalanmışlardı.
Davaya gönül veren kadınların ise histerileri iyileşmişti."
Rush bir metafor ustasıydı. Ahlaki ve toplumsal sorunları tıbbi terimlerle
ifade ediyordu. A Moral and Physical Thermometer (Ahlaki ve Bedensel
Termometre)adlı sözlük onun eseridir. Bu sözlükte ahlaki terimlerin tıbbi
karşılıklarını veriyor. Cari Binger bu kitap hakkında şöyle diyor:
"Termometrenin en üstteki derecesi sağlık ve refahı sağlayan ılımlılıktır.
Yani su, süt ve birazcık bira içmek. Sadece yemeklerde ve az miktarda alınacak
şarap ve bira neşe, kuvvet ve iyi beslenme sağlayabilir. Bundan sonra bu ılıman
hava birdenbire eksi gibi dondurucu bir
dereceye düşüyor: Bu noktada skala punçtan başlıyor ve viski, rom, rakı, şarap,
likör ve bira ile düşmeye devam ediyor,"vs. Rush, Jeremy Belknap'a yazdığı
bir mektupta şöyle diyor: "Umarım,
yılında sarhoşluk, toplumda yalancılık ya da hırsızlıkla, alkollü
içkiler de arsenik ya da baldıranla bir tutulur."
Rush, alkole karşı yürüttüğü propagandada tıbbi kavramlardan yararlanıyor.
Binger, "Ahlaken şiddetle karşı çıkmasına rağmen, varlığı ne yazık ki hâlâ
devam etmekte olan ileri derecede alkol bağımlılığını çok önemli bir tıbbi ve
genel sağlık sorunu olarak gördüğü için Rush'a saygı duymak gerektiği"ne
inanıyor. Rush'ın taktikleri hakkında nasıl düşünüleceği, elbette, psikiyatrik
emperyalizm ve onun hizmetindeki sözde tıbbi yaptırımlar hakkında ne
düşünüldüğüne bağlıdır. Amerikan akıl sağlığı hareketinin seçkin bir şahsiyeti
olan Binger, içki içmenin tıbbi bir sorun ‘olduğunu fark ettiği’ için Rush'ı
alkışlıyor. Hâlbuki Rush içki içmenin tıbbi bir sorun olduğunu fark etmiş
değildir. Rush içki içmeyi tıbbi bir sorun olarak tanımlamıştır.'
Deli denen kişilerin müstehcen sözleri konusunda da Rush'ın bir fikri
vardır. Bu sözlerin anlamsız olduğu ve 'sara krizi geçiren insanların
küfürlerini' andırdığı kanaatindedir. Bu fikrinin kaynağının 'tıp bilimi öğretisi' olduğunu ileri sürer. Bu
fikri öne sürebilmesi için Rush’ın insanları nesneler olarak kabul etmesi
gerekir ki yaptığı gerçekten budur: "Aklı bozuk kişilerin kötü
davranışları bazen bir deprem sonucunda yeryüzüne fışkıran lava benzer." Toplumsal
yozlaşmaya bir akıl hastalığı tanımı getirerek işe başlayan Rush artık bu yönde
ilerlemeye hazırdır. Bu yolda o kadar inanılmaz bir mesafe kat etmiştir ki, bu
satırları okuyan çağdaş okur hoşa gitmeyen herhangi bir davranışı bir zihinsel
rahatsızlık belirtisi olarak görmekte zorluk çekmemektedir.
"İç sıkıntısı, utanç, korku, dehşet, öfke gibi uygunsuz
davranışlar," diyor Rush büyük bir boşboğazlıkla "geçici delilik
durumlarıdır" ve "intihar bir tür deliliktir," diye de bir değerlendirmede
bulunuyor. Zihinsel sağlığı ve deliliği tanımlarken de son derece cesur
davranıyor: "Zihinsel bakımdan sağlıklı olmak olayları, diğer insanlar
gibi ve toplumun kabul ettiği şekilde yorumlayabilmektir. Delilik ise bundan
sapma halinde olmaktır." Rush görüldüğü gibi zihinsel bakımdan sağlıklı
olmakla toplumla uyum içinde olmayı aynı şey olarak görüyor, akıl hastalığını
da toplumla uyumsuzluk olarak değerlendiriyor. Ancak bireyin toplumla uyum
içinde olduğu ya da olmadığına kim karar verecek? Rush böyle bir soruyla
karşılaşacağını tahmin etmiş gibi "Akıl sağlığını yargılamak doktorlara
düşer'' diyor. Toplumla uyum içinde olmamanın tercih değil hastalık,
psikiyatrinin de polislik değil tıbbi bir dal olduğuna uzun zamandan beri halkı
ikna etmeye çalışan Amerikan Psikiyatri Derneği'nin ve psikiyatri
tarihçilerinin Rush'ı koruyucu azizleri kabul etmesine şaşmamak lazım.
Bağımsızlık Bildirisi'nin altında imzası bulunan ve Kurucu Büyükler ile dostane
ilişkiler kurmuş olan Rush'ın, deli olduğu iddia edilen bir kişinin hukuki ve
siyasi durumu hakkında öne sürdüğü fikirler de hayli ilginç: "Akıl
eksikliği, bir kişinin toplumsal sözleşmesinin feshedilmesini, vatandaşlık
haklarının elinden alınmasını mazur kılar, böyle bir kişi tanıklık yapamaz, bu
kişinin ahlaki değerlerine vs. güvenilemez."
Psikiyatristler, akıl hastası olduğu iddia edilen kişilere uyguladıkları
şiddeti haklı göstermek için hâlâ bu tür fikirlerin izinden gitmektedir. Rush,
aldığı olağanüstü eğitim ve edebi yeteneği göz önünde bulundurulursa 'akıl
noksanlığı' konusunda söylediklerinin maksatlı ve ikiyüzlü retorikten ibaret
olduğunun herhalde farkındaydı. 'Akıl noksanlığı' bir kişinin ne toplumsal
sözleşmesinin feshini, ne de vatandaşlık haklarının elinden alınmasını mazur
gösterebilir; bu sadece onun zayıflığının suiistimal edildiğini ve vatandaşlık
haklarını savunamayacak kadar aciz bir duruma düşürüldüğünü kanıtlar. Bireyi
Rush'ın söylediği hukuki ve siyasi kısıtlamalar altına sokan, bir hastalık
(zihinsel yeteneğinin bozulması) değil (iktidarı kullanma yetkisini elinde
bulunduran) insanlardır.
Rush, suçun da bir hastalık olduğunu iddia etmiştir. Bu fikrin çağdaş
psikiyatristlere ait olduğu zannedilir ama öyle değildir. Rush, icat ettiği
akıl hastalıklarından birine de 'irade bozukluğu' adını vermiştir. Cinayet ve
hırsızlık bu karmaşık hastalığın semptomlarıdır. Şöyle yazmış Rush:
"Hastalığın, diğer etkilerine bakarak saptadığım iki semptomunu
(kötülükten değil hastalıktan ileri geldikleri için) suçtan ayırt etmek ve bu
hasta kişileri kanunun pençesinden kurtarıp tıbbın nazik ve şefkatli ellerine
teslim etmek gerekir." Rush'ın ellerinin ne kadar nazik ve şefkatli olduğu
biraz şüpheli olmakla birlikte burada en azından bir hususu istemeden de
olsa-kabul ediyor: Cinayeti ve hırsızlığı gerçekte hastalık oldukları için
suçtan ayırt etmiyor. O sadece katillerin ve hırsızların polisin ve yargıcın
hâkimiyet alanından alınıp doktorların ve tımarhane gardiyanlarının hâkimiyet
alanına sokulmasını meşrulaştırmak istiyor.
Rush yalancılığı da hastalık olarak görüyor: "Fiziksel bir hastalıktır
ve bu hastalığa yakalanan kişiler hiçbir konuda hakikati söyleyemezler."
Keşfettiği bunca hastalıktan hiçbirinin tedavisinin olmaması, Rush'ı hiç
rahatsız etmiyor. "Kötü bir alışkanlık olan
yalancılığın düzelmeyeceğine inanılır. Bu hastalığın yetişkinlikte teşhis
edilmesi halinde iyileştirilemeyeceği de söylenebilir."
Rush gibi bir mucidin akıl hastalığı konusunda yaptığı 'keşifler' arasında
psikiyatrik Engizisyon için en öğretici olanı 'İnançsızlık ya da İnanma
Yeteneği Bozukluğu' adını verdiği hastalıktır. Rush, "Aklın bu yeteneği
hastalanabilir ya da rahatsızlanabilir. Yani inancı güçlendiren bütün kanıtlara
inanma yeteneği kaybolur," iddiasında bulunuyor. Rush bu akıl hastalığına
yakalanmış hastalara örnek de gösteriyor: "İyi eğitim almış doktorların ve
tıbbın faydasına inanmayan, şarlatanlara güvenenler ve Hıristiyanlığın
hakikatlerine inanmayıp, kâfirlerin kitaplarına kapılanlar."
Ahlaktan tıbba geçişte bu anlamsal dönüştürme o kadar açık ki insanın
kafasında ister istemez bazı soru işaretleri beliriyor: Cui bono? Peki bu işten kazançlı çıkan kim? Hasta mı? Hayır. Din adamı mı? Hayır.
Doktor mu? Evet.
Rush'ın toplumsal sorunları ya da kendisinin onaylamadığı bireysel
davranışlarıtıbbın konusu haline getirmesinin bu davranışların tıbbi
yöntemlerle denetim altına alınmasını haklı çıkarmaya yaradığını kendi
yazdıkları ve söyledikleri kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık bir biçimde
kanıtlamaktadır. Binger, Rush'tan şöyle bahsediyor: "Budalaca
hareketlerinden rahatsız ya da huzursuz olduğunda, arkadaşlarını, zaten 'etraf
deli kaynıyor' diyerek mazur görürdü." Rush, 'tedavi' yöntemi olarak
psikiyatrik kapatmanın hararetli bir savunucusuydu ve düşmanlarını
psikiyatrinin demir parmaklıkları arkasında ya da daha kötü bir yerde görmeyi
arzulamıştır. "Bir hastalık olarak yalancılığın
tek ilacı" derdi örneğin, "güzel bir dayak, hapis ya da açlıkla
terbiye etmektir."
Rush’ın alkol bağımlılığına ilişkin tavrında da aynı ilke ile
karşılaşıyoruz; yani tıbbi teşhis ve daha sonra buna dayalı zora başvurarak
denetim altına almak. Rush, 'sert içki içme'nin bir hastalık olduğunu iddia
etmekle kalmıyor, alkol bağımlılığının zorlayıcı tıbbi önlemler aracılığıyla
engellenmesini savunuyordu. Bu denetimi sağlayacak unsurlar arasında hiç
tereddüt etmeden devletin polis gücünü de sayıyordu. Amerikan psikiyatrisinin
neden Rush'ı kurucu babası saydığı daha iyi anlaşılıyor. "Tıpkı deliler
gibi içkiciler de toplum için bir tehdit kaynağıdır," der Rush "hatta
serbest kalmaları, topluma devlet hastanelerinde yatan hastalardan bile daha
çok zararlıdır. Ayyaş bir adamın ya da kadının ailesine, maddi manevi ne kadar
büyük zarar vereceği açıktır," diyor Rush. Böylece maddi manevi zararı
önlemek tıbbın bir sorunu haline geliyor. Binger ise alkolizm için şöyle diyor:
"Bu fikirleri aradan yüz elli yıl
geçmiş olmasına rağmen sadece tekrarladık ve alkışladık. Ama toplum olarak,
gerçekleştirilmesini zorunlu gördüğü önerisini henüz yerine getirmiş
değiliz."
Püriten etik, hastalıklar ve tedavilere ilişkin bilimsel olgulara dayalı
tıbbi kaygılar kisvesinin ardına saklandı. Sonuç olarak ortaya çıkan ise akıl
sağlığı adına psikiyatrik teşhise dair söylevler, psikiyatrik baskı ve zor
uygulaması oldu. Bu tutumu benimseyen gayretkeş tıp adamı haçlı zihniyetli din
adamının yerini aldı. Binger bile Rush’ın misyoner kafalı bir reformcu olduğunu
kabul etmektedir: "Hiçbir zaman, insanların aptallıklarına önyargısız bakabilen
salt bir bilim adamı olmadı; bir Leonardo değildi, daha çok bir Savonarola’
idi."
Tüm bunlardan sonra: "Rush reformcu gayretkeşliğini tütün kullanımının
alışkanlık haline getirilmesine de yöneltti." Bu alışkanlığın sert içkiler
içme arzusuna yol açtığını ve hem sağlık hem de ahlak açısından zararlı
olduğunu düşünüyordu. Sigara içenlerin genellikle saldırgan olduğu
kanaatindeydi." Tütüne karşı mücadelesinde
Rush’ın silahı bilgiye dayalı fikir değil, tehdide dayalı gözdağıydı.
Bu, cehennem tehdidinin tıpta uygulanmasıdır. Din kardeşlerinin cemaati sonsuz
azapla tehdit ettiği gibi Rush da, muhtemel hastalarını aslında bütün toplumu
hastası kabul ediyordu içkinin ve tütünün sonuçlarıyla korkutuyordu.
Binger, Rush’ın "Sadece hastaların değil, toplumun da doktoru"
olduğuna inandığını söylüyor. Öte yandan ". yüzyıl doktoru otoriter bir
figürdü ve Rush, olağanüstü, karizmatık, entelektüel kişiliğiyle ve Amerika'nın
en büyük doktoru olma unvanıyla bizzat otoriteyi temsil ediyordu. Bu
avantajları ahlaki ve duygusal bir ikna aracı olarak kullanmaktan
çekinmemiştir."
Binger, Rush'ın 'ikna' sınırlarını aşan otokratik yöntemlerini aklamaya
çalışıyor ama şunu da söylemeden geçemiyor; Bir hastası karnında yılan olduğunu
söylese Rush onu oturaklı bir sandalyeye bağlamakta bir an duraksamazdı."
Bu tümüyle yalan sayılmazdı, Rush'ın psikiyatrik tedavi olarak gördüğü hizmetin
bir parçasıydı. Rush "Kendisini camdan yapılmış zanneden" bir
hastanın tedavisi için, "oturmak üzere olduğu sandalyenin altından
çekilerek yere düşürülmesinden sonra, ona bir torba cam kırığı gösterilmesini
ve bunların vücudunun parçaları olduğunun söylenmesini" öneriyor. Rush bir
arkadaşının buluşu olan şu tedaviyi örnek gösteriyor: "Bir hastası
kendisini bitki zannediyormuş. Arkadaşım, o halde büyümesi için sulanması
gerektiğini söyledikten sonra adamın arkasına geçip çaydanlıktan su verecekmiş
gibi yapmış ve başından aşağı çiş boşaltmış." Rush'ın kendisini ölü
zanneden bir kişinin nasıl tedavi edileceği konusunda başkasından duyduğu ama
kendisinin de gayet başarılı bulduğu bir yöntem de şu: "Kendisini ölü
zanneden bir hastanın doktoru, onun duyabileceği şekilde, ölüm nedenini
saptamak için otopsi yapılmasını ister. Hasta anında iyileşir."’
Bu olaylar, ruh doktoru ile hastası, hasta ile ilgili delilik kavramı ile
tedavi arasındaki ilişkilerin esasını gözler önüne seriyor. Vatandaş yalan
söylerse akıl hastalığından mustarip bir hastadır; eğer bunu psikiyatrist
yaparsa tedavi için ne gerekiyorsa yapan âlicenap bir terapisttir. “
Binger; "Kontrol altına almak, Rush'ın tedavi anlayışının
esasıdır" diyerek bir gerçeği dile getirirken Rush'ın gayretkeşliğini,
zorlayıcı lığını ve uyguladığı kaba kuvveti mazur göstermeye çalışıyor.
Binger'ın bahsettiği 'kontrol' doğrudan ve sadece hastaya yöneltilen bir şiddetle
mümkün olmuştur. Rush'ın 'cephaneliğinde kendini kontrole yer yoktur. Çağdaş
psikiyatristlerin cephaneliğinde de aynı eksiklik göze çarpar. Rush'a göre
hastaya mutlaka bir şey yapmak gerekir. Psikiyatri hastalarına uyguladığı
'tedavi' yöntemleri Rush'ın kişiliği hakkında yeterince bilgi vermektedir.
Psikiyatristin kişiliğinin etkisi kanımca günümüzde de kaybolmuş değildir.
Rush, deliliğin tedavisinde, doktorun hastanın kişiliği üzerinde tam bir
hâkimiyet kurması gerektiğine inanıyordu. Bu fikrin tek savunucusu Rush
değildir. Çağdaş doktorların çoğu bu yöntemin doğruluğunu savunmakta
lar. Deliyi zincirden kurtaran adam kabul edilen Philippe Pinel de
psikiyatride kaba kuvvete başvurulmasına karşı olanların başında gelir. Yalnız
Pinel'in akıl hastasının zincirlenmesine ve dövülmesine karşı olmasının sebebi,
bu insanlara özgürlüklerini bahşetmek değildir. Pinel gerektiği gibi yönetilen
bir tımarhanede hastanın zaten otoritenin ve tımarhane görevlilerinin baskın
gücünün etkisi altında olacağını, böylece bu tür acımasız tahakküm yöntemlerine
gerek kalmayacağı fikrindedir. Pinel'in Treatise on Insanity (Delilik Üzerine Deneme) adlı kitabında en çok sarf edilen iki kelime
'gözdağı' ve 'baskı'dtr. "Ancak, deli üstünlüğünü gördüğü ve inandığı bir
güçle karşı karşıya kalırsa direnmeden ya da şiddete başvurmadan boyun eğer.
Önceki delilik vakalarında iyi hesaplanmış, planlı bir gözdağının, şiddete
başvurmaksızın uygulanan sürekli baskının ve hırsa kapılmadan üstün gelmenin
nasıl iyi sonuçlar verdiğini görmüş bulunuyoruz."'
Rush da 'terapi yöntemi' olarak sadece kandırma ve yalanı değil, başka
müdahale yöntemlerini de özellikle hastanın kapatılmasını savunmuştur.
"Hastalar üzerinde kesin denetim kurmak için uygulanan yöntemlerden de
bahsetmemiz gerekiyor. Bu denetimle hastanın doktora itaat etmesi, saygı ve
sevgi göstermesi sağlanacak ve böylece doktorun tedavisini kolaylıkla,
kesinlikle ve başarıyla uygulaması mümkün olacaktır, diye yazıyor Rush.
Terör Rush'ın sıklıkla başvurduğu bir ilaçtır. "Korkunun," diyor
Rush "akıl ve dolaylı olarak beden üzerindeki etkisi çok güçlüdür ve
delilik tedavisindeki önemli bir yer tutar." Yine Rush'a göre, hastanın en
uygun şekilde korkutulması için evinden alıp bir tımarhaneye kapatmak gerekir. "Delinin özgürlüğünden mahrum bırakılması sağlığı
açısından bazen en faydalı yoldur." Rush'ın yaşadığı dönemde hastanın hapsedilmesinin çok kolay olduğunu
hatırlatmakta fayda var: Amerikalı doktorlar, on dokuzuncu yüzyılın ortalarına
kadar, akıl hastası olduğu için tedaviye ihtiyacı olduğuna inandıkları herhangi
bir kişinin tıbbi amaçlarla hapsedilmesi konusunda kesin yetkiye sahiptiler.
Deutsch'un anlatımıyla, bir kişinin hastaneye kabulünü sağlamak için
Rush'ın yapması gereken, tek şey küçük bir kâğıda, "James Sproul Pennsylvania Hastanesi için uygun
bir hastadır" gibi bir not yazıp altını imzalamaktı
Rush'ın tıbbi ya da psikiyatrik birtakım gerekçelerle kapatılmasını gerekli
gördüğü insanların hayatlarından koparı ldıklarını, özgürlüklerinden mahrum
bırakıldıklarını gözden kaçırmış olması mümkün müdür? Hayır, değildir. Birçok
çağdaş psikiyatrist gibi Rush da toplumun ancak bu şekilde korunabileceğine
inandığı için bu uygulamayı haklı bulmuştur. Gerçi günümüz psikiyatrisi
Rush'dan beri bir arpa boyu yol almıştır. Örneğin Rush sarhoşların hapsedilmesine
ilişkin önerisinde şöyle diyor:
"Bu tür kişilerin hastaneye kapatılmalarının kişi haklarının ihlali
olduğunun, devletimizin özgürlük anlayışı ile bağdaşmadığının ileri sürülmesine
izin verilmemeli. Bir hırsızı hapishaneye tıktığımız zaman kimse böyle bir
iddiada bulunmuyor. Ayrıca, sarhoşların sayılarının artması halinde
hırsızlardan daha fazla zarar verecekleri ve daha kötü bir ahlaki etkide
bulunabilecekleri dikkate alınırsa, toplumun güvenlik ve refahı için adi
hırsızlardan çok ayyaşlardan kurtulmak gerektiği açıktır. Tabi ki adaletsizliği
ve baskıyı engellemek amacıyla tedbir alınmalıdır, muayene edilmeksizin ve
görevli bir doktor ile iki ya da üç yargıçtan oluşan bir mahkemenin aldığı
karar olmaksızın hiç kimse özel bir hastaneye ya da AYIKLAR EVİ'ne
gönderilmemelidir."
'Hasta' psikiyatrik gerekçelerle hapsedilip tedaviye direnme imkânı elinden
alındıktan sonra Rush, hiçbir hastanın hiçbir koşulda maruz kalmaktan memnun
olmayacağı bazı önlemlere başvurabiliyor; Rush’ın yaşadığı dönemde bile bu
önlemlerden bazıları tıbbi bir ortamın dışında uygulanmış olsa işkence olarak
değerlendirilirdi. Rush'ı bizzat kendi sözleri ele veriyor. Bu önlemlerin
birkaçından bahsettikten sonra sözlerine şöyle devam ediyor: "Yukarıda bahsettiğim önlemlerin hiçbiri zihin
sağlığı bozulmuş hasta üzerinde bir hâkimiyet kurulmasını sağlayamamışsa bazı
daha etkili yöntemlere başvurmak gerekir." Rush, her tür psikiyatrik müdahale yöntemini
denedikten sonra gayet ikna ve tatmin olmuş olarak: "Deli üzerinde
hâkimiyet kurabilmek için hafif ama korkutucu olacak cezaların uygulanması en
uygunudur prangaya nadiren başvurulmalı, kırbaca ise mümkünse hiç başvuru ima
malıdır fakat istisnai durumlar olabilir. Hiçbir kışkırtma olmadığı halde,
hasta aniden saldırırsa buna karşılık doktorun ya da gardiyanın meşru müdafaa
için mecburen kırbaç ya da elile birkaç kez vurması gerekebilir," diye
yazmış.
Rush yöntemlerini bazen 'tedavi' bazen de 'ceza' şeklinde ifade etmiş.
Şimdi vereceğim örnek Rush'ın deli hakkında ne düşündüğünü çok açık bir şekilde
ortaya koyuyor. Bu örnekte deliyi, ehlileştirilmemiş bir hayvana benzetiyor ve
doktorun görevinin deliye boyun eğdirmek olduğunu öne sürüyor. Rush’ın tedavi
amaçlı önerilerini sıraladığı listesinde "Deli gömleğini iyice sıkmak, yakasından içeri soğuk su dökmek, deliyi
hoşuna giden yiyeceklerden mahrum bırakmak." kan almak, yalnız bırakmak, karanlık bir yere kapatmak gibi önlemlerin
yanı sıra "vücudunu sürekli dik tutmasını sağlamak" da yer alıyor. Bu
yöntemleri şu sözler izliyor: "İngiltere'de inatçı atlar şu şekilde
ehlileştiriliyor: Önce, ağıla kapatılıyorlar, sonra iki ya da üç gün ve gece boyunca
her yatmaya kalkıştıklarında vücutlarına sivri uçİu çiviler batırılarak
uyumaları engelleniyor. Delinin de aynı usulle değilse de daha yumuşak
usullerle, yirmi dört saat ayakta tutulması ve uyumasının engellenmesiyle aynı
faydanın sağlanacağından hiç kuşku duymuyorum."
Rush'ın tedavi alanında en ünlü buluşu kendisinin'trankilizatör'
(sakinleştirici) adını verdiği garip alettir. Deutsch bu aygıtı şöyle tarif
ediyor: "Trankilizatör, hastanın kol ve ayaklarının bağlandığı ve bir
araçla başının sabit tutulduğu bir sandalye idi. Bu mekanizma ile hastanın
vücudunun hareketi azaltılıyor böylece nabız atışlarının düşmesi amaçlanıyordu.
Çağımızda bu alet her ne kadar bir işkence aleti gibi görünüyorsa da Rush onu
gerçekten insani nedenlerle icat etmiştir." Sırf bizim değil Rush'ın
çağdaşlarının da bu aleti de bir işkence aleti olarak gördükleri anlaşılıyor.
Çünkü o dönemde herhangi birinin bu aletten kendi isteğiyle yararlandığına dair
tek bir kayda bile rastlanmaz.*
Rush'ın sakinleştirici sandalyesi de psikiyatrinin birçok buluş ve keşfi
gibi Engizisyondan esinlenmiştir. Engizisyonun kullandığı cadısandalyesiyle
arasındaki benzerlik şaşırtıcıdır. Cadısandalyesi denen alet "Her tarafı
kör çivilerle dolu, sanığın vücudunun sıkıştırılabildiği demir bir sandalyeydi.
Suçlu buna bağlanıyor ve sandalyenin altında
ateş yakılıyordu. Bu işkencenin amacı hakikatin ortaya çıkmasıydı. Acı,
insan ruhunu ölümlü hayatın son noktasına götürüyor; ruhun çırılçıplak
kaldığına inanılan o noktada yapılan sorgulamada tüm gerçekler ortaya
çıkıyordu."
Rush'ın ikinci psikiyatrik tedavi aletinin adı 'döndürücü' idi.
"Tembellik hastalığına yakalanan hastanın başının dışarıya gelecek şekilde
bağlandığı yuvarlak bir tahta şeklindeki bu alet inanılmaz hızlarla
döndürülüyor ve hastanın kanının başına hücum etmesi sağlanıyordu."
Psikiyatri, baskıcı ve şiddet içeren yöntemlerden, bu yöntemlere başvuran
kahramanlarını reddetmedikçe vazgeçemez. Sadece Rush'ın deliyi tedavi etme
tarzını değil, çağdaş psikiyatristlerin ve toplum bilimcilerinin de bu yöntemi
kabul ederek savunmalarını bu denli eleştirmemin nedeni bu d ur.
Günümüzde psikiyatrist ve toplum
bilimcilerin ele geçen yabancı düşmana şiddet uygulanmasının 'yurtseverlikle
bağdaştırılmasına karşı olmalarına rağmen akıl hastasına uygulanan 'tedavi
amaçlı' şiddeti memnuniyetle kabul etmeleri enteresan bir durumdur. Sözgelimi Deutsch okurlarına Rush'ın 'trankilizatör'ü
'insani nedenler'le icat ettiğini açıklamaktadır. Rush'ın, bu aleti
yardımseverlik duygusuyla yaptığını iddia ettiğini de biliyoruz. Yine de tek
nedenin bu olduğuna inanmak zor. Rush
yılında yazdığı bir mektupta: "Hem bu kötü uygulamayı [deli
gömleğini çok sıkmak] önlemek hem de baskı uygulamasını en verimli şekilde
kullanabilmek için üstünlüğü elimde tutabilmek amacıyla iyi bir dolap
imalatçısından rica ettim." (İtalikler T.S.) Söylemeye gerek bile yok,
Binger'a göre de Rush haklıdır, çünkü bu icatlar insani nedenlerle yapılmıştır.
Olup bitenler artık tartışılmıyor. Rush'ı ya da diğer iyi işler yapan
'büyük' psikiyatristleri suçlamadan olanları anlatma çabasında olan Deutsch
bile gerçekleri kabul ediyor. "Ne gariptir ki," diyor Deutsch,
"eskiden cezalandırmak amacıyla başvurulan işkence ve terör, bu özel çağda
saygın tıp teorisinin övgüye değer bir tedavi yöntemi olarak kabul gördü. Doktorlar,
delinin tedavisi alanında uzmanlaşırken dâhiyane terör araçları icat etmek için
biıbiriyle yarıştılar." Akıl hastalığını din suçunun yerini almış bir
kavram olarak değil sadece bir hastalık olarak, psikiyatristleri de
Engizisyonun yerini alan otorite olarak değil sadece doktorlar olarak ve
psikiyatrik müdahaleleri Engizisyon işkencesinin yerini alan bir ceza olarak
değil tedavi olarak görenler için bu tutum tabii ki şaşırtıcıdır.
Rush'ın tedavi amaçlı yöntemleri 'trankilizatör' ve 'döndürücü' ile son
bulmadı. Hastanın kafasının boğulacak raddeye gelene kadar suya sokulduğu
'ördek' tedavisine de başvurdu. Cadı avcılarının geleneksel su eziyetinin o
günün koşullarına uyarlanışı diyebileceğimiz bu uygulamayı Deutsch, 'birçok
tanınmış çağdaşının uyguladığı yöntemlerden çok daha nazik' Rush'a özgü bir
yöntem olduğunu ve bu 'suya batırma' uygulamasının gözdağı vermek için birebir
'dâhiyane bir buluş' olduğunu söylüyor.
Baktığı her yerde akıl hastalığı gören ve bu felaketi kontrol altına almak
için en yıldırıcı yöntemlere başvurmaktan çekinmeyen Amerikan psikiyatrisinin
Rush gibi bir büyüğünün ne kadar otokratik, tahakküm meraklısı, şiddet düşkünü
ve işgüzar bir kişi olduğu ortadadır. Koruyucunun, bizi, sözde koruduğu
kötülüklerin asıl kaynağının ne olduğunu uygulamalardan anlıyoruz. Papaz da
olsa doktor da, böyle bir 'teşhis' misyoneri, cadıyı ya da deliyi bulmaz,
yaratır. Rush'ın kaç kurban yarattığım bilmek mümkün değil, ama en azından
birini tanıyoruz: Rush'ın oğlu John. Kendisi burada hayatından biraz
bahsedilmesini hak etmiş biridir.
Fikirlerini ve uygulamalarını incelediğim bir psikiyatristin özel
yaşantısından bahsetmem acımasızlık gibi görünebilir. Ben de herkes gibi ad
homincm (kişiselleştirilmiş) tartışmaları onaylamam ve başvurmak ta istemem.
Fakat bir insanın fikirlerini ve başarılarını, o insanın özel yaşantısında
nahoş yönler olduğu için karalamakla, (hem özel hem de kamusal kimliği önem
taşıyan biri için) kişinin özel yaşantısındaki bazı olaylara ve etkilerine yer
vermek farklı şeylerdir. Psikiyatristlerin, psikologların, politikacıların,
sanatçıların ve hayatlarındaki olaylar çok şey anlatır ve bence ikinci tanıma
girer.
Benjamin Rush gibi bir adamın ilk erkek çocuğunun, kişiliğini geliştirmekte
bazı zorluklarla karşılaştığını tahmin etmek zor değildir. John Rush önce tıp
eğitimine başladı. Bir süre sonra tıptan vazgeçti, denizcilik eğitimine başla
di. Denizcilik eğitimini tamamlayıp kaptan oldu ancak bundan da vazgeçti.
Benjamin Rush 11 Aralık 1802 'de Anı
Defteri'ne şöyle yazmış: "Bugün oğlum John tıp eğitimine yeniden başladı.
Eve ve mesleğine dönme kararı onu ne kadar sıkıntıya sokmuş ki evimde uşak
olmaya razı olduğunu, hayatını denizci olarak sürdürmektense ahırımı
temizlemeyi tercih edeceğini söyledi." Burada, bir oğulun, baba evine
dönmek zorunda kaldığı için kendisini neden bu kadar aşağıladığı ya da
aşağılamak zorunda hissettiği, baba Rush’ın oğlunun bu alçalışını neden
günlüğüne yazdığı soruları yanıtsız...
John baba evine döndükten sonra,
1804 yılında tıp fakültesinden mezun oldu. Tezini babasına ithaf etti.
Bundan sonra muhtemelen babasının gölgesinde kalacağı Philadelphia General
Hospital'e ataması yapıldığı halde bu görevi kabul etmedi ve denizciliğe
dönerek Deniz kuvvetlerinde kaptan olarak çalışmaya başladı. Bu kariyer dört
yıl sürdü sürmedi,1807 'de yakın arkadaşı Benjamin Taylor ile bir düello yaptı.
Taylor'u öldürdü. Bir yıl geçmeden intihara teşebbüs etti. John, Şubat 1810'da
bir kez daha baba evine döndü. Babası dönüşünden şöyle bahsediyor: "Ne annesinin ne babasının ne de erkek ve kız
kardeşlerinin kucaklamaları ve gözyaşları onun bizlerle konuşmasını
sağlayamadı. Akıl hastalığından dolayı sürekli gergin, saçlarını taramıyor,
sakalını kesmiyor."
John Rush çok kötü bir durumdadır ama burada uzun uzun anlatmaya gerek
duymuyorum. Ancak şu kadarını aktarmamda yarar var: John babasının çalıştığı
hastaneye kapatıldı ve kısa süreli bir 'düzelme'” dönemi dışında ölene kadar
orada tutuldu. Öldüğünde yirmi yedi yaşındaydı.
Rush, Jefferson'a yazdığı 2 Ocak 1811 tarihli mektubunda şöyle diyor:
"Oğlum şimdi daha iyi. Kılık kıyafetine dikkat ediyor, ara sıra kitaplara
bakıyor. Pennsylvania Hastanesinde bir hücrede. Hayatının orada sona ereceğine
inanmak için çok neden var." Binger, Rush'ın bu fikri hakkında kuru bir
yorum yapıyor: "Bu, tahmin doğru çıktı."
Ancak bu pek adil bir yorum sayılmaz. Rush, oğlunun hayat boyu hapiste
kalacağını sadece 'tahmin' etmemiştir, oğlunu oraya koyan kendisidir. Binger,
Rush'ın Pennsylvania Hastanesinin yöneticisi ve bundan dolayı da John'un sadece
babası değil doktoru, psikiyatristi ve gardiyanı da olduğu gerçeği üzerinde hiç
durmuyor. Oysa Rush'ın yaşadığı dönemde de doktorların yakınlarını tedavi
etmemeleri en az şimdiki kadar geleneksel bir tutumdu.
Rush'ın doktor ve psikiyatrist olarak portresini tamamlayabilmem için siyahilere
karşı tavrına da değinmek gerekir. Rush'ın Bağımsızlık Bildirisi'ni imzalayan
ve köleciliğin kaldırılmasının ilk taraftarlarından biri olarak büyük bir
liberal ve özgürlükçü olduğu sanılır. Oysa gerçekler çok farklı. Rush'ın
iktidar aşkı özgürlük aşkından çok daha baskındır/ Siyahiler hakkında ki
fikirleri de bu tutumunu şaşırtıcı bir şekilde doğrulamaktadır.
Binger, Rush'ın köleciliğe karşı çıkışıyla içki içmeye karşı çıkışı
arasında bir benzerlik, belki de bir ilişki olduğuna dair bir imada bulunur:
"Rush'a hayatı boyunca rahat huzur vermeyen iki önemli konu vardı.
Bullardan biri Birleşik Devletlerdeki kölecilik; diğeri alkollü içkiler ve
ayyaşlıktı."
Rush, siyahilerin kendisini çok duygulandırdığını söylemiştir. Jeremy
Belknap'a şöyle yazar: "Afrika'nın adını bile seviyorum ve köle olsun
özgür olsun bir siyahı gördüğümde bana talihsiz yaratıklarımın bile
hissettirmediği bir duyguya kapılıyorum." Rush'ın kendi kurbanları için
kullandığı bu 'talihsiz' kelimesi dikkat çekicidir. Psikiyatristler bu kelimeyi
umutsuz hastalar için kullanırlar. Rush'ın siyahilere karşı tutumu içine
işlemiş paternalizmine ihanet ediyor. Birçok çağdaş liberal gibi Rush da anlamı
tersine çevirme hilesine başvuruyor: Görünüşte siyahilere özel bir değer
veriyor, oysa aslında kendisine özel bir cömertlik ve koruyuculuk atfediyor.
Rush'ın siyahileri ne kadar sevdiğine ilişkin iddiasından daha şaşırtıcı
bir şey varsa o da siyahilere ilişkin kuramıdır. Rush, Tanrının onları siyah
yarattığına inanmıyor. Siyahlık onların doğal rengi değil, Rush'a göre bu bir
hastalık! Hayata sadece tıbbi açıdan bakan Rush'ın, hoşlanmadığı ya da aşağı
gördüğü insanları tedavi etmekteki gayretkeşliğiyle uyumlu bir teorisi var. Bu
teori içerik itibariyle son derece dikkate değer:
Rush, Bağımsızlık Bildirisi ile kölecilik gibi gerçekler arasında kalmış
bir neslin mensubudur. 'Bütün insanların eşit yaratılmış olduğu açık bir
gerçektir' ibaresi Bağımsızlık Bildirisi'nin özünü oluşturur. Köleciliğin
temelinde ise siyahilerin beyaz adamdan aşağı olduğu gibi kökleşmiş bir fikir
yatar. Amerikalılar bu acı çelişkinin uzlaşmasını bulmak için çok
kıvranmışlardır. Rush da kendince bir çıkış yolu bulmaya çalıştı. Psikiyatrinin
ahlaki çelişkilere getirdiği birçok çözüm gibi Rush'ın bu konudaki önerisi de
status quo'nun bilimsel açıdan haklı çıkarılmasına hizmet ediyordu. Rush'ın
siyahı hastalığı kuramı aslında buydu.
1792 yılında Henry Moss adlı bir
siyahı kölenin vücudunda beyaz lekeler belirmeye başladı. Üç yıl kadar sonra
adamın hemen hemen bütün vücudu beyazlaşmıştı. Moss aslında bizim vitiligo
dediğimiz kalıtsal hastalığa yakalanmış. Beyazlarda da siyahlarda da
görülen vitiligo hastalığı deride pigment kaybıdır. ABD'de yaklaşık yüz
insandan biri vitiligo hastasıdır.
Moss, yılında tavsiye mektuplarıyla
donanmış olarak ve hakkındaki gazete haberleriyle birlikte Philadelphia
hastanesine gitti. "Adam başı çeyrek dolar" ödeyene ki o devirde hiç
de az bir para değildi bukendisini sergiledi ve kazandığı parayla özgürlüğünü
satın aldı. Açıktır ki bu olay Rush için yetti de arttı bile. Engizisyoncu
baktığı her yerde bir kâfirlik görmüştür, Rush'ın 1796 da hastalığı görmesi
için bakması yetti. Ancak Rush zencilerin normal rengini hastalık olarak
gördüğü için Moss'taki cilt bozukluğunu 'kendiliğinden iyileşme' olarak değerlendirdi.
Amerikan Felsefe Derneği'nin 14
Temmuz 1797 tarihinde yaptığı özel bir toplantıda Rush, "Siyahîlerin renginin cüzzam hastalığından
kaynaklandığı tahminini destekleyen gözlemler" başlıklı bir metin okudu. Rush'ın bu metinde neyi
savunduğunu Daniel Boorstin bizim için özetlemiş:
"Zencinin siyah olarak adlandırılan renginin nedeni, yaradılıştan
gelen bir farklılık değil, atalarından gelen Cüzzam hastalığıdır. Bu hastalıkla
birlikte bazı vakalarda derinin karardığı bilinmektedir. Rush'ın da birkaç kez
bizzat tanık olduğu gibi siyahîlerin tipik özellikleri olan büyük dudak ve
basık burun da cüzam hastalığının belirtileridir. Güney Pasifik'te cüzzamlı
adalarında yaşayanların dudakları kalın, saçları kıvırcıktır ve Amerika'daki
siyahilerde de rastlanan albino vakalarına burada da rastlanır. Zencilerin
cerrahi müdahalelere beyazlardan daha dayanıklı olmalarının nedeni cüzzamın yol
açtığı marazi duyarsızlık olabilirmiş. Rush, yerlilerin, üst dudakları
kesilirken dudaklarını kendileri tutabilecek kadar cerrahi müdahaleye dayanıklı
olduklarından bahsediyor. Bu patolojik duyarsızlık, bedenleri yüksek ateşe
maruz kaldığında ya da sıcak bir kömürü elleriyle tuttuklarında da siyahilerde
açıkça görülmekteymiş. Hastalığın bulaşmasına yol açan cinsel birleşme arzusu
cüzzamlılarda oldukça yüksek olduğu gibi zencilerde de çok yüksekmiş. O kadar
ki ağır kölelik koşullarında bile bu kadar çok çocuk yapabilmekteymişler.
Zencilerin renginin yüzyıllar boyunca değişmeden kalışını Rush, cüzamın
hastalıklar arasında en irsi hastalık olmasıyla açıklıyor. Rush'a göre
zencilerin on sekizinci yüzyılda başkalarına cüzam bulaştırmamış olması bu
teoriye karşı bir sav olarak ileri sürülemez, çünkü cüzzam artık eski
bulaşıcılık özelliğini hemen hemen tamamen yitirmiştir."
Rush’ın ana fikri siyahinin doğuştan cüzamlı olduğu, 'hastalık şiddetli
olmadığı için tek semptomun pigment dağılımında aşırılık' olduğudur. Rush,
Henry Moss'un kendi kendine iyileştiği kanaatindedir.
Rush, bu teorisiyle, siyahiyi tıbbın güvenilirliği eşliğinde ırkına kabul
ve dahil ederken korkunç bir kalıtsal hastalığın taşıyıcısı olduğuna da dikkat
çekiyor. Tıbbın müphem hastalık anlayışının ilk kusursuz örneği böylece ortaya
çıkmış bulunmaktadır. Söz konusu anlayışın çok kullanışlı olduğu bir gerçektir,
bir yandan doktora ve hizmet verdiği topluma yararlıdır diğer yandan aslında
yanlış olan bir toplumsal davranışı tıbbi önlem kisvesi altında meşrulaştırır.
Rush, 'siyahilerin renginin, cüzam hastalığının belirtisi olduğuna karar
verdikten sonra' diyor Stanton, bundan üç sonuç çıkardı: "Birincisi, beyazlar artık siyahlara 'üstünlük
taslamaktan' vazgeçmelidirler, bu hastalıkları onlara iki bakımdan insani
davranmamızı gerektirir. Aynı nedenle, beyazlar onlarla evlenmemelidirler.
Çünkü bu ileriki nesillere hastalık bulaştırabilir. Son alarak, bu hastalıkla
mücadeleye girişilmelidir."
Rush'ın, bu tedavi konusunda siyahların fikrinin sorulması hakkında ne
düşündüğü belirsiz, belki delilikte olduğu gibi 'doktor en iyisini bilir'
görüşündedir, belki de değildir. Bu konuda neye inandığını bilmiyoruz ama Rush
şöyle diyor: "Doğa son zamanlarda bu işe el koymuş ve ülkedeki bazı
siyahların kendi kendilerine iyileştiği görülmüştür." Bu söyledikleri daha
önce bahsettiğimiz Henry Moss vakası ile ilgilidir.
Rush, filozoflar çalışmasının değerini anlayınca bu melun siyah
hastalığının tedavisine dönük çabalarının destekleneceğini düşünüyordu
herhalde. "Bu tedavi, köleliğin kalkmasını sağlayacak" diyor, Rush
"ve dünyada büyük bir mutsuzluğa son verecek. Çünkü cahil kölecilik
taraftarlarının, Tanrının zencileri, aşağı olduklarını göstermek için siyah
yaratmış olduğu savı ortan kalkacaktır." Sert bir dinî açıklamanın yerini
ılımlı bir bilimsel açıklamanın almış olması ayrıca dikkate değer. Rush'ın,
alkol bağımlılığı, sigara kullanımı, delilik ya da siyahilik konusundaki tıbbi
ideolojilerini nereden kotardığı anlaşılıyor: Kitabı Mukaddes. Rush'ın
kölecilik konusunda kafası karışık çağdaşları, siyah insanı köleleştirme
hakkını Kutsal Kitapta bulmuşlardı: Tanrı, zencileri siyah yarattı, çünkü onlar
beyaz insandan aşağıdır. Rush ise yüzünü bilime çeviriyor ve aradığını buluyor:
Siyah insanı işaretleyen Tanrı değil doğadır; zencinin derisinin siyahlığı,
'doğuştan günahkâr' değil 'doğuştan hasta' oluşunun belirtisidir.'
Rush, bu hastalığın iyileştirilmesinin siyahiyi de mutlu edeceğine işaret
ediyor. Çünkü "Renklerinden memnun görünseler bile aslında beyaz olmayı
tercih ettiklerine dair birçok kanıt mevcuttur."
Rush siyahlar konusundaki bu tutumuyla Kurumsal Psikiyatrinin temel ilkesi
olan 'hastanın' kendisi için neyin iyi olduğunu bilmediği, haliyle kendi
çıkarını koruyamayacağı ilkesi üzerinden gidiyor. Siyahinin çıkarlarını
koruyacak bir tıpçıya ihtiyacı vardır. Psikiyatristler, 1796 yılında siyahların beyaz olmayı tercih
edeceklerini biliyorlardı.
Günümüzde de uyuşturucu bağımlısı olduğu iddia edilen kişinin bu merete hiç
başlamamış olmayı istediğini; eşcinselin karşı cinse ilgi duymak istediğini,
intihara teşebbüs eden kişinin de yaşamak istediğini bilmektedir. Sonuç, insanın tercihinin aşağılanması ve
farklılığın tedaviyle ortadan kaldırılmasıdır.
Çağdaş psikiyatrinin her ne kadar kendine özgü olmasa da oldukça
benimsediği duruşu Rush'tan öğreniyoruz. Engizisyondan beri yetkinin baskı
için kullanımı bir yardımseverlik kisvesine büründürülmüştür. Eskiden gücün
temsilcisi rahip kıyafeti giyerdi. Günümüzde ise beyaz doktor giysisiyle boy
gösteriyor. İnsanın en zalim kötülüğüne yeni bir ad
verecek olsam 'himaye' derdim. Böylesi bir himaye dinî inancın temel unsuru
olduğu gibi, papazların günahkâr addettikleri kişiler üzerinde hâkimiyet kurmak
için başvurdukları en önemli stratejik silahtı; psikiyatristler de deli
addettikleri kişiler üzerinde kurdukları hâkimiyet için aynı silahı kullanmaya
devam ediyorlar. Bu iki tür zorbanın belli başlı özellikleri bir kişide
mükemmelen birleşebilmiştir. Rush, vaazını kusursuz bir tıp diliyle veren
bir din mültecisidir. Siyahların cüzamlı oldukları için
tenlerinin siyah olduğu varsayımını, buna gerçekten inandığı için değil, bu
fikrin topluma faydası olacağını düşündüğü için öne sürdüğü fark ediliyor.
Siyahîliğin nedeninin cüzam hastalığı olduğunu kabul eden Rush şöyle diyor: "Bütün insan soyunun kesinlikle ve evrensel
olarak bir çiftin soyundan geldiği inancının doğruluğunu teslim etmemiz
gerekiyor. Böylece Hıristiyanlık öğretisine güç katacağımız gibi onun aşıladığı
evrensel bir iyiliğin önündeki maddi engeli de kaldırmış olacağız."
Rush'ın bu sözleri bu teoriyi neden savunduğunu ortaya koyuyor. Çünkü bu
teori 'Hıristiyanlık öğretisine güç katacaktır' ve çünkü beyaz Amerikan
dostlarının 'evrensel iyiliği' hayata geçirmelerini sağlayacaktır. Bu parlak
edebi söylevde, eskiden kölecilik taraftarlarının yıpranmış fikirlerle, 'tıp
bilimi'nin ise son keşifleriyle haklı çıkarmaya çalıştığı gizli bir ırk
ayırımcılığı var. Bu, benim Rush'ın niyeti hakkındaki yorumum değildir, Rush,
kendisi söylüyor bunu. "Zencilerin rengi bir hastalığın sonucu olduğuna
göre," diyor Rush "burada sunulmuş olan gerçekler ve ilkeler
doğrultusunda, bu hastalığın gelecek nesillere bulaşmasını engellemek için
beyazlarla zencilerin kaynaşma olasılığına karşı bazı önyargıların korunmasında
fayda vardır."
Bu teorideki şovenizm, hatta ırkçılık tarihçilerin gözünden kaçmaz.
Boorstin, "Rush'ın zencilerle ilgili fikirlerinin esası," diyor,
"insan türünün sağlıklı mensuplarının renk standardının beyaz olduğu
iddiasıdır (üstelik bu asla açıkça söylenmemiştir). Siyahinin bu hastalığı
tedavi edildiğinde sıra Kızılderili yerlilere ve sarı Asyalılara gelecektir. Bu
konudaki son bir önerisi, bir tedavi geliştirilmesi için canla başla
uğraşmaktır, çünkü siyahi ancak doğru rengine kavuşmakla mutlu olacaktır."
Çok çeşitli davranış türlerini konu edinen çağdaş psikiyatri teorilerinin
öncülerinden olan cüzamlı siyahi teorisi, davranış denetimi hizmetindeki tıbbın
Orwelvari bir parodisinden başka bir şey değildir. Rush'ın böyle bir teoriye
başvurmasının nedeni bir nevi reformculuk arzusudur. Bu reformculuğun altında
yatan motivasyon farklı olanlara beslenen güçlü bir hoşgörüsüzlükten ibarettir
ve tıbbi işgüzarlığı gibi sınır tanımamıştır. Engizisyoncu nasıl kâfiri ancak
tövbe edip dinine döndüğünde kabulleniyorsa, Rush da zenciyi siyahlığı tedavi
edilebilecekse kabullenecektir!
Kendinden farklı olana düşmanlık
besleyenlerin bazı ortak özellikleri vardır. Böyle bir insan, öteki olarak
gördüğü kimseyi ancak kendi görünüşüne, kendi davranışına uyduğu ölçüde
kabullenir. Öteki farklılığını sürdürürse, onu
bedenen, zihnen ya da ahlaken kusurlu görür. Bu farkı sineye çekebilmesinin tek
koşulu 'öteki'nin kusurunu düzeltmeye çabalaması, kendinden hoşnut olmamasıdır.
Hastalığından, kusurundan, yanlışlığından kurtulmayı, tedavi olmayı
istemelidir. Ancak ve ancak o zaman gruba girebilir. Bunun yapmazsa, yapamazsa
bir yabancıdır, hastadır, düşmandır, kısacası kötüdür.
Benjamin Rush'ın ortaya koyduğu ilke Kurumsal Psikiyatrinin esası, bu
ilkenin gerekli kıldığı ve Rush'ın savunup uyguladığı stratejiler de Kurumsal
Psikiyatrinin tedavi yöntemleridir.
Sh: 195-221
Parpalaid: Ahlaki konularda fazlasıyla
titiz davrandığımı düşünebilirsin ama sizin yönteminizde hastanın çıkarı
doktorun çıkarına göre ikinci plana atılmıyor mu?
Knock: Dr. Parpalaid, her ikisinden de
fazla önemsenmesi gereken bir çıkar var. Onu unutuyorsunuz.
Parpalaid: Nedir o?
Knock: Tıbbın çıkarı. Ben sadece tıbbın
çıkarlarına, sadece tıbba hizmet ederim. Bana teslim ettiğiniz bu ilçede birkaç
yüz insan yaşıyor, bunlar sahipsiz insanlar. Benim görevim onları yönlendirmek,
onları tıbbın kapılarından içeri sokmaktır. Bunlardan birini önüme yatırdığımda
ne çıkarabiliriz bundan diye bakarım: Verem, nevrasteni, arterioskleroz... ne
istersen var çok şükür, hepsinde bir şey var. Sağlıklı insan denilen ne idüğü
belirsiz kişi kadar sinirlerime dokunan bir şey daha yoktur.
Jules Romains
Toplumumuzda katillerin imalatı bile eşcinsellerinkinden daha kolay.
Abby Mann
Atalarımızın teolojik toplumları kâfir olmaktan nasıl kaçındıysa günümüzün
laik toplumları da eşcinsellikten sakınmaktalar. Eşcinselliğin hem suç hem de
hastalık olarak görülmesi, iticiliğinin niteliğini ve boyutunu bir ölçüde
açıklıyor.
Yasalara göre her eşcinsellik, cinsel bir suçtur. Bundan dolayı eşcinsel,
cinsel psikopatlar denen kişiler için konmuş yasalarla cezalandırılabilir ve
bir akıl sağlığı kuruluşunda ya da 'cinsel suçlulara' özgü bir kurumda belirsiz
süreyle kapatılabilir. Bu cezaya çarptırılan eşcinsellerin sayısı çok az olsa
da bu durum bu konuya ilişkin yasaların ahlaki tutumunu ve anlamını sergilemesi
açısından önemlidir.
Eşcinsel davranışlar tıbbi
bakımdan da bir 'akıl hastalığı'nın belirtisidir. Eşcinsel manevi hijyen kurallarına da uymak zorundadır ve cinsel seçiminin
akıl hastalığı olarak görülmesinden ötürü bir akıl hastanesine kapatılabilir.
Örneğin, Massachusetts'te de insanın 'toplumun kabul ettiği yasalara, düzene,
geleneklere ya da ahlak değerlerine aykırı' davrandığı gerekçesiyle akıl
hastanesine kapatılabildiğini görüyoruz. Eşcinsellerin nadiren sadece cinsel
davranışlarından ötürü mahkûm edilmiş olması, yasaların bu davranışı
cezalandırma niyetini taşıdığı gerçeğini ve bu cezanın toplumsal etkisini
ortadan kaldırmaz. Kısacası,
eşcinsel sadece suçlu olarak değil akıl hastası olarak da yasaların baskısına
maruz kalır, bir anlamda psikiyatrinin günah keçisidir.
Eyalet yasaları eşcinsel davranışa, on beşinci yüzyıl İspanyasında Yahudi
ibadetine gösterilen tavrı göstermektedir. Her ikisi de yasaktır, bu yasağın
ihlali benzer sonuçlara yol açar. İspanya'da görünen Yahudi sayısı kısa sürede
azalmıştı ama gizlice ibadet eden ve 'Judaizer' denilen kişi sayısı hiç de az
değildi. Toplumlunuzda
da eşcinsel olduğunu açıkça ifade eden insan sayısı azdır ama gizli
eşcinsellerin sayısı hiç de az değildir. Bu konuda yapılan
araştırmalarda genellikle ortaya çıkan sonuç, Amerikalıların en azından %
10'unun eşcinsel olduğudur. Hem kadınlar hem de erkekler arasında bu uygunsuz davranışa meylettiği
halde böyle bir tercihin sonuçlarından korktuğu için topluma uyum göstermeyi
tercih edenlerin sayısı da az değildir.
Eşcinselin kendini gizlemesinin nedeni böyle bir açıklamanın kaçınılmaz
olarak bir takım mahrumiyetlerle sonuçlanmasıdır. Eşcinsel olduğu bilinen
kişiler Silahlı Kuvvetlerde görev alamazlar, devlete ait ya da özel kurumlarda
çalışamazlar, üniversitelere ve diğer okullara kabul edilmezler. Eşcinseller
hayatlarını sürdürebilmek için ekonomik ve toplumsal bakımdan vazgeçilmez olan
birçok olanaktan yoksun bırakılmaktadırlar.’ Kısa süre önce kurulmuş olan
Columbia Üniversitesi Eşcinseller Birliği'nın bir yayınında Stephanie
Harrington haklı olarak şunları söylüyor: "Bu azınlık, kısır bir döngü içerisindedir. Üyeleri ayağa kalkıp
organize bir grubun insani ve medeni haklar konusundaki taleplerini dile
getirdiğinde Federal Hükümetler ve Eyalet bu talepleri göz ardı edemez, ama
eşcinseller, medeni hakları ve bireysel özgürlükleri kabul edilene kadar ayağa
kalkıp taleplerini dile getirebilecek durumda olmayacaklar. Bugünkü koşullarda
eşcinsellerin maruz kaldıkları aşağılanma mesleki ve ailevi yaşamlarını tehdit
etmektedir. Eşcinselleri koruyan kurumların heteroseksüel üyeleri bile
eşcinsellik suçlamasıyla karşı karşıya kalmaktan korkmaktadır."
Ancak, günümüzde eşcinsellere uygulanan ayrımcılığı siyahlara uygulanan
ayrımcılıkla karıştırmak yanıltıcı olabilir. Geçmişte haksız suçlamalarla karşı
karşıya kalan siyahı günümüzde kayıtsız şartsız insan kabul edilme hakkını
nihayet elde etmiştir. Eşcinseller ise ne böyle bir toplumsal konuma ne de
cinsel davranış özgürlüğüne sahip değildir. Eşcinsel kusurlu bir varlıktır.
Vebayla eş tutulan bir hastalıktan mustariptir.*
Bu karşılaştırmayı biraz açmakta yarar
görüyorum. Cildin rengi biyolojik bir özelliktir. Eşcinsel davranışta bulunmak
ise bireysel bir davranıştır. Eşcinsellikte bir tercih yapılmaktadır, ten
renginde ise tercih yoktur. Başka bir ifadeyle, beyaz adam siyahiyi insan
olarak ya da siyasi eşiti olarak kabul edebilir ya da etmeyebilir; ancak siyahînin
ten rengi konusunda yapabileceği bir şey yoktur. Heteroseksüel de eşcinseli
insan olarak ya da siyasi eşiti olarak kabul edebilir veya etmeyebilir; ancak
buradaki fark eşcinselin bunu seçmiş olmasıdır. Yani, eşcinsel normdan sapan
bir tercih yapmıştır. Toplum da eşcinseli 'akıl hastası’ ilan ederek onun
'gerçek tercihler yapmaktan aciz olduğunu ilan eder. Eğer ‘özgürce’ yani
‘normal’ bir tercihte bulunabilseydi herkes gibi heteroseksüelliği tercih
edeceğini iddia eder. Psikiyatrik söylevlerin gerisinde daha çok böyle bir
mantık yatar. Hastanın davranışı, karşı konulması mümkün olmayan zorlamaların
ve dürtülerin ürünüdür; psikiyatristlerin davranışı ise özgürce alınan
kararların. Bu açıklamanın bilişsel yapısının altında hastanın deli olduğu için
aşağılanması ve psikiyatristin aklının yüceltilmesi yatar.
Bugünkü Amerika'da yaşayan eşcinselin durumu ile on beşinci yüzyıl
İspanyasında yaşamış olan Yahudinin durumu arasında bu bakımdan da bir
benzerlik olduğu görülüyor. Yahudi, nasıl Hıristiyan olmadığı için insan
sayılmadıysa, eşcinsel de heteroseksüel olmadığı için tam bir insan gibi
görülmemektedir. Her iki durumda da birey gerçek kimliğiyle, kendisi olarak
kabul edilmez. Neden aynıdır:
Her ikisi de egemen grubun inançlarının ve değerlerinin altını oymaktadır.
Yahudi, İsa'nın Tanrının Oğlu, Roma Katolik Kilisesinin de Tanrının
Yeryüzündeki tartışmasız temsilcisi olduğunu kabul etmez. Eşcinsel, kadının
arzulanacak tek cinsel varlık olduğunu ve heteroseksüelin cinsel bakımdan
normalliğinin tartışmasızlığını sarsar. Eşcinsel, heteroseksüel ile aynı
haklara sahip olamaz, bu yüzden diğer insanlarla eşit konumda görülmez.
Günümüzde Amerikan toplumunda akıl hastası da aynı nedenle bazı insani
haklarından yoksun bırakılmaktadır. Bu konuda bir eşitsizlik olduğu bile ancak
Eşcinsel Öğrenciler Birliği'nin 'Bağımsızlık Bildirisi ile ilan edilmiş olan
hakların Amerikalı eşcinsellere de tanınması' talebinde bulunmasından sonra
yavaş yavaş söz konusu edilmeye başlamıştır.
Amerika'ya göç etmeye çalışan eşcinseller bu ülkede eşcinselliğin hoş
karşılanmadığını görmektedirler. Eşcinselliğin seküler bir sapkınlık olarak
görüldüğünü ABD Anayasa Mahkemesi'nin
yılında alınan yabancıların sadece eşcinsel oldukları gerekçesiyle sınır
dışı edilmesine ilişkin kararı da doğrulamaktadır.
Bu karar, Göçmenlik ve Vatandaşlığa Kabul Dairesi'nin Kanada vatandaşı olan
Clive Michael Boutilier'nin sınır dışı edilmesi talimatı ile ilgili dava
sonucunda alınan bir karardır. Söz konusu sınır dışı etme kararı alındıktan
sonra Boutilier Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. Anayasa Mahkemesi altıya üç oy
çokluğuyla önceki talimatın uygulanmasına karar verdi.
Boutilier 22 Haziran 1955'te, 21 yaşındayken ABD'ye kabul edilmişti.
Annesi, üvey babası ve üç erkek kardeşi ve kız kardeşleriyle birlikte ABD'de
yaşıyordu. '1963 yılında vatandaşlığa kabul başvurusunda bulundu. Vatandaşlığa
Kabul Dairesi İnceleme Şubesine sunduğu belgede 1959'da New York'ta sodomi
suçlamasıyla tutuklandığı, şikâyetçinin duruşmaya gelmemesi üzerine serbest
bırakıldığı bilgisi de yer alıyordu.'
Bu aşamada Boutilier, henüz yasalara göre eşcinsel olarak tanımlanmamıştı.
Ancak, eşcinselliğinin vatandaşlığa kabulü için bir engel olmadığını düşünmüş
olmalı ki eşcinsel olduğunu itiraf etti. "Başvuru sahibi, devletin
talebiyle 1964 yılında cinsel sapkınlığının bütün öyküsünün (!) yer aldığı
başka bir yeminli ifade vermek zorunda kaldı."' Boutilier, bu ifadesinde
ilk eşcinsel deneyimini on dört yaşında yaşadığını, on altı ile yirmi yaşları
arasında 'yılda ortalama üç ya da dört kez eşcinsel ilişkiye girdiğini'
belirtiyordu. Boutilier, 'ülkeye girmeden önce üç ya da dört kez heteroseksüel
ilişki kurmuş olduğunu' söylemişti. Amerika'daki devlet yönetiminin bu
heteroseksüel davranış sayısını yeterli bulmadığı anlaşılıyor: Devlet, 1964
yılında 'başvuru sahibinin ülkeye girdiği sırada herhangi bir nedenle sınır
dışı edilmesini gerektiren bir durumda olup olmadığı' konusunu açıklığa
kavuşturmak için Halk Sağlığı Hizmetleri Dairesı'ne başvurdu. Bu konuda bilgi
almak istemesinin nedeni 1952 tarihli Göçmenlik ve Vatandaşlığa Kabul Yasası'nm
212. paragrafının (a) bendinin (4.) maddesi idi. Burada şöyle deniyordu: 'Psikotik
kişilikli, epilepsi hastası ya da zihinsel kusurlu yabancıların ABD'ye
girişleri engellenir.' Halk Sağlığı Hizmetleri Dairesi'ne
sorulan eşcinselliğin 'psikotik' olup olmadığıydı.Halk Sağlığı Hizmetleri
Dairesi Boutilier'yi hekimlerine muayene ettirdikten sonra "Aşağıda imzası
bulunan hekimler başvuru sahibinin ülkeye girdiği sırada 'A kategorisi' içinde,
yani psikopatik ve eşcinsellik sapması' içinde olduğunu saptamışlardır"
şeklinde bir belge hazırladı. Anayasa Mahkemesi, hekimlerin ve alt mahkemenin
yaptığı bu değerlendirmeye dayanarak şu kararı aldı: "Yasanın geçmişteki
uygulamasına bakılınca Kongrenin 'psikopatik kişilik' tabirinin vatandaşlığa
kabul başvurusunda bulunan eşcinselleri kast ettiği kuşkuya yer bırakmayacak
kadar açıktır." Anayasa Mahkemesi oy çokluğuyla "Devlet başvuru
sahibinin ülkeye girdiği sırada kesinlikle eşcinsel olduğunu saptamıştır"
kararma vararak yasalar gereğince söz konusu kişinin ülke dışına çıkarılmasını
uygun buldu.
Boutilier, Anayasa Mahkemesine yaptığı itiraz başvurusunda
"Ülke dışına çıkarılmasına ilişkin kararın anayasa aykırı olduğunu, çünkü
ülkeye girdiği sırada cinsel davranışının ülke dışına çıkarılmasına neden
olabileceği konusunda bilgilendirilmiş olmadığı"13 hususu da
yer alıyordu. Anayasa Mahkemesi bu itirazı kabul etmedi: "Anayasanın
yabancıların ABD've girişlerini düzenleyen 212. paragrafındaki (a) bendinin
(4.) maddesindeki gereken uyarının yapılmasına dair hükümler bu vaka için
geçerli değildir. Kongrenin, daha önce yasaklamış olduğu özelliklere sahip
yabancıların sınır dışı edilmesi konusunda yetkili olduğu eskiden beri kabul
edilen bir husustur. Bkz. Çinlilerin Sınır Dışı Edilmesi Davası,
130 ABD, 581 (1889). Kongre, eşcinsellerin ülkeye girişlerini
yasaklamıştır."Çinlilerin Sınır Dışı Edilmesi'ne ilişkin karar, Kongrenin
Çinli işçilerin ABD'ye girmesini yasaklayan yasasına ilişkin bir itiraz üzerine
oy çokluğuyla alınmıştı. Anayasa Mahkemesi bu kararında şöyle diyordu:
"Devletin yasama organının yabancıların ABD sınırları dışına çıkarılmasına
ilişkin uygulaması bir egemenlik hakkıdır"
Çinlilerin Kabul Edilmemesi kararını alan mahkeme, bu kararın gerekçesinde,
Başyargıç Marshall'm "Bu ülkede ulusun yargılama yetkisi mutlak ve özel
olmalıdır," sözlerine ve Pierce'in başkanlık döneminde Dış İşleri
Bakanlığı yapmış olan William Leonard Marcy'nin "Her toplum, kimleri
üyeliğe kabul edeceğini belirleme hakkına sahiptir ve bütün milletler hem barış
hem savaş dönemlerinde bu haklarını kullanırlar," şeklindeki
açıklamalarına yer vermiştir.
O halde, Anayasa Mahkemesi'nin Boutilier davasında çoğunlukla aldığı karar
tümüyle hukukidir. Kongrenin "Kamu yararı gerekli kıldığı takdirde
yabancıların sınır dışına çıkarılması" hakkı tartışmaya açık değildir.
Kongre, kimin ABD'ye girmemesi gerektiğini belirlerken ahlaki tutumunu ortaya
koymaktadır. Kongrenin eskiden Çinli işçilerin ülkeye girişini engelleyip
İngiliz ve İrlandalı işçilerin girişine izin vermesi beyaz ırk dışındaki
insanlara karşı önyargılı olduğunu göstermektedir. Göçmenlik yasalarındaki
anarşistleri, komünistleri, çokeşlileri ve eşcinselleri dışlayan hükümlerde de
aynı tutum görülmektedir.
Boutilier'nın eşcinsel olup olmadığının saptanmasında hekimlerin
uzmanlığının gerekmiş olması da üzerinde durmaya değer bir nokta. Böyle bir
durumda özne hakkında bilgi vermek hekimin ahlaki sorumluluğu mudur? Böyle bir
amaçla kişiyi muayene etmek hekimin kime karşı üstlendiği bir görevdir? Batı
toplumlarında hekime güven çok önemlidir. Polis, vergi müfettişi ya da bölge
savcısından farklı olarak hekime, devlet görevlisi gözüyle değil hastaya yardım
elini uzatan kişi gözüyle bakılır.
Bundan dolayı hekim, muayene ettiği kişiden başka bir kişinin çıkarını
temsil ediyorsa, söz konusu kişi yanlış yönlendirilmiştir ve bu durumda bu
kişinin uğradığı zararın telafi edilmesi gerekir. Başka bir ifadeyle
Boutilier'yi devlet adına muayene eden hekimlerin şu konularda hastayı
bilgilendirip bilgilendirmeme kararı kendilerine aittir: (!) Devlet tarafından
görevlendirildikleri ve görevlerinin Boutilier'nin eşcinsel olup olmadığını
ortaya çıkarmak olduğu; Boutılier eşcinselse bunu işverenlerine bildirecekleri;
Boutilier'm eşcinsel olduğu bildirildiği takdirde ABD'ye girmesinin
yasaklanacağı; ve eğer Boutilier bu
koşullarda bir itirafta bulunmak istemiyorsa susma hakkına sahip olduğu. Söz
konusu hekimlerin Boutilier'ye bu seçeneklerden herhangi birini bildirip
bildirmediklerini elbette bilemem. Ama bunu yapmamışlarsa 'hasta'larını
aldatmışlardır.
Bunların söylenmediği bir 'tıbbi' işlem ahlak kurallarına aykırıdır ve
Boutilier'nin Halk Sağlığı Hizmetleri Dairesine bağlı hekimler tarafından
muayene edilmesi ve hakkında rapor düzenlenmesi sahtekâr bir bilimsel törenden
başka bir şey değildir. Öncelikle muayenenin amacı rasyonel değildir: Boutilier
eşcinsel olduğunu zaten kabul etmiş olduğuna göre bu 'tıbbi muayene'nın ne gibi
bir amacı olabilir! İkincisi, altında tıbben yetkili kişilerin imzası bulunan
bu rapor ile Mahkemenin zaten bildiği bir husus saptanmaktadır; ABD'nin yasal
görevlileri eşcinselliğin 'cinsel sapma' ve 'psikopatik kişilik' göstergesi
olduğunu zaten saptamışlardır; 'tıbben muayene edenler' raporlarında bundan başka
hangi saptamada bulunabilirler ki?
Ne var ki, eşcinselliğin de tifo gibi bir hastalık olduğu ve hekimlerin
teşhis koyarken taşıdıkları ahlaki sorumluluğun sıradan bir vatandaşın
sorumluluğuyla aynı olduğu öne sürülebilir. Bence hiç de öyle değildir. Teşhisi
koyan hekimdir, sıradan vatandaş teşhis koymaz; bundan dolayı, hekimin teşhiste
bulunma konusunda, polisin tabancasını kullanma konusunda olduğu gibi, herhangi
bir vatandaşa kıyasla çok daha büyük sorumluluğu vardır.
Boutilier'yi muayene eden hekimlere verilen görev tıbbi bir teşhiste
bulunmaları değil bir kişinin sınır dışı edilip edilmemesi konusunda rapor
vermeleridir. Bu benim kişisel fikrim değildir; mahkemenin çoğunluk kararını
yazdıran yargıçlar da aynı kanaattedirler. Kararda psikopatik kişilik
kavramının belirsiz bir kavram olduğunun iddia edilebileceği dikkate alınarak
şöyle bir açıklama yapılıyor: "Bazıları
için 'psikopatik kişilik' kavramı farklı hastalıkları içeren ve yeterince açık
olmayan tıbbi bir kavram olabilir. Ancak, Kongrenin bu muayene ile varmak
istediği nokta psikiyatristlerin öne sürdüğünden biraz farklı. Kongrenin amacı
klinik bir muayene değil, eşcinsellerin ve sapık olduğu düşünülen özelliklere
sahip kişilerin dışlanmasını onaylayan bir standart koymaktır."'
Bundan dolayı Boutılier'yi muayene eden ve hakkında rapor hazırlayan
hekimlerden istenen, bir kişi hakkında teşhiste bulunmaları değil, söz konusu
kişinin Kongrenin saptadığı 'dışlama standardı'na uyup uymadığına karar
vermeleridir. Peki bu hekimler için ahlaken meşru bir davranış mıdır? Tıpla
ilgisi olmayan yetkililerin hazırladıkları bir belgeyi imzalamak neden
hekimlerin görevi? Bu sorunun yanıtı, Amerikan yasalarında eşcinsellerin nasıl
aşağılandığını daha açık bir şekilde ortaya çıkarır.
Yabancı eşcinsellerin durumlarını hukuki açıdan ele alan incelemelerinde
Byrne ve Mulligan bu bireylerin tıbbı muayenelerinin baştan savma bir formalite
olduğunu belirtiyorlar. Ancak, bu yazarlar da eşcinselin muayene edilmesinde
amacın yeni bir bulgu ortaya çıkarmak olmadığını ve bu muayenenin teknik değil
sembolik, başka bir deyişle törensel bir işlem olduğunu anlayamamışlardır.'
Bundan dolayı eşcinselin, kendisini muayene eden tıp görevlisi karşısındaki
fiili ve toplumsal konumunu yanlış değerlendirmektedirler. Yazarlar kitaplarında
şöyle diyorlar: "Sınır dışı etme işlemlerinde özel soruşturma görevlisi,
Halk Sağlığı Hizmetleri Dairesinden çağırdıkları tıp personelinden ülkeye giriş
yaptığı sırada yabancının 'psikopatik kişilikli' olup olmadığını saptamasını
ister. Ancak bu konudaki 'görüş'ün dayanağı tıbbi muayene olamayacağına göre
sadece bireyin giriş yapmadan önce eşcinsel davranışta bulunduğuna dair kendi
beyanı ya da resmi görevlinin keşfettiği bir kanıttır. Bu durumda düzgün bir
tıbbi muayene yapılmamış demektir."
Byrne ve Mulligan'ın söylediklerinden eşcinselliği hastalık kabul ettikleri
anlaşılıyor. Çünkü ancak hastalık kabul edildiği takdirde eşcinselliği teşhis
edecek bir hekime ihtiyaç duyulur. Yazarlar 'bu durumda' yani eşcinsel olduğu
iddia edilen göçmenin durumunun incelenmesinde sadece yaşam öyküsünün ele
alındığı psikiyatrik incelemenin 'tıbbi muayeneyle' alakası olmadığını, bu
yaklaşımın sadece bir 'iyi niyet gösterisi' olduğunu söylüyorlar. Bense, daha
önce de açıkladığım gibi, bunun bir hastalık olmadığını düşünüyorum. Bu
noktada, psikiyatri yöntemlerinin 'hasta' denilen kişi ile yapılan
görüşmelerden ve bu kişiyi psikolojik testlerden geçirmekten ibaret olduğu ve
bu yöntemlerle, görüşülen kişide bedensel bir hastalık ortaya çıkarılamayacağı
gibi bu yöntemler bireyin belli bir davranışı gerçekleştirip
gerçekleştirmediğini ortaya çıkarmak için de yeterli olamadığını hatırlamamız
gerekiyor. Söz
konusu kişi elbette eşcinsel olduğunu açıklayabilir; fakat eşcinsel olmadığını
iddia etmesi nasıl bunun kanıtı olamazsa eşcinsel olduğunu açıklaması da
eşcinselliğinin kanıtı olamaz.
Kendisinden üstün gördüğü bir otoritenin sorgusu altındayken hakkında araştırma
yapılan kişinin yanıtlarının bu üstün otoritenin beklentilerine uygun olması
görülmemiş bir şey değildir; kısacası adam isteyerek veya istemeyerek yalan
söyleyebilir.
Eşcinselliğin hastalık olduğu fikrini kabul edersek resmi teşhiste
bulunacak bir hekime ihtiyacımız vardır, evet. Byrne ve Mulligan kanunda temel
oluşturan varsayımın bu olduğunu göstermek için adli hükme işaret ediyorlar.
Örneğin LeBlanc adlı biri Halk Sağlığı doktorlarının, adamı bizzat muayene
etmeden, sadece askeri rapora ve başvuru sahibinin beyanına dayanarak
hazırladıkları bir tıbbi raporla sınır dışı edildi. LeBlanc'ın sınır dışı
edilmesine ilişkin karara itirazda bulunduğu bölge mahkemesi şöyle bir karar
alıyor: "Sınır dışı uygulamasına ilişkin
yasalar söz konusu kişinin tıbbi muayenesini zımnen şart koşar ve bu tıbbi
muayenenin anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen asgari standartlara uygun
olması gerekir." Böylece LeBlanc sınır dışı edilmeden önce
anayasaya uygun olarak şahsen muayene edilme hakkına kavuşturulmuştur! Resmi
işlemlerde yasalara uygunluğa gösterilen bu ihtimam anayasa ve insan haklarına
ne kadar önem verildiğini gösteren ve izlenen tutumu yücelten bir gösteriden,
bir ritüelden başka bir şey değildir.
Kongrenin 'psikotik' değil de 'cadı' denen akıl hastalarının göçmen olarak
kabul edilmesini yasaklayan bir yasa çıkardığını varsayalım. Hekimler bir
kişiye, yasaların gerekli kıldığı bütün işlemlere uyarak cadı teşhisi
koyarlarsa mahkemeler için bu yeterli olacak mıdır? Bu teşhisin bireyin
beyanına ya da 'muayenesine' dayandırılması arasında bir fark olmayacağına göre
bir kişinin cadı olduğuna cadılık kategorisini iyice inceleyip bu konuda doğru
bir kanaate varmadan yasalara uygun olarak karar verilmesine üzülmemiz akılcı
bir davranış değildir. Eşcinselliğin (ya da akıl hastalığının) ne olduğu
konusunda kapsamlı bir araştırma yapıp ne olduğu hakkında doğru bir kanaate
varmadan bir kişinin yasalar uyarınca eşcinsel (ya da bir şekilde akıl hastası)
olduğunu saptamak da akıllıca sayılmaz. Bu kategorilerin iyice incelenememesi,
bunları kullanan kişilerin; örneğin, yasa koyucuların, yargıçların ve
psikiyatristlerin, bunları bilimsel bakımdan doğru bulduklarını ve strateji
olarak kullanılmayı uygun gördüklerini göstermektedir. Ya Byrne, Mulligan ve
birçok çağdaş hukuk ve psikiyatri uzmanı gibi ya 'psıkopatık eşcinsel'
kategorisini kabul edecek ya da bu kişilerin daha güvenilir bilgi kaynaklarıyla
tanımlanmasını umacak ya da bunun yalnızca bir damga olduğuna karar verip
birilerine yapıştırmaktan vazgeçeceğiz.
Boutilier'nin sınır dışı edilmesini sağlayan yasa ülkeye girişten sonraki
davranışlarını incelemiyor. Aksi halde ABD'de heteroseksüel hır hayat sürmek
sınır dışı edilme kararma karşı bir itiraz oluşturabilirdi. Oysa değildir.
Byrne ve Mulligan bundan dolayı haklı olarak şöyle diyorlar: "Göçmenlik ve
Vatandaşlığa Kabul Dairesi bütün yabancıların girişten önce eşcinsel
davranışlarda bulunup bulunmadığını neden ülkeye giriş aşamasında
soruşturmuyor?" Çünkü görünen o ki bu Daire eşcinselleri belirlemek için
ülkeye girişten sonraki davranışlarını izlemektedir. "Madem ülkeye
girişten sonraki davranışları insanın sınır dışı edilmesine neden olabiliyor' diyor
yazarlar "o halde ülkeye kabul edilen yabancılar ABD'de eşcinselliğin bir
sınır dışı edilme nedeni olduğu konusunda uyarılmalıdır."
Bu mantıklı bir öneri gibi görünüyor. Tek kusuru fazla açık olması: ABD
bunu bu kadar açıklıkla ortaya koymak istese göçmenlerin eşcinsel olup
olmadığını bilmek için hafiyelik yapmak yerine ülkeye kabul etmeden önce
kendilerine sorabilir. Byrne ve Mulligan sağduyulu bir öneride bulunuyorlar ama
bu arada sorunu çok yanlış anlamış oldukları da anlaşılıyor: Yazarlar, eşcinseli
ya da eşcinsel olmakla suçlanan kişiyi insan olarak kabul ediyorlar ama devlet
için kişiler birer nesnedir. Göçmenlik Dairesi yetkililerinin eşcinsel
olduğundan kuşku duyulana yaptığı muamele bunu açıkça gösteriyor. Eski İbranilerin Tanrısının Sodomluları tuzağa
düşürdüğü gibi onlar da günümüzün eşcinsellerini tuzağa düşürüp yakalıyor ve
bastırılması için her yolun mubah olduğu bir illet muamelesi yapıyor. Byrne ve
Mulligan'ın önerileri kabul edilirse devlet, eşcinsellikle suçlanan kişiye
normal insanlara davrandığı gibi davranmış olacaktır. Fakat bu durumda zaten
eşcinselden kurtulmayı öngören görüş ortadan kalkmış olacağından sınır dışı
etme gibi uygulama da olmayacaktır.
ABD'de eşcinselliğin sınır dışı edilmeye yol açabileceği konusunda yabancı
göçmenlerin uyarılmasının sonucu ne olur? İlk olarak bazı bireyler böyle bir
davranışta bulunmaktan kaçınabilirler. Yasa koyucuların bunu teşvik etmek
istemedikleri anlaşılıyor. İkinci olarak eşcinsel eğilimleri olan bazı kişiler,
cinsel davranışlarla ilgili yasalardan korunmak için bu eğilimlerini herkesin
içinde açığa vurmaktan kaçınabilirler. Yasa koyucuların bunu da teşvik etmek
istemedikleri anlaşılıyor. Üçüncü olarak Byme ve Mulligan'm da belirttikleri
gibi "Sınır kapılarından ülkeye girmek üzere olan yabancılara
eşcinselliklerinden dolayı sınır dışı edilebilecekleri uyarısında bulunulursa
kendi ülkelerine dönmeyi ya da başka bir ülkeye göç etmeyi tercih
edebilirler." Yasa koyucuların bunu
da istemedikleri anlaşılıyor. Bunlardan çıkan tek sonuç yasa koyucuların
amacının eşcinsele kötü davranmak olduğudur. Çünkü birincisi, ülkeye girişten
vazgeçirmek için önceden uyarı yapmamaktadır; İkincisi özel yaşantısına
müdahale etmekte ve bireyi damgalayarak aşağılamaktadır; son olarak da sınır
dışı ederek cezalandırmaktadır. Bu kuşkusuz çok ağır bir ceza. Örneğin
Boutilier, sınır dışı edilmeden önce ABD'de on yıl yaşamıştır. Yani ergenlik
yıllarını hemen hemen tamamen ABD'de geçirmişti. Byme ve Mulligan şöyle
diyorlar: "Boutilier ülkeye girerken cinsel tercihinin sınır dışı
edilmesine neden olabileceğini bilseydi, çok daha önce kendi isteğiyle ABD'den
ayrılıp başka bir ülkede hayatını kurabilirdi. Ya da ABD'de kalıp resmi
soruşturma ile karşılaşmayacağı bir yaşam sürmeyi tercih edebilirdi. Boutilier
vatandaşlık başvurusunda bulunduğu sırada sınır dışı edilebileceğini
bilmiyordu." Eşcinsellerin sınır dışı edilmesine ilişkin yasayı çıkaran
Kongrenin bunun farkında olmaması mümkün müdür? Bu durumda Amerika'da yasaları
koyanların eşcinsellere haksızlık ettiğini söylemekle Engizisyoncuların
kâfirlere haksızlık ettiğini söylemeye benzer. Aradaki fark
Amerikalı yasa koyucunun yaptığını tıbbi bir gereklilik ve her yurtseverin
üstleneceği bir görev olarak görmesidir.
Byme ve Mulligan'm çalışmalarındaki iyi niyetten kaynaklanan bu yanlış
anlama, özellikle makalelerinin son paragrafında açıkça görülüyor: "Egemen
devlet ile bu devletin sınırlarından giriş yapmakta olan yabancılar arasında
yapılan özel sözleşme bu devletin vatandaşları ile yaptığı sözleşmeden farklı
olsa bile, bu sözleşmede, dürüstlük, devletin zenginliği, Amerikan
vatandaşlarına başka ülkelerde muamele edildiği gibi muamele etme vb. gibi
öncelikli değerlerin özenle korunması gerekir. Ülkeye girmekte olan yabancılara
en azından sözleşmenin koşulları hakkında mümkün olduğunca
aydınlatılmalıdır."
Aslında ABD'ye girmekte olan yabancılara imzalayacağı sözleşmenin önemli
maddeleri hakkında bilgi verilir, ama biri hariç: bilgi verilmeyen konu
Amerika'da geçerli akıl sağlığı anlayışını çiğnemenin sonuçlarıdır. Ülkeye
girmekte olan yabancı, 'Göçmenler için Genel Bilgi Metni'nden bulaşıcı bir
hastalığının, ya da zihinsel bir hastalığının ya da kusurunun olmaması,
uyuşturucu bağımlısı ya da bir Komünist Parti'nin üyesi olmaması vb.
gerektiğini öğrenir.' Sadık bir heteroseksüel olması ve psikiyatristlerce
onaylanmış olan toplumsal gerçeklere uyması gerektiğini, aksi halde psikotik
olarak damgalanacağını ise öğrenemez. Amerika'da doğmuş kaç vatandaş devletiyle
ilişkisinin böyle bir yönü olduğunu bilmektedir acaba? Ayrıca ülkeye girmekte
olan yabancılar 'sözleşmelerinin maddeleriyle ilgili, 'özel bilgiler'
bölümünden 'eşcinsellik' ve 'psikopatik kişilik' hakkında ne kadar bilgi
edinebilirler? Aslında bu insanlar Amerikan yasalarının sadece 'zihinsel
bakımdan sağlıklı' kişileri insan kabul ettiği, böyle olmayan insanlar için
sözleşme hükümlerinin ve Anayasa adı verilen o büyük sözleşme dahilgeçerli
olmadığı, çünkü eşcinsellerin, psikopatların ve herhangi bir psikiyatrik bir
yafta ile damgalanmış 'akıl hastalarının' yarı-insan görüldüğünü, yanı toplumla
ilişkilerinde çocuk gibi konumlandınldığı bildirilmelidir.
Anayasa Mahkemesinin Boutilier davasında aldığı 'psikopatik kişiliklerin'
ve özellikle 'eşcinsellerin' tehlikeli olduğu şeklindeki karar Eskiden
Engizisyon mahkemesinin cadı ve Yahudilerin toplum için tehlike oluşturduğu
şeklindeki kararından çok farklı değildir. Yargıç Douglas ve Fortas bu konuda
çoğu insandan daha dar görüşlüdürler. Buna şaşmamak lazımdır çünkü bu yargıçlar
daha önce aldıkları kararlarda ve başka hukuki çalışmalarında da Amerikan Akıl
Sağlığı Hareketinin savunucularından farklı olmayan beyanların altına
imzalarını atmışlardır. Fortas, cezai muafiyet konusunda 'liberal' bir örnek
haline getirilen ünlü Durham davasının savunma avukatıydı. Douglas ise
California Eyaleti'nin açtığı Robinson davasında mahkeme kararına katılmış,
uyuşturucu bağımlılığının hastalık olduğunu ve uyuşturucu bağımlılarının
isteseler de istemeseler de akıl hastanesine kapatılması gerektiği fikrini
savunmuştu.
İşin komik tarafı Boutilier davasında Douglas ve Fortas karara karşı çıkan
taraf oldular, karşı oluşlarının gerekçesi ise şuydu: 'Psikopatik kişilik'
ifadesi, 'komünist' ya da eskiden dendiği gibi 'Bolşevik' ifadeleri gibi
tehlikeli bir ifadedir. Bu tür bir tanım herkesin canının istediği gibi kullanmasına
meydan verecek bir yaftaya dönüşürse kısa zamanda istenmeyen adam anlamına
gelebilir. Bunlar mahkûmiyet ve cezalandırma için anayasal ölçüt olamayacak,
bulanık ifadelerdir." Yani Douglas ve Fortas psikiyatristin ağzından
çıkacak bir 'psikopatik kişilik' ifadesinin kişiyi lekeleyecek bir ifade
olduğunu kabul ediyorlar. "Psikopatik kişilik," diye devam ediyorlar
"bir insanı tanıtmaya yetmeyecek kadar yoruma açık ve bulanık bir
ifadedir."
'Psikopatik kişilik' ifadesi gerçekten de 'yoruma açık' ve 'tehlikeli' bir
ifadedir. O halde bu ifade, bir tanım olarak 'akıl hastalığı' ya da
'bağımlılık' gibi ifadelerden daha tehlikeli ve daha belirsiz bir ifade midir?
Durham yasasının konusu olan ve Fortas'ın da kullandığı 'akıl hastalığı'
kavramı en az eşcinsellik kadar tehlikeli ve çok daha bulanık bir kavramdır.
Robinson davasının konusu olan ve Douglas'ın kullandığı 'bağımlılık' kavramı da
eşcinsellik kavramından kesinlikle daha tehlikeli ve daha bulanık bir
kavramdır.
Görüldüğü gibi Douglas ve Fortas ileri sürdükleri cezai görüşlerinde bir
tutarlılık arz edebilmiş değildir. Bir kişinin ABD'ye göçmen olarak girmesinin
engellenmesini cezalandırma olarak değerlendiriyorlar ama Anayasa Mahkemesi'nin
aldığı şu karara açık bir itirazda bulunmuyorlar: "Devletin yasama
organının yabancıların ABD sınırları dışına çıkarılmasına ilişkin uygulaması
bir egemenlik hakkıdır." Ayrıca, bir suç işlememiş bir vatandaşın belki de
hayat boyu akıl hastanesine kapatılmasını ceza olarak görmüyorlar. Çünkü bu
insanların hapsedilmesinde 'niyet' hasta olduğu iddia edilen kişiye yardım
etmektir!
Bireyin isteğine rağmen psikiyatrik nedenlerle hapsedilip tedavi altına
alınmasındaki toplumsal gerçekleri kavramayı reddeden yargıç Douglas ve
Fortas'm Boutilier kararı hakkında ileri sürdükleri bir gerekçe daha var ki
olup bitenle en küçük bir ilgisi yok: "Bu yüzyılda kamu hizmetleri
alanında ve bilhassa Kongrede eşcinsellerin yüksek mevkilere gelebildiği
bilinen bir gerçektir. Bundan dolayı, Kongrenin topluma katkısı olan, üretken,
yaratıcı, hiçbir suç işlememiş insanları sırf eşcinsel oldukları için sınır
dışı edebileceği düşünülemez."
İspanyol ve Alman Yahudileri kamu hizmetlerinde, ekonomi ve diğer meslek
alanlarında yüksek mevkilere gelmiş olmalarına rağmen Yahudi oldukları için
zulüm görmemişler midir? Erdemli rahibeler ve papazlar bu özelliklerine rağmen
sapkınlıkla suçlanarak yakılmamışlar mıdır? Hiçbir suç işlemeden ülkelerinin
inşasına yardımcı olarak yaşayan Amerikalı siyahlar böyle oldukları halde
siyahi oldukları için linç edilmemişler midir? Bu durumlarda ve bunlara
benzeyen başka durumlarda kurbana, gerçekten tehlikeli ya da aşağı olduğu için
değil, işkencecisi, kendi saldırganlığını meşru savunma gerekçesiyle haklı
kılmak amacıyla kurbanın tehlikeli ya da aşağı olduğunu ilan ettiği için eziyet
edilebilmiştir.
Engizisyonun ve sistematik Yahudi düşmanlığının tarihine bakılınca,
toplumun resmi günah keçilerinin, yasaklanmış davranışlarda bulundukları, ya da
hatta böyle davranışlarda bulunabilecekleri için değil, 'içerideki düşman'
kabul edildikleri için baskı gördükleri açıkça anlaşılır. Bu iç düşmanları yok
etmek, dış düşmanlara karşı direnmek kadar yurtseverlik görevidir ve ahlaken de
saygıyla karşılanması gereken bir davranıştır. Bu nedenle günah keçisi ilan
edilen bazı insanların iyi ahlaklı ya da toplumsal bakımdan faydalı olduğunu
kanıtlamaya çalışmak hiçbir sonuç vermez hatta saldırganlığın şiddetini
artırır. Heinrich Heine ve Albert Einstein gibi adamlar Nazi Almanyasında
Yahudilerin toplumsal konumunu yükseltememişlerdir. Bu iki şahsiyetin
varlığının saldırganlığı artırmaktan başka bir etkisi olamamıştır. İşkenceci,
hata yaptığını kabul eden ve suçluluk duygusuyla işkencecisinin karşısında
küçük düşen kurbana bazen merhametli davranır; ama kurban suçlu olduğunu kabul
etmez, erdemli davranırsa onu asla affetmez. Kurbanın masum olduğunu düşünmesi
işkencecisinde yalnızca onu yok etme arzusu uyandırır. İnsanlar Hukukun
Üstünlüğüne ya itaat ederler ya da etmezler. Kurban buna itaat etmezse
davranışından değil kişiliğinden ötürü cezalandırılır. Bizim akıl sağlığı
hizmetlerimizde, bir kez daha olası her koşulu kapsayan bu kolektivist ve
sadist toplumsal denetim ilkeleri uygulanmaktadır.
Anayasa Mahkemesinin kararında, eşcinselin toplumun günah keçisi olduğu
simgesel olarak kutsallaştırıldığı gibi bu kutsallaştırma 'bilimsel' bir
açıklama ile de desteklenmektedir. Birçok seçkin otorite eşcinsellik
konusundaki fikrini açıklamıştır; Anayasa Mahkemesi, ortada bu kadar çok farklı
fikir varken davanın taraflarından biri olan ABD hükümetinin tıbbı ve
psikiyatrik çalışanlarının bu konudaki fikirlerini temel almayı tercih
etmiştir. Dava konusu din ya da basın özgürlüğü olsa, Mahkeme yaşayan ya da
yaşamayan, Amerikalı ya da başka bir ülkenin vatandaşı olan her tür otoritenin
fikrini incelerdi. Bu davada mahkemenin neden böyle davranmadığı konusunda
sadece bazı tahminlerde bulunabiliriz. Mahkeme bir şeyden korkuyor olabilir. Örneğin, kendisinden istenilenin, bir insanı tıbben
değerlendirmek değil hukuk karşısında insanlıktan çıkarmak olduğu hakikatinin
psikiyatrik teşhis masalına rağmen ortaya çıkması, korkutucu bir şeydir.
Mahkeme eşcinsellik konusunda ABD Halk Sağlığı Hizmetleri'nin önyargılarına
saplanıp kalmasa şöyle bir fikrin varlığım da keşfederdi: Lindner'e göre,
"Topluma aykırı davranışlar ve akıl hastalığı kavramları eş anlamlı
kavramlar haline gelmişlerdir. Bundan dolayı asi, uyumsuz, Protestan kısacası
topluma aykırı davranışta bulunan kişiler hasta kabul edilir. Bilimsel veya
bilimsel olduğu kabul edilen herhangi bir yolla söz konusu kişinin
'hastalığından' kurtarılması gerekir. Bu nedenle, eşcinselin akıl hastası
olduğu açıklaması, bu kişiyi, toplumla uyumlu hale getireceği düşünülen bütün
geriletici 'tedavilerin' bakış tarzı ve alanının içine sokar. Bu ise, tarihsel
bir önyargı ve nefretin insancıllık kisvesi altında bir nimet gibi sunulmasını
gizleme çabasından başka bir şey değildir ve bizim cinsel davranışları da
topluma uyumlu hale getirmek isteyen taşlaştırıcı ve tehlikeli toplumsal
talebimizin başka bir şekilde ifade edilişidir."
Sartre'a göre de:
"Eşcinseller arasındaki ilişki de, kadın ile erkek arasındaki ilişki
gibi insanlar arasında kurulmuş bir ilişkidir. Eşcinsel sevebilir,
bağlanabilir, başkasına ve kendisine değer verebilir. Fransa darağacına
çekilirken bir erkek arkadaşla yatağa girmek Nazilerle düşüp kalkmaktan
iyidir."
Gel gelelim mahkemede ne çoğunluğun, eşcinselin toplum için tehdit
oluşturan bir psikopat olduğuna, ne de azınlığın, eşcinselliğin korkunç bir
hastalık olduğuna dair görüşleri tartışılırken Lindner'in de Sartre'ın da
fikirlerinin esamisi okunmamıştır.
"Eşcinsel, nesne, çiçek, böcek gibi, Sodom'lu ya da Uranüs'lü bir
yaratıktır; benim bir arkadaşım, benim bir yansımam olamaz. Ben olması dışında
her şey olarak, projektör ışıklarının altında sağda solda gezinen, canlıların
yaptığı bazı işleri yapabilen bir aygıt, bir otomat olarak kalmalıdır. Bundan
dolayı bir seçim yapmak zorundayız: Her insan sadece insan olduğuna göre bu
istenmeyen varlığa çakıl taşından fazla değer verilmemelidir aksi halde ben
alçalmış olacağım." Bozuk bir
eşya muamelesine tabi tutup hasta olduğu gerekçesiyle eskiden beri tedavi
ederek yardımcı olmaya çalıştığımız eşcinseli bizim için zararlı bir nesne
olmaktan çıkarıp faydalı hale getirmek istememiz ve eşcinselin kendisi için,
kendi doğasına göre yaşama isteğini hoşgörüyle karşılamamamız berbat bir şey.
Boutilier'nin sınır dışı edilmesini sağlayan yasanın öyküsü, eşcinselin
günah keçisi olduğu fikrini destekleyen başka kanıtlar sunmaktadır. Karşı oy
yazısında şöyle deniyor: "Psikotik (!) kişilikli hasta kişilerin sınır
dışı edilmesi hükmü, 1917 tarihli 39/875
sayılı Yasada yer alan 'bedensel psikopatik düşüklük' içinde olan kişilerin
sınır dışı edilmesi bölümünün yerine konmuştur." Bu ibarenin amacı, 'ABD
vatandaşlarına zarar verebilecek kişilerdeki tıbbi bulgulara bu ülke sınırları
içinde geçerli diğer resmi bulgular eklendiği takdirde bu kişilerin' ülkeye
giriş taleplerinin reddedilmesidir. Yasa koyucularımızın ve yargıçlarımızın
çağdaş ve liberal psikiyatri biliminin bulgularını ulusal zenginliğimizle
ilgili politikaların oluşturulması amacıyla eşcinseller arasında ayrımcılık
yaptıklarını ortaya koyan bu ifade büyük bir gaftır.
Ne var ki burada 'gaf' sözcüğünü yanlış kullanmış olabilirim. Bu tür
yasaları hazırlayanlar ve kabul edenler ne yaptıklarını mutlaka biliyorlardır!
Boutilier'nin sınır dışı edilmesini sağlayan yasa Kongrede görüşülürken
"Halk Sağlığı Hizmetleri Dairesi, Hükümetin yeni yasa tasarısı hakkındaki
fikrini sorması üzerine şu yanıtı veriyor: Psikopatik kişilik grubu içinde yer
alan davranışlar aslında kişilik bozukluklarıdır. Kişilik bozukluğu gösteren
kişilerin içe dönüklük dediğimiz bir rahatsızlığı vardır ya da bu kişiler
toplum ve egemen kültür bakımından esasen kötü kişilerdir."
Sh: 319-339
Bütün bunlar topluma uyumsuzluğun hastalık
olarak değerlendirildiğini gösteriyor; ABD Hükümetinin emrinde çalışan
hekimlere bu hastalığı teşhis etme yetkisi verilmiştir;
Kongre bu hastalığa yakalanmış kişilere
özel cezalar verebilir; Anayasa Mahkemesi ayrımcı yasaların anayasaya uygun
olduğuna dair kararlar alabilir ve bireylerin belirli bir hastalığa
'yakalanmış' olduğuna karar vererek bu bireyleri cezalandırabilir. Kısacası bu,
doktorların 'hastalara' iddia edilen ya da gerçek tıbbi sapkınlıklarından dolayı
eziyet ettiği tıbbı bir cadı avcılığıdır. İnsanları birey olarak değil, sürünün
parçası olarak gören ve insanlar arasında ayrımcılık yapan toplumun, bazı
insani özelikleri ortadan kaldırmak için sürdürdüğü mücadelede hekime papazın,
hastaya da cadının rolü verilmiştir.
Dünyadaki kötülüklerin yarısı Önemsenmek
isteyen insanlar yüzünden.
Kötülük yapmak istemezler ama pek de
umursamazlar Ya da görmezler bile, ya da haklı bulurlar Sonu gelmez bir
uğraştır onlarınki Onlar kendilerini düşünmekle meşguller
T. S. Eliot
Çatışmalarda tarafsızlığa yer yoktur! Çatışmada yer alanlar ya dost ya
düşmandır, ya saldırgan ya kurbandır.
Eşcinseller ve akıl hastaları
bize göre anormalse, ya da onları hasta kabul ediyorsak, onlarda bir yanlışlık olduğunu
düşünüyoruzdur, bize göre onlar zararlıdır, başkalarına değilse de kendilerine
zarar verirler. Ama bir an durup günah keçisi olarak gördüğümüzde onlara zarar
verenin toplum olduğunu görürüz.
Voltaire Felsefe Sözlüğü'nde bu çelişkiden yine ironiyle bahseder. 'Fikir
Özgürlüğü' adlı bölüm İngiliz General Lord Boldmind ile İspanyol soylu Kont
Medroso arasında geçen bir diyalogdur:
Boldmind: "O halde Dominikenlere uşaklık ediyorsunuz. Bu yaptığınıza
alçaklık denir!"
Medroso: "Doğru, ama kurban olmaktansa uşak olmak daha iyi, açıkçası
ateşe atılmaktansa komşumu yakmanın vicdan azabını yeğlerim."
Kont Medroso'nun içinde bulunduğu durum Engizisyonla yok olmuş değildir.
Tam tersine çağdaş insan her gün bu seçimle karşı karşıyadır. İnsan örs olmamak
için çekiç olmak zorunda mıdır? "Hayır," der Camus, "gırtlağına
kadar ahlaka gömülmüş birinin bile haksızlık etmektense haksızlığa uğramanın
daha iyi olduğunu görmesi gerekir."
Deli, tehlikeli bir toplum düşmanı sayılır, saldırgandır, değilse de
saldırgan olma ihtimali vardır, bu durumda toplum, polis ve psikiyatrist
otomatik olarak kurban durumundadır. İşte bu yüzden Kont Medroso'nun kesin çözümü akıl hastalığı sorununda yerini bulur: 'Hasta'yı yok
et, o seni yok etmeden. Bu çözüm rahibe ne kadar yakışırsa doktora da o kadar
yakışır, ama tarih böyle yakışıksızlıklarla doludur.
O halde ya yakacağız ya yanacağız. Pek az insanın kaçmayı başardığı bir
karardır bu. Psikiyatri alanında kariyer yapanlar için ise kaçınılması daha
güç. Kanımca Albert Camus'nün önerdiği çözüm Kont Medroso'nunkinden kat kat
iyidir. Tabii en iyisi güden-güdülen ilişkisine hiç bulaşmamaktır, o zaman bu
seçimden sıyrılmak mümkün olabilir, fakat psikiyatrist olma kararını veren bir
doktor ister istemez Kont Medroso'nun konumundadır. Ya başkalarını ateşe
atmayı, bu devletin bir ajanı olmayı, bir suç işlememiş insanlara kötücül
tanılar yakıştırmayı içine sindirecek ya da bunu yapmayarak kendini ateşe
atacaktır çünkü ikinci seçenekte dışlanmış akıl hastalarının tarafında yer
alacaktır, meslektaşları onu meslek adabının dışına çıkmakla, işbirliğine
yanaşmamakla, sorumsuzlukla, hatta delilikle suçlayacaktır. Özel psikiyatriyi
seçen psikoterapist bir ölçüde kendini bu ikilemin dışında tutabilir ve o zaman
Abraham Lincoln'ün sözlerine sığınır: "Ne köle olurum, ne de efendi. Benim demokrasiden anladığım budur.
Bunun dışında kalan hiçbir davranış demokratik olamaz."
Bu yüzden inanıyorum ki özel psikiyatrinin sadece ahlaki değil tarihi ve
politik platformda da bu seçimi savunacak çok güçlü gerekçeleri vardır.
Psikiyatri tarihi, psikiyatriye hizmet eden şiddet uygulamalarında ve
teorilerinde izlenen akımların bir dökümüdür ve bu akımların her biri bir
teşhis ve tedavi söyleminin arkasına gizlenir.' Bu anlamda psikiyatri tarihi,
din tarihiyle siyası tarihin kardeşi sayılır. Üçü de, zalim güce doymayan
liderlerin zorbalıklarını, Tanrı ve Millet adına verilen savaşlar olarak
tanıtırlar. (Komünist söylemde ise bu savaşlar işçi sınıfı ve ezilen halk için
verilmiştir.) O çok korkulan deli kuvvetinin ne olduğunu anlamak için, işkence
altodaki bir insana yakından bakmak lazımdır. Genel olarak toplumun, özel
olarak da toplumun görevli hekiminin deli denilen kişiye yönelik saldırganlığı,
on yedinci yüzyılda, zindan, pranga, bedensel işkence ve aç bırakma ile
başlamış; on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda, tımarhane, kırbaç, hacamat
(kan alma), deli gömleği ile; yirminci yüzyılda, 15.000 kadar kişiyi
barındırabilecek kapasitede devlet akıl hastanesi, elektroşok, lobotomi neşteri
ve yatıştırıcı adı verilen kimyasal deli gömleği ile devam etmiştir. Toplumda
benimsenmiş ve yerleşmiş tüm sistematik baskı türleri gibi psikiyatride de
şiddet mubahtır. Bu tür şiddet uygulamaları kanun ve gelenek tarafından
kayırılır, başta devlet, sonra aile ve nihayet tıbbi kurumlar tarafından kullanılır.
Devlet 'tehlikeli' akıl hastasını kapatır, bu, aileyi büyük bir külfetten
kurtarır, tıp ise kurumlaşmış psikiyatri acılığıyla şiddet ve sahiplik içeren
uygulamalarını haklı gösterecek gerekçeyi yaratır.
Kurumsal Psikiyatri karşıtlığı olarak adlandırılan tepki aslında ayırt
etmeksizin tüm despot uygulamaları hedef alan özgürlükçülerin John Stuart
Mill'den lsaiah Berlin'e kadarpolitik zeminde yükselen sesidir. Toplumun bir
azınlığı suçlaması işten değildir, oysa azınlığın kendisini çoğunluğun ithamı
karşısında savunması hiç kolay değildir. Güçlerin eşit olmadığı her mücadelede
olduğu gibi bireyle devlet arasındaki bir karşılaşmada da boşluklar ve
belirsizlikler bireyin aleyhine değil lehine işlemelidir. Neden? Çünkü zayıf
olan bireydir. Oyunda kalması için kuralların ona göre belirlenmesi, hayatta
kalması için yaşamasına izin verilmesi gerekir.
Bir azınlığın çevresine zarar verme olasılığı çoğunluğun ona peşinen
verdiği zararı haklı çıkarmaz. Eskiden bu hakkı Tanrının buyrukları bahşederdi,
şimdi ise gerekçelerimizi bir akıl sağlığı propagandasına borçluyuz. Akıl
hastası tehlikeli olabilir, evet, kendisine ya da başkasına zarar verme
olasılığı vardır. Ama toplumun ona verdiği zarar bir olasılık değildir; insan
sıfatını kaybetmesi, özgürlüğünü kaybetmesi ve basbayağı işkence görmesi
kesindir. Bunlar olacaktır çünkü bu adamın 'aklı yerinde değildir', çünkü
kafası bizim gibi çalışmaz, yabancıdır, mahluktur, 'normal değildir', ne
yapacağı bilinmez. Kısacası toplumsal bir sapmadır, çünkü toplumun en temel ilişkilerini,
insanlarla ve dille ilişkisini öngörüldüğü şekilde kuramamıştır.
Sapma genellikle sanıldığı gibi kişisel yani kişinin kendisinden
kaynaklanan (ve bu yüzden bedensel veya zihinsel bir kusura bağlanan) bir sorun
değildir, toplulukların sosyal birliklerinin ve anlaşmazlıklarının kaçınılmaz
bir parçasıdır. En azından sosyologlar olaya böyle bakıyorlar, örneğin Howard
S. Becker'e göre "Sapmayı toplum yaratır: Sapma
toplumun koyduğu kuralların ihlalidir. Konan kurallar belli davranışlara ve
belli kişilere yöneliktir ve onları ayırmaya yarar, kuralları ihlal edenler
sapma göstermiş olurlar. Böyle bakıldığında sapma bir davranış bozukluğu değil,
bir davranışı cezalandırmak için diğer davranış sahiplerinin başvurduğu bir
metottur ve cezai uygulamalarda pek çok kolaylık sağlar; yani sapma insanların
sapma kategorisine koydukları davranıştır ve bu davranışları belirleyen
unsurlar da böyle bir kategorizasyonu gerektiren unsurların ta
kendisidir."
Sapma göstermekle yani anormal olmakla suçlananlar genellikle (dini, yasal
ya da toplumsal) bir kurala uymayanlardır, 'hippiler' ya da eşcinseller gibi.
Ama bu durumlarda kurala uyulmadığını iddia eden genellikle bir otoritedir,
örneğin, Senatör Joseh McCarthy çıkıp bazı vatandaşları komünist olmakla
suçlar, ya da psikiyatristler çıkıp Senatör Barry Goldvvater'ın akıl sağlığının
pek yerinde olmadığını açıklarlar. Becker; "Bazı insanlar hiç bir normu
ihlal etmedikleri halde diğerlerine anormal gelir. Anormallik davranışın
kendisinden değil, davranışın sahibiyle çevresindeki insanlar arasındaki
ilişkiden kaynaklanan bir durumdur."
Bundan çıkan iki sonuçtan birincisi şu: Anormallik kuralların ihlalidir ve
bu, toplumu düzenlemeye, dengede tutmaya yönelik bir tanımdır. Böylece bir
topluluğun üyelerine o toplumun neyi kabul etmediği öğretilir ve neyin kabul
edildiği hatırlatılır. Kurallar olmadan insanlar bir arada yaşayamaz; fakat
hiçbir kuralın ihlal edilmemesi kişisel seçimin, kişisel kimliğin yok olması
demektir. Sonuçta insanın en karakteristik iki özelliği kurallar koymak ve
kuralları ihlal etmektir.
Diğer sonuç ise hastalığın (yani sosyal normlardan değil biyolojik
normlardan sapmanın) insan ve toplum hayatında sosyal uyumsuzluktan çok farklı
bir yere konmasıdır. Çünkü sosyal uyumsuzluk, hastalık gibi 'tedaviyle' giderilemez.
Oysa bu kelime oyununun doğurduğu gayretli 'hastalıkla savaş' kampanyalarının;
özellikle son zamanlarda yoğunlaşan alkole, bağımlılığa ve akıl hastalığına
karşı yürütülen çalışmaların, tedavi konusunda başarısızlığa uğraması
kaçınılmazdır. Fakat zaten hedeflenen başarı, iyileştirme değil caydırmadır.
Yani bu 'hasta' kişilerin ipliğinin pazara çıkarılmasıdır. İşte bunlar bizim
günah keçilerimizdir.
Bir önceki bölümde toplumun kötülüğü kendinden uzaklaştırmak için
başvurduğu çarelerden bahsederken Sartre'ın günah keçileri hakkındaki
fikirlerine yer vermiştim, şimdi de akıl hastalarına nasıl davrandığımızı
anlatabilmek için Genet hakkında yazdığı kitaptan birkaç alıntı yapmak
istiyorum.
Şunu hatırlatmakta fayda var; Sartre'ın başlangıç noktası, ortalama insanın
kendini iyi ve erdemli görme arzusudur. "Kötü olan 'öteki'dir. Haliyle savaş olduğunda İyi Adam'ın düşünceleri gayet
nettir, çünkü kötü taraf karşı taraftır. Fakat ne yazık ki her zaman savaşmak
mümkün değildir, arada bir barış olması gerekir. Ve barış olduğunda, artık kötü
olan kimdir? Erdemli toplum, barış dönemlerinde kendine profesyonel kötüler
belirler. Namuslu kadın için fahişe neyse, iyi adam için de kötü od ur. Bu
kötüler özenle seçilmelidir. Doğuştan kötü olmalı ve asla düzelmemelidirler."
Geçmişle ilgili karar vermek daha kolaydır ama şimdi, çağdaş toplumda,
bizim toplumumuzda bu seçimin nasıl yapıldığını anlamamız gerekiyor. Akıl
Sağlığı Hareketi büyük bir gayretle ve muazzam bir teşvikle toplumdaki 'akıl
hastalarını' toplamak işine girişti. Çünkü ancak bu şekilde akıl
hastası sayısı tehlike arz edecek bir seviyeye çıkarılabilir! Bunun daha çok
bakır çıkarmak için daha çok madenci çalıştırmaktan farkı yoktur, devlet kurum
ve kuruluşlarında çalışan psikiyatrist, psikolog ve sosyal hizmet
görevlilerinin sayısı arttıkça deli sayısı da artar. Bu kimin
işine yarar? Herhalde bu insanları işe alan,
görevlerini belirleyenler ve tabii maaşlarını ödeyen merciin bir bildiği
vardır. Bu merci için çalışan psikiyatrist artık hastasını iyileştiren doktor
olmaktan çıkıp bir sivil memurluk veya bürokratlık görevine geçmiş demektir ve
bu psikiyatri için hayati ve anıtsal bir karardır.'
"Düzgün İnsan kötülüğü
nerede bulur?" diye sorar Sartre. Tabii ki Normal
İnsanın anormal insanları, akıl hastalarını bulduğu yerde. "Kötülük inkârdır, ayrılıktır, parçalanmadır,
doğal olarak temsilcisi de toplumdan kopanlar ve toplumu bölenlerdir, içimize
karışa mayanlar, istenmeyenler, ezilenler, reddedilenlerdir. Kötülük namzetleri
her zaman zaten dışarıda olan, zaten harcanabilir olanlardır. Yabancı işçiler,
etnik azınlıklar her zaman adaydır ama en iyi aday sayılmazlar. Bu insanlar ne
de olsa milletlerinin ya da sınıflarının farkındadırlar, örgütlenebilirler,
karşı koyabilirler, nefret edebilirler. Onları ezen de onların gözünde kötülük
timsaline dönüşür. Neyse ki her toplumun sağda solda kalmış atıkları vardır,
terkedilmiş çocuklar, 'yoksullar', toplumsal konumlarını yitirmiş burjuvalar,
'lümpen proletarya' ve her türden sınıfsız, yolsuz, kimsesiz insan. Kısacası
tüm sefiller. Kimse onları istemez, bir araya da gelemezler. İşte bu yüzden,
mükemmel aday onlardır."
Alexander ve Zilboorg, toplumun dışladığı bu zavallı insanları, tabiri
caizse bu toplumsal atıkları psikiyatriye kazandırdılar; Menninger ile Bazelon
son zayıf itirazları da bastırmayı başardı. Bu işler her zaman böyle yürür.
Psikiyatri ile onun 'aydınlattığı' doktrin sadece Amerika'yı yeniden
keşfetmiştir. Düzgün İnsan, tedaviyle yola getirmek için kendi sıkletinde bir
kurban seçse onunla boy ölçüşmesi gerekebilirdi, isyan çıkardı. Oysa buna ne
pahasına olursa olsun meydan vermemek gerekir. Burada mesele çatışmanın
büyüklüğü küçüklüğü değildir, burada dava kötülüğe karşı olan tarafta olma
ayrıcalığını kaybetmemektir, çünkü bu kuralları tek başına koyma hakkına sahip
olmak demektir, çünkü topluma adanmanın sağladığı bazı imtiyazlar vardır. "Toplum
günah keçisini seçerken" diyor Sartre
"yardım kuvvetlerinin gelmeyeceğinden emin olmak ister."
Düzgün İnsan avını bulduktan sonra gerisi gelir. Cadıların başına gelenler
bir örnektir. Sartre, Genet'in günahının nasıl sabitlendiğine işaret eder: "Günah
çıkarmak dışında konuşması yasaktı." Akıl hastasının da hastalığından
başka konularda konuşmasına izin verilmez. Daha doğrusu neden bahsederse
bahsetsin bu hastalığıyla ilişkilendirilir. Hastanedeki psikiyatrist ile
hapsettiği hastası arasında hiçbir insani diyalog kurulmaz; hastanın her
söylediği 'klinik bulgudur'. Çünkü hasta yaşayan bir kadavradır, ağzından
çıkanlar hastalığının sözel dışavurumlarıdır. Psikiyatrist için bu konuşma bir
'üretim', cümleler de analiz örnekleridir daha sonra ayrıştırılmak, mikroskop
altındaki tüberküloz basili gibi incelenmek, öğrencilere dinletilmek üzere
teybe kaydedilirler. Bunlar insanın akıl hastasına dönüştürülmesinin
aşamalarıdır. Kurumsal Psikiyatrinin temel görevi, toplumsal işlevi budur.
Eskiden Engizisyonun, bu gün ise Kurumsal Psikiyatrinin yaptığı iş ortada,
minarenin kılıfı ise her zaman aynı; onlar kötü ve biz iyileştirmeye
çalışıyoruz.
'Öteki'nin ne idüğü belirsiz tedavisi, sadece yabancılığının
tescillenmesine ve toplumu oluşturan ve ona ait olan normal insanların dışına
atılmasına yarar. Ruh doktoru adının adamıdır.' İnsanoğlu her zaman bir düşman,
bir sapkın, insan olmaya layık olmayan bir insan yaratmanın yolunu bulur. Fakat
modern dünyada enteresan bir şekilde 'öteki'ne ihanet etmek gruba sadakatin
kanıtı olma özelliğini kazandı. Bildiğimiz gibi, totaliter devletin en büyük
numarası insanları ailelerine, arkadaşlarına, yakınlarına ihbar ettirmektir.
Kolektivist etik toplumı n çıkarı için kişinin kendi isteğiyle kendinden olan
birinden vazgeçmesini zorunlu kılar.
Orwell'in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ünün
sonundaki işkence Winston Smith'in Julia'ya olan aşkını Big Brother sevgisine
dönüştürmeye yarar. Bu 'tedavi' vakti zamanında Engizisyonun gözdesiydi, şimdi
Kurumsal Psikiyatrinin altın bileziğidir. Bu aynı zamanda, bir otoritenin
yoldan çıkmış inatçı evladına ulaşma ve tehditle doğru yola döndürme girişimidir.
O'Brien'in kullandığı tehdit (Rush'ın yöntemleriyle benzerliği çarpıcı) korkunç
bir ölümdür. "Bu kolu
indirdiğimde," diye açıklar O'Brien, "kafesin kapısı kalkacak. Bu
hayvanlar açken kurşun kadar hızlıdır. Sen hiç havada sıçrayan fare gördün mü?
Dosdoğru yüzüne atlarlar, delip geçecekler sanırsın. Bazen önce gözlere
saldırırlar, bazen de yanaklarından girip dilini yerler."
Smith korkudan felç olmuş gibidir.
Kendisini nasıl kurtarabilir? Ne yapmalıdır? "Her şey karanlığa gömüldü.
Bir anda aklını yitirdi, tek yapabildiği vahşi bir hayvan gibi çığlıklar
atmaktı. Ama birden karanlıkta bir ışık belirdi, aklında bir fikir
oluştu."
Bu noktada Smith'in aklına gelen fikir
anlatmaya çalıştığım kaçınılmaz feragattir. Orvvel, insanın kendisini kurtarmak
için diğerini kurban etmesi gerektiğini nasıl 'anladığım' anlatmayı
başarmıştır: İnsan ancak diğer bir kişinin elbirliğiyle yok edilmesi töreninde
yerini almakla, kurbanın etini tatmak, elini kanına bulaştırmakla o topluluğa
ait olabilir.
Kendini kurtarmanın bir tek yolu vardır.
Kendisiyle farelerin arasına başka birini koymak zorundadır.
Maske yüzüne yaklaşır. Kafesin tellerini
yanağında hisseder. Ve sonra... hayır kurtuluş değil sadece bir umut, bir umut
kırıntısı. Çok geç, belki de artık çok geçtir. Fakat birdenbire, bu dünyada
kendi cezasını çektirebileceği bir tek insan olduğunu, kendisiyle fareler
arasına girebilecek tek bir kişi olduğunu fark eder.
Smith, "Julia'ya yapın, Julia'ya
yapın. Bana değil, Juüa'ya. Ona ne yaparsanız yapın umurumda değil. Onun yüzünü
parçalayın, kemiklerini sıyırın" diye çıldırmış gibi defalarca
haykırdı."
Smith kendisini, ya da kendisinden ne
kaldıysa onu kurtardıktan sonra Julia ile son kez karşılaşır.
"Seni ele verdim" der Julia,
donuk bir sesle.
"Ben de seni..." der Smith.
"Bazen," der Julia "seni
öyle bir şeyle tehdit ederler; dayanamayacağın bir şeyle, aklından bile
geçiremediğin bir şeyle. O zaman 'Bana yapmayın, başkasına yapın, ona yapın, o
bunu hak etti.' Başka çaren yok sanıyorsun, bunu yapabiliyorsun işte. İnsan
bunu gerçekten isteyebiliyor, kendisi yerine başkasının başına gelmesini. Ona
ne olacağı umurunda bile olmuyor... Tek düşünebildiği kendirisin. Ondan sonra,
ona karşı eskisi gibi hissedemiyorsun."
"Yok," der Smith
"hissedemezsin." Bir başkasını kendin gibi sevmek büyük günahtır.
Toplum etiğinin hakim olduğu bir toplumun affetmediği bir
günah. Herkesi kucaklamalısın, sadece
toplumu sevmelisin ya da toplumun direğini. "Kocaman yüze baktı. Bu kara
bıyığın ardında gizlenen gülümseyişi ancak kırk yıl sonra anlayabilmişti. Ah
zalim, gereksiz yanlış anlama! Fakat şimdi her şey düzelmiş, savaş sona
ermişti. O kazanmıştı. Big Brother'ı seviyordu."
Toplumu bölünmekten, kişileri saçılıp gitmekten kurtarmak için günah
keçisini feda etme eğilimi (ya da refleksi) insanın hamurunda olmalı. Bu nedenle insanın ahlak anlayışında yamyamlığı
reddetmesi nasıl aşama olarak görülüyorsa, günah keçisinin kurban edilmesine
itiraz etmesi de yolu toplumun ve kendisinin bu olaydaki sorumluluğunu fark
etmekten geçtiği ıçmahlaki gelişimde önemli bir eşiktir. Günah keçisi geleneği
yıkılmadıkça çağdaş insanın gelişmişliği koskoca bir palavra gibi görünüyor
bana.
Kaplan avını yer; yamyam kurbanını. Ama biliriz ki bu iki gıda arasında
büyük bir fark vardır. Yamyam kurbanını karnını doyurmak için yemez, onunla
ruhunu doyurur. Açlığını başka besinlerle giderebilir ama ruhunu tatmin edecek
tek gıda budur. Frazer "İnsanlar,
genellikle cesaret, erdem ve başka özellikler aşıladığına inandığı için ölü bir
insanın etini yer ve kanını içer. Bazen de belli organların yenmesinin özel
güçler vereceğine inanılırdı."
İnsan, insan eti yemekten vazgeçmiştir
ama insan kurban etmenin tek yolu canına kastetmek değildir. Topluca iştirak edilen her infaz kurbanın vücudunun
paylaşıldığı bir törendir. Fiili iştirakin yanında ruh birliği de bu törenin
bir parçasıdır. Linton, Azteklerin kurban törenlerinden bahsederken;
"Aztekler insan kurban edilmedikçe Tanrılarına bağlılıklarının
kanıtlanmadığına inanırlardı. Tanrılar güç verdiğine inanılan insan kalbiyle
beslenmeliydi, törende rahip sunakta yatan kurbanın kalbini çıkarıp Tanrısına
sunardı. Azteklerde kurban işkence görmez, aşağılanmazdı. Çoğunlukla Tanrıya
adananlara saygılı davranılır, cariyelerle dolu güzel evlerde yaşatılır,
yedirilir, içirilir, hoş tutulurlardı. Coşkun kalabalığının önünde gerçekleşen
ayinlerde kurban da dini duyguların etkisiyle kendinden geçerdi. Sunakta
ölenlerin cennetin en yüksek katma gideceğine inanılırdı. Cesedinin aşağıda
bekleyen kalabalığa atılacağını ve yeneceğini bilmek bile moralini bozmazdı,
çünkü vücudu, etini yiyenleri Tanrıyla birleştirecekti. Bu ayinin
Hıristiyanların komünyonundan tek farkı kurbanın etinin yenmesi ve kanının
içilmesi konusunda fazlasıyla müşkülpesent davranmalarıdır."
Çağımızda böyle ayinler yapmıyoruz ama
kendi hayatımıza anlam kazandırabilmek için birilerinin hayatını yağmalama
arzumuz hiç geçmedi. Tam tersine olay gitgide örtük ve
sembolik bir hal aldığından beri, iş iki lokma et yemekle bitmez oldu. Maddi
sınırlar kalktı. Can almakla ruhun öldürülmesi birbirinden ayrıldı, böylece
insan hayatına kastetme yasağının kısıtladığı yamyamlık geleneği sembolik bir
zemin buldu." Kısacası,
bizler de ruh yiyiciyiz, ilkel insanlar kadar yamyamız. Başkalarının hayatı mahvolmalı
ki biz yaşayalım, onlar insan sayılmamalı ki biz sayılalım. " Eğer
insan buysa etik tasarımımızda hâlâ korkunç bir boşluk var demektir.
Başkalarının yaşamını geçersiz saymadan hayatımıza anlam vermemizin bir yolu
yok mudur? Bu soruya cevap vermeden önce belki de sorunu açığa çıkarmamız
gerekir.
Etobur bir hayvan olarak insan can
almayı öğrenir. Diğer hayvanlar gibi, beslenmek için kendi türünü öldürmemesi
gerektiğini de bilir. İnsan içgüdüsel olarak insan eti yemekten çekinir.
Ama insan yine de çok özel bir
hayvandır: Sosyal bir hayvan. Her zaman öncelikle bir gruba aittir ve hemen hiçbir zaman tek başına
değildir. Nasıl bir insan olacağı büyük ölçüde mensup olduğu topluluğun
koşullarıyla belirlenir. Gruba üyeliğini devam ettirebilmek için insan, grubun
dışındakilerden vazgeçmek, onlara karşı olmak zorundadır. Grubu bir arada
tutan, tek vücut haline getiren dışarıdaki düşmanlar ve oluşturdukları
tehdittir. Grubun kendi içinde istemediği üyeler de grubun dışına atılır,
grubun onları yok etmesi için önce ihraç etmesi gerekir. İç düşmanlar önce
yabancılar haline getirilir. Bu davranışın tek bir meşru amacı olabilir,
kendini korumak; genellikle bu savunmayı gerektiren tehdidin tam olarak ne
olduğu genellikle belli değildir ama önemi de yoktur, belirsizlik yeterlidir.
Saldırganlık, en eski meşru müdafaa
gerekçesidir. Ama bu ne demektir? Saldırganlık dürtüsünün savaş ve işkencedeki
payı ekonomik rekabet ve politik entrikalardaki payından daha mı fazladır.
İnsan davranışını açıklamak için çok daha belirgin ve kapsamlı tanımlara
ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. İnsanın kendi iyiliğini onaylamak amacıyla
kötü bir düşmanla kıyaslamaya ihtiyaç duyması belki de insanın yok edici
eğilimlerinin göstergesidir. Belki
de insan yamyamlıktan bir türlü bütünüyle vazgeçememiştir.
Bu tür bir manevi katletme ihtiyacı
sadece insanda görülür. Sadakatimizi karşı tarafa ihanet ederek kanıtlamamız;
grupta kalmamızın devamını ancak birilerini gruptan dışlamakla sağlamamız,
bunların hepsi bir işarettir. Toplumsal davranışın temel ve değişmez kuralları vardır. İnsan eti
yemeyenler, günah keçileriyle idare ederler.
İlkel toplumlarda insan sadece insan
etine değil, hayvan etine de bazı sembolik anlamlar yüklemişti. Etini yediği
hayvanların özelliklerinin insana geçeceğine de inanılırdı. 'Modern'
toplumlarda tuhaf bir tezat var: İnsan eti yemekten vazgeçen insan, bu defa
diğer insanı insan olmaktan çıkaran özellikler yakıştırıp onun, (Yahudinin,
cadının, delinin) insanlığını feshediyor.
Yamyam,
kendisine güç vereceği inancıyla kurbanıyla birleşir; biz masum olduğumuz
inancıyla kurbanlarımızdan kurtuluyoruz. Bizimki daha karmaşık ve daha ağır bir suçtur. Toplum olarak hepimiz sık
sık birbirimizi suçlama ihtiyacı hissediyoruz. Toplumun günah keçisi kabul
ettiği bireye yapılanlara karşı olmak da topluma karşı işlenmiş bir suçtur.
Engizisyon döneminde, Nazi Almanya'sında, Pearl Harbor baskınından sonra
Amerika'nın batı sahillerinde olanlara bakmak yeter, istemediğimiz kadar
örneğimiz var. Günümüzde
delilere de aynı şekilde davranılmaktadır. Akıl hastası denilen kişilerin
haklarını savunmak toplumun bütünlüğüne saldırı olarak görülmektedir. Akıl
hastalarının haklarını savunan kişi, 'sapıklara' küçük kızları taciz etme,
'öldürme eğilimi' taşıyanlara komşularına saldırma 'hakkı' verilmesini savunan
düşüncesiz kişiler olarak görülürler. Akıl hastalarına uygulanan şiddetin
akıl hastalarının uyguladığı şiddetten kat be kat fazla olmasının hiç önemi
yoktur. Kolektif davranış her zaman haklıdır ve başıbozuk birey ise çıban
başıdır. Kenneth Burke'm vardığı sonuç doğrudur. "Kurban verme geleneği tüm insan toplulukların ortak
bir özelliğidir." Bu durumda, yine Burke'un kelimeleriyle gündeme
gelmesi gereken konu "Bir bilim kültüründe kurumlaşmış büyü ve din
geleneğinin nasıl ortadan kalktığının değil, ne şekle büründüğünün"
araştırılmasıdır.
Bu kitapta eskiden kalma günah keçisi kurban etme âdetinin günümüz
dünyasında hangi biçimleri aldığını açıklamaya çalıştım. Ortaçağda cadılar
hakkında yerleşmiş bazı inançlar vardı ve papazlar bundan faydalandı. Günümüz
dünyasında durum farklı. Bugün deliler hakkında bazı fikirlerimiz var ve tıp
kurumlan bunu kullanıyor. İnsan aşağılamak, sömürmek, baskı altına almak ya da
öldürmek istediği zaman, kurbanının 'tam' bir insan olmadığını iddia eder.
Otorite tarihin her döneminde kurbanın 'tam' bir insan olmadığı iddiasını
gündeme getirmiştir. İspanya'daki ve Almanya'daki sistematik Yahudi
karşıtlığında konu buydu; Avrupa'daki cadı avlarında, Amerika'da siyahların
köle olarak çalıştırılmalarında ve günümüzde, dünyanın hemen hemen her
tarafında akıl hastasına yapılan eziyetlerde gene aynı konu gündemdedir. Çünkü
kurban tam insan olmadığına göre, Bağımsızlık Bildirisi'nden, İnsan Hakları
Evrensel Bildirgesinden ve anayasal haklardan bir kedi, bir köpek, bir mahlûk
ne kadar bahsedebilirse o da o kadar hak talep edebilir. Frederic Douglass yılında şöyle demiş: "Biz, halk
olarak; beyazlar olarak değil, vatandaşlar olarak da değil, ayrıcalık sahipleri
olarak değil, biz yüksek tabaka mensupları ya da biz aşağı tabaka mensupları
olarak değil, biz insanlar olarak diyoruz ki siyahlar eğer insansa onların da
Amerikan Anayasasında yer alan ve onun emrettiği haklardan yararlanmaları
gerekir."
Burada yaptığım, aynı soruyu akıl hastaları için sormaktır. Evet sadece
budur. Eğer onlar da insansa, onların da tüm insanlar gibi anayasada yeri olan
haklardan yararlanmaları gerekir. Ve eğer akıl hastaları insan değilse, o zaman
nedirler?
Sh: 361-375
Aklın yolu bir olduğunda, yalnız olmakla yanlış olmak
aynı şeydir...
JeartPaul Sartre
Bu kitabın amacı görünüşte birbiriyle ilgisi olmayan farklı konuların
bağlantılarını ortaya koymaktır. Ana fikri ise günah keçisinin
toplumun ahlak mekanizmaları içindeki yeridir. Burada ortaya konmaya çalışılan
olgu özellikle sosyal inancın 'öteki'ne bakışı ve onu yok etme çabasından
ziyade, aynı zamanda paradoksal bir biçimde ona ihtiyaç duyması, bu yüzden onu
yaratması, kötülüğü ona yakıştırması ve böylece kendi iyiliğini doğrulamasıdır.
Anlatmaya çalıştığım bu mesele Jerzy Kosinski'nin Boyalı Kuş'unda olağanüstü bir ustalıkla anlatılır. Kitabın adı
bile çok şey söylüyor, 'Boyalı Kuş' feda edilen 'öteki'dir, damgalanan, baskı
altına alman, ianetlenen'dir.
Boyalı Kuş ; Dünya Savaşı'nın ilk haftalarında altı yaşında bir çocuğun başından
geçenleri anlatır. Doğu Avrupa'nın büyük kentlerinde yaşayan binlerce çocuk
gibi o da anne babası tarafından güvende olması için şehirden uzak bir yere
gönderilir. Orta sınıf bir aileden gelen çocuk köylü bir kadının himayesine
verilir. Çocuk köye geldikten iki ay sonra kadın ölür. Anne babasının bundan
haberi olmaz. Ailesiyle hiçbir irtibatı olmayan çocuk bir insan denizinde
kaybolup gider, kimse ona aldırmaz, genellikle gördüğü tek şey düşmanlıktır ve
nadiren iyi bir davranışla karşılaşır.
Savaş Polonya köylerini de yakıp yıkmaya başladığında, çocuk yalnız başına
mütevazı bir hayat yaşayan Lekh adlı iri yarı bir avcının yanına sığınır.
Topluluk içinde 'öteki'nin istenmeyişi, tehlikeli bir yabancıya, yok edilmesi
gereken bir düşmana dönüşmesinin en çarpıcı bir örneği kitabın bu bölümünde
önümüze konur.
Lekh, Ludmilla adında bir kadına tutkundur. Ludmilla genç bir kızken
tecavüze uğramış, bir daha iflah olmamıştır. Arada bir Lekh'le sevişmek için
çıkagelir. Çiftçiler ona 'Aptal Ludmilla' derler. Kitaba adını veren olayın
geçtiği sırada Lekh'le Ludmilla bir süredir ayrıdırlar:
"Bazen Ludmilla günlerce ormanda görünmezdi. Lekh sessiz bir öfkeyle
ortalıkta dolanıp durmaya başlardı. Gözlerini kafesteki kuşlara diker, kendi
kendine homurdanırdı. Uzun uzun düşündükten sonra en güçlü kuşu seçer, sıkıca
bileğine bağlardı. Bir sürü şeyi birbirine katıp pis kokulu boyalar yapmaya
başlardı. Renkler hazır olunca kuşu çevirir, başını, göğsünü, tüylerini
rengârenk boyardı. Sonunda kuş bir kır çiçeği buketinden daha göz alıcı olurdu.
Kuşla birlikte ormana dalardık. Epey ilerledikten sonra Lekh durur, kuşu
bileğinden çözüp bana verir o işaret verene kadar çok sıkmadan tutmamı tembih
ederdi. Bağrışma gelen birkaç kuş tepemizde dönmeye başlayınca Boyalı Kuş
çılgına dönerdi. Onlara ulaşmak için var gücüyle öter, kurtulmaya çalışır,
boyalı göğsünün içinde küçük kalbi deli gibi atmaya başlardı.
Tepemizde yeterince kuş toplandığına kanaat getirince Lekh, tutsağı
bırakmam için işaret verirdi. Kuş ok gibi fırlar, bir anda bulut zemin üzerinde küçük bir gökkuşağı
damlasına dönüşürdü. Ama kendisini bekleyen sürüye karışmak istediğinde kıyamet
kopardı. Boyalı Kuş, sürünün etrafında döner durur, onlardan biri olduğunu
nasıl göstereceğini bilemezdi. Sürüye girmeye çalıştıkça daha uzağa kovalanırdı. Az sonra kuşların birer
birer saldırıp tüylerini yolmaya başladıklarını görürdük. Sonunda gökten taş
gibi düşerdi. Bunu her yaptığımızda aynı şeyler olurdu. Düştüğü yere
gittiğimizde genellikle cesedini bulurduk. Lekh dikkatle gövdelerindeki gaga
izlerini sayardı, rengârenk kanatlardan sızan boyayla karışık kan ellerine bulaşırdı.
Ludmilla hâlâ ortada yoktur. Lekh hayal kırıklığı ve kızgınlıktan bir kuşun
daha kanma girmeye karar verir.
Günün birinde kocaman bir karga yakaladı, kanatlarını kırmızıya, boynunu
maviye, kuyruğunu da yeşile boyadı. Kulübenin üstünde bir karga sürüsü
toplaşınca Lekh Boyalı Kuşu salıverdi. Boyalı karga aralarına karışır karışmaz
amansız bir savaş başladı. Dört yandan sahtekârın üzerine saldırdılar. Siyah,
kırmızı, mavi ve yeşil tüyler ayaklarımızın dibine düşmeye başladı. Kargalar
yükselirken Boyalı Kuş kurşun gibi yere indi. Hâlâ yaşıyordu, gagasını açıp
kanatlarını oynatmaya çalışıyordu. Kardeşleri gözlerini oymuşlardı. Tüylerinin
üstünden oluk gibi kan akıyordu. Son bir çabayla yapışıp kaldığı çamurdan
kurtulmaya çalıştı ama hiç gücü kalmamıştı.
Boyalı Kuş,
yabancının, günah keçisinin, 'öteki'nin simgesidir. Kosinski, bu meselenin iki yönünü de ustalıkla
sergiler. Sürünün üyelerinden biri diğerlerine benzemiyorsa gruptan atılır,
sürülür ve yok edilir. Sürüdeki herkes aynıyken, biri gelir, içlerinden birini
alır, görüntüsünü değiştirir ve geri koyarsa, onun akıbeti de aynıdır. Lekh
kargayı boyar, psikiyatristlerse hastalarını ağartır, öyle ki görünürde
toplumun sürdüğü lekeden başka bir şey kalmaz. Ayırmanın, dışlamanın ve
günah keçisi imalatının en köklü stratejisidir bu. İnsan 'öteki'ni tümüyle
yalnız bırakmak için farklılıklar arar, bulur, yaratır ve atfeder. Böylece
Düzgün İnsan hem umutsuzluğunun, hayal kırıklığının, kızgınlığının acısını
çıkartacak güvenli bir yol bulur, hem de kendine bir pay çıkarır. İnsan denen
ehil hayvan kendini ancak türdeşleri arasında güvende hisseder. Bu yüzden uyum
iyidir, burnunun dikine gitmek kötüdür. Emerson; "Toplum her yerde ve her bir bireyine karşı
kurulu bir komplodur," der. Bireyden istenen, her şeyden önce
uyumluluktur, çünkü kendi yolundan gitmek demek, toplumu çiğnemek demektir.
Özgürlüğüne
değer veren, kişiliğe saygı duyan hiç kimse bu koşullarda hoş karşılanmaz.
Doktorun bireyi, özellikle toplumla ters düşen bireyi koruması gerektiğine
inananlara nahoş gelen günümüzde bu kuş boyamacılığının tıbbın işi olup
çıkmasıdır. Kullanılan ayraçlar arasında en revaçta olanlar da psikiyatrinin boyalarıdır.
Sh. 377-380
Kaynak: Thomas S. Szasz Deliliğin İmalâtı-Engizisyon
ve Akıl Sağlığı Hareketi Üzerine Karşılaştırmalı İnceleme-Çeviren: Gözde Genç,
Yerdeniz Yayınları, Ocak, 2006, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar