DEMOKRASİLERİN İÇ DÜŞMANLARI
Peyami
Safa
Rusya’da Sovyetler idaresinin, İtalya’da faşizmin ve
Almanya’da “Nosyonal sosyalizmi” teşekkülün den çok evvel, geçen asrın başından
bugüne kadar, demokrasilerin düşmanları kendi hudutları içinde türedi.
Bunlar yığın üstünde büyük bir telkin kudretine sahip, otoriteli ve şöhretli
fikir adamlarıdır. “Demokrasinin iflâsı”
müellifi, büyük Ingiliz tarihçisi H. G. Wells, bu harbin ilk aylarında
bile davanın neticesinden ümidi olmadığını bir Ingiliz mecmuasında neşretmişti.
Fransada Barres’lerden, Peguy’lerden sonra Maurras’ın, Leon Daudet’nin,
Tardieu’nata ve sağlı sollu birçok ideolojilerin, Alman tanklarından ve ağır
loplarından evvel demokrasinin öz prensiplerini yaylam ateş altına aldıkları
malûm. Tardieu “Yeniden yapılacak inkılâp” adlı dört ciltlik meşhur
eserinin bir fasIında, demokrasilere, karşı seksen senedenberi yapılan
hücumların bir hulâsasını yazar. Kendi bildiklerimizi de buna katınca ortaya
çıkan liste, bugün uğrunda harbe edilen prensiplerin geçen asırdan beri
uğradıkları taarruzları canlı bir fikir panoraması halinde gözönüne koyabilir.
Ondokuzuncu asır Fransasınm Bonald ve J. de Maistre gibi
mütefekkirlerine göre hürriyet, “birlik” ve “devam” fikirlerine
meydan okumaktır; esasında “bölücü”dür ve tatbik edilince kargaşalık
tohumları eker. Alman metafiziği hürriyet fikrine
karşı daha merhametsizdir. Hegel demokrasinin bu nevinde hodkâm [Bencil,
egoist] bir fertçiliğin ifadesini görür.
Allahı temsil eden devlet müşterek iradeyi ferdin
hürriyetine hâkim kılmak içindir.
Marksislere göre, iktisadî esaret altında yaşayan
müstahsil sınıfın hürriyeti, onu aldatmak için kurulmuş bir burjuva tuzağıdır.
Pozitivist felsefesinden hukuk fikrini bile koğan meşhur Auguste Comte
içinde, hürriyet bir anarşi, kaynağı, müsavat bir yalandı.
Leibnitz iki su damlasının bile müsavi olmadığını
söylüyordu.
Meşhur hukukçu Duguit insanların gayrimüsavi olduğunu ve
farklı muamelelere tâbi, tutulmak lâzım, geldiğini iddia etmişti.
Charles Peguy topyekûn, müsavat kabili edildiği zaman
insanlar arasında servet farkından başka bîr şey kalmıyacağını ve paranın hükümran olacağını anlattı.
Demokrasilerin payandalarından biri de
ekseriyet fikridir. Pek eski devirlerdenken bana da
hücum edilmiştir.
Tarihte bir-tek haklı adama karşı milyonlarca
ekseriyetin aldandığı sık sık görülür.
Luais Blanc için de “halk bir sayıdan
ibaret değildir.„
Prondhon, 1848 de rey veren 10 milyon
Fransız’dan dörtte, üçünün-kara cahil olduğunu ortaya koymuştu.
Stuart-Mill, kendi kendini idareden âciz
adamların başkaları üstünde iktidar sahibi olmalarım delilik telâkki ediyordu.
Auguste Comte da, ekseriyete dayanan bir rejimde “zulmün
her yerde olduğunu ve meşguliyetin hiç bir yerde olmadığını” yazıyor ve
diyordu ki:
“Elime felsefenin kalemini aldığım günden,
otuz seneden beri müsavatın bir hile ve ekseriyet davasının en iğrenç bir yalan
olduğunu ortaya koydum.”
Herbert Spencer ihtirasların
kaynadığı ekseriyet oyunlarında çok defa deliliğin akla, galip geldiğini iddia
ediyordu. Carlyle demokrasinin kendi kendini tahrip ettiğine ve neticenin
sıfıra sıfır eldevar bir olduğuna kanîdi.
Montalembert demokrasinin ağır ağır, fakat
mutlaka öldüren bir zehir olduğunu anlattı.
Balzac da bu fikirdeydi ve Fransanın bu
hakikati günün birinde pahalıya satın alarak öğreneceğini, yazıyordu.
Gustave Flaubert’in gözünde
demokrasi insan zekâsı için en büyük ayıbdı.
Thiers bir memleket için sayıdan daha büyük tehlike
görmüyordu.
Maurice Barres, demokrasinin, küçük yaşından beri
şımartılan arsız bir çocuk olduğunu, yirmi yaşına gelince sefahetten ve “zevkti
safa” dan başka hiç bir kıymet tanımadığını' söylemişti.
Ernest Renan demokrasi kuruntusunun tahammül
edilmez bir ahlâk sefaletile neticeleneceğini anlatmağa uğraşıyordu.
Meşhur' -Alman
iktisatçısı ' Zombart “Alman sosyalizmi” adlı son eserinde liberal
ekbnominin yalnız maddî değil, manevî ve ahlâkı bütün felâketli neticelerini de
sayar.
Charles Maurras'ın
“Siyasî fikirlerim” adı altında çıkan son kitablarından biribdeki
makalelerinin: hepsi demokrasinin üstüne ağır bomoalar yağdırmıştır. .
İşte, Fransa, yüz senedenberi en büyük filozoflarının,
muharrirlerinin, romancılarının kurşunlarıyla delik deşik edilmiş prensiplerin -müdafaası için harbe
girdi. Daha doğrusu halk niçin harbe girdiğini bile iyice anlayamamıştı.
Müthiş bir imân krizi ortasında patlayan bu harpte niçin
ölecekti ?
Allah için mi ?
Millet için mi ?
Sınıf' İçin mi ?
Danzig için mi ?
Hürriyet ve müsavat için mi ?
Bilmiyordu.
Köylünün bu idiolojilerden haberi, gençliğin de
bunlardan hiç biri üstünde fikir ittifakı yoktu.
Harbden birkaç gün evvel bir Paris gazetesinin yaptığı
ankette köylüler ‘Danzig için harbetmeyiz” demişlerdi.”
Pis burjuvalar için harb” etmeyiz” ,
“Yahudiler -için harbetmeyiz” ,
“Papa cenahları için karbetmeyiz!„ ilâh,., diyenler de
vardı.
Harbin gayeleri için parlamentoda yapılan münakaşalar
halkın içindeki iman krizinin meclisteki tecellilerinden başka birşey değildi?
Fransız demokrasisi, dışarıdaki totaliter düşmanlarının
taarruzlarından çok evvel, içerideki düşmanlarının hücumuyla çökmeğe
başlamıştı. Dört sene içinde, bazan bir kaç gün hükümetsiz kalacak kadar, bir
düziye geçirdiği kabine buhranları, bu sayfada yüzlerce yazımla teşhisini
koymağa çalıştığım bünye fesadının açık işaretleriydi. Harp kabinesinin içinde
bile, ilân edilen demokratik harb gayelerine hiç inanmayana sosyalist'nazırlar
vardı.
Fransayı bu felâkete sokan, tanksızlıktan evvel
imansızlıktır. Fransızlar millî imanlarını kaybetmemiş olsalardı tank
yapmalarına ne mâni vardı?
Fakat marksizm güllaçları içinde yuttukları sulhçuluk
afyonu, Fransızlara millî şuurlarını kaybettirmişti.
Sh:109-112
Peyami Safa
Nietzsche zahitlerin
idealinden bahsederken (La genealogie de la Morale s: 282 284) bundan
mahrum olan hayvan adamın mânasızlığını belirtir.
“İnsan niçin yaşıyor?”
suali, “asetik” idealden mahrum olanlar için cevapsızdır. Bunlar insan
kaderinin peşinde şu ümitsiz nakaratın çınladığını duyarlar: “Nafile!
İdealsiz insanı” büyük bir boşluk çeviriyor, bu insan kendisini teyit
etmeyi, tefsir etmeyi, ikrar etmeyi bilmiyor, hayatın mânası problemi önünde
ıstırap çekiyor.” Fakat bu idealsiz adamın en büyük meselesi ıstırabın kendisi
değildir. “O, daha ziyade niçin ıztırap çekmeli? sualine cevap vermemenin
azabı' içindedir., Hayvanların en cesuru ve iztıraplara en dayanıklısı
insan, ıztıraptan ıztırap olduğu için kaçmaz: Hattâ
onu arar bile; elverir ki “–varlığının hikmeti ve bu ıztırabın sebebi
kendisine gösterilsin”, Fakat zahitlerin ideali sayesinde “iztirap izah edilmiş oluyor, büyük boşluk doluyor, her
türlü nihilizm üstüne kapılar kapanıyor. Hayatın bu tefsiri hiç şüphesiz yeni
bir ıztırap getiriyor, eskisinden daha derin, daha mahrem, daha zehirli, daha
öldürücü bir ıztırap, çünkü bir hatanın cezası yerine geçiyor. Fakat bütün
bunlara rağmen selâmet de getiriyor, çünkü artık insanın bir mânası var, artık
“Rüzgârın koğduğu bir yaprak, tesadüfün zeki bir oyuncağı, mânâsız bir varlık
değil o, artık bir şeyler istiyebiliyor ve böylece insanın iradesi, “Hiç
olmazsa irade kurtulmuş oluyor. Beşeri ve daha ziyade “hayvanî„ ve en ziyade
“maddî” olan her şeye karşı zahitlerin bu kini; şanslardan, hattâ akıldan bu
nefret: saadetten ve güzellikten bu korku; görünüş, değişme, oluş, ölüm, ceht,
hattâ arzu olan, her şeyden bu kaçmak arzusu, “bütün bunlar, anlamağa cesaret
edelim, bir yok olma iradesi, hayata bir düşmanlık, hayatın esaslı şartlarını
kabulden çekinme ifade eder; fakat bu hiç olmazsa bir irade dir ve öyle
kalacaktır. İnsan yokluğun iradesine sahip olmayı, hiç bir şey isteyememeğe
daima tercih ediyor.”
Nietzshe bu satırları yazdığı zaman (1887),
milliyetçilik henüz bir akide haline gelmemiş olduğu için, geçen asırları
dolduran ascetigue = zühdî idealin yerine millî idealin geçmeğe namzet,
olduğunu bilmiyordu. Bugün uçak ve denizaltı kahramanlarının, savaş,
meydanlarında vurulanların ölünceye kadar yüreklerini dolduran ve çarptıran
mâna, ferdin cüce varlığından duyulan tiksinti içinde, milleti yaşatmak için,
insanın — canına varıncaya kadar — nefsine ait bütün kıymetleri topyekûn feda
etmeğe hazır olması irâdesidir. Bu irade bütün
selâmeti ve ebediliği uğruna
ferdin kendine kıymakta, şehveti gölgede bırakan bir keyif duymasından ileri
geliyer. Ve bu irade, öylesine bir millî itidal hamlesi ki, taşıyanını ölüme bile fırlatıp atsa,
peşinden büyük milletler ve medeniyetler yükseltiyor. Buna inanmayan ve
kendisinde bu kahraman yapısı bulunmayan, asker, ana vatan kıyılarından
binlerce mil uzakta, denizin yüz metre derinliğinde, ciğerini sun’î balon
-havasiyIe şişirerek, bir düşman gemisini torpillemek aşkile nefsine ait bütün
tadları ve onun hülâsasından başka bir şey olmayan canım tehlikeye atmaz;
ordunun daha az tehlikeli hizmetlerine koşar. Çünkü insan, Sophokles’in
cümleler ile
“Karanlık denizlerin üzerinde, fırtınalı
lodos rüzgârları ile kabaran dalgaları aşarak, gürültüler arasında yoluna giden
insan”,
“ Şu çok bilmiş insân, gamsız-kuş
sürülerini, ormandaki yırtıcı hayvanları, denizdeki-türlü mahlûkları ipten
örülmüş ağlarla tuzağa düşüren insan
“Dağın yabani hayvanını zekâsiİe yola
getiren ve altınyeleli başına koşum ve, kimseye râm olmıyan dağ boğasının
boynuna boyunduruk geçiren insan”
Nietzsche’nin' dediği gibi ıztaraptan da tehlikeden de,
ölümden de kaçmaz; elverir ki ona-bu
fedakârlığının ulvî sebebi -izah edilsin. İnsan ki hayvanların en cesuru, insan
ki Allaha en yakın kul, en yaratıcı ve en kahraman, Okyanusların dibine iner ve
stratfosferlerin üstüne fırlar, yaşatmak için yaşar ve yaşatmak için, ölür. Fakat
ona ekmek ve ideal veriniz, ekmek ve ideal, ideal, ideal!
Sh: 55-57
Peyami Safa
Güzel Sanatlar Akademisine bir uğrayınız: Heykel Şubesı
bomboş, Mimarî Şubesi hıncahınçtır. Çünkü Türkiyede heykeltraşlık Türk
sanatkârına para getirmez; fakat mimar hem başkalarına, hemde, kendisine
Apartımanlar yapan bahtiyar kişidir. . Üniversitenin Dil Tarîh Fakültesi tenha,
Tıp Fakültesi tıklım tıklımdır. Çünkü lisan veya: tarih âlimi için, bütün
ömründe üç odalı bir ev yaptırmak şansı pek az
doktor için Apartımanlar yaptırmak, şansı pek çoktur.
Birkaç idealist müstesna, yüksek tahsilin eşiğinde
istikbale nişan alan her Türk gencinin günlünde bir Apartıman yatıyor.
Apartıman!
Genç ve doktor, esnaf ve avukat, tüccar ve memur,
komisyonca ve müteahhit, her şuurun alt ve üstü, boydan boya. Silme Apartıman
kesilmiştir.
Apartıman! Cimri parayı bunun için biriktiriyor, iş
adam, bunun için taban tepiyor, avukat bunun-için mahkemede coşuyor; doktor
bunun için gözünü profesörlüğe dikmiş,' vekilin treni gelmeden üç vapur evvel
Haydarpaşaya damlıyor.
Apartıman.. Sabahleyin, yatakta mahmur gözler açılınca,
uykunun rehaveti içinde erimiş vücudu kamçılayan ve obüs gibi sokağa
fırlatan ideal: Apartıman!.
Bir tek varlık edebi, yaşamanın hikmeti, bahtiyarlığın
temli, insanlığın gayesi, memleketin selâmeti, kâinatın sırrı: Apartıman •
Bundan “apartıman yapılmasın!” mânasını çıkaracak
sersemlerle konuşacak değilim.
Apartımanı bir refah vartası olmaktan bir millet gayesi
olmıya kadar yükselten gayri milli, gayribeşerî, gayrimedenî, hayvanca kazanç
iştahına vuruyorum.
Midemizi ve karsaklarımızı apartımanla, dolduran bu
iştah bize iki yerden gelmiştir: Biri
kendimizden, öteki dünyamızdan.
Kendimizden gelen tarafında
mazuruz.
Kafesli, karanlık, rutubetli, cumbası
çarpılmış, taşlığı küf ve mutfağa lağım kokan tahta evlerimiz ailelerimize
tabut olmuştur. Bu evlerden her biri, gözümüzde, koskoca imparatorluğumuzun
çöküşünü ve onun harabeleri üstünde mutlak ve mücerret ölümü temsil ediyor.
Farkında olarak, olmayarak millî hassasiyetimizi şöyle bir sembolik tasavvurun
ağır telkini altına koymuşuz:
Tahta ev mazi, apartıman istikbaldir; tahta
ev tabut, apartıman beşiktir; tahta ev ölüm, apartıman hayattır.
Bu apartıman iştahının bize dışarı
dünyamızdan gelen tarafında hiç mazur değiliz.
Bu kazanç hırsı, âmmenin menfaatini alaşağı
edip yerine ferdin ve kâr gruplarının menfaatin koyan bu doymaz lüks ve mal
düşkünlüğü bize, yıkılmak üzere olan Avrupa ve Amerika merkantilizminin
yadigârıdır. Oralardan koğulan altın tanrısı, para tanrısı, elmas tanrısı, lüks
tanrısı, her iflâs eden fikrin, her devrilen putun son vatanı burası imiş gibi,
sürü sürü, Türkiyeye göç ediyor.
Garp medeniyetini, İçtimaî müesseselerinin köklerini ve
bunların tekâmül tarihlerini anlamakla değil, yalnız gözbebeklerile seven geri
milletlerin bina, lüks ve süs hasreti içinde emekliyoruz. Ensesinde gümüşlü
tilkinin gıdıklayışım hissetmiyen Türk kadını bedbaht, nişan yüzüğünde pırlanta
kırıntılarının sıralanmadığını gören Türk kızı bedbaht, kübik divanı olmıyan ev
bedbahttır. Fakat: odasında kütüphane, duvarında resim, rafında kitap
olmıyan ev bedbaht değildir. Zengin
ailelerimizde Avrupa medeniyetini poker ve viski temsil ediyor. Bugün Avrupayı
yıkan bütün sefahat tanrıları Türkiyeyi yapmıya gelmişlerdir.
“Bir lokma, bir hırka” telâkkisile soysuzlaşan
bu anlayışın başka bir tereddi [yozlaşmış] kutbu da “her işin başı para„
kanaatidir.
Gençliğin, hiç olmazsa gençliğin ruhundan bu mal, bu
süs, bu lüks hayranlığını sökelim. Onların beyinlerine apartımandan evvel
yapmıya mecbur olduğumuz, yüzde sekseni hâlâ harap bir köy Türkiyesi içinde
yaşadığımızı en büyük Türk hakikati halinde çakmak gerek.
Sh:64-66
Peyami Safa
Buhar makinesi doğduğu tarihtenken bütün Anglo Sakson
dünyasında ideal insan tipini business man (iş adamı) temsil etmeğe başladı.
Sanayi kapitalizmi inkişaf ettikçe antikitenin kahramanları ve Ortaçağın “aziz”
leri yerine petrol kıralları, kömür kıralları, otomobil kıralları geçiyordu.
Ütihtarizm (faydacılık) felsefesinin buharın keşfinden pek az sonra Bentham’dan
]. Stuart Mill’e kadar İngilterede doğmuş ve parlamış olması bir tesadüf
değildir. Muvaffakiyeti hakikatin yerine koyan pragmatizm felsefesinin de
Amerikada itibar kazanmasına şaşılmaz.
Bilgiyi fayda’nın emrine veren, doğru mefhumunun yerine
kazanç memhumunu geçiren ve menfaati bir hak ve ahlâk prensibi haline getiren
lüpçü felsefe, bir Anglo-Sakson düşüncesidir ki, yüz elli senedenberi
kahramanlığın ezelî mânasını değiştirmek için olanca hamlesile çatışmıştır.
Ammenin menfaati lehine vermek’ten, canına bile vermekten üstün ideali olmıyan
kahramanın yerine, kendi menfaati lehine almak’tan, başkasının canını almaktan
bile üstün ideali olmıyan iş adamı geçiyordu.
Kendini topluluk aşkına feda eden kahramanlar çağanın
kıymet sistemini değiştirip kurnazlığı destanî şereflerin yerine koyan bu
faydacılığın kökleri, buharın keşfinden çok evvel ferdiyetçiliği filizlendiren
rönnsansa kadar dayanır. O tarihten beri kahraman, kocayınca köpeklerin
maskarası olan kurttur: Donkişot. Yeniçağ doğarken bu soysuzlaşan şövalye tipi
hayranlık değil, kahkaha uyandırıyordu. Gitgide İngilterenin şairleri bile
(Emerson İnsanlığın mümessilleri) nazik, zarif ve nikbin bir Rönesans tipine
hasret çekiyorlardı.
Kahramanlar neslinin kurumasına razı olmıyan büyük
sanatkâr ve filozoflar yok değildi: Almanyada Wagner’in operaları, Promete,
Herkül, Teze ve Homiros’un bütün kahramanları yerine Siegfridi, Hageni
diriltiyordu. Fıchte kahramanlar çağının feragat felsefesini tazeliyor,
Nietszche uyuşuk
ve kancık bir merhamet yerine mert ve dobra bir cesaret kovan, hesap ve ihtiyat
yerine tehlike aşkı duvarı üst-insan idealini getiriyor, “Beni büyük bir
Avrupa harbinden sonra anlıyacaklar” diyordu.
Onun beklediği harp, en geniş çapında, şimdi olmaktadır.
İki insan tipi çarpışıyor: İş adamı ve kahraman. Geçenlerde Manchester Guardian
adlı büyük İngiliz gazetesi: “İngilizler hiç bir zaman asker bir millet
olamamışlardır” diye yazdı. Halbuki İngilizler
de şimal ırkıdandırlar ve Walkyries efsanesinin çocuklarıdırlar. Carlyle
Kahramanlar adlı meşhur kitabında hayatın utilitaire (faydacı) telâkkisinden
nefret ettiğini ve hayatın kökünde yalnız ulûhiyet ve yalnız kahramanlık
bulduğunu söyler. İngiliz mütefekkiri harp meydanında ölmeği yüz kızartıcı bir
ayıp sayan ve tabiî ölümle öleceklerini sezdikleri zaman etlerinde kendi
elleriyle yaralar açan İskandinav kahramanlarına hayrandır; fakat onun modern
kahramanı bu en yüksek derecede feragat vasfını kaybederek hristiyanlığın
merhameti içinde yumuşamış ve incelmiş görünüyor.
İş adamile kahraman arasındaki tezat, müspet ve menfi
kutuplar tezadıdır: İş adamı kazanmak, kahraman kazandırmak ister. İş adamının
kendi kazancı memleketin menfaatinden evvel gelir; kahramanın gözünde
memleketin kazancı kendisine ait bütün menfaatlerden, haklardan ve keyiflerden
üstündür.” İngiliz müteffekirinin söylediği şey her kahraman için doğrudur: “Ruhsuz bir
dünya ve idealsiz bir hayat iğrençtir.” Faydacı,
Anglo. Sakson felsefesi işte bu imanı yıktı.
sh:69-71
Peyami Safa
İsterik [histerik] Yahudi karısı, bugünkü cihan harbi
önünde, uzun tırnaklarile saçlarını yolarak haykırır:
— Medeniyet yıkılıyor, insanlık mahvoluyor, bu ne
barbarlık, bu ne canavarlık!
İsterik olmasa bile, kadın olmasa bile, onun böyle
düşünmekte ve böyle cıyaklamakta neden mazur olduğunu biliriz; fakat harpten
evvel Fransada, Ingilterede, Amerikada yığın yığın sulh esrarkeşleri yetiştiren
ve nihayet Fransayı çökerten bu Yahudi propagandasını Türklerin ağzından da
işitince şeametler sezmiş gibi ürperiyoruz.
Hiçbir Türk, şu veya 'bu harbin” kısaca harbin
canavarlık olduğunu ve medeniyeti yıktığını söylemeğe izinli değildir. Çünkü bundan, bütün tarihi
fetihlerle dolup taşan Türkün canavar olduğu ve medeniyetler yıktığı neticesi
çıkar.
İstanbul fethinin beş yüzüncü yıl dönümünü kutlulamağa
on bir sene evvelden hazırlanıyoruz, Türk ve Türkiye tarihinde hiç bir zaferi
selâmlamağa bu kadar erken başlanmamıştır. Devlet ve millet, ancak Fatihin
torunlarına yaraşan bir davranışla, hiç bir işinde on bir sene evvelden
göstermediği hassasiyeti bu dâvada iliklelerine kadar duyuyor. Niçin? Fatih bir
canavar mıydı? Kokmuş Bizansın belkemiğine son tekmeyi vurduğu için bir
medeniyet mi yıkmış, yoksa Rönesans gibi yeni bir medeniyetin doğmasına, lâyık
zemini mi hazırlamışı tır? .
Harp insanlık için bir felâketse ve kahramanlık
canavarlıksa Türk tarihi baştan başa canavarlık tarihidir: Cengiz’in ve Timurlengin
hatırasına işeyiniz, Yavuzun hâtırasına tükürünüz, Barbarosun türbesini
yıkınız, Fatihin heykelini yapacağınız yerde sandukasından kemiklerini
çıkararak İstanbulun köpeklerine dağıtınız!
Bırakalım, harbin canavarlık olduğunu
Fatihin değil, son Bizans İmparatorunun torunları söylesin. Bu bir köle
felsefesidir: Kahraman, esire canavar
gibi görünür.
Nerede, ne zaman, niçin yapılmış olursa olsun, herharp
bir istifa kasırgasıdır: Çürümüş,
mukavemetini kaybetmiş, yıkılmak için sarsıntı bekliyen kıymetleri kökünden
söker, boşlukta savurur ve tarihin uçurumuna fırlatıp atar. Zelzeler de
böyledir, buhranlar da böyledir, ihtilâller de köyledir. Bunların hepsi bir
istifa zaruretinden, kıymetlerin tasfiyesi zaruretinden doğar.
Tarihin büyük çalkantıları yalnız miskinleri açındırır
ve âcizleri kederlendirir. Hakikatte bu ne merhamet, ne keder; bu, korkunun ta
kendisidir. Suratına insanlığın maskesini takar ve sesine düzme bir merhametin
iniltilerini doldurur.
İnsanlığın tarihi büyük çalkantıların tarihidir. Kalburüstü
gelen milletlerin hepsi bu sarsıntıyı ve sarsıntıları geçirmişlerdir. Hiç bir
kalbur sallanmadan elemez.
Romanın satvetine karşı çıkan hıristiyanlığın
merhametinden ne doğdu?
Harp, harp, yine harp! Merhamet bile acımağa devam
edebilmek için harbetmeğe mecbur. Çünkü merhamet edebilmek için merhamete
muhtaç olmamak lâzım; merhamete muhtaç olmamak için kuvvetli olmak lâzım;
kuvvetli olmak için düşman kuvvetleri yoketmek lâzım. Merhametin felsefesi bile
kuvvetin felsefesidir.
Ahmak sanır ki harpten galip de, mağlûp da perişan
olarak çıkar. İki taraf da kan dökmüştür ve birbirinin ocağını yıkmıştır. Ahmak
bilmez ki toprağın üstüne boşalan yağmur suları gibi insan-kanı da yepyeni
kıymetlerin tohumlarını sular ve ziyan olmaz. Bilâkis yaşamağa liyakatli milletler
harbden galip de, mağlûp ta çıksalar yeni bir bayata varırlar. 1870 mağlûbiyeti
Fransayı dürttü ve diriltti. 1918 mağlûbiyeti Türkiyeyi ve Almanyayı millî
inkılâplarına kavuşturdu. Misâller yığın yığın.
Eğer harp ve medeniyet birbirinin düşmanı olsaydı bugüne
kadar ya harp medeniyeti yahut medeniyet harbi ortadan kaldırmış olacaktı. Ne
biri oldu, ne öteki. Bilâkis, harbin medeniyete verdiği taze hamlelere mukabil,
medeniyetin de harbe daima yeni teknikler ve metodlar hediye ettiğini
görüyoruz. Çünkü medeniyet yalnız konforun değil, mücadelenin de vasıtalarında
bir tekâmül ifade eder. Tarih, bize milletlerin nasıl uyuduklarım ve
horladıklarını, nasıl kaşındıklarım anlatmağa tenezzül etmiyor; bilâkis bize
gösteriyor ki refah bile, konfor bile yeni bir mücadele için şart olan enerjiyi
biriktirmeğe vasıtadır.
Her şeyin mümkün olduğu böyle günlerde hakikî
canavarlık, bir memleketi Sulh hayalleri içinde yüzdürerek harbe sokmaktır. Biz
ise harp hakikati içinde sulhumuzu korumağa devam etmek zorundayız
Sh:72-74
Peyami Safa
Harbin kendisinden değil, tehdidinden bile uzak, sakin
barış devirlerinde insanlar, ferdiyetlerinin kabuğu içine çekilirler; içtimai
birer varlık olduklarını kendilerine unutturan masum bir hodgâmlık içinde ömürlerini
geçirirler. Bilhassa geniş halk tabakaları için kazanç ve geçim zorunun üstünde
millî alâkalar pek mahduttur. Her ev ayrı bir vatan, her aile ayrı bir millet
gibi yalnız kendi menfaat ve saadetinin endişeleri içinde, küçük, dar, hasis
bir cemiyet hayatı yaşar. Bu sosyal alâka ne kadar genişlese komşu ve akraba
muhitinden öteye geçmez; içine bütün memleket davalarını alan geniş bir millî
âlâkâ derecesine yükselmez. Politikacılardan, İçtimaî meseleler üstüne
ihtirastan ve tecessüsten mahrum olmıyan fikir adamlarından başka herkes, hattâ
münevver bir tüccar bile, münevver bir doktor bile, münevver bir mühendis ve
avukat bile yalnız geçim ve kazanç peşindedir. Hele bizimki gibi fikir alâkalan
cılız ve süreksiz, kitabsız ve okuyucusuz memleketlerde münevver geçinenlere
filan eseri okuyup okumadığını sorarsınız, çok defa şu cevabı alırsınız: “Başımı:
kaşıyacak vaktim yok!”
Başını kaşımaya vakti olmıyan bu münevverlerden
birçokları hiçbir baloyu kaçırmazlar; her büyük maçta bulunurlar; yağlı
pehlivan güreşine bile koşarlar; birahanelerde, kahvelerde her gün birkaç saat
kaybettikleri gibi, yeşil masa başında beyaz gece geçirenler de pek çoktur.
Çalışmaya ayırdıkları saatler, ancak mesleklerine ait olanlardır ve bu emeğin
gayesi geçimden, ve kazançta başka birşey değildir. Eğer siyasî veya, sosyal
bazı teşekküllere gidip geliyorlarsa hedefleri yine millî veya İçtimaî değil,
hep ferdîdir: Bir iş, bir mevki, bir kazanç peşindedirler. Bu teşekküllerin
idari seçim kavgalarında hepsini hazır görürsünüz, çünkü bir menfaat
çekişmesidir bu; ayni teşekküllerin konferans salonlarında onlardan hiçbirini.
göremezsiniz.
Fakat harp hali veya harp tehdidi milletlerin ruhunu
çalkalar; bir ilâç şişesinin dibine çöken tortuların havalanması gibi millî
ruhun altına sinen İçtimaî alâkalar da harekete gelir ve kolektif şuurun yüzüne
çıkar. Böyle anlarda millî ruh ferdî iştahlan susturur. Bir birlerini tanımdan
ferdler arasındaki gizli bağların kuvvetle hissedildiği bu devirlerde herkes,
az çok, İçtimaî bir varlık olduğunun şuuruna sahiptir. Yine bu devirlerde
milletlerin kaderine ait meseleler umumî bir merak uyandırdığı için tarihe,
idare şekillerine ve rejimlere, İçtimaî, İktisadî ve sosyal davalara ait
etüdlerin genişlemesinden siyasî felsefe hareketleri doğar. Fransada 1870
harbinden sonra Ernest Renan gibi mütefekkirlerin eserlerini çeviren büyük
alâka böyle bir millî ruh çalkantısının neticesidir. Fransız edebiyatında da
geniş hareketlerin doğuşu, harp ve ihtilâl gibi büyük çalkantılardan sonraki
devirlere tesadüf eder.
Büyük harpten sonra fikirlerde doğan köpürüşlerin sebebi
de İçtimaî alâkaları şiddetle kırbaçlıyan tarihî hadiselerdir. İçinde
bulunduğumuz harbin fikirler ve güzel sanatlar üzerinde tesirsiz kalabileceğine
ihtimal vermiye imkân yoktur. Bu tesirler büyük değişiklikler arifesinde
olduğumuzu şimdiden sezdiriyor: İngilizlerin 157 seneden beri muhafazakârlığı
temsil eden Times adlı büyük gazeteleri bile, bu harpten sonra büyük
değişiklikler beklemek lâzım olduğunu kabul ediyor. Şimdiden Amerikada ye
Avrupada bütün içtimai, siyasî, İktisadî ve estetik meseleleri, bir efkârı
umumiye hareketi halinde başlamıştır.
Büyük harptenberi kültürsüz halk, kütleleri bile
kendilerini ilgilendirilen siyasî ve iktisadi meselelere daha yakından alâka
duyuyorlar. Bundan anlaşılır ki
insanları ferdiyetlerinin dar çemberinden kurtararak millî meselelerde
heyecan duymıya sevkeden âmillerin başında harp hali, harp tehdidi, ihtilâl,
anarşi korkusu gibi felâketler veya bunların tehditleri geliyor.
Biraz tenebbüh için bin belâ, ne dersi haşin!
Sh:77-79
Peyami
Safa
Fransa’nın en büyük hatalarından biri yeni Almanyayı az
ye fena tanımasıydı. Yalnız askerlik bakımından değil, daha beteri, bu günkü
Almanyayı teşekkül ettiren fikirlerin yakın tarihi bakımından da, Fransızlar
gibi geniş. bir İlmî tecessüs ve kültür sahibi millet, bitişik komşusunu
anlamakta çok geç kalmıştı. Birkaç seneden beri Fransada Almanyaya dair yapılan
neşriyat, bitaraf İlmî karakterden mahrum, komşuları aleyhine siyasî propaganda
mahiyetinde yazılar ve kitablardı. Harbden ancak bir sene evvel, çok geç
uyanmış bir tecessüs, Fransada yeni Almanyayı tanımak için İlmî araştırmaların
yolunu açtı. Bu harb içinde ölen meşhur Fransız içtimaiyatçısı Bougle’nln
reisliği altında “Alman milletini hususî bir rejimin emri altına koyan
nazariyeleri Fransada tanıtmak için” bir etüd grupu teşkil edildit Bu
grupta Sorbonne Üniversitesinin Edmond Vermeil ve Jaques Miliot gibi Alman
tarihine aid bir çok eserler sahibi profesörler vardı. “İrkçılık akideleri”,
“Mektebde ırkçılık”, “Irkçılık ve din”, “ırkçık ve hukuk”, “Irkçılık ve
san’at”, ilâh... adlan altında izah, tefsir ve tenkid bültenleri neşredilmeğe
başlandı. Ayrıca Sorlot ve Payot gibi en büyük kitapevleri de Alman inkılâbının
mübeşşirlerini fikirleri ve şahıslarile beraber tanıtan eserler çıkardılar.
Fakat bu neşriyat, Fransızlara Almanya hakkında propaganda hilelerinden masun,
dürüst ve tara bir fikir vermekte çok geç kalmıştı.
Türrkiyede bu kadarı bile yoktur. Yeni Almanyaya dair
kitabevlerimizde -arayıp da bulabileceğiniz tek eser, Hitler'in “Mein Kampf„
adil meşhur kitabının günü gününe, acele ve üstünkörü yapılmış bir
tercümesinden ibarettir.. Alman inkılâbının kaynakları ve. tekâmülü haklanda
peşin ve doğru bir bilgi sahibi
olmıyanlar, bu eserden tam ve dürüst bir 'mana çıkaramazlar, Çünkü Alman
devlet reisinin fikirleri, bu asrın, başından, bilhassa Büyük Harbden sonra
Almanyada W. Rathenau, Keyserling, Thomas Mann, Spengler, Moeller Van den
Bruck, ‘‘That” grupu, Rosenberg, Günther, Peder; ilâh... gibi filozofların ve
mütefekkirlerin nazariyatları üstünde yapılmış bir tasfiyeden çıkan sentezdir.
Bu nazariyetleri doğuran fikir cereyanları bilinmedikçe ”Kavgam” ı dolduran
maksadların iyice anlaşılmasına imkân yoktur. Tanzimattan hele
Meşrutiyetten sonraki fikir cereyanlarını bilmeyen bir yabancı için Cumhuriyet
inkılâbını bütün kaynakları, hedefleri ve
manâlaıiie anlamak imkânsız olduğu gibi.
Bugünkü Alman inkılâbını izah etmek lâzım geldiği zaman
Fichte'nin ve Nietzsche’nin isimleri çok geride kalır. Hatta bir arkadaşın
makalesinde gözümüze iliştiği gabi bu iki ismin yanyana getirilmesi de pek
doğru olmaz. Ed. Vermeil “Doctrinaires de la revölition allemande” adlî büyük
eserinde, harb sonrası Almanyasının fikir cereyanlarını müvazi surette inkişaf etmiş iki grupa ayırıyor.
Birinci grupta Keyserling, Rathenav, Th. Mann, Spengler, 'Moeller van den
Bruck, ve “Tat„ m başlıca muharrirleri vardır ki on sekizinci asırdan
yirminciye ve Leihniz’den Nietzsche’ye' kadar gelen yüksek fikir an anesini
temsil ederler. İkinci grup “doğrudan doğruya Nazi mütefekkirleridir ki
ilhamlarının büyük bir kısmım bu
an’aneden almış olmakla beraber, gene on sekizinci asırdan yirminciye,
fakat daha ziyade Kerder’den S. H. Chemberlain’a kadar gelen antisemit -ırkçı
anaaneye mensubdurlar.
Bu iki grup da makineleşmeğe, akılcı “rationaliste„
düşüncenin '' hakimiyetine, mücerred zekânın suiistimaline düşmandır. Fakat
ikinci grup” 'Avrupa düşüncesini ikiye bölen bu ihtilâfı aryen ve Yahudi
ırkları arasın d akı toprak ve kan zıddiyetine isnadı eder. Rathenav istisna
edilirse bu iki grupun bütün mütefekkirleri yeni Almanyanın teşekkülünde Prusyalılara
en büyük rolü yermişlerdir. Yalnız Rathenav Prusyayı İslavlaşmsş ve bunun için
de tehlikeli telâkki eder, Th. Mann istisna edilirse, iki grup da 1739
inkılâbının aristokrat ve kahraman Fransayı öldürdüğüne, milleti riyazi bir
“yekûn” zanneden ve mîllî iradeyi bir rakam kalabalığına icra eden garb
demokrasilerinin tanı iflâsına inanmıştır. Her iki grup da bir çok tefsir
farklarile -ırkçıdır, panjermannistir ve enternasyönalizm düşmanıdır. 'Bunlara
göre Marksizmin en büyük hatası milleti unutmak ve sınıflar arasındaki
adaletten bahsettiği halde milletler arasındaki adaleti hesaba katmamaktır.
Demokrat müntehib gibi komünist Yahudi de, topraksız ve millî davasız kalmış
bir “köksüz” dür. Her iki grup da, “Hegel an’anesîne sadık, millî iradeyi
yalnız devletin, temsil edebileceğine inanır. Her iki grupun da en selâhiyetli
adamları, bütün yüksek medeniyetlerde şimalin tesiri yaşadığına kanidirler:
Mısır, Çin, Hind,' Iran bilhassa Yunanistan ve Roma. Bir milletin kıymeti,
içindeki uzun ve sarışın kafanın sayısına da bağlıdır. Almanya Prüsyalılaştığı
kadar da şimalleşmelidir. Fakat iki grup arasında olduğu gibi her grupun
şahsiyetleri arasında da Prüsyanizmin, nasyonalizmin, pancermanizmin etatizrain
ve nordizmin tefsirleri, tasfiyesi imkânsız olmayan farklar, bazı pek büyük
farklar doğurmuştur.
İşte nazizmin ve Hitlerin, nazariye plânında yaptıkları
şey, on sekizinci asırdan zamanımıza kadar iki koldan gelen büyük fikir
an’anelerinin bütün yedi Alman mütefekkirlerine ilham ettiği nazariyeler
arasında hazan tezada bile benzeyen bütün farkları tasfiye ederek canlı bir
terkibe kavuşturmak olmuştur. Bu terkib, halkın seviyesine kadar inebilecek bir
sadeliği ve aydınlığı? Coebbels’in idare ve kısmen de bizzat telif ettiği
neşriyatta bulur.
Bugün bütün dünya tarihinde en büyük rolü oynamak için
ayağa kalkmış bir milletin bütün fikirlerini, ihtiraslarını ve maksadlarını
öğrenmek her memleketin hayatiyle, iç ve dış politikasıle doğrudan doğruya
alâkalı, büyük bir zaruret; olduğu için, bütün Avrupada, şimal ve cenub Amerikasında
yeni Almanyayı ve inkılâbını eksiksiz ve yanlışsız tanıtacak sayısız kitaplar
çıkarılıyor. Bu inkılâbın leyhine veya aleyhine yapılan maksadlı neşriyat bir
tarafa atılmak şartiyle, milletler için Avrupanın göbeğinde patlamış muazzam
bir fikir ihtilâlinin mahiyetini ve manâsını anlamakta fazla geçikmemek lâzım.
Türkiyenin kendi millî, ekonomik ve jeo politik bünyesinin hususiyetleri
yüzünden Hitlerizmin bazı prensiplerine çok yabancı olduğuna ve yabancı kalmağa
mecbur olduğuna kimsenin şüphesi yoktur. Bunu unutmamak ve gençliğe, halka
daima hatırlatmak şartına sadık kalındığı takdirde, bugünkü Almanyayı, lehinde
veya aleyhindeki propagandanın değil, ilmin gözüyle görmeğe ve bir birimize
göstermeğe mecburuz. Bundan zerre kadar şüphe eden bir zihniyet, bilginin bir
zaruret oluşunu bile inkâr eden cehaletin ve darkafalığın hizmetindedir.
Sh:105-108
Kaynak: Peyami Safa,
Millet Ve İnsan, Halk Basımevi, 1943, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar