Derleme
GÜL ve BÜLBÜL
“Kırmızı gül, Allah'ın görkeminin tezahürüdür.”
Hristiyanlığın ilk çağlarında gül Hz. İsa’nın sembolüdür. Hz. Meryem’e de
dikensiz gül denmiştir...”
İslam kültüründe gül, Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin Miraç
gecesi Tanrı’nın huzurunda Cebrail ve Burak’la terler döktüğü, Burak’ın
terinden sarı gül, Cebrail’in terinden beyaz gül ve Hz. Muhammed salla’llâhu
aleyhi ve sellemin terinden de kırmızı gülün meydana geldiği rivayetinde yüz
gösterir.
Bu inancın etkisiyle dînî günlerde ve mevlit gibi törenlerde gül suyu ikram
edilir.
Klâsik Türk şiirinde na’tlerde gül, Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve
sellemin saçına, yanağına; gül kokusu kokusuna, terine; gül goncası ağzına; gül
fidanı boyuna müşebbehün bih olmuştur.
“İnanışa göre Nemrut tarafından ateşe atılan Hz. İbrahim’in önünde saf
bağlayan kuşlardan birisi onunla birlikte kendisini ateşe bırakır ve Tanrı ’nın
elçisine eşlik eder. Kendisine hoş gelen bu hareketi nedeniyle Tanrı onu
ödüllendirmek ister ve Cebrail vasıtasıyla ne dilediğini sorar. O da Tanrı ’nın
bin isminden yalnızca yüzünü bildiğini söyleyerek kalan dokuz yüzünün de
öğretilmesini ister. İşte Tanrı’nın bütün isimlerini öğrettiği o kuş, kıyamete
dek gönülleri bağlayan sesiyle Tanrı ’nın isimlerini haykıran bülbüldür.”
“Bülbül derdini güle bir türlü anlatamaz. Aşk acısını anlatmak mümkün
değildir.”
“Gül, güzelliğiyle gururlanıp âşık bülbülün sözlerine kulak vermese de o
inleyip feryat etmekten vazgeçmez.”
ÖLMELİ İNSAN ÖLMELİ
Son zamanlarda insanların, sosyal hesaplar ile tatmin olmasına,
düşünürlerin dahil olması, demirci körüğündeki demir işine döndü. Azıcık bir
cümle ile dünyaları anlatmanın peşinde olmak, anlayanı, anlamayanı belli
olmayan, sonuçlar, takip ediyor görünüpte takip edilmeyenler…sonuçta boşa
geçirilmiş vakitlerin acısını hissettiriyor. Barajların dolmuşluğu küçük
kapaklar ile boşaltılarak, heyecanlar ve isteklerin sonucu oluşacak devler,
cücelere döndürülüp, kaybolma yolundalar.
Önceden yapmadığını yapmaya başlayan sürgün filozoflar, kendilerini
kaptırmış gidiyorlar.
Bu kadar doluluğun içinde gerçek yüzünü gördüğümüz kaç kişi kaldı?
Çok olmadığı kesin.
Bir fikir hakkında sadece yalakalanmak öteye gitmeyen, itirazsız, hormonulu
hikmetler, kalbimizin perdelerini çok açtığımızı zannetmiyorum. Hz. Rasûlu'llâh
salla’llâhu aleyhi ve sellemin yapmadığını yapmaya çalışmak. Bugün bir filozof
kafa gördüm. Bedeninden kesik resmine istinaden, kulakları küpeli. Kölesiyim
Tanrının, diyeni mi taklit ediyor? Kölemi…neyin… entelektüel jargonun
bilinmeyinde kendine hava mı vermeye çalışıyor.
Gün ve devran döner, hayat hepimiz için biter. Ortada kalan ölümüne sebep
olduğumuz yüzlerce fikrin yanında birilerininki de eklenir.
Kalmak… yanında bulunduğumuz istekler dünyasında… kaç kişiyi hidayete
erdirmenin zevkini yaşadı ki?
Ya anlaşılmaz fikirler ile ölümüne intiharına yol verenler, ya da boğulsun
diye biraz ilave su doldurulan, küçük bardaklarında ölen insanlar.
Ölünmez denen ferahlıklarda ölüşler var.
Bereketsiz zevksiz olmak bir kazanç kapısı. Yazamak için yazmak, tatmin
olmak bir hastalığı. Bende varım diyerek… neyinde varız, neyinde yokuz değimiz…
sözlerin arkasında sadece bir boşluk… görülmesi gerekirken günü güne takılmış
bir fırtına arakasında, gidip gelmelerin sonuçlarında, hep huzursuz bir gözle
ben neyimden çıkmış… kırk defa pişman olduğumuzu tekrar yapmışlar.
oğru olanı söylemenin suçlandığı zamanlarda yalan söylemeyi beceremeyene
acımak gerekiyor. Hayat bu kadar çekilmez olmalı mıydı?
Ben olsun, biz olsun bitip.. o olsuna ne zaman dönüş yapacağız. Benlik
asarından çıkmak, hiçlik kaçıp, bir tanrının karşısında olduğunu bulmak.
Bunu öğretecek insanlar biliyordum. Kalkamayacak kadar yorgun bitkin
bıraktılar. Bir nevi öldürdüler.
Ölmeli insan… kendi ölmeyi beceremiyorsa birileri yardım etmeli ve ölmeli.
Ölünce olan çok bir şey olmasada.
Ölmeli, sahip olduğumuzu zannettiğimiz dünyada.
Cebimiz para, etrafımız hayranlarla yaşamak varken neden ölmeli?
Geleceğini bildiğini beklemek cesaretini bulamıyorsa ölmeli.
Ölüm canın çekilmesi değil ki, ölüm… kendinin çekilmesi.
Öyleyse…koşmaktan vazgeçenlerin yanından göçmeli.
Ölümlü olan öleceğini baştan bilmeli.
Birbirimizden uzaklaşarak benim bildiğime, senin bildiğine, takılıp
kalmaktansa ölmeli…
Kim çok biliyor ki bir adım ötesini.
DEDENİN KIYMETİNİ BİL
Eski büyüklerimiz biraz latife edince "dedenin kıymetini
bil" derlerdi.
Dede geçmiş gitmiş, torun ortada dolanıyor, dedenin kıymeti nedir, denir
değil mi?
Ah dede sen neymişsin dediğimiz bu mudur?
"Dedenin yediği elmadan torunun dişi gocunur"u söyleyenler, hangi
temeli işaret etmiştir.
Temel bu, Karadeniz fıkrası değil, temel bu.
Atılan temel, sağlam olmalı.
Büyükşehirlerde, gariban ilk tasarrufunu bir arsaya yatırır.
Sonra bir temel atar, sene sene üstüne kat çıkar.
Ne zorlu bir emektir. Ekmeğinden kestiği parayla kuş yavası büyüklüğündeki
köşkünü yapması.
Temeli, kaç kata göreyse, o kadar kat ve sağlamlamlıkta olur. Ancak dede,
bu işi önceden öğrettiyse. Sonrası Allah kerimdir.
Çok kişiler vardır. Sefere çıkarken yol azığını evinden idare edecek
miktarıyla alır. Bazan bu yol bereketli vadilerden geçer, sıkıntı yok. Ancak
bir de çöle uğrarsa hali yamandır. Çölde susuzluk ve açlık ona kalleş davranır.
Adamı kuyu başı diye getiridiği serabın başına kadid eder, rüyalara
düşürür.
İşte bu şekilde hayale batmış bir dervişi tanıdım.
Çölünde kalmış, yönünü bulamamış aynı yerini tekrar, tekrar dönüp dururken
bayılıp gitmiş.
Çöl dönülür mü, adamı yutar, üstüne kumdan tepe mezar yapar. Kumu gidince
de akbaba ziyafetine sofra açar
Bu halde iken bizim derviş son demine varmak isteyen gemi gibi bayrağını
sallayıp öteye gidecekken, birden şeyhi göründü. Tercih nedir demeden,
"gel"in yolunu açtı.
Şeyh "oğlum kalk, sen bu hale düşersin, bize de düşen görevimizi
tamamlamaktır" der dervişini alır götürür.
Onlar ve onun için zaman ve mekân yoktur.
Nasıldır deme bu aynıyle vaki, çok haberi ve tevatürü vardır. (Hikayeyi
yazan Saçlı Babayı tanımıştır. Buna benzer durumları onda kaç kere
dinledik. Ancak kabul edene söylemeli.)
Derviş soluğunu tekkede alırken bulmuştur.
Nerdeyse ay hesabına uygun iki veya üç gün gibi sonra aklı başına gelir,
şeyhinin huzuruna varır. Şeyh ise hiçbir şey olmamış gibi iltifat dahi etmez.
Eller, ayak öpmek için yerlere yüz sürerse de, şeyhin bir nazarı yoktur. Derviş
ağlayarak çıkar, büyük sofadan.
Tekke kapısı önünde köpeğinim niyetine, boyun bükmüş Çullu Dede
oturmaktadır.
Dede bu, dert anlar, dervişi görünce seslenir hafifçe "gel" der.
Dervişi peşine takar.
"Bak oğul" der, "bu duruma düşmene sebep senin biraz
büyüklere edepsizlik etmen oldu. Onlara çok saygılı davranmıyordun. Onlara hep
kendin gibi baktın. Kendin gibi baktıkların hepsi Hakk katında değer verilmiş
kişiler, onları tanıman için bu belayı başına sardılar. Kapıyı sana araladılar.
Çünkü Pirin kapısına gelmek ve bağlanmak demek senin hamlıktan azat edilmen
içindir. Çünkü hakiki şeyhin Allah Teâlâ ile bir sözleşmesi vardır. Bütün
teslim aldıklarını terbiye edeceklerine dair.
Hepimize boyun eğmeyi ezelde Elest divanında öğrettiler. Boyun eğeceksin.
Sen yine Hakkın önünde eğ. Zalime de eğme derler. Ancak veli dostuna eğ ki, sana
bir ışık vursun. Yoksa yolun karanlık çölleri var ve kurdu yanında.
Diyorlara sen bakma, Hızır aleyhisselâm ile Hz. Musa aleyhisselâm arasında
iş o kadar inceldi ki, koca peygamberi bile talebelikten aldılar. Dervişlik
mektebinde dünya işine bıraktılar mı dönüşünü çok vermeyebilirler.
Çullu dedene niye sormuyorsun kapıdan içeri girmiyorsun diye, aynı helvayı
bana karıştırmışlardı. Yüzümün karalığı eşikten öteye vardırmıyor ki beni. Evin
köpeği aileden sayılır, ancak yeri kapı eşiğidir. Ev halkını korumak için köpek
ölür de, bu onun için evin içine girme hakkını vermez. Sende edebini
kaybetme şeyhin ayaklarına kapan, belki sana acırda yerin yurdun benim gibi
olmaz.
Kendini deryada kaybedebilirsin, ancak, kendinde kaybolursan ayıkman
gecikecektir."
SENİ SEVİYORUM ALLAH'IM DAKİ HUZURU BULMAK
“Ben göklere ve yere sığmam, fakat inanan kulumun kalbine sığarım.”
El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2:165; İmam-ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn, 3:14.
Korku ve sevginin arasını bulmak.
Zıt iki şey bir anda bulunması bir kalpte olması muhaldir.
“Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır,…” (Ahzab, 33/4)
Seven ve korkan kalp.
Biri gelince diğeri gidecek, dememektir.
Sevginin makamı gönül, kalp, fuad .. gibi çeşitli
şekillerde tabir edilsede hepsinin buluştuğu mefhum aşk ve sevgidir.
Çocuklarımız bebek iken karşılıksız sevgi ile gelişirken daha sonra… bu
sevgi, yavaş yavaş korkuya dönüşümlü bir hal gösterir. Çünkü terbiye fıtratın
değişimiyle alakalıdır.
Manevi terbiyede vesvesenin makamı kalptir. Kalp ise çok zaman şeytanın
üfürmesinden emin değildir. Şeytan onlarla çocukların top oynadığı gibi oynar
denilmiştir.
Çocukluk döneminde olan birine sevgi ve korkuyu aynı derecede vermenin
imkansızlığı bulunmaktadır. Bu nedenle suç anında cezalandırılma faktörünü
dereceli planla beraber tutarız.
İnsanların çocukluk, gençlik çağları, olgunluk ve ihtiyarlık evreleri
manevi boyutta da geçerlidir. Mesela 23 yıllık tebliğ döneminde hadler/cezalar
son yıllara kalmış en son yasaklananın faizin olması da, paranın insan
dünyasında en son terk edeceği sevgiden olmasıdır.
Tasavvuf büyükleri intisap eden dervişlerin ilk
dönemlerinde kalbi faaliyetler ön planda olduğundan, sohbet ve
terbiye literatüründe kullandıkları araçlar ve kelamları gönül makamına uygun
tutmak zorunda kalmışlardır.
Ehl-i dil, yaratanı sevmeyi, yaratılanı sevmekle eşleştirince,
gönlün ilk etapta ele alınması mecburi olmuştur. Mesela, İhramcızâde
İsmail Hakkı Toprak Efendi hazretlerinin ihvanlarına söylediği bir sözü dile
getirelim.
"Biz Allah Teâlâ'dan korkmayız, ancak gönülden korkarız"
Bu sözden murat kendi nefsimiz açısından Allah Teâlâ'ya karşı bizde bir
sıkıntı yoktur, ancak sizleri ve gönüllerinizi zayi etmeden kazanmak ve
terbiyenizi tamamlamak bizi tedirgin etmektedir. Korkmaktayız. Bir başka
yerde "verilmiş bir sözümüz vardır. Bize teslim olan ihvanı
tertemiz etmeden cennete girmek haram olsun" demişler…
Hz. Musa aleyhisselâmın gönül tahtını izah eden Allah Teâlâ'yı davet etme
konusunda meşhur bir kıssası vardır. Hatırlayalım.
Hz. Musa aleyhisselâmın ümmeti:
- Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz
olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa aleyhisselâm, onları
azarladı.
«Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi
akıllarından bile geçirmemelerini tembihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu
Sina'ya çıkıp, bazı münacaatta bulunmak istediğinde, Allah tarafından şöyle
nida olundu:
- «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»
Musa aleyhisselâm:
«Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten hayâ ederim. Nasıl olur,
Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi.
Allah Teâlâ:
«Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim» buyurdu.
Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı,
koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası
hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir
başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar
tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın,
üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip:
«Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de
karnımı doyurayım» dedi.
Hz. Musa:
- Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir
katkın bulunsun. Biraz sonra Allah Teâlâ gelecek, dedi.
Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen
misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu.
Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.
İkinci gün Hz. Musa Tur'a gidip:
- Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah sözünde
durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:
- Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir
lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.» Bunun
üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:
- Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi. Bu
nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:
- «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni
doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz
bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak
geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu.
Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah'ın kendisine yapılmış
gibi olmakta, Allah o kimseden razı olmaktadır.
Gönül, Allah Teâlâ'nın dünyaya tecelli ettiği ve hiçbir yere sığmam ona
sığarım dediği makamdır. Bu nedenledir büyüklerimiz terbiyede kendi kontrolümüz
konusunda kimseye incinme, kimseyi incitme ilk ders olarak
vermişlerdir.
İncitmemek kolay, fakat incinmemek… zor husus olduğundan yolun kesesini
tercih ederler. Gönüller yapmaya geldim, denilen hususta budur.
Bu meyanda korku, peşinde öfke ve hatayı çabuk getiren, bir fiildir. Hz.
Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin miraca çıkmadan önce kalp
ameliyatında korku damarlarının alınma nedeni de budur. Korkusuz
olarak, sevgiyle miraca çıkmıştır. Eğer korku meleke olarak bünyesinde
bulunsaydı miracın vaki olması belki mümkün olmayacaktı. Çünkü aklının dünyevi
karşılığı olmayan bilgiyi ilk tahammülünde zorlanacağı çok şeyle karşı karşıya
kalacağı bilinmekteydi..Vahiy esnasında Efendimizin kriz şeklindeki nöbetleri
delil olarak söyleyebiliriz.
Bazı kardeşlerimiz diyebilir ki, Allah Teâlâ benden
hakkıyla korkun bunun manası nedir?
Burada korkuyu dar içerikten çok, sevdiğinizi yani beni kırmaktan, isyan
etmekten, kulluktan kaçınmaktan korkun demiştir. Ben zaten münezzehim.
Nuh aleyhisselâm tenzih ve teşbihi orta yollu tutmayı başaramadığında
kavminin helak olmasına neden olduğunu İbn Arâbi kuddise sırruhu'l-âlî beyan
etmektedir.
Bilmeliyiz ki, rıza makamında, Allah Teâlâ'nın zat-i ilahisinin tecellisi
ve kulun muhabbeti vardır.
Rıza makamı, bütün makamlarının üstündedir. Bu yüksek makamın ele geçmesi
ise, terbiyede kemale kavuştuktan sonra olur.
Marâşi Ahmed Tahir kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki;
“Oğlum sizler Allah Teâlâ’dan razı olunuz. Yoksa Allah Teâlâ sizlerden
razıdır. Öyle olmasaydı -Bu âlemi bizimle paylaşmazdı- bir saniyede herkesi
helak ederdi!”
Yine burada bilmemiz gereken bir hususta Allah Teâlâ ben kulumun
zannı üzereyim demesidir.
Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem, ölüm döşeğinde olan bir
gencin yanına girdi ve ona, "Sen kendini nasıl buluyorsun?" diye
sordu. Genç, "Ben Allah' (ın affın)ı umarım Yâ Resûlâllah!
Ve günahlarımdan da korkarım." dedi. Bunun üzerine
Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki,
"Bu vakitte herhangi bir kulun kalbinde bağışlanma umudu ve günah
korkusu birleşince, mutlaka Allah o kuluna dilediğini verir ve onu korktuğu
azabından emin kılar." (Neseî, Zühd: 31)
Başka bir hadisi kutside "Allah Teâla Hazretleri diyor ki:
"Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. O, beni andıkça ben onunla
beraberim. O, beni içinden anarsa ben de onu içimden anarım. O, beni bir cemaat
içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir cemaat içinde anarım. O, şayet bana
bir karış yaklaşacak olursa, ben ona bir zira yaklaşırım. Eğer o, bana bir zira
yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse ben ona
koşarak giderim. Kim bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, ben de
onu bir o kadar mağfiretle karşılarım." [Buharî, Tevhid 15; 35; Müslim, Zikr
2, (26 75), Tevbe 1, (2675).]
Hulasa fikirlerimizi korku temelinden çıkarıp sevgi yönüne çevirmeyle olan
kazancımız, bela anında açık kapılarımızın bulunmasını sağlamaktır. Korku,
bütün kapıları kapatır. Günümüz insanın korku ile sömürülmesi ve güvenlik
temelli fazla tedirgin oluşundan bunu daha iyi anlayabiliriz.
Çocuğumuzun ve sevdiklerimizin affına meyyal olduğumuzu bildiğimizden,
kendi iç dünyamızdaki huzurda… korku ve ümit arasındaki duruşumuzun sarkacını
sevgi tarafına dönük olması münasip ve elzemdir.
FIKRA
Bir gün Hoca devesine binip giderken yolda nasılsa deve onu üzerinden
atmış. Tam öldüreceği sırada arkadaşları gelip Hoca yı kurtarmışlar. Kendine
geldikten sonra şunları söylemiş:
'Aman arkadaşlar şu yaramaz deveyi tutun da boğazlayayım. Çünkü ben
insanlık için üzerine binmişken o beni hem yere attı hem de üzerime binrnek
istedi."
Behçet NECATİGİL ŞİİRLERİNDEN
HER ŞEY BİR ÇEVİRİ –
Her şey bir çeviri
Değişiktir, aynı şeyin çevirisi
Örnekler:
Gözlerini açsa da kapasa da onu görüyordu
Gözlerini ha açmış, ha kapamış
Gözlerle onu gö-
Gözlerini….. onu görüyordu
Ara değişir, örnekler:
Diyelim onu görüyordu
Neyle görüyordu? Diyelim gözleriyle.
Her şey bir çeviri
Kendimize çeviriyoruz her şeyi
Kendimize göre her şey
Değişir parçalar
Diyelim “Hep onu görüyordu” demek istiyoruz
Anlatabiliriz bunu başka başka
Örnekler:
Gözlerini açsa da kapasa da…
Gözlerini ha açsın, ha kapasın…
Gözlerini ister açsın, ister kapasın…
Gözlerini açıyor, kapıyor, yine de…
Gözlerini……
Hep onu görüyordu (sürdürün daha da)
Arada biçimler değişir,
Zevkimize kalmış,
Koltuğu şöyle çevir, ya da böyle
Koltuk eski koltuk
Ama
Yine de
Bir şeyler değişti!
Ben her şeyi kendime çeviriyorum
Ayrıntılarda fark oluyor
Bir habere, bir acıya, bir sevgiye bakışımız
Sende başka, bende başka.
9
– 10 Ocak 1979
SEVGİLERDE -
Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.
Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.
Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vaktiniz olmadı.
TEMPORA MUTANTUR
Baktım seneler kuş gibi uçuyor,
Baktım sonum bir avuç toprak - -
Sevdim gençlik icabı
Ağaca bağlandı yaprak.
Ey dost rüyamı hayra yor,
Çok görme Behçet'ine!
Kapıldım lezzetine,
Ey aşk, iki cihanda aziz ol!
Elveda tahsil gecelerinin kara bahtı,
Bütün kitaplar kapandı!
Lodos rüzgarı es esebildiğine,
Dinmesin gönlümdeki çalkantı!
Mecnun da beyâbâna
Bu yollardan gitmişti.
Ben artık eskisi gibi değilim,
Devran değişti.
BIRAKTIĞIMDA…
01 Mart 2017
Violet ALALOF
Köşe Yazısı
Bu yaşamda her şey kendimiz olmaya dayanıyor bence… Ne kadar kendimiz
olabildiğimiz ise neleri bırakabildiğimiz ile doğrudan ilintili…
Bu hafta size A.Pieroth adlı bir yazarın ‘Kendimiz olmamayı
bırakmak’ başlıklı makalesinden alıntılar yapmak istiyorum:
‘Kendim olmamayı’ bıraktığımda, sadece kendim olabileceğimi anladım… Kendim
olabilmek ise hem ruhuma, hem dünyaya en büyük sorumluluğum…
Dünyanın gürültüsünü dinlemeyi bıraktığımda, en güzel sesin ruhumdan
geldiğini duymaya başladım…
Niyetlerimi, ruhumun çağrısını sorgulamayı bıraktığımda; soruların hep
cevap aradığını ve belki de cevapları bildiğimi görmeye başladım.
Zorlamayı, itmeyi ve zor yolda durmayı bıraktığımda; bu zor yolun başka bir
yolu seçmem için verildiğini anladım…
Dikkatimi dağıtanları, reddettiklerimi, küçük bağımlılıklarımı
bıraktığımda; gerçek gücün odaklanmak ve kendine söz vermek olduğunu anladım…
Her gün ruhumdan gelen çağrıları takip etmediğimde ve onlarla ilgili bir
şeyler yapmadığımda; bir süre sonra ruhumdan bir parça götürerek öldüklerini
anladım…
Başkalarını memnun etmeyi bıraktığımda, zaten hiçbir zaman edemeyeceğimi
anladım…
Kendimi sorgulamayı bıraktığımda; kalbimin doğruyu bildiğini ve onu takip
etmeye ihtiyacım olduğunu anladım…
Kendimle savaşmayı ve kendimi değiştirmeyi bıraktığımda; dünyanın zaten
kendim olmamam için yeterince zorladığını, benim buna ayrıca zorluk eklememem
gerektiğini anladım…
Özür dilemeyi ve kendimi küçültmeyi bıraktığımda; kabul edilmeye çabalamak
yerine kendi ışığımı yakmanın başkalarına da ilham olacağını anladım…
Sadece ortak geçmişimiz üzerine kurulu dostlukları bıraktığımda; birlikte
büyüyemeyen, gelişemeyen, aynı yolu paylaşamayan dostlarla yolları ayırmanın
her iki tarafa da hizmet ettiğini anladım…
Kalabalığın gittiği yolu takip etmeyi bıraktığımda; kalabalıkları takip
ederek ödeyeceğim bedelin çok yüksek ve ruhuma ihanet olduğunu anladım.
Güvenememeyi bıraktığımda; güvenmemem gereken kişilere güvendiğimi, en çok
güvenebileceğim kişinin kendim olduğunu anladım…
Yorgun olmayı bıraktığımda; yorgunluğumun bana neşe vermeyen, ruhumu
beslemeyen işler yapmaktan kaynaklandığını anladım…
Anlaşılma ihtiyacımı bıraktığımda; anlaşılmak yerine kendimi anlamanın daha
önemli olduğunu kavradım.
Aşkı aramayı bıraktığımda; en doğru aşkın kendime duyduğum kabul ve sevgi
olduğunu anladım…
Kendimi başkalarıyla kıyaslamayı bıraktığımda; onların hayatlarını
aynalamaktansa kendi aynamı kendime tutmanın hayatıma ışık getirdiğini anladım…
Dünyada kendimi evimde hissedememeyi bıraktığımda; kendimi hiçbir zaman
dünyada evimde hissedemeyeceğimi, ruhumda evimde hissetmenin yeterli olacağını
anladım…
Öfkeli olmayı bıraktığımda; öfkenin altında yatan korkuyu görerek artık ona
tutunmanın gereksizliğini anladım…
Hayırlı bırakışlar olsun…
http://www.salom.com.tr/haber-102262-biraktigimda.html
**
GEVEZELER
01 Mart 2017
Avram VENTURA
Köşe Yazısı
İnsanı, insan karakterlerini anlatan kitaplar her zaman ilgimi çeker. Bu
nedenle Alain, Zweig, Bacon, Canetti, Montaigne gibi yazarlar beni sürekli
kışkırtır, okudukça zenginleştirirler. Günümüzden nerdeyse iki bin yıl önce
yaşamış Plutarkhos’u da onların bir öncüsü olarak anmamız gerekiyor.
Plutarkhos, Yunanlı bir tarihçi, deneme ve yaşam öyküsü yazarıdır. Onun en
bilinen yapıtı olan Paralel Hayatlar’da Yunanlı ve Romalı ünlü kişileri bir
araya getirerek özellikleriyle anlatmıştır. İçlerinden bir kısmını bu yazarın
kaleminden daha ayrıntılı olarak tanıdığımı söyleyebilirim. En son yayımlanan
Gevezeler ve Meraklılar kitabını da diğerleri gibi keyifle okudum. İçeriği bir yana,
öncelikle şunu söylemek istiyorum:
Bu kitabın yazılmasından bu yana, iki bin yıla yakın bir zaman geçmiş.
Bakıyoruz, anlatılan insanların davranış özellikleri bize hiç yabancı gelmiyor.
Bu geçen süre içerisinde insan karakterinde hiçbir değişiklik olmadığını,
yazarın tüm söylediklerinin her dönemde güncelliğini koruduğunu görebiliyoruz.
Kuşkusuz bu kanıya varmak için bu kitabı örnek göstermiyorum. Çok daha eskiye
gidersek, kutsal kitaplarda yer alan öykü ve alegoriler, sözlerimizi
güçlendirmek için yeterlidir sanırım.
Plutarkhos, kitabının daha ilk satırlarında, gevezeliği iyileştirmenin ne
denli güç olduğunu söyler. “Onlar der, devamlı konuştukları için
kimseyi dinlemezler. Sanırım, iki kulakları varken tek dil verdiği için doğaya
sitem eder bu sağır kişiler.”
Çok konuşmanın getirdiği en büyük sakıncalardan biri de, bu insanların
başkalarının söylediklerine kulak vermeyip, çevrelerine karşı tümüyle sağır
olmalarıdır. Kısacası, konuşmaktan dinlemeye bir türlü fırsat bulamazlar.
Gevezenin biri Aristotales’e çok uzun bir konuşmadan sonra, “Sizi
sözlerimle çok yordum, galiba” deyince, ünlü düşünür şöyle yanıt vermiş:
“Hayır, hiç yormadınız, dinlemedim ki!”
Yazar, Homeros’un Odysseia’sından bir alıntı yapar:
“Ben bir daha anlatmasını hiç sevmem / Uzun uzadıya bir kere anlattığımı”
Bir gün Atina’nın önde gelenlerinden biri, masasında başka bir ülke
kralının elçilerini ağırlıyormuş. Elçilerin isteği üzerine şehrin en tanınmış
filozofları masaya davet edilmiş. Her filozof sohbete katılıp bilgisini ve
zekâsını gösterirken, yalnızca Zenon tek bir sözcük etmemiş. Yabancılar onun bu
suskunluğu üstüne dostça sormuşlar:
“Zenon, krala seninle ilgili ne söyleyelim?”
“Hiç, demiş. Atina’da herkes içerken susmasını bilen bir ihtiyar vardı
dersiniz.”
Herkesin konuştuğu bir ortamda suskunluğunu korumak için gerçekten bilge
olmak gerekiyor.
Plutarkhos en geveze zümre olarak berberleri gösterir, onlarla ilgili kısa
özlü öyküler aktarır. Bunlardan biri de şöyle: Kral Archelaus, havluyu boynuna
koyarken ona, “Nasıl keseyim?” diye soran geveze berberine şöyle demiş:
“Sessizce!”
Aslında gerek bu ünlü yazarın söylediklerine ya da günlük gözlemlerimize
dayanarak bu tür insanlarla ilgili her birimizin sayfalar dolusu anlatacakları
olacaktır. Bu kadar gevezelikten sonra, özetle şunu söylemek istiyorum:
Suskunluğun erdemini bilmeyen insanlarla olan birliktelikler, hem
zamanımızı boşa harcamak hem de gereksiz sözlerin ağırlığını omuzlarımızda
taşımak zorunda bırakmaktadır.
http://www.salom.com.tr/haber-102269-gevezeler.html
DÜŞLEMLER VE GERÇEKLER
18 Ocak 2017
Avram VENTURA
Köşe Yazısı
Yedek subay öğrenci olduğum dönemden bir arkadaşı anımsıyorum. Dinlenme
aralarında bizi çevresine toplar, yaşadığı kasabada başından geçtiğini
söylediği öyküler anlatırdı. Hele o gönül ilişkileri! Duyan onu çağımızın
Casanovası sanırdı. Ama o günlerde ailelerinden, sevdiklerinden uzakta, hasret
içinde olan bizleri, renkli düşlemlere sürüklediğini söylemek isterim. Bilirdik
tüm anlattıklarının hayal ürünü olduğunu; ama sözleri o denli içten ve
tümceleri öyle süsleyerek dile getirirdi ki, hepimiz onu dikkatle ve bıkmadan
dinlerdik.
Benzer bir konu, Sabahattin Kudret Aksal’ın bir denemesinde geçiyordu. O
yazıda Nurullah Ataç’tan bir öyküyü aktarıyor. Öykü şöyle:
Küçük bir kasabada, delikanlının biri, bir kıza tutulmuş. Bu kızla hiç
tanışmadığı gibi, bir araya gelmek yürekliliğini de gösteremiyormuş; ama o,
sürekli aklındaymış. Her gün görüştüğü yakın arkadaşlarına, kızın, ona karşı
olan sevgisinin sözünü edermiş. Günler geçmiş böylece. Bu durumdan bıkan
arkadaşları, bakmışlar ki olmayacak, gidip kızla konuşmuşlar, ne denli
sevildiğini, günlerden beri aralıksız onun sözünü dinlediklerini anlatmışlar.
Hoşuna gitmiş kızın, belirli bir buluşma yeri, saati söylemiş, bekliyorum onu
gelsin, demiş. Durum delikanlıya anlatılınca uçmuş sevincinden, sevdiğiyle
buluşacak olmanın coşkusuyla. Arkadaşları da bezdikleri bir konuyu artık
dinlemekten kurtuldukları için daha çok sevinmişler. Buluşma günü kahveye
oturmuşlar, “oh demişler, kurtulduk, şöyle ağzımızın tadıyla bir kâğıt oynayalım
bugün.” Nedense tam buluşma saatinde delikanlı çıkagelmiş. “Buluşmaya
gitmeyeceğim, vazgeçtim demiş, size anlatmak daha çok hoşuma gidiyor.”
Düşlemler bazen gerçekleri aşıyor! Belki günlerce, aylarca kurduğumuz kimi
düşlemleri gerçek yaşamda bulamama kaygısı, belki de yüzleşme korkumuz, onların
gerçekleşmesini engellemiş oluyor.
Çevremizde karşılaştığımız insanlar kadar, en iyi birer anlatıcı olarak,
yazarlar için bir parantez açmak gerekir:
Yazar, bir öyküyü ya da bir romanı önce düşleminde kurar, tüm ayrıntılarıyla
kurgular, sonra da onu kendi biçemiyle anlatır. Yazdıkları okuyucuya gerçek
göründüğü oranda başarılı sayılır. Yazarın düşlemleri, okuyucunun gerçeği
olabileceği gibi; yazarın gerçek diye anlattıkları, okuyucuya tümüyle birer
düşlem ürünü olarak görünebilir. Aslında bunun bir önemi var mıdır, bilmiyorum;
asıl olan yaratılmış olan yapıttır, onun üstümüzde bıraktığı etkidir. Yoksa
yazarın kimliği, olayların ya da insanların gerçek olup olmadığı, bizi,
yalnızca merakımızı giderecek kadar ilgilendirir.
Goethe, Werther’i yazarken, masasının üstünde bulunan sivri bıçağın ucunu,
kim bilir kaç kez göğsünde dolaştırmış. Onun, Genç Werther’in Acıları’nı okuyup
da canına kıymak isteyenlerin sayısı ise bilinmiyor. Roman yayımlandığında,
benzer aşk acılarını çeken o denli çok genç varmış ki, öyküsü etkileyici
olabilmiş.
Son noktayı koymadan, kitaplar kadar, günümüzde belki bizi daha çok
düşlemlere sürükleyen sinema ve televizyon filmlerini de gözden uzak tutmayalım
diyorum.
http://www.salom.com.tr/haber-101799-duslemler_ve_gercekler.html
ŞİİR ÜZERİNE
Şiir nedir?
Kelimelerin tek bir kelimeye feda edilişinden başka bir şey değildir?
O tek kelime ki yalnız kendi değerini değil, susturulmuş olan
öbür kelimelerin de değerini taşır.
Eugenio DIARS
ŞİİR ÖLMÜYOR
Şiir ölmüyor; yeter ki yazılan şiir olsun!
Bu da yazılıyor. Ama şiir diye ortaya sürülenler, yetersizlikleri
perdelemek için soyut veya anlamsız dedikleri cinsten olursa, bunlar zaten ölü
doğmuşlardır. Çünkü şiiri bilmeceye çevirenler, uzun çabaya ve kafa yorgunluğuna
karşı olan çağlarıyla çelişkiye düşerek yalnız çağdışı kalmamışlar, gerçek
şiirin sürekliliğini sağlayan azınlıktaki okuyuculardan da yoksun süresiz
kopmuşlardır.
Azınlıkta olan, ama çağlar boyunca sürüp giden bu gerçek şiirleri
düşününce} bu yazıya başlarken içime çöken kötümserlik duygusu birden
dağılıverdi.
Sh:7
Şimdi başka bir açıdan şiire bakalım: Bana düşüncelerini şiir yoluyla
okuyucularına bildiren bir toplumbilimci, tek bir filozof gösterebilir misiniz?
Karl Marx mı, Bergson mu, Heidegger mi. Sartre mı şiire başvurdu?
Şiirle bilimin, şiirle felsefenin, şiirle toplumbilimin birleşemeyeceğini
Eflâtun'un kişiliği çok İyi açıklar. Gençliğinde şiirler yazan Eflâtun,
Sokrates'le tanışıp da felsefeyi seçince, bir gece bütün arkadaşlarını yemeğe
çağırmış. Sabahlara kadar içilip eğlenildikten sonra, o zamana kadar yazdığı
bütün şiirleri alev alev yanmakta olan odunların arasına atmış. Alevlerden
kurtulan birkaç mısra, onun nasıl bir şair olduğunu göstermeğe yeter. Bunlardan
bir tanesi; bakınız, Atinalı sevdiğine nasıl sesleniyor:
Seni görmek için, gök kubbesi gibi
Göz göz olmak isterdim.
Bu mısra bundan aşağı yukarı 2350 yıl önce söylenmiştir. O gece bir şair
yok olmuş, ama büyük bir filozof doğmuştur. Kafasının içi düşüncelerle yüklü şair
Eflâtun, şiire duyduğu saygı yüzünden şiiri uğurlarken, kafalarında düşünse
kırıntılarından başka bir şey olmayan şairlere ne demeli?
Son yıllara kadar soylu şiirler vermiş olan bazı şairlerimizin kırık dökük,
bağlantısız, anlaşılmaz, kuru söz dizileri ile soruncu kesilmeleri, zaman zaman
ağır basan bu anlayışın sonucu değil de nedir?
Şiir dünyası düşünce dünyası ile o kadar bağdaşamaz ki. gerçekten şair
olanlar, her şeyden önce kelimeleri, geçer akçe olan günlük anlamlarından
uzaklaştırmakla işe başlarlar. Okuyun büyük şairleri, hepsinin davranışı budur.
Düşünmek, türlü sorunlarla ilgilenmek şaire yasak mı?
Elbette değil! O da istediğini düşünür, düşündüklerini ortaya atar. Ama bir
Sully Prud'homme olmak istemiyorsa, düz yazı ile. Çağımızın en büyük
şairlerinden biri olan Valery böyle yapmıştır.
(Yokuşa Doğru, Mart, 1963)
Sh:48-49
Kaynak: Suut Kemal YETKİN, Şiir üzerine Düşünceler,1969,İstanbul
DANSE DE LUTIN- CİNLERİN RAKSI
I
Dolce; dolce.
Yaâse folce,
Dolce, dolce.
Yoli, deline
II
Yulce, Yulce,
Youdouli dulce,
Yulce, yulce,
Kzill odaline
III
Jalce, jalce
Yahanti galce
Jalce, jalce
Blouzi psiline
IV
Djilce, djilce
Hando bokjile,
Djilce, djilce
Yli zlideline,
V
(Diminuendo, reletendo)
Vli
Zlideline
Djilce, djilce, djilce, djilce, djilce
Jalce, jalce, jalce, jalce,
Yulce,
yulce, yulce;
Dolce,
Dolce.
Yââse
folce….
Dolce
.. Dolce..
Dolce
(François Dufréne
Fontaine dergisinden)
ne anladınız demiyorum, ne duydunuz bu şiirden’
insanların işaretler ve yansılama sesleriyle anlaştıkları çok eski çağlara
gôtürmek istemesi değil de nedir?
CEVABI
OLAN SORULAR
Ademi
biliyoruz ancak kadın nedir? |
Akıl-duygu-delilik
arasındaki ilişki sınırları nedir? |
Amacımızı
aşan işlerle boğuşurken tersini mi yapıyoruz? |
Aşkın
sahnesinde başarılı olmak veya olmamak diye bir şey var mıdır? |
Aşkın
utançlaşması peşindeki mutsuzluk nedir? |
Bu
dünyada efendisi olmayan var mı? |
Bu
sizi ilgilendirmez denildiğinde hangi cevabı söyledik? |
Bütün
bu hak hukuk tartışmalarında, Tanrı nerededir? |
Bütün
hikayelerin gerçek yazarı kim? İnsan mı yoksa Tanrı mı? |
Cevabını
bildiğimiz soruyu kaçıncı kez sorduk ve hala sormaya çalışıyoruz? |
Dil,
bizi tam yansıtabilir mi? |
Dili
bulan çocukluğumuz neden gitmiyor? |
Dilimiz
ne kadar gerçekçidir? |
Dilin
üretimi için taklit ettiğimiz o sesler bizdeyse kendi başımıza neden
bulamıyoruz? |
Dostluğu,
ihaneti nedir? |
Düz
aynada da bazan insan neden kırık görünür? |
Eylem
mi düşünce mi önemlidir? |
Gerçeğin
gerçeği nedir? |
Gerçeğin
nereye gittiğine yorumlar var, ya hayaller? |
Gerçek
hayat romanla alay ediyorsa yazılanları neden okuyoruz? |
Gerçeklik/yanılsama
ikilisiyle, akıllılık/delilik ikilisi yanayana olmasını biz mi istiyoruz? |
Gözlerimi
kapattığımızda başka bir dünya varsa açık tutmak için gayretimiz nedir? |
Hak,
hukuk diye bildiklerimiz neye göre düzenliyoruz.? |
Hayatı
tarif ederler, neden hayatın kendisini bulamıyoruz? |
Hep
nereye diyoruz, nereye gidiyoruz? |
Hep
öyle düşündüğünü mü sandı dedirten karşımız mı biz miyiz? |
Herkes
gibi, tesadüfen diyoruz. |
İlmiğin
ucundaki söz nedir? |
İnsanın
en büyük sözü ne olabilir? |
Kelime
şeyi resmetmede, sadece harfleri var. At denince iki harf karşısında bir
mahlûk var. |
Kırık
aynada kendimizi kaç kişi olarak seyredeceğiz. |
Kimine
göre aşk, kimine göre şehvet, olayı nedir? |
Kral
mahkûm mu? |
Muhafızları
mı kral? |
Nasıl
endişelendin denildiğinde geçmiş mi etkili yoksa gelecek? |
Nasıl
ödenir, dediğimiz o kadar çok borç var ki? |
Ne
diyorlar, derken kendi dediğimiz neden hep unuttuk? |
Nedir
insan? |
Nereden
geliyor? |
Nereye
gidiyorlar? |
Ölüm
kötü bir şey mi? |
Renkleri
tam anlayabildik mi? Kırmız gerçekten aşkı, kara neyi temsil eder? |
Romancı
son sözünü söylerken, kapağını biz kapatınca biz ne oluyoruz.? |
Rüya
aynamız bizim içimizde iken silinmesine neden olmaktan kurtulamıyoruz? |
Sesi
kaybettiğimizde zaman söz neden yok oluyor? |
Sorular
neden öykü doğuruyor? |
Sorulara
farklılaşmadan neden aynı cevabı veriyorlar? |
Söz
ve zaman birbirini neden takip ediyor? |
Sözcükler
mezarlığına gömeceğimiz en son söz mü olacaktır? |
Söze
can vermek için ilk gerekli olan şey nedir? |
Susmuş
bir düzen var diyoruz ancak hep gürültü içindeyiz. |
Sürekli
değişen, daha önce varamadığım bilincine varmadığım yeni şeyler gören sadece
ben miyim ? |
Şimdi
kim kimi cezalandırmaktadır? |
Tanıştığımızı
unuttuğumuz insanlar tesadüfen hayatımıza mı girdiler? |
Tanrı
her şeyin yazılı olduğu o büyük metni yazdı vazgeçtikleri de oluyor mu ? |
Tanrının
romanı olsaydı ne yazardı? |
Tüm
‘gerçek’ bize açıklıkla sunulmuş mudur? |
Yapayım
derken neden yıkıyoruz? |
Yaşamın
anlamı gerçekten var mıdır? |
Yazı
gerçeğinde gerçek sesi kiminle buluşturuyoruz? İçimizdeki sesi yazıya dökünce
veya okuyunca kime yönelmiş oluyoruz? |
Yıllar,
bu küçük aralıkların birleşmesiyle açıklanabilir mi? |
Yol
arkadaşlığında ne olmak isterdiniz, Hz. Musa, yoksa Hızır mı? Herkes neden
Hızır olmak istiyor? Sonunda
ayrılık olan bir arkadaşlık ne kadar güzel olabilir ki? |
Zamanın
böylece geçmesine imkân var mı? |
OLACAKLARIN YOLUNDAN
Hayatın hepsi boşluk
Bir hizmetçi gibi ol.
Neyin sıkıntısını çekiyorum, deme.
Tüm bunları söylemeye bizi kim zorluyor?
Bir şeyi anlamak/anlamamak döngüsünde,
Bazen açıklamak cinayet gibidir.
Bilenler ve bilmeyenler nedir?
Kendimizi kaybetmiş miyiz yoksa bulmuş
muyuz?
Oysa sözcükler asılda gerçekti, şimdi gerçek
değil.
Olanlar ilişkiler olmadan var olamaz.
İster kutsal ister olsun lanetli.
Manalar yaşadığımız takdirde canlı
kalabilir.
Benimiz, benlik değildir.
Kişiliğin orta noktasına varmak gerekiyor.
Kötüleri avlayanda, çok iyi değildir.
Çöl ülkesinde tatlı suyu içene aşkın
hâzineleri açılır.
Ne var ki, yine ölüm engel oluyor.
Ancak yolun hatırına kurtarıcın en
beklenmeyen yerde meydana çıkıyor.
İlâhide olsa imge, sıcakla soğuğun
birbirinde erimesidir,
Bu sadece sen ve ben değil.
Akıllılık ve ayıklık varken, hastalıklar,
sersemce sıradanlıklar da var.
Ölçün, ölçeklerin nerede?
Eğlence ve tapınmaya hayatın karar veriyor
sanıyorsun, öyle değil.
Varlığın yok oluşunu ve arzuların
akıtacağı kan ırmaklarını düşün.
Kader yıkım değil, olacakların temel
taşıdır.
Kaderi ne kimse durdurabilir ne de
durdurmalıdır.
Sayısız insanlar çöllere gitmedi mi?
Tapınağımızı içinizde taşımalıyız. Çölde
gerekmesin diye.
Dünyaya demirle bağlanmış bile olsak, için
çağrısı bütün zincirleri kıracaktır.
Doğrusu, yalnızlığımıza hazırlanmalıyız.
Koyun, koyun olur, insanda insan.
Eğer ruhun hekimi olursan, insanların
hastalığı sana görünmeye başlar.
Yine de sen onlara iyi davranmalısın,
Hasta olmayan insan zaten yoktur. Çünkü
insandır.
Başkalarını da aldatacak şeyler söyleme.
Kendini kandırma!
Dostlukta hırs peşinde koşmak yoktur.
yapabileceğin kulluğu yaşa.
Çölünü sev, yokluk vardır, anlıyor musun?
Çölde, güneş daha fazla parlar.
Çölün yokluğunda olursan her zaman
yüzünü görebilirsin,
Derinliklerine bakma, bakarsan
derinliklerini yakar, canını uyandırır, rahatsız olursun.
Yine de bu azap çöle gidene ait.
Tatlı gölgeyi seç. Ben gölgedeyim de, haz
vardır onda.
O zaman kaybolur gölgenin tadını çıkarmak
istersin.
Yinede çölde olduğunu unutmamalısın.
Bir şeye yolculuk etmek onunla olmak
içindir.
Seven ile sevilen arasında olanlar ilahî
varlığı bütünüyle tamamlamaktır.
Her ikisi de birbiri içinde çözülmez bir
bilmecedir.
Allah’ı kim anlayabilir ki?
Oysa O yalnızlıkta, sırrında /
gizemindedir
Hayat ile sevgi arasındaki ayrımcılık
yalnızlık ve birliktelik arasındaki çelişkidir
Sevgi asla bitmez/bitmeyecektir.
Her başlangıç zordur.
Bak, iyileşmemiş bir yaran var olsa da,
Kalbininde kendine has ilgi nedenleri
vardır
Kötülük yalnızca ayıran değil, aynı
zamanda birleştiren bir ilkedir,
Onun için bir şey kötü olduğunda acele
etme. İyilik peşindedir.
kötülük görünüşte yoldan çıkarandır
Daha sonra seni iyiliğin derinliklere
yönlendirir,
Hayvan konusunda önyargılıyız.
Hayvan doğada iyi davranışlı bir
mahluktur.
büyük bir düzeni izler, aşırılıkları
yoktur. Saklamayı geleceği falan bilmezler.
Aşırılık ise insana özgüdür.
Hayvanlar insanlardan daha iyi uyum
sağlarlar.
İnsan yaşlı ormanın güçsüz çocuğu gibidir.
Sözleri, asıl sözden olarak görme,
metaforları vardır.
Şeytanlar bunlarda gizlenir.
Kaosu bir kez gördün mü bak
Sonunda ölüm ve mezardan fazlasını
göremezsin.
Onlar siyah bir köpeğin kuyruğuna basarsan
çığlık atar gibidir.
Her şey sonsuza dek aynıdır görünse de
aynı değildir
Tekerlek ve yol aynı olsa da dönüşlüdür.
Cinsellik ve tinsellik birbirine karışarak
döner durur.
Sen ne yaptığını gerçekten biliyorsan ne
mutlu sana;
Bilmiyorsan bir öğreteni bulmayı iste
İstersen bunları öğretecek biri sana
gelecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar