Print Friendly and PDF

Derleme

Bunlarada Bakarsınız





GÜL ve BÜLBÜL

“Kırmızı gül, Allah'ın görkeminin tezahürüdür.”

Hristiyanlığın ilk çağlarında gül Hz. İsa’nın sembolüdür. Hz. Meryem’e de dikensiz gül denmiştir...”

İslam kültüründe gül, Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin Miraç gecesi Tanrı’nın huzurunda Cebrail ve Burak’la terler döktüğü, Burak’ın terinden sarı gül, Cebrail’in terinden beyaz gül ve Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin terinden de kırmızı gülün meydana geldiği rivayetinde yüz gösterir.

Bu inancın etkisiyle dînî günlerde ve mevlit gibi törenlerde gül suyu ikram edilir.

Klâsik Türk şiirinde na’tlerde gül, Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin saçına, yanağına; gül kokusu kokusuna, terine; gül goncası ağzına; gül fidanı boyuna müşebbehün bih olmuştur.

“İnanışa göre Nemrut tarafından ateşe atılan Hz. İbrahim’in önünde saf bağlayan kuşlardan birisi onunla birlikte kendisini ateşe bırakır ve Tanrı ’nın elçisine eşlik eder. Kendisine hoş gelen bu hareketi nedeniyle Tanrı onu ödüllendirmek ister ve Cebrail vasıtasıyla ne dilediğini sorar. O da Tanrı ’nın bin isminden yalnızca yüzünü bildiğini söyleyerek kalan dokuz yüzünün de öğretilmesini ister. İşte Tanrı’nın bütün isimlerini öğrettiği o kuş, kıyamete dek gönülleri bağlayan sesiyle Tanrı ’nın isimlerini haykıran bülbüldür.”

“Bülbül derdini güle bir türlü anlatamaz. Aşk acısını anlatmak mümkün değildir.”

“Gül, güzelliğiyle gururlanıp âşık bülbülün sözlerine kulak vermese de o inleyip feryat etmekten vazgeçmez.”


ÖLMELİ İNSAN ÖLMELİ

Son zamanlarda insanların, sosyal hesaplar ile tatmin olmasına, düşünürlerin dahil olması, demirci körüğündeki demir işine döndü. Azıcık bir cümle ile dünyaları anlatmanın peşinde olmak, anlayanı, anlamayanı belli olmayan, sonuçlar, takip ediyor görünüpte takip edilmeyenler…sonuçta boşa geçirilmiş vakitlerin acısını hissettiriyor. Barajların dolmuşluğu küçük kapaklar ile boşaltılarak, heyecanlar ve isteklerin sonucu oluşacak devler, cücelere döndürülüp, kaybolma yolundalar.

Önceden yapmadığını yapmaya başlayan sürgün filozoflar, kendilerini kaptırmış gidiyorlar.

Bu kadar doluluğun içinde gerçek yüzünü gördüğümüz kaç kişi kaldı?

Çok olmadığı kesin.

Bir fikir hakkında sadece yalakalanmak öteye gitmeyen, itirazsız, hormonulu hikmetler, kalbimizin perdelerini çok açtığımızı zannetmiyorum. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin yapmadığını yapmaya çalışmak. Bugün bir filozof kafa gördüm. Bedeninden kesik resmine istinaden, kulakları küpeli. Kölesiyim Tanrının, diyeni mi taklit ediyor? Kölemi…neyin… entelektüel jargonun bilinmeyinde kendine hava mı vermeye çalışıyor.

Gün ve devran döner, hayat hepimiz için biter. Ortada kalan ölümüne sebep olduğumuz yüzlerce fikrin yanında birilerininki de  eklenir.

Kalmak… yanında bulunduğumuz istekler dünyasında… kaç kişiyi hidayete erdirmenin zevkini yaşadı ki?

Ya anlaşılmaz fikirler ile ölümüne intiharına yol verenler, ya da boğulsun diye biraz ilave su doldurulan, küçük bardaklarında ölen insanlar.

Ölünmez denen ferahlıklarda ölüşler var.

Bereketsiz zevksiz olmak bir kazanç kapısı. Yazamak için yazmak, tatmin olmak bir hastalığı. Bende varım diyerek… neyinde varız, neyinde yokuz değimiz… sözlerin arkasında sadece bir boşluk… görülmesi gerekirken günü güne takılmış bir fırtına arakasında, gidip gelmelerin sonuçlarında, hep huzursuz bir gözle ben neyimden çıkmış… kırk defa pişman olduğumuzu tekrar yapmışlar.

oğru olanı söylemenin suçlandığı zamanlarda yalan söylemeyi beceremeyene acımak gerekiyor. Hayat bu kadar çekilmez  olmalı mıydı?

Ben olsun, biz olsun bitip.. o olsuna ne zaman dönüş yapacağız. Benlik asarından çıkmak, hiçlik kaçıp, bir tanrının karşısında olduğunu bulmak.

Bunu öğretecek insanlar biliyordum. Kalkamayacak kadar yorgun bitkin bıraktılar. Bir nevi öldürdüler. 

Ölmeli insan… kendi ölmeyi beceremiyorsa birileri yardım etmeli ve ölmeli. Ölünce olan çok bir şey olmasada.

Ölmeli, sahip olduğumuzu zannettiğimiz dünyada.

Cebimiz para, etrafımız hayranlarla yaşamak varken neden ölmeli?

Geleceğini bildiğini beklemek cesaretini bulamıyorsa ölmeli.

Ölüm canın çekilmesi değil ki, ölüm… kendinin çekilmesi.

Öyleyse…koşmaktan vazgeçenlerin yanından göçmeli.

Ölümlü olan öleceğini baştan bilmeli.

Birbirimizden uzaklaşarak benim bildiğime, senin bildiğine, takılıp kalmaktansa ölmeli…

Kim çok biliyor ki bir adım ötesini.


DEDENİN KIYMETİNİ BİL

Eski büyüklerimiz biraz latife edince "dedenin kıymetini bil" derlerdi.

Dede geçmiş gitmiş, torun ortada dolanıyor, dedenin kıymeti nedir, denir değil mi?

Ah dede sen neymişsin dediğimiz bu mudur?

"Dedenin yediği elmadan torunun dişi gocunur"u söyleyenler, hangi temeli işaret etmiştir.

Temel bu, Karadeniz fıkrası değil, temel bu.

Atılan temel, sağlam olmalı.

Büyükşehirlerde, gariban  ilk tasarrufunu bir arsaya yatırır. Sonra bir temel atar, sene sene üstüne kat çıkar.

Ne zorlu bir emektir. Ekmeğinden kestiği parayla kuş yavası büyüklüğündeki köşkünü yapması.

Temeli, kaç kata göreyse, o kadar kat ve sağlamlamlıkta olur. Ancak dede, bu işi önceden öğrettiyse. Sonrası Allah kerimdir.

Çok kişiler vardır. Sefere çıkarken yol azığını evinden idare edecek miktarıyla alır. Bazan bu yol bereketli vadilerden geçer, sıkıntı yok. Ancak bir de çöle uğrarsa hali yamandır. Çölde susuzluk ve açlık ona kalleş davranır. Adamı kuyu başı diye getiridiği  serabın başına kadid eder, rüyalara düşürür.

İşte bu şekilde hayale batmış bir dervişi tanıdım.

Çölünde kalmış, yönünü bulamamış aynı yerini tekrar, tekrar dönüp dururken bayılıp gitmiş.

Çöl dönülür mü, adamı yutar, üstüne kumdan tepe mezar yapar. Kumu gidince de akbaba ziyafetine sofra açar

Bu halde iken bizim derviş son demine varmak isteyen gemi gibi bayrağını sallayıp öteye gidecekken, birden şeyhi göründü. Tercih nedir demeden, "gel"in yolunu açtı.

Şeyh "oğlum kalk, sen bu hale düşersin, bize de düşen görevimizi tamamlamaktır"  der dervişini alır götürür.

Onlar ve onun için zaman ve mekân yoktur.

Nasıldır deme bu aynıyle vaki, çok haberi ve tevatürü vardır. (Hikayeyi yazan Saçlı Babayı tanımıştır. Buna benzer durumları onda kaç kere dinledik.  Ancak kabul edene söylemeli.)

Derviş soluğunu tekkede alırken bulmuştur.

Nerdeyse ay hesabına uygun iki veya üç gün gibi sonra aklı başına gelir, şeyhinin huzuruna varır. Şeyh ise hiçbir şey olmamış gibi iltifat dahi etmez. Eller, ayak öpmek için yerlere yüz sürerse de, şeyhin bir nazarı yoktur. Derviş ağlayarak çıkar, büyük sofadan.

Tekke kapısı önünde köpeğinim niyetine, boyun bükmüş Çullu Dede oturmaktadır.

Dede bu, dert anlar, dervişi görünce seslenir hafifçe "gel" der.

Dervişi peşine takar.

"Bak oğul" der, "bu duruma düşmene sebep senin biraz büyüklere edepsizlik etmen oldu. Onlara çok saygılı davranmıyordun. Onlara hep kendin gibi baktın. Kendin gibi baktıkların hepsi Hakk katında değer verilmiş kişiler, onları tanıman için bu belayı başına sardılar. Kapıyı sana araladılar. Çünkü Pirin kapısına gelmek ve bağlanmak demek senin hamlıktan azat edilmen içindir. Çünkü hakiki şeyhin Allah Teâlâ ile bir sözleşmesi vardır. Bütün teslim aldıklarını terbiye edeceklerine dair.

Hepimize boyun eğmeyi ezelde Elest divanında öğrettiler. Boyun eğeceksin. Sen yine Hakkın önünde eğ. Zalime de eğme derler. Ancak veli dostuna eğ ki, sana bir ışık vursun.  Yoksa yolun karanlık çölleri var ve kurdu yanında.

Diyorlara sen bakma, Hızır aleyhisselâm ile Hz. Musa aleyhisselâm arasında iş o kadar inceldi ki, koca peygamberi bile talebelikten aldılar. Dervişlik mektebinde dünya işine bıraktılar mı dönüşünü çok vermeyebilirler.

Çullu dedene niye sormuyorsun kapıdan içeri girmiyorsun diye, aynı helvayı bana karıştırmışlardı. Yüzümün karalığı eşikten öteye vardırmıyor ki beni. Evin köpeği aileden sayılır, ancak yeri kapı eşiğidir. Ev halkını korumak için köpek ölür de,  bu onun için evin içine girme hakkını vermez. Sende edebini kaybetme şeyhin ayaklarına kapan, belki sana acırda yerin yurdun benim gibi olmaz.

Kendini deryada kaybedebilirsin, ancak, kendinde kaybolursan ayıkman gecikecektir."

 

SENİ SEVİYORUM ALLAH'IM DAKİ HUZURU BULMAK

 “Ben göklere ve yere sığmam, fakat inanan kulumun kalbine sığarım.”

El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2:165; İmam-ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn, 3:14.

Korku ve sevginin arasını bulmak.

Zıt iki şey bir anda bulunması bir kalpte olması muhaldir.

“Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır,…” (Ahzab, 33/4)

Seven ve korkan kalp.

Biri gelince diğeri gidecek, dememektir.

Sevginin makamı gönül, kalp, fuad .. gibi çeşitli şekillerde tabir edilsede hepsinin buluştuğu mefhum aşk ve sevgidir.

Çocuklarımız bebek iken karşılıksız sevgi ile gelişirken daha sonra… bu sevgi, yavaş yavaş korkuya dönüşümlü bir hal gösterir. Çünkü terbiye fıtratın değişimiyle alakalıdır.

Manevi terbiyede vesvesenin makamı kalptir. Kalp ise çok zaman şeytanın üfürmesinden emin değildir. Şeytan onlarla çocukların top oynadığı gibi oynar denilmiştir.

Çocukluk döneminde olan birine sevgi ve korkuyu aynı derecede vermenin imkansızlığı bulunmaktadır. Bu nedenle suç anında cezalandırılma faktörünü dereceli planla beraber tutarız.

İnsanların çocukluk, gençlik çağları, olgunluk ve ihtiyarlık evreleri manevi boyutta da geçerlidir. Mesela 23 yıllık tebliğ döneminde hadler/cezalar son yıllara kalmış en son yasaklananın faizin olması da, paranın insan dünyasında en son terk edeceği sevgiden  olmasıdır.

Tasavvuf büyükleri intisap eden dervişlerin ilk dönemlerinde  kalbi faaliyetler ön planda olduğundan, sohbet ve terbiye literatüründe kullandıkları araçlar ve kelamları gönül makamına uygun tutmak zorunda kalmışlardır.

Ehl-i dil, yaratanı sevmeyi, yaratılanı sevmekle eşleştirince, gönlün ilk etapta ele alınması mecburi olmuştur.  Mesela, İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi hazretlerinin ihvanlarına söylediği bir sözü dile getirelim.

"Biz Allah Teâlâ'dan korkmayız, ancak gönülden korkarız"

Bu sözden murat kendi nefsimiz açısından Allah Teâlâ'ya karşı bizde bir sıkıntı yoktur, ancak sizleri ve gönüllerinizi zayi etmeden kazanmak ve terbiyenizi tamamlamak bizi tedirgin etmektedir. Korkmaktayız. Bir başka yerde "verilmiş bir sözümüz vardır. Bize teslim olan ihvanı tertemiz etmeden cennete girmek haram olsun" demişler…

Hz. Musa aleyhisselâmın gönül tahtını izah eden Allah Teâlâ'yı davet etme konusunda meşhur bir kıssası vardır. Hatırlayalım.

Hz. Musa aleyhisselâmın ümmeti:

- Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa aleyhisselâm, onları azarladı.

«Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tembihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münacaatta bulunmak istediğinde, Allah tarafından şöyle nida olundu:

- «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»

Musa aleyhisselâm: 

«Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten hayâ ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi.

Allah Teâlâ: 

«Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim» buyurdu.

Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip: 

«Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi. 

Hz. Musa:

- Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah Teâlâ gelecek, dedi.

Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.

İkinci gün Hz. Musa Tur'a gidip:

- Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah sözünde durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:

Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.» Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:

- Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi. Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:

«İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu.

Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah'ın kendisine yapılmış gibi olmakta, Allah o kimseden razı olmaktadır.

Gönül, Allah Teâlâ'nın dünyaya tecelli ettiği ve hiçbir yere sığmam ona sığarım dediği makamdır. Bu nedenledir büyüklerimiz terbiyede kendi kontrolümüz konusunda kimseye incinme, kimseyi incitme ilk ders olarak vermişlerdir. 

İncitmemek kolay, fakat incinmemek… zor husus olduğundan yolun kesesini tercih ederler. Gönüller yapmaya geldim, denilen hususta budur.

Bu meyanda korku, peşinde öfke ve hatayı çabuk getiren, bir fiildir. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin miraca çıkmadan önce kalp ameliyatında korku damarlarının alınma nedeni de budur. Korkusuz olarak, sevgiyle miraca çıkmıştır. Eğer korku meleke olarak bünyesinde bulunsaydı miracın vaki olması belki mümkün olmayacaktı. Çünkü aklının dünyevi karşılığı olmayan bilgiyi ilk tahammülünde zorlanacağı çok şeyle karşı karşıya kalacağı bilinmekteydi..Vahiy esnasında Efendimizin kriz şeklindeki nöbetleri delil olarak söyleyebiliriz.

Bazı kardeşlerimiz diyebilir ki, Allah Teâlâ benden hakkıyla  korkun bunun manası nedir?

Burada korkuyu dar içerikten çok, sevdiğinizi yani beni kırmaktan, isyan etmekten, kulluktan kaçınmaktan korkun demiştir. Ben zaten münezzehim.

Nuh aleyhisselâm tenzih ve teşbihi orta yollu tutmayı başaramadığında kavminin helak olmasına neden olduğunu İbn Arâbi kuddise sırruhu'l-âlî beyan etmektedir.

Bilmeliyiz ki, rıza makamında, Allah Teâlâ'nın zat-i ilahisinin tecellisi ve kulun muhabbeti vardır.

Rıza makamı, bütün makamlarının üstündedir. Bu yüksek makamın ele geçmesi ise, terbiyede kemale kavuştuktan sonra olur.

Marâşi Ahmed Tahir kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki;

“Oğlum sizler Allah Teâlâ’dan razı olunuz. Yoksa Allah Teâlâ sizlerden razıdır. Öyle olmasaydı -Bu âlemi bizimle paylaşmazdı- bir saniyede herkesi helak ederdi!” 

Yine burada bilmemiz gereken bir hususta Allah Teâlâ ben kulumun zannı üzereyim demesidir.

Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem, ölüm döşeğinde olan bir gencin yanına girdi ve ona, "Sen kendini nasıl buluyorsun?" diye sordu. Genç, "Ben Allah' (ın affın)ı umarım Yâ Resûlâllah! Ve günahlarımdan da korkarım." dedi. Bunun üzerine Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki,

"Bu vakitte herhangi bir kulun kalbinde bağışlanma umudu ve günah korkusu birleşince, mutlaka Allah o kuluna dilediğini verir ve onu korktuğu azabından emin kılar." (Neseî, Zühd: 31)

Başka bir hadisi kutside "Allah Teâla Hazretleri diyor ki:

"Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. O, beni andıkça ben onunla beraberim. O, beni içinden anarsa ben de onu içimden anarım. O, beni bir cemaat içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir cemaat içinde anarım. O, şayet bana bir karış yaklaşacak olursa, ben ona bir zira yaklaşırım. Eğer o, bana bir zira yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim. Kim bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım." [Buharî, Tevhid 15;  35; Müslim, Zikr 2, (26 75), Tevbe 1, (2675).]

Hulasa fikirlerimizi korku temelinden çıkarıp sevgi yönüne çevirmeyle olan kazancımız, bela anında açık kapılarımızın bulunmasını sağlamaktır. Korku, bütün kapıları kapatır. Günümüz insanın korku ile sömürülmesi ve güvenlik temelli fazla tedirgin oluşundan bunu daha iyi  anlayabiliriz.

Çocuğumuzun ve sevdiklerimizin affına meyyal olduğumuzu bildiğimizden, kendi iç dünyamızdaki huzurda… korku ve ümit arasındaki duruşumuzun sarkacını sevgi tarafına dönük olması münasip ve elzemdir.

 

FIKRA

Bir gün Hoca devesine binip giderken yolda nasılsa deve onu üzerinden atmış. Tam öldüreceği sırada arkadaşları gelip Hoca yı kurtarmışlar. Kendine geldikten sonra şunları söylemiş:

'Aman arkadaşlar şu yaramaz deveyi tutun da boğazlayayım. Çünkü ben insanlık için üzerine binmişken o beni hem yere attı hem de üzerime binrnek istedi."


Behçet NECATİGİL ŞİİRLERİNDEN

HER ŞEY BİR ÇEVİRİ –

Her şey bir çeviri

Değişiktir, aynı şeyin çevirisi

Örnekler:

Gözlerini açsa da kapasa da onu görüyordu

Gözlerini ha açmış, ha kapamış

Gözlerle onu gö-

Gözlerini….. onu görüyordu

Ara değişir, örnekler:

Diyelim onu görüyordu

Neyle görüyordu? Diyelim gözleriyle.

Her şey bir çeviri

Kendimize çeviriyoruz her şeyi

Kendimize göre her şey

Değişir parçalar

Diyelim “Hep onu görüyordu” demek istiyoruz

Anlatabiliriz bunu başka başka

Örnekler:

Gözlerini açsa da kapasa da…

Gözlerini ha açsın, ha kapasın…

Gözlerini ister açsın, ister kapasın…

Gözlerini açıyor, kapıyor, yine de…

Gözlerini……

Hep onu görüyordu (sürdürün daha da)

Arada biçimler değişir,

Zevkimize kalmış,

Koltuğu şöyle çevir, ya da böyle

Koltuk eski koltuk

Ama

Yine de

Bir şeyler değişti!

Ben her şeyi kendime çeviriyorum

Ayrıntılarda fark oluyor

Bir habere, bir acıya, bir sevgiye bakışımız

Sende başka, bende başka.

                                               9 – 10 Ocak 1979

SEVGİLERDE -

 

Sevgileri yarınlara bıraktınız

Çekingen, tutuk, saygılı.

Bütün yakınlarınız

Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden

(Siz böyle olsun istemezdiniz)

Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi

Kalbinizi dolduran duygular

Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz

Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.

Yılların telâşlarda bu kadar çabuk

Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde

Açan çiçekler vardı,

Gecelerde ve yalnız.

Vermeye az buldunuz

Yahut vaktiniz olmadı.

TEMPORA MUTANTUR

Baktım seneler kuş gibi uçuyor,

Baktım sonum bir avuç toprak - -

Sevdim gençlik icabı

Ağaca bağlandı yaprak.

Ey dost rüyamı hayra yor,

Çok görme Behçet'ine!

Kapıldım lezzetine,

Ey aşk, iki cihanda aziz ol!

Elveda tahsil gecelerinin kara bahtı,

Bütün kitaplar kapandı!

Lodos rüzgarı es esebildiğine,

Dinmesin gönlümdeki çalkantı!

Mecnun da beyâbâna

Bu yollardan gitmişti.

Ben artık eskisi gibi değilim,

Devran değişti.


BIRAKTIĞIMDA…

01 Mart 2017

Violet ALALOF

Köşe Yazısı

 

Bu yaşamda her şey kendimiz olmaya dayanıyor bence… Ne kadar kendimiz olabildiğimiz ise neleri bırakabildiğimiz ile doğrudan ilintili…

Bu hafta size A.Pieroth adlı bir yazarın ‘Kendimiz olmamayı bırakmak’ başlıklı makalesinden alıntılar yapmak istiyorum:

‘Kendim olmamayı’ bıraktığımda, sadece kendim olabileceğimi anladım… Kendim olabilmek ise hem ruhuma, hem dünyaya en büyük sorumluluğum…

Dünyanın gürültüsünü dinlemeyi bıraktığımda, en güzel sesin ruhumdan geldiğini duymaya başladım…

Niyetlerimi, ruhumun çağrısını sorgulamayı bıraktığımda; soruların hep cevap aradığını ve belki de cevapları bildiğimi görmeye başladım.

Zorlamayı, itmeyi ve zor yolda durmayı bıraktığımda; bu zor yolun başka bir yolu seçmem için verildiğini anladım…

Dikkatimi dağıtanları, reddettiklerimi, küçük bağımlılıklarımı bıraktığımda; gerçek gücün odaklanmak ve kendine söz vermek olduğunu anladım…

Her gün ruhumdan gelen çağrıları takip etmediğimde ve onlarla ilgili bir şeyler yapmadığımda; bir süre sonra ruhumdan bir parça götürerek öldüklerini anladım…

Başkalarını memnun etmeyi bıraktığımda, zaten hiçbir zaman edemeyeceğimi anladım…

Kendimi sorgulamayı bıraktığımda; kalbimin doğruyu bildiğini ve onu takip etmeye ihtiyacım olduğunu anladım…

Kendimle savaşmayı ve kendimi değiştirmeyi bıraktığımda; dünyanın zaten kendim olmamam için yeterince zorladığını, benim buna ayrıca zorluk eklememem gerektiğini anladım…

Özür dilemeyi ve kendimi küçültmeyi bıraktığımda; kabul edilmeye çabalamak yerine kendi ışığımı yakmanın başkalarına da ilham olacağını anladım…

Sadece ortak geçmişimiz üzerine kurulu dostlukları bıraktığımda; birlikte büyüyemeyen, gelişemeyen, aynı yolu paylaşamayan dostlarla yolları ayırmanın her iki tarafa da hizmet ettiğini anladım…

Kalabalığın gittiği yolu takip etmeyi bıraktığımda; kalabalıkları takip ederek ödeyeceğim bedelin çok yüksek ve ruhuma ihanet olduğunu anladım.

Güvenememeyi bıraktığımda; güvenmemem gereken kişilere güvendiğimi, en çok güvenebileceğim kişinin kendim olduğunu anladım…

Yorgun olmayı bıraktığımda; yorgunluğumun bana neşe vermeyen, ruhumu beslemeyen işler yapmaktan kaynaklandığını anladım…

Anlaşılma ihtiyacımı bıraktığımda; anlaşılmak yerine kendimi anlamanın daha önemli olduğunu kavradım.

Aşkı aramayı bıraktığımda; en doğru aşkın kendime duyduğum kabul ve sevgi olduğunu anladım…

Kendimi başkalarıyla kıyaslamayı bıraktığımda; onların hayatlarını aynalamaktansa kendi aynamı kendime tutmanın hayatıma ışık getirdiğini anladım…

Dünyada kendimi evimde hissedememeyi bıraktığımda; kendimi hiçbir zaman dünyada evimde hissedemeyeceğimi, ruhumda evimde hissetmenin yeterli olacağını anladım…

Öfkeli olmayı bıraktığımda; öfkenin altında yatan korkuyu görerek artık ona tutunmanın gereksizliğini anladım…

Hayırlı bırakışlar olsun…

http://www.salom.com.tr/haber-102262-biraktigimda.html

**

GEVEZELER

01 Mart 2017

Avram VENTURA

Köşe Yazısı

İnsanı, insan karakterlerini anlatan kitaplar her zaman ilgimi çeker. Bu nedenle Alain, Zweig, Bacon, Canetti, Montaigne gibi yazarlar beni sürekli kışkırtır, okudukça zenginleştirirler. Günümüzden nerdeyse iki bin yıl önce yaşamış Plutarkhos’u da onların bir öncüsü olarak anmamız gerekiyor.

Plutarkhos, Yunanlı bir tarihçi, deneme ve yaşam öyküsü yazarıdır. Onun en bilinen yapıtı olan Paralel Hayatlar’da Yunanlı ve Romalı ünlü kişileri bir araya getirerek özellikleriyle anlatmıştır. İçlerinden bir kısmını bu yazarın kaleminden daha ayrıntılı olarak tanıdığımı söyleyebilirim. En son yayımlanan Gevezeler ve Meraklılar kitabını da diğerleri gibi keyifle okudum. İçeriği bir yana, öncelikle şunu söylemek istiyorum:

Bu kitabın yazılmasından bu yana, iki bin yıla yakın bir zaman geçmiş. Bakıyoruz, anlatılan insanların davranış özellikleri bize hiç yabancı gelmiyor. Bu geçen süre içerisinde insan karakterinde hiçbir değişiklik olmadığını, yazarın tüm söylediklerinin her dönemde güncelliğini koruduğunu görebiliyoruz. Kuşkusuz bu kanıya varmak için bu kitabı örnek göstermiyorum. Çok daha eskiye gidersek, kutsal kitaplarda yer alan öykü ve alegoriler, sözlerimizi güçlendirmek için yeterlidir sanırım.

Plutarkhos, kitabının daha ilk satırlarında, gevezeliği iyileştirmenin ne denli güç olduğunu söyler. “Onlar der, devamlı konuştukları için kimseyi dinlemezler. Sanırım, iki kulakları varken tek dil verdiği için doğaya sitem eder bu sağır kişiler.”

Çok konuşmanın getirdiği en büyük sakıncalardan biri de, bu insanların başkalarının söylediklerine kulak vermeyip, çevrelerine karşı tümüyle sağır olmalarıdır. Kısacası, konuşmaktan dinlemeye bir türlü fırsat bulamazlar.

Gevezenin biri Aristotales’e çok uzun bir konuşmadan sonra, “Sizi sözlerimle çok yordum, galiba” deyince, ünlü düşünür şöyle yanıt vermiş:

“Hayır, hiç yormadınız, dinlemedim ki!”

Yazar, Homeros’un Odysseia’sından bir alıntı yapar:

“Ben bir daha anlatmasını hiç sevmem / Uzun uzadıya bir kere anlattığımı”

Bir gün Atina’nın önde gelenlerinden biri, masasında başka bir ülke kralının elçilerini ağırlıyormuş. Elçilerin isteği üzerine şehrin en tanınmış filozofları masaya davet edilmiş. Her filozof sohbete katılıp bilgisini ve zekâsını gösterirken, yalnızca Zenon tek bir sözcük etmemiş. Yabancılar onun bu suskunluğu üstüne dostça sormuşlar:

“Zenon, krala seninle ilgili ne söyleyelim?”

“Hiç, demiş. Atina’da herkes içerken susmasını bilen bir ihtiyar vardı dersiniz.”

Herkesin konuştuğu bir ortamda suskunluğunu korumak için gerçekten bilge olmak gerekiyor.

Plutarkhos en geveze zümre olarak berberleri gösterir, onlarla ilgili kısa özlü öyküler aktarır. Bunlardan biri de şöyle: Kral Archelaus, havluyu boynuna koyarken ona, “Nasıl keseyim?” diye soran geveze berberine şöyle demiş: “Sessizce!”

Aslında gerek bu ünlü yazarın söylediklerine ya da günlük gözlemlerimize dayanarak bu tür insanlarla ilgili her birimizin sayfalar dolusu anlatacakları olacaktır. Bu kadar gevezelikten sonra, özetle şunu söylemek istiyorum:

Suskunluğun erdemini bilmeyen insanlarla olan birliktelikler, hem zamanımızı boşa harcamak hem de gereksiz sözlerin ağırlığını omuzlarımızda taşımak zorunda bırakmaktadır.

http://www.salom.com.tr/haber-102269-gevezeler.html

DÜŞLEMLER VE GERÇEKLER

18 Ocak 2017

Avram VENTURA

Köşe Yazısı

Yedek subay öğrenci olduğum dönemden bir arkadaşı anımsıyorum. Dinlenme aralarında bizi çevresine toplar, yaşadığı kasabada başından geçtiğini söylediği öyküler anlatırdı. Hele o gönül ilişkileri! Duyan onu çağımızın Casanovası sanırdı. Ama o günlerde ailelerinden, sevdiklerinden uzakta, hasret içinde olan bizleri, renkli düşlemlere sürüklediğini söylemek isterim. Bilirdik tüm anlattıklarının hayal ürünü olduğunu; ama sözleri o denli içten ve tümceleri öyle süsleyerek dile getirirdi ki, hepimiz onu dikkatle ve bıkmadan dinlerdik.

Benzer bir konu, Sabahattin Kudret Aksal’ın bir denemesinde geçiyordu. O yazıda Nurullah Ataç’tan bir öyküyü aktarıyor. Öykü şöyle:

Küçük bir kasabada, delikanlının biri, bir kıza tutulmuş. Bu kızla hiç tanışmadığı gibi, bir araya gelmek yürekliliğini de gösteremiyormuş; ama o, sürekli aklındaymış. Her gün görüştüğü yakın arkadaşlarına, kızın, ona karşı olan sevgisinin sözünü edermiş. Günler geçmiş böylece. Bu durumdan bıkan arkadaşları, bakmışlar ki olmayacak, gidip kızla konuşmuşlar, ne denli sevildiğini, günlerden beri aralıksız onun sözünü dinlediklerini anlatmışlar. Hoşuna gitmiş kızın, belirli bir buluşma yeri, saati söylemiş, bekliyorum onu gelsin, demiş. Durum delikanlıya anlatılınca uçmuş sevincinden, sevdiğiyle buluşacak olmanın coşkusuyla. Arkadaşları da bezdikleri bir konuyu artık dinlemekten kurtuldukları için daha çok sevinmişler. Buluşma günü kahveye oturmuşlar, “oh demişler, kurtulduk, şöyle ağzımızın tadıyla bir kâğıt oynayalım bugün.” Nedense tam buluşma saatinde delikanlı çıkagelmiş. “Buluşmaya gitmeyeceğim, vazgeçtim demiş, size anlatmak daha çok hoşuma gidiyor.”

Düşlemler bazen gerçekleri aşıyor! Belki günlerce, aylarca kurduğumuz kimi düşlemleri gerçek yaşamda bulamama kaygısı, belki de yüzleşme korkumuz, onların gerçekleşmesini engellemiş oluyor.

Çevremizde karşılaştığımız insanlar kadar, en iyi birer anlatıcı olarak, yazarlar için bir parantez açmak gerekir:

Yazar, bir öyküyü ya da bir romanı önce düşleminde kurar, tüm ayrıntılarıyla kurgular, sonra da onu kendi biçemiyle anlatır. Yazdıkları okuyucuya gerçek göründüğü oranda başarılı sayılır. Yazarın düşlemleri, okuyucunun gerçeği olabileceği gibi; yazarın gerçek diye anlattıkları, okuyucuya tümüyle birer düşlem ürünü olarak görünebilir. Aslında bunun bir önemi var mıdır, bilmiyorum; asıl olan yaratılmış olan yapıttır, onun üstümüzde bıraktığı etkidir. Yoksa yazarın kimliği, olayların ya da insanların gerçek olup olmadığı, bizi, yalnızca merakımızı giderecek kadar ilgilendirir.

Goethe, Werther’i yazarken, masasının üstünde bulunan sivri bıçağın ucunu, kim bilir kaç kez göğsünde dolaştırmış. Onun, Genç Werther’in Acıları’nı okuyup da canına kıymak isteyenlerin sayısı ise bilinmiyor. Roman yayımlandığında, benzer aşk acılarını çeken o denli çok genç varmış ki, öyküsü etkileyici olabilmiş.

Son noktayı koymadan, kitaplar kadar, günümüzde belki bizi daha çok düşlemlere sürükleyen sinema ve televizyon filmlerini de gözden uzak tutmayalım diyorum.

http://www.salom.com.tr/haber-101799-duslemler_ve_gercekler.html


 

ŞİİR ÜZERİNE

Şiir nedir?

Kelimelerin tek bir kelimeye feda edilişinden başka bir şey değildir?

O tek kelime ki yalnız kendi değerini  değil, susturulmuş olan öbür kelimelerin de değerini taşır.

Eugenio DIARS

ŞİİR ÖLMÜYOR

Şiir ölmüyor; yeter ki yazılan şiir olsun!

Bu da yazılıyor. Ama şiir diye ortaya sürülenler, yetersizlikleri perdelemek için soyut veya anlamsız dedikleri cinsten olursa, bunlar zaten ölü doğmuşlardır. Çünkü şiiri bilmeceye çevirenler, uzun çabaya ve kafa yorgunluğuna karşı olan çağlarıyla çelişkiye düşerek yalnız çağdışı kalmamışlar, gerçek şiirin sürekliliğini sağlayan azınlıktaki okuyuculardan da yoksun süresiz kopmuşlardır.

Azınlıkta olan, ama çağlar boyunca sürüp giden bu gerçek şiirleri düşününce} bu yazıya başlarken içime çöken kötümserlik duygusu birden dağılıverdi.

Sh:7

Şimdi başka bir açıdan şiire bakalım: Bana düşüncelerini şiir yoluyla okuyucularına bildiren bir toplumbilimci, tek bir filozof gösterebilir misiniz? Karl Marx mı, Bergson mu, Heidegger mi. Sartre mı şiire başvurdu?

Şiirle bilimin, şiirle felsefenin, şiirle toplumbilimin birleşemeyeceğini Eflâtun'un kişiliği çok İyi açıklar. Gençliğinde şiirler yazan Eflâtun, Sokrates'le tanışıp da felsefeyi seçince, bir gece bütün arkadaşlarını yemeğe çağırmış. Sabahlara kadar içilip eğlenildikten sonra, o zamana kadar yazdığı bütün şiirleri alev alev yanmakta olan odunların arasına atmış. Alevlerden kurtulan birkaç mısra, onun nasıl bir şair olduğunu göstermeğe yeter. Bunlardan bir tanesi; bakınız, Atinalı sevdiğine nasıl sesleniyor:

Seni görmek için, gök kubbesi gibi

Göz göz olmak isterdim.

Bu mısra bundan aşağı yukarı 2350 yıl önce söylenmiştir. O gece bir şair yok olmuş, ama büyük bir filozof doğmuştur. Kafasının içi düşüncelerle yüklü şair Eflâtun, şiire duyduğu saygı yüzünden şiiri uğurlarken, kafalarında düşünse kırıntılarından başka bir şey olmayan şairlere ne demeli?

Son yıllara kadar soylu şiirler vermiş olan bazı şairlerimizin kırık dökük, bağlantısız, anlaşılmaz, kuru söz dizileri ile soruncu kesilmeleri, zaman zaman ağır basan bu anlayışın sonucu değil de nedir?

Şiir dünyası düşünce dünyası ile o kadar bağdaşamaz ki. gerçekten şair olanlar, her şeyden önce kelimeleri, geçer akçe olan günlük anlamlarından uzaklaştırmakla işe başlarlar. Okuyun büyük şairleri, hepsinin davranışı budur.

Düşünmek, türlü sorunlarla ilgilenmek şaire yasak mı?

Elbette değil! O da istediğini düşünür, düşündüklerini ortaya atar. Ama bir Sully Prud'homme olmak istemiyorsa, düz yazı ile. Çağımızın en büyük şairlerinden biri olan Valery böyle yapmıştır.

(Yokuşa Doğru, Mart, 1963)

Sh:48-49

Kaynak: Suut Kemal YETKİN, Şiir üzerine Düşünceler,1969,İstanbul


DANSE DE LUTIN- CİNLERİN RAKSI

I

Dolce; dolce.

Yaâse folce,

Dolce, dolce.

Yoli, deline

 

II

Yulce, Yulce,

Youdouli dulce,

Yulce, yulce,

Kzill odaline

 

III

Jalce, jalce

Yahanti galce

Jalce, jalce

Blouzi psiline

IV

Djilce, djilce

Hando bokjile,

Djilce, djilce

Yli zlideline,

 

V

(Diminuendo, reletendo)

            Vli Zlideline

Djilce, djilce, djilce, djilce, djilce

   Jalce, jalce, jalce, jalce,

             Yulce, yulce, yulce;

              Dolce, Dolce.

              Yââse folce….

              Dolce .. Dolce..

                     Dolce

(François Dufréne

Fontaine dergisinden)

ne anladınız demiyorum, ne duydunuz bu şiirden’

insanların işaretler ve yansılama sesleriyle anlaştıkları çok eski çağlara gôtürmek istemesi değil de nedir?



CEVABI OLAN SORULAR 

Ademi biliyoruz ancak kadın nedir?

Akıl-duygu-delilik arasındaki ilişki sınırları nedir?

Amacımızı aşan işlerle boğuşurken tersini mi yapıyoruz?

Aşkın sahnesinde başarılı olmak veya olmamak diye bir şey var mıdır?

Aşkın utançlaşması peşindeki mutsuzluk nedir?

Bu dünyada efendisi olmayan var mı?

Bu sizi ilgilendirmez denildiğinde hangi cevabı söyledik?

Bütün bu hak hukuk tartışmalarında, Tanrı nerededir?

Bütün hikayelerin gerçek yazarı kim? İnsan mı yoksa Tanrı mı?

Cevabını bildiğimiz soruyu kaçıncı kez sorduk ve hala sormaya çalışıyoruz?

Dil, bizi tam yansıtabilir mi?

Dili bulan çocukluğumuz neden gitmiyor?

Dilimiz ne kadar gerçekçidir?

Dilin üretimi için taklit ettiğimiz o sesler bizdeyse kendi başımıza neden bulamıyoruz?

Dostluğu, ihaneti nedir?

Düz aynada da bazan insan neden kırık  görünür?

Eylem mi düşünce mi önemlidir?

Gerçeğin gerçeği nedir?

Gerçeğin nereye gittiğine yorumlar var, ya hayaller?

Gerçek hayat romanla alay ediyorsa yazılanları neden okuyoruz?

Gerçeklik/yanılsama ikilisiyle, akıllılık/delilik ikilisi yanayana olmasını biz mi istiyoruz?

Gözlerimi kapattığımızda başka bir dünya varsa açık tutmak için gayretimiz nedir?

Hak, hukuk  diye bildiklerimiz neye göre düzenliyoruz.?

Hayatı tarif ederler, neden hayatın kendisini bulamıyoruz?

Hep nereye diyoruz, nereye gidiyoruz?

Hep öyle düşündüğünü mü sandı dedirten karşımız mı biz miyiz?

Herkes gibi, tesadüfen diyoruz.

İlmiğin ucundaki söz nedir?

İnsanın en büyük sözü ne olabilir?

Kelime şeyi resmetmede, sadece harfleri var. At denince iki harf karşısında bir mahlûk var.

Kırık aynada kendimizi kaç kişi olarak seyredeceğiz.

Kimine göre aşk, kimine göre şehvet, olayı nedir?

Kral mahkûm mu?

Muhafızları mı kral?

Nasıl endişelendin denildiğinde geçmiş mi etkili yoksa gelecek?

Nasıl ödenir, dediğimiz  o kadar çok borç var ki?

Ne diyorlar, derken kendi dediğimiz neden hep unuttuk?

Nedir insan?

Nereden geliyor?

Nereye gidiyorlar?

Ölüm kötü bir şey mi?

Renkleri tam anlayabildik mi? Kırmız gerçekten aşkı, kara neyi temsil eder?

Romancı son sözünü söylerken, kapağını biz kapatınca biz ne oluyoruz.?

Rüya aynamız bizim içimizde iken silinmesine neden olmaktan kurtulamıyoruz?

Sesi kaybettiğimizde zaman söz neden yok oluyor?

Sorular neden öykü doğuruyor?

Sorulara farklılaşmadan neden aynı cevabı veriyorlar?

Söz ve zaman birbirini neden takip ediyor?

Sözcükler mezarlığına gömeceğimiz en son söz mü olacaktır?

Söze can vermek için ilk gerekli olan şey nedir?

Susmuş bir düzen var diyoruz ancak hep gürültü içindeyiz.

Sürekli değişen, daha önce varamadığım bilincine varmadığım yeni şeyler gören sadece ben miyim ?

Şimdi kim kimi cezalandırmaktadır?

Tanıştığımızı unuttuğumuz insanlar tesadüfen hayatımıza mı girdiler?

Tanrı her şeyin yazılı olduğu o büyük metni yazdı vazgeçtikleri de oluyor mu ?

Tanrının romanı olsaydı ne yazardı?

Tüm ‘gerçek’ bize açıklıkla sunulmuş mudur?

Yapayım derken neden yıkıyoruz?

Yaşamın anlamı gerçekten var mıdır?

Yazı gerçeğinde gerçek sesi kiminle buluşturuyoruz? İçimizdeki sesi yazıya dökünce veya okuyunca kime yönelmiş oluyoruz?

Yıllar, bu küçük aralıkların birleşmesiyle açıklanabilir mi?

Yol arkadaşlığında ne olmak isterdiniz, Hz. Musa, yoksa Hızır mı? Herkes neden Hızır olmak istiyor?

Sonunda ayrılık olan bir arkadaşlık ne kadar güzel olabilir ki?

Zamanın böylece geçmesine imkân var mı?

 


OLACAKLARIN YOLUNDAN

Hayatın hepsi boşluk

Bir hizmetçi gibi ol.

Neyin sıkıntısını çekiyorum, deme.

Tüm bunları söylemeye bizi kim zorluyor?

Bir şeyi anlamak/anlamamak döngüsünde,

Bazen açıklamak cinayet gibidir.

Bilenler ve bilmeyenler nedir?

Kendimizi kaybetmiş miyiz yoksa bulmuş muyuz?

Oysa sözcükler asılda gerçekti, şimdi gerçek değil.

Olanlar ilişkiler olmadan var olamaz.

İster kutsal ister olsun lanetli.

Manalar yaşadığımız takdirde canlı kalabilir.

Benimiz, benlik değildir.

Kişiliğin orta noktasına varmak gerekiyor.

Kötüleri avlayanda, çok iyi değildir.

Çöl ülkesinde tatlı suyu içene aşkın hâzineleri açılır.

Ne var ki, yine ölüm engel oluyor.  

Ancak yolun hatırına kurtarıcın en beklenmeyen yerde meydana çıkıyor.

İlâhide olsa imge, sıcakla soğuğun birbirinde erimesidir,

Bu sadece sen ve ben değil.

Akıllılık ve ayıklık varken, hastalıklar, sersemce sıradanlıklar da var.

Ölçün, ölçeklerin nerede?

Eğlence ve tapınmaya hayatın karar veriyor sanıyorsun, öyle değil.

Varlığın yok oluşunu ve arzuların akıtacağı kan ırmaklarını düşün.

Kader yıkım değil, olacakların temel taşıdır.

Kaderi ne kimse durdurabilir ne de durdurmalıdır.

Sayısız insanlar çöllere gitmedi mi?

Tapınağımızı içinizde taşımalıyız. Çölde gerekmesin diye.

Dünyaya demirle bağlanmış bile olsak, için çağrısı bütün zincirleri kıracaktır.

Doğrusu, yalnızlığımıza hazırlanmalıyız.

Koyun, koyun olur, insanda insan.

Eğer ruhun hekimi olursan, insanların hastalığı sana görünmeye başlar.

Yine de sen onlara iyi davranmalısın,

Hasta olmayan insan zaten yoktur. Çünkü insandır.

Başkalarını da aldatacak şeyler söyleme. Kendini kandırma!

Dostlukta hırs peşinde koşmak yoktur.

yapabileceğin kulluğu yaşa.

Çölünü sev, yokluk vardır, anlıyor musun?

Çölde, güneş daha fazla parlar.

Çölün yokluğunda  olursan her zaman yüzünü görebilirsin,

Derinliklerine bakma, bakarsan derinliklerini yakar, canını uyandırır, rahatsız olursun.

Yine de bu azap çöle gidene ait.

Tatlı gölgeyi seç. Ben gölgedeyim de, haz vardır onda.

O zaman kaybolur gölgenin tadını çıkarmak istersin.

Yinede çölde olduğunu unutmamalısın.

Bir şeye yolculuk etmek onunla olmak içindir.

Seven ile sevilen arasında olanlar ilahî varlığı  bütünüyle tamamlamaktır.

Her ikisi de birbiri içinde çözülmez bir bilmecedir.

Allah’ı kim anlayabilir ki?

Oysa O yalnızlıkta, sırrında / gizemindedir

Hayat ile sevgi arasındaki ayrımcılık yalnızlık ve birliktelik arasındaki çelişkidir

Sevgi asla bitmez/bitmeyecektir.

Her başlangıç zordur.

Bak, iyileşmemiş bir yaran var olsa da,

Kalbininde kendine has ilgi nedenleri vardır

Kötülük yalnızca ayıran değil, aynı zamanda birleştiren bir ilkedir,

Onun için bir şey kötü olduğunda acele etme. İyilik peşindedir.

kötülük görünüşte yoldan çıkarandır 

Daha sonra seni iyiliğin derinliklere yönlendirir,

Hayvan konusunda önyargılıyız.

Hayvan doğada iyi davranışlı bir mahluktur.

büyük bir düzeni izler, aşırılıkları yoktur. Saklamayı geleceği falan bilmezler.

Aşırılık ise insana özgüdür.

Hayvanlar insanlardan daha iyi uyum sağlarlar.

İnsan yaşlı ormanın güçsüz çocuğu gibidir.

Sözleri,  asıl sözden olarak görme, metaforları vardır.

Şeytanlar bunlarda gizlenir.

Kaosu bir kez gördün mü bak

Sonunda ölüm ve mezardan fazlasını göremezsin.

Onlar siyah bir köpeğin kuyruğuna basarsan çığlık atar gibidir.

Her şey sonsuza dek aynıdır görünse de aynı değildir

Tekerlek ve yol aynı olsa da dönüşlüdür.

Cinsellik ve tinsellik birbirine karışarak döner durur.

Sen ne yaptığını gerçekten biliyorsan ne mutlu sana;

Bilmiyorsan bir öğreteni bulmayı iste

İstersen bunları öğretecek biri sana gelecektir.

 

 




Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar