DİLE GELEN TAŞ- Sâmiha AYVERDİ
Seninle kendimi bulur, kendimi kaybederim.
Benim ifrat muhabbetimin adı sensin.
Hep, sen, sen... diyorum. Çünkü her şey sensin Allâh'ım!
**
Eş geldi, dost geldi. Seni gezdirelim,
eğlendirelim., dediler.
Olmaz, dedim. Gitmem.
Neden, der gibi yüzüme baktılar.
Olmaz, dedim. Onunla kalmak istiyorum.
O nerede, der gibi, gene tuhaf tuhaf
etraflarını süzdüler.
Şu insanoğlu ne tuhaf... Seni sağda,
solda arıyorlar. Ebedî mihmânımın sen olduğunu bilen dahi yok Allâh'ım!
Seninle kalamadığım zamanlar hiç
değilse, hasretinle baş başa olduğumu dahi anlayamıyorlar.
**
Ne dersin, bir hakikati îtirâf edeyim
mi Allâh'ım?
Evet edeyim: Ben nankör ve bencilim.
Zîrâ seni çağırmaktan, seni istemekten, seni özleyip, perişan bir tahassürle
etrâfımda araştırmaktan öte gidemedim. Elim erip gücüm yetmese de, ateş üstünde
unutulmuş bir çömlek gibi, son katreme kadar buhar olup etrâfına yayılıyor,
görünmezliklere karışıp gene de sana yol bulmuyor muyum?
**
Ne oldu bana?
Bir mâmûre idim; vîrâne oldum. Taş taş
üstünde bırakmayan bu zelzele nedir, Allâh'ım? Yıkıldım; yerle yeksan oldum,
hâlâ sarsıp silkelemekten usanmıyorsun. Kim bilir, belki bana o harâbeyi de çok
görüyor, yanar dağlar gibi indifâlarla, içimin dışa vurmasını istiyorsun. Ammâ
insaf et... Ortaya dökülmedik, geri tepmedik, yüze çıkmadık nem kaldı?
Söyle, ey asırlardır beklediğim,
söyle!
**
Sen, istediğini düşün ve yap!
Fakat bırak beni, yalnız seni
düşüneyim Allâh'ım...
**
Anadan doğma kör bile, gün olup
gözlerinin açılacağı ümidini besler.
Yâ Rabbî, ben de senin sırlarını
görmekte gözsüzüm.
Benim de, basiret gözümü açacağın günü
bekliyorsam, cür’etime kızıp bana darılmazsın, değil mi?
**
Ruh için ölmez, derler.
Ölmez mi?
Allah'la biliş tutmamış her ruh zâten
ölüdür. Hakk'tan ırak olan ruh yaşar mı ki ölsün...
**
Şâirsin dediler, âlimsin dediler. Ammâ
senin esirin olduğumu bilemediler, söylemediler.
Sen biliyorsun ya... Bilmesinler,
görmesinler, söylemesinler. .. Merâmım, niyâzım zâti bu benim...
**
Ağlamak istiyorum; bana, gül...
diyorsun.
Başımı alıp dağ tepe giden ben olayım;
diyorum. Yok, seni buraya ben bağladım, çözülemezsin, diye ayak diriyorsun.
Didik didik olmuş bir yüreğim var;
kimden yedim bu silleyi, diyorum. Kanlı hançerini eteklerimin kıvrımlarına
saklayıp: "Bilmem ki ben de onu arıyorum" diye, şaşırtmacaya
kaçıyorsun.
Kimseyi istemiyorum, kimse ile
konuşacak tek kelâmım kalmadı, diyorum. Sırtıma dünyâ kamçısını çalıp, beni
zorla beşer nev'inin kesâtetlerine sürüyorsun.
Ah ne olur boşalsam, boşalsam,
düşünmesem, duymasam... diyorum. İçime, biri çekilirken biri saldıran fikir
dalgaları yuvarlıyorsun.
Azıksızım, can
boğazıma geldi, beni doyur; diyorum. Ya! Demek hâlâ ölmedin, hâlâ candan söz
açacak kudretin var, diye, sitemlerin en acısını revâ görüyorsun.
**
Yorgunum; yaşamaktan yoruldum,
diyorum. Hakkın var, diye başımı okşayacağın yerde, koşup, bu durmak vakti
yaklaşan hayat zembereğini kendi elinle yeniden kuruyorsun.
Öyle ise, gölgesini hazmetmiş bir ağaç
gibi, ben de sırlarımı içime çeker, kimseye göstermem, diye serkeştik edecek
oluyorum. Onlara ne efsûn okuyor, ne yapıyorsun ki, darıya koşan kuşlar gibi,
bir işâretinle benden uçurup ayaklarının ucuna indiriyorsun?
O zaman sana küsüp, yüzümü gönlüme
çeviriyor ve ona soruyorum: Nedir bu işkence, bu istibdat? Ben köle miyim,
efendi mi?
Amma gene elin işe karışıyor, gönlümün
dudaklarına basıp susturuyor ve gene sesin cevap veriyor: "Seni bilmem
ammâ, ben hem oyum, hem de bu!." diyorsun.
Ah, sen daha nesin, nesin sen? Bâri
insaf et, insaf et de ilerisini söyletme bana...
**
Sağın neresi? Dedi. Senin olduğun
yer... Dedim. Solun neresi? Dedi. Yine: Senin olduğun yer... dedim.
Benim olmadığım yer neresi, diye
soracağından korktum. Zîrâ senin olmadığın yer yok ki, diyecek olsam, belki de
kaşlarını çatar, beni azarlardı.
**
Gene putperestliğim üstümde. Dîninden
îmânından korkan yanımdan kaçsın.
Ne yapayım, dudaklarının la'lini
göremediğim zaman, ateşe tapıyorum.
Güzelliğin, zaman bulutlarının arasına
saklandığı vakit de, güneşe secde ediyorum.
Karanlık yüzlü geceler gelip de, sen
gelmeyince, aşktan benzi atmış ay, mâbûdum oluyor.
Nâz edip avuçlarınla yüzünü örtünce
de, kıblem, içimdeki nakşın oluyor.
Tek mi, çift mi oynayan çocuklar gibi,
bir eline hasreti, bir eline vuslatı saklayıp, benim de bu müstehzi avuçlara
vurduğum, vurup da aldandığım, tek dediğim çift, çift dediğim tek çıktığı zaman
ise, melâl ve hüsrânıma ibâdet ediyorum:
Öleceğim için gamım yok. Amma şu
insanoğluna, hasretin ne demek olduğunu anlatamadan göçeceğim için mahzûnum.
Kalbimi, kâinâtın kalbi ile
birleştireli beri, cümle âlemin sesinde yüreğimin atışını duyar oldum. Belki
âlem, gözbağcılık eden bir gaflet içinde bunu tasdik ettiği kadar, inkâr da
eder. Ammâ gene de ben, onun kavruk dudakları arasından kendi hikâyemi
dinleyeceğim.
Ey benim isimden, cisimden münezzeh
Allâh'ım!
Bu viran gönüllü kuluna ne diye vücut
verdin?
Mâdemki verdin, öyle ise şirkine de
göz yum. O vücut ki aslında ikiliğin ta kendisidir. Senin hazırlayıp, senin
yuğurduğun bu hamur, mayası gelip kabını taşınca kızma. Bırak, îmânına su
katılmaktan korkan âlem halkı, tâundan kaçar gibi, şu putperestten de
uzaklaşsın.
Amma sen ey benim mekânsızım!
Sen onlar gibi yapma. Bir zaman kâfir
olsam da ne gam?
İman suyunun, sırasında kaskatı bir
kayalıktan kaynadığını cihan ehli bilmese de, sen bilmez otur muşun?
Yok eğer murâdın, mutlaka tevhide
dönmem ise, emret tekmil putları bir solukta ezip geçeyim. Tâ gönlümü, o
hasretinle zerre zerre olmuş dîvâne gönlümü, hatta iki dünyâyı da çiğneyip,
sana, yalnız sana tapayım.
Ammâ bu taabbüde karşı da, adımın gene
putpereste çıkmayacağına söz verebilir misin bilmem ki?
**
Sen, istediğini düşün ve yap! Fakat
bırak beni, yalnız seni düşüneyim Allâh'ım...
**
Ne garipsin ey İlâhî kudret ki, kimine
kendini göstermemek çilesini, bir gömlek gibi giydirmiş, ihtişam ve saltanatın
mâmur ettiği bir tahta oturtmuş, ikbâlinin büyüsü ile seni görmekten kör
bırakmışsın.
Kimini ise, verdiğin akılla yükseltmiş
yükseltmiş, tıpkı babasının kollarında havaya kaldırılmış bir çocuk gibi,
bırakılıverince, düşüp parçalanacağını düşündürmeyen idrâk körlüğü ile, bir
gülünç gurur boşluğuna asmışsın.
Kimini ise ihtirâsının direğine
bağlamış, sonra da bu zavallının önünden salınıp geçerek, güzel yüzünü
göstermişsin. Acabâ arkandan gelemeyenler ve hasretle haykırışanlar bunlar
mıdır?
Kimine ise, çilelerin tokmağını
sırtlarında duyurmadan, adını andırmamış, yüzünü göstermemiş, kendini
vermemişsin.
Kimi ise, budala bir gururla kendi
fânî güzelliğinin hayrânı olup dururken, yüzüne yılların cefâ ve mihnetlerin
aynasını tutmuş ve zavallıyı: "Hakkın var; artık güzel değilim!"
diye inletmişsin.
Ne garipsin, ne akıl yetmez sırlarla
dopdolusun ki, kulun var, adını anmak için, çocuğun anasına sokulması gibi, her
bahanede seni söyler, seni dinler olmuştur.
Kimine, duâ et icâbet edeyim,
demişsin. Kimine, duâyı, bir şirk yolu olarak belletmişsin. Kimine, devesini
kazığa bağlatmış, kiminin tatlı canını, başı boş sahrâlara sürdürmüşsün.
Kimi, Zerdüşt'e gitmiş, seni orada
aramış. Kimi puthâneye girmiş, sana orada tapmış. Kimi Kabe'ye sokulmuş, sana
orada secde etmiş. Sen ki, o zaman da bu zaman da bize şah damarımızdan daha
yakınsın, ya ne diye bu zavallı insan dalgalarını birbirini ezip yalanlayacak
yollara sürer durursun, bilmem ki Allah'ım?..
**
İçimin karanlığında ayak sesleri var.
Âb-ı hayâtı arayan Hızır mı dersin?
Söyle Hızır'a çekilsin ordan...
Âb-ı hayat, sensin.
Ben ise sâdece zulmetim... Allâh’ım...
Feyzinle nurlandır, aydınlat Allâh’ım!
**
Geliyorum.
Beni çağırdığın yere geliyorum.
Cennetten bir ses duydum. Beni dâvet
eden sen misin? Cehennemden de kulağıma bir ses çarptı. Bana oradan da seslenen
gene sen misin?
Geliyorum. Çağırdığın yer neresiyse
oraya geliyorum.
Dere kenarında bir mırıltı var. Şâyet
bu ses de senin ise, şâyet ordan da çağrılıyorsam, bekle biraz; sular gibi
yeşiller giyip geleyim.
Puthânede duâ kisvesine bürünen sese
de senin sesin diyorlar. Doğru ise söyle de koşayım, acele edeyim...
Meyhânede mahzun neş'eler, bağlantısız
düşünceler kılığına giren gene sen imişsin. Öyle ise hemen gidip kadehlere
dolayım, taşıp döküleyim, coşup coşturayım...
Ne duruyorsun? îmâna çağır, îman
edeyim.. Küfre çağır, kâfir olayım... Aşk acılarının yürekte kalmış sesi için
de, gene sana iftira ediyor, bu da onundur, diyorlar.
Şimdi de gazâ başlamış olmalı. Cenk ve
gülbank sesleri yükseldi.
— Gel, bana gel!., diye yanık yanık
çağıran senden gayri kim olur? Zâten gönlüm dünyâlara sığmaz oldu. Hazırla
şahâdet câmını, geliyorum; vallah billâh geliyorum.
**
Cehennem nedir, bilir misin?
Cehennem nefstir. Azaptır. Keder ve
gamdır.
Yâ Rabbî beni cehenneme atma... diye
duâ edeceğine, cehennemi, benim içimden söküp at, diye duâ eyle!
**
Dün seni tanımayanlarla akşamladım. İnsanlarla
ağzına kadar dolu meclisler kadar yalnızlık çilesi çekilen nere vardır?
Gözüm kulağım, elim ayağım onlarla
idi. Gönlüm ise seninle başbaşa, yapyalnız.
Güldüler, güldüm. Söylediler,
söyledim. Verdiler, aldım. Aldılar, verdim.
Süsleri, zînetleri, hevesleri,
hülyâları, arzûları, ümitleri ile etrâfımı bulut bulut sardılar, yığın yığın
kuşattılar. Amma ben gene de yalnızdım. Yalnız, yapyalnız...
Allâh'ım! Sana biliş olmayanlarla
ilişik etmek çilesini tadan varsa, gelsin de hâlimi diyeyim, hâlini sorayım,
gönlümü açayım, derdimi yanayım. Bir söyleyeyim, bin dinleyeyim. Bin
dinleyeyim, bir diyeyim.
Ey insan! Neden şükredicilerden
değilsin? İki sağlam göze mâlik olman bile kâfî saâdet değil mi?
Aybım çok, günah tepemden aşkın.
Cennete kapılanmak neme benim ?
**
Allâh'ım! Şu uçsuz bucaksız dünyâda
ben ne kadar garibim. Gelmezsen, eğer bana gelmezsen, hüznüm bitmeyecek, derdim
tükenmeyecek.
Ammâ he de tuhaf söylüyorum. Bu hüzün,
bu dert bende iken, gurbet acısı pençeleriyle omuzlarımı çökertirken, bana ne
diye gelesin? Böyle dağlanıp kavrulurken, kendi kanımı göz kırpmadan içer
dururken, bu taş taş üstünde kalmamış vîrâneye seni nasıl da çağırıyorum,
Allâh'ım?
Ammâ ne yapayım? Çaresizim. Garip ve
kimsesizim. Bir zamanlar: "Ben kimsesizim, senin de kimsesiz olmanı
isterim!" demiştin.
İşte bunun için gönlümün kapılarını
açarak, orada mekân tutmuş ne varsa, ellerine âzat kâğıtları verilmiş köleler
gibi, hepsini uğurladım. Beni dünyâya getirenlerle, benden dünyâya gelenleri
bile...
Ama bir yandan, gönlüm yüklerinden
hafiflerken, oraya dertlerin en zorlusunu yerleştirdim. Onun için de çâresizim.
Şunu da biliyorum ki o yenilmez, baş edilmez çâresizlik, zaman gelir çârenin tâ
kendisi olur. Sanki kaya içinden fışkıran pınar gibi, o öldürücü derdin bir
devâ kesildiğine, yemîn ederim ki şâhidim ben, Allâh'ım...
**
Ne gizlisin, ne akıllara şaşkınlık
vericisin ki, Şeytanla Âdem'i yan yana yarattın da, birinin hâsiyetinden
ötekini nasipsiz bıraktın.
Gülle fesleğen aynı tabiatın
memesinden süt emdiler; amma kurtla kuzu kadar birbirlerine vahşî kaldılar.
Her kuşa uçmayı senin hünerin öğretti;
amma kumrunun hû hûsunu, sakanın hançeresine bağışlamadın. Atmacanın çıktığı
yüksekliklere, serçeyi yabancı kıldın.
Balık, sâhilde ömür süren mahlûklara
şaştı ve acıdı: "Bunların cezaları ne büyükmüş ki, kupkuru toprakta
yaşamaya mahkûm edilmişler!” Dedi.
Güvercin de balığa acıdı: "Zavallıyı
boğmak için denize atmışlar, vah yazık!" diye eseflendi.
Erkekle kadını bir mayadan
yaratmışken, cinsiyetlerini ayrı ayrı dokudun; sonra da bu ayrılığı, aralarında
en şiddetli bir yakınlık ve ülfet vesilesi düzdün.
Ah, senin oyununa bu dünyâda kimin
aklı ermiş ki, benim ersin Devletlim...
**
O, etrâfına bakınıyordu beni görmedi
Ben ona bakıyordum etrâfımı görmedim. O beni görseydi tanır mıydı acep? Amma
bütün cihanda görüp seyrettiğim onu ben nasıl tanımaz olurdum?
**
Beni bu dünyâ tuzağına kim düşürdü?
Sana rastlamak, seninle karşılaşmak
için mi ayaklarım bir gizli ağa takılıp şu cihâna yuvarlandım?
Bana bu çalkantılı yüreği kim verdi?
Suların bile uyuduğu bu dünyâda, gece
gün demeden, sana akmak için mi, durulup yatışmaz oldum.
Ne zaman doğdum, ne zaman büyüdüm?
Doğmaya da ölmeye de inanmadığımı açığa vursam ne olur? Söyle... Dünyânın
beşiğini sallayan âhenk ve sadâdan, şu hayat durağında, payıma, senin sesini
kim düşürdü?
Şunu da söyle... beni bu dünyâ çarkına
kaptıran da kimdir? Kendi eskisini yeni yapan, sağdan aldığını sola veren,
kendi harcı, kendi hamuruyle olup biten dünyâ için, biliyorum ki çürüyen de
doğan kadar bu dâimî devrin hizmetkârı. Yoksa bu mahkûmiyette, irâdenin
irâdesini görmek için mi, hayretleri hikmetleri az bulur oldum?
Beni bu dünyânın bayağı ve süflî
çileleri arasına kim arkamdan itti? Suçlara, günahlara ikrah ve nefretle bakıp,
imtihanda sıfır almam için midir bu oyun ?
**
Allah'ım! Beni neyle korkutuyorsun?
Ayrılıkla mı?
Söyle ayrılıkla mı?
Ey seneleri sâniyelerin içine
sığdıran!
Bilmez olur musun ki
seninle geçmiş bir solukta, bin bir ömür gizlidir.
Bakıp da göremediğim,
görüp de tutamadığım, tutup da durduramadığım anların kudsiyetine yemîn ederim
ki ben bir şey kıskanıyorum...
Söyleyeyim mi?
Ben senden kendimi kıskanıyorum
Allah'ım...
O senden ki tâ ezel gününde bir
mukadderat pençesi ile koparılıp ayrı düşürülmüşüm. Bunun hıncını, bunun öcünü
almak yolunda çarpınıp çırpınırken, bana âsî, bana serkeş, bana hırçın, bana
zâlim, hele vahşî, hele vahşî, derlerse sakın şaşma ve utanma, ne yapayım buyum
işte.
**
Kâh zâlim derler. Desinler. Kâh mazlûm
derler. Desinler. Sen, bende ol da, ne İsterlerse onu söylesinler, onu
desinler.
Ne akıl almaz işlerin vardır, bilinmez
ki... Hem beni bu dünyâya attın; hem de, sürüye saldıran kurtlar misâli, âlem
halkını üstüme üşürdün. Dediler; dediler... dillerine her geleni söylediler.
Söylesinler... Sen benimle ol da ne
isterlerse onu söylesinler, onu desinler.
**
Ben derim ki:
Ağlayan da haklı, gülen de. Veren de
haklı, alan da.
Şu garip kadını seven de haklı, söven
de. Herkes, herşey haklı.
Yalnız ben değilim.
Ne zaman haklı olurum bilir misin?
Senin istediğin gibi olursam
Allâh'ım...
Kaynak: Sâmiha
AYVERDİ , DİLE GELEN TAŞ, I. Baskı: 1999, İstanbul
[slideshare
id=57414483&doc=dilegelenta-160123212819&type=d]
https://youtu.be/pcP9P4xdxe8
Anladım; ben sensiz olamayacağım, ey
yürek yanığı!
Yeryüzünde senden başka hiçbir
anahtar, şu önünde beklediğim kapıyı açmıyor. Gel, gel de gönlümün içinde dön
ve bana o muhteşem kapıyı açıp ardına daya!
Geceyi ürpertip coşturan ben değilim;
sensin ey yürek yanığı! O gece ki, elimde hırpalanmaktan bezmiş gibi, bak, işte
vakitsiz kaçmaya uğraşıyor. Ben ise, ölüm dirim boğuşuna düşmüşler misâli,
isyanla teslimiyetin çalkantısı arasında onu sımsıkı tutuyorum. Kollarımı
boynuna doluyor, kulağına da, kimseye söylemediğim kelâmı fısıldıyorum. Ammâ
belki de güneş, sırma saçaklı perdesini ağır ağır kaldıracak ve ona altın telli
kaftanını giydirip, yalvarsam da yakarsam da gene elimden alıp götürecek.
Bu gece dağları sırtıma yüklesem
ağırlık duymayacağım. Göklere tırmanıp yıldızdan yıldıza atlasam yorgunluk
çekmeyeceğim. Kâinâtı kucaklayıp göğsümde ezsem kanmayacağım, doymayacağım.
Zîrâ bütün haşmetinle can evime geleceğin tuttu ey yürek yanığı!
Dünyâ dünyâ olalı, seni anlatmak,
beyâna getirmek için kâinâtın dudakları kurumuş, nefesi kesilmiştir. Ne çâre ki
anlatanla dinleyen, dertle derman gibi, hep birbirleriyle nizâda hep
birbirlerine yabancı kalmışlardır.
Kulağıma bir ses çalınıyor. Esâretine
gönül verdiğim için beni kınayanlar olduğunu duyuyorum. Haklı haksız diye iki
ayrı renk isbat etmekten utanır olduktan sonra, ne diye gam çekeyim? Yeryüzünün
endâzeleri ile ölçüp biçenlere nasıl hak verilmez? Acaba onlara, sana esîr
olduktan sonra âzatlığın tadına dudak değdirdiğimi söylesem mi dersin, ey gönül
yanığı?
**
Suçlu değilsin.
Yakıp yıktınsa da kabâhatin yok.
Benim dâvetlimsin; seni çekip çağıran
benim.
Hışımla da gelmişsen, dedim ya,
kabâhatli sen değilsin, benim, ey yürek yanığı!
Zamâna rüşvet verip kandırdım ve seni
yolundan çevirttim. İlk iş hemen gönlümü nişanlayıp vurdun. Bir iken sayılıp
hesaba gelmez zerrelere bölünüp dünyâlara dağıldım. Sonra da en küçük parçamı
dahi mahdûda, fâniye harcamak istemez ettin. Asgardan, asgar olmuşsam da, günah
senin değil, benimdir, benim..
Ey gönül yanığıl
Hasta değilim, sarhoş da sayılmam.
Vakit vakit tutan nöbetlerim de yok. Bakıyorum, deli de demiyorlar, ammâ
dîvâneleri neden bu kadar seviyorum? Neden aklını yağmaya verenlerle aram bu
kadar iyi?
Yoksa haşmet ve azametinle gelip
yüreğimi yaralarken, aklıma da mı bir pay ayırdın? Ona da mı bir ok fırladı,
perişan etti, ey şâhâne dâvetlim, ey gönül yanığı!
Kaynak: Sâmiha
AYVERDİ , DİLE GELEN TAŞ, I. Baskı: 1999, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar