DİLİMİZ ÜSTÜNE KONUŞMALAR -MELİH CEVDET ANDAY
Not:
Dil konusu meraklı kardeşlerime
bilhassa gençlere bu kitabı tavsiye ederim.
Dil konusu meraklı kardeşlerime
bilhassa gençlere bu kitabı tavsiye ederim.
"Kısa alıntılar yapıldı"
Sayın
dinleyiciler,
Sizinle
her hafta bu saatte, dilimiz üzerinde konuşacağız. Anadili sözü, daha küçükken,
okula gitmeden öğrendiğimiz dili anlatmak için bulunmuş çok güzel bir söz.
Anamızdan, babamızdan öğreniyoruz onu. Bildiğimiz en iyi dil, anadilimizdir
kuşkusuz, yanlış yapma korkusunu duymadan konuşuruz anadilimizi. Ama bundan
ötürü herkesin anadilini tam olarak bildiği söylenebilir mi? Öyle olsaydı,
ayrıca anadili öğrenmeye hiç bir yerde gerek duyulmazdı. Kuşun hangi nota
üzerinden öttüğünü bilmemesi gibi, anadilinin eğitiminden geçmemiş olanlar da,
bilmezler kullandıkları dilin özelliklerini, kurallarını.
Yıllar
önce Paris Üniversitesi'nde geçmiş bir olayı anlatayım size. Orada temel dil
Fransızca olduğu için, Üniversite, öğrencilerden bir yabancı dil bilmelerini de
istiyor. Bizim Türk öğrencileri, düşünmüşler taşınmışlar, ikinci dil olarak
Türkçeyi seçtiklerini bildirmişler Üniversiteye. Bunun üzerine de Üniversite,
bu Türk öğrencilerin Türkçeden sınava girmelerini istemiş. O zaman orada Doğu
Dilleri Enstitüsü'nde Profesör
Jean Deny vardı, Türk dili uzmanı. Türkçenin en iyi gramerlerinden birini yazan
odur. İşte Türk öğrencilerini bu Profesör Jean Deny'nin karşısına çıkarmışlar.
Bana anlattıklarına göre, öğrencilerimizin çoğu o sınavda başarı kazanamamış. Demek anadilimizi konuşmak
başka, bilmek başka.
Söyleşimizin
başında hemen belirtelim ki, biz bu programda Türk dili öğretimine kalkacak
değiliz. Dilimizin geçirdiği gelişme evrelerini, onu başka dillerden ayıran
özellikleri ve asıl önemli olarak da, yıllardır toplumumuzda en güncel konu
olma durumunu sürdüren dilde özleşme akımını, şurasından burasından göstermeye
çalışacağız.
**
Yunus
Emre'nin ..birçok şiirine bir bakalım, orada bugün kullanılmayan Türkçe
sözcüklerle karşılaşacağız. En başta "bencileyin" sözcüğü var,
"benim gibi" demek. Yeni ozanlarımız, yazarlarımız arasında bu
sözcüğü canlandırmak isteyenler oldu, bu çaba şiir bakımından belki çok yaygın
bir sonuç vermedi, ama kulağımız alıştı o sözcüğe, artık kim söylese "Ne demek?"
diye sormayız. Oysa diyelim elli yıl önce durum böyle değildi. Türkçe
sözcüklere istek yoktu o zaman. Bir şiirde, bir yazıda Farsça, Arapça,
Fransızca sözcükler ne denli çok kullanılırsa, o şiir, o yazı o denli güzel
olur, beğenilir sanılıyordu. Şunu
da sırası gelmişken ekleyeyim, bizim Tanzimat dönemindeki, Servet- i Fünun
dönemindeki ozanlarımız Yunus Emre'yi okumazlar, onu küçük görürlerdi. Namık Kemal, Sahaflar çarşısında
Yunus Emre'nin birkaç şiirini içeren bir kitapçık bulduğunu ve onu elinden
attığını anlatır bir yazısında.
Sonra
"Bağrı başlı..." demiş Yunus Emre, "Bağrı yaralı" demek. O
sözcük de unutulmuş. Daha böyle unutulmuş başka sözcükler var o şiirde: Örneğin
"od" sözcüğü var, "ateş" anlamına. "Hasret oduna
yanmasın" diyor Yunus. "Hasret ateşine yanmasın" demek. Gene
Yunus "mezar" demiyor da "sin" diyor.
Bizim
eski ozanlarımızı bu açıdan incelemek çok ilginç karşılaştırmalara yol açıyor,
hele o ozan Yunus Emre gibi büyük bir ozan olursa, yararımız sadece dil
karşılaştırmalarına olanak vermesinde kalmaz, dilimizin güzelliğini, uyumunu
görüp tatmada herkese büyük kolaylık sağlar. İlk okuyuşta anlarız Yunus
Emre'nin ne dediğini ve bugün yazılmışçasına tat alırız ondan.
Ama
Yunus'tan sonra dilimiz yavaş yavaş bozulur, "od" kalkar sözgelişi
ortadan, onun yerini "ateş" gibi yabancı bir sözcük alır. O
"od" sözcüğü bugün sadece "odun" sözcüğünde yaşıyor. Ama
bilenimiz çok mudur dersiniz "odun" sözcüğünün içinde
"ateş" anlamına gelen bir "od" sözcüğünün bulunduğunu?
"Ne
yapalım, olmuş bir kez, unutalım od'u, ateş var ya, onunla görürüz
işimizi" denebilir. Nitekim öyle yapıyoruz. Ama bu düşünce doğru mudur
değil midir, şu anda çözümlemeye kalkmayalım derim. İlerde sıra gelecek böyle
bir tartışmaya. Ancak şuncasını söylemek şimdi yerinde olacak; demek
bizim sözcüklerimizden birçoğu zaman içinde yitip gitmiş, onların yerlerini
yabancı sözcükler almış. Benim bugünlük, hele şu Yunus örneği ile anlatmak
istediğim buydu.
Ama
dilimizin başından bir olay geçmiş, "od" gitmiş, onun yerini
"ateş" almış diye biz bütün buna benzer olayların karşısında edilgen
mi kalacağız? Birimiz de çıkıp "Koruyalım dilimizi" dese yanlış mı
olur? Bu gibi olaylar karşısında kollarımızı bağlayıp kalmak, dilimiz her gün
biraz daha güçsüz bırakmaz mı? Onun tadını unutturmaz mı? Bakın, bugün Fransızlar,
dillerine giren İngilizce sözcükleri atmak için savaşıyorlar. Bu iş için bizim
Dil Kurumundan sorup öğrenmeye kalktılar ne yaptığımızı.
**
Ama
Yunus Emre'ye dönersek, onun demin okuduğumuz şiirinde bir de şu
"kamu" sözcüğü var. "Bütün", "hep" anlamına gelen
bu sözcüğü, bildiğiniz gibi bugün canlandırmış durumdayız, kullanıyoruz. Eski
bir Türkçe sözcük "kamu". Atatürk, dilde özleşme akımı hızlandığı
sıralarda onu "Büyük Millet Meclisi" karşılığı olarak
"Kamutay" biçiminde ortaya atmıştı. O gibi girişimler, sonradan
birtakım siyasal güçlerce yozlaştırıldı.
..
Demek ki, diye düşünebiliriz, bir dilde kimi
sözcükler, kimi etkilerle yitebilir, onların yerini almış olan yabancı
sözcüklere alışmışsak, onları benimsemişsek, ortada yakmacak bir durum yok
demektir. Nitekim işte "mezar" sözcüğünü atıp onun yerine eski
"sin" sözcüğünü almak, "sin"i diriltmeye kalkmak artık
olacak işlerden değildir.
**
bir
örnek üzerinde duralım: "Tayyare"
sözcüğü Arapça'dır, ama Türkiye'de uydurulmuştur. O zaman yeni çıkan bu
hava aracına bir ad takmak gereğini duyan Türk aydınları, demek ki Arapça ile
yetişmiş olan Türk aydınları, Arapça "tayara" kökünden yapmışlar o
"tayyare" sözcüğünü. Peki, Araplar ne diyorlardı dersiniz? Eskiden "El
avion" diyorlardı, şimdi "tayyar" diyorlar. Gerçekten tuhaf
bir durum! Arap, kendi sözcük köklerinden biriyle yapılmış olan bu yeni sözcüğü
bizden alıp kullanıyor. Tuhaf, ama görülmemiş bir olay değil. Batılılar da
terimlerini Yunanca, Latince köklerden yaptılar. Sözgelişi, telefon, telegraf,
teleskop, telefoto... sözcüklerindeki o "tele" öneki uzak anlamına
gelen bir Yunanca sözcük, ötekiler de sırası ile "ses",
"yazı", "görünü", "resim"... anlamlarına geliyor
ve böylece bu uydurma sözcükler sırası ile "uzak-ses",
"uzak-yazı", "uzak-görünü", "uzak-resim"... gibi
anlamları veriyor bize. Gerçekten benzerlik çok o bizim uydurduğumuz
"tayyare" sözcüğü ile bunlar arasında. Demek bizim aydınlar da
Arapçayı bir ölü dil gibi kullanmışlar.
**
Dil
bilginleri, çeşitli diller arasmdaki benzerlikler üzerinde durarak, bunlarm
aynı bir dilden geldikleri varsaymamı, kurammı ortaya atmışlardır. Gerçekten
de, birbiri ile ilgisiz, birbirine uzak bulunan diller arasmdaki kimi
benzerlikler şaşırtıcıdır. Sözgelişi, İran nerde, İngiltere nerde! Ama Farsça
ile İngilizcenin benzerliği göze batacak gibi. Örneğin Farsçadaki
"peder", İngilizcede "father" olmuş çıkmış,
"birader", "brother", "mader", "mother"
olmuş... Dahası var, Farsça "tu", "sen" demek, Fransızcada
da öyle, ufak bir söyleyiş ayrımı ile Fransızlar "tu" diyorlar.
Farsçada "tu est", "sensin", Fransızlar ise "es"i
"e" okuyarak "tu es" diyorlar. Şu "est"
"dır" cevher fiili, İngilizcede "is", Almancada
"ist" olmuş.
İşte
sayın dinleyiciler, dil bilginleri bunun gibi benzerlikler üzerinde durarak bu
dillerin aynı kaynaktan doğup dallanmış, çeşitlenmiş diller olacağı kanısına
varmışlar ve bu dillere "Hint-Avrupa dilleri" admı takmışlar.
Sanskritçeden tutun da, Hindistan'da konuşulan eski ve yeni diller, İslav
dilleri, Yunanca, Latince ve Latinceden çıkma diller bu aileye giriyor, bugünkü
Avrupa dilleri.
Bu
diller arasındaki bir başka benzerlik üzerinde daha duralım: "Sad"
Farsçada "yüz" demek. Fransızcada "çent". Dil bilginleri bu
iki benzer sözcüğü temel alarak Hint-Avrupa dillerini "satem" dil
topluluğu ve "centum" dil topluluğu diye ikiye ayırmışlar. Böy- lece
dallandırmışlar Hint-Avrupa dil ailesini. Hint dillerini, Farsçayı, İslav
dillerini birinci topluluğa, geri kalan Batı dillerini öteki dil topluluğuna
sokmuşlar.
Başka
bir dil ailesine geçelim, Arapça ile Yahudi dillerine bakalım. Onların arasında
da göze çarpan benzerlikler var. Sözgelişi, Araplar "selâm" diyorlar,
Yahudiler "şalom", Araplar "Allah" diyor, Yahudiler
"Eli". Arapların "elif" dedikleri alfabenin ilk sesi' ilk
harfi, eski bir semitik dil olan Fenike dilinde "alefdir, "öküz"
anlamına gelir, o harfin biçimi öküzün başından alınmadır. Eski Yunanlılar bu
alfabe işaretini Fenikelilerden alarak ona "alfa" demişler.
"Beta" da öyledir. Fenike alfabesinden almmadır. Yakm Doğu'da,
Önasya'da konuşulan eski ve yeni diller-Sümerce bir yana bırakılacak olursa-hep
bu dil ailesindendir. Habeşçe de öyle. Bunlara "Ivrit dili" (Yahudi
dilleri) yahut "Semitik diller" deniyor. Semitik dillerle akraba olan
"Ham" dilleri, bugün Kara Afrika'da konuşulan dilleri içerir.
Görüldüğü
gibi Türkçe bu iki aileden de değil. Dil bilginleri, buna bakarak, Hint-Avrupa
dillerinden de, Semitik ve Hâmi dillerden de ayrı bir "Türk dilleri"
ailesinin bulunduğunu saptamışlar. Buna "Türk-Hun dilleri" de denir.
Konuşmamm
başmda da söylediğim gibi, Avrupalılar, birer ölü dil olarak kullandıkları,
kendi terimlerini ürettikleri Yunanca ve Latince ile dil akrabalığı
içindedirler. Oysa bizim dilimizi, Türklerin İslâm olmalarından sonra var gücü
ile doldurmuş bulunan Arapça ile Türkçe aynı dil ailesinden değil.
Bu
ayrılık, dilimizin ses ve söz yapısmda yığınla uyuşmazlık doğmasına neden
olmuştur. Hele okullarımızdan Arapça öğretimin kalkmasından sonra bu uyuşmazlık
birtakım söyleyiş güçlüklerine yol açmış bulunuyor. Bugün özellikle
gençlerimizin yaptığı birtakım söyleyiş yanlışlarının çoğu, dilimizde kalmış
olan Arapça sözcüklerle ilişkilidir. Bir örnek üzerinde durayım: Gençlerimiz şu
"hatıra" sözcüğünü, son hecesini uzatarak "hatırâ" diye
söylemektedirler. Oysa "hatıra" sözcüğünün ilk hecesi uzun, öteki
heceleri kısadır. "Hatırâsına" değil, "hatıratasına"
dememiz gerekir. Ama bu güçlüğü ortadan kaldıracak en kestirme yol, en köklü
çare, o " hatıra" sözcüğünü bırakıp "anı" demektir. İki
hecesi de kısa bir sözcük "anı".
**
Daha
tuhafı, Arapça sözcüklerle, Batı dillerinden gelme sözcüklerin
karıştırılmasıdır. Size bunu gene bir örnekle anlatayım:
Yıllar
önce çalıştığım bir gazetedeki genç bir arkadaşım, Fransızca "etoile"
sözcüğü ile Arapça "etfal" sözcüğünü karıştırmıştı. O zaman
İstanbul'da Beyoğlu’nda bir "Etoile" sineması vardı, bu sinema sonra
admı değiştirdi, Türkçeleştirdi, "Yıldız" sineması oldu. Fransızca
"etoile" sözcüğü, bilindiği gibi, "yıldız" demektir. Bir de
"Etfal" hastanesi vardı, şimdi onun adı" Çocuk Flastanesi"
oldu. İşte o genç gazeteci arkadaşım, bu iki sözcüğü birbirine karıştırmış,
"etoile" diyeceği yerde, "etfal" demişti. Yanı sinemaya
"çocuklar" adını takmıştı bilmeden. Arapça "tıfl",
"çocuk" demektir. Arapça bükünlü dillerden olduğu için, demek ki
Arapça köklere önek getirildiği için, "tıfl'ın çoğulu "etfal"
oluyor, "çocuklar” demek. Sinemanın da, hastanenin de adını değiştirip,
birine "yıldız", ötekine "çocuk" denilince bu yanlışlık
ortadan kalkmış oldu. Şimdi gelip de bize, "Güzel Türkçemizi bozuyorsunuz"
demenin bir anlamı var mı?
Arapçayı baş tacı eden eskiler, Türkçeyi aşağı görmekte
öylesine ileri gitmişlerdi ki, onlar için Türkçe diye bir dil yoktu nerdeyse,
onu kaba, bilgisiz insanlar konuşurlardı, en saygın dil Arapçaydı onlar için.
Sözgelişi "ev" demezlerdi de, "hane" derlerdi, "kız
kardeşim" yerine "hemşirem", "erkek kardeşim" yerine
"biraderim", "eşim" yerine "refikam" hatta
"refikam cariyeniz" demeyi daha güzel bulurlardı.
Dilimizi
aşağı görmek alışkanlığı, sonradan Batı dilleriyle ilişki kurulunca da sürüp
gitmiştir saym dinleyiciler. Örneğin bir ünlü ozanımız, Servet-i Fünun
ozanlarından Cenap Şahabettin’in bir şiirinde şöyle bir dize vardır:
Na’şı
evrak ile dolmuş lâklar
Buradaki
"lac" sözcüğü, bilindiği gibi, Fransızcadır, "göl"
demektir. Ozanımız, yarı Arapça, yarı Fransızca ile şunu söylüyor: "Göller
yaprak ölüleriyle, cesetleriyle dolmuş".
"Na'ş"
cenaze demek, "evrak" ise Arapça "varak" sözcüğünün çoğulu,
"yapraklar". Gene bir önek almış Arapça bir sözcük. Düşünün ki,
ozanımız, Arapça bir sözcüğü Türkçe kurala göre çoğullandırmıyor, çoğul yapma
işinde Arapça kurala uyuyor. İşte dilimize Arapça, yalnızca sözcükleri ile
değil, kuralları ile de girmiş derken bunu anlatmak istiyoruz. Bunun yanına bir
de Fransızca "lac" sözcüğü getirilince, o dize büsbütün gülünç bir
duruma giriyor. Bana sorarsanız, "etoile"e "etfal",
”teyakkuz"a "takayyuz" demek değildir gülünç olan, okumuş
yazmış, Arapça, Fransızca bilen aydınlarımızın, Türkçemizi içine soktukları bu
durumdur.
Geçen
konuşmamda Yunus Emre'de gördüğümüz "od" sözcüğünün unutulup, onun
yerine Farsça "âteş"in alındığından söz etmiş ve diller arasmda bu
gibi alışverişlerin olabileceğini söylemiştim. Ama yabancı dillerin bizim
dilimiz üzerindeki etkisi böyle birkaç sözcükte kalmamış, hatta sözcüklerde
kalmamış, dilimizin sözcük dağarcığı ve kuralları tümden siline yazmıştır. Buna
elbette bir gün "Dur!" denecekti. İşte, aşağı yukarı elli altmış
yıldır Türk aydınlarının gerçekleştirmek için çabaladıkları iş budur.
Eskiler
okullarımızda Arapça öğrendikleri ve o zaman yazımızda Arap alfabesi kullanıldığı
için, bu yabancı dilden alınma sözcükleri anlıyorlar, kullanabiliyorlardı.
Dahası o Arapça sözcük köklerinden yeni sözcükler türetebiliyorlardı. Ama
okullarımızdan Arapça kaldırıldıktan sonra, daha bir süre Arap alfabesiyle
öğrenim görenler, sayısız yanlışlar yaparlardı. Bu yanlışları, Arap yazısını
bilmeyen yeni kuşaklara anlatmak olanaksızdır. Belleğimde kalmış bir örneği
anlatıvereyim: Eskiden, şiirlerde de geçen bir "fevç" sözcüğü vardı,
"bölük" demektir. Bizler bunu "foç" diye okurduk.
Hani
Yahya Kemal Beyatlı'mn "Mahurdan Gazel" adlı şiirinde geçer:
Halk-ı
Sa’dâbâd iki sahil boyunca fevç fevç
Va
’de-i teşfifine alkış tutarken dûrdan
Cedvel-i
Sim 'in kenarından bu âvâzın Kemal
Koptu
birfevvare-i zerrin gibi mahurdan
Çünkü
Arapçada doğru okumaya yarayan sesliler yoktur. Demek ki, biz o zaman, dilimize
germiş yabancı bir sözcüğün doğru okunuşunu ancak kulaktan, ya da birtakım
işaretlerden öğrenebiliyorduk. Düşünün, anlamını bilmediğimiz, günlük dilde
kullanmadığımız bu ve buna benzer sözcükler yüzünden ne durumlara düşüyorduk o
zaman!
Türkler
tarih boyunca çeşitli alfabeler kullanmışlardır. Bunların içinde kendi
yarattıkları Kök-Türk alfabesi olduğu gibi, yabancı dillerden aldıkları
alfabeler de vardı. Ama bunların tümünde Türkler, seslilere büyük önem vermişler,
aldıkları yabancı alfabelere kendi seslilerini sokmakta çok titiz
davranmışlardır. Bu iş Arapçada da oldu. Biz Arap alfabesiyle sıkıntı
çektiğimizi görünce, onu "sesliler" bakımından zenginleştirmeye
kalkmışızdır. Elbet son dönemlerde olmuştur bu iş. Ama Arap'ın alfabesinde de
değişiklik yapılmasına karşı duranlar buna kızmışlar, "Olamaz!"
demişlerdir. Bunu bir örnekle anlatayım. Arap alfabesiyle "Türk" sözcüğü, eskiden
"terk" gibi yazılırdı. "Terk etmek”, "bırakmak” demektir,
bildiğiniz gibi. Böyle bir yanlışlığı önlemek için, o sözcüğün başındaki
"t" den sonra bir "vav" getirerek "Türk"
okunmasını sağlamak isteyenleri, Arapça düşkünleri "Vavlı Türk" diye
alaya almışlardır.
**
Sonra
şu "dahi" sözcüğünü alalım Ancak "dahi”yi incelemeye
girmeden, şuracıkta aklıma geliveren bir konuya dokunayım. Belki bütün
konuşmalarımda sık sık geçen "sözcük", kiminizi düşündürmüştür.
"Kelime" karşılığı olarak kullanıyorum onu. "Neden",
diyeceksiniz, "kelimeyi atıyoruz da, yerine sözcük diyoruz?"
Yukardan beri anlattığım nedenlerden O "kelime"yi de, Arapça
okumamışlar, Arap yazısı öğrenmemiş olanlar, ikinci hecesini uzata uzata
"kelime" diye söylüyorlardı çoğun. Sonra o sözcüğün ailesinden olan
"tekellüm", "mütekellim" de dilimizden gitti. Bir dilin
sözcükleri tek tek öğrenilmez, "kelime"yi bırakacak, yerine
Türkçesini kullanacaktık elbet.
Biz
şimdi dönelim o "dahi" sözcüğüne. Bunu da çoğunlukla "dâhi"
diye söylüyorlar. Örneğin, "Ahmet dâhi gelmedi" diyorlar. Yanlış. Bu
sözcüğün de ilk hecesi kısa, ikinci hecesi uzun okunmalı. Arapça
"dahî" dilimizde ayrı yazılan de-da bağlacı ile karşılanır:
"Onun da hakkı var" tümcesinde olduğu gibi. Ancak sayın
dinleyenlerim, bitişik yazılan de-da'lar "kalma" durumunu gösterir,
bizim konumuz olan "dahî" ile bir ilintisi yoktur. "Bahçede
oturdum" gibi. Ancak biz "dahî” ile "dâhi"yi karıştırırsak,
çoğu zaman anlatmak istediğimiz konuyu Arap saçına döndürebiliriz: "O dâhi
gelmedi" dersek, karşımızdakinde gelecek adamın bir "dâhi", bir
üstün kişi olduğu sanısı uyanır. Onun için kullanacaksan doğru kullanalım,
"dâhi" demeyelim, "dahî" diyelim son hecesini uzatarak, ilk
hecesini değil. Banan sorarsanız, "O dâhi gelmedi" diye yanlış söyle
olasılığı bulunan tümceyi, "O da gelmedi" biçiminde söylemek en
iyisidir. Başımıza ne geliyorsa hep yabancı sözcüklerden geliyor.
Konuşurken olsun, yazarken olsun, Türkçe sözcüklerde yanlışa düşmeyişimiz, ya
da düşülen yanlışların çok az oluşu ne öğreticidir! Giderek biz okuması yazması
olmayan yaşlı bir insanımızdan, kimi sözcüklerin en doğru söylenişini öğrenebiliriz.
Çünkü Türkçe bizim anadilimizdir. Kurallarını, özelliklerini bilmeyebiliriz,
ama onun sözcükleri bize yabancı değildir.
**
Eğitim
Terimleri Sözlüğü 'ne şöyle bir göz atalım:
En
başta "abece" sözcüğü yer alıyor. Bildiğiniz gibi, bunun Fransızcası
"alphabet", İngilizcesi ise -yazımı aynı olmak
üzere-"alphabet"dir. Bizdeki eskiden "elifbe" ya da
"elifba" denirdi. "Elif" sözcüğü ile "alfa"
sözcüğü birbirlerine benziyor. Gerçekte de onlar aynıdır, ikisinin kökeni
birdir. Fenike dilindeki "Alf'dan gelir bunlar, "Alf" o dilde
"öküz" demekti, Fenikeliler öküz başmm resminden kalkıp, tek sesi
karşılayan bu harfi bulmuşlardır ve böylece konuşma seslerinin belli
başlılarını gösteren işaretler bir araya getirilerek abece, elifba, alfabe
ortaya çıkmıştır. Alef'e Araplar "elif", eski Yunanlılar
"alfa" demişlerdir. Bugün Batı dillerindeki alfa buradan gelmektedir
işte. İkinci harf olan b ise eski Yunancada "beta”dır. Arapçada b, Latin
alfabesinde de öyle. Demek biz bugünkü abecemizi adlandırırken onun ilk üç harfini
sıraya dizmiş oluyoruz. Hiç de fena etmiyoruz böyle yapmakla saym dinleyiciler.
Alfabe yerine, abece diyelim.
Bakm,
bunun hemen altında bir terim var ki, eskiden bizde böyle bir kavram
bulunmadığı için doğrudan İngilizcesine ve Fransızcasma karşılık aranarak
bulunmuştur. "Abece öğretimi" bu terim. İngilizcesi: literacy
training. Çocuklara ya da yetişkinlere okuma yazma ile ilgili ilk ve temel
becerileri kazandırmak amacmı güden öğretim, demek. Beceri sözcüğü de, ustalık,
maharet adlarına kullanılıyor. Becermekten.
**
Şimdi
tartışmalı bir terime geliyoruz. O da "akıl" karşılığı olan
"us" sözcüğüdür. "Akıl gibi her gün, her saat dilimizden
düşmeyen bir sözcük hiç atılır mı? Hem niçin atıyorsunuz? Ona alışık değil
miyiz? Yadırgıyor muyuz hiç onu?" Böyle diyorlar ve bir bakıma hakları var
böyle diyenlerin. Üstelik "akıl" sözcüğü ses bakımından da tam Türkçe
bir sözcük gibi, söylenmese kimse anlamaz onun Arapça olduğunu. Kaim bir sesli
ile başlıyor, kaim bir sesli ile bitiyor. Dahası, o sözcükle yapılmış ne çok
deyim vardır: "Aklını başına topla", "akılsız başın cezasını
ayaklar çeker"... gibi. Bu deyimlerde "akıl" sözcüğü yerine
"us" koyarsak olmaz. Elbette böyle düşünenler haklıdırlar. Dilde bir
işlevi olan sözcük yaşar. Akıl da öyle, yaşadığınca yaşayacaktır.
"Peki", diyeceksiniz, "öyleyse ’us'un işlevi ne?"
Ama
bir de deyimlerin dışında, felsefe terimi olan, bir "akıl" daha var.
Biz o deyimlerdeki sözcüğü kullanarak, diyelim sevmediğimiz biri için,
"akılsız adam" diyebiliriz; ama felsefe terimi olan "akıl"
insanı hayvanlardan ayıran bir öznitelik olarak herkeste vardır. İşte bu ikinci
anlam için, yani terim yerinde kullanıyoruz "us"u. "İnsanlara
özgü, onlarm tümel ve zorunlu ilkelere hiç bir güç harcamadan uymalarını
sağlayan bilme, düşünme, önlem alma yetisi.”
Sayın
dinleyiciler, bu "us" terimine bağlı başka terimler de var. Bunları
şöyle bir sıralayalım: "Usavurma", "usçuluk",
"usdışı", "us- dışıcılık", "ussal insancılık"...
Eğer bu terimi yine "akıl" diye bıraksaydık, onunla ilgili yukardaki
terimler için sırayla şu Arapça sözcükleri öğrenmek zorunda kalacaktık.
"Muhakeme", "akliye", "gayr-i aklî" "gayri
meş'ur"... "Ussal insancılık" için eskiden bir terim
bulunmamıştı.
Usavurma,
"bilinen ya da doğru olarak kabul edilen belli önermelerden başka
önermeler çıkarmak." Usçuluk, "doğruluğun ölçütünü duyularda değil,
düşünmede ve tümdengelimli çıkarımlarla bulan öğretiler"in genel adı.
Ussal insancılık, "bireyi belli bir toplumun üyesi olarak düşünmeyip onu
yalnızca insan olarak ele alan ve eğitimin asıl kaynağı sayan felsefe"
anlamına geliyor.
**
"Dilimiz"
programı ile ilgilenen biri sordu bana geçende: "Kupür mü, küpür mü?"
diye. Bir de "Bu işin mali portresi, diye bir söz söyleniyor, ne
demektir?" dedi.
"Kupür",
Fransızcada "couper" (kesmek) mastarmdan yapılma bir ad. Gazete
makale ve fıkralarından saklamak üzere kestiğimiz parçalar için kullanılıyor
çokluk. "Küpür" demek yanlıştır, doğrusu "kupür".
Yanlışlık, sanıyorum, "kupür" sözcüğünde bir kaim ünlü bir ince
ünlünün bir sırada bulunmasından doğuyor. Türkçede dil benzeşmesi kuralı diye
bir kural var ki, bir sözcük kaim ünlü ile başlarsa kaim ünlülerle, ince ünlü
ile başlarsa ince ünlülerle sürüp gider. Çok işlek bir kuraldır. Yabancı
sözcükler için bu kuralın geçerli olması elbette istenemez, beklenemez. Ama her
ulusta olduğu gibi, bizim ulusumuzda da yabancı sözcükleri ses bakmamdan
anadile benzetmek eğilimi vardır. O yüzden "kupür'u, "küpür"
yapıyorlar.
Ama
burada sorabiliriz: Niçin "kupur" yapmıyorlar? diye. Gerçekten saym
dinleyiciler, o sözcüğün ilk hecesinde kaim bir ünlü olduğu için, ondan sonraki
hecenin ona uydurulması akla daha yakın gelirken bunun tam tersi yapılmakta.
Yine benim sandığıma göre, buradaki değiştirme, Türkçeye benzetmek değil,
Fransızcaya benzetmek amacını güdüyor. Söyleyeceksek doğrusunu söyleyelim,
"kupür" diyelim, ya da onun Türkçe karşılığından yeni bir ad bulalım,
sözgelişi "kesik" diyelim. "Gazetede okuduğum romanı her gün
kesiyorum. Kesikleri istersen sana da vereyim" tümcesinde olduğu gibi.
**
Türkçecileri,
sadece Arapçaya, Farsçaya karşı olup, Batı dillerinden gelen yabancı sözcüklere
göz yummakla suçlayanlar da vardır. Bu suçlamanın yersiz olduğu sanırım
yeterince anlaşıldı. Ancak şunu da söylemek gerekir ki, bu suçlamayı
yürütenler, gerçekte, Arapça ve Farsça sözcüklerin alıkonulmasını, ama Batı
dillerinden giren sözcüklerin atılmasını isteyenlerdir. Türkçecilik akımının
amacı ise yabancı sözcükler yerine Türkçeleri varsa onları kullanmak, yoksa
türetme yolunu işleterek Türkçe kök ve eklerden yeni sözcükler türetmek,
bileştirme yolu ile yeni sözcükler elde etmektir.
** Kaynak: Melih Cevdet
Anday, Dilimiz Üstüne Konuşmalar / Kendi Seçtikleri, Ocak 1996, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar