"DİN, BİLİM VE İDEOLOJİ" TARTIŞMALARI
(1)
Paul Henze, 1993'ün
sonlarında yayınlanacak olan "Türkiye: 21'inci Yüzyıla Doğru"da,
"Saidi Nursi'nin takipçisi Nurcuların", "bilimin, modern
bilginin ve ciddi modern eğitimin, İslâm inancının başlıca geleneklerinden
biri olduğunu vurguladıklarını", "Nakşibendilerin" ise,
"aydınlanmacılık karşıtı ve geçmiş özlemcisi olmadıklarını ileri sürüyor (Turkey's
New Geopolitics, s. 7-8.) ve bu bölüme düştüğü dipnotta, "Eski
Sovyetlerde püriten (puritanical)[
tutucu, gerici, bağnaz ] vahhabi doktrinlerin, materyalizme
ve çürümeye karşı panzehir olarak yaygınlaştığını", "sufı
tarikatların, eski Sovyetlerde toplumların en ilerici kesimlerinden destek
gördüğünü, bunların bir bölümünün ekonomik ve sosyal konulara son derece
modern yaklaştığını" (Turkey's, s. 31, 6n.) yazıyordu.
Nurcuların bilimden,
modem bilgiden ve modem eğitimden yana olduklarına, Nakşibendilerin
aydınlanmacılık karşıtı ve geçmiş özlemcisi olmadıklarına kaynak olarak,
Henze, Şerif Mardin'in İletişim Yayınları arasında Bediüzzaman Said Nursi Olayı adıyla çevirisi
yayınlanan Religion and Social Change in Modern Turkey: The Case of
Bediüzzaman Said Nursi (Albany, State University of New York Press, 1989)
kitabını gösterecekti.
Henze,
"müritleri arasında politikacılarla işadamları da bulunan Nakşibendi
tarikatı"nın, "yeni bağımsızlaşan Türk cumhuriyetlerde ortaya çıkmaya
başlayan girişimci sınıflarla temas" için, "doğal bir ortam
sağlayacağını" da (Turkey's, s. 32) eklemekte duraksamayacaktır.
"Eski Sovyetler Birliğindeki müslümanlar arasında" "yaygın hale
gelen materyalizme ve çürümeye karşı", "materyalist kirlenmeye
karşı" "etkili bir panzehir", ve "komünizme, Rus
egemenliğine karşı yeraltı muhalefetinin güçlü bir öğesi" olarak etkin
olmuş olan dine ve özellikle de tarikatlara, şimdi bu ülkelerde Rus nüfuzuna
karşı siyasal ve ideolojik bir misyon da yükleniyordu.
Kissinger'm
deyişiyle, Azerbaycan dâhil Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin haritada bile
yerini gösteremeyecek olan Amerikalı yöneticilerin yeni girişimci sınıflarla
ilişki kurabilmeleri için "bu cumhuriyetlerle tarihi yakınlığı ve ırk benzerliği"
nedeniyle Türkiye'ye gereksinim duyuluyor (Yeni Yüzyıl, 15 Kasım 1996),
ama bu ilişkinin, Türkiye'nin laik kimliği aracılığıyla değil, dinsel ve etnik
kimlikler aracılığıyla, "devlet" aracılığıyla değil,
"cemaatler" aracılığıyla kurulmak istendiği duyumsatılıyordu.
Pantürkizmin ve
panislâmizmin bugün de gerici ve faşist olarak nitelenmesini eleştiren ve
pantürkist ve panislâmist karşıtı klasik Atatürkçü politikaların artık
eskidiğini yazan Henze, Orta Asya ülkeleri ile ilişkilerin dinsel açıdan
"İslâm" ve etnik açıdan "Türk" temeli üzerinde kurulması
gerekeceğini belirtmekle kalmıyor, bu ülkelerdeki yeni girişimci sınıflar ile
Nurcular ve Nakşibendilerin birbirleri için doğal bir ortam oluşturduğunu
ileri sürüyordu.
Gerici olan da
ilişki kurulması değil, ilişkinin içeriği ve yöntemiydi. Yani Türkiye'nin, Türk
ya da İslâm toplulukların çoğunlukta olduğu yeni cumhuriyetlerle siyasal,
ekonomik ve kültürel ilişki kurması değil, bu ilişkinin din ve ırk benzerliği
üzerine kurulmuş olmasıydı.
Böyle bir
ilişkilendirme, her şeyden önce Nakşibendiliğin ve Nurculuğun tarikat olarak
yapılanmalarının dışında ve farklı alanlarda kurumlaşmasının, ve giderek
siyasal ve ekonomik bir güç haline gelmesinin ortamını sağlayacağı gibi, bu
tarikatların dışında kalan sünni kesim ile ve bir bütün olarak aleviler ile
yaratacağı olumsuzlukların da yeni dinsel ayrışmaları canlandırması ve
hızlandırması kaçınılmazdı.
Ama asıl önemli
olan, ABD'nin, Orta Asya Türk cumhuriyetlerde nüfuz alanları oluşturmak ve
kendi nüfuzunu yaymak amacıyla da olsa, bu kültür düzeyi yüksek laik cumhuriyetlere,
bilim, modern bilgi, modern eğitim, kısacası aydınlanma şemsiyesi altında
tarikatları (Nurculuğu ve Nakşibendiliği) yaymaya yönelmiş olmasıdır. Üstelik
bu, genel bir stratejinin uygulanmasının bir parçası olması açısından da önem
taşımaktadır.
(2)
Paul Henze,
Nurcuların, bilimden, modern bilgiden ve ciddi modern eğitimden yana olduğuna
ve Nakşibendilerin aydınlanmacılık karşıtı ve geçmiş özlemcisi olmadığına
kaynak gösterdiği Şerif Mardin'in kitabında, Saidi Nursi'nin "Kur'an'la
çağdaş bilimler arasında herhangi bir uyuşmazlık bulunmadığını
gösterebildiği" (Mardin, s. 346) ileri sürülmekte, dolayısıyla da, Saidi
Nursi ve Nurcular açısından, bilimin, modern bilginin ve ciddi modern eğitimin
niteliği de açıklanmaktadır.
Şerif Mardin, aynı
kitapta, "pozitif bilimlere ilişkin düşüncelerin Nurcular tarafından
benimsendiğini" (Mardin, s. 68.) vurguladığı yerde, "Nurcu hareketin,
materyalizme (...) böylelikle de kemalizmin pozitivist felsefi temellerini
tahribe yönelik" "saldırıları"na (s. 69) değinir. Mardin,
Nurcuların saldırdığı maddeciliğin, genel anlamda bir maddecilik değil, laik
hareketle sınırlı bir maddecilik olduğunu da ekler, (s. 61.)
Harran Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İbrahim Canan'ın kitabı "İslâm
Aleminin Ana Meselelerine Bediüzzaman'dan Çözümler"e (Yeni Asya
Yayınlan, İstanbul 1994) "M. Fethullah" imzasıyla yazdığı
"Takriz"de ("Sunuş"ta), "Bediüzzaman'ın bütün hayatı
boyunca fikri bütünlüğünü koruduğunu" (s. 23) ileri süren Gülen, Saidi
Nursi'nin din ile bilimi birarada, birlikte ele alan eski Said'e gönderme
yaparken, yeni Said'in bilimi yadsıdığını, bütün nursiciler gibi, gözardı
edecektir.
Somutlaştırarak
şöyle de açıklanabilir:
1950'lerden
başlayarak bilimi, dinin denetimi ve buyruğu altına alan eğitim sistemimiz,
özünde, Saidi Nursi'nin 1890'larda önerdiği eğitim sistemine uygunlaştırılmış
bir eğitimdir. Saidi Nursi, 1899'da, Van'dan İstanbul'a giderken, "Padişahla
görüşüp, mekteplerde din dersleri; medreselerde ise fenler okutulmasını teklif
edeceğini" söyleyecektir. "Bu şekilde tedrisat yapılınca,
mektepliler dinsiz olmaktan, medreseler de taassuptan kurtulacak"tı.
(Şahiner, s. 88.)
Ne var ki, yeni
Said, bilim/fen ile dinin, akıl ile inancın, karşılıklı ve birlikte ele
alınmasını savunan eski Said'i yadsıyacak ve "bühran-ı akliye (aklın
tanıklığına) istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren
Kur'an'm", "akıl ve ilim ve fen"ne hükmetmesini (Hutbe-i
Şamiye, s. 33) esas alan görüşü, eğitim sistemimize, ama görünüşte eski
Said'in bilim ile dini birlikte ele alan görüşleri olarak egemen olacaktır.
Daha anlaşılır bir
söylemle, bilimsel bilginin (materyalist eğitimin) temel alındığı laik
okulların yanısıra, dinin (Kuran'ın) egemen olduğu ve bilimin dinin egemenliği
altına alındığı imam-hatip okulları açılacak, giderek laik okullara konan din
dersi, 12 Eylül 1980'den sonra zorunlu ders olacaktır. 1950'lerden sonra,
Kuran kurslarına yasal statü kazandırılarak, Saidi Nursi’nin ondokuzuncu
yüzyılın son yıllarında ileri sürdüğü eğitim sistemi, biçimsel olarak uygulanmaya
başlanmış olacak, ama özünde, yeni Said'in Kuran'ın akla, bilime ve fenne
egemen olacağı eğitim, okullarda belirleyici olmaya başlayacaktır.
Eğitim/öğretim
birliğinin uygulanmaya başlanmasıyla, medreselere ve tekkelere son veriliyor,
Tanzimatla birlikte açılmaya başlanan ve müspet (pozitif) bilimi eğitimin
temeline oturtan "mektep"ler, Cumhuriyet döneminin laik okulları
olarak gelişmeye ve yayılmaya başlıyordu. Genellikle tarikat şeyhlerinin,
mollaların denetiminde bulunan medreseler ve kasabalarda ve köylerde kadiri ya
da Nakşibendi tarikatının etkisinde bulunan hocaların ve imamların Kuran
okumayı öğrettikleri tekkeler ise yasal olarak kapatılıyordu.
1950'li yıllardan,
yani DP (Demokrat Parti) iktidarından sonra, din eğitimini esas alan ve dinin
egemenliği altında bilime de programında yer veren imam-hatip okulları
açılacaktı. (İmam-hatip okulları 1931-32'de kapatılmış, bunu izleyen dönemde
zihinsel, bedensel (jimnastik) ve üretimsel (iş) eğitimin birlikte ve birarada
uygulanacağı Köy Enstitüleri (1937) kurulmuştu. Köy Enstitülerinin nitel
değişime uğrayarak kapatılması süreciyle birlikte, ilk imam-hatip okulu da,
1950-51'de Adana'da açılacaktır.)
Saidi Nursi'nin
önerdiği gibi, "fenler okuyan" medreselere tekabül eden imam-hatip
okulları birbiri ardına açılıyordu. Biçimsel olarak eski Said'in medreseler
için öne sürdüğü görüşleri uygulanmakla birlikte, özünde yeni Said'in Kuran'ın
akla, bilime ve fenne hükmettiği, bilimsel bilginin köleleştirildiği bir sistem
eğitime egemen olmaya başlamıştı.
Tekkelerin yerini
Kuran kursları almış, Kuran kursu hocaları devlet tarafından belirlendiği,
belirli bir eğitimden geçtiği ve tam kara-cahil olmadıkları için, Saidi
Nursi'nin önerisi de gerçekleşmiş oluyordu.
1890'lı yılların
laik "mektep"leri ise, günümüzün okullarıydı ve bu laik okullara din
dersi konarak, materyalist eğitimin yanısıra, din eğitimi de verilmekte, bilim
ve din, birlikte, laik okullarda, eğitimin temelini oluşturmaktaydı.
Özel okulların
açılması bir bakıma, laik okulların yanında, dinin bilime egemen olacağı
"laik" okulların da açılmasına olanak sağlayacaktı. Milli Eğitim
Bakanlığının denetiminde olsa da, özünde, yeni Said'in "dinin
egemenliğinde bilim" anlayışının eğitime egemen olacağı okulların açılmış
olması da bunun kanıtıydı.
(3)
Saidi Nursi, 1911'de
Şam'da verdiği hutbenin 1951'deki yayınına yazdığı "Mukaddime"de,
yeni Said'in, eski Said'i terkedişinin ana çizgilerini açıklar ve
"karanlık kavanin-i ilmiyeler"den, yani karanlık bilimsel yasalardan
nasıl bir dehşete kapılıp uzaklaştığını anlatır. (Hutbe-i Şamiye,
s.21.)
Münazarat'ta "Vicdanın
ziyası din ilimleri, aklın nuru medeniyet fenleridir. İkisinin birleşmesiyle
hakikat ortaya çıkar. Ayrıldıkları zaman, birincisinden taassup, İkincisinden
hile ve şüphe doğar." (Şahiner, s. 192-193) diyen Saidi Nursi,
"Kuran-ı Kerimin ruhu Risale-i Nur'un cesedine girdikten sonra",
yani "yeni Said" olarak, "kırk elli sene evvelki" bir
kanadı akıl, bilim ve maddi felsefeyle yaralı olan "eski Said'i"
tedavi etmek durumunda kalacaktır. (Mesnevi-i Nuriye, 1977, s. 7 /
Mardin, s. 150.)
Saidi Nursi'nin
kendisini bu "tedavi seansı" şöyle özetlenebilir:
Hutbe-i Şamiye'ye (1911), kırk yıl
sonra (1950-51) yazacağı "mukaddime"nin devamında, "hayvanat
âlemine" "maddi felsefe ile" bakan; "insan âlemi"ne
"ehl-i dalaletin dürbünü ile" bakan; "küre-i arzın
alemi"ni "dine itaat etmeyen felsefenin karanlıklı kavanin-i
İlmiyeleri (bilimsel yasaları) ile gören eski Said'e, "iman bir
gözlük" verecek, "Hikmet-i Kur'aniye ve imanın dürbünü ile"
görecek, "Kur'an'dan gelen nur ve kuvvet-i iman",
"kafasına bir göz" verecek, "o dalalet gözlüğünü kıracak",
"Hikmet-i Kur'aniye ve imanın dürbünü ile görmeye" başlayacak,
"Hikmet-i Kur'aniye ile ışıklanmış bir göz ile bakacak"tır. (Hutbe-i
Şamiye, s. 18-22.) Bir başka deyişle, eski Said'in, iki kanattan biri
olarak nitelediği "aklın ışığı fen bilimleri", "fen ve
bilim", "maddi felsefe", "bilimsel yasalar", Risale-i
Nur'u telif etmeye başlayan (1927) yeni Said'e göre, "küfr-ü mutlak"a
götüren "dalalet"in başlıca etkenleri olarak nitelenecektir.
Dolayısıyla da,
Saidi Nursi "küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletleri" ya da
"fen ve ilim ile dalalete girenlerin tecavüzatmı durdurmak" ve
"bir kısmını imana getirmek" için, "Cenab-ı Hakka hadsiz
şükürler olsun ki, bu zamanın tam yarısına bir tiryak olarak (panzehir olarak)
Kur'an-ı Mucizü'l-Beyanın bir mucize-i maneviyesi ve lemaatı bulunan Risale-i
Nur" ile, yani "Kur'an'm elmas kılmcı ile" "en dehşetli
muannid mütemerridleri" ("inatçı dikkafaları")
"kıracak"tı. CHutbe-i Şamiye, s. 22-23.)
"Vicdanın
ziyası" ile "aklın nurü'nu, "din ilimleri" ile
"medeniyet fenleri"ni eğitim içinde birlikte bir arada alan eski
Said'e karşı, yeni Said, İngiliz ortodoks bir aileden gelen Nurcu hanımefendi Meryem Weld'in söylemiyle,
"Said-i Nursi hazretleri", "bir tarafa vahiy ve dini, diğer
tarafa aklı, bilimi ve felsefeyi" koyarak, aklın, bilimin, felsefenin, din
ve vahyin emrinde, hizmetinde olması gerektiğini görmüş ve dine itaat etmeyen
fen ve bilimi yadsımıştır. (Bkz: Meryem Weld, İslâm, Batı ve Risale-i Nur, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1986, s.
35, 83.)
"Kur'an'm
dersiyle, irşadiyle" aydınlanacak olan yeni Said, "dünyevi bir
saadetimiz, bir cihetle fünun-ı cedide-i medeniyededir", ya da
"kılıncımız fen ve san'at cevherinden yapılmalı" (Asar-ı Bediyye,
s. 311; Malmisanij, s. 65, 70-72), ya da "aklın nuru medeniyet
fenleridir" diye düşünmüş olan eski Said'i, "aklı, fikri, hikmet-i
felsefiye ile bir derece yaralı" olarak niteleyecek, yaralı aklını
tedavi ederek, "maddi felsefecin, "fen ve san'at"ın,
"fünun-ı cedide-i medeniye"nin ("yeni uygarlık
fenleri"nin), genel olarak akim, bilimin ve materyalist felsefenin,
"bir zmdıka fikri"ne, "dinsizlik fikri"ne temel
oluşturduğunu, "dine itaat etmeyen bir âlem gösterdiğini" görecekti.
(Hutbe-i Şamiye, s. 21.)
Şerif Mardin, Saidi
Nursi'nin yaşadığı değişimleri anlattığı bölümde, Nursi’nin, "felsefi
ilimlere (Ulûm-u Felsefe) büyülenmiş olduğu gerçeğini keşfetmesi"nin,
"manevi yolculuğunun başlangıç noktası olduğunu" yazar.
Felsefi ilimler ile dini ilimlere (Ulûm-u İslâmi'ye) eşit ağırlık tanımış
bulunan Saidi Nursi'nin ruhunu, felsefi bilimler bulanıklaştırmış, manevi
ilerlemesinin önünde bir engel oluşturmuştu. Kuran okurken aniden doğan
bir ışık, Allah'tan başka yaratan olmadığı fikrinin belirginleşmesine yolaçmış
ve "bütün bulanıklıkları" temizlemişti. (Lem'alar, s. 104,
225> Mardin, s. 149-150.)
"Kırk elli sene
evvel" "eski Said"in "aklı[nın], fikri[nin] hikmet-i
felsefiye ile bir derece yaralı olduğunu" ve "tedavisi
gerektiği"ni yazan [yeni] Said, "îmam-ı Rabbani"nin, kendisine,
"gaybi bir tarzda" "tevhid-i kıble et", "yani yalnız
bir üstadın arkasından git" dediğini yazar ve ekler: "O çok yaralı
eski Said'in kalbine geldi ki: "Üstad-ı hakiki Kur'an"dır. Tevhidi
kıble bu üstadla olur." "Yalnız o üstad-ı kudsinin irşadiyle
hem kalbi, hem ruhu gayet garip bir tarzda sulûke başlayacak",
"Kur'an'ın dersiyle, irşadiyle hakikate bir yol bulmuş, girmiş"
olacaktı. (Mesnevi-i Nuriye, 1977, s. 7> Şerif Mardin, s. 150.)
Saidi Nursi, eski
Saidi Nursi'nin, yani Risale-i Nur "gelmeden" önce bir ölü gibi
olduğunu, Risale-i Nur gelince onunla dirildiğini, felsefe ve gafletten gelen
manevi bir ölümden de kurtulduğunu yazacaktır. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.63>
Turan Dursun, Müslümanlık ve Nurculuk, s. 30.)
Saidi Nursi'nin
"nura kavuşmadan önce, doğal olguların doğal nedenlerle açıklanması
gerektiğine inandığını" belirten Şerif Mardin, "yeni benimsediği
görüşe göre, nedenler ile birlikte sonuçlar da Allah'ın doğrudan müdahalesinin
ürünüydü". (Mardin, s. 51.) "Nedenler"i "ağaç"la, ve
"sonuçlar"ı "meyve" ile örnekleyerek, ve bilimsel
bilisizliği (cahilliği) bir tür "bilimselleştiren" ve yücelten
Mardin, Saidi Nursi'nin, "ortaya koyduğu reddiyede biyolojiye sarılmasının
nedeninin", "canlılarla ilgili —biyoloji, botanik, fizyoloji gibi—
bilimlerin1’ Osmanlı İmparatorluğunda 19. yüzyılda, "tıp mekteplerinin
müfredatına sokularak, oldukça erken bir dönemde gelişmiş olmaları"na
bağlar. "Şüphecilik de işte bu temel üzerinde gelişmişti; çünkü tıp
mekteplerinde yaşam süreçlerinin fiziksel ya da kimyasal kökenlere sahip
oldukları anlatılıyordu. Burası, şüpheciliğin üreme alanıydı ve Saidi
Nursi'nin dikkatini buraya yöneltmesinin nedeni de bu olmalıydı. Daha sonraki
yazılar, sürekli olarak, ilahi olan'm yaratıcı gücünün kanıtları olarak,
biyolojik ve botanik süreçleri ele alacaktı." (Mardin, s. 151-152.)
Kastamonu lise
öğrencilerinin, "muallimlerimiz bize Allah'tan bahsetmiyorlar, bize
halikımızı tanıttır." sözlerine karşılık, Saidi Nursi, doğayı, yeryüzünü,
evreni olduğu kadar "yüzer tunundan her bir fen"in, "bu
kainatın Halik-i Zülcelalini esmasıyla bildirdiğini, sıfatını, kemalatını
tanıttırdığını" (Şualar, s. 175-178) söyleyerek, bilimin ulaştığı,
çözdüğü, kavradığı, açıkladığı ve türettiği her şeyi, Allah'ın varlığını ve
büyüklüğünü tanımanın, bilmenin, anlamanın kendisi olarak açıklar. (Bkz:
Şahinler, s. 332-335.)
Eski Said'i yadsıyan
yeni Said'i, eski Said’in sözleriyle niteleyen M. Fethullah gibi, onun
"Takriz" yazdığı kitabın sahibi Prof. Dr. İbrahim Canan da,
"Said'in yarı-madde ve yarı-manadan" salt manaya
"tekamül"ünü gözardı ederek, Gülen'in okullarının devamı olarak
açılan Fatih Üniversitesinin "bilimsel" kimliğinin çerçevesini, eski
Said'in yarımadde ve yarı-mana olan anlayışının arkasına gizler:
Prof. Dr. Canan,
"Medrese, mektep ve tekkelerin ittifakı" bölümünde, Doğu illerinde,
aşiretlerin perişan durumlarını görmüş bulunan Saidi Nursi'nin "Anladım
ki, dünyevi saadetimiz bir cihetle funûn-u cedide-i medeniye ile (yeni fen ilimleriyle)
olacak." sözlerini aktarır. Ardından da, "bu ilimlerin ahlaken
tefessüh edip kokuşmuş mekteplilerle millete mal edilemeyeceğini",
bozulmamış, halkın itimat ve sevgisini koruyan ulema ve medreseler kanalıyla
halka mal edilerek, terakkimizin gerçekleşmesinde yararlanılabileceğini
söylediğini ekler: "O fünunun da gayr-ı müteaffin bir mecrası ulema ve
bir menba-ı da medreseler olmak lazımdır. Ta ulema-ı din, fünun ile ünsiyet
peyda etsin." (Divan-ı Harb-i Örfi, s. 28> Canan, s. 151.)
Prof. Canan, bu
gerçeği bilen Bediüzzaman'ın "En evvel mürşid-i umumi olan ulema (alimler)
ve meşayih (şeyhler) ve talebeyi, şeriat namına ittihada davet" edeceğini
yazdıktan sonra, eğitim anlayışının özsel içeriğini açıklar:
"Bediüzzaman
millete mal edilmesi gereken yeni ilimlerin, medrese uleması aracılığı ile
alınmasını istemekle diğer bir gaye daha gütmektedir: Bir başka (yani halkın
iğbirarını kazanmış) mecradan akmaya başlamakla bulanmış ve halkın
reaksiyonuna sebep olmuş olan bu ilimler, medrese mensupları vasıtasıyla
alındığı takdirde, içerisindeki menfi unsurlardan, Şeriatın süzgecinden
geçirilerek paklanmış olacaktır."
Devam ediyor Prof.
Canan:
"Hemen
belirtmek isteriz: Bediüzzaman burada, ulûm-u cedide ile (yeni bilimler ile)
sadece fizik, kimya gibi ilimleri kasdetmiş olmamalı, 19. asırdan itibaren
ortaya çıkan her çeşit beşeri ilimler de buna dahil olmalıdır. Sosyoloji, antropoloji,
etnoloji gibi. Bu ilimler, aslında sömürge ilmi olmaları sebebiyle
millileştirilmez, Şeriat süzgecinden geçirilmezlerse bulanık ve zararlı olurlar."
(Canan, s. 152.)
Prof. Canan'a göre,
"sosyoloji, antropoloji, etnoloji gibi" "sömürge
bilimlerin" millileştirilmesi, yani Saidi Nursi'nin önerdiği gibi,
"şeriat süzgecinden süzülmesi" gerekir. Bu da, ancak, "medrese
alimlerinin çabalarıyla gerçekleştirilir". Burada vurgulanan
"millileşme"nin, "millet"ten, "millet"in de
günümüzdeki "ulus" karşılığında "millet"ten değil, din
topluluğu anlamında "İslâm Millet"inden, yani "İslâm’dan kaynaklandığını
okura anımsatmak gerekir. Dolayısıyla da, sömürge bilimlerinin, şeriat
süzgecinden süzülerek İslâmlaştırılması sözkonusudur.
Saidi Nursi'nin
dediği gibi, "Müslümanlar indinde din ve milliyet bizzat müttehittir. ...
Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur." (Hutbe-i Şamiye, s. 69.)
"Hakiki milliyetimizin esası, ruhu İslâmiyet’tir." (s. 59.)
"Milletimiz de yalnız İslâmiyet’tir." (Hutbe-i Şamiye, s. 97.)
Prof. Canan'ın
yorumuyla yukarda Saidi Nursi'den aktarılan pasajı, bir kez de, Nursi'nin
kendi sözleriyle yineleyelim: "Zahiren hariçten cereyan eden (gelen)
maarif-i cedidenin bir mecrası da, bir kısım ehl-i medrese olmalı. Ta gıll u
gışdan tasaffi etsin (durulsun). Zira bulanıklığıyla başka mecradan taaffün ile
gelmiş. Ve atalet bataklığından neşet ve istibdat sümûmu ile teneffüs eden
zulmu tazyiki ile ezilen efkâra bu müteaffin su, bazı aksülamel yaptığından
misfat-ı şeriat ile (şeriat süzgeci) süzdürmek zaruridir. Bu da ehl-i
medresenin duş-u himmetine muhavveldir." (Asar-ı Bediyye, s.
378> Canan, s. 152.)
Günümüz diline şöyle
çevrilebilir: "Dışardan gelen yeni eğitimin bir yanı/yolu, medrese
âlimlerinden olmalı. Böylece hile ve kinden arınmalı. Çünkü çürüyüp kokmuş bir
başka yoldan/yataktan bulanık olarak gelmiştir. Ve tembellik/ hareketsizlik
bataklığından kaynayan bir baskı altında solunan, zulmün zoruyla ezilen halkın
tepkisine neden olan bu kokuşmuş suyu, şeriat süzgeci ile süzdürmek zorunludur.
Bu da medrese âlimlerinin verecekleri çabaya bağlıdır."
Saidi Nursi'nin
çocukluğu döneminde eğitiminden geçtiği Kuran öğrenimini esas alan tekke
eğitimi, gençliğinde dinbilimleri (medrese bilimleri) öğrenimini esas alan medrese
eğitimi, gene Bitlis ve Van'da gözlemlediği ve Tanzimattan sonra açılmış
olan modern ya da laik okullar (mektepler), tanıdığı eğitim kurumlarıydı.
Dinsel eğitim kurumlan olarak tekke ve medreseler, bölgede daha çok kadiri
tarikatının ve kadiri tarikatının yerini almaya başlayan Nakşibendi tarikatının
(Halidiye kolu) etkisindeydi; ve genellikle giderleri vakıf gelirlerinden,
öğrencilerden ve halktan karşılanıyordu. Tanzimatla birlikte açılmaya başlamış
bulunan ve modern/ bilimsel eğitimin yapıldığı okul/mektep ise, devlet
tarafından açılıyor, giderleri devlet tarafından karşılanıyordu. Bu okullar
genel eğitim amacının yanısıra, ilkin orduda başlayan, giderek yönetsel ve
yargısal yenileşme/modernleşme deviniminin kadrolarını yetiştirmeyi
amaçlıyordu. Okuma-yazma bilmeyen kadroların, harita tanımayan yöneticilerin
yerini, yani tekke ve medrese eğitimi görmüş olanların yerini, okullardan
yetişenler almaya başlayacak, bu aynı zamanda, "dini bilimler" ile
"felsefi bilimler" arasında anlaşmazlığa (ihtilafa),
"medrese-tekke mezunları ile mektep mezunları arasında" bir
çatışmaya (Mardin, s. 131; Başgöz, Wilson, s. 42) neden olacaktır. Saidi
Nursi, bu anlaşmazlığı gidermek ve çatışmayı önlemek, "mekteplileri
dinsiz olmaktan, medreselileri de taassuptan kurtarmak" amacıyla
"Padişah" ile görüşmek için, 1899'da Van'dan İstanbul'a gidecektir.
(Şahiner, s. 88.) Bir amacı da, Erzurum'da ya da Van'da "Camiül Ezher'e eş
olacak bir medrese kurulmasını Padişah'tan istemektir.
"Medresetü-z-Zehra" adını verdiği bu medreseyi (siz "Fatih
Üniversitesini diye okuyunuz) Fethullah Gülen, "ideal talebenin
yetişeceği" bir "kompleks" olarak nitelemekte ve bunun
"büyük bir bölümünün mektep, bir kısmının medrese, bir köşesinin de zaviye
şeklinde dizayn edileceği"ni yazmaktadır. (M. Fethullah,
"Takriz", Canan, s. 26.)
Bunu biraz daha
açmaya çalışalım:
(4)
Harran Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İbrahim Canan'ın İslâm Aleminin Ana
Meselelerine Bediüzzaman 'dan Çözümler kitabına "M. Fethullah"
imzasıyla yazdığı "Takriz"de, Gülen, "ideal talebe"yi,
"kalp ve kafa bütünlüğüyle karikatürize eden" (okur
"karakterize eden" olarak okumalı) Saidi Nursi'nin düşüncesinin, dini
eğitim gören (Kuran Kursu, İmam Hatip Okulu) öğrencilerin bilimsel eğitim
görmeleri çabasıyla uygulamaya koymuş, ama bunun, laik okulları dinin
egemenliği altına almaya yetmediğini, özellikle de üniversitelerin materyalist
ve bu anlamda laik kimliğini dinin denetimi altına almakta yetersiz kaldığını
görmüştür.
Bediüzzaman'dan
Çözümler'e yazdığı "Takriz"de, Gülen, Saidi Nursi'nin, "Vicdanın
ziyası ulüm-ı diniyedir (vicdanın ışığı din bilimleridir). Aklın nuru fînun-u
medeniyedir (aklın ışığı din bilimleridir). Ve o iki cenahla talebenin himmeti
pervaz eder (bu iki yönle, öğrenci uçmaya başlar). İftirak ettikleri vakit
birincisinden taassup, İkincisinden hile, şüphe tevellüd eder (ayrıldıkları
zaman birincisinden (dinden) taassup, İkincisinden (medeni bilimlerden) hile,
kuşku doğar)." sözlerini aktararak, din ve bilimi bir arada, birlikte
edinecek olan bu ideal öğrencinin yetişeceği okulun, "Camiü'l Ezher'e eş
olan Medresetü-z-Zehra" olduğunu vurgularken, bu görüşlerin, eski Said'in
görüşleri olduğunu, yeni Said'in, bir kanadı bilim ve bir kanadı din olan ve
bunun için de "pervaz eden" öğrencinin bir kanadını
("bilim" olan kanadını) kırıp attığını gizler. Ama, eski Said'in
görüşünün şemsiyesi altında uygulanan eğitim sistemi, özünde yeni Said'in
bilimi, bilimle birlikte aklı, maddi felsefeyi yadsıyan, bilimin dinin denetimi
altına alındığı ve köleleştirildiği bir eğitim sistemidir. Şimdi sorun, bu
sistemi, üniversiteye taşıma sorunudur.
Saidi Nursi, 19.
yüzyılın sonlarında İstanbul'a geldiğinde, yaygın söylentiye göre, Erzurum'da
ya da Van gölü kıyısında Kahire'deki Ezher Üniversitesine benzer bir üniversitenin,
"Medresetü-z-Zehra"nın kurulmasını istemiş, hatta bu isteğini, Kasım
1922'de geldiği Ankara'da dile getirmiş, bir söylentiye göre de, Büyük Millet
Meclisinden belirli bir ödenek ayrılması için karar da çıkmıştı. Ama sorun, bu
"Medresetü-z-Zehra"nın niteliğidir. Fethullah Gülen, "tasavvur
ve teklif edilen bu medresede yeni ilimlerle medrese ilimlerinin içiçe"
olduğunu yazar. "Bu mektepte, yöre halkının genel durumuna göre Arapça,
Türkçe ve Kürtçe en uygun konumdadır. ... Bu kompleksin büyük bir bölümü
mektep, bir kısmı medrese, bir köşesi de zaviye şeklinde dizayn
edilecektir." (M. Fethullah, "Takriz (2)", Bediüzzaman'dan
Çözümler, s. 26.)
"Mektep",
Saidi Nursi'nin "din" dersleri konmasını önerdiği laik okullardır;
"medrese", din eğitimi yapan ama "fenlerin okutulacağı"
eskinin medreseleri bugünün imam-hatip okullarıdır. "Zaviye",
üniversite olarak tasarlanan "Medresetü-z Zehra" kompleksinin
"bir köşesi", rektöre tekabül eden, ama postu üstünde tespih çeken
şeyh hazretlerinin küçük tekkesidir.
Prof. Dr. İbrahim
Canan, Bediüzzaman'ın ittifaka (birliğe, birleşmeye) çağırdığı yedi
konu/başlık arasında, "mektep", "medrese"
ve"tekke"lerin ittifakına yer verir. "Ehl-i medrese ve ehl-i
mekteb ve ehl-i tekyenin" fikir ve niteliği bakımından birbirine karşıt
("tebayün-ü efkar ve tehaluf-ü meşarib") olduğunu ileri süren Saidi
Nursi (Cenan, s. 151 <Divan-ı Harbiye, s. 80; Asar-ı Bediyye,
s. 327, 355, Munazarat, s. 132), "mekteplere yeniden din dersleri
konulmasını, medrese eğitim programlarına bilim üzerine araştırmaların
eklenmesini ve yetkin ulemanın tekkelere sokulmasını" "yaratıcılığı
geri getirmenin tek yolu olarak görüyordu". (Mardin, s. 133.)
(5)
Malmisanij, Saidi
Nursi'nin kendisinin, doğumundan 1926 Şubatında Barla'da Nur Risalelerini
telife başladığı 53 yaşma kadar olan devresini, "eski Said" devresi
olarak nitelediğini, yeni Said döneminin, 1949'da sona erdiğini ve bu tarihten
sonra, "üçüncü Said" döneminin başladığını yazar. Kimi takipçileri
de, üçüncü Said dönemini, 1953'te başlatır.
Malmisanij'in
değerlendirmelerine göre, "eski Said" evresi, "toplumsal
yaşamla ilgilenen, siyaset yoluyla dine ve vatana hizmet eden" evresidir.
Barla'da Risale-i Nur'ları telife başladığı dönemle birlikte başlayacak olan
"yeni Said" evresinde, Saidi Nursi, siyasetten elini çekecek,
kendisini, "imanımızı kurtarmaya" adayacaktır. 1949 ya da 1953, yani
"siyasileri irşad tarikiyle, onlara doğru yolu göstermek ve onları dine
hizmetkar yapmak için çalışmaya başladığı evre", kendi tabiriyle
"üçüncü Said" evresinin başlangıcıdır. (Malmisanij, Said-i Nursi
ve Kürt Sorunu, Doz Yayınları, İstanbul 1991, s. 21-24.)
Üçüncü döneminde
Saidi Nursi, politikanın içinde olacak, Cumhuriyet Halk Partisine karşı
Demokrat Partiyi (Bayar-Menderes iktidarını) destekleyecektir.
Saidi Nursi'de
keskinleşen din ile bilim karşıtlığı, şeriat ile laiklik karşıtlığı,
"siyasileri dine hizmetkâr yapmak için çalışmaya başlayacağı" üçüncü
evresinde, bağımsızlıkçı ve ulusalcı ilerici ve devrimci politikalar ile
emperyalist sisteme bağlanan gerici, karşı-devrimci politikalar arasındaki
karşıtlığa taşınacaktır. Bu da, perspektifine, ve bu da kapitalist/
emperyalist dünya sistemi ile sosyalist dünya sistemi arasındaki çatışma perspektifine
taşınacak, somut sonuçları bakımından da, içerde siyasal iktidara
(Bayar-Menderes'in Demokrat Parti iktidarına) ve dışarda emperyalist sistemin
temsilcilerine (ABD'ye) gönüllü "destek veren" Saidi Nursi'den,
Bayar-Menderes gericiliği iç politika için, ABD basını ve yönetimi
"komünizme ve bolşevizme" karşı iç ve dış politika için
yararlanmakta gecikmeyeceklerdir.
14 Mayıs 1950
seçimlerinde Demokrat Parti iktidara geldiği zaman, Saidi Nursi'nin,
cumhurbaşkanı seçilen Celal Bayar'a "Cenabı Hakkın İslâmiyet, vatan ve
millet hizmetinde muvaffak eylemesini" dileyen bir telgraf çekmesi,
Bayar'ın telgrafa teşekkür eden yanıtı, Demokrat Parti ile Saidi Nursi
arasında bir yaklaşmanın da başlangıcı olacaktır.
Saidi Nursi,
"Nur talebeleri"nin,"milletin dini hürriyetine nail olacağı
kanaatiyle Demokrat Partiye müzahir (yardım eden, taraf çıkan) olduğu"
için "partimizin" dediği DP'nin seçimlerde iktidara gelmesine
"birkaç milyonluk çoğunluğu ile en büyük bir amil olduğunu"
söylemesi, DP ile CHP arasında, hem Saidi Nursi tartışmasına ve hem de "laiklik"
ile "irtica" tartışmasına neden olacaktır.
Takipçilerinin
anlattığına göre, ölümünden (23 Mart 1960) birkaç gün önce (20 Mart) Urfa'ya
giderken, yolda, "talebelerine" "Evlatlarım! Risale-i Nur, dinsizlerin,
komünistlerin, masonların belini kırmıştır." (Şahiner, 438)
sözleriyle, Demokrat Parti karşısında 1954'te olduğu gibi 1957'de de genel
seçimleri az oy farkıyla, ama çok sayıda milletvekili farkıyla kaybeden
Cumhuriyet Halk Partisi odağında somutlaşan "kemalizmin pozitivitist
felsefi temelleri"ni oluşturan laikliği ve materyalist eğitimi,
dinsizlik, komünistlik ve siyonistlik olarak nitelediği açıktı. Çünkü,
Türkiye'de, açık ve kitlesel anlamda sosyalist-devrimci gençlik hareketi, 27 Mayıs
1960'tan sonra, 1961 Anayasasının getireceği (sınırlı) özgürlük ortamında
açılıp boy verecekti. 27 Mayıs öncesi, Türkiye'de ilerici-gerici çatışması,
(basın özgürlüğü, radyonun tarafsızlığı, üniversite özerkliği gibi)
küçük-burjuva demokratik özgürlükler ekseninde yoğunlaşmıştı. Özgürleşme ekseninde,
daha önce kazanılmış demokratik haklar kısıtlanmaya ve baskı altına alınmaya
başladığı, ülkeyi siyasal bunalıma ve tam bir kargaşaya sürüklediği bir
ortamda, Saidi Nursi, ülkeyi bunalıma ve kargaşaya sürükleyen DP'nin iktidar
olmasında Nurcuların belirleyici rolünün bulunduğunu ileri sürüyor, ve bunu "dinsizliğin,
komünizmin, siyonizmin belini kırmak" olarak niteliyordu.
Fahri Kurtuluş, Meclis Kitaplığına
armağan ettiği Dr. Neda Armener'in "Nurculuk" kitabında Saidi
Nursi'nin Demokrat Partiyi desteklediğine ilişkin pasajda
"Menderes"in adının geçmesi nedeniyle (s. 35) ve elyazısıyla düştüğü
notta şunları yazmış: "Menderes maalesef gidip Saidi Nursi'nin elini
öpmüş ve seçimlerde yardım istemişti." Emirdağ'da, 19 Ekim 1958'de,
Saidi Nursi, Başbakan Menderes'i, yeşil bayrakla karşılamıştı. (Çetin Özek, s.
286.) Geçeceği yol üzerinde, yüksekçe bir yerde, yeşil bayrakla Menderes'i
bekleyen fotoğrafı bulunmakla birlikte, DP'nin yayın organı Zafer gazetesinde
(20 Ekim 1958) Emirdağ'da Menderes'in yaptığı konuşmasına uzunca yer
verilmekte, ama Saidi Nursi'den sözedilmemektedir. Şahiner, Saidi Nursi'nin
Emirdağ'a gelecek olan Menderes'i karşılamaya çıktığını, ama Menderes'in
gecikmesi üzerine evine döndüğünü yazar. Demokrat Parti İlçe Başkanı Hamza
Emek'in anlattığına göre, "İşte Bediüzzaman hazretleri burada
oturmaktadır" denmesi üzerine, Menderes, binanın penceresine dönerek
tekrar tekrar selam verir, bu arada Nursi'nin yanında bulunan talebesi Hüsnü
Bayram'ın anlattığına göre de, camın gerisinde duran Nursi, Menderes'in
selamını alır. (Şahiner, s. 420.)
Şahiner, Bediüzzaman
Said Nursi (12. baskı, 1996) kitabında, Başbakan Menderes'in Nur
Risalelerinin basımı için DP İsparta milletvekili Tahsin Tola'yı
görevlendirdiğini, Diyanet Başkanı ile görüşerek kitapların derhal basılmasını
söylediğini yazar. Ama Menderes'in müsteşarı Salih Korur'un bunu önlediği
belirtilir. (Şahiner, s. 414-415.) Ne var ki, kitaplar Menderes'in başbakan
olarak sağlayacağı mali destek ile basılmaya başlanacaktır.
Saidi Nursi'nin
talebesi Bayram Yüksel, 27 Ekim 1957 seçimlerinde, Nursi'nin, Isparta’da Bey
Camiindeki sandıkta Demokrat Partiye oy verdiğini açıklayacaktır. (Şahiner, s. 415.)
Yapıldığı
kanıtlanmamış bulunan "Ankara Üniversitesinde Verilen Konferans"ta,
Saidi Nursi, "Nur talebelerinin istibdadı izale edeceği ve mübarek
milletin dini hürriyetine nail olacağı kanaatiyle Demokrat Partiye müzahir
olduğunu", "partimiz" olarak nitelediği Demokrat Partinin
iktidara gelmesine de, "birkaç milyonluk çoğunluğu ile Nur talebelerinin
en büyük amil olduğunu" ileri sürecektir. (Neda Armener, s. 35.)
Saidi Nursi'nin son
aylan ile Demokrat Partinin son aylan birbiriyle örtüşür. Nursi, 30 Aralık
1959'da Ankara'ya gelecek, 1 Ocak 1960'ta İstanbul'da Piyer Loti Otelinde kalacaktır.
Demokrat Partili üç milletvekilinin daveti üzerine İstanbul'a gelen Nursi, 3
Ocak 1960'ta Ankara'ya dönmüş, 6 Ocakta da Konya'ya giderek Mevlana Türbesini
ziyaret etmiş ve aynı gün İsparta'ya geçmişti.
30 Aralıkta
"Isparta 2001 plakalı hususi" otomobille Ankara'ya gelişine ilişkin Cumhuriyet'in
haberinde, Nursi'yi, Yozgat, Konya ve Erzurum Demokrat Partili beş milletvekilinin
ziyaret ettiği, "bugün de" (31 Aralık 1959) "Saidi Nursi"yi
ziyaret etmek isteyenler arasında hava astsubaylarının da bulunmasının dikkat
çektiği belirtiliyordu.
Saidi Nursi'nin
İstanbul'dan ayrılışım yedi sütuna manşetten veren Tercüman'ın (3 Ocak
1960) haber başlıkları, ortamı duyumsatması açısından önemli: "Konya'daki
bir camide uluorta konuşan bir Nurcu tevkif edildi"; "Said-i Nursi
dün İstanbul'dan ayrıldı"; "Bazı Nurcular, fotoğraf çekmek isteyen
gazetecileri dövmeye kalkıştılar"; "İstanbul'da Nursi'yi ziyarete
giden Nurcular tespit edildi.": "Adliye vekili, Saidi Nursi hakkında
Ankara Savcılığı tarafından tahkikat yapıldığını söyledi".
Ankara'ya gelişinde
(30 Aralık 1959), Saidi Nursi, kendisiyle görüşen Mete Akyol'a,
"komünizme karşı gençlerin alaka duymaları maksadıyla Risale-i Nur'un
neşrine çalıştığını" söyleyecektir. (Milliyet, 31 Aralık 1959.) 5
Ocak (1960) tarihli gazetelerde de Time'ın Ankara muhabirinin Saidi
Nursi'yle uzun ve ayrıntılı bir görüşme yaptığı haberi yer alacaktır.
CHP lideri İsmet
İnönü'nün, Gaziantep merkez ilçe kongresine İstanbul'dan gönderdiği ve "Bediüzzaman"ın
''seçim mekanizmasında kendisine düşen vazifeyi yapmaya başladığını"
söylediği mesajın yayınlandığı Yeni Sabah'ta (8 Ocak 1960),
"Nurcuların tahliye talebi reddedildi" başlıklı haberin altında Time
ile yapılan görüşmeye ilişkin kısa bir bilgi de vardı:
"Konya, 7 İki
gün önce Ankara'dan şehrimize gelen Nursi'nin Time muhabiri ile
görüştüğünü bildirmiştim. Saidi Nursi şehrimiz İmam Hatip Okulunda öğretmen
olan kardeşinin evinde kendisini ziyaret eden 4 Nurcuya bu röportaj hakkında
malumat vermiştir. Bir Nurcu, röportaj hakkında şöyle demiştir: "Üstad, Time
muhabirine bu röportajında en mühim olarak şunları söylemiştir: Dünyadaki
komünizm ve siyonizm tehlikesine karşı Müslümanlık âlemi de Hıristiyanlık
âlemi de birleşeceklerdir. Müslümanlarla Hıristiyanlar birleşince komünizm ve
siyonizm tehlikesi de ortadan kalkacaktır." (Yeni Sabah, 8
Ocak 1960.)
Başbakan Menderes
ise, "Bediüzzaman'ın seçim vazifesi yaptığını" söyleyen ve
"seçim mücadelesini açıyoruz" diyen İsmet İnönü'ye verdiği yanıtta,
"Bu yeni savaşın adı"nın "laiklik ve irtica mücadelesi"
konacağını söyleyecektir. "Laiklik bir silah, irtica ise bir tehdit olarak
kullanılacak, ve memleket ileri unsurlar, geri unsurlar diye ikiye bölünecek.
(...)" "Laikliğin din düşmanlığı olmadığını" "uzaktan
yakından vicdani inanışlara karşı hiçbir mücadeleyi tecviz etmediğini"
"aksine vicdanlar üzerinde her çeşitten tazyik ve müdahale sayılabilecek
hareket ve teşebbüsleri önlemeyi emreden bir prensip olduğunu" belirten
Menderes, "Müslüman Türk vicdanı üzerinde yapılan tazyikleri kaldırmayı
gaye edindiklerini, "vicdani inanışlarından dolayı vatandaşların hiçbir
korku ve tehdidin altında bulundurulmayacakları fikrini müdafaa"
ettiklerini söyler. "Vicdanlar hürdür, serbesttir, vicdani inanışlar
muhteremdir." ("Başbakan, Seçim yaklaştı diyor", Vatan,
17 Ocak 1960.)
Saidi Nursi ile özel
olarak "Başbakanlık"ta görüşen, kendisine yeni model bir otomobil
armağan eden, Saidi Nursi'nin yeşil bayrakla karşılayacağı Emirdağ'ı ziyaret
eden (19 Ekim 1958), Risale-i Nur'ların basımı için Diyanet başkanlığına
talimat veren, basımı için Demokrat Partinin finansmanını sağlayan (Şahiner,
s. 414-415) Başbakan Menderes'in, iktidarının onuncu yılında, bu sözleriyle,
"laikliğin din düşmanlığı" olarak algılandığını, CHP iktidarı
döneminde "müslüman Türk vicdanı üzerinde tazyikler yapıldığını",
"vicdani inanışından dolayı vatandaşların korku ve tehdit altında bulunduğunu"
negatif olarak duyurmak istediği açıktı.
Saidi Nursi adı,
"müslüman Türk vicdanı üzerinde baskıların, "vicdani inanışından
dolayı vatandaşların korku ve tehdit altında bulunduğu”nu odaklayan simgesel
addı ve "laiklik ve irtica" tartışması da, Saidi Nursi'nin,
İnönü'nün sözleriyle "seçim vazifesi yapması" nedeniyle gündeme
gelmişti. Tartışmanın adının "laiklik ve din" değil de, "laiklik
ve irtica" olarak belirtilmiş olması da, "baskının "din"e
değil, "irtica"ya yönelik olduğunu açıklıyordu.
Saidi Nursi'nin
sürgünlüğü de dini nedenlerle değildi. "Şark İsyanının son günlerinde,
Van'dan nüfuzlu şeyh ve ağaların isyanla ilgileri olmadığı halde emniyet
mülahazasıyla birer ikişer Garbi Anadolu'ya nefeyedilmeleri" sırasında,
Saidi Nursi de, Van'da kaldığı mağaradan alınarak Karadeniz üzerinden
İstanbul'a, ordan Burdur'a ve Barla'ya getirilmişti. "Bu biçare Said,
Van'dan ders-i hakaik-i Kur'aniye ile meşgul olduğum miktarca, Şeyh Said
zamanında vesveseli hükümet hiçbir cihetle bana ilişmedi. Vakta ki (...) Erek
Dağında harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebepsiz beni aldılar,
nefyettiler. Burdur'a getirildim. O vakit menfilere çok dikkat ediliyordu. Her
akşam isbat-ı vücud etmekle mükellef oldukları halde, (hizmet-i Kur'aniyede bulunduğum
miktarca) ben ve halis talebelerim müstesna kaldık — ben hiçbir vakit isbat-ı
vücuda gitmedim. Hükümeti tanımadım." (Şahiner, s. 277.) Kısacası, Saidi
Nursi'nin din nedeniyle, dini inançları nedeniyle baskılandığı, laiklik düşmanları
tarafından uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildi.
(6)
Yargıtay Başkanı
İmran Öktem, Adli Yılın açılışı dolayısıyla yaptığı açış konuşmasını (1966), Saidi
Nursi'ye ayırmış, Ceza Genel Kurulunun Risale-i Nur'lar hakkında verdiği kararı
açıklamıştı. Yargıtay Başkanı Öktem'in konuşmasını, salonda bulunanların
çoğunluğu ayakta alkışlamış, Başbakan Süleyman Demirel, oturduğu yerde
hareketsiz kalmış, yani Öktem'i alkışlayanlara katılmamıştı. Öktem, konuşmasında,
Saidi Nursi'nin "Türkiye'nin batılılaşmasına, milli şuurun uyanmasına
muhalefet etmek istediğini", "Türkiye'nin kurtarıcısı ve kurucusu
Büyük Atatürk'ün inkılaplarım, hareketlerini tasvip etmediğini, yazılarıyla
onu tahkir ettiğini, reformları durdurmak istediğini" söylemişti.
"Kendisi İslâm dini ile bağdaşması mümkün olmayan fikirler ortaya atmış,
iddialar ileri sürmüştür. (...) Ona nazaran Atatürk devrimleri dine aykırıdır.
Laiklik ile dinsizlik arasında bir fark yoktur. Reform ancak Hristiyanlıkta
mümkündür. Türk reformu, Hristiyan reformunun bir taklidinden ibarettir. İslâmiyet
hiçbir reforma ihtiyaç göstermeyecek kadar mükemmeldir."
"Onlara göre,
diyordu Öktem, Atatürk idaresi dehşetli ahir zamandır. Dinsizlik, komünistlik,
ifsat komitelerinin faaliyet yıllandır. ... Kemalistler, seviyesiz, anarşist
kimselerdir. Devlet İslâm esaslarına göre kurulmalıdır. Devletin manevi
şahsiyetlerinin müslüman olması lazımdır. Müslümanlara Kur'an dışında anayasa
lazım değildir. Saidi Nursi, milleyete ve milliyetçilik fikrine düşmandır.
Milliyetçilik, İslâm birliğine manidir. Bu yol ile bolşevizm ve sosyalizm
karşısında mücadele edilemez. Bunlarla ancak İslâm ümmetçiliği mücadele
edebilir." ("Nurculuk tehlikeli bir hal almıştır", Ulus,
7 Eylül 1966.)
(7)
Takipçisi Fethullah
Gülen gibi "başına şapka koymamış olan", ama başını dolakla sararak
dolaşan Saidi Nursi, Kemal Atatürk'ü, şapka giydiği için
"kafirlik"le yargılamaktaydı: "Bir adam sabah kalkar,
alnında (hâza kâfirun) —bu kafirdir— yazılmış bulunur, yani Avrupa gibi başına
şapka giyer ve onu cebren giydirir." (Bkz: Neda Armaner, s. 33.)
Kemal Atatürk'ün
doğum tarihi olan "1880"in, "son asırların "Tagutı
dalalet"inin yani doğru yoldan sapmış bir putun doğumu olduğunu",
1293 (1876)'ün, yani kendi doğum tarihinin (tarih-i veladetinin) "Hz.
Kur'an'ın ve O'ndan nebaen eden (kaynayan) Risale-i Nur'un" "Tagutı
dalaletin temsil ettiği ruha" "meydan okumasını gösterdiğini" (Tılsımlar,
s. 195; Neda Armaner, s. 34) ileri sürer. Bir başka deyişle, Saidi Nursi, yeni
bir puta, Kemal Atatürk'e meydan okumak için kendisinin dünyaya getirilişinin
(ana rahmine konuluşunun) Kuranın gaybi bilgileri arasında bulunduğunu ileri
sürer. Her yüzyılda bir Kuran'ı çağma göre yenileyecek bir
"müceddid" olarak görevlendirildiğini, geçen yüzyılda Mevlana Halid
gibi, bu yüzyılın tam yarısında Kuran'ı yenilemek "müceddid" olarak
görevlendirildiğini, geçen yüzyılda Mevlana Halid gibi, bu yüzyılın tam
yarısında Kuran'ı yenilemek (müceddid) için görevlendirilerek ana rahmine
konduğunu, Kuran'ın "gaybi bilgiler"i arasında bulunduğunu cifir hesabıyla
kanıtlamaya kalkışır. (Bkz: Turan Dursun, Müslümanlık ve Nurculuk,
Kaynak Yayınları, İstanbul 1996, s. 36.)
Turan Dursun, Saidi
Nursi'nin, Zümer, Casiye, Ahkaf surelerinin başında bulunan "kitabın
indirilişi"ndeki "indiriliş" sözcüğünün (cifir hesabıyla) sayı
değerinin "Risale-i Nur" adının sayı değerine denk/eşit olduğunu
saptayarak, bundan, "Risale-i Nur"un "Kur'an semasından ve
ayetlerin yıldızlarından inmiş" olduğu sonucunu çıkardığını belirtir. Bu
nedenle, Saidi Nursi, "Bu ayetlerde, Risale-i Nur'un kendi adına ne zaman
yazılacağına cifir yoluyla işaret edildiği"nin ayetlerin "gaybi
bilgiler"i arasında bulunduğunu ileri sürer. (Bkz: Turan Dursun, Müslümanlık ve
Nurculuk, s. 36.)
Dolayısıyla da,
Saidi Nursi'ye göre, "Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur'an'ın malıdır. Ve
bu nedenle semavidir. Arzî değildir. Bir mevhibe-i ilahiyedir." (Bkz: Neda
Armaner, İslâm Dininden Ayrılan Cereyanlar: Nurculuk, İlahiyat Fakültesi
Yayınları, Ankara 1964, s. 61.)
Kemalistler, Saidi
Nursi'ye göre, "seviyesiz, anarşist kimseler"dir (Münazarat,
s. 17). Kemal Atatürk de "islâmın deccali", "süfyan",
"İslâm’ın en büyük fitne-i deniyelerinden biridir. (Şualar, s. 258,
372, 374, 263.)
Laik cumhuriyete,
laikliği ve modern yaşamı simgeleyen Kemal Atatürk'e ağır karalamalar nedeniyle
yargılanmış bulunan Saidi Nursi'nin Risale-i Nur'larında yer alan pasajların,
dava açılmasını önlemek amacıyla yeni baskılarında çıkartılarak yayınlandığı
biliniyor. Ama Saidi Nursi'nin ve özellikle de "yeni Said"in
görüşlerinin temelde ve özünde, akla, bilime, materyalist dünya anlayışına
karşı olduğu, somutlaştırarak söylersek, laik cumhuriyete, laik eğitime, modern
yaşam biçimlerine, bilime, modern bilgiye ve modern eğitime karşı olduğu da
biliniyor.
Saidi Nursi,
Eskişehir'de yargılanması sırasında, yargıcın sorusu üzerine,
"reisicumhur"u "manasız bir isim ve resim" olan
cumhuriyeti değil, "her biri hem halife hem reis-i cumhur" olan
"Hulefa-yı Raşidin" (ilk dört halife) gibi "hakikat-ı adaleti ve
hürriyet-i şer'iyyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyeti" benimsediğini,
"dindar bir cumhuriyetçi" olduğunu söyler. (Bkz: Şahiner, s. 325.)
Burada,
"manasız bir isim" ile laik Cumhuriyeti, "resim" ile Kemal
Atatürk'ü imleyerek, kendisinin de "cumhuriyetçi" olmakla birlikte
"hem halife, hem de reisicumhur" olan dört halife gibi, ilk halife
Ebubekir (Sıddık-ı Ekber) gibi, sağlıklarında Peygamber tarafından cennetlik
oldukları müjdelenen on büyük kişi (Aşere-i mübeşşereye) gibi, temiz soylular
(Sahabe-i Kirame) gibi dindar manada bir cumhuriyetçi olduğunu
söyleyerek, Cumhuriyete karşıtlığını açıklayacaktır.
(9)
Kasım 1922'de
Ankara'ya gelerek Büyük Millet Meclisini yönlendirmeye kalkışmak gibi bir
büyüklenmeye kapılacak olan Saidi Nursi, Büyük Millet Meclisinde bir
"zındıka" fikrinin egemen olmaya başladığını gördüğünü ileri
sürerek, milletvekillerine seslenen Arapça beyannamesinde (19 Ocak 1923)
"Şarkı (Doğuyu) akıl ve felsefenin değil", "din ve kalbin ayağa
kaldıracağını" bir kez daha yineleyecek, milletvekillerini namaz kılmaya
ve siyasal yönetimi Kuran'm emrini yerine getirmeye, "İslâm’ın desatirine
inkıyada" çağıracak (Şahiner, s. 256), yüz bulamayınca da Ankara'dan
ayrılarak Van'a gidecektir.
"Cumhuriyet",
evrensel anlamda, feodal sistemin bağrında ekonomik anlamda güçlenen ve
feodaliteye ağır basan burjuvazinin, burjuvaziyle birlikte oluşmuş ve feodal
bağımlılıklardan yalıtılarak özgür-emek gücü satıcıları durumuna gelmiş
işçilerin ve kent ve kır emekçilerinin desteğiyle, soysal (aristokratik) ve
dinsel (teokratik) feodalitenin siyasal sistemi yerine "ikame"
ettiği, yeni sistemin adıdır. Feodal ekonomik sistemden burjuva/kapitalist
ekonomik sisteme devrimleşme, mülkiyetin ve sınıfların nitel değişimini
dönüşümünü öngörür. Mülkiyetin niteliğindeki değişme, sınıfsal değişmeyle
örtüşür. Kapitalist-öncesi sınıfların yerini, kapitalist toplumun sınıflan
alır. Yalnızca üretimin biçimi değişmiş olmaz, mülkiyetin niteliğindeki
değişmeyle birlikte, üretim ilişkisi de, yani üretilen değerin üreten emekçi
ile üretim araçları sahibi arasındaki bölüşümün niteliği de değişmiş olur.
Doğal ki, ekonomik
sistemin siyasal sistemde nitel dönüşümü sağlayacak ölçüde değişmiş
olması, toplumsal yapının tümünde eski üretim biçimlerinin, yani
kapitalist-öncesi ilişkilerin yerini yeni ilişkilerin aldığı anlamına gelmez.
Bu, doğal olarak kapitalist-öncesi ilişkilerin varlığını şu ya da bu biçimde
koruduğu yerlerde, bağımlı emekçi, yasal olarak eşitlenmiş, dolayısıyla
yasa karşısında nesnel olarak özgür birey olarak tanınmış olmakla
birlikte, gerek geleneksel olarak, gerek yaşam pratiği içersinde, toprak
sahibine, aşiretine, aşiret reisine, tarikatına, tekkesine bağımlılığı ölçüsünde,
bağımlılık bağlarıyla bağlı olduğu ölçüde, özgür birey olarak kendini
gerçekleştiremez.
Birey, toplumsal
olarak özgürleştiği ölçüde kendi inancında özgürleşir. Bir başka deyişle,
dinden özgürleşme dinin özgürleşmesiyle örtüşür. Dinin kendini kabul ettirmeyi
dayattığı yerde, dinin özgürleşmesinden sözedilmeyeceği gibi, toplumsal
anlamda dinden özgürleşme de baskı altında demektir. Laiklik, dinden
özgürleşmeyi baskılayanları baskıladığı için, dinden özgürleşmeyi
baskılayanlar, baskılamalarının engellenmesini "zulüm" olarak
nitelemişlerdir.
Burjuva toplumda,
burjuva toplumun sınıfları giderek belirleyici olmaya başladığı zaman,
burjuvazi ile feodalite arasındaki savaşımın yerini, burjuvazi ile işçi sınıfı
arasındaki savaşım almaya başlar. Emperyalizmin dünya sistemine dönüşmesiyle
de ulusal bir hareketin ilerici ya da gerici niteliği, emperyalizmi
zayıflatması ya da güçlendirmesiyle belirlenmeye başlanır.
Burjuvalaşma,
uluslaşmanın temelini oluşturur. Eski ve birbirinden yalıtık geleneksel
ekonomik birimler, sanayi sermayesinin ülke ölçeğinde yaygınlaşması ölçüsünde,
sanayi merkezleriyle karşılıklı bağlanmaya ve dolayısıyla birbirleriyle
ilişkilerini geliştirmeye, tek bir ekonomik birimin parçaları haline gelmeye
başlar. Bu süreç, aynı zamanda uluslaşma süreciyle örtüşür.
Uluslaşma, Doğu
Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, çok uluslu devletlerde ezen ulus ile ezilen
uluslar arasındaki savaşımlara da başlangıç oluşturur. Ekim Devrimi, ulusal
kurtuluş savaşlarının niteliğini değiştirmiş, ulusal bir hareketin ilerici ya
da gerici niteliği, emperyalizmi zayıflatması ya da güçlendirmesiyle
belirlenmeye başlamıştır. Sömürgeci işgale karşı, ve özellikle de emperyalist
bağımlılığa karşı, kurtuluş ve bağımsızlık savaşları, uluslaşmanın sınıfsal
niteliğini olduğu kadar, demokratikleşmenin de sınıfsal niteliğini belirler.
Ulusal ölçekte,
sanayi ile tarım arasında ve kent ile kır arasında olduğu gibi, geleneksel
ilişkilerin ağır bastığı, özellikle feodal bağımlılığın varlığını koruduğu
bölgelerin yaygınlığı ölçüsünde, burjuvazi ile işçi sınıfı arasında giderek
kendini açığa vuran çelişki, feodaller ile bağımlı emekçiler arasındaki çelişki
ile de çaprazlaşır.
Uluslaşma ve
demokratikleşme, kapitalist-öncesi egemen sınıfların olduğu kadar, kendi
sınıfının bilincinde olmayan geleneksel emekçilerin de engeliyle karşılaşır.
Feodal sisteme karşı savaşımın öncülüğünü yapmış olan burjuvazi, bu süreçte,
gerici sınıf ve katmanlarla (feodallerle de) bağlaşma (ittifak) arayışına
girebilir. Sömürgeci işgale ve emperyalist bağımlılığa karşı ulusal bağımsızlık
devinimleri, ulusal bağımsızlığın özgül özelliğine göre, kendi sınıfsal
bağlaşıklıklarını oluşturduğu gibi, karşıt bağlaşıklıkların oluşmasına da
ortam hazırlar.
Ulusal Kurtuluş
Savaşı, "ulusallığı temsil ettiği ölçüde, ulus-öncesi siyasal yapılanmalar
olan teokratik-feodal sisteme, yani Saraya ve Hilafete karşı bir savaş olduğu
gibi, "bağımsız"lığı temsil ettiği ölçüde de, sömürgeci ve
emperyalist amaçlarla yurdu işgale yönelen güçlere karşı bir savaştı. Yunanlıları
Batı Anadolu'yu işgale yönelten İngiltere, İngiltere ile birlikte Sevr
Andlaşmasını hazırlamış bulunan Fransa ve İtalya, Sarayın İstanbul'da kalmasına
karşılık, sarayı ve Halifeyi, saraya ve halifeye bağlı din adamlarını
ayaklandırmaya yöneltmişti. Kurtuluş Savaşı, bağımsızlık savaşı olarak,
Anadolu'yu işgale yöneltilen Yunan'a karşı, ve ulusal savaş olarak feodal ve
teokratik sisteme (saraya ve hilafete) karşı bir savaştı. Bu nedenle de cephede
Yunan ordusuna karşı savaşırken, cephe içinde ve gerisinde, "Kongra"ya
ve "Kongracilara karşı, "Şeriat" için ayaklandırılan halka karşı
da savaşmak zorunda kalacaktı. "Bkz: Muzaffer İlhan Erdost, "Ana:
Gülhanım", Bir Fotoğrafa Altyazı, Onur Yayınlan, Ankara 1991, s.
116.)
Ulusal Kurtuluş
Savaşının, Yunanlılara karşı kazanımlarını, "Kur'an'ı düşmanın hücumundan
kurtarmak" olarak niteleyen Saidi Nursi, Büyük Millet Meclisinin ve Ankara
hükümetinin, "akıl ve felsefe" ile değil "İslâmiyetin desatirine
inkıyad" ile, "din ve kalb" ile başarıya ulaşacağını söylerken,
Kurtuluş Savaşının, "ulusal" niteliğini anlamaktan yoksun olduğunu
ortaya koyduğu gibi, bunun yeni bir sınıfsal ittifakın savaşı olduğunu, ve bu
yeni sınıfsal ittifakın yeni bir sistem oluşturmasının "olmazsa
olmaz" sonucu olduğunu da doğal ki anlayamazdı. Bunun gibi, burjuva
toplumun yaygınlaşması ve yoğunlaşması ölçüsünde, emekçi sınıf ve katmanların,
egemen sınıfı oluşturan sermayenin kârını olduğu kadar, rant ve faizleri de
kendisine maledinen burjuvaziye karşı, demokratikleşme ve özgürleşme savaşımı
verdiğinin bilgisine sahip olmadığı ve bunun bilincinde olmadığı için, emekçi
sınıf ve katmanların demokratikleşme savaşımını, dinsizlerin, kemalistlerin,
sosyalistlerin, anarşistlerin savaşı olarak algılar. Özellikle geleneksel,
kapitalist-öncesi bağımlılık ortamında bulunan kişileri, kendisine
bağımlılaştırarak, kır ve kent emekçilerini, demokratik haklarını arayan emekçilere
karşı çıkanr. Bununla da kalmaz, emekçi sınıf ve katmanların karşılarına
aldığı, emperyalist gericiliğin saflarını, emekçi kitleyle doldurur.
Şeyhülislâmın ulusal
kurtuluşcuları öldürmenin İslâm’ın şartı olduğunu söyleyen fetvasına karşı
çıkan Saidi Nursi, ulusal kurtuluş savaşı verenlerin din için savaşmadığını, dinin
ve halifenin ulusal kurtuluş savaşçılarına karşı dinine bağlı emekçi halkı
ayaklandırmış olmasından çıkarmak istemiyor. Yunanlılara karşı zafer kazanmış
olanların İslâm’ın kuvvetiyle bu savaşı kazandıklarını, ilerlemek için
hilafetin ve şeriatın egemen olmasını öneriyor. Yani savaşın ulusal ve sınıfsal
özünü kavramadığı gibi, Büyük Millet Meclisinin ulusal-sınıfsal niteliğini
anlayamıyor. Cumhuriyetle birlikte, bağımsız Türkiye Cumhuriyetinin
ilerlemesini, "maalesef”, "maatesüf” olarak niteleyen Nursi, bu
ilerlemeyi, "dinsizlik" ve "komünistlik" olarak,
bağımsızlığı, İslâm’ın ırklara göre ayrılması olarak niteleyerek, kırk yıldır
ülkede dini kullanarak faşist cinayetlerin mimarı olan "Küre-i Arz'in en
güçlü devletini İslâm’ın kurtarıcısı olarak kucaklamakla kalmıyor,
Balkanlar'dan, Kafkaslar'dan Orta Asya Türk cumhuriyetlerine değin yayılan
coğrafya'da, ABD'nin emperyalist/faşist politikalarına, Türkiye'yi alet etmek
için dini kullanmalarının da olanağını sağlıyor.
(10)
Saidi Nursi'yi ve
takipçisi Nurcuları, bilimi, modern bilgiyi ve modern eğitimi geleneksel
olarak benimsediklerini yazan Paul Henze, klasik Atatürkçü ilkelerin başında
saydığı "laiklik"in, öteki Atatürkçü ilkeler gibi eskidiğini ileri
sürerken, Türk cumhuriyetlerde Türkiye'nin benimsenmesinin esas nedeninin
"Türk İslâm’ında dikkate değer modern akımlar" olduğunu söyler:
"Eski Sovyetler Birliği'nin Müslüman halklarına Türkiye'nin çekici
görünmesinin, "bir ölçüde ortak kan, dil ve geleneklerden kaynaklanmakla
birlikte, esas gücünü, Türkiye'nin İslâm’ı, modernleşmeyi ve batılılaşmayı,
maharetle uzlaştırmış, başarılı bir ülke olmasından alır." (Turkey's,
s. 7.) Henze arkasından ekleyecektir: "Türk İslâm’ında dikkate değer ölçüde
modern akımlar ve modernizmi daha ileri götürme potansiyeli
bulunmaktadır." "Modern akımlar"a ve "modernizmi daha ileri
götürme potansiyeline örnek olarak da, hemen yukarda İmran Öktem'in konuşmasından
da aktardığımız gibi, Türkiye'nin modernleşmesine ve batılılaşmasına, var
güçleriyle karşı çıkmış olan Nurcular ve Nakşibendiler gösterilir.
Nurcuların ve
Nakşibendilerin modern ve aydınlamacı olduğunu ileri süren Paul Henze'nin,
aynı zamanda, Orta Asya ülkelerinde, özellikle de Türk cumhuriyetlerde, kirlenme
olarak nitelediği materyalizme ve çürümeye karşı panzehir görevi yaptığını
ileri sürdüğü Suud kökenli vahabi doktrinlere ve toplumun ilerici
kesimlerinden destek gördüğünü, ekonomik ve toplumsal konulara son derece modem
yaklaştığını söylediği sufi tarikatlara vurgulama yapmış olmasına karşın, bu
ülkelerin laik kimliğini gözardı etmiş olması, ister istemez sorunları
çoğaltıyor.
"Orta Asya
devletleri nüfusunun yüzde 70'inin etnik olarak Türk olduğunu ve Türk dilini
konuştuğunu" vurgulayan Mutahir Ahmed ise, Orta Asya'nın politik İslâm’dan
etkilenmeyecek birçok neden arasında, "ilk olarak, bu devletlerin, kültür
düzeylerinin çok yüksek olduğunu ve komünist yönetim sırasında laikliği
benimsediklerini" yazacaktır. (Mutahir Ahmed, "Radikal İslâm ve Orta
Asya", Avrasya Etüdleri, c. 1, Sayı: 3, Sonbahar 1991, s. 59, 61.)
Brzezinski,
"global bir İslâmcılığın olmadığını" ve "Laik Orta Asya"
ile, şeriatçı Suudi Arabistan, militarist Pakistan, ılımlı Fas ve Batı yanlısı
Mısır arasında ortak bir İslâm anlayışı bulunmadığını belirtirken (Le
Nouvel Observateur, 15-21 Ocak 1998; Hepileri, Şubat 1998, sayı 11,
s. 30) Orta Asya ülkelerinin laik kimliğini ABD yönetiminin bildiğini
de açıklamış olur.
Uluslararası
Stratejik Etüdler Merkezinden Brad Roberts’a göre de, "soğuk savaş
döneminde, uluslararası ilişkilerde laikliğin oluşturduğu yapay denge"ye
karşılık, şimdi, dinin rolü daha görünür duruma gelmiştir. (Cumhuriyet,
7 Mart 1990.)
Fuller ise,
"İslâmi hareketin önündeki en büyük görevin inançların çağa uyarlanması
olduğunu", "din siyasete soyununca gerçekçi ödünler vermek" ve
"laiklik ile barışmak" durumunda bulunduğunu söyler: "Bazı
İslâmi hareketler çok tehlikeli ve radikal, bazıları da reformist ve liberal.
İşte geliştirilmesi asıl cazip olan bu." (Cumhuriyet, 26 Şubat
1990.)
Henze ise, daha önce
de belirtildiği gibi, "aralarında politikacılar ve işadamları da bulunan
Nakşibendi tarikatının, yeni bağımsızlaşan Türk cumhuriyetlerde ortaya çıkmaya
başlayan girişimci sınıflarla temas" için "doğal bir ortam sağladığını”
yazacaktır. (Turkey's, s. 7-8, 31. 6n.)
Heilbrunn ve Lind'in
"Üçüncü
Amerikan İmparatorluğu"nu gerçekleştirmek istedikleri coğrafyada,
"müslüman ulusların resmi-olmayan liderliğini" üstlendiğini
vurguladıkları ABD'nin, bu birliğin kalbini oluşturacak Türkiye ile
Adriyatikten Çin Şeddine uzanan ve yeni adıyla Avrasya olarak nitelenen
coğrafyanın doğu kanadını oluşturan Orta Asya Türk cumhuriyetleri arasında
ekonomik ve siyasal ilişkilerin din ve özellikle de tarikat aracılığıyla
kurulmasını ve geliştirilmesini istemiş olması, bu ülkeleri Rus nüfuzundan
uzaklaştırmak amacını taşıdığı kadar, "kirlenme" olarak nitelenen
"materyalist" eğitimden, ve materyalist eğitimin basamağım
oluşturduğu savlanan sosyalizmden toplumu yalıtmak için dini (İslâmi)
canlandırmak ve güçlendirmek amacını taşıdığı da kendiliğinden anlaşılıyor.
Laik Türkiye ile
laik Türk cumhuriyetleri arasında, Türk etnik temeline dayalı birlik oluşturmak
için eskiyen Atatürkçü dış politikanın terkedilerek pantürkist politikaya
dönülmesi önerilirken, bunun yanısıra, gene Atatürkçü dış politikanın
belirleyici ayaklarından birini oluşturan antipanislâmizmin de terkedilerek,
Türkiye'nin, İslâm uluslarının resmi olmayan birliğinin taşeronu olması
önerilirken, bu "resmi olmayan birliğin" birliğini
gerçekleştirebilmek için, dinin canlandırması adı altında siyasallaşmış bulunan
dinin, Türkiye'de ve Türk cumhuriyetlerde, siyasal yaşama egemen olması
amaçlanıyor. Laik Türkiye Cumhuriyeti ile laik Türk cumhuriyetleri arasında,
laiklik bağıyla değil, dinin siyasallaşmasında belirleyici ve öncü rol oynayan
Nurcular ve Nakşibendiler aracılığıyla birlik oluşturulmak amaçlanıyor.
Nurcular ve
Nakşibendiler, "laiklik ile barışmış" olarak (Fuller), bir başka
deyişle "şeriatçı" ve "militarist" değil, "ılımlı"
İslâm kimliğiyle, siyasallaşmış İslâm olarak, halkı müslüman olan uluslar
arasında birliği sağlamak, ve Türkiye'de ve Türk cumhuriyetlerde, Hazar ve
Karadeniz havzalarını çevreleyen Avrasya'da, ideolojik perspektifi sosyalizm
olan materyalist felsefeye ve materyalist eğitimin olmazsa olmaz koşulu olan
laik eğitime karşı dinsel eğitimi koyacak olan, bilimi dinin egemenliği, aklı
inancın buyruğu altına almayı esas amaç edinen dinler arasında bir cephe
oluşturmak için görevlendirileceklerdi. Bu cepheleşmenin, küresel perspektife
yansıyan somut yönü, Sovyetler Birliği'nin kalıtçısı Rusya'nın, çarlık
döneminin emperyalist (yayılmacı) eğilimlerine kapılmasına ve yeniden
büyümesine karşı, bugün "tek ve gerçek küresel güç" durumuna gelmiş
bulunan ABD'nin, Sovyetler Birliği'nin, Yugoslavya'nın ve Osmanlı
İmparatorluğu'nun dağılmasıyla boşlukta kalan ulusları, toplulukları kendi
hegemonyası altına alarak, Rusya'yı kontrolü altına almak, ve Rusya'yı kontrol
altına almak amacı altında emeğin ulusal ve evrensel bütünleşmesine engel
olarak emekçiyi köleleştirerek, ulusları köleleştirmek.
Kısacası: Sermayenin
küresel egemenliği için, emekçilerin köleleştirilmesi. İşte dünya sermayesine
militer gücüyle kumanda eden ABD'nin, batı Avrupa ile Doğu Asya'yı ve Ortadoğu'yu
kontrolü altına alacağı Avrasya'nın (müslüman ulusların birliğinin lideri
olarak) lideri olma savaşı, "Avrasya'nın kalbi" (Süleyman Demirel)
Türkiye odağından, Avrasya'nın kanatlarına emperyalist gericiliği, bilim örtüsü
altında dini, modernizm örtüsü altında tarikatları taşımasının temel nedeni
buydu.
(10)
ABD'nin, Türk
cumhuriyetler ile "tarihi yakınlığı ve ırk benzerliği bulunan" ve bu
ülkelerle "çok yakıın olabilme ve iyi iletişim kurma olanağına sahip"
Türkiye aracılığıyla ilişkisini (Kissinger), Saidi Nursi'nin takipçisi
Nurcularla, müritleri arasında politikalar ve işadamları da bulunan
Nakşibendilerle gerçekleştirmesinin, CIA analistleri tarafından geliştirilmiş
bir strateji olduğunu, okur, daha önce aktardığımız pasajlardan çıkarmakta güçlük
çekmeyecektir.
Çünkü İslâm
dünyasının birçok yerinde etkin olan Nakşibendiler, Türkiye'nin doğusunda ve
kasabalarında/taşra kentlerinde etkin oldukları gibi, eski Sovyetler
Birliği'nde de oldukça yaygındılar. (Henze, Turkey's, s. 7-8.) Bu
nedenle de, ABD'nin, Türkiye aracılığıyla Türk cumhuriyetlerle ilişki kurması
ve işbirliğini geliştirmesi için "doğal bir ortam" oluşturuyorlardı.
"Birçok Türk
aydınının", "Nakşibendileri aydınlanmacılık karşıtı ya da geçmiş
özlemcisi" olarak değerlendirmesinin yanlış olduğunu savlayan Henze, aynı
biçimde "birçok Türk aydınının gizli ve yıkıcı bir hareket" olarak
nitelediği Nurcuların da, bilimin, modern bilginin ve ciddi modem eğitimin,
İslâm inancının gelenek kadar önemli bir öğesini oluşturduğunu vurguladıklarını"
yazdığını bir kez daha belirtelim. (Henze, s. 7.) Eski Sovyetler Birliği'nde,
"komünizme ve Rus egemenliğine karşı yeraltı muhalefetinin güçlü bir öğesi
olan" din, "Sovyet yönetimi altında yaygın hale gelen materyalizme
ve çürümeye karşı etkili bir panzehir olarak görünmüştü''. (Henze, s. 31, 6n.)
"Eski Sovyetler
Birliğine dâhil Türk devletlerini bölgede mağdur, mazlum ve mahkum görmüş"
ve "büyük bir milletin evladı olarak, küçüklüğü hiçbir zaman
hazmedememiş" bulunan Saidi Nursi'nin takipçisi, yani Nurcu Fethullah
Gülen, Kasım 1989'da "Berlin Duvan"nın yıkılmasının ertesinde,
"komünist rejimin boyunduruğu altına giren Doğu Berlinlilerin, batıdaki
liberal akrabalarıyla kucaklaştığı gün", Süleymaniye Camiinde verdiği
vaazda, cemaati, Orta Asya'daki ülkelerle ilgilenmeye (ya da kucaklaşmaya)
çağırmıştı. (Hulusi Turgut, "Fethullah Gülen ve Okulları", Yeni
Yüzyıl, 17 Ocak 1998.)
"Asya için,
Asya'daki insanlar için ağlamış", gözyaşları "üzerinde kayıkların,
keleklerin yüzebileceği" kadar gözlerini Ceyhun (ırmak) etmiş bulunan
Fethullah Gülen, "Çarlık zulmünden sonra komünist Rusya'nın zulmünü sanki
içinde yaşamış", bu duygularını on yıl-yirmi yıl önce (1968-1978) cami
kürsüsünden ağlayarak ifade etmişti. Ama Rusya'da çözülme başlayınca, "yurt
içindeki başarılarının, yurt dışında da devamını arzu eden" Gülen, hemen
bazı arkadaşlarına "gidebildiğiniz yere kadar gidin" diyecek, bir
grup Bakü'ye, bir başka grup ise Özbekistan, Türkmenistan ve Kırgızistan'a
gidecekti. Yakutistan'a (Sibirya'ya) kadar insan göndermişti. (Yeni Yüzyıl,
16 Ocak 1998.)
Asya'ya giden
arkadaşlarının bir Hicret ruhu içinde yola koyulduklarım anlatan,
"bu meseleyi Hicret'le eşdeğer gören" Fethullah Gülen, bu okul
kampanyasını, aynı zamanda "Milli Mücadeleye" benzeterek, okulları,
"Türkiye'nin dışa açılması olarak" (Yeni Yüzyıl, 18 Ocak 1998)
niteleyecek ve yurtdışmdaki öğretmenlerin eğitim hizmetlerinin yanısıra
bulundukları ülkelerin işadamlarıyla Türk işadamları arasında işbirliğine
katkıda bulunduklarını" (Yeni Yüzyıl, 26 Ocak 1988) ekleyecektir.
Halkı müslüman olan
ülkelerin yanısıra "Asya'nın en uç noktası Moğolistan'da, Alaska'nın
burnunun dibindeki Yakutistan'da, Asya ile Avrupa'nın birleştiği nokta
Moldavya'da, Romanya ve Bulgaristan'da, hıristiyanların yaşadığı bu ülkelerde
okullar açılmış", "Türk milleti, yoktan varlık yaratmıştı. (Yeni
Yüzyıl, 16 Ocak 1998.)
Yurt dışında açılan
okulların amaçlarının, yurt içindeki okulların amaçlarıyla örtüşmesi doğaldı.
"Medrese eğitimi" görmüş olan Gülen, İzmir'de vaizlik yaptığı sırada,
"dar gelirli ailelerin çocuklarına Kuran kursunda ve imam hatipte okuma
olanağı sağlamış", "bu öğrenciler için yurtlar, yemekhaneler açmış,
giyim-kuşamlarını karşılamış"tı. "Kestanepazarı Derneği"nde de
fahri olarak çalışıyordu. "O tarihlerde üniversite ve liseler, olayların
yoğunlaştığı eğitim kurumlan haline dönüşmüştü. Üniversiteli gençlerle
ilgilenmek gerekiyordu. Gerçi onlara dernekleri yemek veriyor, kendileri de
öğrencilere seminer yapıyordu ama, bu yeterli değildi. Kuran kursu ve imam
hatip okulu dışındaki "okullarda okuyan fakir öğrencilerin durumu ilgi
alanlarına girmiyor gibiydi". Vaiz Gülen, Kuran kursları ve imam hatip
okulları tamam, ama "kolej de açalım" demiş, kimi tartışmalardan
sonra, "Yurdun dört bir yanında kolej tarzında okullar açılmaya"
başlanmıştı. İzmir'de Yamanlar, İstanbul'da Fatih, Ankara'da Samanyolu,
Erzurum'da Aziziye, Van'da Serhat kolejleri, "Fethullah Gülen
okullarının başarılı ilk örnekleri olmuş, kolejleri "kurs"lar
izlemiş, "kısacası Fethullah Gülen'in yönlendirdiği eğitim kurumlan tüm
vatan coğrafyasında ilgi odağı haline gelmiş"ti. (Yeni Yüzyıl, 28,
20, 15 Ocak 1998.)
Özel yurtlan ve özel
dershaneleri, eğitimin özelleşme kapsamına alınmasıyla birlikte, özel
okullar / kolejler izleyecekti. Dinin ve din bilimlerinin temelini oluşturduğu
Kuran kursları ve imam hatip okullarının yanında, özel okul olarak kolejlerin
açılması, eğitimin niteliğindeki değişmeyi üniversitelere taşıma olanağı
sağlayacaktı. Materyalist öğretinin yerini, bilimi, dinin egemenliği ve
denetimi altına aldığı idealist öğreti alacaktı. Her ne kadar bu, pozitif
bilimler ile din bilimlerinin içiçeliği olarak sunuluyorsa da, Saidi Nursi'nin
eğitim için önerdiği model açısından soruna bakıldığında, burada, bilim ile
dinin yanyanalığı ve içiçeliği değil, dinin bilime, kalbin akla üstünlüğünü
sistemli bir egemenliğe dönüştürmek sözkonusuydu. Doğal ki, Saidi Nursi'nin
"yeni Said" olarak öğretisi, yeni Said'in terketmiş bulunduğu eski
Said'in sözlerinin ardına gizlenerek.
Dönemin
cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın, laik devlet okullarını "anarşist" ve
"komünist" yetiştiren okullar olarak nitelemesi, devletin önemli
kadrolarının imam-hatip okullarından mezun olacaklara verileceğini söylemesi
(bkz: Mustafa Coşturoğlu, "Laik Okullara Karşı Bir Seçenek mi?", Halkoyu,
İ977, Sayı: 11, s. 21-22) bir yandan gereksinilen imam ve hatipten fazla sayıda
imam ve hatip mezun edecek imam-hatip okulu açılmasına gerekçe olmuş, bir
yandan da üniversitelere, imam hatip mezunları alınmasının yolu açılmıştı.
Ama, imam hatip mezunlarının üniversite giriş sınavlarında başarı sağlasa da
genel ortalamanın altında kalmaları, yabancı dil konusunda başarı
sağlayamamaları, Gülen ve takipçilerini, laik okulların karşısında ve onlara
üstünlük sağlayacak okullar açmaya yöneltecek, kolej açacaklardı.
1966 yılında
"vaiz" olarak atandığı İzmir'de, İmam Hatip Lisesi ve Yüksek İslâm
Enstitüsü öğrencilerinin eğitimleriyle ilgilenen Fethullah Gülen, "dini
eğitim gören öğrencilerin, bilimsel eğitim görebilmeleri için de ortam
hazırlıyor", "Kur'an Kurslarına giden öğrencilerin mutlaka bilimsel
eğitim görmesini ve çağdaş şartlarda yetiştirilmesini istiyordu". (Yeni
Yüzyıl, 17 Ocak 1988.)
"Orta öğretim
çağındaki öğrenciler için kursların yanısıra, yurtlar açtırdı. Bunlara
"ışıkevler" adı verildi. İzmir'de başlatılan bu hareket, önce Ege
bölgesine, daha sonra da Marmara'ya yayıldı. Tüm bu faaliyetler, 20-30 yıl
sonrasının eğitici ve yöneticilerini yetiştirmeye yönelik ti." (Yeni
Yüzyıl, 17 Ocak 1998.)
"Fethuliah
Gülen okullarını Orta Asya Türk cumhuriyetlerinde, Kafkasya ve Demirperde
ülkelerinde açmak için olağanüstü çaba harcayan ekip", "her gittiği
yerde bürokratlarla çok iyi ilişkiler kurmuş, kısa sürede onların güvenini kazanmıştı."
(Hulusi Turgut, "Fethullah Gülen ve Okulları", Yeni Yüzyıl, 17
Ocak 1998.)
Fethullah Gülen'in
arkadaşlarının okul açmak için kurdukları şirketler ile 59 ülkede açılan 200'ü
aşkın okulun geniş dökümünü okur, Yeni Yüzyıl'da (17 Ocak 1998 28 Ocak
1998) bulabilir. Faik Bulut, "bir yetkili"nin, Gülen'in okullarını, "hep
CIA'nın ilgi duyduğu ülkelerde açtığını", "Osmanlıda misyoner
okulları kime hizmet ettiyse, Gülen'in okullarının da aynı hizmeti
gördüğünü" söylediğini yazar. (Faik Bulut, s. 211.) Ama bizi,
Gülen'in bütün okulları değil, "özellikle Orta Asya Türk cumhuriyetleri,
Kafkasya ve Demirperde ülkelerinde açtığı" okullar ilgilendiriyor.
Özellikle de, bu okulların "istiklal mücadelesi" inancıyla, "hicret
ruhu içinde" açılmış olmasını açıkladığı pasajlar.
Fuller, Türkiye'nin,
Balkanlarla ilgisinin, tarihsel açıdan bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu
toprakları olmasından, güncel açıdan Sırp saldırısına uğrayan müslümanlarla yakınlığından
kaynaklanan "haklı" nedenleri olduğunu, Orta Asya ile ilgisinin "haklılığının"
Türk etnisitesine dayandığını (Turkey's, s. 48) belirterek, Türkiye'nin
eski Sovyetler Birliğindeki nüfuzunun yalnızca Kafkaslar ve Orta Asya ile sınırlı
olmadığını ekler. Kırım yarımadasında Kırım Tatarları, Volga bölgesinde Tatar
ve Başkırt cumhuriyetleri, Yakutistan'da etnik bakımdan Türk olan Yakutlar,
"bu üç Türk bölgesi, ekonomik ve siyasal olmasa bile en azından kültürel
yönden Türkiye'yi bir destek kaynağı olarak görebilirler"di. (Turkey's,
s. 86.)
Fuller, ayrıca,
Washington'ın Türkiye'yi tutmuş olmasından dolayı, "Orta Asya'daki Rus
nüfuzunu azaltmak için Ankara'yı bir araç olarak kullanmakta olmasindan
kaynaklanan pantürkist gelişmelerden olduğu kadar, köktendinci yayılmalardan,
Rusya'nın olumsuz yönde etkilenmesine de neden olacağını (Fuller, Turkey's,
s. 71, 76) anımsatmak gereğini duyar.
Fuller'ın, yayılmacı
amaçlarla Türkiye'ye duyumsattığı ülkeler ile Fethullah Gülen'in "hicret
ruhu içinde" ve "milli mücadeleye sahip çıkarak" okul açtığı
ülkelerin birbiriyle örtüşmüş olması, doğal ki bir raslantı olamazdı.
"Yurtdışındaki vatandaşlarımızı,
soydaşlarımızı, özellikle mağdur ülkeleri, çocukluk yıllarından bu yana
düşünmüş", "Asya için, Asya'daki insanlar için ağlamış" olan,
"Çarlık zulmünden sonra komünist Rusya'nın zulmünü de içinde hissetmiş ve
bu düşüncelerini on-onbeş yıl önce cami kürsüsünde ağlayarak ifade etmiş"
bulunan Gülen, başta Orta Asya ülkeleri, Kafkaslar ve Balkanlar olmak üzere
yurt dışında okullar açmış olmasını Türkiye'nin dünya ile bütünleşmesi olarak
niteleyecektir. "Dünya ile entegre olmayan" ve "dünya ile bütünleşmeyen"
Türkiye'nin yaşayamayacağını Atatürk'ün de bildiğini ekleyecektir. (Yeni
Yüzyıl, 16 Ocak 1998.)
Fethullah Gülen'in
"Asya'ya gönderdiği arkadaşları" ise, bir hicret ruhu içinde
yola koyulmuşlar"dı (Yeni Yüzyıl, 16 Ocak 1998) ya da "Bu
meseleyi dini terminoloji içinde "Hicret'le eşdeğer görüyorlar"dı. (Yeni
Yüzyıl, 17 Ocak 1998.) "Demek ki vakti gelmişti. Çanakkale destanını
gerçekleştiren, yokluk içinde İstiklal Mücadelesini gerçekleştiren bu millet,
Asya'nın dirilişinde önemli bir rol oynadı. Okullar peşi peşine açıldı."
(16 Ocak 1998.) "Millet, Milli Mücadeleye sahip çıktığı gibi, eğitim
faaliyetine de sahip çıktı. Bunlar "Milletin Mektepleri" oldu."
(15 Ocak 1998.) "Bu millet evindeki kabı kaçağı satar, Allah'ın
inayetiyle bunu yapar. (...) O ülkeleri kurtarmak için (...) vefalı Türk
insanı destekleyecek, Asya'daki okullar açılacak"tı. (16 Ocak 1998.)
(11)
ABD yönetimine
stratejik raporlar üreten RAND korporasyonunda senyör-üye olan CIA ulusal
istihbarat konseyi eski başkan yardımcısı Fuller'a göre, Washington'ın
"Orta Asya'daki Rus nüfuzunu azaltmak" için, Lind ve Heilbrunn'a göre
ABD'nin "müslüman ulusların resmi olmayan birliğinin liderliği" için,
Fethullah Gülen'e göre ise "bu ülkeleri kurtarmak" ve kurtarılan bu
ülkelerle "Türkiye'nin bütünleşmesi" için okullar açılacaktı. Üstelik
bu okullar, "İstiklal Mücadelesi" inancıyla, ve "Hicret ruhu
içinde" açılmış "Millet Mektepleri" olacaktı.
Türkiye'yi, yeni dünya düzeninin
bölgesel gücü olarak, Batıya olduğu kadar Doğuya, ve dahası pusulanın her yönüne
(Fuller) açılmaya yönlendiren CIA'lı "analistler" ve ABD'li
"stratejistler", Türkiye'nin eski Sovyetler Birliği'ndeki nüfuzunun
yalnızca Kafkaslar ve Orta Asya ile sınırlı olmadığını, ayrıca Kırım
yarımadasında, Volga bölgesinde ve Yakutistan'da yaşayan Tatar, Başkırt ve
Yakutlar'm da Türkiye'nin nüfuz alanında bulunduğunu belirtmiş olmasının
(Fuller) ardından, Gülen, "bu millet Asya'nın dirilişinde önemli bir rol
oynayacak" diyecek ve ilkokuldan üniversiteye bir dizi "Millet
Mektebi"ni yalnızca Azerbaycan, Nahçıvan, Kazakistan, Kırgızistan,
Özbekistan, Türkmenistan'da değil, "bir yetkilinin söylemiyle,
"CIA'nın ilgi duyduğu ülkelerde" (Faik Bulut, s. 211) açacaktı. "Asya'nın
en uç noktası Moğolistan'da, Alaska'nın burnunun dibindeki Yakutistan'da, Asya
ile Avrupa'nın birleştiği nokta Moldavya'da, hıristiyanların yaşadığı Romanya
ve Bulgaristan'da, Dağıstan'da, Çuvaşistan'da, Tataristan'da, Pakistan'da,
Bangladeş'te, Afganistan'da, Irak'ta, Gürcistan'da, Kırım'da, Makedonya'da,
Fas'ta, Sudan'da, Bosna Hersek'te, Endonezya'da, Avusturalya'da, Arnavutluk'ta,
Macaristan'da, Almanya'da, Filipinler'de, Tayland'da, Kore'de, Kamboçya'da,
Vietnam'da, Burma'da, Hindistan'da, Çin'de, İngiltere'de, Tanzanya'da, özellikle
de bir üniversite açma hazırlığı içinde olduğu ve "Risale-i Nur
Enstitüsü"nün bulunduğu New Jersey'de, "bu milletin kabını kaçağını
satarak", bu ülkeleri "çarlık zulmünden sonra komünist Rusya'nın
zulmünden kurtarmak" için okul açacaktı. (Yeni Yüzyıl, 16 Ocak
1998.) Doğal ki, çoğunun yerini bilmediği, ülkesini görmediği bunca okulu açmak
için "yürütülen bu hizmetlerin içinde fiilen her zaman olmayacak",
"bütün bunları arkadaşlarının teveccühleri ile yaptıracak",
"dostlarının güvenlerini eğitim hizmetleri için bir kredi kartı gibi
kullanacak"tı. (Yeni Yüzyıl, 16 Ocak 1998.)
Arkadaşlarını ilkin
Azerbaycan'a göndermiş (11 Ocak 1990) olan Gülen, Azeriler, okul açma
önerilerini severek kabul edince, "Çok iyi bir şey dedik, diyor, eğitim
adına dünyanın başka yerlerinden gelip, buralara başkaları girmeden, biz
gireriz diye düşündük. Boşluğu doldururuz, İran'a da, Turan'a da yer kalmaz
burda dedik." (Yeni Yüzyıl, 15 Ocak 1998.) İran'a ve Turan'a yer
kalmaması için Azerbaycan'a herkesten önce "girmiş" olan Gülen, 28
Mayıs 1990'da, 37 kişilik bir işadamı grubunu Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan
ve Tacikistan'a göndermişti. Orta Asya'ya, yani Turan’a, "Türk
Birliği"ne yönlendirildikten sonra, "Başkalarının Asya'ya gelip okul
açmaları için hiçbir boşluk kalmaması", "Avrupalılara bile boşluk kalmaması"
için (Yeni Yüzyıl, 16 Ocak 1998) Gülen'in Orta Asya'ya gönderdiği
işadamlarından oluşan grubu, Paul Henze'nin de içersinde yer alacağı Türk ve
Amerikan işadamlarından oluşan bir heyetin Orta Asya ülkelerini ziyareti
izleyecektir. (Bkz: Uğur Mumcu, "Henze'nin İşi", Cumhuriyet,
17 Mayıs 1992.)
Bu ziyaretlerin
ardından açılacak okulları, yani Avrupa ülkeleri dahil 54 ülkede "bu
milletin sattığı kap kacakla" ve "İstiklal Mücadelesi" inancıyla
açılacak okullar izleyecek ve nerdeyse, Avrupalılara bile kendi ülkelerinde
okul açmaları için boşluk bırakmayacaktı.
Bunu, kuşku yok ki,
Gülen, kendi iradesiyle değil, Allah'ın bazı kimseleri, bu arada Gülen'i de,
figüran olarak kullandığı için gerçekleştirebilecekti: "Allah, bu rüyaları
gerçekleştirmede figüran olarak —bağışlayın— bazı kimseleri, eğer bizim de bir
dahlimiz olduysa, kullanıyor bizi. Bizi kullanana binlerce hamd ve sena
olsun." (Yeni Yüzyıl, 15 Ocak 1998.)
Bu, Gülen'in engin
gönüllülüğünün bir ifadesi olabileceği gibi, Gülen'i "kullanan"
Allah'ın, maddi dünyanın tek "allah"ı olmak yolunda bir hayli yol
almış bulunan, "rakibinin çöküşüyle, eşsiz bir konuma" giren,
"hem ilk hem de tek gerçek küresel güç haline gelen" Amerika
Birleşik Devletlerinin (Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, s. 13, s. 31)
emperyal iradesinde kendini somutlaştırdığını düşünmek de yanlış olmayacaktı.
Bu
"kullanılma" konusunda şunlar da anımsanmalı: Erzurumlu olan ve
"medrese" eğitimi görmüş bulunan, vaiz olarak burada görev yapmaya
başlayan Gülen'in anlattığına göre, "Erzurum'da Komünizmle Mücadele
Derneğini açma girişimleri" olmuş. "O güne kadar sadece İzmir'de
vardı", diyor ve sürdürüyor Gülen: "İkincisi de Erzurum'da bizim
gayretimizle açılacaktı." Gülen'in, Komünizmle Mücadele Derneğini kurmak
için bir arkadaşını İzmir'e göndererek tüzük getirttiğini, bir vaazdan sonra
anons ederek gençleri Caferiye Camiinde topladığını anlattığı paragrafları
okuyan "ülkücü gençlerden bir şahsiyet" gülmüş ve şunları anlatmış:
"Bildiğim kadarıyla, Gülen Hocayı, Komünizmle Mücadele Derneği kurma
meselesine ikna eden kişi, o dönemde, İzmir'de aynı adı taşıyan derneğin
yönetici veya yetkililerden biri oldu. Kendisi hem MİT, hem CIA ajanıydı."
(Faik Bulut, s. 253.)
Bu konuşmayı aktaran
Faik Bulut "doğru muydu?" diye soruyor. Bizim sorunumuz da
yönlendirmede "ajan" bulunup bulunmadığını saptamak değil, Gülen'in
yurt dışında açtığı okulların niteliği ve amacıyla, ABD'nin aynı coğrafyada Rus
nüfuzunu azaltarak, yerine kendi nüfuzunu yerleştirmek amacı arasındaki koşutluğu
saptamaya çalışmaktır.
Gülen'in
Nurculuğunun, Nurcular arasında eleştirildiği biliniyordu. Kimi Nurcular,
nursici mi, risale-i Nurcu mu diye sorguluyor; kimi Nurcular, 12 Eylül yönetimi
döneminde ve paşaların emriyle Atatürk aleyhinde konuşmamak, "Milli
Görüş"e ve "Süleymancılar"a karşı "birlikte" çalışmak
önerilerini reddedip reddetmediğini tartışıyor; kimi Nurcular da Fethullah
Gülen'in Orta Asya Türk cumhuriyetlerine "Türk Birliği" sloganıyla
gitmesini, olur olmaz yerde, Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal'e gönderme
yapmasını, Kemal Atatürk ile Said-i Nursi'yi düşsel tasarımlarla yanyana anmasını,
son nefesine değin Kemal Atatürk karşıtlığıyla, düşmanlığıyla bilinen Saidi
Nursi'nin anlayışıyla bağdaştırmadıkları gibi, Risale-i Nur ile de
bağdaştıramıyor ve eleştiriyorlar.
Washington Amerikan
Üniversitesinde İslâmi İlimler Kürsü Başkanı Prof. Dr. Şerif Mardin,
"Fethullah Gülen hocanın zamanının Türkiye'sinde laik bir kültürün
yanında yaygın bir tarikat kültürünün iletişim ağında yetiştiğini, ve bu
nedenle, Gülen'e intikal eden Bediüzzaman'ın İslâmi projesinin, Gülen'in
yetiştiği Cumhuriyetin laik değerleri içinde oluşmuş olmasının dikkate alınması
gerektiğini" yazıyor. Gülen'in "Orta Asya vurgusunu ise yeni bir
fikir" olarak niteliyor, "burada Cumhuriyet kültürünün izlerinin
açık" olduğunu ileri sürüyor. (artıhaber, 20-26 Aralık 1997, Sayı:
1, s. 22-23.)
Gülen'in "Orta
Asya" vurgusunun, yeni bir fikir olduğu, ve özellikle burada Cumhuriyet
kültürünün izlerinin açık olduğu görüşü konumuz açısından açıklanmaya değer.
Çünkü, birincisi, Saidi Nursi'nin, Asya'yı aklın ve bilimin değil, dinin
kurtaracağı görüşü var. İkincisi, gene Saidi Nursi'nin, günümüzde yeryüzünün en
güçlü devleti olan Amerika'nın, yeni kurulan İslâm devletlerini okşadığı ve
onlara sahip çıktığı görüşü var. Üçüncüsü, gene Saidi Nursi'nin, Amerika'nın,
Asya'da ve Afrika'da, barışa ve huzura ancak İslâmiyet ile kavuşulacağını
gördüğünü ve benimsediğini dile getiren görüşü var. Dördüncüsü, Cumhuriyetin
ilk yıllarından 1950'lere değin, aklı, bilimi ve maddi felsefeyi olduğu gibi,
laikliği, kemalizmi bir bütün olarak yadsımanın yerini, 1950-60 yılları
arasında, sosyalizmi ve bolşevizmi İslâmiyet’le önlemek amacının almış olması
var.
Şerif Mardin'in
yazdığı gibi, Gülen'in "Orta Asya vurgusunun yeni bir fikir olduğunu
ileri sürmek belki olanaklıdır, ama bu yeni fikri oluşturan
"irade"nin, Gülen'in kendi özgür iradesi olduğunu söyleyebilmek de o
ölçüde güçtür.
Ama bunlardan da
önemlisi, Fethullah Gülen'in, "Orta Avrupa vurgusu"nun, gene Gülen
tarafından, "bir taraftan Atatürk'ün gördüğü rüya, bir taraftan
Bediüzzaman'ın Asya ile alakalı gördüğü rüya"nın yanyana gerçekleştiğini
ifade eden görüşü var. "Allah bu rüyaları gerçekleştirmede figüran olarak
—bağışlayın— bazı kimseleri, eğer bizim de bir dahlimiz olduysa kullanıyor
bizi. Bizi kullanana binlerce hamd ve sena olsun." sözlerinde örtük duran
düşlerden biri, yukarda vurguladığımız "Saidi Nursi ile alakalı",
öteki ise Atatürk'ün düşü.
Atatürk'ün düşünü,
"Nitekim, Atatürk 'bir gün Rusya İmparatorluğu yıkılacaktır.'
diyordu" sözleriyle açıklıyor. Konuşmayı yapan Hulusi Turgut,
"Fethullah Gülen'in sözkonusu ettiği Atatürk'ün 1933 yılında yaptığı
savlanan konuşmasını aktarıyor. Şöyle:
"Bugün
Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa
ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı
Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir.
Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler, avuçlarından kaçabilir. Dünya yeni bir
dengeye ulaşabilir. İşte o zaman, Türkiye ne yapacağını bilmelidir... Bizim bu
dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, Özü bir kardeşlerimiz vardır.
Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak, yalnız o günü susup beklemek
değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi
köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür... İnanç bir köprüdür... Tarih bir
köprüdür... Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde
bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim, onlara yaklaşmamız
gerekir." (Yeni Yüzyıl, 15 Ocak 1998, s. 6.)
Bu sözlerin Kemal
Atatürk'ün sözleri olup olmadığı, 1933'te söylenip söylenmediği tartışma konusu
olduğu kadar, Kemal Atatürk'e kişisel olarak ve devrimleri dolayısıyla
"düşman" olan Nurcuların içinden bir "cemaat"in Orta
Asya'da açacağı okulların ardındaki amacı gizlemek için Atatürk'ü kendisine
paravan yapmak istemesi de soru olarak gündeme geliverdi. Araştırmalar, Kemal
Atatürk'ün 1933'te yaptığı bellibaşlı konuşmalarda bu sözleri bulamadıkları
gibi, bu anlama yaklaşan sözler de bulamadılar.
"Fethullah
Gülen cemaatinin "Atlantik'ten Çin Seddi'ne hoşgörü soluyan bir dünya için
elele" teması etrafında yurtdışındaki Türk okullarının tanıtıldığı yemeğe
katılan" Zeynep Göğüş ise, (bir iki sözcük, ve sondan birkaç tümce eksiğiyle)
aynı sözleri yineleyerek, bunun, "Mustafa Kemal'in 20 Kasım 1921'de
yaptığı konuşmadan alındığını" yazısının altında belirtecekti. (Zeynep Göğüş,
"Uzun Soluklu Hoşgörü", Sabah, 10 Mayıs 1997.)
Konuşmanın nerede
yapıldığı, kimlere, hangi amaçla söylendiği, kaydedilip edilmediği, nerede
yayınlandığı ise belirtilmemişti. O günlerde, Mustafa Kemal Paşanın yaptığı
konuşmalar, araştırmalar, onun, 19 Eylül 1921 günü, TBMM'de "Sakarya
Meydan Muharebesi" hakkında konuşma yaptığını, 8 Aralık 1921'de cepheye
hareket ettiğini, bir başka deyişle, "Türkiye Cumhuriyeti"nin
kurulmadığı, Kurtuluş Savaşının en ağır bir biçimde sürmekte olduğu bir dönemde,
böyle bir konuşma yapmasının olanaklı olmadığını da düşündüler.
Mustafa Balbay, Orta
Asya Türk cumhuriyetleri gezisinde Türkiye'den gitmiş bir işadamının
bürosunda, panoda, Kemal Atatürk'ün bu sözleriyle karşılaşmıştı. Daha sonra da,
Balbay, Türkiye ile "Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan ve
Kazakistan'la ilişkilerimize salt "damarlardaki kardeşlik" olarak
yaklaşmak nasıl yanlışsa, salt "borulardaki petrol" olarak
yaklaşmanın da yanlış olacağını" vurguladığı "Türk Ligi"
yazısına, Atatürk'ün olduğu savlanan konuşmayı almış ve bunun "Atatürk'ün
29 Ekim 1933'te Çankaya Köşkündeki kabulde" yaptığı bir konuşma olduğunu
yazmıştı. (Mustafa Balbay, "Türk Ligi", Cumhuriyet, 5 Nisan
1993.) Ama Cumhuriyetin onuncu yıldönümünde, Çankaya Köşkünde bir kabul
olduğuna ilişkin o günün basınında bir bilgi yoktu.
Gazi, 29 Ekim
1933'te, saat 9.15'te Türkiye Büyük Millet Meclisinde kordiplomatiğe hitaben
yaptığı konuşmada, "Türk ihtilalinin yüksek bir insani ülkü ile birleşmiş
vatanseverlik eseri" olduğunu vurgulayacak, saat 10.10'da geldiği tören
alanında da, Onuncu Yıl Konuşmasını yapacaktı.
İhsan Sabri Çağlayangil'in
anılarına göre, "Gazi Hazretleri, akşam saat 22.00'ye doğru Ankara Ziraat
Bankası merkezindeki Cumhuriyetin onuncu yıldönümü münasebetiyle düzenlenen
halka açık baloyu şereflendirmiş"ti.
Halka açık bu
baloda, gençlerden biri, Mustafa Kemal Paşaya, "Cumhuriyetin güzel bir şey
olduğunu, ama gençlere, yol gösterecek bir ideal vermediğini" söylemesi
üzerine, ideal üzerine orada tartışmalar olmuş, daha sonra, Mustafa Kemal,
genci yanına çağırmış, Çağlayangil'in Milliyet'te (1984) yayınlanan
anlatımına göre, şunları söylemişti.:
"Dünya
Türkleri, bugün (Cumhuriyetin onuncu yılı). Türkiye'de yaşayan onbeş
milyondan mı ibaret?
Dünyanın her yerinde
Türk var. Turancılık, Kızılelmacılık yapalım demek istemiyorum. Bugün bütün
Türkleri, siyasi bir birlik altında toplayacak şartlar yok. Ama biz büyük bir
milletiz. Neden kültürümüzü birleştirmeyelim?
Bugün senin, benim
konuştuğumuz Türkçe, niçin Türk soyundan gelen bütün toplumlarca rahat
anlaşılmasın? Zaten ortak olduğumuz dilimize, tarihimize, edebiyatımıza sahip
çıkmalıyız. Sözün kısası, bir kültür birliğine gitmeliyiz.
"Bizim Türk
tarihi, Türk dili, Türk kültürü üzerindeki araştırmalarımızın hedefi
budur." (Öymen: "Çağlayangil Anlatıyor", Milliyet, 12 Aralık
1984; Başöğretmen Atatürk 1929-1938, Cilt: II, Ankara 1991, s. 779.)
İhsan Sabri
Çağlayangil, Güneş'te (1990) yayımlanacak anılarında ise, bu konuşmayı
şöyle anlatacaktır:
"— Türklükten
büyük ideal olur mu? Bugün sınırlarımız dışında bunca Türk yaşıyor. Bunların
arasında bir kültür birliği kurmalıyız. Aynı tarihten geliyoruz, geçmişimizi
yeterince bilmiyoruz. Aynı dili konuşuyoruz, birbirimizi anlamıyoruz.
İstanbul’da konuşulan Türkçe, burada yayınlanan dergi; Kırgız'da, Kıpçak'ta,
Özbekistan'da, Azerbaycan'da bizim anladığımız gibi anlaşılmalıdır. Her
tarafta İstanbul lehçesi konuşulmalıdır. Bunlar, bütün Türk âleminde, bizim
anladığımız gibi anlaşılsın. Niçin ben Türkiye Reisicumhuru olarak Türk dili
ve tarihi ile bu kadar yakından ilgileniyorum? İstiyorum ki, menşeimizle
(kökenimizle) ilgili bilgiler birbirine eş ve sağlıklı olsun. Temiz Türkçemiz,
her tarafta aynı biçimde konuşulsun.
"Siyasi birlik,
bugün için ütopyadır. Kızılelma dönemi geride kaldı, ama, pekala kültür birliği
kurabiliriz." (İ. Sabri Çağlayangil, "Sınırlarımız Dışında Yaşayan
Türkler", Güneş, 6 Şubat 1990, Sayı: 4381, s. 7; Başöğretmen
Atatürk, Cilt: II, s. 780.)
İhsan Sabri
Çağlayangil'in, aynı konuşmaya ilişkin, Milliyet'te ve Güneş'te
yayınlanan metinleri arasındaki farkı, belleğin, elli yıllık solgunlaşmasıyla
açıklamak olanaklı olduğu gibi, geçen bu süre içersinde siyasi coğrafyadaki
değişmelerin de belleğe yeni şeyler yüklediği ve değiştirdiği de düşünülebilir.
Şubat 1990'da yayınlanan anılarında ise, Çağlayangil, Cumhuriyetin onuncu
yıldönümünde Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü binası salonundaki baloda, Talebe
Cemiyeti Başkanı olan Mehmet Ali'nin "Paşam ben size, sizden şikayete
geldim. Evvela bürokrasiden şikayet edeceğim, sen reformlar yaptın, ama yasayı
değiştirmedin. Osmanlı'dan kalma köhne zihniyet değişmedi. Cumhuriyet de,
kalkınma da maddi işlerdir. İdeal değildir. Gençlik ideoloji ister!... Gençlik
nereye gidecek?" sözlerine karşılık, Atatürk, "Bu konuyu seninle özel olarak
konuşalım" diyecek ve bir süre sonra da genci yanına çağırarak, Türk
olduğunu öğrenince, "Türklükten büyük ideal olur mu?" diyecek ve
şunları söyleyecektir:
"Biz onbeş
milyonuz, dünyadaki Türkler onbeş milyondan ibaret değil. Şu haritaya bak.
Dünyanın her tarafında Türkler yaşıyor. Bugün için siyasi bir vahdet (birlik)
düşünülemez. Çeşitli engeller var. (Güneş dil) teorisi üzerinde durmam bunun
için. Dil-tarih inkılabını yaymak istiyorum. Meseleye kültür birliğinden
başlamak lazım. Evvela lehçemizi düzeltelim. Türkiye'de konuşulan Türkçe, bütün
Türk aleminde anlaşılmalıdır. Zamanla kültür vahdeti siyasi vahdete (birliğe)
erişir. Ama yüz sene sonra, ama elli sene sonra... Bundan büyük ideal olur
mu?.. (İhsan Sabri Çağlayangil, Anılarım, Güneş Yayınlan, İstanbul 1990,
s. 39-40.)
İhsan Sabri
Çağlayangil'in aynı konuşmaya ilişkin üç anlatımı da farklı. Ama "29 Ekim
1933'te Çankaya Köşkünde kabulde" söylendiği savlanan sözler,
Çağlayangil'in aktardığı metinlerden türetilmişse, bu metin, Türk
cumhuriyetlerine okullar açan Gülen'in "amacına göre", daha da
değiştirilmiş, daha doğrusu hemen hemen yeniden türetilmiş bir metin olduğu
açıktır.
30 Ekim 1933 günü Hakimiyeti
Milliye'de, Cumhuriyetin onuncu yılı akşamı, Cumhuriyet Halk Fırkasının
Ankara Palasta, Halkevinde ve Orduevinde balolar düzenlediğine ilişkin bilgi
var. "Reisicumhur Gazi Hazretleri", 1 Kasım 1933 günü Meclisi açış
konuşmasında, Varoşilov başkanlığında bir Sovyet heyetinin ziyaretini
imleyerek, bu ziyaretin onuncu yıl bayramına tesadüf ettirilmiş olmasını,
"iki memleket arasındaki münasebetlerin derin samimiyetini gösteren mesut
bir vesile" olarak niteler.
Hamdi Konur,
Cumhuriyetin onuncu yılında, akşam geç saatlerde Müzik Öğretmeni Okulundan
Çankaya Köşküne götürüldüklerini anlatır. Atatürk, Sovyet Genelkurmay Başkanı
Varoşilov'la yanyana oturmaktadır. Karşılıklı konuşurlar ve Atatürk, Viladimir
İliç İlyanov Lenin'i öven bir konuşma yapar. Musiki okulu çocukları
Çankaya'dan ayrılırken, Atatürk'ün konuşmasını yazdıkları defterler kapıda
ellerinden polisler tarafından alınır. (Bkz: Koleksiyon, 7 Kasım, Onur
Yayınları, Ankara 1997, s. 130.)
Kemal Atatürk'ün,
Varoşilov'un başkanlığındaki heyete, "Bir gün Sovyetler Birliği
dağılacaktır" diye konuşacağım düşünmek olanaklı olmadığı gibi, aynı
akşam, Çankaya kabulünden önce ya da sonra, konuşmalarında ya da düşüncesinde
böyle bir "dağılma"yı esas alması da ussal olarak düşünülemez. Ama,
aynı günlerin Hakimiyeti Milliye'sinde, iki gün üstüste, üç ya da dört
sütuna "Faşizmin Yeni İstikameti Nedir?" başlığı altında yayınlanan
(bkz: Hakimiyeti Milliye,
30 İkinci Teşrin 1933 ve 1 Birinci Kanun 1933) "Duce'nin Yeni
Nutku", ve aynı dönemde Hitler'in iktidara geldiği gözönüne alınırsa,
Kemal Atatürk'ün Cumhuriyetin onuncu yılında, bir gencin beklenmedik sorusunu,
dünya Türkleri arasında kültür birliğini kurmak olarak nitelediği
"Türklük ideali" ile yanıtlamasından daha doğal ne olabilirdi!
Dolayısıyla da, Kemal Atatürk'ün aynı çağda yaşamaktan utanç duyduğu Hitler ve
Mussolini'nin ırkçı ve ırk temeli üzerinde yayılmacı politikaları karşısında,
Türklerin kültür birliğini bir ideal olarak göstermiş olmasını, uluslararası
sermayenin baş temsilcisi ABD'nin Avrasya'ya egemen olma amacına politik bir
altlık oluşturmak doğru bir tutum olabilir miydi?
Şu da var ki, on yıl
dışişleri bakanlığı yapmış bulunan Çağlayangil'in, "CIA'nın
içimize girmiş olduğunu" söylediğini ve bunu "tevekkülle"
karşıladığını okur anımsayacaktır.
CIA'nın, doğal
özümsenme biçiminde Çağlayangil'in de içine girmiş olduğunu, iradesine karşıt
olsa da kimliğini dönüştürdüğünü niçin düşünmeyelim. CIA'nın beklentileriyle
ve programıyla birlikte Atatürk'ün sözlerinin de, Çağlayangil'in bilinçaltında
değişikliğe uğradığını niçin sormayalım. Yani son aşamada, CIA'nın
Çağlayangil'in anlatımını değiştirdiğini niçin aklımıza getirmeyelim! Doğal ki,
Gülen'in Atatürk'ün düşü olarak sunduğu metin, Çağlayangil'in kendisinin
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bir kez daha değiştirdiği metin değil de,
Çağlayangil'in metinlerinden türetilmiş bir metinse.
Ama önemli olan,
Gülen'in birleştirdiği ve birbirine bütünlediği Kemal Atatürk'ün düşü ile Saidi
Nursi'nin düşünün özündeki karşıtlığın gizlenerek birbiriyle örtüştürülmesi,
Saidi Nursi'nin aklı ve bilimi yadsıyan görüşünün, Atatürk'ün düşü olarak,
laik Türk ve müslüman topluluklara yaygın bir eğitim temelinde götürülmesidir.
Beklemediği bir
sırada beklemediği belli olan bir soruya yanıt verdiği akşamın gündüzünde, 29
Ekim 1933'te, Cumhuriyetin onuncu yılında, Onuncu Yıl Söylevinde, Gazi M.
Kemal, "milli kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne
çıkaracağız." diyor ve "Türk milletinin, yürümekte olduğu terakki ve
medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir."
diye ekliyordu. Bir başka deyişle, Gazi'nin düşü, Saidi Nursi'nin düşmanı
olduğu "milli kültür"dü, "muasır medeniyet"ti, ve
"müspet ilim"di.
Gülen okullarının
özsel içeriği de bu düşmanlıkta gizliydi. "Milli kültürü"
"muasır medeniyet seviyesine yükselten", elinde ve kafasında müspet
ilim meşalesi tutan gençliği, dinin egemenliği altına alarak köleleştirmek
için, Saidi Nursi'nin başındaki dolak, Kemal Atatürk'ün fötrünün altına ya da
üstüne sarılacaktı. Bu, özet olarak, dinin bilimi egemenliği altına alması
olarak da açıklanabilirdi.
"Müspet
ilim" meşalesinin, yani "akıl ve ilim ve fen"nin Kuran'ın ve
dinin hükmü altına alınarak karartılacağı, "müspet ilim" meşalesini
söndürenlerin, meşalenin sopasıyla "milli kültürü muasır medeniyet
seviyesinin üstüne çıkarmaya" çalışanları cehennemin kapısına kadar
kovalayacağı bir eğitim sistemiydi yayılmasına çalışılan, bir başka deyişle emperyalist
paylaşım savaşının, inananların inanmayanlara karşı savaşı biçimi altında
sürdürüldüğü bir tarihte ve coğrafyada, Saidi Nursi'nin, aklı, bilimi, fenni
yadsıyan düşü, Atatürk'ün aklı, bilimi ve fenni temel alan düşüncesini karartmak
için, akim köleleştirildiği ve dolayısıyla, emeğin ve emekçinin evrensel
köleleştirilmesinin "Truva Atı" olan Gülen okulları, Kemal
Atatürk'ün ulusalcı ve bağımsızlıkçı kılıncını "manasız bir resim"
olarak kuşanmış görünmekte duraksamayacaktı.
(13)
"Fethullah
Gülen ile hatıraları üzerine röportaj "da vurguladığı gibi, Gülen,
"taktik ve stratejilerin açıklanmayacağını savlar: "Taktik ve
stratejiler söylenmez. Söylendiği an, bir taktik olma hüviyeti ortadan kalkar,
stratejiler sadece tatbik edilir. Bazan da bu strateji[nin], işin başında
bulunan insandan başka hiç kimse tarafından bilinmemesi gerekir." (Şemseddin Nuri, Küçük
Dünyam, s. 121’den aktaran: Alpaslan Işıklı, Said Nursi, Fethullah
Gülen ve "Laik" Sempatizanları" . Tüze Yayıncılık, Ankara
1998, s. 34.)
Alpaslan Işıklı,
Gülen'in "halkın adet ve itiyat haline getirdiği bir takım bid'atların
(yani, İslâm dininde Muhammed zamanından sonra edinilen vargılara, ilkelere,
alışkanlıklara) birden karşı çıkmanın doğru olmadığını"
öğütlediğini yazıyor ve ayrıca, gene Gülen'in, "Nihai hedefe varana
kadar, yani sonuca ulaşana kadar, her yöntemin, her yolun mübah" olduğunu,
bunun içersine yalan söylemenin de, insanları aldatmanın da girdiğini
savladığını (Hocanın Okulları, İstanbul 1998, s. 28'den) aktarıyor. (Işıklı, s. 35.)
-10 Ekim 1995 günlü Hürriyet'te, İsmet Solak ise, "Muhtıra
hazırlığı var" başlığı altında, Fethullah Gülen'in değişik yerlerden
muhtıra sinyali aldığını yazıyordu.
Muhtıra sinyalleri
alan Gülen, "kendisiyle görüşmek isteyen bazı gazetecilerle birlikte
gazetelerin büro yöneticileri ve yazarlardan oluşan bir basın topluluğunun
çeşitli konulardaki sorularını" yanıtlayacaktı. Burada, anjiyo olduktan
sonra, kendisini ziyaret eden Özer Çiller ile, hükümetin kurulmasından yarım
gün önce Hikmet Çetin'le ve Başbakana (Çiller'e) yakın biriyle görüştüğünü,
"Ecevit Beyin şartları" olduğunu, "güvenoyu riski
bulunduğunu" dile getirecek; ayrıca, Kürtler arasında anket
yaptırdıklarını, bu anketin sonuçlarına göre, %5'inin ayrılmadan, %15'nin
Kürtçe eğitimden yana olduğunu, Kürtlerin %80'inin ayrılmayı hiç düşünmediğini
söyleyecektir. {Hürriyet, 10 Ekim 1995.)
Bir başka deyişle,
siyasal ya da yönetsel kimliği olmayan Fethullah Gülen, eğitim ve iş alanında
Türkiye'nin yalnızca dışa açılmasında kendi "kişisel" inisiyatifini
kullanmakla kalmıyor, iç politikada, denebilirse, siyasal iktidar düzeyinde ya
da üstünde bir önemi ya da rolü olduğunu da somut bir biçimde duyumsatıyordu.
Hani, dense ki, siyasal iktidarın iradesi, bir bakıma Fethullah Gülen'e bağlı,
pek "gülünç" kaçmayacak!
İki gün sonra, yani
12 Ekim 1995'te, Tuncay Günay’in "Muhtıra Olayının Perde Arkası"
başlığıyla yayınlanan haberin altbaşlığı ise şöyleydi: "Fethullah
Gülen'in "Muhtıra hazırlığı var" sözleri, kamuoyunda bomba gibi
patladı. Gülen'in amacının, 210 Fethullahçı subay ve astsubayı ordudan atan
komutanları hedef göstermek olduğu bildirildi." Haber şöyle bitiyordu:
"Fethullah Gülen, devletin raporlarında "yeni dünya düzeni
çerçevesinde" Türkiye'ye dayatılan ve laikliği hedef alan Ilımlı İslâm
Projesinin uygulayıcısı olarak nitelendiriliyor. Ilımlı İslâm Projesinin ana
hatları, Balkanlar, Kafkaslar, Ön Asya (Batı Türkiye) ve Ortadoğu'da oluşturulacak
dört federasyonun, ABD güdümünde bir konfederasyon çatısı altında ve milli
kimlikleri yok ederek toplanması olarak biliniyor." (Tuncay Günay,
"Muhtıra olayının perde arkası", Akşam, 12 Ekim 1995.)
Haber/yazıda,
"Ilımlı İslâm Projesinin, "ulusal kimlikleri yok ederek ABD'nin
güdümünde bir konfederasyonun kurulmasına olanak sağlayacak Balkanlar,
Kafkaslar, Ön Asya ve Ortadoğu'da dört federasyon oluşturma projesinin bir parçası
olduğu", "devletin raporları"na, dahası Donanma Komutanlığı
tarafından hazırlatılan bir rapora dayanıyordu. Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven
Erkaya'nın, Donanma Komutanı iken hazırlattığı istihbarat raporunda (1994),
Fethullah Gülen, "Yeni Dünya Düzeni çerçevesinde Türkiye'ye dayatılan ve
laikliği hedef alan Ilımlı İslâm Projesinin uygulayıcısı" olarak
tanıtılmaktaydı.
ABD'nin güdümünde
dört federasyon oluşturma projesinin parçası olan ve daha sonra Milli Güvenlik
Kuruluna sunulan Donanma Komutanlığının istihbarat raporunda, Fethullah
Gülen, "En az PKK kadar tehlikeli" olarak nitelenmekteydi.
("TSK: En az PKK kadar tehlikeli", Aydınlık, 2 Haziran 1998,
sayı: 15, s. 7.)
(14)
1950'li yıllarda
"Atatürk Türkiyesini İslâm’a kazandıran adam" (Meryem Cemile, The
Creterion'dan aktaran Doğan Avcıoğlu, 31 Martta Yabancı Parmağı, s.
118.) olarak nitelenecek Saidi Nursi, Risalei Nur'ları, "komünizme karşı
gençlerin alaka duymaları maksadıyla" yayınladığını, (Milliyet,
31 Aralık 1959; Şahiner, s. 427), "milliyetçiliğin" değil,
"İslâm milliyetçiliğinin, "bolşevizmi, sosyalizmi ve anarşizmi
önleyebilecek kuvvette" olduğunu (Bediüzzaman Cevap Veriyor,
Ankara 1960, s. 47, 52'den aktaran Çetin Özek, s. 266) yineleyerek, içerde ve
dışarda, "sosyalizm, komünizm ve anarşizm" hedef olarak belirlenecek,
1950-60'lı yıllar, dünyanın yarısında ya da çoğunluğunda İslâm’ın egemenliğini
(hakimiye-yi islâmiyeyi) tesis amacı, ya da Kuran'ın bayrağının dünyanın her
tarafında ilan edileceği (Hutbe-i Şamiye, s. 51) düşüncesi,
"mütecaviz dinsizlere", "müşterek düşman olan zındıkaya",
"dünyadaki komünizm tehlikesine" karşı, "İseviler ile
müslümanların" ya da Time muhabirine müjdelediği gibi "müslümanlık
alemi ile hıristiyanlık aleminin birleşmesi" (Yeni Sabah, 8
Ocak 1960, Bediüzzaman'dan Çözümler, s. 162, 166) önerisine "inkılap"
edecektir.
"İslâmiyet
milliyeti" dolayısıyla, Türkleşmiş ve "Kürdi" adını yani
Kürtlüğünü terketmiş bulunan Saidi Nursi, "İslâmiyet milliyetinden çıkmak
isteyen adamları Türk bilmediklerini, Türk perdesi altına girmiş Frenk telakki
ettiklerini" ileri sürecektir. (Mektubat, s. 437.)
Şerif Mardin,
"Bolşevizm ve sosyalizmin ne ölçüde önemli güçler haline gelmekte
olduklarının bilincinde bulunan Saidi Nursi'nin (Mektubat, s. 41),
milliyetçiliği modası geçmiş bir güç saydığını, İslâmiyet’i, taze güç
gösterecek bir akım olarak gördüğünü" (Mardin, s. 273) yazar.
"İslâmiyet milliyetinden çıkmak isteyen adamları Türk bilmeyen"
"Türk perdesi altına girmiş Frenk telakki eden" Saidi Nursi,
"bolşevizmi; sosyalizmi ve komünizmi" önleyebilecek kuvvetin
"milliyetçilik" değil, "İslâm milliyetçiliği" olduğu
(Çetin Özek, s. 266) görüşünü, "komünizmi önlemek amacıyla" (Dulles)
kurulan ve daha sonra CENTO adını alacak olan Bağdat Paktı nedeniyle (24 Şubat
1955), cumhurbaşkanı olarak Celal Bayar'a ve başbakan olarak Adnan Menderes'e,
"Namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile yazmaya mecbur kaldığı"
mektubunda somutlaştırır. Nursi, Türklerin ve Arapların "hakiki milliyetleri"nin
"İslâmiyet" olduğunu vurgulayarak, "komünizm cereyanına
karşı" bu değerli ittifakın, "dörtyüz milyon kardeş müslümanları ve
sekizyüz milyon sulh ve müsaleme-i umumiyeye (genel barışa) şiddetle muhtaç
Hristiyan vesair dinler dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir
vesile olacağını" yazar. (Bkz: Şahiner, s. 411412.)
Hutbe-i Şamiye'ye 1950'li yıllarda
ekleyeceği notların ("haşiye") birinde "küre-i arzın
(yeryüzünün) şimdiki en büyük devleti Amerika'nın, "İslâmiyet’le Asya ve
Afrika'nın saadet ve sükunet ve müsalaha bulacağına (barışa kavuşacağına)
karar verdiği"ni, "yeni İslâm devletlerini okşadığını ve teşvik
ettiğini ve onlarla ittifaka çalıştığını" (Hutbe-i Şamiye, s. 30,
haşiye) yazarken, Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından, etnik, dinsel ve
mezhepsel farklılıklar nedeniyle, birer "kara delik" ve her biri
kaynayan bir "cadı kazanı" olarak nitelenen Balkanlar, Kafkaslar ve
Orta Asya'da saadete, sükunete ve barışa, kısacası "istikrar"a yeni
İslâm devletlerini okşayan, teşvik eden ve onlarla ittifaka çalışan yeryüzünün
bugünkü en büyük devleti Amerika'nın sahip çıkmasıyla olanaklı olacağını da
ifade etmiş oluyordu.
Saidi Nursi'nin
nitelemesiyle söyleyelim: Bütün kuvvetiyle, Asya ve Afrika'da, saadet, sükunet
ve barışa İslâmiyet’le kavuşulacağına karar veren, yeni İslâm devletlerini okşayan,
teşvik eden ve onlarla ittifaka çalışan yeryüzünün bugünkü en büyük devleti
Amerika, Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla "boşlukta" kalan ve
halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde oluşmaya başlayan yeni girişimci
sınıflarla ilişki kurmak için doğal bir ortam sağlayacak olan nakşileri ve
Nurcuları, etkin oldukları Türkiye'nin doğusundan ve kasabalarından, sanırım
kolluk güçlerine "toplattırarak" göndertemezdi.
Daha 1993'te, Cumhuriyet'te
yayınlanan "ABD'de şeriat kampı" başlıklı haberde, kampı
tanıtmak ve öğrenci sağlamak amacıyla ABD'de yaşayan Türklerin adreslerine
postalanan broşürde, 14 günlük dönemlerde verilen kursların konulan
açıklanıyordu. Bunlar, "Kur'an, hadis, tefsir, fıkıh, İslâm tarihi, temel
matematik, temel bilimler, bilgisayar kullanımı ve bilgisayar programıydı. (Cumhuriyet,
25 Ağustos 1993.) Bu bilgiler doğru olmakla birlikte, gazetede yayınlanan
üstbaşlık, bugünkü bilgilerimiz açısından bakıldığında, "negatif bir
başlık olarak da algılanabilirdi. Çünkü, "Fethullahçılar olarak anılan
şeriatçılar şimdi de Amerika'ya elattı" üst başlığından, "aktif' olan
Amerika'nın "pasif' olduğu yanılgısına kapılabilirdi okur.
Benim Üç Sivas
kitabımda, Emine Kaplan'ın (Cumhuriyet, 26 ve 29 Şubat 1996)
haberyazısından, Mustafa Balbay'ırı "ABD'deki öğrenciler" başlıklı
yazısından (Cumhuriyet, 1 Mart 1996) çıkardığım vargıya göre,
Türkiye'den Birleşik Devletlere, eğitim, öğretim ve uzmanlık için gönderilen
öğrenciler içinde, ABD'nin gereksineceği sayıda Nakşibendi ve Nurcunun
bulunması, "gayri-resmi" olarak gözetilmiş, Türk Cumhuriyetler ile
kurulacak bağlar daha önceden oluşturulmuştu. (Muzaffer İlhan Erdost, Türkiye'nin
Yeni Sevr'e Zorlanması Odağında Üç Sivas, Onur Yayınları, Ankara 1996, s.
36-37.)
Bir başka anlatımla,
"Komünizmle Mücadele Derneği" ile başlayan ve
"ışıkevleri"yle ışıklanan, Sovyetler Birliği'nin yayılmasına ve buna
bağlı ve bununla bağlantılı olarak sosyalizme ve komünizme karşı etnik ve
dinsel, yani şovenfaşist ve teokratik-faşist kadrolaşma, Sovyetler Birliği'nin
dağılması öngününde, sosyalist sistemden ayrılmış, ama modem yaşamı tanımış ve
laik devlet sistemiyle yapılanmış kadroların yerine, politikleşmiş ve
emperyalizmin kundağında "ılımlaşmış İslâm’ı” koyacak aracı kadroları
yetiştirme, Gülen'in yurtdışında açtığı okulların ideolojik özünü oluşturmaktaydı.
Bu nedenle de, okulların düzeyine göre de birbirine göre farklılıklar içermesi
kaçınılmazdı. Eğitim açısından temel alman, bilimin dinin emrinde olması, ve
materyalist felsefenin yadsınmasıydı.
Dolayısıyla, içerde
kemalizme ve dışarda Sovyetler Birliği'nin yayılmasına karşı savunma ve
sosyalizme bir "set oluşturma" amacıyla kurulmuş bulunan bu okullar,
ikinci aşamada, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, Sovyetlerden
bağımsızlaşan ülkelerde, Rus nüfuzunu geriletmek, tanrıtanımazlığın olduğu
kadar sosyalizmin de ideolojik basamağını oluşturan materyalist eğitime karşı,
dinin egemenliği altında eğitilmiş ve ABD'nin nüfuzunu gerçekleştirecek kadroları
yetiştirmeyi amaç edinecekti. Dahası, bu okullar, daha önceki bölümlerde
özetlediğimiz gibi, Rusya'nın küçülmesini amaçlayan, ama bunun jeostratejik
omurgasına Türkiye'yi oturtan, başlangıçta "Yeni Dünya Düzeni", daha
sonra "Küreselleşme" adı verilecek olan ABD’nin Avrasya'ya Avrasya'dan
dünyaya egemen olma politikasının istasyonları olacaktı ve öyle de
işlevselleştiler.
Üçüncü aşama, Saidi
Nursi'nin, 1960'ta kendisiyle konuşan Time muhabirine söylediği gibi,
"komünizm tehlikesine" karşı, "iseviler ile müslümanların"
ya da "müslümanlık alemi ile hıristiyanlık aleminin birleşmesi", bu
kez, yetmiş yıllık sosyalizm geleneğinden gelen laik yapılanmayı, ve laik
yapılanmayla özdeşleşen materyalist eğitimi, özellikle Türk ve müslüman
topluluklara dayanarak, ve müslüman ve hıristiyan birliği kurarak din ile
geriletme aşamasıdır. Bu kez, hıristiyanlık alemi ile müslümanlık alemini
birleştirmek için, Fethullah Gülen, Vatikan'a, (9 Şubat 1998'de) sunacağı
mektupta, Papa'ya "üç büyük dinin", "Hıristiyanlar, Yahudiler ve
Müslümanların, "üç büyük dinin babası olduğu ikrar edilen Hazreti
İbrahim'in doğum yeri olarak bilmen Urfa'daki Harran'da bir ilahiyat okulu
kurmaya" ya da "Harran Üniversitesinin programlarını
genişletmeye" çağıracaktı. (Faik Bulut, Kim Bu Fethullah Gülen,
s. 259-261.)
Gene aynı mektupta,
üç büyük dinden liderlerin işbirliğiyle ilki Washington'da olmak üzere muhtelif
dünya başkentlerinde düzenlenmesi önerilen konferanslar serisinden biri,
Gülen'e yakınlığıyla bilinen "İstanbul İlim ve Kültür Vakfının organize
ettiği" üç günlük sempozyumda, Hristiyanlarla Müslümanların yeni dünya
düzeni için işbirliği yapmaları savunulacak, "Bediüzzaman Saidi Nursi'nin
Düşüncesinde Müslüman-Hıristiyan Diyaloğu ve İşbirliği" başlıklı bir
tebliğ sunan Cizvit sekreteryasının Genel Sekreteri Prof. Dr. Thomas Michel,
modern dünyada da Müslümanlarla Hristiyanların işbirliği yapmaları gerektiğini
söyleyecektir. ("Kur'an'ı Anlama Sempozyumu", Cumhuriyet, 23
Eylül 1988 Ankara baskısı.)
Gülen'in, Papa'ya
sunduğu mektupta Hristiyan ve Müslüman işbirliğinin, bir bakıma,
"sistemler arası ya da jeopolitik anlaşmazlıkların ve çatışmaların
yerini, uygarlıklar arası ve içi çatışmaların aldığını" söyleyen Samuel
Huntington i{Milliyet, 9 Eylül 1996), ya da "İslâm ile Batı arasındaki
gerginliklerin, iki inanç sistemi İslâm ile Hristiyanlıktan doğmuş iki
uygarlıktan kaynaklandığını" yazan Fuller ve Lesser'i (Kuşatılanlar,
s. 7) duyumsatarak, "medeniyetler çatışmasını görmek isteyen yolunu
şaşırmış kişilere karşı koyabilmek", yani iki din arasında
"çatışmayı" dışlamak amacıyla istendiği düşünülebilirse de, Saidi
Nursi'nin, İslâm ve Hristiyan birliğini, komünizme ve siyonizme karşı
istediğini, bugün komünizmin yerine diyalektik ve tarihsel materyalizme,
materyalist düşünceye ve felsefeye karşı bir işbirliği oluşturulduğu, ama
jeopolitik anlamda, sovyetlerin kalıntısı Rusya'ya ve sovyet sistemiyle
birlikte oluşan materyalist ve laik kültüre karşı, dinlerin birliğinin
sağlanmak istendiği, bunun da ideolojik anlamda dinin bilime karşı savaşı,
siyasal anlamda Türkiye'nin federasyonlara bölünerek (225 milyonluk) büyük
Türk konfederasyonu biçiminde büyümesinin altlığını oluşturduğu açıktır.
"Risale-i Nur doğrudan
doğruya Kur'an'ın malıdır. Ve bu nedenle semavidir. Arzi değildir. Bir
mevhibe-i ilahiyedir." (Armaner, s. 61.) ya da "Risale-i Nur'da
yazılı olanlar Kur'an'ın malıdır. Allah’tandır." (Turan Dursun, s. 47)
diyen, ve kendisinin bu yüzyılın ilk yarısının Kuran'ın müceddidi olduğunu,
bunun Kuran'ın gaybi bilgileri arasında bulunduğunu yazan Saidi Nursi,
kendisinden sonra görevlendirilmiş olan zatın birinci görevinin, "Risale-i
Nur'u bir program olarak neşir ve tatbik etmek" olduğunu, "o zatın
ikinci vazifesinin şeriatı icra ve tatbik etmek'', üçüncü vazifesinin de
"hilafet-i islâmi'yeyi ittihad-ı İslâma (İslâm birliğine) bina ederek
İsevi ruhanileriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmek" olduğunu
yazar. (Armaner, s. 61.) Bu "vazife"nin, "Allah'ın figüran olarak
kullandığı" ("kullanana binlerce hamd ve sena olsun") İslâm
birliğini sağlayacak olan Fethullah Gülen'e verilmiş olduğu da olayların
gelişmesinden anlaşılıyor.
Bu nedenle de,
Berlin Duvarı yıkıldığı zaman, gözyaşları üzerinde kayıkların, keleklerin
yüzebileceği kadar gözlerini ırmak etmiş olan Gülen hocanın. Sovyetler
Birliği'nin dağılmasından ve Kafkaslar'da ve Orta Asya'da federal cumhuriyetlerin
bağımsızlıklarını ilan etmesinden önce, bu ülkelere heyetler göndermiş
olmasını, kısa zamanda başta Orta Asya Türk cumhuriyetleri olmak üzere beş
kıtada, 54 ülkede, ilkokuldan üniversiteye ikiyüzü aşkın okul açmasını,
Hocanın kendi iradesiyle ve bağımsız hareketiyle açıklamak, böyle bir
açıklamayı yapanı gülünç duruma düşürebilir.
Sh: 149-203
KAYNAKÇA
İMZALILAR
Mutahir Ahmed,
"Radikal İslâm ve Orta Asya", Avrasya Etüdleri, c. 1, Sayı: 3,
Sonbahar 1991.
Doğan Akın,
"Orta Asya'ya Yol Alıyoruz", Cumhuriyet, 29 Ağustos 1995.
. Uğur Akıncı, "US Strategic Report: Islam will not dominate
Turkey", Turkish Daily News, May 14, 1997; "US Strategic
report questions: Army as 'guarantor of system.’ ", Turkish Daily
News, May 15, 1997; "US Strategic Report's future scenarios: Turkish
wars with Greece, Russia or Syria are possibilities", Turkish Daily
News, May 16, 1997.
Peter Alfred Andrews, Türkiye'de Etnik
Gruplar, ANT Yayınlan Tüm Zamanlar Yayınlan, İstanbul 1992.
Neda Armaner, İslâm
Dininden Ayrılan Cereyanlar: Nurculuk, İlahiyat Fakültesi Yayınlan, Ankara
1964.
Atatürk'ün Türkiye
Büyük Millet Meclisini Açış Konuşmaları, TBMM Kültür Sanat Yayın Kurulu Yayınları,
No: 30, Ankara 1987.
Doğan Avcıoğlu, 31
Mart'ta Yabancı Parmağı, Cumhuriyet Kitaplan, İstanbul 1998.
Mustafa Balbay,
"ABD'deki öğrenciler", Cumhuriyet, 1 Mart 1996.
Mustafa Balbay,
"Ermeni 'Soykırımı', Sevr... Kars... Lozan, Cumhuriyet, 30 Mayıs
1998.
Mustafa Balbay, "Türk
Ligi", Cumhuriyet, 5 Nisan 1993.
Dr. İlhan Başgöz,
Howard E. Wilson, Türkiye Cumhuriyetinde Eğitim ve Atatürk, Dost
Yayınlan, Ankara 1968.
İsmail Beşikçi, Kürdistan
Üzerine Emperyalist Bölüşüm Mücadelesi 1915-1925, l. Yurt Yayınları, Ankara
1992.
Fikret Bilâ,
"Kürt Kimliği Reddedilemez", Milliyet, 9 Aralık 1991.
Vedii Bilget,
"Savaşa Hayır", Cumhuriyet, 24 Şubat 1987.
Faik Bulut, Kim
Bu Fethullah Gülen, Ozan Yayıncılık, İstanbul 1998.
Sadi Borak, Atatürk'ün
Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, Halkevi
Yayınları, 2, Ankara 1980.
Doç. Dr. Gülnihal
Bozkurt, Alman-İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerin Işığı Altında
Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 1989.
Haşan Bögün,
"ABD Belgelerinde Türk Ordusu" (1980-1995), Cumhuriyet, 19
Temmuz 1997.
Zbigniew Brzezinski,
"Yeni Bir Avrupa Stratejisi”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 47, Eylül-Ekim
1997.
Zbigniew Brzezinski,
Büyük Satranç Tahtası, Sabah Kitapları, İstanbul 1997.
Zbigniew Brzezinski,
Kontroldün Çıkmış Dünya, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan, Ankara
1996.
M. Hüseyin Buzoğlu, Körfez
Savaşı ve PKK, Strateji Yayınları No: 1, Ankara (1998).
Ali Fuad Cebesoy, 1907'de
Misak-ı Milli, Yayına Hazırlayanlar: Dr. Faruk Süken, Cemal Kutav, İstanbul
1989.
Prof. Dr. İbrahim
Canan, İslâm Aleminin Ana Meselelerine Bediüzzaman'dan Çözümler, Yeni
Asya Yayınlan, İstanbul 1994.
Noam Chomsky, Kader
Üçgeni / ABD, İsrail ve Filistinliler, İletişim Yayınlan, İstanbul 1993.
Güneri Civaoğlu,
"İki Yarbay", Sabah, 2 Şubat 1991; "Tasanm", Sabah,
27 Ocak 1991.
Mustafa Coşturoğlu,
"Laik Okullara Karşı Bir Seçenek mi?" Halkoyu 1977, Sayı 11.
Cumhurbaşkanı Sayın
Süleyman Demirel'in NTV Televizyonunda Yayınlanan Mülakatı, (Ankara, 17 Ocak
1998).
"Cumhurbaşkanı
Sayın Süleyman Demirel'in "İki Denizin Hikayesi" başlıklı
konferansının açılışında yapacakları konuşma", 25 Mayıs 1998.
"Cumhurbaşkanı
Sayın Süleyman Demirel'in Nokta Dergisi tarafından düzenlenen
"Doruktakiler" ödül töreninde yaptığı konuşma", 25 Mayıs 1998,
İstanbul.
İ. Sabri
Çağlayangil. "Sınırlarımız dışında yaşayan Türkler”, Güneş, 6 Şubat
1990.
İ. Sabri
Çağlayangil, Anılarım, Güneş Yayınları, İstanbul 1990.
Cengiz Çandar,
"Tarihi Fırsat” ya da "Tarihi Risk" (l), Sabah, 25 Mart
1995; "Üçüncü Amerikan İmparatorluğu" ve Türkiye" (1), Sabah,
6 Ocak 1996; "Üçüncü Amerikan İmparatorluğu" ve Türkiye" (2), Sabah,
7 Ocak 1996.
Fatih Çekirge, Hürriyet,
29 Ocak 1992.
Yasemin Çongar,
"ABD'den Kürt Güvencesi", Cumhuriyet, 17 Ocak 1991.
Yasemin Çongar,
"Türkiye İçin 4 Senaryo", Milliyet, 17 Mayıs 1997.
Faysal Dağlı, Birakuji
(Kürtlerin İç Savaşı), Belge Yayınlan, İstanbul 1994.
Evren Değer,
"Uğur Mumcu Dosyası", Cumhuriyet, 26 Ocak 1994.
Ferit Devellioğlu, Osmanlıca
Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara 1962.
Yalçın Doğan,
"CİA... TOBB... Dublin... Ve Yeni Devlet", Milliyety
12 Ağustos 1995.
Turan Dursun, Müslümanlık
ve Nurculuk, İkinci Baskı, Kaynak Yayınları, İstanbul 1996.
Doğan Duyar,
"ABD’yi Avrupa'da İstemiyoruz", Aydınlık, 20 Ocak 1996.
Şükrü
Elekdağ.’Türklerin Görüntüsü", Milliyet, 25 Nisan 1993.
Işın Eliçin,
"Türkiye'ye Osmanlı Modeli" / "Osmanlı Modelini Deneyin", Yeni
Yüzyıl, 5 Ekim 1996 (Fuller ile konuşma).
Muzaffer İİhan
Erdost, "Anadil Yasağı Üzerine", Kanı Kanla Yıkamak İnsan Hakları
ve Türkiye, Onur Yayınları, Ankara 1994.
Muzaffer İlhan
Erdost, Türkiye'nin Yeni Sevr'e Zorlanması Odağında Üç Sivas, Onur
yayınları, Ankara 1996.
Muzaffer Ilhan
Erdost, "Ana: Gülhanım", Bir Fotoğrafa Altyazı, Onur Yayınları,
Ankara 1991.
Sedat Ergin,
"ABD'den Kürt Küstahlığı", Hürriyet, 12 Şubat 1988.
Nedret Ersanel,
"CIA, Türkiye'yi çökertti!". Nokta, 10-16 Mart 1996, Yıl: 14,
Sayı: 11.
M. Fethullah
[Gülen], "Takriz", Bediüzzaman'dan Çözümler, Yeni Asya Yayınlan,
İstanbul 1994.
Graham E. Fuller, "Fate of the Kurds", Foreign Affairs, Spring 1993; "Kürtlerin Kaderi", Avrasya Dosyası, cilt
1, Sayı 1, ilkbahar 1994; "Turkey's New
Eastern Orientation", Turkey's New Geopolitics / From the Balkans to
Western Chine, Westiew Press, A Rand Sturdy, Boulder —San Fransisco— Oxford,
1993; Türkiye'nin Yeni Jeopolitiği / Balkanlar'dan Batı Çin'e, Harp Akademileri
Komutanlığı Yayınlarından. İstanbul 1995; Cumhuriyet, 26 Şubat 1990.
Graham E. Fuller,
lan Lesser, Kuşatılanlar/İslâm ve Batı'nın Jeopolitiği, Sabah
Kitapları, İstanbul 1996.
Gazi M. Kemal, Nutuk/Söylev,
Türk Tarih Kurumu Yayınlan, Ankara 1989.
Gazi Mustafa Kemal
Atatürk'ten Bize, Yayma Hazırlayan: Sunullah Ansoy, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul 1987.
Zeynep Göğüş,
"Uzun soluklu hoşgörü", Sabah, 10 Mayıs 1997.
Yavuz Gökmen, Özal
Yaşasaydı, Verso Yayınlan, Ankara 1994.
Yavuz Gör,
"Lübnan'daki Ermeniler", Cumhuriyet, 8 Mart 1996.
Ufuk Güldemir,
"Kerkük-Musul Senaryosu", Cumhuriyet, 28 Ağustos 1987;
"Irak’ı ABD Yıkacak, Türkiye Kuracak", Cumhuriyet, 10 Şubat
1991; "Türkiye'ye yeni konum", Cumhuriyet, 16 Şubat 199Ö;
"Musul-Kerkük Türkiye'nin Hakkı", Cumhuriyet, 3 Kasım 1990;
"Türkiye'nin Rolü Ortadoğu'da", Cumhuriyet, 26 Şubat 1990.
Ufuk Güldemir, Texas Malatya, Tekin Yayınlan, İstanbul 1992.
Jacob Heilbrunn, Michael Lind, "Third American Empire", The New York Times, January 2,
1996.
Paul B. Henze,
"Turkey: Toward the Twenty-First Century", Turkey's New
Geopolitics, A Rand Study, Westiew Press, Boulder —San Fransisco— Oxford
1993; "Türkiye: Yirmibirinci Yüzyıla Doğru", Türkiye'nin Yeni
Jeopolitiği, Harp Akademileri Komutanlığı Yayınları, İstanbul 1995;
"Kafkasya'da çatışma: Geçmiş Sorunlar ve Gelecek için öneriler", Avrasya
Etüdleri, sayı 1.
Uluğ İğdemir, Heyeti
Temsiliye Tutanakları, TTK, Ankara 1975.
Uluğ İğdemir, Sivas
Kongresi Tutanakları, TTK, Ankara 1986.
İsmet G. İmset, PKK
— Ayrılıkçı Şiddetin 20 Yılı/1973-1992), Turkish Daily News Yayınları,
Ankara 1993.
Yaşar Kaya, Gündem
Yazıları, Belge Yayınları, İstanbul 1993.
Paul Kennedy, Robert S. Chase, Emil B. Hill, "Eksen Ülkeler ve Amerikan Stratejisi", Türkiye Günlüğü,
Sayı: 47, Eylül-Ekim 1997.
Henry Kissinger, "Size gerekli olan korkusuz bir
lider". Yeni Yüzyıl, 15 Kasım 1996.
Sadi Koçaş, Atatürk'ten
12 Mart'a Anılar, 4. cilt, İstanbul 1977.
Fuat Kozluklu,
"Demokratikleşme Sözü", Cumhuriyet, 21 Aralık 1997; "Türkiye
Avrupa'nın bir parçasıdır", Cumhuriyet.
Chris Kutschera, "The Middle East, Talks to Abdullah
Öcalan," Middle East, April 1999.
Mihail Lazarev, "Uluslararası
Paris Kürt Konferansı, 14-15 Ekim 1989,
Doz Yayınlan, İstanbul 1992.
Alparslan İşıklı, Said
Nursi, Fethullah Gülen ve "Laik" Sempatizanları, Tüze Yayıncılık,
Ankara 1998.
Prof. Dr. İlhan
Lütem. "Birleşmiş Milletleri Müşahit (Gözlemci) Sıfatıyla izleyen
Öraütler, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, c. XLVI, Ocak-Haziran
1998, NoT 1-2.
Malmisanij. Said-i
Nursi ve Kürt Sorunu, Doz Yayınlan, İstanbul, 1991.
Şerif Mardin, Bediüzzaman
Saidi Nursi Olayı, İletişim yayınları. İstanbul, 1994.
Marx, Engels, Doğu Sorunu [Türkiye], Sol Yayınlan,
Ankara 1987.
Uğur Mumcu,
"Hakkı Yok", Cumhuriyet, 1 Mayıs 1992; "Senaryo", Cumhuriyet,
12 Ekim 1992; "Karanlığa Doğru"/"Anadolu Federasyonu", Cumhuriyet,
31 Temmuz 1992; "Kürt Oyunu", Cumhuriyet, 12 Mart 1991;
"Osmanlı Bakiyesi", Cumhuriyet, 12 Ocak 1993; "Stratejik
İşbirliği", Cumhuriyet, 27 Mart 1991; "Henze’nin İşi", Cumhuriyet,
17 Mayıs 1992.
Erol Mütercimler, Türkiye-Türk
Cumhuriyetleri İlişkiler Modeli, Anahtar Kitapları Yayınevi, İstanbul
1993.
Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şantiye, Yeni Asya
Neşriyat, İstanbul 1993.
Osman Olcay, Sevr
Andlaşmasına Doğru, SBF Yayınlan, Ankara 1981.
Baskın Oran, "Kalkık
Horoz" —Çekiç Güç ve Kürt Devletleri—, Bilgi Yayınevi, Ankara,
Şubat 1996.
Öymen,
"Çağlayangil Anlatıyor", Milliyet, 12 Aralık 1984.
Edip Emin Oymen,
"Türkiye Kuzey Irak'tan Girmeli", Cumhuriyet, 25 Ocak
İ991-
Çetin Özek, Türkiye'de
Gerici Akımlar ve Nurculuğun İçyüzü, Varlık Yayınlan, İstanbul 1964.
H. Bülent Paksoy, ''Pan Adlı İki Kurgusal Yaratık", Avrasya Eiiidleri,
cilt 1, Sayı 1, Yaz 1994.
Esat Pala,
"Pantürkizm İdeolojisi Türkleri Felakete Sürükler", Cumhuriyet,
6 Temmuz 1992.
Ahmet Bekir
Palazoğlu, Başöğretmen Atatürk, cilt I, 1919-1928; Cilt II, 1928-1938,
T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Eğitim Araçları ve Denetim Dairesi Başkanlığı,
Ankara 1991.
Stephen C. Pelletiere, "Ortadoğu'da Türkiye ve Amerika: Kürt
Bağlantısı", Avrasya Dosyası, cilt 1, Sayı 3, Sonbahar 1994.
Nevval Sevindi,
"Fethullah Hoca ile New York Sohbeti", Yeııi
Yüzyıl, 21, 22 Temmuz 1997.
Mahir Sayın, Erkeği
Öldürmek, Zelal Yayınlan, İstanbul 1998.
Muzaffer Sencer, Belgelerle
insan Hakları, Beta. İstanbul 1988.
Erik Siesby,
"Avrupa Topluluğu İnsan Haklan Seksiyonu İçin Rapor (1987)",
(Teksir).
İsmet Solak,
"Muhtıra Hazırlığı Var", Hürriyet, 10 Ekim 1995.
Necmeddin Şahiner, Bediüzzaman
Said Nursî, 12. Baskı, Yeni Asya Yayınları,
İstanbul 1996.
Ahmet Tan,
"Özal'dan 'Özel' İzlenimler", Cumhuriyet, 25 Ocak 1991.
Necip Torumtay, Değişen
Stratejilerin Odağında Türkiye, Milliyet Yayınları, İstanbul 1996.
Şerafettin Turan, Türk
Devrim Tarihi, 1. ve 2. kitap, Bilgi Yayınevi, Ankara.
Hulusi Turgut,
"Fethullah Gülen ve Okulları", Yeni Yüzyıl, 17-28 Ocak 1998.
Turan Yavuz, ABD'nin
Kürt Kartı, Milliyet Yayınlan, İstanbul 1997.
Ayşe Yıldınm,
"Özal'ın Hayali Musul'du", Cumhuriyet, 1 Mart 1988.
Meryem Weld, İslâm,
Batı ve Risale-i Nur, Yeni Asya Yayınlan, İstanbul 1986.
Barçın Yinanç,
"Ortadoğu Birleşik Devletleri Kurulmalı", Milliyet, 12 Kasım 1995-
M. Can Yüce,
"Bağımsızlık ve Federasyon Üzerine Bazı Düşünceler". Özgür Halk,
Haziran 1993, Yıl: 4, Sayı: 32.
BELGELER, RAPORLAR,
TUTANAKLAR
Amerikan Gizli
Belgelerinde Türkiye'de İslâmcı Akımlar, Beyan Yayınlan, İstanbul 1990.
Country Reports on Human Rights Practices for 1988, February 1989, Washington 1988.
Danışma Meclisi
Tutanak Dergisi, Cilt: 21, yasama Yılı: 2, 154üncü Birleşim, 31 Ağustos 1983.
European Charter for Régional Minority Languages, Strasbourg,
2.X.1992, ETS No: 148.
Framework Convention for the Protection of National
Minorities, Strasbourg,
1.
II. 1995, ETS No: 157.
Milli Güvenlik
Konseyi Tutanak Dergisi, Cilt 11, 176ncı Birleşim, 19 Ekim 1983.
Uluslararası Paris
Kürt Konferansı, Doz Yayınlan, İstanbul 1992.
İMZASIZ HABERLER
Akşam, 28 Temmuz 1995:
"CIA başkanını halıcılar yakaladı".
Akşam, 28 Temmuz 1995:
"ABD, Özal’a verdiği planı gündeme getirdi".
Akşam, 11 Ağustos 1995:
"Büyük Tuzak".
Akşam, 11 Ağustos 1995: "Clinton devrede".
Akşam, 11 Ağustos 1995:
"Genelkurmay raporundan".
artı+haber, Sayı 1, 20-26
Aralık 1997.
Aydınlık, 25 Ocak 1998, Sayı
549: "ABD'nin Sevr Planı".
Aydınlık, 20 Haziran 1999:
"Haziran Mutabakatı".
Cumhuriyet, 31 Aralık 1959:
(Saidi Nursi'yi Demokrat Partili beş milletvekilinin ziyareti).
Cumhuriyet, 7 Mart 1990:
"Roberts'e göre laiklik".
Cumhuriyet, 30 Ocak 1991:
"Özal: Harita değişecek".
Cumhuriyet, 31 Ocak 1991:
"Bölgesel Muhtariyet".
Cumhuriyet, 2 Şubat 1991:
"Talabani’den Özal’a Övgü".
Cumhuriyet, 9 Şubat 1991:
"Özal'dan Batıya Kürt Sözü".
Cumhuriyet, 2 Şubat 1993:
"Türkiye Süper Güç Olma Yolunda".
Cumhuriyet, 20 Ağustos 1993:
"Güneyde Sevr Parmağı"
Cumhuriyet, 25 Ağustos 1993:
"ABD’de Şeriat Kampı".
Cumhuriyet, 3 Haziran 1995:
"Türkiye'nin bütünlüğü tehlikede".
Cumhuriyet, 28 Temmuz 1995:
"CIÂ'yı Çiller Çağırdı".
Cumhuriyet, 1 Ağustos 1995:
"Cain: Artık Doğuya yönelik projelere ağırlık veriliyor".
Cumhuriyet, 10 Ağustos 1995:
(Öcalan'ın Kom’a yazdığı mektup).
Cumhuriyet, 7 Eylül 1995:
"DSP lideri Ecevit: Türkiye Tuzağa Sürükleniyor". Cumhuriyet,
16 Kasım 1995: "ABD'den PKK’ye Kınama".
Cumhuriyet, 18 Kasım 1995:
"PKK'ye Meşruiyet Kazandırma çabalan". Cumhuriyet, 19 Nisan
1996: "PAB'da azınlıklar tartışması / PKK'ya Yunan Desteği".
Cumhuriyet, 5 Mart 1997:
"Türkiye AB'ye tam üye olamaz".
Cumhuriyet, 14 Aralık 1997:
"Zirveden Türkiye'ye Azınlıklar Uyansı". Cumhuriyet, 14 Aralık
1997: "Türkiye'nin kartı Kıbns".
Cumhuriyet, 14 Aralık 1997
"Zirveden Türkiye'ye Azınlıklar Uyarısı". Cumhuriyet, 17
Aralık 1997: "Bill Clinton: Türkiye, Batı Dünyasında demirli
kalmalı".
Cumhuriyet, 23 Aralık 1997:
"Klaus Kitıkel: Türkiye hazır değil".
Cumhuriyet, 24 Aralık 1997:
"Amerikan Basınından AB'ye Eleştiri". Cumhuriyet, 4 Ocak 1998:
"Kinkel: Kürt Sorununa Çözüm".
Cumhuriyet, 22 Ocak 1998:
"Kürt Sorunu Türkiye’de Çözülür”.
Cumhuriyet, 23 Eylül 1998:
"Kur'an'ı Anlama Sempozyumu".
Cumhuriyet, 27 Haziran 1999:
"ABD Bölgeyi Kanştırıyor".
Hakimiyeti Milliye, 30 Birinci Teşrin
1933: "Büyük Gazi'nin Nutku." "Milli kültürümüzü, Muasır
Medeniyet Seviyesinin Üstüne Çıkaracağız...". Hakimiyeti Milliye, 2
İkinci Teşrin 1933: "Reisicumhur Hz. Dün Büyük Millet Meclisinin Toplanma
Yılını Milletine Yeni İlerleyiş Direktifleri Veren Bir Nutukla Açtı."
Hakimiyeti Milliye, 30 İkinci Teşrin, 1
Birinci Kanun 1933: "Duce'nin Yeni Nutku: Faşizmin Yeni İstikameti
Nedir?"
Hepileri, Şubat 1998, Sayı:
11: "Evet, CIA, Rus'lardan önce Afganistan'a girmişti!."
Hürriyet, 22 Kasım 1995:
(Lummer'ın Öcalan'la görüşmesi).
Meydan, 9 Ocak 1996:
"Türkiye'yi böyle bölmek istiyorlar".
Milliyet, 9 Eylül 1996: (Huntington ile konuşma).
Milliyet, 14 Mayıs 1997:
"Sevr Sendromu Aşılıyor".
Nsibin, Sato: 12, Menyona:
62/2, Tarix, 6747•; 1997.
Özgür Halk, Haziran 1995, Yıl:
6, Sayı 56 (Öcalan'ın ARD TV ile görüşmesi
Özgür Halk, Kasım 1995, Yıl: 6;
Sayı 60 (Öcalan'ın Novore Vremya muhabiri Makarenko Vadim ile
görüşmesi).
Özgür Halk, Ocak 1996, Yıl: 7,
Sayı 62.
Posta, 10 Ağustos 1995:
"İşte sır toplantı".
Radikal, 13 Ekim 1996:
"3. Amerikan İmparatorluğu".
Radikal, 13 Ekim 1996:
"Ortadoğu'nun Alternatifi Orta Asya".
Sabah, 16 Kasım 1997:
"Almanlar Türkiye’yi dörde böldü".
Siyah Beyaz, 10 Ağustos 1995,
"Öcalan'dan ABD'li diplomata mektup / ABD çıkarlarına karşı değiliz".
Ulus, 7 Eylül 1966:
"Nurculuk tehlikeli bir hal almıştır".
Ülkede Gündem, 27 Ağustos 1997:
"Silah dolu trenler nereden geldi?". Vatan, 17 Ocak 1956:
"Başbakan, seçim yaklaştı diyor".
Yeni Sabah, 8 Ocak 1960:
"İnönü: Saidi Nursi seçim vazifesi yapıyor". Yeni Sabah, 8
Ocak 1960: (Saidi Nursi'nin Time muhabirine söyledikleri). Yeni
Şafak, 12 Ocak 1996: (Üçüncü Amerikan İmparatorluğu ile ilgili). Zafer,
20 Ekim 1958: (Menderes'in Emirdağ'da konuşması).
Kaynak: Muzaffer İlhan ERDOST,
Yeni Dünya Düzenine Zorlanması Odağında Türkiye, Birinci Baskı Ağustos 1999,
Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar