Print Friendly and PDF

"DİN, BİLİM VE İDEOLOJİ" TARTIŞMALARI



(1)
Paul Henze, 1993'ün sonlarında yayınlanacak olan "Tür­kiye: 21'inci Yüzyıla Doğru"da, "Saidi Nursi'nin takipçisi Nurcuların", "bilimin, modern bilginin ve ciddi modern eğiti­min, İslâm inancının başlıca geleneklerinden biri olduğunu vurguladıklarını", "Nakşibendilerin" ise, "aydınlanmacılık karşıtı ve geçmiş özlemcisi olmadıklarını ileri sürüyor (Tur­key's New Geopolitics, s. 7-8.) ve bu bölüme düştüğü dipnot­ta, "Eski Sovyetlerde püriten (puritanical)[ tutucu, gerici, bağnaz ]  vahhabi doktrinle­rin, materyalizme ve çürümeye karşı panzehir olarak yay­gınlaştığını", "sufı tarikatların, eski Sovyetlerde toplumların en ilerici kesimlerinden destek gördüğünü, bunların bir bölü­münün ekonomik ve sosyal konulara son derece modern yaklaştığını" (Turkey's, s. 31, 6n.) yazıyordu.
Nurcuların bilimden, modem bilgiden ve modem eğitimden yana olduklarına, Nakşibendilerin aydınlanmacılık karşı­tı ve geçmiş özlemcisi olmadıklarına kaynak olarak, Henze, Şerif Mardin'in İletişim Yayınları arasında Bediüzzaman Said Nursi Olayı adıyla çevirisi yayınlanan Religion and So­cial Change in Modern Turkey: The Case of Bediüzzaman Said Nursi (Albany, State University of New York Press, 1989) kitabını gösterecekti.
Henze, "müritleri arasında politikacılarla işadamları da bulunan Nakşibendi tarikatı"nın, "yeni bağımsızlaşan Türk cumhuriyetlerde ortaya çıkmaya başlayan girişimci sınıflar­la temas" için, "doğal bir ortam sağlayacağını" da (Turkey's, s. 32) eklemekte duraksamayacaktır. "Eski Sovyetler Birli­ğindeki müslümanlar arasında" "yaygın hale gelen materya­lizme ve çürümeye karşı", "materyalist kirlenmeye karşı" "etkili bir panzehir", ve "komünizme, Rus egemenliğine karşı yeraltı muhalefetinin güçlü bir öğesi" olarak etkin olmuş olan dine ve özellikle de tarikatlara, şimdi bu ülkelerde Rus nüfuzuna karşı siyasal ve ideolojik bir misyon da yükleniyor­du.
Kissinger'm deyişiyle, Azerbaycan dâhil Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin haritada bile yerini gösteremeyecek olan Amerikalı yöneticilerin yeni girişimci sınıflarla ilişki kura­bilmeleri için "bu cumhuriyetlerle tarihi yakınlığı ve ırk ben­zerliği" nedeniyle Türkiye'ye gereksinim duyuluyor (Yeni Yüzyıl, 15 Kasım 1996), ama bu ilişkinin, Türkiye'nin laik kimliği aracılığıyla değil, dinsel ve etnik kimlikler aracılığıy­la, "devlet" aracılığıyla değil, "cemaatler" aracılığıyla kurul­mak istendiği duyumsatılıyordu.
Pantürkizmin ve panislâmizmin bugün de gerici ve faşist olarak nitelenmesini eleştiren ve pantürkist ve panislâmist karşıtı klasik Atatürkçü politikaların artık eskidiğini yazan Henze, Orta Asya ülkeleri ile ilişkilerin dinsel açıdan "İslâm" ve etnik açıdan "Türk" temeli üzerinde kurulması gerekece­ğini belirtmekle kalmıyor, bu ülkelerdeki yeni girişimci sınıf­lar ile Nurcular ve Nakşibendilerin birbirleri için doğal bir or­tam oluşturduğunu ileri sürüyordu.
Gerici olan da ilişki kurulması değil, ilişkinin içeriği ve yöntemiydi. Yani Türkiye'nin, Türk ya da İslâm toplulukla­rın çoğunlukta olduğu yeni cumhuriyetlerle siyasal, ekono­mik ve kültürel ilişki kurması değil, bu ilişkinin din ve ırk benzerliği üzerine kurulmuş olmasıydı.
Böyle bir ilişkilendirme, her şeyden önce Nakşibendiliğin ve Nurculuğun tarikat olarak yapılanmalarının dışında ve farklı alanlarda kurumlaşmasının, ve giderek siyasal ve eko­nomik bir güç haline gelmesinin ortamını sağlayacağı gibi, bu tarikatların dışında kalan sünni kesim ile ve bir bütün olarak aleviler ile yaratacağı olumsuzlukların da yeni dinsel ayrışmaları canlandırması ve hızlandırması kaçınılmazdı.
Ama asıl önemli olan, ABD'nin, Orta Asya Türk cumhuri­yetlerde nüfuz alanları oluşturmak ve kendi nüfuzunu yay­mak amacıyla da olsa, bu kültür düzeyi yüksek laik cumhu­riyetlere, bilim, modern bilgi, modern eğitim, kısacası aydın­lanma şemsiyesi altında tarikatları (Nurculuğu ve Nakşibendiliği) yaymaya yönelmiş olmasıdır. Üstelik bu, genel bir stratejinin uygulanmasının bir parçası olması açısından da önem taşımaktadır.
(2)
Paul Henze, Nurcuların, bilimden, modern bilgiden ve ciddi modern eğitimden yana olduğuna ve Nakşibendilerin aydınlanmacılık karşıtı ve geçmiş özlemcisi olmadığına kaynak gösterdiği Şerif Mardin'in kitabında, Saidi Nursi'nin "Kur'an'la çağdaş bilimler arasında herhangi bir uyuşmazlık bulunmadığını gösterebildiği" (Mardin, s. 346) ileri sürül­mekte, dolayısıyla da, Saidi Nursi ve Nurcular açısından, bi­limin, modern bilginin ve ciddi modern eğitimin niteliği de açıklanmaktadır.
Şerif Mardin, aynı kitapta, "pozitif bilimlere ilişkin dü­şüncelerin Nurcular tarafından benimsendiğini" (Mardin, s. 68.) vurguladığı yerde, "Nurcu hareketin, materyalizme (...) böylelikle de kemalizmin pozitivist felsefi temellerini tahribe yönelik" "saldırıları"na (s. 69) değinir. Mardin, Nurcuların saldırdığı maddeciliğin, genel anlamda bir maddecilik değil, laik hareketle sınırlı bir maddecilik olduğunu da ekler, (s. 61.)
Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İbrahim Canan'ın kitabı "İslâm Aleminin Ana Meselelerine Bediüzzaman'dan Çözümler"e (Yeni Asya Yayınlan, İstan­bul 1994) "M. Fethullah" imzasıyla yazdığı "Takriz"de ("Sunuş"ta), "Bediüzzaman'ın bütün hayatı boyunca fikri bü­tünlüğünü koruduğunu" (s. 23) ileri süren Gülen, Saidi Nursi'nin din ile bilimi birarada, birlikte ele alan eski Said'e gön­derme yaparken, yeni Said'in bilimi yadsıdığını, bütün nursiciler gibi, gözardı edecektir.
Somutlaştırarak şöyle de açıklanabilir:
1950'lerden başlayarak bilimi, dinin denetimi ve buyru­ğu altına alan eğitim sistemimiz, özünde, Saidi Nursi'nin 1890'larda önerdiği eğitim sistemine uygunlaştırılmış bir eğitimdir. Saidi Nursi, 1899'da, Van'dan İstanbul'a giderken, "Padişahla görüşüp, mekteplerde din dersleri; medreselerde ise fenler okutulmasını teklif edeceğini" söyleyecektir. "Bu şekilde tedrisat yapılınca, mektepliler dinsiz olmaktan, med­reseler de taassuptan kurtulacak"tı. (Şahiner, s. 88.)
Ne var ki, yeni Said, bilim/fen ile dinin, akıl ile inancın, karşılıklı ve birlikte ele alınmasını savunan eski Said'i yad­sıyacak ve "bühran-ı akliye (aklın tanıklığına) istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an'm", "akıl ve ilim ve fen"ne hükmetmesini (Hutbe-i Şamiye, s. 33) esas alan görüşü, eğitim sistemimize, ama görünüşte eski Said'in bilim ile dini birlikte ele alan görüşleri olarak egemen ola­caktır.
Daha anlaşılır bir söylemle, bilimsel bilginin (materyalist eğitimin) temel alındığı laik okulların yanısıra, dinin (Kuran'ın) egemen olduğu ve bilimin dinin egemenliği altına alındığı imam-hatip okulları açılacak, giderek laik okullara konan din dersi, 12 Eylül 1980'den sonra zorunlu ders ola­caktır. 1950'lerden sonra, Kuran kurslarına yasal statü kazandırılarak, Saidi Nursi’nin ondokuzuncu yüzyılın son yılla­rında ileri sürdüğü eğitim sistemi, biçimsel olarak uygulan­maya başlanmış olacak, ama özünde, yeni Said'in Kuran'ın akla, bilime ve fenne egemen olacağı eğitim, okullarda belir­leyici olmaya başlayacaktır.
Eğitim/öğretim birliğinin uygulanmaya başlanmasıyla, medreselere ve tekkelere son veriliyor, Tanzimatla birlikte açılmaya başlanan ve müspet (pozitif) bilimi eğitimin temeli­ne oturtan "mektep"ler, Cumhuriyet döneminin laik okulları olarak gelişmeye ve yayılmaya başlıyordu. Genellikle tarikat şeyhlerinin, mollaların denetiminde bulunan medreseler ve kasabalarda ve köylerde kadiri ya da Nakşibendi tarikatının etkisinde bulunan hocaların ve imamların Kuran okumayı öğrettikleri tekkeler ise yasal olarak kapatılıyordu.
1950'li yıllardan, yani DP (Demokrat Parti) iktidarından sonra, din eğitimini esas alan ve dinin egemenliği altında bi­lime de programında yer veren imam-hatip okulları açılacak­tı. (İmam-hatip okulları 1931-32'de kapatılmış, bunu izleyen dönemde zihinsel, bedensel (jimnastik) ve üretimsel (iş) eği­timin birlikte ve birarada uygulanacağı Köy Enstitüleri (1937) kurulmuştu. Köy Enstitülerinin nitel değişime uğra­yarak kapatılması süreciyle birlikte, ilk imam-hatip okulu da, 1950-51'de Adana'da açılacaktır.)
Saidi Nursi'nin önerdiği gibi, "fenler okuyan" medresele­re tekabül eden imam-hatip okulları birbiri ardına açılıyor­du. Biçimsel olarak eski Said'in medreseler için öne sürdüğü görüşleri uygulanmakla birlikte, özünde yeni Said'in Ku­ran'ın akla, bilime ve fenne hükmettiği, bilimsel bilginin köleleştirildiği bir sistem eğitime egemen olmaya başlamıştı.
Tekkelerin yerini Kuran kursları almış, Kuran kursu ho­caları devlet tarafından belirlendiği, belirli bir eğitimden geçtiği ve tam kara-cahil olmadıkları için, Saidi Nursi'nin önerisi de gerçekleşmiş oluyordu.
1890'lı yılların laik "mektep"leri ise, günümüzün okulla­rıydı ve bu laik okullara din dersi konarak, materyalist eğiti­min yanısıra, din eğitimi de verilmekte, bilim ve din, birlikte, laik okullarda, eğitimin temelini oluşturmaktaydı.
Özel okulların açılması bir bakıma, laik okulların yanın­da, dinin bilime egemen olacağı "laik" okulların da açılması­na olanak sağlayacaktı. Milli Eğitim Bakanlığının deneti­minde olsa da, özünde, yeni Said'in "dinin egemenliğinde bi­lim" anlayışının eğitime egemen olacağı okulların açılmış ol­ması da bunun kanıtıydı.
(3)
Saidi Nursi, 1911'de Şam'da verdiği hutbenin 1951'deki yayınına yazdığı "Mukaddime"de, yeni Said'in, eski Said'i terkedişinin ana çizgilerini açıklar ve "karanlık kavanin-i ilmiyeler"den, yani karanlık bilimsel yasalardan nasıl bir deh­şete kapılıp uzaklaştığını anlatır. (Hutbe-i Şamiye, s.21.)
Münazarat'ta "Vicdanın ziyası din ilimleri, aklın nuru medeniyet fenleridir. İkisinin birleşmesiyle hakikat ortaya çıkar. Ayrıldıkları zaman, birincisinden taassup, İkincisin­den hile ve şüphe doğar." (Şahiner, s. 192-193) diyen Saidi Nursi, "Kuran-ı Kerimin ruhu Risale-i Nur'un cesedine gir­dikten sonra", yani "yeni Said" olarak, "kırk elli sene evvel­ki" bir kanadı akıl, bilim ve maddi felsefeyle yaralı olan "eski Said'i" tedavi etmek durumunda kalacaktır. (Mesnevi-i Nuri­ye, 1977, s. 7 / Mardin, s. 150.)
Saidi Nursi'nin kendisini bu "tedavi seansı" şöyle özetle­nebilir:
Hutbe-i Şamiye'ye (1911), kırk yıl sonra (1950-51) yaza­cağı "mukaddime"nin devamında, "hayvanat âlemine" "mad­di felsefe ile" bakan; "insan âlemi"ne "ehl-i dalaletin dürbü­nü ile" bakan; "küre-i arzın alemi"ni "dine itaat etmeyen fel­sefenin karanlıklı kavanin-i İlmiyeleri (bilimsel yasaları) ile gören eski Said'e, "iman bir gözlük" verecek, "Hikmet-i Kur'aniye ve imanın dürbünü ile" görecek, "Kur'an'dan gelen nur ve kuvvet-i iman", "kafasına bir göz" verecek, "o dalalet gözlüğünü kıracak", "Hikmet-i Kur'aniye ve imanın dürbünü ile görmeye" başlayacak, "Hikmet-i Kur'aniye ile ışıklanmış bir göz ile bakacak"tır. (Hutbe-i Şamiye, s. 18-22.) Bir başka deyişle, eski Said'in, iki kanattan biri olarak nitelediği "aklın ışığı fen bilimleri", "fen ve bilim", "maddi felsefe", "bilimsel yasalar", Risale-i Nur'u telif etmeye başlayan (1927) yeni Said'e göre, "küfr-ü mutlak"a götüren "dalalet"in başlıca et­kenleri olarak nitelenecektir.
Dolayısıyla da, Saidi Nursi "küfr-ü mutlak ve fenden ge­len dalaletleri" ya da "fen ve ilim ile dalalete girenlerin tecavüzatmı durdurmak" ve "bir kısmını imana getirmek" için, "Cenab-ı Hakka hadsiz şükürler olsun ki, bu zamanın tam yarısına bir tiryak olarak (panzehir olarak) Kur'an-ı Mucizü'l-Beyanın bir mucize-i maneviyesi ve lemaatı bulunan Risale-i Nur" ile, yani "Kur'an'm elmas kılmcı ile" "en dehşetli muannid mütemerridleri" ("inatçı dikkafaları") "kıracak"tı. CHutbe-i Şamiye, s. 22-23.)
"Vicdanın ziyası" ile "aklın nurü'nu, "din ilimleri" ile "medeniyet fenleri"ni eğitim içinde birlikte bir arada alan eski Said'e karşı, yeni Said, İngiliz ortodoks bir aileden gelen Nurcu hanımefendi Meryem Weld'in söylemiyle, "Said-i Nursi hazretleri", "bir tarafa vahiy ve dini, diğer tarafa aklı, bilimi ve felsefeyi" koyarak, aklın, bilimin, felsefenin, din ve vahyin emrinde, hizmetinde olması gerektiğini görmüş ve dine itaat etmeyen fen ve bilimi yadsımıştır. (Bkz: Meryem Weld, İslâm, Batı ve Risale-i Nur, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1986, s. 35, 83.)
"Kur'an'm dersiyle, irşadiyle" aydınlanacak olan yeni Said, "dünyevi bir saadetimiz, bir cihetle fünun-ı cedide-i medeniyededir", ya da "kılıncımız fen ve san'at cevherinden yapılmalı" (Asar-ı Bediyye, s. 311; Malmisanij, s. 65, 70-72), ya da "aklın nuru medeniyet fenleridir" diye düşünmüş olan eski Said'i, "aklı, fikri, hikmet-i felsefiye ile bir derece yaralı" olarak niteleyecek, yaralı aklını tedavi ederek, "maddi felse­fecin, "fen ve san'at"ın, "fünun-ı cedide-i medeniye"nin ("yeni uygarlık fenleri"nin), genel olarak akim, bilimin ve materyalist felsefenin, "bir zmdıka fikri"ne, "dinsizlik fikri"ne temel oluşturduğunu, "dine itaat etmeyen bir âlem gösterdiğini" görecekti. (Hutbe-i Şamiye, s. 21.)
Şerif Mardin, Saidi Nursi'nin yaşadığı değişimleri anlat­tığı bölümde, Nursi’nin, "felsefi ilimlere (Ulûm-u Felsefe) bü­yülenmiş olduğu gerçeğini keşfetmesi"nin, "manevi yolculu­ğunun başlangıç noktası olduğunu" yazar. Felsefi ilimler ile dini ilimlere (Ulûm-u İslâmi'ye) eşit ağırlık tanımış bulunan Saidi Nursi'nin ruhunu, felsefi bilimler bulanıklaştırmış, manevi ilerlemesinin önünde bir engel oluşturmuştu. Kuran okurken aniden doğan bir ışık, Allah'tan başka yaratan ol­madığı fikrinin belirginleşmesine yolaçmış ve "bütün bula­nıklıkları" temizlemişti. (Lem'alar, s. 104, 225> Mardin, s. 149-150.)
"Kırk elli sene evvel" "eski Said"in "aklı[nın], fikri[nin] hikmet-i felsefiye ile bir derece yaralı olduğunu" ve "tedavisi gerektiği"ni yazan [yeni] Said, "îmam-ı Rabbani"nin, kendi­sine, "gaybi bir tarzda" "tevhid-i kıble et", "yani yalnız bir üs­tadın arkasından git" dediğini yazar ve ekler: "O çok yaralı eski Said'in kalbine geldi ki: "Üstad-ı hakiki Kur'an"dır. Tev­hidi kıble bu üstadla olur." "Yalnız o üstad-ı kudsinin irşadiyle hem kalbi, hem ruhu gayet garip bir tarzda sulûke baş­layacak", "Kur'an'ın dersiyle, irşadiyle hakikate bir yol bul­muş, girmiş" olacaktı. (Mesnevi-i Nuriye, 1977, s. 7> Şerif Mardin, s. 150.)
Saidi Nursi, eski Saidi Nursi'nin, yani Risale-i Nur "gel­meden" önce bir ölü gibi olduğunu, Risale-i Nur gelince onunla dirildiğini, felsefe ve gafletten gelen manevi bir ölüm­den de kurtulduğunu yazacaktır. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.63> Turan Dursun, Müslümanlık ve Nurculuk, s. 30.)
Saidi Nursi'nin "nura kavuşmadan önce, doğal olguların doğal nedenlerle açıklanması gerektiğine inandığını" belir­ten Şerif Mardin, "yeni benimsediği görüşe göre, nedenler ile birlikte sonuçlar da Allah'ın doğrudan müdahalesinin ürü­nüydü". (Mardin, s. 51.) "Nedenler"i "ağaç"la, ve "sonuçlar"ı "meyve" ile örnekleyerek, ve bilimsel bilisizliği (cahilliği) bir tür "bilimselleştiren" ve yücelten Mardin, Saidi Nursi'nin, "ortaya koyduğu reddiyede biyolojiye sarılmasının nedeni­nin", "canlılarla ilgili —biyoloji, botanik, fizyoloji gibi— bi­limlerin1’ Osmanlı İmparatorluğunda 19. yüzyılda, "tıp mek­teplerinin müfredatına sokularak, oldukça erken bir dönem­de gelişmiş olmaları"na bağlar. "Şüphecilik de işte bu temel üzerinde gelişmişti; çünkü tıp mekteplerinde yaşam süreçle­rinin fiziksel ya da kimyasal kökenlere sahip oldukları anla­tılıyordu. Burası, şüpheciliğin üreme alanıydı ve Saidi Nursi'nin dikkatini buraya yöneltmesinin nedeni de bu olmalıy­dı. Daha sonraki yazılar, sürekli olarak, ilahi olan'm yaratıcı gücünün kanıtları olarak, biyolojik ve botanik süreçleri ele alacaktı." (Mardin, s. 151-152.)
Kastamonu lise öğrencilerinin, "muallimlerimiz bize Al­lah'tan bahsetmiyorlar, bize halikımızı tanıttır." sözlerine karşılık, Saidi Nursi, doğayı, yeryüzünü, evreni olduğu ka­dar "yüzer tunundan her bir fen"in, "bu kainatın Halik-i Zülcelalini esmasıyla bildirdiğini, sıfatını, kemalatını tanıttırdı­ğını" (Şualar, s. 175-178) söyleyerek, bilimin ulaştığı, çözdü­ğü, kavradığı, açıkladığı ve türettiği her şeyi, Allah'ın varlı­ğını ve büyüklüğünü tanımanın, bilmenin, anlamanın kendisi olarak açıklar. (Bkz: Şahinler, s. 332-335.)
Eski Said'i yadsıyan yeni Said'i, eski Said’in sözleriyle ni­teleyen M. Fethullah gibi, onun "Takriz" yazdığı kitabın sa­hibi Prof. Dr. İbrahim Canan da, "Said'in yarı-madde ve yarı-manadan" salt manaya "tekamül"ünü gözardı ederek, Gülen'in okullarının devamı olarak açılan Fatih Üniversite­sinin "bilimsel" kimliğinin çerçevesini, eski Said'in yarımadde ve yarı-mana olan anlayışının arkasına gizler:
Prof. Dr. Canan, "Medrese, mektep ve tekkelerin ittifakı" bölümünde, Doğu illerinde, aşiretlerin perişan durumlarını görmüş bulunan Saidi Nursi'nin "Anladım ki, dünyevi saadetimiz bir cihetle funûn-u cedide-i medeniye ile (yeni fen ilim­leriyle) olacak." sözlerini aktarır. Ardından da, "bu ilimlerin ahlaken tefessüh edip kokuşmuş mekteplilerle millete mal edilemeyeceğini", bozulmamış, halkın itimat ve sevgisini ko­ruyan ulema ve medreseler kanalıyla halka mal edilerek, te­rakkimizin gerçekleşmesinde yararlanılabileceğini söylediği­ni ekler: "O fünunun da gayr-ı müteaffin bir mecrası ulema ve bir menba-ı da medreseler olmak lazımdır. Ta ulema-ı din, fünun ile ünsiyet peyda etsin." (Divan-ı Harb-i Örfi, s. 28> Canan, s. 151.)
Prof. Canan, bu gerçeği bilen Bediüzzaman'ın "En evvel mürşid-i umumi olan ulema (alimler) ve meşayih (şeyhler) ve talebeyi, şeriat namına ittihada davet" edeceğini yazdık­tan sonra, eğitim anlayışının özsel içeriğini açıklar:
"Bediüzzaman millete mal edilmesi gereken yeni ilimle­rin, medrese uleması aracılığı ile alınmasını istemekle diğer bir gaye daha gütmektedir: Bir başka (yani halkın iğbirarını kazanmış) mecradan akmaya başlamakla bulanmış ve hal­kın reaksiyonuna sebep olmuş olan bu ilimler, medrese men­supları vasıtasıyla alındığı takdirde, içerisindeki menfi un­surlardan, Şeriatın süzgecinden geçirilerek paklanmış ola­caktır."
Devam ediyor Prof. Canan:
"Hemen belirtmek isteriz: Bediüzzaman burada, ulûm-u cedide ile (yeni bilimler ile) sadece fizik, kimya gibi ilimleri kasdetmiş olmamalı, 19. asırdan itibaren ortaya çıkan her çeşit beşeri ilimler de buna dahil olmalıdır. Sosyoloji, antro­poloji, etnoloji gibi. Bu ilimler, aslında sömürge ilmi olmaları sebebiyle millileştirilmez, Şeriat süzgecinden geçirilmezlerse bulanık ve zararlı olurlar." (Canan, s. 152.)
Prof. Canan'a göre, "sosyoloji, antropoloji, etnoloji gibi" "sömürge bilimlerin" millileştirilmesi, yani Saidi Nursi'nin önerdiği gibi, "şeriat süzgecinden süzülmesi" gerekir. Bu da, ancak, "medrese alimlerinin çabalarıyla gerçekleştirilir". Bu­rada vurgulanan "millileşme"nin, "millet"ten, "millet"in de günümüzdeki "ulus" karşılığında "millet"ten değil, din toplu­luğu anlamında "İslâm Millet"inden, yani "İslâm’dan kay­naklandığını okura anımsatmak gerekir. Dolayısıyla da, sö­mürge bilimlerinin, şeriat süzgecinden süzülerek İslâmlaştırılması sözkonusudur.
Saidi Nursi'nin dediği gibi, "Müslümanlar indinde din ve milliyet bizzat müttehittir. ... Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur." (Hutbe-i Şamiye, s. 69.) "Hakiki milliyetimizin esası, ruhu İslâmiyet’tir." (s. 59.) "Milletimiz de yalnız İslâmiyet’tir." (Hutbe-i Şamiye, s. 97.)
Prof. Canan'ın yorumuyla yukarda Saidi Nursi'den akta­rılan pasajı, bir kez de, Nursi'nin kendi sözleriyle yineleye­lim: "Zahiren hariçten cereyan eden (gelen) maarif-i cedidenin bir mecrası da, bir kısım ehl-i medrese olmalı. Ta gıll u gışdan tasaffi etsin (durulsun). Zira bulanıklığıyla başka mecradan taaffün ile gelmiş. Ve atalet bataklığından neşet ve istibdat sümûmu ile teneffüs eden zulmu tazyiki ile ezilen efkâra bu müteaffin su, bazı aksülamel yaptığından misfat-ı şeriat ile (şeriat süzgeci) süzdürmek zaruridir. Bu da ehl-i medresenin duş-u himmetine muhavveldir." (Asar-ı Bediyye, s. 378> Canan, s. 152.)
Günümüz diline şöyle çevrilebilir: "Dışardan gelen yeni eğitimin bir yanı/yolu, medrese âlimlerinden olmalı. Böylece hile ve kinden arınmalı. Çünkü çürüyüp kokmuş bir başka yoldan/yataktan bulanık olarak gelmiştir. Ve tembellik/ hareketsizlik bataklığından kaynayan bir baskı altında solu­nan, zulmün zoruyla ezilen halkın tepkisine neden olan bu kokuşmuş suyu, şeriat süzgeci ile süzdürmek zorunludur. Bu da medrese âlimlerinin verecekleri çabaya bağlıdır."
Saidi Nursi'nin çocukluğu döneminde eğitiminden geçtiği Kuran öğrenimini esas alan tekke eğitimi, gençliğinde dinbilimleri (medrese bilimleri) öğrenimini esas alan medrese eğitimi, gene Bitlis ve Van'da gözlemlediği ve Tanzimattan sonra açılmış olan modern ya da laik okullar (mektepler), tanıdığı eğitim kurumlarıydı. Dinsel eğitim kurumlan ola­rak tekke ve medreseler, bölgede daha çok kadiri tarikatının ve kadiri tarikatının yerini almaya başlayan Nakşibendi tari­katının (Halidiye kolu) etkisindeydi; ve genellikle giderleri vakıf gelirlerinden, öğrencilerden ve halktan karşılanıyordu. Tanzimatla birlikte açılmaya başlamış bulunan ve modern/ bilimsel eğitimin yapıldığı okul/mektep ise, devlet tarafından açılıyor, giderleri devlet tarafından karşılanıyordu. Bu okul­lar genel eğitim amacının yanısıra, ilkin orduda başlayan, gi­derek yönetsel ve yargısal yenileşme/modernleşme devinimi­nin kadrolarını yetiştirmeyi amaçlıyordu. Okuma-yazma bil­meyen kadroların, harita tanımayan yöneticilerin yerini, yani tekke ve medrese eğitimi görmüş olanların yerini, okul­lardan yetişenler almaya başlayacak, bu aynı zamanda, "dini bilimler" ile "felsefi bilimler" arasında anlaşmazlığa (ihtila­fa), "medrese-tekke mezunları ile mektep mezunları arasın­da" bir çatışmaya (Mardin, s. 131; Başgöz, Wilson, s. 42) ne­den olacaktır. Saidi Nursi, bu anlaşmazlığı gidermek ve çatışmayı önlemek, "mekteplileri dinsiz olmaktan, medreselile­ri de taassuptan kurtarmak" amacıyla "Padişah" ile görüşmek için, 1899'da Van'dan İstanbul'a gidecektir. (Şahiner, s. 88.) Bir amacı da, Erzurum'da ya da Van'da "Camiül Ezher'e eş olacak bir medrese kurulmasını Padişah'tan iste­mektir. "Medresetü-z-Zehra" adını verdiği bu medreseyi (siz "Fatih Üniversitesini diye okuyunuz) Fethullah Gülen, "ide­al talebenin yetişeceği" bir "kompleks" olarak nitelemekte ve bunun "büyük bir bölümünün mektep, bir kısmının medrese, bir köşesinin de zaviye şeklinde dizayn edileceği"ni yazmak­tadır. (M. Fethullah, "Takriz", Canan, s. 26.)
Bunu biraz daha açmaya çalışalım:
(4)
Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İbrahim Canan'ın İslâm Aleminin Ana Meselelerine Bediüzzaman 'dan Çözümler kitabına "M. Fethullah" imzasıyla yaz­dığı "Takriz"de, Gülen, "ideal talebe"yi, "kalp ve kafa bütün­lüğüyle karikatürize eden" (okur "karakterize eden" olarak okumalı) Saidi Nursi'nin düşüncesinin, dini eğitim gören (Kuran Kursu, İmam Hatip Okulu) öğrencilerin bilimsel eği­tim görmeleri çabasıyla uygulamaya koymuş, ama bunun, laik okulları dinin egemenliği altına almaya yetmediğini, özellikle de üniversitelerin materyalist ve bu anlamda laik kimliğini dinin denetimi altına almakta yetersiz kaldığını görmüştür.
Bediüzzaman'dan Çözümler'e yazdığı "Takriz"de, Gülen, Saidi Nursi'nin, "Vicdanın ziyası ulüm-ı diniyedir (vicdanın ışığı din bilimleridir). Aklın nuru fînun-u medeniyedir (aklın ışığı din bilimleridir). Ve o iki cenahla talebenin himmeti pervaz eder (bu iki yönle, öğrenci uçmaya başlar). İftirak et­tikleri vakit birincisinden taassup, İkincisinden hile, şüphe tevellüd eder (ayrıldıkları zaman birincisinden (dinden) taas­sup, İkincisinden (medeni bilimlerden) hile, kuşku doğar)." sözlerini aktararak, din ve bilimi bir arada, birlikte edinecek olan bu ideal öğrencinin yetişeceği okulun, "Camiü'l Ezher'e eş olan Medresetü-z-Zehra" olduğunu vurgularken, bu görüş­lerin, eski Said'in görüşleri olduğunu, yeni Said'in, bir kana­dı bilim ve bir kanadı din olan ve bunun için de "pervaz eden" öğrencinin bir kanadını ("bilim" olan kanadını) kırıp attığını gizler. Ama, eski Said'in görüşünün şemsiyesi altın­da uygulanan eğitim sistemi, özünde yeni Said'in bilimi, bi­limle birlikte aklı, maddi felsefeyi yadsıyan, bilimin dinin de­netimi altına alındığı ve köleleştirildiği bir eğitim sistemidir. Şimdi sorun, bu sistemi, üniversiteye taşıma sorunudur.
Saidi Nursi, 19. yüzyılın sonlarında İstanbul'a geldiğin­de, yaygın söylentiye göre, Erzurum'da ya da Van gölü kıyı­sında Kahire'deki Ezher Üniversitesine benzer bir üniversi­tenin, "Medresetü-z-Zehra"nın kurulmasını istemiş, hatta bu isteğini, Kasım 1922'de geldiği Ankara'da dile getirmiş, bir söylentiye göre de, Büyük Millet Meclisinden belirli bir öde­nek ayrılması için karar da çıkmıştı. Ama sorun, bu "Medresetü-z-Zehra"nın niteliğidir. Fethullah Gülen, "tasavvur ve teklif edilen bu medresede yeni ilimlerle medrese ilimlerinin içiçe" olduğunu yazar. "Bu mektepte, yöre halkının genel du­rumuna göre Arapça, Türkçe ve Kürtçe en uygun konumda­dır. ... Bu kompleksin büyük bir bölümü mektep, bir kısmı medrese, bir köşesi de zaviye şeklinde dizayn edilecektir." (M. Fethullah, "Takriz (2)", Bediüzzaman'dan Çözümler, s. 26.)
"Mektep", Saidi Nursi'nin "din" dersleri konmasını öner­diği laik okullardır; "medrese", din eğitimi yapan ama "fenlerin okutulacağı" eskinin medreseleri bugünün imam-hatip okullarıdır. "Zaviye", üniversite olarak tasarlanan "Medresetü-z Zehra" kompleksinin "bir köşesi", rektöre tekabül eden, ama postu üstünde tespih çeken şeyh hazretlerinin küçük tekkesidir.
Prof. Dr. İbrahim Canan, Bediüzzaman'ın ittifaka (birli­ğe, birleşmeye) çağırdığı yedi konu/başlık arasında, "mek­tep", "medrese" ve"tekke"lerin ittifakına yer verir. "Ehl-i medrese ve ehl-i mekteb ve ehl-i tekyenin" fikir ve niteliği bakımından birbirine karşıt ("tebayün-ü efkar ve tehaluf-ü meşarib") olduğunu ileri süren Saidi Nursi (Cenan, s. 151 <Divan-ı Harbiye, s. 80; Asar-ı Bediyye, s. 327, 355, Munazarat, s. 132), "mekteplere yeniden din dersleri konulmasını, medrese eğitim programlarına bilim üzerine araştırmaların eklenmesini ve yetkin ulemanın tekkelere sokulmasını" "ya­ratıcılığı geri getirmenin tek yolu olarak görüyordu". (Mar­din, s. 133.)
(5)
Malmisanij, Saidi Nursi'nin kendisinin, doğumundan 1926 Şubatında Barla'da Nur Risalelerini telife başladığı 53 yaşma kadar olan devresini, "eski Said" devresi olarak nite­lediğini, yeni Said döneminin, 1949'da sona erdiğini ve bu ta­rihten sonra, "üçüncü Said" döneminin başladığını yazar. Kimi takipçileri de, üçüncü Said dönemini, 1953'te başlatır.
Malmisanij'in değerlendirmelerine göre, "eski Said" evre­si, "toplumsal yaşamla ilgilenen, siyaset yoluyla dine ve va­tana hizmet eden" evresidir. Barla'da Risale-i Nur'ları telife başladığı dönemle birlikte başlayacak olan "yeni Said" evre­sinde, Saidi Nursi, siyasetten elini çekecek, kendisini, "ima­nımızı kurtarmaya" adayacaktır. 1949 ya da 1953, yani "si­yasileri irşad tarikiyle, onlara doğru yolu göstermek ve onla­rı dine hizmetkar yapmak için çalışmaya başladığı evre", kendi tabiriyle "üçüncü Said" evresinin başlangıcıdır. (Mal­misanij, Said-i Nursi ve Kürt Sorunu, Doz Yayınları, İstanbul 1991, s. 21-24.)
Üçüncü döneminde Saidi Nursi, politikanın içinde ola­cak, Cumhuriyet Halk Partisine karşı Demokrat Partiyi (Bayar-Menderes iktidarını) destekleyecektir.
Saidi Nursi'de keskinleşen din ile bilim karşıtlığı, şeriat ile laiklik karşıtlığı, "siyasileri dine hizmetkâr yapmak için çalışmaya başlayacağı" üçüncü evresinde, bağımsızlıkçı ve ulusalcı ilerici ve devrimci politikalar ile emperyalist sisteme bağlanan gerici, karşı-devrimci politikalar arasındaki karşıt­lığa taşınacaktır. Bu da, perspektifine, ve bu da kapitalist/ emperyalist dünya sistemi ile sosyalist dünya sistemi arasın­daki çatışma perspektifine taşınacak, somut sonuçları bakı­mından da, içerde siyasal iktidara (Bayar-Menderes'in De­mokrat Parti iktidarına) ve dışarda emperyalist sistemin temsilcilerine (ABD'ye) gönüllü "destek veren" Saidi Nursi'den, Bayar-Menderes gericiliği iç politika için, ABD basını ve yönetimi "komünizme ve bolşevizme" karşı iç ve dış politi­ka için yararlanmakta gecikmeyeceklerdir.
14 Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Parti iktidara gel­diği zaman, Saidi Nursi'nin, cumhurbaşkanı seçilen Celal Bayar'a "Cenabı Hakkın İslâmiyet, vatan ve millet hizmetin­de muvaffak eylemesini" dileyen bir telgraf çekmesi, Bayar'ın telgrafa teşekkür eden yanıtı, Demokrat Parti ile Sai­di Nursi arasında bir yaklaşmanın da başlangıcı olacaktır.
Saidi Nursi, "Nur talebeleri"nin,"milletin dini hürriyeti­ne nail olacağı kanaatiyle Demokrat Partiye müzahir (yar­dım eden, taraf çıkan) olduğu" için "partimizin" dediği DP'nin seçimlerde iktidara gelmesine "birkaç milyonluk ço­ğunluğu ile en büyük bir amil olduğunu" söylemesi, DP ile CHP arasında, hem Saidi Nursi tartışmasına ve hem de "la­iklik" ile "irtica" tartışmasına neden olacaktır.
Takipçilerinin anlattığına göre, ölümünden (23 Mart 1960) birkaç gün önce (20 Mart) Urfa'ya giderken, yolda, "ta­lebelerine" "Evlatlarım! Risale-i Nur, dinsizlerin, komünist­lerin, masonların belini kırmıştır." (Şahiner, 438) sözleriyle, Demokrat Parti karşısında 1954'te olduğu gibi 1957'de de ge­nel seçimleri az oy farkıyla, ama çok sayıda milletvekili far­kıyla kaybeden Cumhuriyet Halk Partisi odağında somutla­şan "kemalizmin pozitivitist felsefi temelleri"ni oluşturan la­ikliği ve materyalist eğitimi, dinsizlik, komünistlik ve siyonistlik olarak nitelediği açıktı. Çünkü, Türkiye'de, açık ve kitlesel anlamda sosyalist-devrimci gençlik hareketi, 27 Ma­yıs 1960'tan sonra, 1961 Anayasasının getireceği (sınırlı) öz­gürlük ortamında açılıp boy verecekti. 27 Mayıs öncesi, Tür­kiye'de ilerici-gerici çatışması, (basın özgürlüğü, radyonun tarafsızlığı, üniversite özerkliği gibi) küçük-burjuva demok­ratik özgürlükler ekseninde yoğunlaşmıştı. Özgürleşme ek­seninde, daha önce kazanılmış demokratik haklar kısıtlan­maya ve baskı altına alınmaya başladığı, ülkeyi siyasal bu­nalıma ve tam bir kargaşaya sürüklediği bir ortamda, Saidi Nursi, ülkeyi bunalıma ve kargaşaya sürükleyen DP'nin ikti­dar olmasında Nurcuların belirleyici rolünün bulunduğunu ileri sürüyor, ve bunu "dinsizliğin, komünizmin, siyonizmin belini kırmak" olarak niteliyordu.
Fahri Kurtuluş, Meclis Kitaplığına armağan ettiği Dr. Neda Armener'in "Nurculuk" kitabında Saidi Nursi'nin De­mokrat Partiyi desteklediğine ilişkin pasajda "Menderes"in adının geçmesi nedeniyle (s. 35) ve elyazısıyla düştüğü notta şunları yazmış: "Menderes maalesef gidip Saidi Nursi'nin elini öpmüş ve seçimlerde yardım istemişti." Emirdağ'da, 19 Ekim 1958'de, Saidi Nursi, Başbakan Menderes'i, yeşil bay­rakla karşılamıştı. (Çetin Özek, s. 286.) Geçeceği yol üzerin­de, yüksekçe bir yerde, yeşil bayrakla Menderes'i bekleyen fotoğrafı bulunmakla birlikte, DP'nin yayın organı Zafer ga­zetesinde (20 Ekim 1958) Emirdağ'da Menderes'in yaptığı konuşmasına uzunca yer verilmekte, ama Saidi Nursi'den sözedilmemektedir. Şahiner, Saidi Nursi'nin Emirdağ'a gele­cek olan Menderes'i karşılamaya çıktığını, ama Menderes'in gecikmesi üzerine evine döndüğünü yazar. Demokrat Parti İlçe Başkanı Hamza Emek'in anlattığına göre, "İşte Bediüzzaman hazretleri burada oturmaktadır" denmesi üzerine, Menderes, binanın penceresine dönerek tekrar tekrar selam verir, bu arada Nursi'nin yanında bulunan talebesi Hüsnü Bayram'ın anlattığına göre de, camın gerisinde duran Nursi, Menderes'in selamını alır. (Şahiner, s. 420.)
Şahiner, Bediüzzaman Said Nursi (12. baskı, 1996) kita­bında, Başbakan Menderes'in Nur Risalelerinin basımı için DP İsparta milletvekili Tahsin Tola'yı görevlendirdiğini, Di­yanet Başkanı ile görüşerek kitapların derhal basılmasını söylediğini yazar. Ama Menderes'in müsteşarı Salih Korur'un bunu önlediği belirtilir. (Şahiner, s. 414-415.) Ne var ki, kitaplar Menderes'in başbakan olarak sağlayacağı mali destek ile basılmaya başlanacaktır.
Saidi Nursi'nin talebesi Bayram Yüksel, 27 Ekim 1957 seçimlerinde, Nursi'nin, Isparta’da Bey Camiindeki sandıkta Demokrat Partiye oy verdiğini açıklayacaktır. (Şahiner, s. 415.)
Yapıldığı kanıtlanmamış bulunan "Ankara Üniversite­sinde Verilen Konferans"ta, Saidi Nursi, "Nur talebelerinin istibdadı izale edeceği ve mübarek milletin dini hürriyetine nail olacağı kanaatiyle Demokrat Partiye müzahir olduğu­nu", "partimiz" olarak nitelediği Demokrat Partinin iktidara gelmesine de, "birkaç milyonluk çoğunluğu ile Nur talebele­rinin en büyük amil olduğunu" ileri sürecektir. (Neda Armener, s. 35.)
Saidi Nursi'nin son aylan ile Demokrat Partinin son ay­lan birbiriyle örtüşür. Nursi, 30 Aralık 1959'da Ankara'ya gelecek, 1 Ocak 1960'ta İstanbul'da Piyer Loti Otelinde kala­caktır. Demokrat Partili üç milletvekilinin daveti üzerine İs­tanbul'a gelen Nursi, 3 Ocak 1960'ta Ankara'ya dönmüş, 6 Ocakta da Konya'ya giderek Mevlana Türbesini ziyaret et­miş ve aynı gün İsparta'ya geçmişti.
30 Aralıkta "Isparta 2001 plakalı hususi" otomobille An­kara'ya gelişine ilişkin Cumhuriyet'in haberinde, Nursi'yi, Yozgat, Konya ve Erzurum Demokrat Partili beş milletveki­linin ziyaret ettiği, "bugün de" (31 Aralık 1959) "Saidi Nursi"yi ziyaret etmek isteyenler arasında hava astsubaylarının da bulunmasının dikkat çektiği belirtiliyordu.
Saidi Nursi'nin İstanbul'dan ayrılışım yedi sütuna man­şetten veren Tercüman'ın (3 Ocak 1960) haber başlıkları, or­tamı duyumsatması açısından önemli: "Konya'daki bir cami­de uluorta konuşan bir Nurcu tevkif edildi"; "Said-i Nursi dün İstanbul'dan ayrıldı"; "Bazı Nurcular, fotoğraf çekmek isteyen gazetecileri dövmeye kalkıştılar"; "İstanbul'da Nursi'yi ziyarete giden Nurcular tespit edildi.": "Adliye vekili, Saidi Nursi hakkında Ankara Savcılığı tarafından tahkikat yapıldığını söyledi".
Ankara'ya gelişinde (30 Aralık 1959), Saidi Nursi, kendi­siyle görüşen Mete Akyol'a, "komünizme karşı gençlerin ala­ka duymaları maksadıyla Risale-i Nur'un neşrine çalıştığını" söyleyecektir. (Milliyet, 31 Aralık 1959.) 5 Ocak (1960) tarih­li gazetelerde de Time'ın Ankara muhabirinin Saidi Nursi'yle uzun ve ayrıntılı bir görüşme yaptığı haberi yer alacak­tır.
CHP lideri İsmet İnönü'nün, Gaziantep merkez ilçe kong­resine İstanbul'dan gönderdiği ve "Bediüzzaman"ın ''seçim mekanizmasında kendisine düşen vazifeyi yapmaya başladı­ğını" söylediği mesajın yayınlandığı Yeni Sabah'ta (8 Ocak 1960), "Nurcuların tahliye talebi reddedildi" başlıklı haberin altında Time ile yapılan görüşmeye ilişkin kısa bir bilgi de vardı:
"Konya, 7 İki gün önce Ankara'dan şehrimize gelen Nursi'nin Time muhabiri ile görüştüğünü bildirmiştim. Saidi Nursi şehrimiz İmam Hatip Okulunda öğretmen olan karde­şinin evinde kendisini ziyaret eden 4 Nurcuya bu röportaj hakkında malumat vermiştir. Bir Nurcu, röportaj hakkında şöyle demiştir: "Üstad, Time muhabirine bu röportajında en mühim olarak şunları söylemiştir: Dünyadaki komünizm ve siyonizm tehlikesine karşı Müslümanlık âlemi de Hıristiyan­lık âlemi de birleşeceklerdir. Müslümanlarla Hıristiyanlar birleşince komünizm ve siyonizm tehlikesi de ortadan kalka­caktır." (Yeni Sabah, 8 Ocak 1960.)
Başbakan Menderes ise, "Bediüzzaman'ın seçim vazifesi yaptığını" söyleyen ve "seçim mücadelesini açıyoruz" diyen İsmet İnönü'ye verdiği yanıtta, "Bu yeni savaşın adı"nın "la­iklik ve irtica mücadelesi" konacağını söyleyecektir. "Laiklik bir silah, irtica ise bir tehdit olarak kullanılacak, ve memle­ket ileri unsurlar, geri unsurlar diye ikiye bölünecek. (...)" "Laikliğin din düşmanlığı olmadığını" "uzaktan yakından vicdani inanışlara karşı hiçbir mücadeleyi tecviz etmediğini" "aksine vicdanlar üzerinde her çeşitten tazyik ve müdahale sayılabilecek hareket ve teşebbüsleri önlemeyi emreden bir prensip olduğunu" belirten Menderes, "Müslüman Türk vic­danı üzerinde yapılan tazyikleri kaldırmayı gaye edin­diklerini, "vicdani inanışlarından dolayı vatandaşların hiç­bir korku ve tehdidin altında bulundurulmayacakları fikrini müdafaa" ettiklerini söyler. "Vicdanlar hürdür, serbesttir, vicdani inanışlar muhteremdir." ("Başbakan, Seçim yaklaştı diyor", Vatan, 17 Ocak 1960.)
Saidi Nursi ile özel olarak "Başbakanlık"ta görüşen, ken­disine yeni model bir otomobil armağan eden, Saidi Nursi'nin yeşil bayrakla karşılayacağı Emirdağ'ı ziyaret eden (19 Ekim 1958), Risale-i Nur'ların basımı için Diyanet başkanlı­ğına talimat veren, basımı için Demokrat Partinin finansma­nını sağlayan (Şahiner, s. 414-415) Başbakan Menderes'in, iktidarının onuncu yılında, bu sözleriyle, "laikliğin din düş­manlığı" olarak algılandığını, CHP iktidarı döneminde "müslüman Türk vicdanı üzerinde tazyikler yapıldığını", "vicdani inanışından dolayı vatandaşların korku ve tehdit altında bu­lunduğunu" negatif olarak duyurmak istediği açıktı.
Saidi Nursi adı, "müslüman Türk vicdanı üzerinde baskı­ların, "vicdani inanışından dolayı vatandaşların korku ve tehdit altında bulunduğu”nu odaklayan simgesel addı ve "la­iklik ve irtica" tartışması da, Saidi Nursi'nin, İnönü'nün söz­leriyle "seçim vazifesi yapması" nedeniyle gündeme gelmişti. Tartışmanın adının "laiklik ve din" değil de, "laiklik ve irti­ca" olarak belirtilmiş olması da, "baskının "din"e değil, "irtica"ya yönelik olduğunu açıklıyordu.
Saidi Nursi'nin sürgünlüğü de dini nedenlerle değildi. "Şark İsyanının son günlerinde, Van'dan nüfuzlu şeyh ve ağaların isyanla ilgileri olmadığı halde emniyet mülahaza­sıyla birer ikişer Garbi Anadolu'ya nefeyedilmeleri" sırasın­da, Saidi Nursi de, Van'da kaldığı mağaradan alınarak Kara­deniz üzerinden İstanbul'a, ordan Burdur'a ve Barla'ya geti­rilmişti. "Bu biçare Said, Van'dan ders-i hakaik-i Kur'aniye ile meşgul olduğum miktarca, Şeyh Said zamanında vesvese­li hükümet hiçbir cihetle bana ilişmedi. Vakta ki (...) Erek Dağında harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit se­bepsiz beni aldılar, nefyettiler. Burdur'a getirildim. O vakit menfilere çok dikkat ediliyordu. Her akşam isbat-ı vücud et­mekle mükellef oldukları halde, (hizmet-i Kur'aniyede bu­lunduğum miktarca) ben ve halis talebelerim müstesna kal­dık — ben hiçbir vakit isbat-ı vücuda gitmedim. Hükümeti tanımadım." (Şahiner, s. 277.) Kısacası, Saidi Nursi'nin din nedeniyle, dini inançları nedeniyle baskılandığı, laiklik düş­manları tarafından uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildi.
(6)
Yargıtay Başkanı İmran Öktem, Adli Yılın açılışı dolayı­sıyla yaptığı açış konuşmasını (1966), Saidi Nursi'ye ayırmış, Ceza Genel Kurulunun Risale-i Nur'lar hakkında verdiği ka­rarı açıklamıştı. Yargıtay Başkanı Öktem'in konuşmasını, salonda bulunanların çoğunluğu ayakta alkışlamış, Başba­kan Süleyman Demirel, oturduğu yerde hareketsiz kalmış, yani Öktem'i alkışlayanlara katılmamıştı. Öktem, konuşma­sında, Saidi Nursi'nin "Türkiye'nin batılılaşmasına, milli şu­urun uyanmasına muhalefet etmek istediğini", "Türkiye'nin kurtarıcısı ve kurucusu Büyük Atatürk'ün inkılaplarım, ha­reketlerini tasvip etmediğini, yazılarıyla onu tahkir ettiğini, reformları durdurmak istediğini" söylemişti. "Kendisi İslâm dini ile bağdaşması mümkün olmayan fikirler ortaya atmış, iddialar ileri sürmüştür. (...) Ona nazaran Atatürk devrimleri dine aykırıdır. Laiklik ile dinsizlik arasında bir fark yok­tur. Reform ancak Hristiyanlıkta mümkündür. Türk reformu, Hristiyan reformunun bir taklidinden ibarettir. İslâmi­yet hiçbir reforma ihtiyaç göstermeyecek kadar mükemmel­dir."
"Onlara göre, diyordu Öktem, Atatürk idaresi dehşetli ahir zamandır. Dinsizlik, komünistlik, ifsat komitelerinin fa­aliyet yıllandır. ... Kemalistler, seviyesiz, anarşist kimseler­dir. Devlet İslâm esaslarına göre kurulmalıdır. Devletin ma­nevi şahsiyetlerinin müslüman olması lazımdır. Müslümanlara Kur'an dışında anayasa lazım değildir. Saidi Nursi, milleyete ve milliyetçilik fikrine düşmandır. Milliyetçilik, İslâm birliğine manidir. Bu yol ile bolşevizm ve sosyalizm karşısın­da mücadele edilemez. Bunlarla ancak İslâm ümmetçiliği mücadele edebilir." ("Nurculuk tehlikeli bir hal almıştır", Ulus, 7 Eylül 1966.)
(7)
Takipçisi Fethullah Gülen gibi "başına şapka koymamış olan", ama başını dolakla sararak dolaşan Saidi Nursi, Ke­mal Atatürk'ü, şapka giydiği için "kafirlik"le yargılamaktay­dı: "Bir adam sabah kalkar, alnında (hâza kâfirun) —bu ka­firdir— yazılmış bulunur, yani Avrupa gibi başına şapka gi­yer ve onu cebren giydirir." (Bkz: Neda Armaner, s. 33.)
Kemal Atatürk'ün doğum tarihi olan "1880"in, "son asır­ların "Tagutı dalalet"inin yani doğru yoldan sapmış bir pu­tun doğumu olduğunu", 1293 (1876)'ün, yani kendi doğum tarihinin (tarih-i veladetinin) "Hz. Kur'an'ın ve O'ndan nebaen eden (kaynayan) Risale-i Nur'un" "Tagutı dalaletin temsil ettiği ruha" "meydan okumasını gösterdiğini" (Tılsımlar, s. 195; Neda Armaner, s. 34) ileri sürer. Bir başka deyişle, Sai­di Nursi, yeni bir puta, Kemal Atatürk'e meydan okumak için kendisinin dünyaya getirilişinin (ana rahmine konuluşu­nun) Kuranın gaybi bilgileri arasında bulunduğunu ileri sü­rer. Her yüzyılda bir Kuran'ı çağma göre yenileyecek bir "müceddid" olarak görevlendirildiğini, geçen yüzyılda Mevlana Halid gibi, bu yüzyılın tam yarısında Kuran'ı yenilemek "müceddid" olarak görevlendirildiğini, geçen yüzyılda Mevlana Halid gibi, bu yüzyılın tam yarısında Kuran'ı yenilemek (müceddid) için görevlendirilerek ana rahmine konduğunu, Kuran'ın "gaybi bilgiler"i arasında bulunduğunu cifir hesa­bıyla kanıtlamaya kalkışır. (Bkz: Turan Dursun, Müslüman­lık ve Nurculuk, Kaynak Yayınları, İstanbul 1996, s. 36.)
Turan Dursun, Saidi Nursi'nin, Zümer, Casiye, Ahkaf su­relerinin başında bulunan "kitabın indirilişi"ndeki "indiriliş" sözcüğünün (cifir hesabıyla) sayı değerinin "Risale-i Nur" adının sayı değerine denk/eşit olduğunu saptayarak, bun­dan, "Risale-i Nur"un "Kur'an semasından ve ayetlerin yıl­dızlarından inmiş" olduğu sonucunu çıkardığını belirtir. Bu nedenle, Saidi Nursi, "Bu ayetlerde, Risale-i Nur'un kendi adına ne zaman yazılacağına cifir yoluyla işaret edildiği"nin ayetlerin "gaybi bilgiler"i arasında bulunduğunu ileri sürer. (Bkz: Turan Dursun, Müslümanlık ve Nurculuk, s. 36.)
Dolayısıyla da, Saidi Nursi'ye göre, "Risale-i Nur doğru­dan doğruya Kur'an'ın malıdır. Ve bu nedenle semavidir. Arzî değildir. Bir mevhibe-i ilahiyedir." (Bkz: Neda Armaner, İslâm Dininden Ayrılan Cereyanlar: Nurculuk, İlahiyat Fa­kültesi Yayınları, Ankara 1964, s. 61.)
Kemalistler, Saidi Nursi'ye göre, "seviyesiz, anarşist kimseler"dir (Münazarat, s. 17). Kemal Atatürk de "islâmın deccali", "süfyan", "İslâm’ın en büyük fitne-i deniyelerinden biridir. (Şualar, s. 258, 372, 374, 263.)
Laik cumhuriyete, laikliği ve modern yaşamı simgeleyen Kemal Atatürk'e ağır karalamalar nedeniyle yargılanmış bu­lunan Saidi Nursi'nin Risale-i Nur'larında yer alan pasajla­rın, dava açılmasını önlemek amacıyla yeni baskılarında çı­kartılarak yayınlandığı biliniyor. Ama Saidi Nursi'nin ve özellikle de "yeni Said"in görüşlerinin temelde ve özünde, akla, bilime, materyalist dünya anlayışına karşı olduğu, so­mutlaştırarak söylersek, laik cumhuriyete, laik eğitime, mo­dern yaşam biçimlerine, bilime, modern bilgiye ve modern eğitime karşı olduğu da biliniyor.
Saidi Nursi, Eskişehir'de yargılanması sırasında, yargı­cın sorusu üzerine, "reisicumhur"u "manasız bir isim ve re­sim" olan cumhuriyeti değil, "her biri hem halife hem reis-i cumhur" olan "Hulefa-yı Raşidin" (ilk dört halife) gibi "hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer'iyyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyeti" benimsediğini, "dindar bir cumhuriyetçi" oldu­ğunu söyler. (Bkz: Şahiner, s. 325.)
Burada, "manasız bir isim" ile laik Cumhuriyeti, "resim" ile Kemal Atatürk'ü imleyerek, kendisinin de "cumhuriyetçi" olmakla birlikte "hem halife, hem de reisicumhur" olan dört halife gibi, ilk halife Ebubekir (Sıddık-ı Ekber) gibi, sağlıkla­rında Peygamber tarafından cennetlik oldukları müjdelenen on büyük kişi (Aşere-i mübeşşereye) gibi, temiz soylular (Sahabe-i Kirame) gibi dindar manada bir cumhuriyetçi olduğu­nu söyleyerek, Cumhuriyete karşıtlığını açıklayacaktır.
(9)
Kasım 1922'de Ankara'ya gelerek Büyük Millet Meclisini yönlendirmeye kalkışmak gibi bir büyüklenmeye kapılacak olan Saidi Nursi, Büyük Millet Meclisinde bir "zındıka" fikri­nin egemen olmaya başladığını gördüğünü ileri sürerek, mil­letvekillerine seslenen Arapça beyannamesinde (19 Ocak 1923) "Şarkı (Doğuyu) akıl ve felsefenin değil", "din ve kalbin ayağa kaldıracağını" bir kez daha yineleyecek, milletvekille­rini namaz kılmaya ve siyasal yönetimi Kuran'm emrini ye­rine getirmeye, "İslâm’ın desatirine inkıyada" çağıracak (Şa­hiner, s. 256), yüz bulamayınca da Ankara'dan ayrılarak Van'a gidecektir.
"Cumhuriyet", evrensel anlamda, feodal sistemin bağrın­da ekonomik anlamda güçlenen ve feodaliteye ağır basan burjuvazinin, burjuvaziyle birlikte oluşmuş ve feodal bağım­lılıklardan yalıtılarak özgür-emek gücü satıcıları durumuna gelmiş işçilerin ve kent ve kır emekçilerinin desteğiyle, soy­sal (aristokratik) ve dinsel (teokratik) feodalitenin siyasal sistemi yerine "ikame" ettiği, yeni sistemin adıdır. Feodal ekonomik sistemden burjuva/kapitalist ekonomik sisteme devrimleşme, mülkiyetin ve sınıfların nitel değişimini dönüşümünü öngörür. Mülkiyetin niteliğindeki değişme, sınıfsal değişmeyle örtüşür. Kapitalist-öncesi sınıfların yerini, kapitalist toplumun sınıflan alır. Yalnızca üretimin biçimi değişmiş olmaz, mülkiyetin niteliğindeki değişmeyle birlikte, üretim ilişkisi de, yani üretilen değerin üreten emekçi ile üretim araçları sahibi arasındaki bölüşümün niteliği de de­ğişmiş olur.
Doğal ki, ekonomik sistemin siyasal sistemde nitel dönü­şümü sağlayacak ölçüde değişmiş olması, toplumsal yapının tümünde eski üretim biçimlerinin, yani kapitalist-öncesi iliş­kilerin yerini yeni ilişkilerin aldığı anlamına gelmez. Bu, do­ğal olarak kapitalist-öncesi ilişkilerin varlığını şu ya da bu biçimde koruduğu yerlerde, bağımlı emekçi, yasal olarak eşitlenmiş, dolayısıyla yasa karşısında nesnel olarak özgür birey olarak tanınmış olmakla birlikte, gerek geleneksel ola­rak, gerek yaşam pratiği içersinde, toprak sahibine, aşireti­ne, aşiret reisine, tarikatına, tekkesine bağımlılığı ölçüsün­de, bağımlılık bağlarıyla bağlı olduğu ölçüde, özgür birey ola­rak kendini gerçekleştiremez.
Birey, toplumsal olarak özgürleştiği ölçüde kendi inan­cında özgürleşir. Bir başka deyişle, dinden özgürleşme dinin özgürleşmesiyle örtüşür. Dinin kendini kabul ettirmeyi da­yattığı yerde, dinin özgürleşmesinden sözedilmeyeceği gibi, toplumsal anlamda dinden özgürleşme de baskı altında de­mektir. Laiklik, dinden özgürleşmeyi baskılayanları baskıla­dığı için, dinden özgürleşmeyi baskılayanlar, baskılamaları­nın engellenmesini "zulüm" olarak nitelemişlerdir.
Burjuva toplumda, burjuva toplumun sınıfları giderek belirleyici olmaya başladığı zaman, burjuvazi ile feodalite arasındaki savaşımın yerini, burjuvazi ile işçi sınıfı arasın­daki savaşım almaya başlar. Emperyalizmin dünya sistemi­ne dönüşmesiyle de ulusal bir hareketin ilerici ya da gerici niteliği, emperyalizmi zayıflatması ya da güçlendirmesiyle belirlenmeye başlanır.
Burjuvalaşma, uluslaşmanın temelini oluşturur. Eski ve birbirinden yalıtık geleneksel ekonomik birimler, sanayi ser­mayesinin ülke ölçeğinde yaygınlaşması ölçüsünde, sanayi merkezleriyle karşılıklı bağlanmaya ve dolayısıyla birbirleriyle ilişkilerini geliştirmeye, tek bir ekonomik birimin par­çaları haline gelmeye başlar. Bu süreç, aynı zamanda ulus­laşma süreciyle örtüşür.
Uluslaşma, Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, çok uluslu devletlerde ezen ulus ile ezilen uluslar arasındaki sa­vaşımlara da başlangıç oluşturur. Ekim Devrimi, ulusal kur­tuluş savaşlarının niteliğini değiştirmiş, ulusal bir hareketin ilerici ya da gerici niteliği, emperyalizmi zayıflatması ya da güçlendirmesiyle belirlenmeye başlamıştır. Sömürgeci işgale karşı, ve özellikle de emperyalist bağımlılığa karşı, kurtuluş ve bağımsızlık savaşları, uluslaşmanın sınıfsal niteliğini ol­duğu kadar, demokratikleşmenin de sınıfsal niteliğini belirler.
Ulusal ölçekte, sanayi ile tarım arasında ve kent ile kır arasında olduğu gibi, geleneksel ilişkilerin ağır bastığı, özel­likle feodal bağımlılığın varlığını koruduğu bölgelerin yay­gınlığı ölçüsünde, burjuvazi ile işçi sınıfı arasında giderek kendini açığa vuran çelişki, feodaller ile bağımlı emekçiler arasındaki çelişki ile de çaprazlaşır.
Uluslaşma ve demokratikleşme, kapitalist-öncesi egemen sınıfların olduğu kadar, kendi sınıfının bilincinde olmayan geleneksel emekçilerin de engeliyle karşılaşır. Feodal siste­me karşı savaşımın öncülüğünü yapmış olan burjuvazi, bu süreçte, gerici sınıf ve katmanlarla (feodallerle de) bağlaşma (ittifak) arayışına girebilir. Sömürgeci işgale ve emperyalist bağımlılığa karşı ulusal bağımsızlık devinimleri, ulusal ba­ğımsızlığın özgül özelliğine göre, kendi sınıfsal bağlaşıklıkla­rını oluşturduğu gibi, karşıt bağlaşıklıkların oluşmasına da ortam hazırlar.
Ulusal Kurtuluş Savaşı, "ulusallığı temsil ettiği ölçüde, ulus-öncesi siyasal yapılanmalar olan teokratik-feodal siste­me, yani Saraya ve Hilafete karşı bir savaş olduğu gibi, "bağımsız"lığı temsil ettiği ölçüde de, sömürgeci ve emperyalist amaçlarla yurdu işgale yönelen güçlere karşı bir savaştı. Yu­nanlıları Batı Anadolu'yu işgale yönelten İngiltere, İngiltere ile birlikte Sevr Andlaşmasını hazırlamış bulunan Fransa ve İtalya, Sarayın İstanbul'da kalmasına karşılık, sarayı ve Ha­lifeyi, saraya ve halifeye bağlı din adamlarını ayaklandırma­ya yöneltmişti. Kurtuluş Savaşı, bağımsızlık savaşı olarak, Anadolu'yu işgale yöneltilen Yunan'a karşı, ve ulusal savaş olarak feodal ve teokratik sisteme (saraya ve hilafete) karşı bir savaştı. Bu nedenle de cephede Yunan ordusuna karşı sa­vaşırken, cephe içinde ve gerisinde, "Kongra"ya ve "Kongracilara karşı, "Şeriat" için ayaklandırılan halka karşı da sa­vaşmak zorunda kalacaktı. "Bkz: Muzaffer İlhan Erdost, "Ana: Gülhanım", Bir Fotoğrafa Altyazı, Onur Yayınlan, An­kara 1991, s. 116.)
Ulusal Kurtuluş Savaşının, Yunanlılara karşı kazanımlarını, "Kur'an'ı düşmanın hücumundan kurtarmak" olarak niteleyen Saidi Nursi, Büyük Millet Meclisinin ve Ankara hükümetinin, "akıl ve felsefe" ile değil "İslâmiyetin desatirine inkıyad" ile, "din ve kalb" ile başarıya ulaşacağını söyler­ken, Kurtuluş Savaşının, "ulusal" niteliğini anlamaktan yok­sun olduğunu ortaya koyduğu gibi, bunun yeni bir sınıfsal it­tifakın savaşı olduğunu, ve bu yeni sınıfsal ittifakın yeni bir sistem oluşturmasının "olmazsa olmaz" sonucu olduğunu da doğal ki anlayamazdı. Bunun gibi, burjuva toplumun yaygın­laşması ve yoğunlaşması ölçüsünde, emekçi sınıf ve katman­ların, egemen sınıfı oluşturan sermayenin kârını olduğu ka­dar, rant ve faizleri de kendisine maledinen burjuvaziye kar­şı, demokratikleşme ve özgürleşme savaşımı verdiğinin bilgi­sine sahip olmadığı ve bunun bilincinde olmadığı için, emekçi sınıf ve katmanların demokratikleşme savaşımını, dinsizlerin, kemalistlerin, sosyalistlerin, anarşistlerin savaşı olarak algılar. Özellikle geleneksel, kapitalist-öncesi bağımlı­lık ortamında bulunan kişileri, kendisine bağımlılaştırarak, kır ve kent emekçilerini, demokratik haklarını arayan emek­çilere karşı çıkanr. Bununla da kalmaz, emekçi sınıf ve kat­manların karşılarına aldığı, emperyalist gericiliğin saflarını, emekçi kitleyle doldurur.
Şeyhülislâmın ulusal kurtuluşcuları öldürmenin İslâm’ın şartı olduğunu söyleyen fetvasına karşı çıkan Saidi Nursi, ulusal kurtuluş savaşı verenlerin din için savaşmadığını, di­nin ve halifenin ulusal kurtuluş savaşçılarına karşı dinine bağlı emekçi halkı ayaklandırmış olmasından çıkarmak iste­miyor. Yunanlılara karşı zafer kazanmış olanların İslâm’ın kuvvetiyle bu savaşı kazandıklarını, ilerlemek için hilafetin ve şeriatın egemen olmasını öneriyor. Yani savaşın ulusal ve sınıfsal özünü kavramadığı gibi, Büyük Millet Meclisinin ulusal-sınıfsal niteliğini anlayamıyor. Cumhuriyetle birlikte, bağımsız Türkiye Cumhuriyetinin ilerlemesini, "maalesef”, "maatesüf” olarak niteleyen Nursi, bu ilerlemeyi, "dinsizlik" ve "komünistlik" olarak, bağımsızlığı, İslâm’ın ırklara göre ayrılması olarak niteleyerek, kırk yıldır ülkede dini kullana­rak faşist cinayetlerin mimarı olan "Küre-i Arz'in en güçlü devletini İslâm’ın kurtarıcısı olarak kucaklamakla kalmıyor, Balkanlar'dan, Kafkaslar'dan Orta Asya Türk cumhuriyetle­rine değin yayılan coğrafya'da, ABD'nin emperyalist/faşist politikalarına, Türkiye'yi alet etmek için dini kullanmaları­nın da olanağını sağlıyor.
(10)
Saidi Nursi'yi ve takipçisi Nurcuları, bilimi, modern bilgi­yi ve modern eğitimi geleneksel olarak benimsediklerini ya­zan Paul Henze, klasik Atatürkçü ilkelerin başında saydığı "laiklik"in, öteki Atatürkçü ilkeler gibi eskidiğini ileri sürer­ken, Türk cumhuriyetlerde Türkiye'nin benimsenmesinin esas nedeninin "Türk İslâm’ında dikkate değer modern akımlar" olduğunu söyler: "Eski Sovyetler Birliği'nin Müslüman halklarına Türkiye'nin çekici görünmesinin, "bir ölçüde or­tak kan, dil ve geleneklerden kaynaklanmakla birlikte, esas gücünü, Türkiye'nin İslâm’ı, modernleşmeyi ve batılılaşmayı, maharetle uzlaştırmış, başarılı bir ülke olmasından alır." (Turkey's, s. 7.) Henze arkasından ekleyecektir: "Türk İslâm’ında dikkate değer ölçüde modern akımlar ve modernizmi daha ileri götürme potansiyeli bulunmaktadır." "Modern akımlar"a ve "modernizmi daha ileri götürme potansiyeline örnek olarak da, hemen yukarda İmran Öktem'in konuşma­sından da aktardığımız gibi, Türkiye'nin modernleşmesine ve batılılaşmasına, var güçleriyle karşı çıkmış olan Nurcular ve Nakşibendiler gösterilir.
Nurcuların ve Nakşibendilerin modern ve aydınlamacı ol­duğunu ileri süren Paul Henze'nin, aynı zamanda, Orta Asya ülkelerinde, özellikle de Türk cumhuriyetlerde, kirlen­me olarak nitelediği materyalizme ve çürümeye karşı panze­hir görevi yaptığını ileri sürdüğü Suud kökenli vahabi dokt­rinlere ve toplumun ilerici kesimlerinden destek gördüğünü, ekonomik ve toplumsal konulara son derece modem yaklaş­tığını söylediği sufi tarikatlara vurgulama yapmış olmasına karşın, bu ülkelerin laik kimliğini gözardı etmiş olması, ister istemez sorunları çoğaltıyor.
"Orta Asya devletleri nüfusunun yüzde 70'inin etnik ola­rak Türk olduğunu ve Türk dilini konuştuğunu" vurgulayan Mutahir Ahmed ise, Orta Asya'nın politik İslâm’dan etkilen­meyecek birçok neden arasında, "ilk olarak, bu devletlerin, kültür düzeylerinin çok yüksek olduğunu ve komünist yöne­tim sırasında laikliği benimsediklerini" yazacaktır. (Mutahir Ahmed, "Radikal İslâm ve Orta Asya", Avrasya Etüdleri, c. 1, Sayı: 3, Sonbahar 1991, s. 59, 61.)
Brzezinski, "global bir İslâmcılığın olmadığını" ve "Laik Orta Asya" ile, şeriatçı Suudi Arabistan, militarist Pakistan, ılımlı Fas ve Batı yanlısı Mısır arasında ortak bir İslâm anla­yışı bulunmadığını belirtirken (Le Nouvel Observateur, 15-21 Ocak 1998; Hepileri, Şubat 1998, sayı 11, s. 30) Orta Asya ül­kelerinin laik kimliğini ABD yönetiminin bildiğini de açıkla­mış olur.
Uluslararası Stratejik Etüdler Merkezinden Brad Roberts’a göre de, "soğuk savaş döneminde, uluslararası ilişki­lerde laikliğin oluşturduğu yapay denge"ye karşılık, şimdi, dinin rolü daha görünür duruma gelmiştir. (Cumhuriyet, 7 Mart 1990.)
Fuller ise, "İslâmi hareketin önündeki en büyük görevin inançların çağa uyarlanması olduğunu", "din siyasete so­yununca gerçekçi ödünler vermek" ve "laiklik ile barışmak" durumunda bulunduğunu söyler: "Bazı İslâmi hareketler çok tehlikeli ve radikal, bazıları da reformist ve liberal. İşte ge­liştirilmesi asıl cazip olan bu." (Cumhuriyet, 26 Şubat 1990.)
Henze ise, daha önce de belirtildiği gibi, "aralarında poli­tikacılar ve işadamları da bulunan Nakşibendi tarikatının, yeni bağımsızlaşan Türk cumhuriyetlerde ortaya çıkmaya başlayan girişimci sınıflarla temas" için "doğal bir ortam sağladığını” yazacaktır. (Turkey's, s. 7-8, 31. 6n.)
Heilbrunn ve Lind'in "Üçüncü Amerikan İmparatorluğu"nu gerçekleştirmek istedikleri coğrafyada, "müslüman ulusların resmi-olmayan liderliğini" üstlendiğini vurguladık­ları ABD'nin, bu birliğin kalbini oluşturacak Türkiye ile Adriyatikten Çin Şeddine uzanan ve yeni adıyla Avrasya olarak nitelenen coğrafyanın doğu kanadını oluşturan Orta Asya Türk cumhuriyetleri arasında ekonomik ve siyasal ilişkilerin din ve özellikle de tarikat aracılığıyla kurulmasını ve gelişti­rilmesini istemiş olması, bu ülkeleri Rus nüfuzundan uzak­laştırmak amacını taşıdığı kadar, "kirlenme" olarak nitele­nen "materyalist" eğitimden, ve materyalist eğitimin basa­mağım oluşturduğu savlanan sosyalizmden toplumu yalıt­mak için dini (İslâmi) canlandırmak ve güçlendirmek amacını taşıdığı da kendiliğinden anlaşılıyor.
Laik Türkiye ile laik Türk cumhuriyetleri arasında, Türk etnik temeline dayalı birlik oluşturmak için eskiyen Ata­türkçü dış politikanın terkedilerek pantürkist politikaya dönülmesi önerilirken, bunun yanısıra, gene Atatürkçü dış po­litikanın belirleyici ayaklarından birini oluşturan antipanislâmizmin de terkedilerek, Türkiye'nin, İslâm ulusları­nın resmi olmayan birliğinin taşeronu olması önerilirken, bu "resmi olmayan birliğin" birliğini gerçekleştirebilmek için, dinin canlandırması adı altında siyasallaşmış bulunan dinin, Türkiye'de ve Türk cumhuriyetlerde, siyasal yaşama egemen olması amaçlanıyor. Laik Türkiye Cumhuriyeti ile laik Türk cumhuriyetleri arasında, laiklik bağıyla değil, dinin siyasal­laşmasında belirleyici ve öncü rol oynayan Nurcular ve Nakşibendiler aracılığıyla birlik oluşturulmak amaçlanıyor.
Nurcular ve Nakşibendiler, "laiklik ile barışmış" olarak (Fuller), bir başka deyişle "şeriatçı" ve "militarist" değil, "ılımlı" İslâm kimliğiyle, siyasallaşmış İslâm olarak, halkı müslüman olan uluslar arasında birliği sağlamak, ve Türki­ye'de ve Türk cumhuriyetlerde, Hazar ve Karadeniz havzala­rını çevreleyen Avrasya'da, ideolojik perspektifi sosyalizm olan materyalist felsefeye ve materyalist eğitimin olmazsa olmaz koşulu olan laik eğitime karşı dinsel eğitimi koyacak olan, bilimi dinin egemenliği, aklı inancın buyruğu altına al­mayı esas amaç edinen dinler arasında bir cephe oluşturmak için görevlendirileceklerdi. Bu cepheleşmenin, küresel perspektife yansıyan somut yönü, Sovyetler Birliği'nin kalıtçısı Rusya'nın, çarlık döneminin emperyalist (yayılmacı) eğilim­lerine kapılmasına ve yeniden büyümesine karşı, bugün "tek ve gerçek küresel güç" durumuna gelmiş bulunan ABD'nin, Sovyetler Birliği'nin, Yugoslavya'nın ve Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasıyla boşlukta kalan ulusları, toplulukları kendi hegemonyası altına alarak, Rusya'yı kontrolü altına almak, ve Rusya'yı kontrol altına almak amacı altında eme­ğin ulusal ve evrensel bütünleşmesine engel olarak emekçiyi köleleştirerek, ulusları köleleştirmek.
Kısacası: Sermayenin küresel egemenliği için, emekçile­rin köleleştirilmesi. İşte dünya sermayesine militer gücüyle kumanda eden ABD'nin, batı Avrupa ile Doğu Asya'yı ve Ortadoğu'yu kontrolü altına alacağı Avrasya'nın (müslüman ulusların birliğinin lideri olarak) lideri olma savaşı, "Avras­ya'nın kalbi" (Süleyman Demirel) Türkiye odağından, Avrasya'nın kanatlarına emperyalist gericiliği, bilim örtüsü altın­da dini, modernizm örtüsü altında tarikatları taşımasının te­mel nedeni buydu.
(10)
ABD'nin, Türk cumhuriyetler ile "tarihi yakınlığı ve ırk benzerliği bulunan" ve bu ülkelerle "çok yakıın olabilme ve iyi iletişim kurma olanağına sahip" Türkiye aracılığıyla iliş­kisini (Kissinger), Saidi Nursi'nin takipçisi Nurcularla, mü­ritleri arasında politikalar ve işadamları da bulunan Nakşibendilerle gerçekleştirmesinin, CIA analistleri tarafından ge­liştirilmiş bir strateji olduğunu, okur, daha önce aktardığı­mız pasajlardan çıkarmakta güçlük çekmeyecektir.
Çünkü İslâm dünyasının birçok yerinde etkin olan Nakşibendiler, Türkiye'nin doğusunda ve kasabalarında/taşra kentlerinde etkin oldukları gibi, eski Sovyetler Birliği'nde de oldukça yaygındılar. (Henze, Turkey's, s. 7-8.) Bu nedenle de, ABD'nin, Türkiye aracılığıyla Türk cumhuriyetlerle ilişki kurması ve işbirliğini geliştirmesi için "doğal bir ortam" oluş­turuyorlardı.
"Birçok Türk aydınının", "Nakşibendileri aydınlanmacılık karşıtı ya da geçmiş özlemcisi" olarak değerlendirmesinin yanlış olduğunu savlayan Henze, aynı biçimde "birçok Türk aydınının gizli ve yıkıcı bir hareket" olarak nitelediği Nurcu­ların da, bilimin, modern bilginin ve ciddi modem eğitimin, İslâm inancının gelenek kadar önemli bir öğesini oluşturdu­ğunu vurguladıklarını" yazdığını bir kez daha belirtelim. (Henze, s. 7.) Eski Sovyetler Birliği'nde, "komünizme ve Rus egemenliğine karşı yeraltı muhalefetinin güçlü bir öğesi olan" din, "Sovyet yönetimi altında yaygın hale gelen mater­yalizme ve çürümeye karşı etkili bir panzehir olarak görün­müştü''. (Henze, s. 31, 6n.)
"Eski Sovyetler Birliğine dâhil Türk devletlerini bölgede mağdur, mazlum ve mahkum görmüş" ve "büyük bir milletin evladı olarak, küçüklüğü hiçbir zaman hazmedememiş" bu­lunan Saidi Nursi'nin takipçisi, yani Nurcu Fethullah Gülen, Kasım 1989'da "Berlin Duvan"nın yıkılmasının ertesinde, "komünist rejimin boyunduruğu altına giren Doğu Berlinlilerin, batıdaki liberal akrabalarıyla kucaklaştığı gün", Süleymaniye Camiinde verdiği vaazda, cemaati, Orta Asya'daki ülkelerle ilgilenmeye (ya da kucaklaşmaya) çağırmıştı. (Hu­lusi Turgut, "Fethullah Gülen ve Okulları", Yeni Yüzyıl, 17 Ocak 1998.)
"Asya için, Asya'daki insanlar için ağlamış", gözyaşları "üzerinde kayıkların, keleklerin yüzebileceği" kadar gözleri­ni Ceyhun (ırmak) etmiş bulunan Fethullah Gülen, "Çarlık zulmünden sonra komünist Rusya'nın zulmünü sanki içinde yaşamış", bu duygularını on yıl-yirmi yıl önce (1968-1978) cami kürsüsünden ağlayarak ifade etmişti. Ama Rusya'da çözülme başlayınca, "yurt içindeki başarılarının, yurt dışın­da da devamını arzu eden" Gülen, hemen bazı arkadaşlarına "gidebildiğiniz yere kadar gidin" diyecek, bir grup Bakü'ye, bir başka grup ise Özbekistan, Türkmenistan ve Kırgızis­tan'a gidecekti. Yakutistan'a (Sibirya'ya) kadar insan gön­dermişti. (Yeni Yüzyıl, 16 Ocak 1998.)
Asya'ya giden arkadaşlarının bir Hicret ruhu içinde yola koyulduklarım anlatan, "bu meseleyi Hicret'le eşdeğer gö­ren" Fethullah Gülen, bu okul kampanyasını, aynı zamanda "Milli Mücadeleye" benzeterek, okulları, "Türkiye'nin dışa açılması olarak" (Yeni Yüzyıl, 18 Ocak 1998) niteleyecek ve yurtdışmdaki öğretmenlerin eğitim hizmetlerinin yanısıra bulundukları ülkelerin işadamlarıyla Türk işadamları ara­sında işbirliğine katkıda bulunduklarını" (Yeni Yüzyıl, 26 Ocak 1988) ekleyecektir.
Halkı müslüman olan ülkelerin yanısıra "Asya'nın en uç noktası Moğolistan'da, Alaska'nın burnunun dibindeki Yakutistan'da, Asya ile Avrupa'nın birleştiği nokta Moldavya'da, Romanya ve Bulgaristan'da, hıristiyanların yaşadığı bu ül­kelerde okullar açılmış", "Türk milleti, yoktan varlık yarat­mıştı. (Yeni Yüzyıl, 16 Ocak 1998.)
Yurt dışında açılan okulların amaçlarının, yurt içindeki okulların amaçlarıyla örtüşmesi doğaldı. "Medrese eğitimi" görmüş olan Gülen, İzmir'de vaizlik yaptığı sırada, "dar ge­lirli ailelerin çocuklarına Kuran kursunda ve imam hatipte okuma olanağı sağlamış", "bu öğrenciler için yurtlar, yemek­haneler açmış, giyim-kuşamlarını karşılamış"tı. "Kestanepazarı Derneği"nde de fahri olarak çalışıyordu. "O tarihlerde üniversite ve liseler, olayların yoğunlaştığı eğitim kurumlan haline dönüşmüştü. Üniversiteli gençlerle ilgilenmek gerekiyordu. Gerçi onlara dernekleri yemek veriyor, kendileri de öğrencilere seminer yapıyordu ama, bu yeterli değildi. Kuran kursu ve imam hatip okulu dışındaki "okullarda okuyan fa­kir öğrencilerin durumu ilgi alanlarına girmiyor gibiydi". Vaiz Gülen, Kuran kursları ve imam hatip okulları tamam, ama "kolej de açalım" demiş, kimi tartışmalardan sonra, "Yurdun dört bir yanında kolej tarzında okullar açılmaya" başlanmıştı. İzmir'de Yamanlar, İstanbul'da Fatih, Anka­ra'da Samanyolu, Erzurum'da Aziziye, Van'da Serhat kolejle­ri, "Fethullah Gülen okullarının başarılı ilk örnekleri ol­muş, kolejleri "kurs"lar izlemiş, "kısacası Fethullah Gülen'in yönlendirdiği eğitim kurumlan tüm vatan coğrafyasında ilgi odağı haline gelmiş"ti. (Yeni Yüzyıl, 28, 20, 15 Ocak 1998.)
Özel yurtlan ve özel dershaneleri, eğitimin özelleşme kapsamına alınmasıyla birlikte, özel okullar / kolejler izleye­cekti. Dinin ve din bilimlerinin temelini oluşturduğu Kuran kursları ve imam hatip okullarının yanında, özel okul olarak kolejlerin açılması, eğitimin niteliğindeki değişmeyi üniver­sitelere taşıma olanağı sağlayacaktı. Materyalist öğretinin yerini, bilimi, dinin egemenliği ve denetimi altına aldığı ide­alist öğreti alacaktı. Her ne kadar bu, pozitif bilimler ile din bilimlerinin içiçeliği olarak sunuluyorsa da, Saidi Nursi'nin eğitim için önerdiği model açısından soruna bakıldığında, burada, bilim ile dinin yanyanalığı ve içiçeliği değil, dinin bi­lime, kalbin akla üstünlüğünü sistemli bir egemenliğe dö­nüştürmek sözkonusuydu. Doğal ki, Saidi Nursi'nin "yeni Said" olarak öğretisi, yeni Said'in terketmiş bulunduğu eski Said'in sözlerinin ardına gizlenerek.
Dönemin cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın, laik devlet okullarını "anarşist" ve "komünist" yetiştiren okullar olarak nitelemesi, devletin önemli kadrolarının imam-hatip okulla­rından mezun olacaklara verileceğini söylemesi (bkz: Musta­fa Coşturoğlu, "Laik Okullara Karşı Bir Seçenek mi?", Hal­koyu, İ977, Sayı: 11, s. 21-22) bir yandan gereksinilen imam ve hatipten fazla sayıda imam ve hatip mezun edecek imam-hatip okulu açılmasına gerekçe olmuş, bir yandan da üniver­sitelere, imam hatip mezunları alınmasının yolu açılmıştı. Ama, imam hatip mezunlarının üniversite giriş sınavlarında başarı sağlasa da genel ortalamanın altında kalmaları, ya­bancı dil konusunda başarı sağlayamamaları, Gülen ve ta­kipçilerini, laik okulların karşısında ve onlara üstünlük sağ­layacak okullar açmaya yöneltecek, kolej açacaklardı.
1966 yılında "vaiz" olarak atandığı İzmir'de, İmam Hatip Lisesi ve Yüksek İslâm Enstitüsü öğrencilerinin eğitimleriy­le ilgilenen Fethullah Gülen, "dini eğitim gören öğrencilerin, bilimsel eğitim görebilmeleri için de ortam hazırlıyor", "Kur'an Kurslarına giden öğrencilerin mutlaka bilimsel eği­tim görmesini ve çağdaş şartlarda yetiştirilmesini istiyordu". (Yeni Yüzyıl, 17 Ocak 1988.)
"Orta öğretim çağındaki öğrenciler için kursların yanısıra, yurtlar açtırdı. Bunlara "ışıkevler" adı verildi. İzmir'de başlatılan bu hareket, önce Ege bölgesine, daha sonra da Marmara'ya yayıldı. Tüm bu faaliyetler, 20-30 yıl sonrasının eğitici ve yöneticilerini yetiştirmeye yönelik ti." (Yeni Yüzyıl, 17 Ocak 1998.)
"Fethuliah Gülen okullarını Orta Asya Türk cumhuriyet­lerinde, Kafkasya ve Demirperde ülkelerinde açmak için ola­ğanüstü çaba harcayan ekip", "her gittiği yerde bürokratlar­la çok iyi ilişkiler kurmuş, kısa sürede onların güvenini ka­zanmıştı." (Hulusi Turgut, "Fethullah Gülen ve Okulları", Yeni Yüzyıl, 17 Ocak 1998.)
Fethullah Gülen'in arkadaşlarının okul açmak için kur­dukları şirketler ile 59 ülkede açılan 200'ü aşkın okulun ge­niş dökümünü okur, Yeni Yüzyıl'da (17 Ocak 1998 28 Ocak 1998) bulabilir. Faik Bulut, "bir yetkili"nin, Gülen'in okulla­rını, "hep CIA'nın ilgi duyduğu ülkelerde açtığını", "Osmanlı­da misyoner okulları kime hizmet ettiyse, Gülen'in okulları­nın da aynı hizmeti gördüğünü" söylediğini yazar. (Faik Bu­lut, s. 211.) Ama bizi, Gülen'in bütün okulları değil, "özellik­le Orta Asya Türk cumhuriyetleri, Kafkasya ve Demirperde ülkelerinde açtığı" okullar ilgilendiriyor. Özellikle de, bu okulların "istiklal mücadelesi" inancıyla, "hicret ruhu içinde" açılmış olmasını açıkladığı pasajlar.
Fuller, Türkiye'nin, Balkanlarla ilgisinin, tarihsel açıdan bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu toprakları olmasından, güncel açıdan Sırp saldırısına uğrayan müslümanlarla ya­kınlığından kaynaklanan "haklı" nedenleri olduğunu, Orta Asya ile ilgisinin "haklılığının" Türk etnisitesine dayandığı­nı (Turkey's, s. 48) belirterek, Türkiye'nin eski Sovyetler Bir­liğindeki nüfuzunun yalnızca Kafkaslar ve Orta Asya ile sı­nırlı olmadığını ekler. Kırım yarımadasında Kırım Tatarları, Volga bölgesinde Tatar ve Başkırt cumhuriyetleri, Yakutistan'da etnik bakımdan Türk olan Yakutlar, "bu üç Türk böl­gesi, ekonomik ve siyasal olmasa bile en azından kültürel yönden Türkiye'yi bir destek kaynağı olarak görebilirler"di. (Turkey's, s. 86.)
Fuller, ayrıca, Washington'ın Türkiye'yi tutmuş olmasın­dan dolayı, "Orta Asya'daki Rus nüfuzunu azaltmak için An­kara'yı bir araç olarak kullanmakta olmasindan kaynakla­nan pantürkist gelişmelerden olduğu kadar, köktendinci ya­yılmalardan, Rusya'nın olumsuz yönde etkilenmesine de ne­den olacağını (Fuller, Turkey's, s. 71, 76) anımsatmak gereğini duyar.
Fuller'ın, yayılmacı amaçlarla Türkiye'ye duyumsattığı ülkeler ile Fethullah Gülen'in "hicret ruhu içinde" ve "milli mücadeleye sahip çıkarak" okul açtığı ülkelerin birbiriyle ör­tüşmüş olması, doğal ki bir raslantı olamazdı.
"Yurtdışındaki vatandaşlarımızı, soydaşlarımızı, özellik­le mağdur ülkeleri, çocukluk yıllarından bu yana düşün­müş", "Asya için, Asya'daki insanlar için ağlamış" olan, "Çarlık zulmünden sonra komünist Rusya'nın zulmünü de içinde hissetmiş ve bu düşüncelerini on-onbeş yıl önce cami kürsü­sünde ağlayarak ifade etmiş" bulunan Gülen, başta Orta Asya ülkeleri, Kafkaslar ve Balkanlar olmak üzere yurt dı­şında okullar açmış olmasını Türkiye'nin dünya ile bütünleş­mesi olarak niteleyecektir. "Dünya ile entegre olmayan" ve "dünya ile bütünleşmeyen" Türkiye'nin yaşayamayacağını Atatürk'ün de bildiğini ekleyecektir. (Yeni Yüzyıl, 16 Ocak 1998.)
Fethullah Gülen'in "Asya'ya gönderdiği arkadaşları" ise, bir hicret ruhu içinde yola koyulmuşlar"dı (Yeni Yüzyıl, 16 Ocak 1998) ya da "Bu meseleyi dini terminoloji içinde "Hicret'le eşdeğer görüyorlar"dı. (Yeni Yüzyıl, 17 Ocak 1998.) "Demek ki vakti gelmişti. Çanakkale destanını gerçekleşti­ren, yokluk içinde İstiklal Mücadelesini gerçekleştiren bu millet, Asya'nın dirilişinde önemli bir rol oynadı. Okullar peşi peşine açıldı." (16 Ocak 1998.) "Millet, Milli Mücadeleye sahip çıktığı gibi, eğitim faaliyetine de sahip çıktı. Bunlar "Milletin Mektepleri" oldu." (15 Ocak 1998.) "Bu millet evin­deki kabı kaçağı satar, Allah'ın inayetiyle bunu yapar. (...) O ülkeleri kurtarmak için (...) vefalı Türk insanı destekleyecek, Asya'daki okullar açılacak"tı. (16 Ocak 1998.)
(11)
ABD yönetimine stratejik raporlar üreten RAND korporasyonunda senyör-üye olan CIA ulusal istihbarat konseyi eski başkan yardımcısı Fuller'a göre, Washington'ın "Orta Asya'daki Rus nüfuzunu azaltmak" için, Lind ve Heilbrunn'a göre ABD'nin "müslüman ulusların resmi olmayan birliğinin liderliği" için, Fethullah Gülen'e göre ise "bu ülkeleri kurtar­mak" ve kurtarılan bu ülkelerle "Türkiye'nin bütünleşmesi" için okullar açılacaktı. Üstelik bu okullar, "İstiklal Mücade­lesi" inancıyla, ve "Hicret ruhu içinde" açılmış "Millet Mek­tepleri" olacaktı.
Türkiye'yi, yeni dünya düzeninin bölgesel gücü olarak, Batıya olduğu kadar Doğuya, ve dahası pusulanın her yönü­ne (Fuller) açılmaya yönlendiren CIA'lı "analistler" ve ABD'li "stratejistler", Türkiye'nin eski Sovyetler Birliği'ndeki nüfu­zunun yalnızca Kafkaslar ve Orta Asya ile sınırlı olmadığını, ayrıca Kırım yarımadasında, Volga bölgesinde ve Yakutistan'da yaşayan Tatar, Başkırt ve Yakutlar'm da Türkiye'nin nüfuz alanında bulunduğunu belirtmiş olmasının (Fuller) ar­dından, Gülen, "bu millet Asya'nın dirilişinde önemli bir rol oynayacak" diyecek ve ilkokuldan üniversiteye bir dizi "Mil­let Mektebi"ni yalnızca Azerbaycan, Nahçıvan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan'da değil, "bir yetki­linin söylemiyle, "CIA'nın ilgi duyduğu ülkelerde" (Faik Bu­lut, s. 211) açacaktı. "Asya'nın en uç noktası Moğolistan'da, Alaska'nın burnunun dibindeki Yakutistan'da, Asya ile Av­rupa'nın birleştiği nokta Moldavya'da, hıristiyanların yaşa­dığı Romanya ve Bulgaristan'da, Dağıstan'da, Çuvaşistan'da, Tataristan'da, Pakistan'da, Bangladeş'te, Afganis­tan'da, Irak'ta, Gürcistan'da, Kırım'da, Makedonya'da, Fas'ta, Sudan'da, Bosna Hersek'te, Endonezya'da, Avusturalya'da, Arnavutluk'ta, Macaristan'da, Almanya'da, Filipinler'de, Tayland'da, Kore'de, Kamboçya'da, Vietnam'da, Burma'da, Hindistan'da, Çin'de, İngiltere'de, Tanzanya'da, özel­likle de bir üniversite açma hazırlığı içinde olduğu ve "Risale-i Nur Enstitüsü"nün bulunduğu New Jersey'de, "bu milletin kabını kaçağını satarak", bu ülkeleri "çarlık zul­münden sonra komünist Rusya'nın zulmünden kurtarmak" için okul açacaktı. (Yeni Yüzyıl, 16 Ocak 1998.) Doğal ki, ço­ğunun yerini bilmediği, ülkesini görmediği bunca okulu aç­mak için "yürütülen bu hizmetlerin içinde fiilen her zaman olmayacak", "bütün bunları arkadaşlarının teveccühleri ile yaptıracak", "dostlarının güvenlerini eğitim hizmetleri için bir kredi kartı gibi kullanacak"tı. (Yeni Yüzyıl, 16 Ocak 1998.)
Arkadaşlarını ilkin Azerbaycan'a göndermiş (11 Ocak 1990) olan Gülen, Azeriler, okul açma önerilerini severek ka­bul edince, "Çok iyi bir şey dedik, diyor, eğitim adına dünya­nın başka yerlerinden gelip, buralara başkaları girmeden, biz gireriz diye düşündük. Boşluğu doldururuz, İran'a da, Turan'a da yer kalmaz burda dedik." (Yeni Yüzyıl, 15 Ocak 1998.) İran'a ve Turan'a yer kalmaması için Azerbaycan'a herkesten önce "girmiş" olan Gülen, 28 Mayıs 1990'da, 37 ki­şilik bir işadamı grubunu Azerbaycan, Özbekistan, Kazakis­tan ve Tacikistan'a göndermişti. Orta Asya'ya, yani Turan’a, "Türk Birliği"ne yönlendirildikten sonra, "Başkalarının Asya'ya gelip okul açmaları için hiçbir boşluk kalmaması", "Avrupalılara bile boşluk kalmaması" için (Yeni Yüzyıl, 16 Ocak 1998) Gülen'in Orta Asya'ya gönderdiği işadamların­dan oluşan grubu, Paul Henze'nin de içersinde yer alacağı Türk ve Amerikan işadamlarından oluşan bir heyetin Orta Asya ülkelerini ziyareti izleyecektir. (Bkz: Uğur Mumcu, "Henze'nin İşi", Cumhuriyet, 17 Mayıs 1992.)
Bu ziyaretlerin ardından açılacak okulları, yani Avrupa ülkeleri dahil 54 ülkede "bu milletin sattığı kap kacakla" ve "İstiklal Mücadelesi" inancıyla açılacak okullar izleyecek ve nerdeyse, Avrupalılara bile kendi ülkelerinde okul açmaları için boşluk bırakmayacaktı.
Bunu, kuşku yok ki, Gülen, kendi iradesiyle değil, Al­lah'ın bazı kimseleri, bu arada Gülen'i de, figüran olarak kullandığı için gerçekleştirebilecekti: "Allah, bu rüyaları ger­çekleştirmede figüran olarak —bağışlayın— bazı kimseleri, eğer bizim de bir dahlimiz olduysa, kullanıyor bizi. Bizi kul­lanana binlerce hamd ve sena olsun." (Yeni Yüzyıl, 15 Ocak 1998.)
Bu, Gülen'in engin gönüllülüğünün bir ifadesi olabileceği gibi, Gülen'i "kullanan" Allah'ın, maddi dünyanın tek "allah"ı olmak yolunda bir hayli yol almış bulunan, "rakibinin çöküşüyle, eşsiz bir konuma" giren, "hem ilk hem de tek ger­çek küresel güç haline gelen" Amerika Birleşik Devletlerinin (Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, s. 13, s. 31) emperyal iradesinde kendini somutlaştırdığını düşünmek de yanlış ol­mayacaktı.
Bu "kullanılma" konusunda şunlar da anımsanmalı: Erzurumlu olan ve "medrese" eğitimi görmüş bulunan, vaiz olarak burada görev yapmaya başlayan Gülen'in anlat­tığına göre, "Erzurum'da Komünizmle Mücadele Derneğini açma girişimleri" olmuş. "O güne kadar sadece İzmir'de var­dı", diyor ve sürdürüyor Gülen: "İkincisi de Erzurum'da bi­zim gayretimizle açılacaktı." Gülen'in, Komünizmle Mücade­le Derneğini kurmak için bir arkadaşını İzmir'e göndererek tüzük getirttiğini, bir vaazdan sonra anons ederek gençleri Caferiye Camiinde topladığını anlattığı paragrafları okuyan "ülkücü gençlerden bir şahsiyet" gülmüş ve şunları anlatmış: "Bildiğim kadarıyla, Gülen Hocayı, Komünizmle Mücadele Derneği kurma meselesine ikna eden kişi, o dönemde, İz­mir'de aynı adı taşıyan derneğin yönetici veya yetkililerden biri oldu. Kendisi hem MİT, hem CIA ajanıydı." (Faik Bulut, s. 253.)
Bu konuşmayı aktaran Faik Bulut "doğru muydu?" diye soruyor. Bizim sorunumuz da yönlendirmede "ajan" bulunup bulunmadığını saptamak değil, Gülen'in yurt dışında açtığı okulların niteliği ve amacıyla, ABD'nin aynı coğrafyada Rus nüfuzunu azaltarak, yerine kendi nüfuzunu yerleştirmek amacı arasındaki koşutluğu saptamaya çalışmaktır.
Gülen'in Nurculuğunun, Nurcular arasında eleştirildiği biliniyordu. Kimi Nurcular, nursici mi, risale-i Nurcu mu diye sorguluyor; kimi Nurcular, 12 Eylül yönetimi döneminde ve paşaların emriyle Atatürk aleyhinde konuşmamak, "Milli Görüş"e ve "Süleymancılar"a karşı "birlikte" çalışmak öneri­lerini reddedip reddetmediğini tartışıyor; kimi Nurcular da Fethullah Gülen'in Orta Asya Türk cumhuriyetlerine "Türk Birliği" sloganıyla gitmesini, olur olmaz yerde, Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal'e gönderme yapmasını, Kemal Atatürk ile Said-i Nursi'yi düşsel tasarımlarla yanyana an­masını, son nefesine değin Kemal Atatürk karşıtlığıyla, düş­manlığıyla bilinen Saidi Nursi'nin anlayışıyla bağdaştırma­dıkları gibi, Risale-i Nur ile de bağdaştıramıyor ve eleştiri­yorlar.
Washington Amerikan Üniversitesinde İslâmi İlimler Kürsü Başkanı Prof. Dr. Şerif Mardin, "Fethullah Gülen ho­canın zamanının Türkiye'sinde laik bir kültürün yanında yaygın bir tarikat kültürünün iletişim ağında yetiştiğini, ve bu nedenle, Gülen'e intikal eden Bediüzzaman'ın İslâmi pro­jesinin, Gülen'in yetiştiği Cumhuriyetin laik değerleri içinde oluşmuş olmasının dikkate alınması gerektiğini" yazıyor. Gülen'in "Orta Asya vurgusunu ise yeni bir fikir" olarak ni­teliyor, "burada Cumhuriyet kültürünün izlerinin açık" oldu­ğunu ileri sürüyor. (artıhaber, 20-26 Aralık 1997, Sayı: 1, s. 22-23.)
Gülen'in "Orta Asya" vurgusunun, yeni bir fikir olduğu, ve özellikle burada Cumhuriyet kültürünün izlerinin açık ol­duğu görüşü konumuz açısından açıklanmaya değer. Çünkü, birincisi, Saidi Nursi'nin, Asya'yı aklın ve bilimin değil, di­nin kurtaracağı görüşü var. İkincisi, gene Saidi Nursi'nin, günümüzde yeryüzünün en güçlü devleti olan Amerika'nın, yeni kurulan İslâm devletlerini okşadığı ve onlara sahip çık­tığı görüşü var. Üçüncüsü, gene Saidi Nursi'nin, Ameri­ka'nın, Asya'da ve Afrika'da, barışa ve huzura ancak İslâmi­yet ile kavuşulacağını gördüğünü ve benimsediğini dile geti­ren görüşü var. Dördüncüsü, Cumhuriyetin ilk yıllarından 1950'lere değin, aklı, bilimi ve maddi felsefeyi olduğu gibi, laikliği, kemalizmi bir bütün olarak yadsımanın yerini, 1950-60 yılları arasında, sosyalizmi ve bolşevizmi İslâmiyet’le önlemek amacının almış olması var.
Şerif Mardin'in yazdığı gibi, Gülen'in "Orta Asya vurgu­sunun yeni bir fikir olduğunu ileri sürmek belki olanaklıdır, ama bu yeni fikri oluşturan "irade"nin, Gülen'in kendi özgür iradesi olduğunu söyleyebilmek de o ölçüde güçtür.
Ama bunlardan da önemlisi, Fethullah Gülen'in, "Orta Avrupa vurgusu"nun, gene Gülen tarafından, "bir taraftan Atatürk'ün gördüğü rüya, bir taraftan Bediüzzaman'ın Asya ile alakalı gördüğü rüya"nın yanyana gerçekleştiğini ifade eden görüşü var. "Allah bu rüyaları gerçekleştirmede figüran olarak —bağışlayın— bazı kimseleri, eğer bizim de bir dahlimiz olduysa kullanıyor bizi. Bizi kullanana binlerce hamd ve sena olsun." sözlerinde örtük duran düşlerden biri, yukarda vurguladığımız "Saidi Nursi ile alakalı", öteki ise Atatürk'ün düşü.
Atatürk'ün düşünü, "Nitekim, Atatürk 'bir gün Rusya İmparatorluğu yıkılacaktır.' diyordu" sözleriyle açıklıyor. Ko­nuşmayı yapan Hulusi Turgut, "Fethullah Gülen'in sözkonusu ettiği Atatürk'ün 1933 yılında yaptığı savlanan konuşma­sını aktarıyor. Şöyle:
"Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefi­kimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler, avuçlarından kaçabilir. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman, Türkiye ne yapacağını bilmelidir... Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, Özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak, yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür... İnanç bir köprüdür... Tarih bir köprüdür... Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. On­ların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim, onlara yaklaşmamız gerekir." (Yeni Yüzyıl, 15 Ocak 1998, s. 6.)
Bu sözlerin Kemal Atatürk'ün sözleri olup olmadığı, 1933'te söylenip söylenmediği tartışma konusu olduğu ka­dar, Kemal Atatürk'e kişisel olarak ve devrimleri dolayısıyla "düşman" olan Nurcuların içinden bir "cemaat"in Orta Asya'da açacağı okulların ardındaki amacı gizlemek için Ata­türk'ü kendisine paravan yapmak istemesi de soru olarak gündeme geliverdi. Araştırmalar, Kemal Atatürk'ün 1933'te yaptığı bellibaşlı konuşmalarda bu sözleri bulamadıkları gibi, bu anlama yaklaşan sözler de bulamadılar.
"Fethullah Gülen cemaatinin "Atlantik'ten Çin Seddi'ne hoşgörü soluyan bir dünya için elele" teması etrafında yurtdışındaki Türk okullarının tanıtıldığı yemeğe katılan" Zey­nep Göğüş ise, (bir iki sözcük, ve sondan birkaç tümce eksi­ğiyle) aynı sözleri yineleyerek, bunun, "Mustafa Kemal'in 20 Kasım 1921'de yaptığı konuşmadan alındığını" yazısının al­tında belirtecekti. (Zeynep Göğüş, "Uzun Soluklu Hoşgörü", Sabah, 10 Mayıs 1997.)
Konuşmanın nerede yapıldığı, kimlere, hangi amaçla söylendiği, kaydedilip edilmediği, nerede yayınlandığı ise be­lirtilmemişti. O günlerde, Mustafa Kemal Paşanın yaptığı konuşmalar, araştırmalar, onun, 19 Eylül 1921 günü, TBMM'de "Sakarya Meydan Muharebesi" hakkında konuş­ma yaptığını, 8 Aralık 1921'de cepheye hareket ettiğini, bir başka deyişle, "Türkiye Cumhuriyeti"nin kurulmadığı, Kur­tuluş Savaşının en ağır bir biçimde sürmekte olduğu bir dö­nemde, böyle bir konuşma yapmasının olanaklı olmadığını da düşündüler.
Mustafa Balbay, Orta Asya Türk cumhuriyetleri gezisin­de Türkiye'den gitmiş bir işadamının bürosunda, panoda, Kemal Atatürk'ün bu sözleriyle karşılaşmıştı. Daha sonra da, Balbay, Türkiye ile "Azerbaycan, Türkmenistan, Özbe­kistan ve Kazakistan'la ilişkilerimize salt "damarlardaki kardeşlik" olarak yaklaşmak nasıl yanlışsa, salt "borularda­ki petrol" olarak yaklaşmanın da yanlış olacağını" vurguladı­ğı "Türk Ligi" yazısına, Atatürk'ün olduğu savlanan konuş­mayı almış ve bunun "Atatürk'ün 29 Ekim 1933'te Çankaya Köşkündeki kabulde" yaptığı bir konuşma olduğunu yazmış­tı. (Mustafa Balbay, "Türk Ligi", Cumhuriyet, 5 Nisan 1993.) Ama Cumhuriyetin onuncu yıldönümünde, Çankaya Köş­künde bir kabul olduğuna ilişkin o günün basınında bir bilgi yoktu.
Gazi, 29 Ekim 1933'te, saat 9.15'te Türkiye Büyük Millet Meclisinde kordiplomatiğe hitaben yaptığı konuşmada, "Türk ihtilalinin yüksek bir insani ülkü ile birleşmiş vatan­severlik eseri" olduğunu vurgulayacak, saat 10.10'da geldiği tören alanında da, Onuncu Yıl Konuşmasını yapacaktı.
İhsan Sabri Çağlayangil'in anılarına göre, "Gazi Hazret­leri, akşam saat 22.00'ye doğru Ankara Ziraat Bankası mer­kezindeki Cumhuriyetin onuncu yıldönümü münasebetiyle düzenlenen halka açık baloyu şereflendirmiş"ti.
Halka açık bu baloda, gençlerden biri, Mustafa Kemal Paşaya, "Cumhuriyetin güzel bir şey olduğunu, ama gençle­re, yol gösterecek bir ideal vermediğini" söylemesi üzerine, ideal üzerine orada tartışmalar olmuş, daha sonra, Mustafa Kemal, genci yanına çağırmış, Çağlayangil'in Milliyet'te (1984) yayınlanan anlatımına göre, şunları söylemişti.:
"Dünya Türkleri, bugün (Cumhuriyetin onuncu yılı). Türkiye'de yaşayan onbeş milyondan mı ibaret?
Dünyanın her yerinde Türk var. Turancılık, Kızılelmacılık yapalım demek istemiyorum. Bugün bütün Türkleri, siyasi bir birlik altında toplayacak şartlar yok. Ama biz büyük bir milletiz. Neden kültürümüzü birleştirmeyelim?
Bugün senin, benim konuştuğumuz Türkçe, niçin Türk soyundan gelen bütün toplumlarca rahat anlaşılmasın? Zaten ortak olduğu­muz dilimize, tarihimize, edebiyatımıza sahip çıkmalıyız. Sözün kı­sası, bir kültür birliğine gitmeliyiz.
"Bizim Türk tarihi, Türk dili, Türk kültürü üzerindeki araştır­malarımızın hedefi budur." (Öymen: "Çağlayangil Anlatıyor", Milli­yet, 12 Aralık 1984; Başöğretmen Atatürk 1929-1938, Cilt: II, Anka­ra 1991, s. 779.)
İhsan Sabri Çağlayangil, Güneş'te (1990) yayımlanacak anılarında ise, bu konuşmayı şöyle anlatacaktır:
"— Türklükten büyük ideal olur mu? Bugün sınırlarımız dışın­da bunca Türk yaşıyor. Bunların arasında bir kültür birliği kurma­lıyız. Aynı tarihten geliyoruz, geçmişimizi yeterince bilmiyoruz. Aynı dili konuşuyoruz, birbirimizi anlamıyoruz. İstanbul’da konu­şulan Türkçe, burada yayınlanan dergi; Kırgız'da, Kıpçak'ta, Özbe­kistan'da, Azerbaycan'da bizim anladığımız gibi anlaşılmalıdır. Her tarafta İstanbul lehçesi konuşulmalıdır. Bunlar, bütün Türk âleminde, bizim anladığımız gibi anlaşılsın. Niçin ben Türkiye Reisi­cumhuru olarak Türk dili ve tarihi ile bu kadar yakından ilgileniyo­rum? İstiyorum ki, menşeimizle (kökenimizle) ilgili bilgiler birbiri­ne eş ve sağlıklı olsun. Temiz Türkçemiz, her tarafta aynı biçimde konuşulsun.
"Siyasi birlik, bugün için ütopyadır. Kızılelma dönemi geride kaldı, ama, pekala kültür birliği kurabiliriz." (İ. Sabri Çağlayangil, "Sınırlarımız Dışında Yaşayan Türkler", Güneş, 6 Şubat 1990, Sayı: 4381, s. 7; Başöğretmen Atatürk, Cilt: II, s. 780.)
İhsan Sabri Çağlayangil'in, aynı konuşmaya ilişkin, Milliyet'te ve Güneş'te yayınlanan metinleri arasındaki farkı, belleğin, elli yıllık solgunlaşmasıyla açıklamak olanaklı oldu­ğu gibi, geçen bu süre içersinde siyasi coğrafyadaki değişme­lerin de belleğe yeni şeyler yüklediği ve değiştirdiği de düşü­nülebilir. Şubat 1990'da yayınlanan anılarında ise, Çağlayangil, Cumhuriyetin onuncu yıldönümünde Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü binası salonundaki baloda, Talebe Cemi­yeti Başkanı olan Mehmet Ali'nin "Paşam ben size, sizden şi­kayete geldim. Evvela bürokrasiden şikayet edeceğim, sen reformlar yaptın, ama yasayı değiştirmedin. Osmanlı'dan kalma köhne zihniyet değişmedi. Cumhuriyet de, kalkınma da maddi işlerdir. İdeal değildir. Gençlik ideoloji ister!... Gençlik nereye gidecek?" sözlerine karşılık, Atatürk, "Bu ko­nuyu seninle özel olarak konuşalım" diyecek ve bir süre son­ra da genci yanına çağırarak, Türk olduğunu öğrenince, "Türklükten büyük ideal olur mu?" diyecek ve şunları söyle­yecektir:
"Biz onbeş milyonuz, dünyadaki Türkler onbeş milyondan iba­ret değil. Şu haritaya bak. Dünyanın her tarafında Türkler yaşıyor. Bugün için siyasi bir vahdet (birlik) düşünülemez. Çeşitli engeller var. (Güneş dil) teorisi üzerinde durmam bunun için. Dil-tarih inkı­labını yaymak istiyorum. Meseleye kültür birliğinden başlamak la­zım. Evvela lehçemizi düzeltelim. Türkiye'de konuşulan Türkçe, bü­tün Türk aleminde anlaşılmalıdır. Zamanla kültür vahdeti siyasi vahdete (birliğe) erişir. Ama yüz sene sonra, ama elli sene sonra... Bundan büyük ideal olur mu?.. (İhsan Sabri Çağlayangil, Anılarım, Güneş Yayınlan, İstanbul 1990, s. 39-40.)
İhsan Sabri Çağlayangil'in aynı konuşmaya ilişkin üç an­latımı da farklı. Ama "29 Ekim 1933'te Çankaya Köşkünde kabulde" söylendiği savlanan sözler, Çağlayangil'in aktardığı metinlerden türetilmişse, bu metin, Türk cumhuriyetlerine okullar açan Gülen'in "amacına göre", daha da değiştirilmiş, daha doğrusu hemen hemen yeniden türetilmiş bir metin ol­duğu açıktır.
30 Ekim 1933 günü Hakimiyeti Milliye'de, Cumhuriyetin onuncu yılı akşamı, Cumhuriyet Halk Fırkasının Ankara Pa­lasta, Halkevinde ve Orduevinde balolar düzenlediğine iliş­kin bilgi var. "Reisicumhur Gazi Hazretleri", 1 Kasım 1933 günü Meclisi açış konuşmasında, Varoşilov başkanlığında bir Sovyet heyetinin ziyaretini imleyerek, bu ziyaretin onun­cu yıl bayramına tesadüf ettirilmiş olmasını, "iki memleket arasındaki münasebetlerin derin samimiyetini gösteren me­sut bir vesile" olarak niteler.
Hamdi Konur, Cumhuriyetin onuncu yılında, akşam geç saatlerde Müzik Öğretmeni Okulundan Çankaya Köşküne götürüldüklerini anlatır. Atatürk, Sovyet Genelkurmay Baş­kanı Varoşilov'la yanyana oturmaktadır. Karşılıklı konuşur­lar ve Atatürk, Viladimir İliç İlyanov Lenin'i öven bir konuş­ma yapar. Musiki okulu çocukları Çankaya'dan ayrılırken, Atatürk'ün konuşmasını yazdıkları defterler kapıda ellerin­den polisler tarafından alınır. (Bkz: Koleksiyon, 7 Kasım, Onur Yayınları, Ankara 1997, s. 130.)
Kemal Atatürk'ün, Varoşilov'un başkanlığındaki heyete, "Bir gün Sovyetler Birliği dağılacaktır" diye konuşacağım düşünmek olanaklı olmadığı gibi, aynı akşam, Çankaya ka­bulünden önce ya da sonra, konuşmalarında ya da düşünce­sinde böyle bir "dağılma"yı esas alması da ussal olarak düşü­nülemez. Ama, aynı günlerin Hakimiyeti Milliye'sinde, iki gün üstüste, üç ya da dört sütuna "Faşizmin Yeni İstikameti Nedir?" başlığı altında yayınlanan (bkz: Hakimiyeti Milliye,
30    İkinci Teşrin 1933 ve 1 Birinci Kanun 1933) "Duce'nin Yeni Nutku", ve aynı dönemde Hitler'in iktidara geldiği gözönüne alınırsa, Kemal Atatürk'ün Cumhuriyetin onuncu yı­lında, bir gencin beklenmedik sorusunu, dünya Türkleri ara­sında kültür birliğini kurmak olarak nitelediği "Türklük ide­ali" ile yanıtlamasından daha doğal ne olabilirdi! Dolayısıyla da, Kemal Atatürk'ün aynı çağda yaşamaktan utanç duydu­ğu Hitler ve Mussolini'nin ırkçı ve ırk temeli üzerinde yayıl­macı politikaları karşısında, Türklerin kültür birliğini bir ideal olarak göstermiş olmasını, uluslararası sermayenin baş temsilcisi ABD'nin Avrasya'ya egemen olma amacına politik bir altlık oluşturmak doğru bir tutum olabilir miydi?
Şu da var ki, on yıl dışişleri bakanlığı yapmış bulunan Çağlayangil'in, "CIA'nın içimize girmiş olduğunu" söylediğini ve bunu "tevekkülle" karşıladığını okur anımsayacaktır.
CIA'nın, doğal özümsenme biçiminde Çağlayangil'in de içine girmiş olduğunu, iradesine karşıt olsa da kimliğini dö­nüştürdüğünü niçin düşünmeyelim. CIA'nın beklentileriyle ve programıyla birlikte Atatürk'ün sözlerinin de, Çağlayangil'in bilinçaltında değişikliğe uğradığını niçin sormayalım. Yani son aşamada, CIA'nın Çağlayangil'in anlatımını değiştirdiğini niçin aklımıza getirmeyelim! Doğal ki, Gülen'in Ata­türk'ün düşü olarak sunduğu metin, Çağlayangil'in kendisi­nin Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bir kez daha değiştir­diği metin değil de, Çağlayangil'in metinlerinden türetilmiş bir metinse.
Ama önemli olan, Gülen'in birleştirdiği ve birbirine bütünlediği Kemal Atatürk'ün düşü ile Saidi Nursi'nin düşü­nün özündeki karşıtlığın gizlenerek birbiriyle örtüştürülmesi, Saidi Nursi'nin aklı ve bilimi yadsıyan görüşünün, Ata­türk'ün düşü olarak, laik Türk ve müslüman topluluklara yaygın bir eğitim temelinde götürülmesidir.
Beklemediği bir sırada beklemediği belli olan bir soruya yanıt verdiği akşamın gündüzünde, 29 Ekim 1933'te, Cum­huriyetin onuncu yılında, Onuncu Yıl Söylevinde, Gazi M. Kemal, "milli kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız." diyor ve "Türk milletinin, yürümekte ol­duğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tut­tuğu meşale, müspet ilimdir." diye ekliyordu. Bir başka de­yişle, Gazi'nin düşü, Saidi Nursi'nin düşmanı olduğu "milli kültür"dü, "muasır medeniyet"ti, ve "müspet ilim"di.
Gülen okullarının özsel içeriği de bu düşmanlıkta gizliy­di. "Milli kültürü" "muasır medeniyet seviyesine yükselten", elinde ve kafasında müspet ilim meşalesi tutan gençliği, di­nin egemenliği altına alarak köleleştirmek için, Saidi Nur­si'nin başındaki dolak, Kemal Atatürk'ün fötrünün altına ya da üstüne sarılacaktı. Bu, özet olarak, dinin bilimi egemenli­ği altına alması olarak da açıklanabilirdi.
"Müspet ilim" meşalesinin, yani "akıl ve ilim ve fen"nin Kuran'ın ve dinin hükmü altına alınarak karartılacağı, "müspet ilim" meşalesini söndürenlerin, meşalenin sopasıyla "milli kültürü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkarma­ya" çalışanları cehennemin kapısına kadar kovalayacağı bir eğitim sistemiydi yayılmasına çalışılan, bir başka deyişle em­peryalist paylaşım savaşının, inananların inanmayanlara karşı savaşı biçimi altında sürdürüldüğü bir tarihte ve coğ­rafyada, Saidi Nursi'nin, aklı, bilimi, fenni yadsıyan düşü, Atatürk'ün aklı, bilimi ve fenni temel alan düşüncesini ka­rartmak için, akim köleleştirildiği ve dolayısıyla, emeğin ve emekçinin evrensel köleleştirilmesinin "Truva Atı" olan Gü­len okulları, Kemal Atatürk'ün ulusalcı ve bağımsızlıkçı kılıncını "manasız bir resim" olarak kuşanmış görünmekte duraksamayacaktı.
(13)
"Fethullah Gülen ile hatıraları üzerine röportaj "da vur­guladığı gibi, Gülen, "taktik ve stratejilerin açıklanmayaca­ğını savlar: "Taktik ve stratejiler söylenmez. Söylendiği an, bir taktik olma hüviyeti ortadan kalkar, stratejiler sadece tatbik edilir. Bazan da bu strateji[nin], işin başında bulunan insandan başka hiç kimse tarafından bilinmemesi gerekir." (Şemseddin Nuri, Küçük Dünyam, s. 121’den aktaran: Alpas­lan Işıklı, Said Nursi, Fethullah Gülen ve "Laik" Sempati­zanları" . Tüze Yayıncılık, Ankara 1998, s. 34.)
Alpaslan Işıklı, Gülen'in "halkın adet ve itiyat haline ge­tirdiği bir takım bid'atların (yani, İslâm dininde Muhammed zamanından sonra edinilen vargılara, ilkelere, alışkanlıkla­ra) birden karşı çıkmanın doğru olmadığını" öğütlediğini ya­zıyor ve ayrıca, gene Gülen'in, "Nihai hedefe varana kadar, yani sonuca ulaşana kadar, her yöntemin, her yolun mübah" olduğunu, bunun içersine yalan söylemenin de, insanları al­datmanın da girdiğini savladığını (Hocanın Okulları, İstan­bul 1998, s. 28'den) aktarıyor. (Işıklı, s. 35.)
-10 Ekim 1995 günlü Hürriyet'te, İsmet Solak ise, "Muhtı­ra hazırlığı var" başlığı altında, Fethullah Gülen'in değişik yerlerden muhtıra sinyali aldığını yazıyordu.
Muhtıra sinyalleri alan Gülen, "kendisiyle görüşmek is­teyen bazı gazetecilerle birlikte gazetelerin büro yöneticileri ve yazarlardan oluşan bir basın topluluğunun çeşitli konu­lardaki sorularını" yanıtlayacaktı. Burada, anjiyo olduktan sonra, kendisini ziyaret eden Özer Çiller ile, hükümetin ku­rulmasından yarım gün önce Hikmet Çetin'le ve Başbakana (Çiller'e) yakın biriyle görüştüğünü, "Ecevit Beyin şartları" olduğunu, "güvenoyu riski bulunduğunu" dile getirecek; ayrı­ca, Kürtler arasında anket yaptırdıklarını, bu anketin sonuç­larına göre, %5'inin ayrılmadan, %15'nin Kürtçe eğitimden yana olduğunu, Kürtlerin %80'inin ayrılmayı hiç düşünmedi­ğini söyleyecektir. {Hürriyet, 10 Ekim 1995.)
Bir başka deyişle, siyasal ya da yönetsel kimliği olmayan Fethullah Gülen, eğitim ve iş alanında Türkiye'nin yalnızca dışa açılmasında kendi "kişisel" inisiyatifini kullanmakla kalmıyor, iç politikada, denebilirse, siyasal iktidar düzeyinde ya da üstünde bir önemi ya da rolü olduğunu da somut bir biçimde duyumsatıyordu. Hani, dense ki, siyasal iktidarın iradesi, bir bakıma Fethullah Gülen'e bağlı, pek "gülünç" kaçmayacak!
İki gün sonra, yani 12 Ekim 1995'te, Tuncay Günay’in "Muhtıra Olayının Perde Arkası" başlığıyla yayınlanan ha­berin altbaşlığı ise şöyleydi: "Fethullah Gülen'in "Muhtıra hazırlığı var" sözleri, kamuoyunda bomba gibi patladı. Gü­len'in amacının, 210 Fethullahçı subay ve astsubayı ordudan atan komutanları hedef göstermek olduğu bildirildi." Haber şöyle bitiyordu: "Fethullah Gülen, devletin raporlarında "yeni dünya düzeni çerçevesinde" Türkiye'ye dayatılan ve la­ikliği hedef alan Ilımlı İslâm Projesinin uygulayıcısı olarak nitelendiriliyor. Ilımlı İslâm Projesinin ana hatları, Balkan­lar, Kafkaslar, Ön Asya (Batı Türkiye) ve Ortadoğu'da oluş­turulacak dört federasyonun, ABD güdümünde bir konfede­rasyon çatısı altında ve milli kimlikleri yok ederek toplan­ması olarak biliniyor." (Tuncay Günay, "Muhtıra olayının perde arkası", Akşam, 12 Ekim 1995.)
Haber/yazıda, "Ilımlı İslâm Projesinin, "ulusal kimlikle­ri yok ederek ABD'nin güdümünde bir konfederasyonun ku­rulmasına olanak sağlayacak Balkanlar, Kafkaslar, Ön Asya ve Ortadoğu'da dört federasyon oluşturma projesinin bir par­çası olduğu", "devletin raporları"na, dahası Donanma Komu­tanlığı tarafından hazırlatılan bir rapora dayanıyordu. Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya'nın, Donanma Komuta­nı iken hazırlattığı istihbarat raporunda (1994), Fethullah Gülen, "Yeni Dünya Düzeni çerçevesinde Türkiye'ye dayatı­lan ve laikliği hedef alan Ilımlı İslâm Projesinin uygulayıcı­sı" olarak tanıtılmaktaydı.
ABD'nin güdümünde dört federasyon oluşturma projesi­nin parçası olan ve daha sonra Milli Güvenlik Kuruluna su­nulan Donanma Komutanlığının istihbarat raporunda, Fet­hullah Gülen, "En az PKK kadar tehlikeli" olarak nitelen­mekteydi. ("TSK: En az PKK kadar tehlikeli", Aydınlık, 2 Ha­ziran 1998, sayı: 15, s. 7.)
(14)
1950'li yıllarda "Atatürk Türkiyesini İslâm’a kazandıran adam" (Meryem Cemile, The Creterion'dan aktaran Doğan Avcıoğlu, 31 Martta Yabancı Parmağı, s. 118.) olarak nitele­necek Saidi Nursi, Risalei Nur'ları, "komünizme karşı genç­lerin alaka duymaları maksadıyla" yayınladığını, (Milliyet,
31    Aralık 1959; Şahiner, s. 427), "milliyetçiliğin" değil, "İslâm milliyetçiliğinin, "bolşevizmi, sosyalizmi ve anarşizmi önleyebilecek kuvvette" olduğunu (Bediüzzaman Cevap Veri­yor, Ankara 1960, s. 47, 52'den aktaran Çetin Özek, s. 266) yineleyerek, içerde ve dışarda, "sosyalizm, komünizm ve anarşizm" hedef olarak belirlenecek, 1950-60'lı yıllar, dünya­nın yarısında ya da çoğunluğunda İslâm’ın egemenliğini (hakimiye-yi islâmiyeyi) tesis amacı, ya da Kuran'ın bayrağının dünyanın her tarafında ilan edileceği (Hutbe-i Şamiye, s. 51) düşüncesi, "mütecaviz dinsizlere", "müşterek düşman olan zındıkaya", "dünyadaki komünizm tehlikesine" karşı, "İseviler ile müslümanların" ya da Time muhabirine müjdelediği gibi "müslümanlık alemi ile hıristiyanlık aleminin birleşme­si" (Yeni Sabah, 8 Ocak 1960, Bediüzzaman'dan Çözümler, s. 162, 166) önerisine "inkılap" edecektir.
"İslâmiyet milliyeti" dolayısıyla, Türkleşmiş ve "Kürdi" adını yani Kürtlüğünü terketmiş bulunan Saidi Nursi, "İslâmiyet milliyetinden çıkmak isteyen adamları Türk bilmedik­lerini, Türk perdesi altına girmiş Frenk telakki ettiklerini" ileri sürecektir. (Mektubat, s. 437.)
Şerif Mardin, "Bolşevizm ve sosyalizmin ne ölçüde önem­li güçler haline gelmekte olduklarının bilincinde bulunan Sa­idi Nursi'nin (Mektubat, s. 41), milliyetçiliği modası geçmiş bir güç saydığını, İslâmiyet’i, taze güç gösterecek bir akım olarak gördüğünü" (Mardin, s. 273) yazar. "İslâmiyet milliye­tinden çıkmak isteyen adamları Türk bilmeyen" "Türk per­desi altına girmiş Frenk telakki eden" Saidi Nursi, "bolşevizmi; sosyalizmi ve komünizmi" önleyebilecek kuvvetin "milli­yetçilik" değil, "İslâm milliyetçiliği" olduğu (Çetin Özek, s. 266) görüşünü, "komünizmi önlemek amacıyla" (Dulles) ku­rulan ve daha sonra CENTO adını alacak olan Bağdat Paktı nedeniyle (24 Şubat 1955), cumhurbaşkanı olarak Celal Bayar'a ve başbakan olarak Adnan Menderes'e, "Namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile yazmaya mecbur kaldığı" mektubunda somutlaştırır. Nursi, Türklerin ve Arapların "hakiki milliyetleri"nin "İslâmiyet" olduğunu vurgulayarak, "komünizm cereyanına karşı" bu değerli ittifakın, "dörtyüz milyon kardeş müslümanları ve sekizyüz milyon sulh ve müsaleme-i umumiyeye (genel barışa) şiddetle muhtaç Hristiyan vesair dinler dostluklarını bu vatan milletine kazandır­maya tam bir vesile olacağını" yazar. (Bkz: Şahiner, s. 411412.)
Hutbe-i Şamiye'ye 1950'li yıllarda ekleyeceği notların ("haşiye") birinde "küre-i arzın (yeryüzünün) şimdiki en bü­yük devleti Amerika'nın, "İslâmiyet’le Asya ve Afrika'nın sa­adet ve sükunet ve müsalaha bulacağına (barışa kavuşacağı­na) karar verdiği"ni, "yeni İslâm devletlerini okşadığını ve teşvik ettiğini ve onlarla ittifaka çalıştığını" (Hutbe-i Şamiye, s. 30, haşiye) yazarken, Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından, etnik, dinsel ve mezhepsel farklılıklar nedeniyle, birer "kara delik" ve her biri kaynayan bir "cadı kazanı" ola­rak nitelenen Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya'da saadete, sükunete ve barışa, kısacası "istikrar"a yeni İslâm devletleri­ni okşayan, teşvik eden ve onlarla ittifaka çalışan yeryüzü­nün bugünkü en büyük devleti Amerika'nın sahip çıkmasıy­la olanaklı olacağını da ifade etmiş oluyordu.
Saidi Nursi'nin nitelemesiyle söyleyelim: Bütün kuvve­tiyle, Asya ve Afrika'da, saadet, sükunet ve barışa İslâmiyet’le kavuşulacağına karar veren, yeni İslâm devletlerini okşa­yan, teşvik eden ve onlarla ittifaka çalışan yeryüzünün bu­günkü en büyük devleti Amerika, Sovyetler Birliği'nin dağıl­masıyla "boşlukta" kalan ve halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde oluşmaya başlayan yeni girişimci sınıflarla ilişki kurmak için doğal bir ortam sağlayacak olan nakşileri ve Nurcuları, etkin oldukları Türkiye'nin doğusundan ve ka­sabalarından, sanırım kolluk güçlerine "toplattırarak" göndertemezdi.
Daha 1993'te, Cumhuriyet'te yayınlanan "ABD'de şeriat kampı" başlıklı haberde, kampı tanıtmak ve öğrenci sağla­mak amacıyla ABD'de yaşayan Türklerin adreslerine posta­lanan broşürde, 14 günlük dönemlerde verilen kursların ko­nulan açıklanıyordu. Bunlar, "Kur'an, hadis, tefsir, fıkıh, İslâm tarihi, temel matematik, temel bilimler, bilgisayar kul­lanımı ve bilgisayar programıydı. (Cumhuriyet, 25 Ağustos 1993.) Bu bilgiler doğru olmakla birlikte, gazetede yayınla­nan üstbaşlık, bugünkü bilgilerimiz açısından bakıldığında, "negatif bir başlık olarak da algılanabilirdi. Çünkü, "Fethullahçılar olarak anılan şeriatçılar şimdi de Amerika'ya elattı" üst başlığından, "aktif' olan Amerika'nın "pasif' olduğu ya­nılgısına kapılabilirdi okur.
Benim Üç Sivas kitabımda, Emine Kaplan'ın (Cumhuri­yet, 26 ve 29 Şubat 1996) haberyazısından, Mustafa Balbay'ırı "ABD'deki öğrenciler" başlıklı yazısından (Cumhuri­yet, 1 Mart 1996) çıkardığım vargıya göre, Türkiye'den Birle­şik Devletlere, eğitim, öğretim ve uzmanlık için gönderilen öğrenciler içinde, ABD'nin gereksineceği sayıda Nakşibendi ve Nurcunun bulunması, "gayri-resmi" olarak gözetilmiş, Türk Cumhuriyetler ile kurulacak bağlar daha önceden oluş­turulmuştu. (Muzaffer İlhan Erdost, Türkiye'nin Yeni Sevr'e Zorlanması Odağında Üç Sivas, Onur Yayınları, Ankara 1996, s. 36-37.)
Bir başka anlatımla, "Komünizmle Mücadele Derneği" ile başlayan ve "ışıkevleri"yle ışıklanan, Sovyetler Birliği'nin yayılmasına ve buna bağlı ve bununla bağlantılı olarak sos­yalizme ve komünizme karşı etnik ve dinsel, yani şovenfaşist ve teokratik-faşist kadrolaşma, Sovyetler Birliği'nin dağılması öngününde, sosyalist sistemden ayrılmış, ama mo­dem yaşamı tanımış ve laik devlet sistemiyle yapılanmış kadroların yerine, politikleşmiş ve emperyalizmin kundağında "ılımlaşmış İslâm’ı” koyacak aracı kadroları yetiştirme, Gülen'in yurtdışında açtığı okulların ideolojik özünü oluştur­maktaydı. Bu nedenle de, okulların düzeyine göre de birbirine göre farklılıklar içermesi kaçınılmazdı. Eğitim açısından temel alman, bilimin dinin emrinde olması, ve materyalist felsefenin yadsınmasıydı.
Dolayısıyla, içerde kemalizme ve dışarda Sovyetler Birli­ği'nin yayılmasına karşı savunma ve sosyalizme bir "set oluşturma" amacıyla kurulmuş bulunan bu okullar, ikinci aşamada, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, Sovyetlerden bağımsızlaşan ülkelerde, Rus nüfuzunu geriletmek, tanrıtanımazlığın olduğu kadar sosyalizmin de ideolojik ba­samağını oluşturan materyalist eğitime karşı, dinin egemen­liği altında eğitilmiş ve ABD'nin nüfuzunu gerçekleştirecek kadroları yetiştirmeyi amaç edinecekti. Dahası, bu okullar, daha önceki bölümlerde özetlediğimiz gibi, Rusya'nın küçül­mesini amaçlayan, ama bunun jeostratejik omurgasına Tür­kiye'yi oturtan, başlangıçta "Yeni Dünya Düzeni", daha son­ra "Küreselleşme" adı verilecek olan ABD’nin Avrasya'ya Av­rasya'dan dünyaya egemen olma politikasının istasyonları olacaktı ve öyle de işlevselleştiler.
Üçüncü aşama, Saidi Nursi'nin, 1960'ta kendisiyle konu­şan Time muhabirine söylediği gibi, "komünizm tehlikesine" karşı, "iseviler ile müslümanların" ya da "müslümanlık ale­mi ile hıristiyanlık aleminin birleşmesi", bu kez, yetmiş yıl­lık sosyalizm geleneğinden gelen laik yapılanmayı, ve laik yapılanmayla özdeşleşen materyalist eğitimi, özellikle Türk ve müslüman topluluklara dayanarak, ve müslüman ve hıristiyan birliği kurarak din ile geriletme aşamasıdır. Bu kez, hıristiyanlık alemi ile müslümanlık alemini birleştirmek için, Fethullah Gülen, Vatikan'a, (9 Şubat 1998'de) sunacağı mektupta, Papa'ya "üç büyük dinin", "Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanların, "üç büyük dinin babası olduğu ikrar edilen Hazreti İbrahim'in doğum yeri olarak bilmen Urfa'daki Harran'da bir ilahiyat okulu kurmaya" ya da "Har­ran Üniversitesinin programlarını genişletmeye" çağıracaktı. (Faik Bulut, Kim Bu Fethullah Gülen, s. 259-261.)
Gene aynı mektupta, üç büyük dinden liderlerin işbirliğiyle ilki Washington'da olmak üzere muhtelif dünya baş­kentlerinde düzenlenmesi önerilen konferanslar serisinden biri, Gülen'e yakınlığıyla bilinen "İstanbul İlim ve Kültür Vakfının organize ettiği" üç günlük sempozyumda, Hristiyanlarla Müslümanların yeni dünya düzeni için işbirliği yap­maları savunulacak, "Bediüzzaman Saidi Nursi'nin Düşün­cesinde Müslüman-Hıristiyan Diyaloğu ve İşbirliği" başlıklı bir tebliğ sunan Cizvit sekreteryasının Genel Sekreteri Prof. Dr. Thomas Michel, modern dünyada da Müslümanlarla Hristiyanların işbirliği yapmaları gerektiğini söyleyecektir. ("Kur'an'ı Anlama Sempozyumu", Cumhuriyet, 23 Eylül 1988 Ankara baskısı.)
Gülen'in, Papa'ya sunduğu mektupta Hristiyan ve Müslüman işbirliğinin, bir bakıma, "sistemler arası ya da jeopoli­tik anlaşmazlıkların ve çatışmaların yerini, uygarlıklar arası ve içi çatışmaların aldığını" söyleyen Samuel Huntington i{Milliyet, 9 Eylül 1996), ya da "İslâm ile Batı arasındaki ger­ginliklerin, iki inanç sistemi İslâm ile Hristiyanlıktan doğ­muş iki uygarlıktan kaynaklandığını" yazan Fuller ve Lesser'i (Kuşatılanlar, s. 7) duyumsatarak, "medeniyetler çatış­masını görmek isteyen yolunu şaşırmış kişilere karşı koya­bilmek", yani iki din arasında "çatışmayı" dışlamak amacıyla istendiği düşünülebilirse de, Saidi Nursi'nin, İslâm ve Hristiyan birliğini, komünizme ve siyonizme karşı istediğini, bu­gün komünizmin yerine diyalektik ve tarihsel materyalizme, materyalist düşünceye ve felsefeye karşı bir işbirliği oluştu­rulduğu, ama jeopolitik anlamda, sovyetlerin kalıntısı Rus­ya'ya ve sovyet sistemiyle birlikte oluşan materyalist ve laik kültüre karşı, dinlerin birliğinin sağlanmak istendiği, bunun da ideolojik anlamda dinin bilime karşı savaşı, siyasal an­lamda Türkiye'nin federasyonlara bölünerek (225 milyonluk) büyük Türk konfederasyonu biçiminde büyümesinin altlığını oluşturduğu açıktır.
"Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur'an'ın malıdır. Ve bu nedenle semavidir. Arzi değildir. Bir mevhibe-i ilahiyedir." (Armaner, s. 61.) ya da "Risale-i Nur'da yazılı olanlar Kur'an'ın malıdır. Allah’tandır." (Turan Dursun, s. 47) diyen, ve kendisinin bu yüzyılın ilk yarısının Kuran'ın müceddidi olduğunu, bunun Kuran'ın gaybi bilgileri arasında bulundu­ğunu yazan Saidi Nursi, kendisinden sonra görevlendirilmiş olan zatın birinci görevinin, "Risale-i Nur'u bir program ola­rak neşir ve tatbik etmek" olduğunu, "o zatın ikinci vazifesi­nin şeriatı icra ve tatbik etmek'', üçüncü vazifesinin de "hilafet-i islâmi'yeyi ittihad-ı İslâma (İslâm birliğine) bina ederek İsevi ruhanileriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmek" ol­duğunu yazar. (Armaner, s. 61.) Bu "vazife"nin, "Allah'ın fi­güran olarak kullandığı" ("kullanana binlerce hamd ve sena olsun") İslâm birliğini sağlayacak olan Fethullah Gülen'e ve­rilmiş olduğu da olayların gelişmesinden anlaşılıyor.
Bu nedenle de, Berlin Duvarı yıkıldığı zaman, gözyaşları üzerinde kayıkların, keleklerin yüzebileceği kadar gözlerini ırmak etmiş olan Gülen hocanın. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından ve Kafkaslar'da ve Orta Asya'da federal cumhuri­yetlerin bağımsızlıklarını ilan etmesinden önce, bu ülkelere heyetler göndermiş olmasını, kısa zamanda başta Orta Asya Türk cumhuriyetleri olmak üzere beş kıtada, 54 ülkede, ilko­kuldan üniversiteye ikiyüzü aşkın okul açmasını, Hocanın kendi iradesiyle ve bağımsız hareketiyle açıklamak, böyle bir açıklamayı yapanı gülünç duruma düşürebilir.
Sh: 149-203
KAYNAKÇA
İMZALILAR
Mutahir Ahmed, "Radikal İslâm ve Orta Asya", Avrasya Etüdleri, c. 1, Sayı: 3, Sonbahar 1991.
Doğan Akın, "Orta Asya'ya Yol Alıyoruz", Cumhuriyet, 29 Ağustos 1995.
. Uğur Akıncı, "US Strategic Report: Islam will not dominate Turkey", Turkish Daily News, May 14, 1997; "US Strategic report questions: Army as 'gua­rantor of system.’ ", Turkish Daily News, May 15, 1997; "US Strategic Re­port's future scenarios: Turkish wars with Greece, Russia or Syria are possi­bilities", Turkish Daily News, May 16, 1997.
Peter Alfred Andrews, Türkiye'de Etnik Gruplar, ANT Yayınlan Tüm Za­manlar Yayınlan, İstanbul 1992.
Neda Armaner, İslâm Dininden Ayrılan Cereyanlar: Nurculuk, İlahiyat Fakül­tesi Yayınlan, Ankara 1964.
Atatürk'ün Türkiye Büyük Millet Meclisini Açış Konuşmaları, TBMM Kültür Sanat Yayın Kurulu Yayınları, No: 30, Ankara 1987.
Doğan Avcıoğlu, 31 Mart'ta Yabancı Parmağı, Cumhuriyet Kitaplan, İstan­bul 1998.
Mustafa Balbay, "ABD'deki öğrenciler", Cumhuriyet, 1 Mart 1996.
Mustafa Balbay, "Ermeni 'Soykırımı', Sevr... Kars... Lozan, Cumhuriyet, 30 Mayıs 1998.
Mustafa Balbay, "Türk Ligi", Cumhuriyet, 5 Nisan 1993.
Dr. İlhan Başgöz, Howard E. Wilson, Türkiye Cumhuriyetinde Eğitim ve Ata­türk, Dost Yayınlan, Ankara 1968.
İsmail Beşikçi, Kürdistan Üzerine Emperyalist Bölüşüm Mücadelesi 1915-1925, l. Yurt Yayınları, Ankara 1992.
Fikret Bilâ, "Kürt Kimliği Reddedilemez", Milliyet, 9 Aralık 1991.
Vedii Bilget, "Savaşa Hayır", Cumhuriyet, 24 Şubat 1987.
Faik Bulut, Kim Bu Fethullah Gülen, Ozan Yayıncılık, İstanbul 1998.
Sadi Borak, Atatürk'ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, Halkevi Yayınları, 2, Ankara 1980.
Doç. Dr. Gülnihal Bozkurt, Alman-İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerin Işığı Altında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1989.
Haşan Bögün, "ABD Belgelerinde Türk Ordusu" (1980-1995), Cumhuriyet, 19 Temmuz 1997.
Zbigniew Brzezinski, "Yeni Bir Avrupa Stratejisi”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 47, Eylül-Ekim 1997.
Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, Sabah Kitapları, İstanbul 1997.
Zbigniew Brzezinski, Kontroldün Çıkmış Dünya, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan, Ankara 1996.
M. Hüseyin Buzoğlu, Körfez Savaşı ve PKK, Strateji Yayınları No: 1, Ankara (1998).
Ali Fuad Cebesoy, 1907'de Misak-ı Milli, Yayına Hazırlayanlar: Dr. Faruk Süken, Cemal Kutav, İstanbul 1989.
Prof. Dr. İbrahim Canan, İslâm Aleminin Ana Meselelerine Bediüzzaman'dan Çözümler, Yeni Asya Yayınlan, İstanbul 1994.
Noam Chomsky, Kader Üçgeni / ABD, İsrail ve Filistinliler, İletişim Yayın­lan, İstanbul 1993.
Güneri Civaoğlu, "İki Yarbay", Sabah, 2 Şubat 1991; "Tasanm", Sabah, 27 Ocak 1991.
Mustafa Coşturoğlu, "Laik Okullara Karşı Bir Seçenek mi?" Halkoyu 1977, Sayı 11.
Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel'in NTV Televizyonunda Yayınlanan Mülakatı, (Ankara, 17 Ocak 1998).
"Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel'in "İki Denizin Hikayesi" başlıklı konferansının açılışında yapacakları konuşma", 25 Mayıs 1998.
"Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel'in Nokta Dergisi tarafından düzen­lenen "Doruktakiler" ödül töreninde yaptığı konuşma", 25 Mayıs 1998, İs­tanbul.
İ. Sabri Çağlayangil. "Sınırlarımız dışında yaşayan Türkler”, Güneş, 6 Şubat 1990.
İ. Sabri Çağlayangil, Anılarım, Güneş Yayınları, İstanbul 1990.
Cengiz Çandar, "Tarihi Fırsat” ya da "Tarihi Risk" (l), Sabah, 25 Mart 1995; "Üçüncü Amerikan İmparatorluğu" ve Türkiye" (1), Sabah, 6 Ocak 1996; "Üçüncü Amerikan İmparatorluğu" ve Türkiye" (2), Sabah, 7 Ocak 1996.
Fatih Çekirge, Hürriyet, 29 Ocak 1992.
Yasemin Çongar, "ABD'den Kürt Güvencesi", Cumhuriyet, 17 Ocak 1991.
Yasemin Çongar, "Türkiye İçin 4 Senaryo", Milliyet, 17 Mayıs 1997.
Faysal Dağlı, Birakuji (Kürtlerin İç Savaşı), Belge Yayınlan, İstanbul 1994.
Evren Değer, "Uğur Mumcu Dosyası", Cumhuriyet, 26 Ocak 1994.
Ferit Devellioğlu, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara 1962.
Yalçın Doğan, "CİA... TOBB... Dublin... Ve Yeni Devlet", Milliyety 12 Ağus­tos 1995.
Turan Dursun, Müslümanlık ve Nurculuk, İkinci Baskı, Kaynak Yayınları, İs­tanbul 1996.
Doğan Duyar, "ABD’yi Avrupa'da İstemiyoruz", Aydınlık, 20 Ocak 1996.
Şükrü Elekdağ.’Türklerin Görüntüsü", Milliyet, 25 Nisan 1993.
Işın Eliçin, "Türkiye'ye Osmanlı Modeli" / "Osmanlı Modelini Deneyin", Yeni Yüzyıl, 5 Ekim 1996 (Fuller ile konuşma).
Muzaffer İİhan Erdost, "Anadil Yasağı Üzerine", Kanı Kanla Yıkamak İnsan Hakları ve Türkiye, Onur Yayınları, Ankara 1994.
Muzaffer İlhan Erdost, Türkiye'nin Yeni Sevr'e Zorlanması Odağında Üç Si­vas, Onur yayınları, Ankara 1996.
Muzaffer Ilhan Erdost, "Ana: Gülhanım", Bir Fotoğrafa Altyazı, Onur Yayın­ları, Ankara 1991.
Sedat Ergin, "ABD'den Kürt Küstahlığı", Hürriyet, 12 Şubat 1988.
Nedret Ersanel, "CIA, Türkiye'yi çökertti!". Nokta, 10-16 Mart 1996, Yıl: 14, Sayı: 11.
M. Fethullah [Gülen], "Takriz", Bediüzzaman'dan Çözümler, Yeni Asya Ya­yınlan, İstanbul 1994.
Graham E. Fuller, "Fate of the Kurds", Foreign Affairs, Spring 1993; "Kürtlerin Kaderi", Avrasya Dosyası, cilt 1, Sayı 1, ilkbahar 1994; "Turkey's New Eastern Orientation", Turkey's New Geopolitics / From the Balkans to Wes­tern Chine, Westiew Press, A Rand Sturdy, Boulder —San Fransisco— Ox­ford, 1993; Türkiye'nin Yeni Jeopolitiği / Balkanlar'dan Batı Çin'e, Harp Akademileri Komutanlığı Yayınlarından. İstanbul 1995; Cumhuriyet, 26 Şubat 1990.
Graham E. Fuller, lan Lesser, Kuşatılanlar/İslâm ve Batı'nın Jeopolitiği, Sa­bah Kitapları, İstanbul 1996.
Gazi M. Kemal, Nutuk/Söylev, Türk Tarih Kurumu Yayınlan, Ankara 1989.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ten Bize, Yayma Hazırlayan: Sunullah Ansoy, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul 1987.
Zeynep Göğüş, "Uzun soluklu hoşgörü", Sabah, 10 Mayıs 1997.
Yavuz Gökmen, Özal Yaşasaydı, Verso Yayınlan, Ankara 1994.
Yavuz Gör, "Lübnan'daki Ermeniler", Cumhuriyet, 8 Mart 1996.
Ufuk Güldemir, "Kerkük-Musul Senaryosu", Cumhuriyet, 28 Ağustos 1987; "Irak’ı ABD Yıkacak, Türkiye Kuracak", Cumhuriyet, 10 Şubat 1991; "Tür­kiye'ye yeni konum", Cumhuriyet, 16 Şubat 199Ö; "Musul-Kerkük Türki­ye'nin Hakkı", Cumhuriyet, 3 Kasım 1990; "Türkiye'nin Rolü Ortado­ğu'da", Cumhuriyet, 26 Şubat 1990.
Ufuk Güldemir, Texas Malatya, Tekin Yayınlan, İstanbul 1992.
Jacob Heilbrunn, Michael Lind, "Third American Empire", The New York Ti­mes, January 2, 1996.
Paul B. Henze, "Turkey: Toward the Twenty-First Century", Turkey's New Geopolitics, A Rand Study, Westiew Press, Boulder —San Fransisco— Ox­ford 1993; "Türkiye: Yirmibirinci Yüzyıla Doğru", Türkiye'nin Yeni Jeopo­litiği, Harp Akademileri Komutanlığı Yayınları, İstanbul 1995; "Kafkas­ya'da çatışma: Geçmiş Sorunlar ve Gelecek için öneriler", Avrasya Etüdleri, sayı 1.
Uluğ İğdemir, Heyeti Temsiliye Tutanakları, TTK, Ankara 1975.
Uluğ İğdemir, Sivas Kongresi Tutanakları, TTK, Ankara 1986.
İsmet G. İmset, PKK — Ayrılıkçı Şiddetin 20 Yılı/1973-1992), Turkish Daily News Yayınları, Ankara 1993.
Yaşar Kaya, Gündem Yazıları, Belge Yayınları, İstanbul 1993.
Paul Kennedy, Robert S. Chase, Emil B. Hill, "Eksen Ülkeler ve Amerikan Stratejisi", Türkiye Günlüğü, Sayı: 47, Eylül-Ekim 1997.
Henry Kissinger, "Size gerekli olan korkusuz bir lider". Yeni Yüzyıl, 15 Kasım 1996.
Sadi Koçaş, Atatürk'ten 12 Mart'a Anılar, 4. cilt, İstanbul 1977.
Fuat Kozluklu, "Demokratikleşme Sözü", Cumhuriyet, 21 Aralık 1997; "Tür­kiye Avrupa'nın bir parçasıdır", Cumhuriyet.
Chris Kutschera, "The Middle East, Talks to Abdullah Öcalan," Middle East, April 1999.
Mihail Lazarev, "Uluslararası Paris Kürt Konferansı, 14-15 Ekim 1989, Doz Yayınlan, İstanbul 1992.
Alparslan İşıklı, Said Nursi, Fethullah Gülen ve "Laik" Sempatizanları, Tüze Yayıncılık, Ankara 1998.
Prof. Dr. İlhan Lütem. "Birleşmiş Milletleri Müşahit (Gözlemci) Sıfatıyla iz­leyen Öraütler, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, c. XLVI, Ocak-Haziran
1998,    NoT 1-2.
Malmisanij. Said-i Nursi ve Kürt Sorunu, Doz Yayınlan, İstanbul, 1991.
Şerif Mardin, Bediüzzaman Saidi Nursi Olayı, İletişim yayınları. İstanbul, 1994.
Marx, Engels, Doğu Sorunu [Türkiye], Sol Yayınlan, Ankara 1987.
Uğur Mumcu, "Hakkı Yok", Cumhuriyet, 1 Mayıs 1992; "Senaryo", Cumhuri­yet, 12 Ekim 1992; "Karanlığa Doğru"/"Anadolu Federasyonu", Cumhuri­yet, 31 Temmuz 1992; "Kürt Oyunu", Cumhuriyet, 12 Mart 1991; "Osmanlı Bakiyesi", Cumhuriyet, 12 Ocak 1993; "Stratejik İşbirliği", Cumhuriyet, 27 Mart 1991; "Henze’nin İşi", Cumhuriyet, 17 Mayıs 1992.
Erol Mütercimler, Türkiye-Türk Cumhuriyetleri İlişkiler Modeli, Anahtar Ki­tapları Yayınevi, İstanbul 1993.
Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şantiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1993.
Osman Olcay, Sevr Andlaşmasına Doğru, SBF Yayınlan, Ankara 1981.
Baskın Oran, "Kalkık Horoz" —Çekiç Güç ve Kürt Devletleri—, Bilgi Yayı­nevi, Ankara, Şubat 1996.
Öymen, "Çağlayangil Anlatıyor", Milliyet, 12 Aralık 1984.
Edip Emin Oymen, "Türkiye Kuzey Irak'tan Girmeli", Cumhuriyet, 25 Ocak
İ991-
Çetin Özek, Türkiye'de Gerici Akımlar ve Nurculuğun İçyüzü, Varlık Yayın­lan, İstanbul 1964.
H.     Bülent Paksoy, ''Pan Adlı İki Kurgusal Yaratık", Avrasya Eiiidleri, cilt 1, Sayı 1, Yaz 1994.
Esat Pala, "Pantürkizm İdeolojisi Türkleri Felakete Sürükler", Cumhuriyet, 6 Temmuz 1992.
Ahmet Bekir Palazoğlu, Başöğretmen Atatürk, cilt I, 1919-1928; Cilt II, 1928-1938, T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Eğitim Araçları ve Denetim Daire­si Başkanlığı, Ankara 1991.
Stephen C. Pelletiere, "Ortadoğu'da Türkiye ve Amerika: Kürt Bağlantısı", Avrasya Dosyası, cilt 1, Sayı 3, Sonbahar 1994.
Nevval Sevindi, "Fethullah Hoca ile New York Sohbeti", Yeııi Yüzyıl, 21, 22 Temmuz 1997.
Mahir Sayın, Erkeği Öldürmek, Zelal Yayınlan, İstanbul 1998.
Muzaffer Sencer, Belgelerle insan Hakları, Beta. İstanbul 1988.
Erik Siesby, "Avrupa Topluluğu İnsan Haklan Seksiyonu İçin Rapor (1987)", (Teksir).
İsmet Solak, "Muhtıra Hazırlığı Var", Hürriyet, 10 Ekim 1995.
Necmeddin Şahiner, Bediüzzaman Said Nursî, 12. Baskı, Yeni Asya Yayınla­rı, İstanbul 1996.
Ahmet Tan, "Özal'dan 'Özel' İzlenimler", Cumhuriyet, 25 Ocak 1991.
Necip Torumtay, Değişen Stratejilerin Odağında Türkiye, Milliyet Yayınları, İstanbul 1996.
Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, 1. ve 2. kitap, Bilgi Yayınevi, Ankara.
Hulusi Turgut, "Fethullah Gülen ve Okulları", Yeni Yüzyıl, 17-28 Ocak 1998.
Turan Yavuz, ABD'nin Kürt Kartı, Milliyet Yayınlan, İstanbul 1997.
Ayşe Yıldınm, "Özal'ın Hayali Musul'du", Cumhuriyet, 1 Mart 1988.
Meryem Weld, İslâm, Batı ve Risale-i Nur, Yeni Asya Yayınlan, İstanbul 1986.
Barçın Yinanç, "Ortadoğu Birleşik Devletleri Kurulmalı", Milliyet, 12 Kasım 1995-
M. Can Yüce, "Bağımsızlık ve Federasyon Üzerine Bazı Düşünceler". Özgür Halk, Haziran 1993, Yıl: 4, Sayı: 32.
BELGELER, RAPORLAR, TUTANAKLAR
Amerikan Gizli Belgelerinde Türkiye'de İslâmcı Akımlar, Beyan Yayınlan, İs­tanbul 1990.
Country Reports on Human Rights Practices for 1988, February 1989, Was­hington 1988.
Danışma Meclisi Tutanak Dergisi, Cilt: 21, yasama Yılı: 2, 154üncü Birle­şim, 31 Ağustos 1983.
European Charter for Régional Minority Languages, Strasbourg, 2.X.1992, ETS No: 148.
Framework Convention for the Protection of National Minorities, Strasbourg,
1.    II. 1995, ETS No: 157.
Milli Güvenlik Konseyi Tutanak Dergisi, Cilt 11, 176ncı Birleşim, 19 Ekim 1983.
Uluslararası Paris Kürt Konferansı, Doz Yayınlan, İstanbul 1992.
İMZASIZ HABERLER
Akşam, 28 Temmuz 1995: "CIA başkanını halıcılar yakaladı".
Akşam, 28 Temmuz 1995: "ABD, Özal’a verdiği planı gündeme getirdi".
Akşam, 11 Ağustos 1995: "Büyük Tuzak".
Akşam, 11 Ağustos 1995: "Clinton devrede".
Akşam, 11 Ağustos 1995: "Genelkurmay raporundan".
artı+haber, Sayı 1, 20-26 Aralık 1997.
Aydınlık, 25 Ocak 1998, Sayı 549: "ABD'nin Sevr Planı".
Aydınlık, 20 Haziran 1999: "Haziran Mutabakatı".
Cumhuriyet, 31 Aralık 1959: (Saidi Nursi'yi Demokrat Partili beş milletveki­linin ziyareti).
Cumhuriyet, 7 Mart 1990: "Roberts'e göre laiklik".
Cumhuriyet, 30 Ocak 1991: "Özal: Harita değişecek".
Cumhuriyet, 31 Ocak 1991: "Bölgesel Muhtariyet".
Cumhuriyet, 2 Şubat 1991: "Talabani’den Özal’a Övgü".
Cumhuriyet, 9 Şubat 1991: "Özal'dan Batıya Kürt Sözü".
Cumhuriyet, 2 Şubat 1993: "Türkiye Süper Güç Olma Yolunda".
Cumhuriyet, 20 Ağustos 1993: "Güneyde Sevr Parmağı"
Cumhuriyet, 25 Ağustos 1993: "ABD’de Şeriat Kampı".
Cumhuriyet, 3 Haziran 1995: "Türkiye'nin bütünlüğü tehlikede".
Cumhuriyet, 28 Temmuz 1995: "CIÂ'yı Çiller Çağırdı".
Cumhuriyet, 1 Ağustos 1995: "Cain: Artık Doğuya yönelik projelere ağırlık veriliyor".
Cumhuriyet, 10 Ağustos 1995: (Öcalan'ın Kom’a yazdığı mektup).
Cumhuriyet, 7 Eylül 1995: "DSP lideri Ecevit: Türkiye Tuzağa Sürükleniyor". Cumhuriyet, 16 Kasım 1995: "ABD'den PKK’ye Kınama".
Cumhuriyet, 18 Kasım 1995: "PKK'ye Meşruiyet Kazandırma çabalan". Cumhuriyet, 19 Nisan 1996: "PAB'da azınlıklar tartışması / PKK'ya Yunan Desteği".
Cumhuriyet, 5 Mart 1997: "Türkiye AB'ye tam üye olamaz".
Cumhuriyet, 14 Aralık 1997: "Zirveden Türkiye'ye Azınlıklar Uyansı". Cumhuriyet, 14 Aralık 1997: "Türkiye'nin kartı Kıbns".
Cumhuriyet, 14 Aralık 1997 "Zirveden Türkiye'ye Azınlıklar Uyarısı". Cumhuriyet, 17 Aralık 1997: "Bill Clinton: Türkiye, Batı Dünyasında demirli kalmalı".
Cumhuriyet, 23 Aralık 1997: "Klaus Kitıkel: Türkiye hazır değil".
Cumhuriyet, 24 Aralık 1997: "Amerikan Basınından AB'ye Eleştiri". Cumhuriyet, 4 Ocak 1998: "Kinkel: Kürt Sorununa Çözüm".
Cumhuriyet, 22 Ocak 1998: "Kürt Sorunu Türkiye’de Çözülür”.
Cumhuriyet, 23 Eylül 1998: "Kur'an'ı Anlama Sempozyumu".
Cumhuriyet, 27 Haziran 1999: "ABD Bölgeyi Kanştırıyor".
Hakimiyeti Milliye, 30 Birinci Teşrin 1933: "Büyük Gazi'nin Nutku." "Milli kültürümüzü, Muasır Medeniyet Seviyesinin Üstüne Çıkaracağız...". Hakimiyeti Milliye, 2 İkinci Teşrin 1933: "Reisicumhur Hz. Dün Büyük Mil­let Meclisinin Toplanma Yılını Milletine Yeni İlerleyiş Direktifleri Veren Bir Nutukla Açtı."
Hakimiyeti Milliye, 30 İkinci Teşrin, 1 Birinci Kanun 1933: "Duce'nin Yeni Nutku: Faşizmin Yeni İstikameti Nedir?"
Hepileri, Şubat 1998, Sayı: 11: "Evet, CIA, Rus'lardan önce Afganistan'a gir­mişti!."
Hürriyet, 22 Kasım 1995: (Lummer'ın Öcalan'la görüşmesi).
Meydan, 9 Ocak 1996: "Türkiye'yi böyle bölmek istiyorlar".
Milliyet, 9 Eylül 1996: (Huntington ile konuşma).
Milliyet, 14 Mayıs 1997: "Sevr Sendromu Aşılıyor".
Nsibin, Sato: 12, Menyona: 62/2, Tarix, 6747•; 1997.
Özgür Halk, Haziran 1995, Yıl: 6, Sayı 56 (Öcalan'ın ARD TV ile görüşmesi
Özgür Halk, Kasım 1995, Yıl: 6; Sayı 60 (Öcalan'ın Novore Vremya muhabiri Makarenko Vadim ile görüşmesi).
Özgür Halk, Ocak 1996, Yıl: 7, Sayı 62.
Posta, 10 Ağustos 1995: "İşte sır toplantı".
Radikal, 13 Ekim 1996: "3. Amerikan İmparatorluğu".
Radikal, 13 Ekim 1996: "Ortadoğu'nun Alternatifi Orta Asya".
Sabah, 16 Kasım 1997: "Almanlar Türkiye’yi dörde böldü".
Siyah Beyaz, 10 Ağustos 1995, "Öcalan'dan ABD'li diplomata mektup / ABD çıkarlarına karşı değiliz".
Ulus, 7 Eylül 1966: "Nurculuk tehlikeli bir hal almıştır".
Ülkede Gündem, 27 Ağustos 1997: "Silah dolu trenler nereden geldi?". Vatan, 17 Ocak 1956: "Başbakan, seçim yaklaştı diyor".
Yeni Sabah, 8 Ocak 1960: "İnönü: Saidi Nursi seçim vazifesi yapıyor". Yeni Sabah, 8 Ocak 1960: (Saidi Nursi'nin Time muhabirine söyledikleri). Yeni Şafak, 12 Ocak 1996: (Üçüncü Amerikan İmparatorluğu ile ilgili). Zafer, 20 Ekim 1958: (Menderes'in Emirdağ'da konuşması).

Kaynak: Muzaffer İlhan ERDOST, Yeni Dünya Düzenine Zorlanması Odağında Türkiye, Birinci Baskı Ağustos 1999, Ankara


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar