“DİN” SİYASETİN ÇIKMAZ SOKAĞI OLUNCA
İnsanlık tarihi
boyunca toplulukların idare edilmesinde yönetenler ve yönetilenler kavramı
süregelmiştir. Yönetenler; “Hâkimiyet” unsuru olarak her olguyu,
amaçları uğruna kullanmışlardır. Asırlardır bu değerli ve kutsal olan olguların
en başında da “din” gelmiştir. Din, kendi içinde cihet barındırmazken,
insan faktörü karşısında, alt yapısıyla sağa ve sola göre şekillenmek zorunda
kalmıştır. Sağ
ve soldaki düşünce kavramı, varlık sebeplerini oluşturdukları tepkiye borçludur.
Her iki düşüncenin iki ayrı gruba ayrılmış olmasının temeli, etki ve tepkiden
kaynaklanırken, bu zaaflarını içindekilerin aksine dışarıdan bakınca görmek
daha mümkündür. Bu guruplarda oluşturulan her düşünce ne olursa olsun bir
siyaset haline getirilip “ötekiler” e
karşı oluşumunu tamamlar ve tarzı siyasetin gidişatında etkili olur.
İnsanlar arasında yönetmeye kendilerini layık
görenler, “yönetimi nasıl ele geçiririz?” isteği ile bazı değerleri neticede
eritir veya dondururlar. Bu eriyiş veya dondurma arasındaki geçiş sürecinde
fikirlerde siyaseti etkiler. Birde buna intikam, hırs ve art niyetli başka
sebeplerde ilave olunca çatışmalar çıkar. İşte bu siyasetin devamlı kaynayan
kazanı yönetim mekanizmasında olabilmenin alt yapısını teşkil eder. Fakat
kaynayan kazan içindeki kepçe olan düşüncelerin ve ideallerin sahibinin kontrol
edeni olmak, özellik ve marifet isteyen bir durumdur.
Siyaset sahnesinde hep zarar görenin “din”
olması sebebiyle sözü buraya getirmek istiyorum. Siyasetteki hedef, halkın
mutlu ve refah seviyesini artırmak ve dolayısıyla devleti kuvvetli kılmaktır.
Fakat ne olur da ki, siyasetin fayda ve menfaat çizgisinde devlet ve millet hep
sona kalan unsurlar olur? Tarih bu konuda yani sürekli devlet ve insan
ilişkilerinde devlete ikincil olma statüsü vermiştir. Din ise bu meyanda, daha
çok gerilerdedir. Çünkü dinin ilk hedefi insandır. Devlet ise, çeşitli
ilişkiler yumağında olan, kendini oluşturan bireyleri birlikte dünya üzerinde
diğer insan toplulukları ile ilişkileri bulunan bir yapılanmadır. Onun için
devletin bir dini olurken, her dinin bir devleti yoktur. Din, hayat
alanımızda nizamı düzenlerken, devlet içersinde başka dinlerinde olabileceği
bir yapıda baskı uygulamaksızın bir kaç dinin çok rahat birlikte yaşadığını
günümüzde de görmekteyiz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Hıristiyan ve
Yahudilerle olan ilişkilerde, gerek kendi hayatında gerek sonraki dönemlerde
olsun devlet, din devleti olsaydı Yahudi’ye ya da Hıristiyan’a verilecek
cezalarda da İslâmî hükümlere göre vermesi gerekecekti, fakat vermedi. Mesela
Yahudilerin devlet anlayışı, din devleti üzerine kurguludur. Bu nedenle hem
kendileri, hem de diğer insanların başına bela olmaları bu anlayışları
yüzündendir. Burada bizim anlatmak istediğimiz devletin sanal kişiliğini
oluşturduğu bireylerin kimliği ile teşebbüs edecek olmasıdır. Dün başka bugün
başka elbise giyebilir.
İslâm toplumları da zaman zaman medenî olmuşlardır.
Fakat ne devr-i saadet ne dört halife devri ne de Osmanlı Devleti'nin ilk iki
yüz yılı medenî zamanlar değildir. Osmanlı Medeniyeti milâdın 15. yüzyılında en
parlak zamanlarını yaşamıştır ki bu dönem, Devlet'in İslâm umdelerinden
uzaklaşmaya başladığı dönemdir. Yine Emevî ve Abbasî medenî devirleri, toplumda
refahın getirdiği İslâm dışı eğilimlerin güçlendiği devirlerdir. Debdebeli
saray inşa eden ve emrinde Hıristiyan asker kullanmakta bir beis görmeyen
Selçuk saltanatı, hiç şüphesiz medenî diye vasıflandırılabilir. ( İsmet ÖZEL, Üç Mesele – İstanbul, Şule
Yayıncılık, 2006, s.107)
Din ile siyasetin getirisi olan devlet anlayışı Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem döneminde hiç karşı karşıya gelmemiş ve hep birbirini
tamamlayıcı unsurlar olmuştur. Tabii olarak bunun başlıca sebebi; bu iki
görevin de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şahsında toplanmış
olmasıydı. Daha açık bir ifade ile O’nun birinci görevi; Allah Teâlâ’dan gelen
ilahi emirleri insanlara tebliğ etmek, ikincisi ise, bu vahiy hükümlerine göre,
başkanı bulunduğu toplumu (devleti) yönetmekti. O’nun Hakk’a yürümesiyle
(M.632) birinci görevi sona erdi ise de, ikinci görevi Müslümanlar arasında
devam etti. İşte bu ikinci görevin devamında zaman zaman ihtilaflar çıktı; kan
döküldü ve Allah Teâlâ’nın kutsal kitabı, kısacası din politikaya alet
edilerek, sonuçta din ve devlet kördüğüm şeklinde birbirine bağlanarak sorunlar
yumağı oldu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden
hemen sonra, Müslümanlar arasında ortaya çıkan “yönetme” sorunu, dinî
öğeleri toplumsal ve siyasal hayata taşımıştır. Bu taşımanın bedelini de
Müslümanlar bir zaman sonra (Hz. Osman radiyallâhü anh Hilafeti ve sonrası)
ağır ödemeye başlamıştır. Ancak ilk Müslümanlarla başlayan bu anlayış, 1400
yıllık İslam tarihinde, İslam bilginleri tarafından hep “üstü örtülerek”
ele alınmıştır. Bunun da ilk nedeni, sahabe de olsa ilk Müslümanlara bir “kutsiyet”
atfetme anlayışıdır. Müslüman âlimlerin, en büyük çıkmazı, dini karizmaları
sebebiyle, ilk müslüman siyasilerin (özellikle bunlar sahabeden ise)
bulaştıkları hadiseleri, siyasi hırslarının sebep olduğu neticeleri, gerektiği
biçimde değerlendirmekten kaçınmaları olmuştur. Özellikle “Ashabım, gökteki
yıldızlar gibidir; hangisinin peşinden giderseniz, gidiniz. Dalalete
düşmezsiniz” veya “Ashabım hakkında kötü söz söylemeyin!” gibi,
sahabeyi yücelten ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme atfedilen sözler,
İslam âlimlerini tarihi ve siyasi hadiseleri değerlendirmede çekingen
bırakmıştır. Her şeyden önce, din adına birilerinin hakkı korunurken,
birilerinin hakkına da tecavüz edilmiştir. “Haklı haksızı Allah bilir; biz
karışmayalım” mantığının bilimsel açıdan hiç bir geçerliliği yoktur. Günümüz
açısından bu karizmatik düşününce “hata yapmaz” anlayışıyla yaramız kabuk
bağlayacağına sürekli kanayıp durmaktadır.
Örnek verecek olursak;
Hz. Osman radiyallâhü anhın evinin yaklaşık
40 küsur gün süren muhasarası esnasında, Ümeyyeoğulları halifeyi adeta isyancılarla
karşı karşıya bırakmışlardı. Medine yakınında mevzilendirilen Hz. Muaviye
kuvvetleri isteselerdi kuru kalabalık olan bu asiler güruhunu dağıtabilirdi.
Ancak, görünen o ki, zaten yaşlı olan halifenin şunun şurasında ne kadar ömrü
kalmıştı? Bir iki yıl daha yaşarsa ne olacaktı ki?.. Hz. Osman’dan sonra
hilafet Ümeyyeoğullarının elinden ebediyen gidecekti. Çünkü bu ailede
“dini karizması’ olan ikinci bir şahıs yoktu. Bu ailenin tümü Mekke’nin fethine
kadar Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin en büyük düşmanlarıydılar.
Mekke’nin fethinden sonra adeta (mecburen) alternatifsizlik sonucu Müslüman
olmuşlardı
Ancak, katledilen bir halifenin kanını dava
etmek; bu yolla asabiyeti körükleyerek iktidar mücadelesi yapmak, tek akılcı ve
çıkar yoldu. Hz. Muaviye de bu düşüncedeydi ve Hz.Osman radiyallâhü anhın
kanının dökülmesini herkesten çok o istiyordu veya en iyimser ve yumuşak
ifadeyle, bu iş en çok Ona yarayacaktı.
Hz. Osman radiyallâhü anhın katlinden sonra, Medine adeta bir ölüm
sessizliğine gömülmüştü. Halifenin cenazesi üç gün yerde kaldı. Rivayetlere
göre koca halifenin cenaze namazını dört veya yedi kişi kıldı ve cenaze
korkudan kabristanın dışına (bir
rivayette Yahudilerin defnedildiği yere) gömülebildi. Hz. Ali
kerreme’llâhü vechenin halife seçilmesi, Ümeyyeoğulları arasında telaşa ve
gelecek endişesine neden oldu. Bu Ümeyyeoğullarının tüm devlet kademelerinden
temizlenmeleri ve edindikleri gayr-ı meşru mülklerin ellerinden alınmaları
anlamına geliyordu. Öyle ki, Hz. Osman’ın katlinde tüm Medine halkı seyirci
kalmışken, Ümeyyeoğulları bilerek hedefi küçültmüş ve tek suçlu adeta Hz. Ali
kerreme’llâhü veche olmuştu
Yine Cemel’de 10.000, Sıffın’de 70.000
müslümanın kanının müsebbibleri İslâm kaynaklarında ortaya konamamıştır. Birçok
İslâm aliminin “hüsn-ü niyet ve ictihad farklılığı” tezleri havada
kalmaktadır. Hele hele Hz.Muaviye ve Amr b. As’ın sahabe oluşları noktai
nazarından hareket edilerek, bu ictihad farklılığı kriteriyle
değerlendirilmeleri, ciddiye dahi alınamaz. İsyankâr bir valinin saltanatı ele
geçirmek için, bir halifenin kanını ve Allah Teâlâ’nın kitabını siyasi
emellerine alet etmekten başka şekilde değerlendirilemez. [1]
Sonuç olarak devlet, yönetim, siyaset elini
din ve dinî söylemlerden uzaklaşması mecbûridir. Dinî söylemler denilince ideolojik
dinlerdende bahsediyoruz. Dinî konularda sağcı ve solcu geçinen siyasîlerin
samimiyet gerçeği dinden ellerini çekmelerindedir. Geçim şartlarının
ağırlaştığı ve her türlü tazyikin arttığı bir dönemde din üzerinden yapılan
siyaset yıpranma sebebidir. Önemli olan bu konuların insanları kendi haline
bırakacak şekilde zamanın akışına uygun serbest bırakılmalı daha önemli olan
devlet ve milletin bekâsı mevzularına el atılmalıdır. Bu şekilde milletin asıl
dertleri aşikâr olur.
İnsanlar, dünyaya da huzurlu yaşamayı hep
arzu ederler. Fakat düşünceleri ve eylemleri ile hayatlarını zehir ederler.
Kendi yüzünden zehir olan hayatı sonucunda, huzur bulacağı bir yer arama
telaşına düşmesi, hep onun yaratılış tabiatı gereğidir. Allah Teâlâ’nın bize
lütfettiği bu güzel vatanımızda altımızı oymaya hiç kimsenin hakkı yoktur.
Altımızı oyacak her şey ileriki hayatımızda gülünç ve perişan duruma düşme
sebeplerimizden biri olur. Devletimiz ve milletimiz bir bireyi olarak geçmişten
gelen bağlarımızı koparmadan, birbirimize saygı duymamız gerekmektedir..
Yeri gelmişken hatırlatalım ki; günümüzdeki
sağ sayılan siyasî görüşün lider özellikleri için bir tespit şu şekildedir.
“Türk sağının liderleri Şia’nın masum imama
kavramını hatırlatır: Varlıkları ve meşruiyetleri hakkında tartışmak ve şüphe
izhar etmek bir nevi itikatsızlık ihanetle eşdeğer tutulur. Liderler açısından
taban, kendilerine karşı sadece sadakat boyutunda hareket edebilme hürriyetine
sahiptir. Bu yüzden sağ entelektüeller parlamentoda hep temsilcisiz kalmış ve kendilerini
yalnız hissetmekten kurtulamamışlardır. Davranışlarını temel tezine göre
biçimlendirmek yerine, endişelerinin emrine tahsis eden sağ siyasetçinin
görevi, seçim haricinde halkı ikna etmek, yatıştırmak ve mevcut nizamın devamı
için yabancılaştırmaktan ibaret kalmıştır.” [2]
[1] Doç.Dr. Mehmet ÇELİK, İslam Tarihinde Dinin Politikaya Alet
Edilmesinin İlk Örnekleri, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi “Fırat
Universty Journal of Social Science” Cilt: 10 Sayı: 1, Sayfa: 29-49,
ELAZIĞ-2000
[2] ALKAN Ahmet Turan Yol Türküleri [Kitap]. - İstanbul : Ötügen, 2000, s.344-345
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar