“DİNDÂR OLAMIYORLARSA, EN AZINDAN İNSANLARA KARŞI EDEPLİ OLSUNLAR.” [Pascal]
Ruhun ölümsüzlüğü bizim için o denli hayatî
öneme sahip bir şeydir, bizi o kadar derinden alâkadar eder ki, onun esasını
bilmek hususunda kayıtsızlık göstermek için her türlü duyguyu kaybetmiş olmak
gerekir. Bütün hareketlerimiz ve düşüncelerimiz ebediyen sürecek bir hayır,
rahmet ve mutluluğun olup olmadığına göre, birbirinden tamamen farklı yollar
takip edeceklerdir. Nihaî hedefimiz bu nokta olmadıkça, akıl ve muhakeme
dairesinde iş görmemiz imkânsızdır.
Şu halde, bizim için en birinci menfaat ve
en birinci görev, kendimizi bütün hatt-ı hareketimizin kendisine bağlı olduğu
bu konu üzerine aydınlatmaktır. Bu sebepledir ki, henüz ikna edilmemiş olan
insanlar arasında bu konu etrafında bütün kuvvetleriyle malumat toplamaya
çalışan kimseler ile onu düşünmek zahmetine bile katlanmayan kimseler arasında
mutlak bir ayırım yaparım.
Şüphelerinden samimiyetle yakınan, onu
nihaî bedbahtlık olarak kabul eden ve asla ondan kaçma gayretine girmeden,
arayışlarını ilk ve en ciddi işleri kılan insanlar için merhametten başka bir
şey hissedemem.
Fakat, hayatlarını hayatın bu nihaî
hedefine ilişkin bir düşünceleri olmaksızın harcayan ve yalnızca kendi içlerinde
ikna olma ve inanma ışığı bulmadığından dolayı, başka yerlere de bakmayı ihmal
eden; ve karşılarına çıkan görüşün insanların safdilâne basitliğinden dolayı
kabul ettiği görüşlerden biri mi, yoksa en sağlam ve en sarsılmaz temele sahip
olan görüşlerden biri mi olduğunu adamakıllı tetkik etmeyi de ihmal eden
kişilere gelince: onlara çok farklı bir açıdan bakıyorum.
İnsanların kendi benliklerinin,
ebediyetlerinin, her şeylerinin bahis konusu edildiği böyle bir husustaki bu
ihmal, şefkatimi celbetmekten ziyade, beni hiddete getirir; hayrete ve dehşete
düşürür. Bu hal bana tam bir canavarlık gibi görünür. Bu sözleri manevî
sadakatin getirdiği dindarane bir bağnazlık yüzünden söylüyor değilim. Bilakis,
iddia ediyorum ki, bu his hem İnsanî çıkarlarına, hem de nefsin itminanına
ilişkin ilkelerin icabı, her insanda yer etmiş olsa gerektir.
Şu fani dünyada hakikî
ve tatmin edici bir zevk bulunmadığını, zevk ve safa dediğimiz her şeyin boş ve
değersiz olduğunu, başımıza gelen felâketlerin sonsuzluğunu anlamak ve son
olarak ölümün de birkaç sene zarfında şaşmaz bir şekilde ya bizi ebediyen
mahvetmek yahut Allah’tan ayrıldığımız takdirde bizi bedbaht ve sefil bir hale
getirmek gibi korkunç zorunluluklar karşısında bırakacağını bilmek için çok
yüksek bir ruha sahip olmak gerektiğini sanmıyorum.
İnsan için bundan daha gerçek ve daha
korkunç bir şey yoktur: Ne kadar mertlik ve cesaret gösterirsek gösterelim,
dünyanın en mükemmel insanını bile bekleyen akıbet budur. İşte bu husus bir
kez daha derin derin düşünülsün de, yaşadığımız hayattaki yegâne hayır ve
saadetin başka bir hayatın verdiği ümit ve teselli ile kaim olduğu, şüphe
götürmez bir şekilde tasdik edilsin. Bu ümit ve teselliye doğru yaklaştıkça
insan mutlu olduğu ve ölümden sonra bizi sonsuz bir hayatın beklediği konusunda
tam bir itikat sahibi kimseler için bir felaketin söz konusu olmadığı gibi,
ruhlarında ebediyet ışığı olmayanların mutluluğu asla tadamayacakları da teslim
edilsin.
O halde, böyle bir mevzu üzerinde şüpheler
içinde bulunmak kesinlikle büyük bir şerdir; fakat böyle şüphe içinde bulunan
bir insanın hakikî yolu araması da kaçınılmaz bir yükümlülüktür. Zaten şüphe
içinde olan fakat hakikati aramayan bir insan hem bedbahttır, hem de dalalet
içindedir. Bütün bunlara rağmen huzur ve sükun içinde yaşayan, kendisiyle
övünen, hatta elem verici halini neşe ve gurur konusu yapan garip bir mahluku
tarif edecek bir kelime bulamıyorum.
Hangi şey böylesi
hisleri doğurabilir?
Yardım ve medet
bekleyeceği bir merciden mahrum olan, içinde acziyetten başka hiçbir beklenti
bulunamayan böylesi bir sevinç ve neşenin sebebi ne olabilir?
Akıl ermez bir karanlığa dalmış olmanın
mantığı nedir? Ve makul bir insan nasıl böylesi bir kanıt çıkarabilir?
Beni bu dünyaya kimin
gönderdiğini bilmiyorum.
Ne dünya hakkında, ne de kendim hakkında bir bilgim var. Herşey hakkında
feci bir cehalet içindeyim. Vücudumun ne olduğunu, veya duygularımın, ruhumun
ne olduğunu bilmiyorum. Söylediğim sözleri içimde düşünen, hem herşey hakkında,
hem de kendisi hakkında tefekkürlerde bulunabilen, fakat ne eşyanın, ne de
kendisinin mahiyetini kavramaya gücü yetmeyen benliğimin o parçasını
anlayamıyorum.
Kâinatın beni her taraftan ihata eden
korkunç ve uçsuz bucaksız mekânlarını görüyorum. Bu engin uzayın bir köşesini
de ben işgal etmekteyim. Fakat niçin başka yere değil de bu noktaya
gönderildiğimi, yaşamak için bana bahşedilen zamanın, benden evvel tam bir
ezeliyet ve beni takip edecek bir ebediyet varken, niçin tam da bu âna isabet
ettirildiğini anlayamıyorum. Ben bir adımdan ibaretim. Bir daha geri gelmeyecek
bir an için var olan, göz açıp kapayıncaya kadar şu dünyadan göçüp giden geçici
bir gölgeyim. Nereye baksam, beni saran sonsuzluklardan başka birşey
görmüyorum. Bildiğim yegâne şey yakında öleceğimdir; fakat benim için
kaçınılmaz birşey olan bu ölümün ne zaman ve nasıl olacağını da bilmiyorum.
Nereden
geldiğimi bilmediğim kadar, nereye gideceğimi de bilmiyorum. Yalnız şunu
biliyorum ki, bu dünyayı terkettikten sonra ya hiçliğe, yahut kahr ve gadab
sahibi bir Allah’ın ellerine düşeceğim; bununla birlikte, nasibimin bu iki
halden hangisi olacağını bilmiyorum.
Her bakımdan acziyet ve her bakımdan
belirsizlik: işte benim halim. Bütün bunlardan şu neticeye varıyorum: Ömrümü,
ileride başıma neler geleceğini düşünmeden geçirmeliyim. Belki şüphelerimin derinliklerinde
bazı aydınlıklar bulabilirim; fakat böyle bir zahmete katlanmak da istemiyorum.
Hatta bu işle meşgul olma hevesine kapılan kimseleri hakir görerek, günün
birinde, gamsız ve kasavetsiz bir yüzle en büyük hadisenin vukuuna göğüs
gerecek; sonsuza dek yaşayacağım hayatın nasıl olacağına dair belirsizliği de
içimde taşıyarak, ölümle tanışacağım.
İnsan için hiçbir şey kendi durumu kadar
önemli değildir: ve hiçbir şey ebediyetten daha ürkütücü değildir. Bu bakımdan,
varlıklarının kaybolmasına ve acziyetle gelen bir ebediyetin tehlikeye
düşmesine karşı lâkayt davranan insanların varlığı olgusu fıtrata aykırıdır.
Başka herşeyle birlikte, tamamen farklıdır onlar; en önemsiz, en cüz’î
şeylerden korkar, onları önceden sezinler ve hissederler.
Ve, resmî bir görevin veya makamın
kaybedilmesi veya haysiyetine yönelik muhayyel bir hakaretin varlığı söz konusu
olduğunda nice günler ve geceler boyu öfke ve ümitsizlik nöbetleri geçiren
adam, ölümüyle birlikte her şeyi yitireceğini bilen, fakat ne sıkıntı, ne de teessür
hissetmeyen insanın ta kendisidir. Küçük ve önemsiz şeylere karşı böylesine
duyarlı ve en büyük şeye karşı garip bir şekilde böylesine duyarsız bir kalble
karşılaşmak son derece feci ve rezil bir şey. Bu durumun sebebi olarak her şeye
kâdir bir kudrete işaret eden anlaşılmaz bir sihir, olağanüstü bir uyuşukluk!
İnsanın fıtratı, tek bir insanın dahi
içinde olmasının inanılmaz gözüktüğü böyle bir durumda, insanlığın haysiyetine
ters bir vaziyet görse gerektir. Yine de, tecrübe bana, bu durumda olan o kadar
çok insan gösterdi ki... Bundan endişe duyanların pek çoğunun yalandan böyle
yapıyor olduğunu ve onların gerçekten gözüktüğü şeyin bu olmadığını bilmiyor
olsaydık, bu durum çok şaşırtıcı gelirdi. Onlar, bunun bir aşırılık
sergilemenin iyi bir biçimi olduğunu işitmiş olan insanlardır. Onların
boyunduruktan kurtulmak adını koydukları ve taklit etmeye çalışıyor oldukları
şey budur. Fakat onlara huzur ve sükunu bu yolda aramanın ne kadar da
yanlış olduğunu göstermek zor olmayacaktır. Eşyayı duyarlı bir şekilde muhakeme
eden ve başarmak için yegâne yolun dürüst, sadakatli, adil ve dostlarına
yararlı hizmet verme yeteneğine sahip olan (çünkü fıtraten insan yalnız kendisi
için yararlı olan şeylerden hoşlanır) dünyevî insanlar arasında bile
kesbedilmesi mümkün olan bir şey değildir bu.
Şimdi,
birilerinin onun eylemlerini gözetleyen bir Allah’ın var olduğuna inanmamasını,
kendisini kendi davranışlarının biricik efendisi olarak mütalaa etmesini ve
onun için başka hiç kimseyi değil, yalnız kendisine itibar etmeyi önermesini ‘boyunduruktan
kurtulma’ olarak gördüğünü işitmenin bize sağladığı avantaj nedir?
O insan böyle yaparak bizim tüm itimadımızı
kazandığını ve kendisinden ayrı olarak bize de hayatın tüm ihtiyaçları
karşısında teselli, nasihat ve yardım sağladığını mı zannediyor?
Onlar bize ruhumuzun rüzgardan veya
dumandan öte birşey olmadığını düşündüklerini söylerken, daha da ötesi bunu tam
bir gurur ve itminana erişmişlik edasıyla söylerken, bize büyük bir neşe vermiş
olduklarını mı sanıyorlar? Söyledikleri şey, uluorta söylenmiş bir şey midir?
Aksine, dünyadaki en elim şey olarak, elem verici bir şekilde söylenmiş değil
midir?
Eğer ciddiyetle düşünüyorlarsa, şunu
göreceklerdir: Bu tavırları öylesine dalâletli, sağduyuya öylesine aykırı,
öylesine edebe mugayir, aradıkları ‘iyi biçim’den her açıdan öylesine
uzaktır ki, onları izleme eğiliminde olanlar, bu tavırları gördüklerinde, ifsad
olmaktan kurtulacak; belki, daha ziyade, bu yoldan vazgeçip ıslah olacaklardır.
Ve, onların din hakkındaki şüphelerinin esin kaynağı olan duyguları ve
gerekçeleri gerçekten tarif etmelerim isteyin:
Söyledikleri şey, sizi söylediklerinin tam
aksine ikna edecek kadar çürük ve değersiz olacaktır. Birinin bir gün onlara
hayli yerinde olarak şu sözleri söylediğini işitmiştim: “Eğer böyle birşey
ileri sürmeye devam ederseniz, gerçekten beni hidayete getireceksiniz.” Adam
haklıydı. Çünkü, kendisini bu kadar rezil insanların duygularını paylaşır
vaziyette bulmaktan kim çekinmez? Bu yüzden, yalnızca bu gibi şeyler
hissediyormuş gibi yapanlar, eğer kendilerini insanların en küstahı haline
getirmek için fıtratlarına aykırı hareket etmiş iseler, gerçekten mutsuz
olacaklardır. Yok eğer durumu daha berrak bir şekilde görmeyip yalnızca
kalblerinin derinliklerinde bir incinme hissetmişlerse, öte tarafta yalancıktan
hareket etmeye çalışmamaları gerekir: Bunu itiraf etmek ayıp birşey değildir. Hiçbir
şeye sahip olmamak hariç, utanılacak bir şey yoktur. Zihnin mutlak derecede
zayıflığına dair, Allah’sız bir insanın mutsuz durumunu kabullenmeyi beceremeyişinden
daha kesin bir işaret yoktur. Şerle dolmuş bir kalbe dair, onun ebedî
vaadlerin doğru olmasını arzulamayı beceremeyişinden daha kesin bir işaret
yoktur. Bundan daha aşağılık bir şey olamaz. O halde, bu inançsızlar gerçekten
fikirleri sağlammış gibi gözüksün diye, bunu sağlamaya yeterli bir
terbiyesizliği takınarak dine karşı saygısızlık etmeyi bıraksınlar. Dindâr olamıyor iseler bile, en azından insanlara karşı
edepli olsunlar.
Kısacası, makul olarak
tanımlanabilen yalnızca iki sınıf insanın var olduğunu bilsinler: (1) O’nu
bildiklerinden dolayı tüm kalbleriyle Allah’a hizmetkâr olanlar ve (2) O’nu
bilmediklerinden dolayı tüm kalbleriyle O’nu arayanlar.
O’nu hem bilmeden, hem de aramadan
yaşayanlara gelince; bu insanlar Allah’ı bilmeye veya aramaya öylesine hakir
bir yer biçiyorlar ki, bu yolda çaba sarf eden insanların gösterdikleri gayrete
de değer vermiyorlar. Oysa, onların hakir gördüğü bu dinin bize öğrettiği
evrensel sevgi, bizden, ahmaklıklarını terketme noktasına kadar onları hakir
görmemeyi istiyor. Bu din bizi daima şunu göz önünde tutmakla yükümlü kılıyor:
Onlar, dünyalarını aydınlatacak olan ilah! inayete mazhar olma yeteneğine sahip
varlıklar olarak, gün gelir, bizim şu an taşıdığımız imanın daha fazlasıyla
kalplerini doldurabilirler. Ve tam tersine, biz de şimdi onlarda olanın aynısı
derecesinde bir körlüğe duçar olabiliriz. O halde, biz onların yerinde olsaydık
bize yapılmasını isteyeceğimiz şeyi yapalım onlar için. Onları kendilerine
acımaya, birazcık olsun ışık ve medet bulmaya teşebbüs ederek en azından birkaç
adım atmaya çağıralım. Varsın, Kutsal Kitablarını okumak için başka şeylere
ayırdıkları saatlerin çok daha azını ayırsınlar: Yine de, istemeye istemeye de
olsa, akıllarına birşeyler gelir belki. Gelir de insanın asıl görevine yaklaşabilirler,
en azından kayıpları azalmış olur.
Fakat, ona
tam bir samimiyetle ve gerçek bir hakikati bulma arzusuyla yaklaşanlara
gelince, İlahî dinin delillerinin onları tam bir itminana eriştireceğini, tam
anlamıyla ikna olacaklarını umuyorum.
Kaynak:
Blaise Paskal, Pensées,
(Düşünceler) hzl: Metin Karabaşoğlu, 2003, İstanbul, s.116-122
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar