DİNDÂRIN RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEME İNANMADAKİ ZAFİYETİ
Bütün hak ve batıl dinlerde genelde ilah inancında
fazla sorun bulunmamaktadır. Ancak zaman içerisindeki mütalaa ve münakaşalar
ile insanın nefisten ruha doğru olan seyrinde görülür ki, “rasül” “elçi” “peygamber” üzerinde birçok ihtilaf zuhur etmiştir.
Bu bazen şirkin cephesinden hak yüzüyle görünürse de, kalbî ve itaat yönünden
isyanla karışmıştır. İlmî içerikte zamanla zenginleşen inanç sahibinin “rasül”e karşı olağan ve sorgulayan bir
itimatsızlığı, boşalan mevkie başkalarını koymak ihtiyacını hissetmiştir. Bu
cihetten Allah Teâlâ’ya olan inanç kuvvetli kalırken, Rasûle olan inanç “üstad-şeyh -fikir-düşünce vb” yerine
bırakmıştır.
Kitaba olan inançta umum olarak Hakk’a nispet
edilirken, tafsilatta cüz’i olarak ele rasüle karşı cepheyi oluşturan sisteme
veya ekoller dönüşmüştür.
Dikkat edilirse münakaşaların temeli genelde “rasül”
konumu üzerinde toplanır. Aslında rasül, ahkâmın ve inancın belirleyicisidir.
İlâh ise, inancın temelindeki esas olurken, rasüle karşı alınan tavır ise ifrat
ve tefrid olarak rengini gösterir.
Unutmayalım ki, şeytan Allah Teâlâ’ya her halükarda
iman ederken, inançta yaşadığı sorun kendinin ilâhi rahmetten tard olunması ile
“nübüvvete benzeyen imametinden liderliğinden” uzaklaştırılmasıdır. Bu nedenle
şeytan inananlara karşı olan kinini perdeler arkasından zerk etmekten büyük
zevk almaktadır. Mesela, gündem olan “diyalog” “geniş perspektifte inanç
birliği” gibi şeyler şeytanın gizli desteklediği ve kendi liderliğinin
kabul ettirmedeki kaygan zemindir. Bu nedenle nerede bir “uzlaşma teorisi” görürseniz, ittifakla orada şeytanın parmağını ve
o işi gıdıkladığına yemin edebilirsiniz. (Kur’ân-ı Kerim’de inanç
sınıflandırılmıştır. Kafir-Mümin-Münafık)
Bu konuyla ilgili şu hususu da unutmayalım. Rasül
aşkını da kendine rehber edenleri çok iyi tanımak içinde “eleştirel kuramlardaki şüpheleri” “iki mihverli” olarak
tutmalıdır. Yani “öz benliklerindeki
kabullendikleri inancın tarifini”, “kullukları” ile ölçmelidir. İnançtan
kulluğa, kulluktan inanca; sebep sonuç ilişkisi içinde.
Ayniyeti olmayanın muhakkak gayriyeti vardır.
Aşağıda Martin Lings’in talebesinden bir kişinin bir
itirafını alıntıladık. Ancak göze ilk bakışta görünmesi zor hataları koymamakla
beraber, bir daha Müslümanın ne kadar ayık olması gerektiğini bir daha müşahede
eyledik.
Unutmayalım ki, güneş ne kadar berrak olursa olsun,
illaki gölgeleyen bulutlar peşini bırakmaz. Martin Lings’inde çokta iyi
anlaşılamadığını bir kere daha anlamış olduk.
[MEYVE VEREN ULU AĞAÇ
Martin Lings aramızda yaşayan paha biçilmez bir
hazineydi, bir İngiliz gibi değildi. Martin Lings benim için İngiltere'ydi.
Gökyüzüydü, buluttu; yeşil tarlalar, ağaçlar, yağmurdu. O, sevenleri için -ki
sayılan hiç de az değildir, "ilkbahar, yaz; hududu, nihayeti olmayan
feyiz’di.[1]
1990 yılının ocağında,
annem, kızkardeşim, müstakbel kayınbiraderim
ve bir arkadaşımla beraber Mısır'a gitmiştim. Oxford Üniversitesinde
sürdürdüğüm Arap Dili çalışmaları vesilesiyle Kahire'ye daha önce de gitmiş,
burada bir yılı aşkın bir zaman geçirmiştim. Bu sebeple seyahat
arkadaşlarımdan daha tecrübeliydim. Bu ikinci gezimin büyük kısmını eski
dostları görmekle geçirdim. Ziyaretinde bulunduğum arkadaşlardan biri de
Oxford'daki lisans yıllarında ihtida edip, Abdurrahman
ismini alan Julian Johansen ve eşi
Alison’du. Zaman zaman İslâm hakkında sohbet ederdik.
Ona bir gün Kelime-i Tevhîd'in ilk kısmını (Lâ
İlahe İllallah) mutmain bir kalple söylememe rağmen, ikinci kısımda (Muhammedun Rasûlullah) kalbime düşen
şüpheden bahsetmiştim.
Johansen çiftinin, bir tarikata mensup, fakat bir
takım itikadı sorunlardan mustarip Abdülaziz isminde İngiliz asıllı bir
komşusu vardı. Abdurrahman, bu komşusunun Martin Lings’ten istifade
edebileceğim düşünmüş olmalı ki, Lings'in Kahire'de bulunduğu bir gün ona bir
görüşme ayarladı. Onları görüşmeye ben götürdüm.
….
Otel Odasının kapısı açıldığında ilk gördüğüm, seyrek
sakal ve düz saçlarının çerçevelediği zarif, asil çehresi oldu. İlerleyen
yaşına rağmen oldukça çevikti. Ruhuma en çok tesir edense bizi kucaklayan sıcak
sesiydi.
Davetsiz misafir olduğumdan çekingen davranıp içeri
girmek istemedim önce. Fakat Lings ısrarla içeri alıp bir süre benimle konuştu.
Kahire’deki meşguliyetimi sorunca, önceki durağımın Luxor olduğunu söyledim.
Konu bu şekilde Mimar Hasan Fethi tarafından, geleneksel mimari usluplar
kullanılarak inşa edilmiş Gurna Gedida
kasabasına yaptığım geziye geldi. Yüzünü hafifçe yukarı kaldırıp, Hasan
Fethi’yı tanıdığını, hatta hac arkadaşı olduklarını söyledi. Sohbetimiz
bittiğinde, odanın diğer köşesine çekilip, pencereden Nil Nehri izlemeye
koyuldum. Bir yandan Abdülaziz'e kulak kesilmiş, onun Lings'e soracaklarını
bekliyordum. Huzurlu, hoş bir sessizlikti bu. Sessizliği ilk bozan Lings
oldu:
-Bana sormak istediğin bir şey var mı?
Üzerinden onbeş yıl geçti geçti, fakat sesini hâlâ
ruhumun derinliklerinde duyuyorum. Zahirde Abdülaziz'e hitaben sarf edilmiş
gibi gözüken kelimeler beni, içinde bulunduğum asude bahar ülkesinden çekip,
fırtınanın ortasına attı; uyuduğum gaflet uykusundan uyandırdı. Sesi,
varlığımı, güçlü bir dalganın suyu sarstığı gibi sarstı. O dalga içimde
dolaşarak kalbimi yakaladı. Onu dinlerken bana öyle garip bir hal oldu ki, bir
daha böyle bir şey yaşayacağımı sanmıyorum. Eğer o an ayakta olsam kesin
bulunduğum yere yığılırdım. Etrafa kalbimin deli gibi sesini benden başka duyan
var mı diye baktığımı hatırlıyorum.
O anki hislerimi kelimelere dökmem güç. O birkaç
dakikada ne oldu neler söylendi, onun bile net bir resmi yok zihnimde.
Zincirleme olarak aklıma gelen düşünceleri olduğu gibi aktarayım:
"Allah Teâlâ'nın varlığına çoktandır inanıyorsun. Kendi varlığın bunun
büyük delili. Eşya yaratılmadan önce var olan boşluk bile bir mahlûk,
dolayısıyla bir yaratılış mucizesi ve Allah Teâlâ dediğimiz kudretin
tezahürüdür. Her zaman, dinlerin iyi niyetli fakat insan ürünü sistemler
olduğunu düşündün. Ancak unuttuğun bir şey vardı: mevcudat Allah Teâlâ’nın
tekliğinin aşikâr bir delili ise, mevcudatın bir parçası olan varlığın,
delâletin de bir parçasıdır. Seni yaratan Yaratıcı şimdi kalbine vahyedip,
seni, kendini bilmeye davet ediyor. Sana fıtratının bir
parçası olan vicdanı veren Rabbin şimdi senden, o vicdanın hakkını vermeni
istiyor. Vecd ile vazifeli olan vicdan daha azına razı olmaz. Dünyanın
neresinde, sahibi kim olursa olsun vicdan böyledir. Madem vecd ve İlâhî aşk
hali şimdilik senden uzak, çevrende ona en yakın şeyi bulmalısın. (Daha sonra Lings'ten, ilk nazil olan âyetlerin tekvini âyetler olduğunu,
fakat artık ilk âyetleri okuyamadığımızı öğrendim. Fakat burada kastettiğim bu
değil.)
Benim bilmediğim, daha önce hiç tecrübe etmediğim ilâhi aşk kimilerinin
hakikati olmalı. Bu kimseler peygamber, aşk ise dinin ta kendisi olmalı. Evet, işte bu! Bu
kadar basit! Tüm dinler Tanrı kaynaklı olup, insanların
tüm ihtiyaçlarına; cevâp verecek kadar kapsamlı bir mesaja sahip. Çok
sayıda din olmalı. Gelmiş geçmiş tüm halklara bir din gönderildiğine göre...
Yanımda konuşan bu adam İslâm'ı temsil ediyor. İslâm
ise bu dinlerden sadece biri. Şehâdet ederim ki Allah'tan başka ilah
yoktur ve Muhammed onun elçisidir. Lings Budist olsaydı, ben de Budist
olurdum. Tek bildiğim, duyduğum bu ses varlığıma, Özüme öyle derinden nüfuz
etti ki, ruhumu öyle yakaladı ki İslâm benim için yegâne yol oldu. "
Ben tüm bunları düşünürken meğer içimde bir ozmos
gerçekleşmiş, iki akışkan birbirine karışıp bir olmuştu. Ben, Martin Lings'in
temel öğretisi olan, Tanrı kaynaklı tüm dinlerin Tanrı katında eşit olduğuna
bir anda inanıvermişim. Bu evrensellik âmentüsü, Kur'ân'da farklı âyetlerde
tezahür eder:
“Rasül kendine Rabbinden indirilene inandı, mü'minler de (buna inandılar).
Tümü Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler.
"Biz O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız."
Yine: "Duyduk ve itaat ettik. Senin bağışlamanı diliyoruz, ey Rabbimiz;
dönüş de sanadır" dediler. (Bakara,
285)
Kur'ân'da ayrıca her kavme bir peygamber
gönderildiğine, hiçbir topluluğun İlâhî mesajın dışında kalmadığına dair
âyetler de var. (bkz. Yûnus, 47) Mâide Sûresi 69. âyet ile onunla çok benzer
mana taşıyan Bakara Sûresi 62. ve 38.
âyet de bu bağlamda dikkate değer.
“Biz onlara şöyle dedik: "Hepiniz oradan inin. Benden size bir hidayet
geldiğinde, kim benim hidayet yoluma girerse onlar için korku yoktur ve onlar
üzülmeyeceklerdir de.” (Bakara, 38)
Bunlar Allah'ı ve iman etmiş olanları aldatmaya çalışıyorlar. Oysa gerçekte
yalnız kendilerini aldatıyorlar ama bunun bilincinde değillerdir. (Bakara,
9)
Hristiyanlığın veya Musevîliğin hakikatini sorgulayan
bir Müslümanın Kur'ân'daki bazı âyetlerin nesh edildiğine, sonra nazil olan
bazı âyetlerce hükümsüz kılındığına da kaçınılmaz olarak inanıyor olması
lâzımdır. Kaynakça: Martin LİNGS trc:
Zeynep KOT [Kitap]. - Öze Dönüş, İstanbul, 2012, s.157-161]
Yukarıdaki alıntılarda başlangıcı ile bağdaşmayan
görüşün görünmeyen bir el ile yönlendirişi var. Bu el Martin Lings’i anlatırken,
şeytanın istediği din olan “diyalog-telfik”
çağrısını ilan ediyor.
Biz bu konuda düşünüyor diyebilirsiniz. Ancak hakikat
tekdir. Allah Teâlâ katında kabul edilen din yalnızca Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin beyan ettiği İslâm Dini’dir. Bunun dışındakileri ne kadar
hakikat diye ilan edersek edelim, safsatadan ibarettir.
[1] Martin
Lings: Seçki’ Sophia Dergisi, 5.cilt, 2. sayı (Doğum günü münasebetiyle
yayınlanan Martin Lings özel sayısı).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar