Print Friendly and PDF

DİNDE REFORMcular




Sebilürreşad Neşriyatı
İstanbul 1378 -1959
Muhterem Peyami Safa Bey üstadımız;, neşr etmekte olduğu kıymetli aylık «Türk Düşüncesi» nâmına, yaptığı bir ankette bizim de fikrimizi beyan etmek arzusunda bulundular. Suallere verilecek cevabın mümkün mertebe kısa olmasına çalıştım. Fakat mevzuun ehemmiyetine mebni ancak bu kadar kısaltabildim. Türk düşüncesinde neşr edilmek üzere üstada takdim ettim. Arkadaşlar bunun ayrıca risale halinde de tab’u neşrini arzu ettiler. Muvafık gördüm. Bu hususta muhterem üstadlar Ordinaryüs Profesör Ali Fuad Başgil Doçent Nureddin Topçu, İsmail Hami Danişmend, M. Raif Ogan’ın da Türk Düşüncesinde neşr olunan cevablarını-müsaadeler ile— ilâve ettim. Bu suretle bu eser meydana geldi.
EŞREF EDİB

Biz müslümanlarca «Dinde Reform» diye bir mesele yoktur. Bu, İslâm dinine karşı bir müddetten beri açılmış olan harbin son tezahür şeklidir ki böyle bir tâbirle maskelenmiştir. Bu hareketin, komünist diyarındaki din husumeti ile çok sıkı bir alâkası vardır. Yalnız, orada aleliklâk bütün dinlere karşı harb açıldığı halde burada yalnız İslâm dinine karşı ve İslâm adını taşıyan bir takım kimseler tarafından taarruz vaki olmaktadır.
Çok şayanı dikkattir ki bu reformcular, Hıristiyanlık veya yahudilik hakkında en ufak bir tenkidde bile bulunmayorlar, bütün taarruz ve hücumlarını Türk milletinin dini olan Müslümanlığa tevcih ediyorlar.
Acaba husumetleri münhasıran İslâmiyete midir?
Hıristiyanlığa karşı içlerinde gizleyip sakladıkları bir temayül mü vardır?
İkinci bir nokta: Bu tâbiri dillerine dolayanların hiç birisi din ile, din hususatı ile alâkadar olmayan kimselerdir. Bunlar din mevzuu ile asla meşgul olmamışlar, din işlerinde, din hizmetlerinde bulunmamışlardır. Bu husustaki İlmî seviyeleri iptidaî denecek kadar düşüktür.
Acaba bunların ilham kaynakları nedir?
Malûmdur ki öteden beri Müslümanlığa karşı diş bileyen, onu yere sermek isteyen üç büyük ejder vardır:
Biri Misyonerlik, diğerleri de Siyonizm ve Masonluktur. Şimdi bunlara bir de Komünistlik inzimam etti. Doğrudan doğruya İslâm kalesine asırlar boyunca hücum eden misyonerlik, bütün mesaisinin boşa çıktığını görünce, son kongrelerinde şu kararı verdiler:       
«Müslümanlığı içinden yıkmalı, bunun için müslüman adını taşıyan bir takım yerli misyonerler vasıtasile mütemadiyen İslâm âdet ve an’anelerini, İslâm esaslarını kötülemeli.
Bozuk olduğunu ileri sürmeli, Bu itibarla İslâm dininde reform yapmak lâzım geldiğini bilâfasıla propaganda yapmalı. Bu suretle müslüman gençlerini dinlerinden soğutmamak, tecrid etmeli, birbirine düşürmeli, İslâm gençlerinin vicdanlarında bu boşluğu hazırladıktan sonra Hıristiyanlık propagandalarına başlamalı. Bu suretle müslüman gençlerini hıristiyanlaştırmalı...»
Diğer taraftan komünizm de şimdi müslümanlığı kendisine en müthiş bir rakib, bir muhasım telâkki ettiği cihetle müslümanlığa karşı bütpn kudret ve kuvvetile taarruza geçmiştir. Bilhassa son günlerde Kur’ana karşı komünistlerce tertib edilen suikasd hareketi korkunç bir. şekildedir. Kur’anı Rus harflerine çevirerek ve komünizme aykırı bir çok âyetleri atarak yeni ve muharref bir Kur’an bastırarak İslâm milletlerini bunu kabule mecbur etmek gibi çok müthiş ve caniyâne bir yol tutmuştur. İslâma karşı tertib edilen bu suikastlar türlü türlü şekillerle maskelenmiş, yaldızlanmıştır.
İşte, telâm dinine karşı her taraftan tevcih edilen bu suikasdlar şiddetlenmiş olduğu bir zamanda burada da bir takım kimselerin «Dinde Reform» propagandasını dillerine dolamalarını öyle alelâde bir fikir, bir kanaat meselesi telâkki etmek, bunun arkasındaki gizli fesad şebekelerini hesaba katmamak, büyük bir gaflet ve hamakat olur.
Binanaleyh bunları hüsnü niyet sahibi sayarak iman ve kanaat aşkile bu mevzuda kalem yürüttüklerini kabule imkân yoktur. Onlara ne söylense boştur. En yüksek ilmi hakikatler, en sağlam mantıkî deliller serd-edilse faydasızdır. Çünkü onların maksadı islâh değil, ifsaddır. «elâ innehüm hümül müfsîdun ve lâkin lâyeş'urûrun.»
Bu itibarla bu makule kimselerin matbuattaki bozguncu ve maksadı mahsusa müstenid cahilâne neşriyatını ciddiye alıp da buna bir kıymet vermek tamamile yersizdir. Müslümanların yapacakları şey, bu adamların Mefsedetlerini, müslümanlığa karşı olan husumet ve suikastlarını meydana çıkarmak, bu suretle müslüman gençlerini onların şerrinden korumaktır.
* * *
Bu reformcu cür’etkârlar bilmiyorlar mıki Kur’an nazil olduğu zaman nasılsa, şimdi, bin dörtyüz küsür sene sonra da tamamile aynıdır? Bir âyeti, bir kelimesi, hattâ bir harfi bile değişmemiş, aynile mahfuz kalmıştır. Eğer zerre kadar ilimleri varsa bunu kabul etmeleri, inkâr etmemeleri icab eder. Çünkü müslüman olmayan bütün ilim dünyası da bu hususta müttefiktir. Bunun aksini iddia edebilecek hiç bir ferd yoktur. Böyle iken, yâni İslâm dininin temeli ve anayasası olan Kur’anı Azimüşşanda en ufak bir bozukluk, bir noksanlık veya ziyadelik, bir değişiklik, bir tahrif vâki olmadığı —müslim, gayri muslini— bütün dünyaca mâlûm ve müsellem iken, nasıl reform yapılacak? Hangi tarafındaki hangi bozukluk İslah edilecek? Hiç bir tahrife uğramamış olan Kur’anın aslı meydandadır, milyonlarca, milyarlarca nüshası bütün dünyada mevcuttur.
Bugün garbın ilim adamları ve mütefekkirleri metodlu ve bilgili bir tarzda hakikatları araştırırken, yeryüzünde mevcud bütün dinleri tedkik ve esrarına vâkıf olduktan sonra, bir noktada müttefikan karar kılmışlardır. O da bugün dünyada münzel ve ilâhı olan tek kitap Kur’an-ı azimüşşandır.
The Je Wish Eraniele gazetesi geçen sene bir hâdiseden şikâyet ediyordu. Oxford üniversitesi ordinaryüs profesörlerinden birinin yazdığı yediyüz sahifelik ilmi bir eserde «reformlar yüzünden Hıristiyanlığın şekli aslîsini tamamile kaybetmiş olduğunu» bütün delillerile ortaya koyduğunu o vesile ile anlamıştık.
Filhakika, elliyedi defa insan tetkikinden geçen, baştanbaşa tahrife uğrayan, aslı tamamile değiştirilmiş olan Hıristiyanlık, bugün tamamile başka bir mahiyet kesb etmiştir. Buna Zamime olarak ellisekizinci bir reformla Protestanlık meydana gelmiş ve bugünkü manzara ortaya çıkmıştır.
* * *
Şimdi daha iyi anlıyoruz ki mahiyeti asliyesinden bir zerresi'bile tegayyür etmemiş olan Kur’anı Hakimin bu imtiyaz ve âzameti bir taraftan misyonerleri, diğer taraftan. dinsizleri son derece hırslandırmış, tahrik etmiştir.. Bu yüzden Kurana karşı, Müslümanlığa karşı suikastlarını arttırmışlar, onu bozmak için ellerinden gelen her türlü tertib ve ifsadda bulunmaktan geri durmamışlardır.
İşte Kur’anın bu âzamet ve ihtişamıdır ki, İslâm düşmanlarını çileden çıkarmakta, onu yıkmak için onları türlü türlü suikastlara sevketmektedir.
* * «
«Dinde Reform»cuların reformdan maksadları nedir?
 Kur’an âyetlerini tebdil ve tağyir mi?
Fakat o zaman bu tâ’bir yerinde olmaz. Düpedüz dini değiştirmek, müsiümanlığı tahrif etmek olur. Camileri kiliseler gibi bir şekle koymak, namazlardaki rükü ve sücudlan kaldırmak, kiliselerdeki orglar gibi camilere piyano, keman ve sair çalgı âletleri sokmak, konservatuvardan korolar getirmek... Bunlar İslâm dinini tamamiyle tağyir ve tebdilden, Hıristiyanlığa çevirmekten başka bir şey midir? Fakat bunu açıktan açığa söylemek, «Dinde reform» diye maskelememek daha merdçe bir din düşmanlığı olmaz mı? ..
Reformcuların maksatları siyasî bir vaziyet ihdas ederek dini bunlara âlet etmek ise bu, memleket ve millete karşı irtikâb edilmiş mühim bir cinayet olur. Din ihtilâfatının gerek Hıristiyanlar, gerek Müslümanlar arasında ne müthiş felâketlere sebep olduğu malûmdur. «Dinde Reform» diye müslümanların en mukaddes ve derin hislerini yerinden oynatacak, iman ve itikadlarınısarsacak fasid bir fikir ortaya atanlar bu hareketlerinin fecî akıbetlerini hiç düşünmüyorlar mı? Bu fitne engiz teşebbüsler, Türk milletini herc-ü merce düşürmekten, fırka fırka parçalayıp birbirine saldırmaktan başka bir şey değildir. Etrafımızı saran düşman kuvvetlerinin de tam istediği bu değil mi?
Fakat Türk milleti aklı selim sahibidir. Böyle bir dalâlete asla düşmeyecek, bu suikastçıların bozguncu hareketlerine karşı duracak, dinlerine sımsıkı yapışacak, hak ve hakikati neşr ile dâima irşadda bulunacak, bu suretle bu suikastlara âlet olanların, olmak isteyenlerin de hakkından gelecektir.
* * *
Din, insanların en hassas, en mukaddes varlıkları olduğu için bunun üzerinde oynamaktan bütün medenî milletler çekinmektedir. Hıristiyanlıkta bir çok dinî hükümler vardır ki kanunlarıle taaruz halindedir. Fakat bundan dolayı Hıristiyan dininin hükümlerini tağyir ve tebdil etmek hiç kimsenin aklından geçmemekte, hiç kimse böyle bir teşebbüste bulunmamaktadır.
Meselâ Hıristiyanlıkta boşanma müessesesi yoktur. Riba haramdır.
Hiç bir Hıristiyan kendi amcasının veya halasının kız veya oğlu ile evlenemez. Böyle olduğu halde hemen bütün Avrupa ve Amerika kanunları, İslâmiyette olduğu gibi, kardeş çocukları arasında nikâhı kabul etmişlerdir. Boşanma müessesini kanunlarına koymuşlardır. Faiz usulleri de Avrupa ve Amerikanın her tarafında yürümektedir.
Yahudilerinki de böyledir.
Böyle olduğu halde Hıristiyan dininin veya Yahudi dininin ahkâmını değiştirmek kimsenin aklından geçinde. Çünkü kanun kuvvetile din ve mezhep değiştirmeye kalkmak, siyasetin dine ve binnetice dinin siyasete karıştırılması gibi bir vaziyet meydana getirir. Dinde reform gibi Kuruni Kadimeden kalma, tamamile demode olmuş, batak bir yola gitmek, irticaın en feciî olur.
Herkes biliyor ki İngiltere devleti esasen lâik bir devlettir. Fakat İngiltere Kralı Amgilikan kilisesinin reisidir. Bu itibarla Kral olabilmek için Hıristiyanlık ahkâmına göre meşrû bir şahıs olması lâzım gelir, bunun için, İngiltere Kralları ancak dinî nikâh yapmak suretile evlenebilirler. Aksi takdirde bunların çocukları veledi gayri meşru addolunur. İngilterede Krallık hakkını kaybederler. Nitekim bu sebeple yakın bir zamanda bir İngiliz Kralı, kocasından boşanmış bir kadını almak istedi. Kilise nikâhını kıymadı. Kral da o kadından ayrılmak istemedi, bunun üzerine İngiliz milletinin ve dominyonlarının müşterek iradeleri karşısında İngiliz Kralı tacını, tahtını terk etmeye mecbur oldu.
Kezâlik hâlen Ingiliz Kraliçesinin kızkardeşi, kanunen mahkeme kararile boşanmış bir erkekle evlenmek istedi. Kilise buna da dinî nikâh kıyamayacağını kat’iyen beyan etti. Bu sebeple istediği o adamla evlenemedi. Bundan dolayı hiç bir İngilizin Hıristiyan dininde reform yapmak gibi delice bir harekete kalktığı görülmedi. İngiliz kraliçesi hem hükümet reisi, hem de kardeşinin arzusunun taraf darı olduğu halde buna asla muvaffak olamadı. Kendisine yardımcı da bulamadı.
Demek ki gerek Hıristiyan, gerek Yahudi din adamları, herhangi siyasî ve İçtimaî cereyanlar, nüfuz ve tesirler karşısında dinlerinin esaslarım tebdil ve tağyire asla yanaşmıyorlar. Vâkıâ lâik hükümetler, din kavaid [kaideler]  ve esaslarına bağlı olmayarak, lüzum gördükleri kanunları vazı’ ve tatbıkta serbest hareket ediyorlar. Fakat bunu yaparken din ricalinden fetva istemiyorlar; dinde reform yapın, dinin hükümlerini, esaslarını değiştirin de bizim istediğimiz şekle koyun, demiyorlar. Din ricali de bu vaziyet karşısında bir cebir ve tazyikta bulunmuyorlar. Bu suretle her iki taraf prensiplerine sahih kalarak âhengi umumîyi muhafaza ediyorlar.
Osmanlı hükümetinde de böyle değil mi idi?
Meselâ hırsızın eli kesilmezdi. Meyhanelere ve sâireye resmen müsaade edilirdi. Fakat hükümet bunu yaparken bu husustaki ahkâmı diniyeyi değiştirin, dinde reform yapın da bu yaptıklarımızı tecviz edin, demezdi. Dinin ahkâm ve esası olduğu gibi yerinde durur, hükümet de istediği gibi işini yürütürdü,
Meşhurdur: Heyeti vükelâda böyle nâzik meseleler müzakere edildiği sırada Sadrazam paşa, Şeyhülİslâm Arif Hikmet Bey’den: «Siz ne buyuruyorsunuz?» diye sorarmış. Şeyhülislâm efendi de dâima şu cevabı verirmiş: «Efendim, bize sormayınız,, sorarsanız, bizim bir ölçümüz vardır. Ancak o ölçüye göre size, cevap verebiliriz. Olur ki bu işinize gelmez. O vakit müşkül mevkide kalırsınız.»
Şeyhülislâm efendinin bu arifane ve basiretli cevabı vükelâyı kiramın pek hoşlarına gittiği için ikide bir Şeyhülislam efendiye sual tevcih ederler, o da aynı cevabı tekrar edermiş.
Şimdi ne o Sadrıâzamlar, ne o heyeti vükelâ, ne o Şeyhülislâmlar, ne de o Osmanlı İmparatorluğu kaldı. Hepsi çöküp gitti. Amma Kelâmullahın bir âyeti, bir kelimesi, bir harfi bile değişmedi. O, nazil olduğu gibi; dimdik, sapasağlam duruyor. «Küllü men aleyha fanin ve yebka vechü rabbike zülcelali vel ikram.»
* * *
İşte sözün doğrusu, Şeyhülislâm efendinin cevabıdır. Dini zorlamamalı, çünkü o, arzu ve hevese göre eğilir bükülüp beşerî bir müessese değil, bir vazi İlâhîdir. Peygamber bile onu tebliğ ile mükelleftir. Hiç kimse dinde tasarruf edemez. Din de insanları kendine mütabaat edip etmemekte serbest bırakır, «lâ ikrâhe fiddini» dinde cebir olmaz, diyor. «Leste aleyhim bimusaydır». Müslümanlıkta Sultai diniye yoktur. İsteyen fertler, isteyen cemiyetler, isteyen milletler ona mütabaat eder. İstemeyenler küfür ve dalâlette kalır. Fakat kabul ettikten sonra artık bir kül olarak ona mütabaat iktiza eder. Bir kısmını beğenip bir kısmını beğenmemek olmaz. Fatin Hoca Merhumun dediği gibi, din ya sıfırdır, ya vahid. Kesri yoktur. Böyle olunca artık onda reform ve devrimcilik yürümez.
Dinde reform ne demektir?
Böyle delice, Serserice harekete kalkışılacak olursa bunu kim yapacak? Önüne gelen her serseri, her aklından zoru olan kimse, eline kudret geçen her zorba kendinde bu selâhiyeti görecek, türlü türlü maskaralıklar meydana çıkacak. Söz ayağa düşecek. Bizansın son zamanlarında olduğu gibi devir değiştikçe yeni bir mezhep ortaya çıkacak...
Hülâsa dinde değişiklik yapmaya kalkmak, her zaman tehlikeli bir iştir. Böyle bir şey yapmağa hiç bir zaman zaruret de yoktur. Bizde bunu yapmaya kalkışanların herhalde ya akıllarında noksanlık vardır, ya suikasd sahibidirler, yahut misyonerler, siyonistler, masonlar, komünistler gibi bozguncu, millî varlığı yıkıcı ve İslâm düşmanı bir takım teşekküllerin âletleridirler.
***

Çünkü bunun delice bir teşebbüs olduğunu, azim bir fitneye müncer olacağını biliyorlar. Mâlûm olduğu üzere, Yahudilerin dinî kanunlarında tadilât yapabilecek (yetmişler meclisi) nâmında büyük bir dinî müesseseleri vardır. Usulü dairesinde teşekkül edecek bu yetmişler meclisinin her kararı bir din hükmünü ifade eder. Fakat yahudiler ikibin senedenberi bu yetmişler meclisini toplamaktan içtinab etmişlerdir ve etmektedirler. Bizim cahil reformcular bundan ibret almıyorlar mı?

Şu ciheti de kaydetmek icab eder ki, Türk devletini ve milletini yıkmak için uzun senelerdenberi yabancılar pek büyük mesai sarf etmişler, siyasî, İçtimaî türlü teşebbüslerde bulunmuşlar, kollejler, cemiyetler, klüpler tesis etmişler, fesad şebekeleri kurmuşlar, fitneler çıkarmışlar, kâh cebr-u tazyik ile, kâh sinsi sinsi Türk milletinin ruhunu, İçtimaî bünyesini yıkmak için ellerinden geleli: her şeyi yapmışlar, nihayet emellerine muvaffak olmuşlar, Türk. milletinin mukaddesatını tahrib için çalışan yerli bir misyoner zümresi vücûde getirmişlerdir. İşte şimdi bu zümredir ki maskeler takarak müslümanlığa karşı taarruz hareketine geçmişler, «dinde reform» diye müslümanlığın temellerine karşı hücum etmektedirler.
İslâm dinine ve milletine karşı tevcih edilen bu suikastler bir asrı mütecaviz zamandan başlar. Tanzimat hareketi İslâmdan uzaklaşmaktan başka bir şey midir?
Fransa sefirlerinden Angelhard (Türkiye ve Tanzimat) adi? eserinin mukaddimesinde, ve 434 üncü sayfasında bu hakikati gâyet açık olarak söylüyor:
— Tanzimattan maksadı umumî, diyor, İslâm heyeti içtimaiyyesini Hıristiyan heyeti içtimaiyesine yaklaştırmaktır. Bunu temin için de ortadaki maniayı (yâni dini, İslâm dinini) ya büsbütün izâle etmek, yahut tahfif ve tesviye etmek, yahut akaidi esasiyeyi serbestçe tefsir etmek suretile yavaş yavaş tahdidat ve takyidatı diniyeden kurtarmak icab ederdi. Hükümeti Osmaniye herşeyden pek çabuk müteessir ve münfeil olan cahil ve müteassıb bir halkın mucibi iğbirarı olacak hâlâttan ihtiraz etmek için bu ikinci şıkkı ihtiyare karar verdi. Hükümetin istinadgâhı olan kuvvei diniyeyi kırıp atması, mutlakiyet idaresinin temel taşını bizzat tahrib etmesi lâzım geldi.»
Angelhard’ın dediği veçhile «Tanzimattan, maksad, müslümanlan hıristiyanlaştırmak» olduğunu telâkki eden bir takım İngiliz misyoner cemiyetleri bir aralık faaliyetlerini arttırarak müslümanlık aleyhinde açıktan açığa harekete geçtiler ve bazı müslümanlara protestanlığı kabul ettirmeğe muvaffak oldular (1884). Tanassur eden bu mürtedler İstanbul hanlarında vaaz ederek müslümanlar aleyhinde tefevvühatta bulunacak derecede cür’etlerini ileri götürdüler.
İşte İslâmdan uzaklaşma hareketi böyle (İslâhat reform) maskesine bürünerek başlamıştı. Bir taraftan Avrupa düveli muazzaması devleti Aliyenin temellerini çökertirken, diğer taraftan misyoner orduları Türk milletinin İçtimaî varlığını tahrib için var kuvvetile harekete geçmişlerdi. Bunun neticesi olarak bir asır sonra Türk imparatorluğu çöktü ve İslâm dinine cephe alan yerli bir misyonerler zümresi vücude geldi. Bugün _aynı maskeye bürünen bu yerli misyoner zümresi, «Dinde reform» diye müslümanlığa karşı harekete geçti. Bunu alelâde bir şey telâkki etmek tamamile gaflet ve hamakattır. Bu, İslâma karşı tevcih edilmiş tertibli, programlı, metodlu taarruz hareketidir.
İslâmdan uzaklaşma demek olan tanzimattan bir müddet sonra Avrupalılar Masonluğu memlekete soktular ve asıl bundan sonra müslümanlıkla mücadele daha ehemmiyetli bir şekil aldı. Bir aralık bu hareket o hâle geldi ki Hıristiyanlığın alâmeti farikası olan Salibi Türk bayrağındaki Hilâlin yanma takmak teşebbüsünde bulunanlar bile oldu.
Bilâhare meşrutiyet ilân edilince masonluk devlet kuvvetini, eline geçirdi. Artık İslâmdan uzaklaşma hareketi başka bir ehemmiyet kesbetti ve hızlanmağa başladı. Bir zaman geldi ki müthiş siyonist Farmason bir Yahudi olan Amanael Karasu, Türk Padişahına hali’ fetvasını tebliğ eden heyetin başına geçti ve huzuru şahaneye girerek bizzat bu tebliğde bulundu. Bu suretle, yahudiliğin intikamını, Filistin’de Yahudi devletinin kurulmasına mani olandan aldı, İslâm topraklarında Yahudi hükümetinin temellerini kurdu.
Masonlar elinde kalan ittihad ve terakki devrinde müslümanlığa karşı reva görülen taarruzlar malûmdur. Bütün İslâm müesseselerinin temellerine bombalar kondu. Milletin bütün İslâmî hüviyeti bir inkilâb tufanına tutuldu. Fakat ondan sonra öyle bir devir geldi ki bin küsür seneden beri müslümanlık öyle facialara maruz kalmamıştı. Artık, müslüman Türk milletinin mukaddesatı 3e mücadele eden, onu devirmek için her türlü mezalimi reva gören müthiş bir kuvvet vücuda gelmişti. Bu kara kuvvet, İslâm Kâl’asını dört çevreden bombardımana başladı:
Bütün mekteplerden din dersleri kaldırıldı. Bütün din müesseseleri kapatıldı, bütün din talebeleri perişan edildi. Ezanı Muhammedi yasak edildi.
Camilerde, minarelerde Allahüekber diyenler zindanlara atıldı. Camilerde Kur’an okuyan ve okutanlar cürmümeşhut mahkemelerine sevk edildi. Kur’an âyetleri yazılı din kitapları toplattırıldı, polis karakollarında ayaklar altında süründürülüp çiğnetildi. Kur'an cüzleri satanlar tehdit edildi, parçalanıp yakıldı. Halk evlerine dinî eserlerin girmesi menedildi. Millet, kürsüsünde (Dul zehirdir) diye ilân edildi. Milletin kafasından din fikrîni söküp atmak için bize otuz sene daha lâzımdır, denildi. Din ülemasına türlü türlü hakaretler; reva görüldü. Din ehli süründürüldü, dilenecek hale getirildi. Farmason ocakları cayır cayır serbest faaliyette bulunurken din messesesinin kapılarına kilitler vuruldu. Abidelerdeki Âyatı Kur’aniye yazılı kitabeler parçalandı. Camilerde, Hülâfayı Raşidin isimleri yazılı levhalar indirildi. Bir çok camiler camilikten çıkarıldı. Ayasofya camimdeki Bizans putları meydana çıkarıldı. Kur’an okuyan hafızları karşıdan dinlemekten bile çocuklar menedildi. Kâbetullahın resimleri camilerden toplattırıldı. Müslümanlar hacca gitmekten menedildi. Gazetelerde dinî neşriyat yasak edildi. Camilerde mihrapların etrafındaki  mumların üzerine yazılı (maşallah) yazıları kaldırıldı (karabaş tecvitlerini yaktık) diye yazılı levhalar sokaklarda dolaştırıldı. Tekbir sadaları hortlamakla tavsif edildi. Arabın lisanı ile beraber Kur’anını da toprağa gömdük, denildi. Komünizmi memlekete sokmak isteyenler büyük vatanperver diye alkışlandı. Mekteplerde muallimlere din tahkir ettirildi. Köy enstitülerine komünist muallimler dolduruldu. Meşhur komünistler mükellef sofralara alındı ve arkaları okşandı. En yüksek makamlara getirildi. Köylerin kız ve erkek çocukların bir araya getirilmesi mübah telâkki edildi. Komünistlerin direktifleri dairesinde milliyetçi gençler en ağır işkencelere uğratıldı. Tabutluklarda çarmıha gerildi. Nihayet namazlarda Kur’an kaldırılarak Türkçe ibadet hazırlıkları yapıldı. Camiler yerine halk evlerinin ikamesi, ibadet yerlerinin halk evlerine benzer şekle sokulması, din adamlarının kökünün kazılması, ibadet usul ve zamanlarının istedikleri şekle konulması, diyanet işlerinin ilgası tasarlandı. Bütün bu devrimler yapılırken içki sofralarında şehirâyinler yapıldı.
Bereket versin, bindörtyüz ellide Demokrasi inkilâbı imdada yetişti de devrimciler, reformcular devrildi, bu ağzın dalâlet hareketleri durdu.
İşte böyle uzun seneler İslâm kalesine karşı dört çevreden taarruz bombardımanı devam etti. Bunlar gelişi güzel hareketler midir?
Hiç şüphe edilemez ki bu zalimane ve gaddarâne hareketlerin hepsi tertipli, programlı, metodlu idi. Tam hedefe vâsıl olmak için otuz seneye daha ihtiyaç gösteriliyordu
* * *
1933 senesi idi. Zevcim Sofya Sefiri idi. İnönü riyasetinde hükümet erkânı ve bazı mebuslar berayi ziyaret Sofya’ya gelmişlerdi. Biz onları teşyi için birlikte trenle Varna’ya gidiyorduk. Partinin umumî sekreteri bir aralık bizim kompartımana geldi, hasbihâl arasında zevcim dedi ki:
     Günden güne milletin ma’neviyatı çöküyor, Biraz da ma’nevî inkişafa himmet etseniz!.
Hiç unutmam, öyle bir müstehziyâne güldü ki... ve elini kocamın omuzuna koyarak:
     Ne kadar toysunuz Tevfik bey, dedi; hâlâ böyle şeyler düşünüyorsunuz. Biz otuz sene sonra gençliğin kafasını Allah, peygamber gibi boş mefhumlardan kurtarmış olacağız!...
*.* *
İşte bugün (dinde reform) den bahsedenler böyle yetiştirildiler. Kendimizi aldatmayalım, yaşadığımız tarihi gözönüne getirelim. Bu adamlarda zerre kadar hüsnü-niyet, zerre kadar bir din sevgisi, en küçük bir din alâkası yoktur. Bilâkis, dine, İslâm dinine karşı içlerinde müthiş bir gayz ve kin vardır. Ağızlarından taşırdıkları, işte bu gayz ve husumettir. Bunların dini tahribden başka hiç bir gayeleri yoktur. Dinle hiç ilgileri olmadığı halde ihtisasları şöyle dursun, en ufak bir malûmatları olmadığı halde (dinde reform) den, (dinde İslahat) den bahs etmeleri ve İslâhatın başına geçmek istemeleri nasıl olur? Doktorlukla, tıb ilmile hiç alâkası olmayan bir adam kendine bir tıb profesörü süsünü vererek tababetten bahsetmeğe kalkışsa derhal polise verilir, dolandırıcılıkla hapishaneye tıkılır veya aklında noksanlık var diye timarhaneye sokulur. Bunun gibi, dinler hakkında hiç malûmat ve alâkası olmayan bu düzme reformcuların yeri de ancak buralarıdır.
Binaenaleyh İslâm dinine karşı çok kötü bir suikastla ortaya atılan (dinde reform) yaygaralarını ciddiye alıp da bunun üzerinde ciddî bir etüde kalkışmak büyük bir gaflet eseri olur. Bunlara kıymet vermek, onların seviyesine düşmek olur. Dinde reformculuk, düpedüz sahtekârlıktır. Yalancı tabib gibi yalancı din âlimliği, yalancı din müctehitliği de dolandırıcılıktan, divanelikten başka bir şey değildir.
* * *
İslâmın inkişaf ve teâlisi hakkında müslüman mütefekkirleri arasında konuşulacak çok şeyler olabilir. Fakat bunları, bu münasebetle bahis mevzuu yapmak yakışıksızdır. Bu meseleleri konuşabilmek için herşeyden evvel şu (dinde reform) maskaralığını bir tarafa bırakalım da, bu hususta ciddî surette müdavele-i efkâr edelim.
Müslümanlığın hiç bir meseleyi münakaşadan pervası olamaz. En müthiş dinsizlere bile karşı gelmiş, en yüksek, en derin ve hassas meseleler üzerinde de münakaşadan çekinmemiştir. Meseleyi ciddî bir nazarla tetkik etmek istersek bir hakikate vâsıl olabiliriz. Ancak bu mevzua reformcu maskaraları aslâ karıştırmamak icap eder.
Sualin ikinci fıkrası da mühimdir, büyük bir ehemmiyeti haizdir. Müslümanlık camid bir din değildir. Müslümanlık, gün geçtikçe çöken, hayatiyetini kaybeden bir varlık değildir. Mururu zamandan aslâ korkusu yoktur.
Beş, on asır değil, yüzlerce, binlerce asır geçse yine tekâmülü nihayet bulmaz. Müslümanlık her asırda yeni bir tekâmül arz edecek kudrettedir. Beşeriyet ne kadar ilerlerse ilerlesin, İslâmiyet de o nisbette inkişaf edecektir. Bugün Kur’anın henüz erişilemeyen nice tekâmül safhaları vardır. Yüzlerce, binlerce sene geçse bu tekâmül tevakkuf edecek, donup kalacak değildir. Hem zatı celili İlâhî, hem peygamberi zişan salla’llâhu aleyhi ve sellem efendimiz İslâm dininin bu fıtrî kuvvet ve seciyeye mâlik olduğunu tebşir etmiştir. Bu tebşir ve tebliğ iledir ki biz müslümanlar, her asırda teceddüd ve inkişafın lüzumuna inanmakta, her asırda dini mübinimizin bir başka tekâmül safhasına erişeceğine, taptaze bir hayatiyet kesbedeceğine, yepyeni bir inkişafa mazhar olacağına inanmaktayız.
Bu kadar taarruz ve suikastlara karşı Kur’an yine dimdik ayakta durmakta, en küçük bir tebdil ve tağyirden mâsun bir halde bulunmaktadır. Ve gün geçtikçe ulviyet ve âzameti daha ziyade tezahür etmektedir. İlim ilerledikçe baştanbaşa mucizeler manzumesi olan mânasındaki hakikatlerin sırrı daha vazıh olarak anlaşılmaktadır.
Bir tek misal: Cenabı Hak bir âyeti Kerimede «biz rüzgârları aşılayıcı madde olarak halk ettik.» buyuruyor. Bu âyeti kerimenin delâlet ettiği mânâ ancak altmış senedenberi insanlığın malûmu olmuştur. Ondan evvel hiç kimse rüzgârların tohumları erkek nebatat ve ağaçlardan alıp dişilerine aşıladığım, bu suretle ağaç ve nebatat âleminin idâme-i hayat ettiğini bilmiyordu. Bu, muhteşem kitabımızın sayısız mucizelerinden sâdece bir tanenesidir. Atom devrine ulaşan, füzelerle ay seyahati düşünen ilim adamları için Kur’anı Kerim’de bir müjde vardır: «Biz yerlerdeki ve göklerdeki bütün mahlûkatı insanlara müsahhar kıldık.» âyeti çelilesi!..
Dünyaca meşhur büyük İngiliz mütefekkiri Bernard Shaw diyor ki:
«Avrupa bugün müslümanlığı şayanı kabul görmektedir. Bana kalırsa, şâyet Hazreti Muhammed gibi bir adam asrî dünyanın diktatörlüğünü ele alırsa, dünyayı sulh ve saadete kavuşturacak surette, dünya meselelerini halleder. Bu asrın Avrupası, Muhammed’in dinine karşı sıcak bir sevgi duymağa başlamıştır. Gelecek asırda Avrupa, bu dinin meseleleri halletmekteki faidesini belki daha fazla takdir eder, daha şimdiden benim milletime ve diğer Avrupa milletlerine mensub bir çokları Muhammedin dinine girmiş bulunuyorlar. Bu suretle Avrupanın İslâmlaşmağa başlamış olduğunu söyleyebilirim.»
Meşhur muharrir, müsteşrik, Kur’an mütercimi doktor Moris diyor ki: «En temiz, en doğru din Müslümanlıktır. Zaman geçtikçe Kur’anın ûlvî sırları inkişaf edecektir.»
Dünyanın en meşhur mütefekkir ve âlimlerinin sözleri:
«Kur’an beşeriyete İlâhî bir lûtuftur.» (C. M. Rodvel).
«Müslümanlık, dünyanın kıvamı bir dindir.» (Gastor Kar).
 «Müslümanlar Avrupaya hâkim olarak girmişler, ve Kur’anın yardımile Avrupaya irfan meş’alesini taşımışlardır. (Emanuil Düeş).
«Muhteşem ve. faziletkâr bir medeniyet vücude getiren Kur’an, daha büyük bir terakkinin de meribaı olabilir.» (Profesör Tomas Arnold).
«Kur’an, cemiyeti idare edecek maddî, manevî esasları muhtevidir.» (İstanley).
«Kur’an, bütün beşeriyetin yegâne mukaddesi kitabıdır.» (Sel).
«Kur’an, medeniyetin meşaleşi ve en büyük rüknüdür.» (İsak Taylor) .
İşte müslümanlığın, Kur’anm âzamet ve ihtişamı hakkında dünya mütefekkirleri böyle şehadet etmektedir. Bizim (dinde reform) cu cür’etkârlar bu dinde mi bozukluk görüyor da ıslahına yelteniyorlar?
İslâma karşı garaz ve husumetin, suikastın bu derecesini havsala almaz.
Mevzuumuza gelelim. Evet, biz inanıyoruz ki Cenabı Kadiri mutlak, âlem dediğimiz şu gayri mütenahi teceddüdlerin nizamı vahdetini halk ve idare eden kudreti baligadır. Bu kudreti baligaya istinad eden bir dinin tenahisi olur mu?
Hiç şüphe edilemez ki böyle bir din, tekâmül safhasında tevakkuf edip kalacak bir vâkıaı ibtidaiye değil, her tekâmülü ihtiva eden bir hasisai Rahmaniye ve Rabbaniyedir. «i’Iemû ennellahe yuhyil erda ba’de mevtiha» âyeti kerimesi, şöyle çok derin bir mânâ ifade ve imâ etmektedir: Ey müminler, biliniz ki Cenabı Hakka aklen ve hissen merbut olan insanlar için mururu zaman korkusu yoktur. Onlar eskidikçe yenilenmek imkânını bilmeli; peyderpey eşvakı cedide içinde ilelebed payidar olmalıdırlar. Bu din, mahdud bir tekâmül safhasında tevakkuf için nazil olmuş bir dinî hâs değil, nâ-mütenahi tekâmül mertebelerini idare için inzâl olunmuş mebadii hakkayı mütezammin bir dini ânadır.
Kur’andan aldığımız bu mâna ye mebde; bir Hâdîsi Şerifte de şöyle izah buyurulmuştur: «İnnallahe yeb’asu bihazibil ümme...» =
Cenabı Hak, muhakkak, her yüz sene başında, yâni her asırda bu ümmete dini tecdid edecek, tazeleyecek adam veya adamlar gönderecektir.» Bu Hadîsi Şerif şu noktaları tezammun eder:
1        —Bil-ıbare ba’si müceddedi vaad ediyor.
2        — Bil-işare teceddüdün lüzumuna tenbih ve bunu asr ile fevkit ediyor.
3        — Bil-imâ ümmeti her asır başında teceddüde imâle ve teşvik ediyor.
4        —«Hazihil ümme» ibaresi, teceddüdde ümmetin haziyeti,. hüviyeti mahfuz kalacağında ve teceddüdün tebeddül değil, bu haziyyet ve hüviyyeti te’yid ve idare etmesi lüzumunda Nass’tır.
5        — Müceddidin teşehhusuna işaret vardır.
İşte Hazreti Peygamber efendimiz, bu suretle tûl-i emed, murur-i zaman netayicinden korunmak, kurtulmak ve tazelik kazanmak yolunu göstermiştir. Demek oluyor ki her asır başında dinimizin teceddüdüne intizar etmek hakkımız ve bu teceddüdü yapacak müceddide nailiyet için çalışmak vazifemizdir. Bu suretle murur-i zaman kasvetinden kurtulmağa çalışacağız ve nuri nübüvvet uzaklaştıkça biz ona yaklaşacak ve bu sayede hassasiyetimizi muhafaza ederek neşveden neşveye koşacağız.
İlmî ve aklî mebadisi sabit ve mahfuz olan dinimize bu teceddüd nasıl gelebilir? Büyük İslâm mütefekkiri ve âlimi merhum Üstad Elmalılı Hamdi Efendi bu suâle cevap olarak şöyle diyor; Evvelâ şunu söyleyelim, ki teceddüd, tebeddül ve tahrif değildir. İslâmda en büyük düstur, düstur-i vahdet olduğu için sair bütün mebde’ler bu vahdet düstûrunun inkişafı noktai nazarından âmil olacak ve bütün teceddüdlerde bu nokta-i nazar mahfuz tutularak haziyyeti ümmet muhafaza edilecektir.
Bu suretle her asırda vaki olan fikrî ve maddî hâdiseler bir tecrübe noktai nazarile tetkik edilip mebde’lerin tatbik suretlerine irca-ı nazar olunacak, böylece bir taraftan tecrübî ve istikraî, diğer taraftan aklî ve istintaç! muzaaf bir seyr ile  telâkki ciheti bulunacak, bu suretle ümmetin hayatına şuurî veya lâşuurî olarak giren şuunat-i cedidedin dinî ve şer’î nesebi sahibi tenkih ve tesbit olunacak, mülhak ârızalar olan bid’atlerle esbabı hayatiyyeden olan yeni inkişaflar tefrik edilerek birisi tay, diğeri takrir edilecek, nihayet ukul ile hissiyat tevhid olunarak vicdanlara yeni ihtiyaçları tatmin eden yeni bir neşvei şataret ve emniyet verilmek hususuna itina kılınacaktır. Mebadi-i mansusa mahfuz tutulacak, fakat tefriat ve tatbikat noktai nazarından yenilikler husule gelecek, daha doğrusu benimseyeceğimiz yeniliklerle, benimsemeyeceğimiz yeniliklerin hududu ayrılmak gibi bir inkişafı vicdanî elde edilecek ve bu tarik, ile nefsi İçtimaî fetret ve şikaktan kurtulacaktır. Müceddidin yapacağı şey, vahdeti kırmak, şikakı artırmak, usuli inkâr, füruu tecrid, istikametten inhiraf, teşehhiyatı mücerredeye tebeiyet suretile vicdanı ümmeti ecnebi vicdanlara temsil etmek ve haziyyeti ümmeti kaldıracak bid’atlere yol açmak olmayacaktır.» Teceddüd bize nefret değil, mahabbet zerk edecek, korku değil, emniyet getirecektir. Her asrın tarihini güzelce zaptetmek ve o tarihte şer’î sebepler ve illetlerin amelî kıymetlerini ve İçtimaî neticelerini tetkik, bu suretle geçmiş asrın bir fezlekesini yapıp gelecek asrın ihtiyaçlarını ta’yin etmek, îşte din âlimlerinin, İslâm mütefekkirlerinin vazifeleri budur. Bu ihtiyaçlar bazan nazarî, bazan amelî kıymetleri haiz olur. Nazarî ihtiyaçlar İlmî, amelî ihtiyaçlar amelî şahsiyetler ister ki müceddidler bu şahsiyetlerden zuhur edecek ve bu şahsiyetler ümmetin haziyyetinden yetişmek lâzım gelecektir.
Peygamberi zişan efendimiz bizi bu suretle tûl-i emdin fütûr ve kasvetinden kurtaracak ilahi bir va’dı tebşir etmiş ve filhakika zaman zaman bu va’dı İlâhî tahakkuk ederek beydai İslâmî ırktan ırka, memleketten memlekete götürmüştür.         
***
Bin tarihlerden beridir ki biz feyzimizi bu düsturda aramadık. Onun için bekamızı zamin bir teceddüdüm mahrum kaldık. Heves ettiğimiz teceddüdler, hep ölüm teceddüdü gibi acı bir tebeddül oldu. Yıktı, yapmadı. Avrupa, ilmile, fennile barışamayan dini karşısında İslâmiyetin pek iyi barışacağını idrak etmiş bulunduğu için olsa gerektir ki müslümanların bir gün gelip bu ahengi kurarak ye hukukî beşerin kudsiyetini ifâ ederek bütün beşeriyete nümune olacağından korkmuş, bizi irşad vadisinde büyük dalâletlere sevketmek istemiştir. Avrupa bizi şa’şaai İlmiyesine meftun ederken hissiyat ve içtimaiyetine temsil dylemeğe çalışmış, dinimizdeki teceddüd esaslarını bahis mevzuu ederken, «İslâm dini terakkiye mâni midir, değil midir?» diye bir mevzu ortaya koymuştur ki bundan maksadı, İslâm dininin tehaffuz hassasını kırmak ve terakkiyi kendilerine temessül suretinde tefsir etmek cihetine matuftur. Garblılarm belli başlı eserlerine dikkat edilirse görülür ki Avrupa bizim son teceddüdlerimizi ya protestanlığa veya diğer bir Avrupa mezhebinin tesirine atffetmekte ve hep bunların kendilerine bende almak gibi bir gâye ile mütalâa eylemektedir. Fakat Avrupa korkmasaydı bir ilim ve felsefesine, bir de dinine bakardı da o ilim ve felsefe ile taban tabana mütenakız olan dinini, âdetlerini bize telkin etmeğe çalışmadan vazgeçer, o ilim ile kucaklaşacak olan İslâmiyeti tervice uğraşır, İslâm hayatına ıztırab vermekten zevk almazdı.
* * *
İşte görülüyor ki müslümanlık tekâmül safhasında tenahisi (sonu) olmayan, dâima yeni yeni inkişaflar gösteren, her tekâmülü ihtiva eden bir dini mübindir. Ancak bu hususta söz söylemek, fikir ve re’y beyan etme için samimî bir iman, tam ve kâmil bir ehliyet ve kudret lâzımdır. Herkes gelişi güzel, kendi keyfine, kendi arzu ve telâkkisine göre mütalâa beyanında bulunamaz. Herşeyde olduğu gibi bu hususta da ihtisas lâzımdır. Dinin ana menba’larmı, din ahkâmının asıl ve esaslarını, bu ana menba’lardan istinbat usullerini bilmek icabeder. Bu da bütün din ilimlerinde, bilhassa Kur’an ve Hadîste hakkile mâ’rifet sahibi olmakla mümkün olur.
Bu işle iştigal etmek üzere İslâmiyette bir içtihad müessesesi vardır ki tamamile ilmi esaslara, İlmî usullere müsteniddir. Dinin hangi kısmında reiy beyan edilir, hangi kısımları hakkında edilemez? Bu hususta reiy beyanında bulunacak zevatın haiz olmaları lâzım gelen evsaf ve şerait nedir? Bunlar hep taayyün ve tekarrür etmiş meselelerdir. Bu babta bir fikir verebilmek için "İslâm ûlemasının içtihad müessesesi hakkında ne mütalâada bulunduklarını, bu hususa ne büyük ehemmiyet verdiklerini hülâsaten izah etmek muvafık olur kanaatindeyim.
* * *
Mâlûm olduğu üzere, ahkâmı İslâmiye itikadat, ibadat ve muamelâttan ibarettir. î’tikadiyatta mütearef mânaca içtihad cari olamaz; bir ferdi taklid de meşru değildir. İtikada müteallik ahkâmın çoğu aklî bürhan ile kafiyen sabit olmuş, Kur’an nassı ile de teyid olunmuştur.
îbadat kısmında her mükellefe farz olan şey, Kur’an-ı Kerimde vârid olan ahkâmı —Sünneti seniye, ehadisi sahiha ile beyan ve tefsir buyurulduğu veçhile— ahz ve telâkki etmektir. Hiç bir müçtehid farz olan bir ibadet hakkında içtihad ile ziyade veya noksan icrasına mezun değildir. Çünkü bunlar Şari’ tarafından tamamlanmış, ikmâl buyurulmuştur. örf ve zaman ihtilâfile de muhtelif olmazlar. Bu cihetle bu hususta müçtehidlerin tasarruflarına imkân kalmamıştır.
Kezâlik bir şeyin helâl veya haram olduğuna dair Nassı Şer’î mevcut iken müçtehid hilâfına kaail alamaz. Yalnız meskûtun-anh olan bir fiilin kıyasla helâl veya haram olduğunu isbat edebilir. Dini İslâmda ne kadar büyük tanılırsa tanılsın, hiç kimse kavli mücerred ile bir şeyi tahlil: veya tahrim etmek, delili şer’î ibraz etmedikçe kendisine taklid edilmek hakkına mâlik değildir.
Muamelâta gelince, bunun cüz’iyatını tahdid etmek mümkün değildir. Bu kısım ahkâm, pek çoktur ve muhtelif nevileri vardır. Zaman ve mekân, kuvvet ve zaaf, örf ve âdet gibi şeylerin ihtilâf ve tebeddülü nisbetinde muhteliftir. Mükellefinden her ferd bu ahkâmın hepsini bil mesi kabil değildir. Lâzım da değildir. îşte fukaha ve erbabı hukukun içtihad ve istinbatlarına en ziyade lüzum görülen maddeler bunlardan ibarettir. Bu babta müslümanların kendilerine taklid ve mütabeatları da emri zaruridir.
* * *
İçtihadın mahiyeti, kat’î deliller ile sabit olmayan feri hükümleri marifet için kitab, sünnet, icma ve kıyastan ibaret şer’î delillere istiksayı nazar, yâni her müctehid vüs’u takati nisbetinde im’anı nazar ve im’ali fikir etmektir.
İçtihad için lâzım gelen evsaf ive şeraitin hülâsası, kitab ile sünneti fehim, icmanın mevkilerini cezim, usul kitaplarında beyan olunan kıyas bahislerini ihata ile beraber Şer’i Şerifin maksadını ma’rifetten ibarettir. Akvamın ahval ve âdâtını tamamen bilmekle de mukayyeddir. Çünkü şeriatın bütün akşamı, bilhassa muamelâta müteallik ahkâmı gerek maaş, gerek maad itibarile mesalihi umumiyeye mün’atiftır. Buna riayet edebilmek için ahvali nasi arif, ilcabâtı zemaneye zakıf olma kşartı a’zam olacağı dergardır.
* * *
İçtihad kapısının kapalı olup olmadığı hakkında muhtelif noktai nazarlar vardır. Bir kısım ûlema, içtihad şartlarını cami zevat kalmadığı için, bundan sonra da böyle bir kimse zuhur etmeyeceği için, kendi kendine içtihad kapısı kapanmıştır, derler. Bunlara göre, din hakkında söylenecek sözler söylenmiştir. En ince teferruatına kadar tetkikler yapılmış, hükümler verilmiştir. Şimdi bu yola gidilmeğe kalkışılırsa taraf taraf müçtehidler çıkar. Bunun için beşinci asrı Hicriden beri bu yola gidilmemektedir ki bunda isabet vardır.
Bir kısım ûlema ise içtihadın terk edilmesinde bir menfaat görmüyorlar. Bilâkis aklın ihmâl, ilim yolunun kesilmesi, fikir istiklâlinden mahrumiyet gibi mahzurlar görüyorlar. Bunlara göre, her asırda içtihad şeraitini cami’ bazı zevâtın bulunması âmmei mükellefin üzerine terettüb eden mühim [bir vazifedir. Herhangi bir zaman ricali taksir ve tekâsül ile vakit geçirip de içlerinde fıkıh ve içtihad erbabı yetişmeyecek olursa mes’ul olurlar. İmanı Ebu Hamid gazali, Ebü’l Hasan Maverdi, İbnissalâh ve Muhyiddin Nevevî gibi ekâbiri ûlema bu hususta müttefiktirler. Hattâ bazı ûlema daha ileri giderek İslâm âleminin müçtehidden hâli kalmasını aklen de müstehil addederler. Eğer bir zaman müçtehidden mahrumiyet farz olunursa o zaman bir fetret devri sayılmak lâzım gelir, derler. Celâleddin-i Süyûtî, müstakil risâlesinde bu yolda tafsilâtta bulunmuştur.
Görülüyor ki haddizatında içtihad serbesttir. Ancak içtihadın âmmei müslimince ittibaa şayan olabilmesi hususunda müçtehidde aranacak vasıflar Ve şartlar vardır. Mesele bu vasıfları ve şartlan haiz zevatın mevcud olup olmamasıdır. Kendine güvenen içtihadda bulunur. Kur’an ve Hadisten anladığını ortaya koyabilir, Fakat onun müçtehid pâyesini haiz olduğunu kabul edip etmemek de müslümanların hakkıdır.
* * *
Malûm olduğu üzere, dinî hükümlerin me’haz ve menbaı olan âyet ve hadîsler iki kısımdır.
Birinci kısım Muhkemattır. Bunların herbiri her mükellef üzerine hücceti kaatınadır. Bu bapta müçtehid ile ımukallid arasında fark yoktur. Bu kısmın hüccet olduğunu inkâr sarih küfürdür. Bunda ûlema ve fükaha müttefik dir. Dünyada yüz bin müçtehid olsa hiç biri bunun haricine çıkamaz. Bunların içtihada teallûk eden cihetleri yoktur.
Amma kitab ve sünnetin zahiri ile sabit olmayan hükümler, icma yoliyle de bilinmeyecek olursa, o zaman ehil ve erbab olanlara içtihad etmek, meskûtun-anhi mantukunbihe ilhak eylemek veya başka bir tarik ile istinbatta bulunmak vacib olur. Taklidde kalmak zaruret ve iztirarında olanlar da onlara müracaat ederek teallüm etmek iktiza eder.'
Dinî hükümlerin me’haz ve manbı olan ikinci kısma gelince, bunlar, usul ilminde «Hafi, müşkül ve mücmel» denilen azım aksamile tahsis ihtimaline maruz olan âm sigaiar, itlâk ve takyid veya başka bir cihetle müteariz bulunan şer’î delillerdir. Bu delillerle ancak fıkıh ve içtihad erbabı istidlal edebilir, ahkâm istinbatında bulunabilir.
Çünkü Hafi il Müşkil’in izahı mücmel hakkında kavlen ve fi’len varid olan Şariin beyanatının tâyini, âmmın tahsisi, mutlakm takyidi, tearuzun def’i hakkında muteber olan şeraitin tedkiki ve ledelicalı kıyas tariki ile ferilerinin asıllara ilhakı, bütün âyetler ve hadîsleri ihata ile beraber usulün mukarrer kaidelerinin tatbikatında tam ve kâmil bir meleke ihrazına vabestedir. Mahzı rahmet sayılan mezheb ihtilâfları işte hep bu noktaya dairdirler. Bundan dolayı hiç bir ferd ehli kıbleden olan diğerini tekfir ve tadlil hak ve salâhiyetini haiz değildir. Belki her müçtehid vüs-ü tâkatı derecesinde ibrazı mesai eylediği takdirde Allah’ın indinde ve insanlar nazarında musib olur. Hatâsı anlaşılırsa ma’zur sayılır.
îşte müçtehidlerin yapacağı budur. Yoksa herhangi bir meseleyi tağyir ve tebdil değil, bir değil, bin müçtehid bir araya gelse bunu yapamaz. Yalnız hilâfiyata âid meselelerde nâsa evfak olanları tercih salâhiyetini, haiz olurlar. Bir de sarih olmayan ahkâmı kıyas ile ortaya koyabilirler.
Bu yolda hareket ve faaliyetlerden, böyle samimî ve İlmî içtihadlardan müslümanların hiç bir korkusu yoktur ve olamaz. Bilâkis, bu faaliyeti diniyede İslâm için, İslâm maaliyatının inkişafı için büyük faideler vardır.
***
İşte İslâmda içtihad bu demektir ve bütün imamlar ve müçtehidler içtihadı böyle telâkki etmişlerdir. Halife Mansur, İraklılara karşı takib ettiği siyasette İmam Mâlikin nüfuzunu istismar etmek maksadile İmam Mâlike:
     Seni mezhebini ve içtihadını devletin kanunları yapacağım... ,
Dediği zaman, büyük imam şöyle cevap vermişti:
       Hayır, olamaz. Ebu Hanifenin içtihadı da muhterem ve muta’dır. Ora halkının ihtiyaçlarına onun içtihadları daha muvafık olabilir. Belki ben hata etmiş olabilirim, belki o, musib olur. -
İmam Şafiî: «Herhangi bir meselenin münakaşasında muhatabının haklı çıkmasını kalben samimî surette arzu ettiğini» dâima söylerdi.
* * *
Dinde reformcu cür’etkârlar müslümanlığın içtihad hakkındaki bu yüksek noktai nazarını görsünler de İslâma karşı taarruzdan, müslümanlığı çocuk oyuncağı hâline getirmekten cahil ellerini çeksinler. Din hususunda söz söyleyebilmek için herşeyden evvel ehliyet, iman ve hüsnüniyet lâzımdır.
Şimdi bir nokta daha vardır ki o hususa dair mütalâamızı da ilâve etmek münasip olur: Ahkjâmı diniye hakkında yapılacak bu dinî ve İlmî içtihad faaliyeti, ferdî mi olmalı, yoksa bir hey’et hâlinde mi?
Bir kere şunu göz önünde tutmalıdır ki müçtehidi kimse tâ’yin etmez. O, kendi kendine yetişir ve kendi başına içtihadda bulunur. Onun kudret ve liyakati ümmetçe teayyün eder. Onun üzerine ümmet onun imam olduğunu kabul eder. Bu itibarla İslâmda içtihad kapısı kapalı mıdır, yoksa açık mıdır? diye bir mesele yoktur. İş tamamiyle kudret, ehliyet ve liyakat meselesidir.
Ancak zamanımızda ahval çok değişmiştir. Müslümanların gerek siyasî, gerek İçtimaî hayatlarında büyük tehavvüller vardır. Dünya şuun ve hayatı da büsbütün başka şekiller almıştır. Türlü türlü keşif ve icadlar, milletler arasında sıkı münasebetler, akvam arasında kaynaşmalar, insan cemiyetlerini kökünden sarsan inkilâblar, büsbütün yeni zihniyetler, yeni ideolojiler, yeni mezhebler zuhura gelmiş, metafizik telâkkiler tamamiyle başka şekiller alınış, elhâsıl gerek İslâm cemiyetlerinde, gerek bunun haricindeki âlemde muazzam değişiklikler olmuştur. Bu vaziyet karşısında İslâm meseleleri hakkında fikir beyan edecek, rey ve içtihadda bulunacak kimsenin dinî ahkâmın mehaz-ve menbaı olan hususattan başka ahvali âleme de vukufi küllisi bulunmak, sonra da bütün ümmetçe de bunun böyle olduğuna iman etmek icab eder.
Bu derece ihatalı bir zat olsa bile ferdî kaldıkça arkasından İslâm cemiyetini yürütebilir mi?
Şimdi cemiyet asrı olduğuna göre bu muazzam işi ferdden beklemek, her hangi bir ferdin de bu kârı azimi yalnız kendi omuzlarına tehammül etmek ne derece mümkün olabileceğini kestirmek çok müşküldür. Bu itibarla bu muazzam hareket ve faaliyeti ehliyet ve kudreti kâmileyi haiz bir hey’etten beklemek elbette daha muvafıkı maslahat olmaz mı? bu şeraiti hâiz bütün İslâm milletleri ûlemayi kâmilesinden mürekkeb teşekkül edecek bir (İslâm şûrası) bütün islâm meselelerini tetkik eder, zamanın harikulâde ierakkiyatı, ahval ve şuunu cihanın muazzam tebeddülâtcı müvacehesinde müslümanca reiy ve içtihadda bulunursa o içtihadlar icmaı ümmet halini alıp bütün İslâm dünyasınca mazhari kabul olur,
İşte dine hizmet böyle olur. İşte namütenahi tekâmül mertebelerini idare için inzal olunmuş mebâdii hakkâyı mütezammin olan dinî celili İslâm böyle inkişaf eder, böyle cihanşümul bir varlık iktisab eder. İşte asren be asrın peygamberimizin istediği teceddüd böyle olur. İşte müslümanlık müruûru zaman kasvetinden böyle kurtulur ve tâzelik kazanır, nuri nübüvete yaklaşır, neşveden neşveye koşar.
* * *
Vaktile bundan kırk küsür sene evvel Şeyhülİslâm merhum Hayri Efendi zamanın bu ihtiyacım takdir etmiş, böyle bir (İslâm Şûrası) teşkiline teşebbüs etmişti. Bu şûranın programını da merhum profesör Ebül Ülâ Bey hazırlamıştı. Buna resmî bir mahiyet vermek için-meclisi vükelâya getirdi. Fakat Masonların elinde olan hükümet buna muvafakat etmedi ve bu layihanın reddi için hariciye nazırı Hali Menteşe öne sürüldü. Meclisi vükelâ bu teşebbüse hücumu ona yaptırdı. Neticede masonluk galebe çaldı. Bu muazzam teşebbüs sönüp gitti. Ondan sonra Müslümanlığın ne felâketlere, ne tazyiklere maruz kaldığı, ne hâle geldiği hakkında yukarıda bir parça izahatta bulunmuştuk.
Siyasetten âri, tamamiyle ilmi ve dinî böyle bir (İslâm Şûrası) teşkil edilecekse merkezi ancak Türkiye olabilir. Asırlarca müslümanlığı küfür âlemine karşı müdafaa eden ve müslümanlığı yaşatan Türkiyede. Eğer Türk milleti müslümansa ve müslüman kalacaksa iş böyle olur.
Bütün İslâm milletlerinin en ileri gelen ûlema ve mütefekkirlerinden mürekkeb böyle bir (İslâm Şûrası) nın Türkiyede toplanarak yüksek mesaili ilmiye ve diniye ile iştigal etmesine ve bu sebeple İslâm dünyasının manevî hayatının inkişaf ve tealisi yolunda Türkiyenin büyük bir nüfuz ve şevket kazanmasına hükümeti hazırenin bir ehemmiyeti mahsusa vereceğini ümid edebiliriz.
Çünkü bir kaç sene evvel Hindistanda toplanan İslâm kongresinin gelecek içtimaim İstanbulda akdetmek hakkındaki kararını muhterem başvekilimiz memnuniyetle kabul etmişti. Hattâ merhum -Nuri Demirağ’ın, Üsküdar korusunda yapılan bir toplantıda bu iş için hükümet tarafından, elli bin lira tahsis edeceğini de vaad etmişti. Fakat sonra, anlaşılamayan bazı havali siyasiye hasebile bundan vazgeçilmişti. Bunun üzerine İslâm Kongresi, başka bir İslâm memleketinde akdi içtima etmişti.
Fakat şimdi bazı İslâm devletlerde aramızda çok yakınlıklar ve anlaşmalar husule gelmiş olduğu için, Türkiyenin manevî şerefini yükseltecek böyle gayri siyasî, tamamile İlmî ve dinî beynel-İslâm muazzam bir teşebbüsün husulü hükümetçe hoş karşılanacağı ümit olunabilir.
* * *
Böyle bir İslâm şûrasına bugün cidden büyük ihtiyaç vardır. Müslüman milletlerin yüksek âlimleri ve mütefekkirleri arasında konuşulacak, görüşülecek çok mühim İslâmî meseleler vardır. Bunlar usul ve âdabı dairesinde, tamamile akademik bir surette görüşülmek, tetkik ve müzakere edilmek ve bu hususta müslümanları tenvir etmek icabeder. Avrupanın şayanı hayret İlmî ve felsefî terakkiyatı karşısında, Hıristiyanlığın isl|âm gençlerini dinlerinden soğutmak yolundaki müthiş faaliyetleri karşısında,, maneviyatın temellerine müthiş bombalar koyarak dünya efkârını sarsan komünizm cereyanları karşısında müslümanlık esaslarını, müslümanlık prensiplerini, İslâmî hakikatleri yeni bir görüş, yeni bir anlayışla, yâni bugünün lisaniyle cihana ilân ve tebliğ etmek İslâm âlimlerine, İslâm mütefekkirlerine, İslâm ülülemirlerine düşen en büyük bir vazifedir.
Büyük İslâm mütefekkiri Pakistanlı İkbal, (Islâmın yeni uyanışı) eserinde «son beş asır içinde, İslâmda fikir hareketinin bilfiil durmuş bulunduğundan, halbuki bir zamanlar Avrupanın fikir âlemi, ilhamını, İslâm âleminden aldığından, Avrupa harsının, fikir noktai nazarından, İslâm harsının en mühim safhalarından bazılarının ileri inkişafından başka bir şey olmadığından» bahsettikten sonra diyor ki:
«Bizim biricik korkumuz, Avrupa harsının göz kamaştırıcı gösterişlerinin, bizim kendi harsımızı durdurarak, bu harsın asıl hakikî özüne varmaktan bizi alıkoymasıdır. Bizim fikren uyukladığımız bütün asırlar zarfında Avrupa, İslâm filozoflarıyla âlimlerinin alâkadar oldukları büyük meseleleri ciddiyetle düşünüyorlar. İslâm din mekteplerinin tamamlandığı kuruni vustadan beri insan fikir ve teşebbüsü, nihayetsiz terakkilere erdi, insan kuvvetinin tabia‘t âlemine hükümran olmağa başlaması, insana yeni bir iman, onun muhitini teşkil eden kudretlere karşı yeni bir faikiyet hissi verdi. Tâze tecrübelerin verdiği aydınlık sâyesinde yeni fikirler ileri sürüldü. Eski meseleler bu aydınlık sayesinde yeniden tetkik olundu ve ortaya yepyeni meseleler çıktı. Nerde ise insanın dimağının en esaslı mebadisini, zaman, mekân ve illiyet’i aştığına hükmetmek lâzım gelecek.
İlmî düşünüşün ilerlemesiyle teakkul kabiliyeti (intelligibilite) hakkındaki telâkkimiz bile değişiklik geçirmektedir. Ayinştay’in [Einstein] nazariyesi, kâinat hakkında yeni bir görüş getirdi. Hem din, hem felsefeye aid meselelere yeni bir tarzda bakmağa müsait yeni yollar telkin etti
Bundan dolayı Asya ve Afrikadaki genç İslâm nesillerinin imanlarını sağlamlaştırmak için yeni temellere ihtiyaç hissetmeleri, hiç de hayretle karşılanacak bir şey değildir. İslâmın yeniden uyanışı sırasında, müstakil bir ruh ile, Avrupanın ne düşündüğünü göz önüne getirerek tetkik etmek, onun vardığı neticelerin İslâmda din hareketini ihya hususunda bize ne derece yardım edeceğini anlamak icabediyor.
Bundan başka din düşmanı, bilhassa müslümanlık düşmanı olan ve Orta Asyayı kaplayan, Hindistan hududlarının da aşan ilhad propagandasını ihmâl etmek mümkün değildir.
Şüphe yok ki isljâm meseleleri üzerinde durmak sırası çoktan hülûl etti. Bütün insanlığa hitabeden müslümanlığın daha iyi, daha dürüst anlaşılmasına çalışmak icabeder».
İşte Şarkın ve Garbın ilmi ve felsefî hareketlerini göz önünde bulundurarak İslâm dünyasını canlandıracak. Kur’an yolunda yürütecek ve insanlığı, İslâmın cihanşümul hak ve hakikat yoluna dâvet edecek böyle bir (İslâm Şûrası)nı tesis etmek İslâm dünyası için ve müslümanlık için en mütehattim bir vazifedir.         
Müslüman milletlerarası akademik mahiyeti haiz olan bu şûra, içtihada lüzum görülen ve içtihad kabiliyeti dan meseleleri hallettikten başka, felsefî, fikrî ve nazarî sahada da İslâm noktai nazarını tedkik ve izah edecek, muhtelif İslâm mezhepleri arasında bir i’tilâf ve anlaşma zemini hazırlayacak, beşerin sâadet ve selâmetini temin hususunda komünizme karşı İslâm prensiplerinin yüksekliğini cihana ilân edecek, velhâsıl İslâmî hakikatlerin Şarkta ve Garpta daha iyi anlaşılması için neşr ve tebliğde bulunacak en yüksek bir otorite olacaktır.
Tevfik Allah’tandır.
EŞREF EDİB

SORU: İslâm dininde reformdan çok bahsedilmektedir. Hattâ bu konuda bazı yasalar da vardır. Kur’an’ın esaslı hükümlerinde reform bahis konusu olmamak lâzımdır. Kurân-ı Kerim esaslı  olmayan, fer’i telâkki edilebilecek hükümleri var mıdır ve bunların tatbikatında her devrin ve memleketin icaplarına uygun tefsirlere taraftar mısınız. (Meselâ: Kıyafet ve ibâdet şekilleri vesaire...»
CEVAP
Sual, birbirinden farklı iki mesele ihtiva ediyor: Biri İslamiyette reform meselesi, diğeri de Kur’an-ı Kerim’de aslî ve fer-’î hükümler meselesidir, önce birinci noktayı ele alacağım.
I
Evvelâ şunu söylemeliyim ki, bence reform tâbiri İslâmiyete yaraşır bir tâbir değildir. Bu tâbir, XVI mcı asırda bazı uygunsuz papaların sui idaresine karşı isyan eden protestan kilisesinin katolik kilisesinden ayrılmasını ifade eder. İslâmiyette reformdan bahsedenler, bana öyle geliyor ki, bu dinin esasi bünyesini lâyıkiyle bilmeyenlerdir. .Malûm olduğu üzere, reform yahut reformation, «de» formation» un zıddıdır. Deformation bir şeyin aslî şeklinden çıkması, aslının bozulması, reform yahut reformation da aslından çıkan ve bozulan şeyin aslına ircâ edilmesi demektir.
İslâmiyet gerek akideleri ve gerek amelî hükümleriyle Peygamber tarafından nasıl tâlim edildi ve gösterildiyse, hiç şekil değiştirmeden, on dört asra yakın bir zamandan beri devam edip gelmektedir. İslâmiyetin ne itikadiyatında, ne de ameliyatında (deforme) olmuş bir cihet yoktur ki (reforme) olması bahis mevzuu olabilsin.
Bilindiği gibi İslâmiyetin ana kaynakları Kur’anı Kerim ile Peygamberin, sünneti, yâni gittiği yoldur. Kur’an-ı Kerim bütün dünyada mevcut mukaddes kitaplar arasında, olduğu gibi muhafaza edilebilen yegâne mukaddes kitaptır, Kur’an âyet âyet nâzik olmuş ve her nüzul eden âyet Peygamber tarafından eshâb ve cemaatine derhal tebliğ edilerek ezberletilmiştir. Kur’an Peygamberin devrinde bütün yakinlerinin ezberindeydi ve Kur’an hafızlarının başında Râşid Hâlifelerin üçüncüsü Hazreti Osman gelmekteydi. Binaenaleyh Kur’anın yazılması, İncil gibi nakil ve rivâyet şeklinde değildir; herkesin ezberinde olan âyetlerin bir araya toplanmasından ibarettir. Kur’anın on dört asırdan beri hiç bir âyeti ne inkâra uğramış, ne de üzerinde ihtilâf edilmiştir. Hazreti Peygamberin tebliğ ettiği gibi muhafaza edilmiştir. Yalnız bazı kelimelerin okunmasında ihtilâf, edilmiştir ki, bu da «Kıraati seb’a» adiyle ayrı bir ihtisas mevzuu teşkil etmiştir.
Peygamberin sözleri ve hareketleri de günü gününe zaptedilmiştir. Bunlar da «Siret» kitaplarında ve hadis külliyatında toplanmıştır.
Bu iki kaynak, dediğim gibi, üzerlerinde hiç, tereddüt edilmeden, hiç münakaşaya mevzu olmadan asırlar içinde devam edip gelmiştir. O halde neyi «reformer» edeceğiz? Bozulan, aslı kaybolan bir şey yoktur ki, asla ir’ca bahis konusu olsun. Asıllar asırlardan beri ortadadır. Binaenaleyh İslâmda reform bahis mevzuu olamaz, ancak «içtihat» bahis mevzuu olabilir.
İçtihat, Kur’anı Kerimi ve Peygamberin sünnetini tefsir, te’vil ve kıyas usulleri dairesinde zaman ve mekân ihtiyaçlarına göre, anlayıp izah etmek demektir. İslâmiyette içtihadın geniş yeri ve büyük bir kıymeti vardır. Ve her zaman serbestçe içtihat edilebilir. İslâmiyet akla, tefekkür ve muhakemeye geniş yer veren bir dindir, İslâmiyette ana kaidelerdendir ki: «akıl» ile ve akim bir mutası olan ilim ile «nakil» yâni Kur’an ve sünnet «tearuz ettikde» eğer nakil sarih olmaz da tefsir ve te’vile müsait olursa «akıl tercih ve nakil te’vil olunur.» İslâmda aklın yâni tefekkür ve muhakemenin yoluna «içtihad», bu yolda çalışan din âlimlerine de «müctehid» denir.
Müçtehitliğin muhtelif dereceleri vardır ki, bunların en yükseği «mezhep sahibi müçtehid» dir. Hicretin birinci asrı sonlarından itibaren birçok müçtehid zuhur etmiştir. Bunların kimi «itikad» da, yâni dinin temel akîdelerinde, kimi de «amel» de yâni dinin ibadet, muamele ve münasebetlere dair olan hükümlerinde müçtehiddir. Yüzlerce asırdan beri bütün İslâm dünyasında hak olarak kabul edilen «itikatda mezhep» «ehli sünnet mezhebi» yâni Hazreti Peygamberin yolunda ve izinde giden mezheptir. «Ehli sünnet mezhebi» nin temel akideleri «Amentü» de toplanmıştır. Bu akideler mümin olmanın esas şartlarıdır, Bunlardan birini inkâr etmek İslâmiyeti inkâr etmek demektir. Bu sebepledir ki, temel akidelerde içtihad, yâni tefsir, te’vil ve kıyas câri olmaz. Çünkü aksi takdirde ortada din mefhumu kalmaz. Din ile her hangi bir felsefî, içtimai, İktisadî doktrin arasındaki fark da buradadır. Din temel akideleri değişmeyen, üstünde münakaşa edilemeyen, akla ve muhakemeye göre tefsir ve te’vil kabul etmeyen bir doktrindir. Dinin temel akideleri, meselâ Allah, Peygamber, melâike, ahret inançları akla değil, nakle (revelation) müstenitdir. Bunlar akim idrâk sahası dışında kalan ve gayri mahsus bir âleme ait olan hakikatlerdir. Akıl bu hakikatleri bir dereceye kadar kavrayabilir, fakat asla künhünü ve tamamını kavrayamaz. Aklın idrak sahası maddî ve mahsûs âlemdir. Din beşerî bir vakıa değil, subhanî bir hakikattir. Hülâsa dinin temel akidelerine dokunulamaz. Dokunulur ve bunlar üzerinde inkârlı bir münakaşa açılırsa ortada din kalmaz. Din, târifi mucibince, esasları değişmeyen bir inanç sistemidir.
Amelde, yâni dinin ibadet, muamele ve münasebetlere dair olan ahkâmındaki mezheplere gelince, bunlar da vaktiyle pek çoktu. Fakat yine yüzlerce asırdan beri hak ve meşru kabul edilen dört mezhep vardır ki, bunlar Maliki, Hanefî, Şafiî ve Hambeli mezhepleridir. Türkiye Türklerinin çoğunun mezhebi Hanefîdir. Bu mezhebin müçtehidi, Hicretin birinci asrında yaşayan İmamı Âzam Abu Hanife, eski Roma’nm Gaius ve Ulpiamus’ları mertebesinde yüksek bir hukukçu, dünya hukuk tarihinin kaydettiği müstesna dâhilerden metin bir din adamı idi.
Şurasına dikkat olunsun ki, bu dört mezhep müçtehidlerinden sonra artık içtihad edilemez, çünkü içtihad kapısı kapanmıştır denilemez. Böyle bir iddiada bulunmak İslâmiyetin ruhunu, üssülesasını bilmemektedir. Dediğim gibi, içtihad daima mümkündür. Çünkü İslâmiyet akla, tefekkür ve muhakemeye rey ve kıyasa geniş yer veren bir dindir. İslâm Peygamberi der ki «Benden size bir söz nakledilirse, bunu aklınızla muhakeme ediniz, eğer aklınız kabul etmezse, biliniz ki onu ben söylememişimdir.» Bu ifadedeki büyüklük, mânâ ve işaret üzerinde durmağa hacet görmem.
* * *
İmdi, bugün İslâm dünyasının muhtaç olduğu ve beklediği şey, bence «reform» gibi bir Hıristiyan taklitçiliği değil, fakat İmamı Âzam Ebu Hanife gibi bir müçtehitdir. Fakat bütün mesele, bu yükseklikte bir din âlimini 'bugün nerede buluruz, noktasındadır. Bunu bugün bulamayız. Ö halde yapılacak bir iş kalır. O da tek bir müçtehid yerine bugünkü İslâm dünyasının en mûteber din âlimlerinden mürekkep bir «Diyanet Şûrâsı» kurmaktır. Bu şûrâ, Kur’an ve sünnet esaslarına göre tetkiklerde bulunup devrin ihtiyaçlarına göre yeni bir içtihad ortaya koyar. Böyle bir şûrânm dinî kararları Türkiyemizin, hattâ İslâm dünyasının her tarafında kabule mazhar olur. Çünkü bu kararlar devrin en yüksek din âlimlerince verilmiş «îcmâi Ümmet» kuvvet ve kıymetinde kararlar olur. Buna Müslümanların tâbi olması dinî bir vazife teşkil eder. Vaktiyle dört mezhep sahibi nasıl çalıştı ve içtihad ederek dört mezhebi nasıl te’sis etdiyse, bugün de kurulacak «Diyanet Şûrâsı» aynı usul ve metodiarla çalışarak hem bir «tevhid’i mezhep» yapabilir, hem de İslâmî ahkâmı bugünkü hayat şartlarına göre tefsir ve tanzim edebilir.
Bence yapılacak ve diyaneti bugün içiiııe düştüğü anarşiden kurtaracak çâre budur. Ve bu çâreye başvurmak zamanımızda bir zarurettir. Son günlerde Diyânet işleri Reisi’nin dinî bir meseleye dair verdiği bir fetvâ üzerinde koparılan yersiz münakaşalar bu zarureti bir kere daha ortaya koymuştur. Rast gelen bu fetvâ üzerinde fikir yürüttü. Her eli kalem tutan bir din doktoru edişiyle ortaya atıldı.
Bugün muhakkak olan şey şudur: Dinî bir otorite buhranı ve korkunç bir anarşi içindeyiz, itiraf etmelidir ki, bu anarşinin tohumlan bugün değil, bundan otuz sene evvel ekilmiştir. 1926 da Türkiye’nin eski dinî tahsil müesseseleri medreseler kapatıldıktan itibaren yavaş yavaş bugünkü anarşiye gidilmiştir. Medreselerin kapatılmasını hiç kınamam ve kabul ederim ki, bu müesseseler, son devirde saplandıkları ıskolâstik tedrisat üzerine, faydalı değillerdi. Fakat medreseler kapatıldıktan sonra, diyanetin Türkiye millî bünyesindeki yeri ve ehemmiyeti göz önünde tutularak ilk, orta ve yüksek kısımlarıyla modem ve mükemmel dinî bir tahsil müessesesi kurulmalı idi. Bu sayede diyanetin muhtaç olduğu mütehassıslar ve yüksek din âlimleri yetiştirilmeliydi. Otuz küsür sene ihmal edilen ve yüksek ilim ve esasları okutulup öğretilmeyen bir din, aşikâr ki günün birinde cehalet ve anarşiye saplanacaktı. Esef edelim ki, bugün böyle oldu.
Mâziyi bırakalım. Bugünü ve bundan sonrasını düşünelim. Din, iştimaî hayatın ve hususiyle halk ahlâkiyatının temellerinden biri ve en ehemmiyetlisi olduğuna ve yüksek bir bilgi ve ihtisas mevzuu teşkil ettiğine göre, bu mevzuu daha fâzla ihmal etmekte memleket için hayır yoktur. Bu hususta bugün yapılacak iş, dediğim gibi, bir taraftan devlet teşebbüsüyle bahsettiğim şûrâ’yı kurmak, bir taraftan da vakit geçirmeden yüksek tahsilli din âlimleri yetiştirmek üzere bir «İslâm Külliyesi» vücuda getirmektir.
***
Mukaddes kitaplar birer mektep el kitabı değildir. Bunların kudsiyeti ilham ettikleri aşk ve imandadır. Kur’anı Kerim bu aşk ve imanı ancak nâzil olduğu lisan ile ilham eder. Politika ihtirasını memleketin mukaddes kitabına el uzatacak kadar ileri götürmekte memleket için tahmin ve tasavvur edilemeyecek derecede zarar vardır.
Kur’an’da aslî ve fer’ı hükümler diye bir tasnif yapılamaz. Müslümanlıkta Kur'anın her âyeti lâfziyle ve mânasiyle İlâhîdir. Yalnız, yukarıda bahsettiğim gibi, Kur’an içtihaden tefsir ve te'vil olunabilir. Fakat bunu rastgele herkesin değil, salâhiyeti! ve metin din adamlarının yapması şarttır. Kur’an ve hadis tefsirinin muayyen usulleri vardır. Bu usuller üzerinden gidilerek âyetlere mâna vermek, ilâhî iradeyi her devrin aklına ve ilmine, değişen hayat şartlarına göre anlamak ve izah etmek mümkün, hattâ lâzımdır. Fakat, tekrar ediyorum, bu işi zamanımızda ancak dinî bir ilim heyeti, bir «Diyanet Şûrası» yapabilir.
Böyle bir heyet Kur’an’da bugünkü neslin aklım ve ilmini tatmin edecek hazineler bulabilir. Çünkü Kuran İslâm Peygamberinin en büyük mûcizesidir. Bugün en aydın bir insan bile bu mukaddes kitapta aradığını bulur ve içini tatmin edebilir. Bir misâl vereyim:
Zamanımızın hukukçu ve içtimaiyatçıları ferdî mülkiyetin meş’rûiyeti sebepleri üzerinde münakaşa ederler. Kimi Mülkün cemiyete ait olup ferdî mülkiyetin meşru olmadığını iddia eder. Kimi ferdî mülkiyeti İçtimaî fayda fikriyle izah eder. Bugün klâsikleşen telâkkiye göre, ferdî mülkiyetin mesnedi ve meş’rûiyetinin sebebi saiydir. Ferdî mülkiyet meş’rûdur, çünkü mülk ferdin ya bizzat kendisinin veya ecdadının alın teriyle kazanılmıştır.
Fakat düşündükçe hayran oluyorum ki, bu fikri Kur’an on dört asır evvel ortaya koymuş ve «insan için hak ve meş’rû olan, ancak sayinin mahsulüdür» demiştir.

İslâm dininde reformdan bahsedenlerde maalesef ne reformun mânası, ne de İslâm’ın mahiyeti hakkında vukufa rastlanmamaktadır. Bunların gerçek ve samimî durumları, ya bilgisizlikten, ya da İslâm aleyhtarlığından ibaret olmaktadır. Daha doğrusu, bunların şuuraltında yaşattıkları dinî hayat nefreti, şuurlarının sathında pek sathî bilgisine sahip oldukları Reform ifadesine bürünüyor.
Reform, din tarihinde aslına irca’ gayesiyle ıslâh mânasına kullanılmıştır ve bu gaye ile bazı şekillerin değiştirilmesidir. Hıristiyanlıkda reformu ilk yapan Luter, Katolik kilisesinin, Hazret-i İsânın anlattığı esaslardan ayrılmış olduğunu ileri sürerek, hakikî esaslara dönmek iddiasiyle dinî İslâhatını yaptı. Incil’in herkes tarafından anlaşılması için, mîllî dillere çevrilmesi lüzumunu ortaya attı. İslâm’da, bir zümre din büyükleri tarafından, dinin temelleridir diye, mukaddes kitabın dışında ve onu tamamlamak için ortaya konmuş prensipler ve inançlar var mıdır?
Biliyoruz ki böyle bir hâdise İslâm’da mevcut değildir. Kur’ân ise dilimize daima çevrilmektedir ve yapılmış bir çok tercümeleri vardır. Şu halde İslâmda, Hıristiyan dünyasındaki mânada bir reform söz konusu olamaz. İslâmın Katolisizmi yoktur ki Protestanlığı da doğsun. İslâm daima Ortodoksdur, yâni Ehl’i sünnet itikadına dayanır. Onun dışındaki mezhepler büyük cemaat yapamamışlardır ve Kur’ânın bütünlüğü sebebiyle de yapamayacaklardır. Halli istenen tek mesele, namazlarda Kur’ânın Türkçe olarak okunup okunmaması meselesidir ki bu da bir din psikolojisi meselesidir. Ancak bu ilmin hükümleriyle halledilecek bir dâvadır.
İslâm’ın mahiyyetine gelince, onu araştırırsak, şüphesiz Kur’ânın şuurlu ve derin anlayışında bulabiliriz ki •onda taassup, yeniliklerden nefret, acâip şekillerle esrarlı sayılara ruhunu hapsetme gibi şeyler yoktur. İslâmda ve hattâ hiçbir dinde kıyafet dâvasına rastlanmaz. Yalnız kadın örtünmesi esası, birçok dinlerde rastlanan uzvî heyecanlardan uzaklaştırma idealine bağlı bir spiritüaüzm işaretidir. İbâdet şekilleri, sonradan ilâve edilen merasim yontulmak şartiyle, esasında Peygamberin nakil ve teshil ettiği bir örfdür. Olduğu gibi muhafazası, İçtimaî bir sistemin devamı için zarurîdir. Hukukî ahkâm ile muamelâta ait hükümlerin, devrin icaplarına ve her zaman değişen ihtiyaçlara uygun hâle getirilmesi, esasen İslâm hukukunun dayandığı prensiplerden biridir. Ancak cahillerin elinde bu prensip çiğnenerek kaideler katılaşmış, hayatî kuvvetini kaybederek bugünkü taassubu doğurmuştur. Bu sahada yapılması gerekli harekete reform değil, İslâmın hakikatına götürücü ıslahat demek daha doğra olur. Mâzide olduğu gibi, yirminci asır içinde ve gelecek asırlarda da İslâmın inkişafını temin edecek olan bu ıslahat, İslâm dinini bir ihtiras partisi veya Kur’ân ticareti teşkilâtı olmaktan kurtararak, aslında sahip olduğu hürmet mevkiine yükseltecek ve böyle bir hareket, hem bilgisiz din istismarcılarını, hem de garazkâr Allahsızları susturacaktır.


Buna ne lüzum, ne de ihtiyaç vardır. Çünkü İslâmiyet en son ve en mükemmel din olması bakımından, zaten gerekli ıslahatı bizzat kendisi yapmıştır. Kur’an-ı Kerîm de sâlih, katıksız bir din kitabıdır. Doğrudan doğruya Tanrı kelâmıdır. Eğer İncil gibi değiştirilmiş, uydurulmuş bir kitab olsa idi, o zaman reform bahis konusu olabilirdi. Nitekim, İncil ve Hıristiyanlık’ta bu yüzden reform yapılmıştır. Ama Kur’an, yukarda da belirttiğim gibi, zâten kendisinden önce gelmiş olan bütün dinleri. ıslâh eden, bütün dünyaya ve insanlığa, şâmil, koyduğu esaslar değiştirilemeyecek kadar sağlam, akl-ı selime müstenit ve salih bir din kitabıdır. Bu sebeple Kur’an-ı Kerîm de reform bahis konusu edilemez.
Eğer bâzı kimseler, İslâm dinindeki esas hükümleri bugünün hayat şartları ile telif edilemiyecek kadar ağır buluyorlarsa, kendilerini icbar eden yok; Müslümanlığı kabul etmeyiversinler. Ama bunlar, «hayır İslâmiyet! kabul ediyorum, fakat şu noktalarda değişiklik yapılması şartı ile» diyorlarsa, onlara «öyle saçma şey olmaz», deriz. Çünkü bir din bütünü ile, ya olduğu gibi kabul edilir ve onun hükümlerine uyulur, yahut da reddedilip hükümlerine uymak mecburiyetinden kurtulunur. Bunun başka bir yolu ve şartı yoktur. Bir din, hele İslâmiyet gibi mükemmel bir din, hiçbir ferdin keyfi isteğine göre değiştirilemez, ıslah edilemez.
Kur’ân’da kıyafet şekilleri tahdit ve tesbit edilmemiştir. Sadece, gerek erkeklerin, gerekse kadınların -erkeklerinki az, kadınlarınki daha çok örtünmeleri için emir vardır. Bu hükmün teferruatı büyük imamlarca tesbit edilmiştir. İbâdetler ise önce Kur’ân’da zikredilmiş, sonra da Peygamberimiz tarafından bizzat tatbik edilmiştir. Onun yaptığı şekillerin dışına çıkamayız. Fakat, Kur’ân-ı Kerîm’de sadece esasları zikredilen, teferruatını sonradan müçtehitlerin tesbit ettikleri hükümler «ahkâm samanla değişir» sözü mûcibince zâten asırlar boyunca değişe-gelmiştir. Ama, dediğim gibi, bütün bunlar esasa değil, teferruata müteallik hükümlerdir. Kürünün ihtiva ettiği esaslar değişmemiştir ve değiştirilemez.
     Kur’an-ı Kerîm, hiçbir izah ve istisna yapmadan, «hırsızlık edenin elini kesin» diyor. Bu hükme göre, bir kuruş çalan ile yüz bin lira çalan arasında herhangi bir fark gözetilmiyor. Halbuki verilen cezanın işlenen suç ile mütenasip olması gerekmez mi?
     Hırsızlık fena, gayri ahlâkî bir harekettir, değil mi? Bunu bu bakımdan ele alırsak, bir kuruş çalmakla, yüz bin lira çalmak arasında, gayri ahlâkî bir fiil olması bakımından, hiçbir mahiyet farkı yoktur. Zira, bugün bir lira çalan kısan, yarın -bulduğu takdirde-beş yüz bin lirayı pek âlâ çalar. Demek ki mühim olan çalman paranın miktarı değil, yapılan gayri ahlâkî harekettir. İşte İslâmiyet bu fena ve gayri ahlâkî hareketi cezalandırıyor. Meseleyi bu bakımdan ele alırsak, Kur’an-ı Kerim’deki hükmün doğru ve yerinde olduğunu görürüz.
      Ya bir kimse açlıktan ölmemek için ekmek çalmışsa?
       Bunu ve buna benzer suçlan içtihatçılar affetmişlerdir. Bu kabil hareketlerin hepsini ve istisnalarını her şeyin esasını ihtiva eden Kur’an zâten zikredemezdi. Hangi hareketin Kur’an’da bahsedilen suçun hudutları içine girdiğini, hangilerinin bu suçun dışında kalacağını tesbit etmek zor değildir. Onun için şeklen birbirine benzeyen hâdiseler hakkında, hemen hüküm vermemek lâzımdır. Sizin gösterdiğiniz ekmek çalma hâdisesi de bunlardan biridir. Çünkü burada bir insanın hayatı bahis konusudur ve o kimse bu fiili kendi hayatını idâme ettirmek için yapmıştır. Şeklen hırsızlıktır, fakat açlık sâikiyle yaptığı için mâzurdur.

Reform; asılda mevcut olmamasına rağmen sonradan karışmış bid’atleri ıslâh ve imha manasınadır. Bu ıslâh hareketine reformation ve reformanın müteşebbis ve naşirlerine reformatör deniliyor.
Bu tâbirler lügat mânalarından ziyade dinî ıstılahlar olarak kullanılmaktadır.
Reformanın dinî sahada başlaması, genişlemesi yüzünden İdarî ve siyasî bakımlardan inkılâp ve yenilikler olmuştur, ki bunlar az çok tarih okumuş herkesçe bilinen olaylardır. Bundan ötürü tafsiline girişmiyeceğim, yalnız birkaç noktaya dikkati çekeceğim:
1.       — Reformanın müteşebbisi Luther’dir. Bu zat her sıfatından evvel manastırdan yetişmiş bir ruhanîdir. ilâhiyat-ı nasraniye âlimi, hikmet-i teşr’i profesörüdür.
2.       — Reform teşebbüsüne, nasrâniyet’in ne aslı, ne fer’i, hattâ ne de menkulât ve rivayetleri sebep olmuştur. Müstakil sebep; vekâlet-i İsevîye makamının câlisi Papa’nın, nasrânıyet tarikatında yeri' olmayan şeytanî (Tâbir Luther'in dir.') bid’atlerle İsâ’nın kuzularını Isa’nın menfuru olan küfür yollarına sürüklenmesine, imânın saffet ve samimiyetini, kilisenin kudsiyet ve nezâhatini bozmasına, Rabb’ül-mesihin hukuku ile istihza mahiyetindeki hareketleri icâd ve terviç eylemesine isyandır. Şu halde, günah ve af beyannameleri sattırmasa, kilisenin mevzuat-ı asliyesinin tağyiriyle dünya saltanat ve serveti uğurunda dini istismâra vus’at vermese, ruhânilerin çeşitli ahlâksızlık ve sui istimâllerinin tahammül olunamayacak derecede genişlemesine bazen bizzat bâis ve şerik olmasa, bazan mütecasirlere karşı himayekâr ve tecvizkâr davranmasaydı, Luther; Reformayı hatırından bile geçirmezdi.
3.       — Luther’in Reforma teşebbüsü; dinî ibâdetler ve amellerin güçlüğünden, zamana ve muhite uygun gelip gelmemesinden de çıkmış değildir. Dinin; usûl ve furtana mugayir, gayesine ve şâri’in mûradma muhalif kötülüklere âlet edilmesinden münba’isdir.
4.       — Luther; İslâhatında dini akıl ve mantığa, ilme ve tecrübeye uydurmağı düşünmemiştir. Nakiller ve rivâyetlerin akla ve ilme uyup uymadığını hatırlamak şöyle dursun, zamanının ilimlerini, İlmî tecrübelerini ve kilise ilmi dışındaki malûmatı ve hakikatleri dahi istihfaf eylemiştir.
Mesel)! büyük astronomi âlimi Copernic onun nazarında şeytandan farksızdır. Luther tamamiyle nakle yapışmış ve menkûlât dışı, kilisenin tesis maksadına muhalif bid’atlere hücum etmiş, gayri dinî adâb, erkân ve eşkâli yıkmağa uğraşmıştır. Akıl ve mantık, ilim ve tecrübeyle hiç münasebeti olmamıştır.
Mukaddes kitaplarda ve onlara bağlı risaleler ve mektuplarda ne varsa, hepsini de rivâyetleri ve hurafeleriyle aynen kabul etmiş, böylece Ahd-ı Atık ve Ahd-ı Cedid’i, fikrî, tahlilî incelemelere girişmeden aynen tercüme etmiştir.
5.       — Luther’in İsviçre’de, Fransa ve İngiltere’deki muakkip ve mukallitleri de esaslarda ona muvafakat, bazı taraflarda tâdil ve değişmeler yapmak suretiyle Reformayı yapmışlar ise de bunlar ve emsâli iki noktadan Luther’le tam bir mütabakat arzeylemektedirler;
1. — Hepsi de din âlimidir;
2 — Mukaddes kitapların rivayet ve nakillerine uymuşlardır.
Şimdi, bunlarla bizdeki reforma konusu ve reformcuların vaziyetlerini karşılaştıralım:
l.        — Bizde İslâm dininde (ister usûlünde, ister furuunda, ister her ikisinde) Reform isteyenler içinde dine ve ibâdetlere kendini vermekle tanınmış (yâni, zahir hali imânının delili olan) hiç kimse bulunmadığı şöyle dursun, içlerinde din ilimleriyle uğraşmış (âlim değil, sadece uğraşmış) tek kişi yoktur.
Reforma’yı lüzumlu bulanların arasında kendi ihtisas ve iştigal şubelerinde otorite sayılabilecek âlimler, mütefenninler, münevverler vardır. Ne yazık ki hiçbiri de dinin usûl ve furûuna, asıl teş’ri ve hikmetine, felsefe ve tarihine mütedair ilimlerde salâhiyetle konuşabilecek kudrette değillerdir. Böyle oluşu bu ihtisas ve ilim asrında zâtları için elbette noksan ve ayıp değildir. Noksan ve nakiyse olan esasını ve teferrüâtını bilmedikleri din mevzuunda Reforma’yı câiz ve vâcip görebilecek kadar ilmî yetkiye sahip bulundukları vehmine kapılmaları ve saha-ı İlmiyeleri dışındaki iddialarına umumî efkarı meylettirmek teşebbüsünde bulunmalarıdır. Teşrih, tedâvi ve fizyoloji babında nasıl ki tabib olmayan, askerî İslâhatta ordunun erkân-ı fenniyesinden bulunmayan, lisaniyâtta lisan âlimi olmayan bahsedemezse (yâni, islahât lüzumundan), dinde reformun gerekli bulunduğundan da din ilimleriyle arası açık kalmış bulunan bahsedemez, yahut bahsetmemesi icabeder. Meselenin garip tarafı buradadır ki, bizde vaziyet tamamıyla aksinedir. Reform isteyenler ya gazeteci, ya emeldi ilk mektep öğretmeni, ya devrimci şâir yahut diş hekimi ve emsâli kimselerdir. Böyle olunca her şeyden evvel, reform isteyenlerde reform yapılmalı, din ilimlerinde geniş tetebbûû olmayanlar bu mevzuda fikir ve istek beyanından çekinmelidir.
Bilmediği, öğrenmeğe özenmediği ehemmiyetli ilmî mevzular ve meseleler üzerinde fikir ve kanaatlerin], sanki hakikatin ta kendisi imişcesine ortaya atmak etiketini gösteren yarım münevverlerden bu memleketin gördüğü ve görmekte olduğu zararlar; mızraklı îlm-ü Hal âlimi cahil yobazın mazarratından daha az değildir, hattâ daha çoktur.
İlmî meselelerde, bağlılık ve sevgi; söz sahibi olmağa hak kazandırmaz, ilim tarafsızdır ve tarafsız olarak konuşturulmak şarttır.
2.       — İslâmiyette Luther’in teşebbüsünü icabettiren ve dinî bid’atleri din diye istismar eden papalık makamım andıran bir sulta yoktur.
Bâtıl ve dalâletçi mezhepler ve tarikatler çıkmıştır ve vardır. Fakat bunların İslâm dini üzerinde âmmenin kabul ve itaatine iktiran edilmiş nüfûzu yoktur. Mahallî ve müteferrik dalâlet hareketleridir. İcabında polisin, jandarmanın, adlî ve İdarî makamların alâkadar olması lâzım gelen sapıklıklardır. Filân köyde bir büyücü çıkmış, câhil kadının göğsüne Vefkle yazmış, sonra onu yalamış diye, İslâm dininde reform vâcib olduğuna istidlal kılınamaz. Dinin bu budalalıklarla münasebeti yoktur ve böyle sapıklıkları ele alarak dinde reformun zarurî olduğunu söylemek, o muskacı yobazın hareketinden daha ağır cehalet ve cür’ettir.
3.       — Dinî ibadet ve ilimlerin zamana ve muhite uymadığını, çokluğunu ve güçlüğünü ileri sürerek usul ve erkân, tarz ve icraları da reform için sebep teşkil etmez. Dinî ibadet ve amellerde güçlük ve kolaylık telâkkisi; her asrın icabına göre değiştirmeleri iktiza ettirirse ortada sabit bir din yerine, zamandan zamana değişen dinî moda hüküm sürer. Bilindiği üzere, din; akla değil, nakle dayanır. Akıl, naklin beyânini anlamağa ve onunla (mükellefiyet) in tahakkukuna ve ekseriyâ hizmetlerini kavramağa yarar. Yoksa nakli mutlak olarak akla uydurmağa kalkışılınca din, her zaman ve mekânda, hattâ her şhısta değişmelere mâruz kalır ki artık ona din denilemez.
İşte bundan dolayıdır ki, gerek ibâdetlerin rükû, sucûd ve kıraat gibi, erkânında, ne de adâbında Resûl’ûn tâlim ve bizzat icrâ eylediği etvâr ve eşkâl’den gayri biçimleri ib’dâ suretiyle reforma gidilemez, mescide rükû sucûd vasıta ve yeri olarak masa ve iskemle konamaz. Namazların vakitleri, sayıları-, orucun zamanı, cuma namazının başka güne alınması gibi düşünce ve istekler dîn mefhumiyle uyuşturulamaz. Garptaki Reforma hareketi; ibadetleri zamana ve muhite uydurma ihtiyacından değil, dînin aslında mevcut olmayan uygunsuzlukların terviç olunmasından dolayı çıkmıştır. Bu sebeple garptaki Reforma misâli, bizim için şayanı imtisâl olamaz.
Böyle olmakla beraber, güçlük ve kolaylık, muhit ve zaman değişikliği gibi, reformayı icâbettirdiği sanılan mevzular üzerinde İslâmiyetin haklı ve isâbetli reformları dinî metod olarak vücuda getirmiş bulunduğunu hatırlatmak isterim. Şöyle ki:
Ahkâm-ı teşriîyede uyulmuş üç prensip vardır:
1 — Darlaştırma yokluğu, 2 — Mükellefiyetlerde asgarî hadlerin ikrâm olunmasiyle kolaylığın tervici, 3 — Tedriç.
Bunları misâlleriyle izah edeyim: Beş vakit namaz farzdır, ama bunda darlaştırma meşakkati yoktur. Ayakta durulmağa zorluk çekilirse, oturarak kılınabilir. Ramazan orucu farzdır. Fakat, misafir, hasta, hâmile, süt emzirme ve kadınların mazeret hallerinde hafifletici müsaadeler vardır. Su bulunmayınca, mikroplu ise, yahut sıhhî mazeret halinde teyemmüm câizdir. Seyahat ve misafirlikte namaz eksiltilir. Bazı günahlar için kefaret caizdir. Ve bu kefaretler hep İçtimaî yardım esasına dayanır. Bunlara benzer, hafifletme ve kolaylaştırmalar çoktur. Ancak dikkat, olunmak gereklidir: Bunlar nass ve cüzlerin ıskat, ilga ve tâ’tili demek değildir, kolaylığı tercihten ibarettir.
Reforma mevzuunda en mühim mesele (dine mensubiyet) in hangi şartlar altında tahakkuk eylediğidir.
(Din) e mensubiyet, dinin mü beliğ; ve naşiri olan Resûl’ullah tarafından tebliğ olunan kelâmın heyeti mecmuasına inanıp usul’ü imâna bağlanmak, Resûl’ü sadık ve emin olarak tanımak ve onun kavline, fiiline, tasvibine ve âlimine uygunluğunu kabul etmektir. Şu halde, ilk olarak:
1 — Kur’an-ı Kerim'in Allah kelâmı olduğuna inanmak, Gelir, Allahın hakikî, şari ve Kur’an’ın münzel kelâmı olduğuna inanılınca:
1        —Kitabının beyanı veçhile Resûl’ü tasdik,
İktizâ eder. Allahın kitabına ve Resûl’üne inanılınca:
2        — Dinî talimat olarak kitapta mevcut ve sahih sünnetler olarak Resûl’den müntakil ne varsa hepsini tasdik ve kabul:
İki evvelki şartın tabiî neticesi olur ve böylece imân tahakkuk eder.
Amel ; İmânın iktizası bulunmak haysiyetinden ondan sonra gelir.
Mezhebimize göre amal: İmânın aslından cüz’ü değildir. Bir mü’min, inkâra sapmamak şartiyle amalinde ki kusur ihmalinden dolayı kâfir sayılamaz, fâsik ve günahkâr olur. Bunun derecesini takdir ve karşılığını tâyin ise münhasıran Allah’ın hakkıdır.
Görülüyor ki (dine mensubiyet) iddiası için (imân) m tahakkuku lâzım ve şarttır. Bunlardan sonra (imân) ile (reform) u karşılaştırınca kesin neticelere varabiliriz, İmân bir tümdür, parçalanamaz. Parçalanınca tümünün sâbit kıldığı mâhiyet bozulur. Şu halde, «dinde reformun
elzem olduğunu iddia edenler» de imân ya tahakkuk etmiştir, ya etmemiştir.
Eğer tahakkuk etmişse, yâni bunlar gayri müslim âlimler ve kişilerden iseler, istek ve mütalâa İslâm sıfatiyle serdolunmuyor, demektir. Böyle olunca da din bakımından cevaplandırmağa, müdafaaya kalkmağa hiç ihtiyaç yoktur. Fakat imanlı bir İslâm sıfatiyle reformun gerektiğinden bahsolunuyorsa, bu takdirde mucip sebep ikiden gayri olamaz:
1        — Kur’an Allah kelâmıdır, ama, ondaki tebliğlerden bir kısmı akla uygun değildir. Bu dâva ancak bâtıldır. Çünkü: Bundan Allah’ın bazı beyanlarında hâtâ veya eksikliğe düştüğü neticesi çıkar. Hatâ ve eksikliğe düşmek ulûbiyet mefhumiyle uyuşamaz,
2        —Peygamber yanlış, eksik ve hatalı tebliğ etmiştir.
Netice : Allah’a, Allah’ın noksan ve hatâdan münezzeh olduğuna, Kitabına ve Resûl’üne inanıldıktan sonra Kuran’m tebliğleri, sahih sünnetlerin tâlimleri üzerinde reforma gidilemez.
* * *
İki usûl kaidesine dayanarak reformun cevazını sabit kılmak isteyenler vardır. Diyorlar ki: «Akıl evveldir, akıl ile nakil çatışınca, akıl tercih ve nakil ona göre te’vil olunur.»
Bu bahta çok yanılmaktadırlar. Bir kere bu madde, âlimler topluluğunun mutlak olarak tatbikini kabul ettikleri bir prensip değildir. Felsefeye kuvvetle bağlanmış mû’tezlenin metodudur."
Kaldı ki, tatbiki umumî ve mutlak değildir. Hususîdir, kayda ve şarta bağlıdır. Eğer bu metod, mutlak ve umumî olarak kabul edilirse İslâm dini, Fransa Büyük ihtilâlinde inkilâpçıların nasrâniyeti ilğâ maksadiyle çıkarıp zulüm ve istibdatlarına rağmen tutunduramadıkları akıl dinine benzer, ki artık ne semavî din mefhumu, ne de İslâmiyetin tarifiyle alâkası kalır.
Görülüyor ki, akim nakle tabiîiyeti mutlak değildir. Böyle olunca da, sarâhat karşısında delâlete ihtiyaç düşünülemez ve dinin muhkemâtında reforma gidilemez.
İkinci usûl kaidesi «zamanın değişmesiyle hükümler değişir» maddesidir. Bunun tatbik şekli de yanlış anlaşılmış, yahut yanlış anlayış doğru şeklinde gösterilmiştir. Bilhassa bu maddenin çok istimâl edilmiş bulunduğuna işaret edebilirim.
Madde bir usûlü fıkıh kaidesidir ve bizim eski Mecelle’nin ilk yüz maddesi içinde dahi yer almıştır.
Zamanın değişmesiyle değişebilecek hükümler, Kur’an'ın ve hadislerin muhkemâtı, yâni helallere, haramlara, emre, nehye, tâlime ve sâireye müteallik kat’î açık tebliğleri değildir. Bunlar furûata dahi müteallik olsalar, sarahat ve katiyetleri karşısında hükümlerini tebdile mesâğ yoktur.
Değiştirilmeğe müsait hükümler teferruat ve muamelât ile ilgili olanlardan bir kısmıdır ki, örf ve âdete, halkın yeni muamele ve ihtiyaçlarına taallûk eder, haklarında nass ve sünnet yoktur. Yâni, yeni bir içtihad ile muamele ve ihtiyaç donup kalmaktan kurtarılıyor, zaman ve muhitin değişmesiyle mevcut içtihad, yerini daha müsait bir içtihada terkediyor ve yeniden içtihad vaki oluyor. Bu, bir nakz ve iptal değildir.
Cenab-ı Resûl’ün, Eshabın da içtihadları var. Resul Aleyhisselâm, Eshâbdan Maaz bin Lebid’i kadı ve din muallimi olarak Yemen’e gönderirken aralarında şu konuşma geçti:
Resul Ekrem — Orada ne ile hükmedeceksin?
Muaz : — Allah’ın Kitabı ile.
      Aradığını onda bulamazsan?
       Resûl’ünün sünnetiyle.
       Onda da bir şey bulamazsan ?
       Re’yimle içtihad ederim.
Bunun üzerine Cenab’ı Resûl;
— Yarabbi, sana çok şükürler olsun ki, Resûl’ünün elçisini memnun kalacağı yola yönelttin, buyurdu.
İlme, re’y ve akla bu derece değer sağlanmış bir din, asrında reformu yapmıştır. Mezhepler, içtihâd ihtilâflarından doğmuştur. Fakat bu ihtilâflar, mevrid-i nassda, yâni içtihadın dayandığı şer’i delilde değildir. Delilden meselenin hükmünü bulup çıkarmaktadır. İçtihadlarda ihtilâflar rahmettir ve aklın saltanatına saygıdır. Yâni, içtihadlar muhtelif ve nasslar sabittir.
İçtihad kapısı şer’an kapanmış değildir. Asrın ihtiyacından dolayı ulemâ kendi kararlarıyla bu yolu tıkamışlardı. Yoksa, ardına kadar açıktır. Ama, içtihâdın da, müçtehidin de İlmî şartları vardır.
İçtihad usûlüne, isteyen reform desin, fakat bizce böyle bir tâbiri icad ve ib’daa da lüzum yoktur. Mesele tâbirde değildir, işin hakikatindedir; İslâm dini; içtihad metoduyla donma ve durma yerine hareket ve hayatiyetini sağlamıştır.
Bütün bunlardan sonra anlaşıldığını umuyor ve tekrarlıyorum:
İslâm itikadınca Allah Rabb’ülâlemindir, filân kavme münhasır Allah değildir. İslâm dini insan cinsinin umumunun dini ve daveti umumunadır. Bize mahsus şeriât değildir. Bundan dolayı geniş topluluktan ayrılamayız, kendi başımıza İslâm dinine yeni şekiller sokamayız. Yapılmağa kalkışılırsa, bu reform değil, icâd olunmuş yeni ve başka bir din olur. Yapanlar vardır: Babiye, Bahaîye, Kadiyanîye, Ağa Hanîye ve emsali gibi. Bunların bazısı dalâlet mezhebi, bazıları ise uydurma dindir. Mezhepçilerinin ilim ve din bakımından değeri ve mensuplarının İslâm topluluğunda mevkileri yoktur.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar