DİNDE REFORMcular
Sebilürreşad
Neşriyatı
İstanbul
1378 -1959
Muhterem
Peyami Safa Bey üstadımız;, neşr etmekte olduğu kıymetli aylık «Türk Düşüncesi»
nâmına, yaptığı bir ankette bizim de fikrimizi beyan etmek arzusunda bulundular.
Suallere verilecek cevabın mümkün mertebe kısa olmasına çalıştım. Fakat mevzuun
ehemmiyetine mebni ancak bu kadar kısaltabildim. Türk düşüncesinde neşr edilmek
üzere üstada takdim ettim. Arkadaşlar bunun ayrıca risale halinde de tab’u
neşrini arzu ettiler. Muvafık gördüm. Bu hususta muhterem üstadlar Ordinaryüs
Profesör Ali Fuad Başgil Doçent Nureddin Topçu, İsmail Hami Danişmend, M. Raif
Ogan’ın da Türk Düşüncesinde neşr olunan cevablarını-müsaadeler ile— ilâve
ettim. Bu suretle bu eser meydana geldi.
EŞREF
EDİB
Biz müslümanlarca «Dinde Reform» diye bir mesele yoktur.
Bu, İslâm dinine karşı bir müddetten beri açılmış olan harbin son tezahür
şeklidir ki böyle bir tâbirle maskelenmiştir. Bu hareketin, komünist
diyarındaki din husumeti ile çok sıkı bir alâkası vardır. Yalnız, orada
aleliklâk bütün dinlere karşı harb açıldığı halde burada yalnız İslâm dinine
karşı ve İslâm adını taşıyan bir takım kimseler tarafından taarruz vaki
olmaktadır.
Çok
şayanı dikkattir ki bu reformcular, Hıristiyanlık veya yahudilik hakkında en
ufak bir tenkidde bile bulunmayorlar, bütün taarruz ve hücumlarını Türk
milletinin dini olan Müslümanlığa tevcih ediyorlar.
Acaba
husumetleri münhasıran İslâmiyete midir?
Hıristiyanlığa
karşı içlerinde gizleyip sakladıkları bir temayül mü vardır?
İkinci
bir nokta: Bu tâbiri dillerine dolayanların
hiç birisi din ile, din hususatı ile alâkadar olmayan kimselerdir. Bunlar din
mevzuu ile asla meşgul olmamışlar, din işlerinde, din hizmetlerinde
bulunmamışlardır. Bu husustaki İlmî seviyeleri iptidaî denecek kadar düşüktür.
Acaba
bunların ilham kaynakları nedir?
Malûmdur
ki öteden beri Müslümanlığa karşı diş bileyen, onu yere sermek isteyen üç büyük
ejder vardır:
Biri
Misyonerlik, diğerleri de Siyonizm ve Masonluktur. Şimdi bunlara bir de Komünistlik
inzimam etti. Doğrudan doğruya İslâm kalesine asırlar boyunca hücum eden
misyonerlik, bütün mesaisinin boşa çıktığını görünce, son kongrelerinde şu
kararı verdiler:
«Müslümanlığı
içinden yıkmalı, bunun için müslüman adını taşıyan bir takım yerli misyonerler
vasıtasile mütemadiyen İslâm âdet ve an’anelerini, İslâm esaslarını kötülemeli.
Bozuk
olduğunu ileri sürmeli, Bu itibarla İslâm dininde reform yapmak lâzım geldiğini
bilâfasıla propaganda yapmalı. Bu suretle müslüman gençlerini dinlerinden soğutmamak,
tecrid etmeli, birbirine düşürmeli, İslâm gençlerinin vicdanlarında bu boşluğu
hazırladıktan sonra Hıristiyanlık propagandalarına başlamalı. Bu suretle
müslüman gençlerini hıristiyanlaştırmalı...»
Diğer
taraftan komünizm de şimdi müslümanlığı kendisine en müthiş bir rakib, bir
muhasım telâkki ettiği cihetle müslümanlığa karşı bütpn kudret ve kuvvetile
taarruza geçmiştir. Bilhassa son günlerde Kur’ana karşı komünistlerce tertib
edilen suikasd hareketi korkunç bir. şekildedir. Kur’anı Rus harflerine
çevirerek ve komünizme aykırı bir çok âyetleri atarak yeni ve muharref bir
Kur’an bastırarak İslâm milletlerini bunu kabule mecbur etmek gibi çok müthiş
ve caniyâne bir yol tutmuştur. İslâma karşı tertib edilen bu suikastlar türlü
türlü şekillerle maskelenmiş, yaldızlanmıştır.
İşte,
telâm dinine karşı her taraftan tevcih edilen bu suikasdlar şiddetlenmiş olduğu
bir zamanda burada da bir takım kimselerin «Dinde Reform» propagandasını
dillerine dolamalarını öyle alelâde bir fikir, bir kanaat meselesi telâkki
etmek, bunun arkasındaki gizli fesad şebekelerini hesaba katmamak, büyük bir
gaflet ve hamakat olur.
Binanaleyh
bunları hüsnü niyet sahibi sayarak iman ve kanaat aşkile bu mevzuda kalem
yürüttüklerini kabule imkân yoktur. Onlara ne söylense boştur. En yüksek ilmi
hakikatler, en sağlam mantıkî deliller serd-edilse faydasızdır. Çünkü onların
maksadı islâh değil, ifsaddır. «elâ innehüm hümül müfsîdun ve lâkin
lâyeş'urûrun.»
Bu
itibarla bu makule kimselerin matbuattaki bozguncu ve maksadı mahsusa müstenid
cahilâne neşriyatını ciddiye alıp da buna bir kıymet vermek tamamile yersizdir.
Müslümanların yapacakları şey, bu adamların Mefsedetlerini, müslümanlığa karşı
olan husumet ve suikastlarını meydana çıkarmak, bu suretle müslüman gençlerini
onların şerrinden korumaktır.
*
* *
Bu
reformcu cür’etkârlar bilmiyorlar mıki Kur’an nazil olduğu zaman nasılsa,
şimdi, bin dörtyüz küsür sene sonra da tamamile aynıdır?
Bir âyeti, bir kelimesi, hattâ bir harfi bile değişmemiş, aynile mahfuz
kalmıştır. Eğer zerre kadar ilimleri varsa bunu kabul etmeleri, inkâr
etmemeleri icab eder. Çünkü müslüman olmayan bütün ilim dünyası da bu hususta
müttefiktir. Bunun aksini iddia edebilecek hiç bir ferd yoktur. Böyle iken,
yâni İslâm dininin temeli ve anayasası olan Kur’anı Azimüşşanda en ufak bir
bozukluk, bir noksanlık veya ziyadelik, bir değişiklik, bir tahrif vâki
olmadığı —müslim, gayri muslini— bütün dünyaca mâlûm ve müsellem iken, nasıl
reform yapılacak? Hangi tarafındaki hangi bozukluk İslah edilecek? Hiç bir
tahrife uğramamış olan Kur’anın aslı meydandadır, milyonlarca, milyarlarca
nüshası bütün dünyada mevcuttur.
Bugün
garbın ilim adamları ve mütefekkirleri metodlu ve bilgili bir tarzda
hakikatları araştırırken, yeryüzünde mevcud bütün dinleri tedkik ve esrarına
vâkıf olduktan sonra, bir noktada müttefikan karar kılmışlardır. O da bugün
dünyada münzel ve ilâhı olan tek kitap Kur’an-ı azimüşşandır.
The
Je Wish Eraniele gazetesi geçen sene bir hâdiseden
şikâyet ediyordu. Oxford üniversitesi ordinaryüs profesörlerinden birinin
yazdığı yediyüz sahifelik ilmi bir eserde «reformlar yüzünden Hıristiyanlığın
şekli aslîsini tamamile kaybetmiş olduğunu» bütün
delillerile ortaya koyduğunu o vesile ile anlamıştık.
Filhakika,
elliyedi defa insan tetkikinden geçen, baştanbaşa tahrife uğrayan, aslı
tamamile değiştirilmiş olan Hıristiyanlık, bugün tamamile başka bir mahiyet
kesb etmiştir. Buna Zamime olarak ellisekizinci bir reformla Protestanlık
meydana gelmiş ve bugünkü manzara ortaya çıkmıştır.
*
* *
Şimdi
daha iyi anlıyoruz ki mahiyeti asliyesinden bir zerresi'bile tegayyür etmemiş
olan Kur’anı Hakimin bu imtiyaz ve âzameti bir taraftan misyonerleri, diğer
taraftan. dinsizleri son derece hırslandırmış, tahrik etmiştir.. Bu yüzden
Kurana karşı, Müslümanlığa karşı suikastlarını arttırmışlar, onu bozmak için
ellerinden gelen her türlü tertib ve ifsadda bulunmaktan geri durmamışlardır.
İşte
Kur’anın bu âzamet ve ihtişamıdır ki, İslâm düşmanlarını çileden çıkarmakta,
onu yıkmak için onları türlü türlü suikastlara sevketmektedir.
*
* «
«Dinde
Reform»cuların reformdan maksadları nedir?
Kur’an âyetlerini tebdil ve tağyir mi?
Fakat
o zaman bu tâ’bir yerinde olmaz. Düpedüz dini değiştirmek, müsiümanlığı tahrif
etmek olur. Camileri kiliseler gibi bir şekle koymak, namazlardaki rükü ve
sücudlan kaldırmak, kiliselerdeki orglar gibi camilere piyano, keman ve sair
çalgı âletleri sokmak, konservatuvardan korolar getirmek...
Bunlar İslâm dinini tamamiyle tağyir ve tebdilden, Hıristiyanlığa çevirmekten
başka bir şey midir? Fakat bunu açıktan açığa söylemek, «Dinde reform» diye
maskelememek daha merdçe bir din düşmanlığı olmaz mı? ..
Reformcuların
maksatları siyasî bir vaziyet ihdas ederek dini bunlara âlet etmek ise bu,
memleket ve millete karşı irtikâb edilmiş mühim bir cinayet olur. Din
ihtilâfatının gerek Hıristiyanlar, gerek Müslümanlar arasında ne müthiş
felâketlere sebep olduğu malûmdur. «Dinde Reform» diye müslümanların en
mukaddes ve derin hislerini yerinden oynatacak, iman ve itikadlarınısarsacak
fasid bir fikir ortaya atanlar bu hareketlerinin fecî akıbetlerini hiç
düşünmüyorlar mı? Bu fitne engiz teşebbüsler, Türk milletini herc-ü merce
düşürmekten, fırka fırka parçalayıp birbirine saldırmaktan başka bir şey
değildir. Etrafımızı saran düşman kuvvetlerinin de tam istediği bu değil mi?
Fakat
Türk milleti aklı selim sahibidir. Böyle bir dalâlete asla düşmeyecek, bu
suikastçıların bozguncu hareketlerine karşı duracak, dinlerine sımsıkı
yapışacak, hak ve hakikati neşr ile dâima irşadda bulunacak, bu suretle bu
suikastlara âlet olanların, olmak isteyenlerin de hakkından gelecektir.
*
* *
Din,
insanların en hassas, en mukaddes varlıkları olduğu için bunun üzerinde
oynamaktan bütün medenî milletler çekinmektedir. Hıristiyanlıkta bir çok dinî
hükümler vardır ki kanunlarıle taaruz halindedir. Fakat bundan dolayı
Hıristiyan dininin hükümlerini tağyir ve tebdil etmek hiç kimsenin aklından
geçmemekte, hiç kimse böyle bir teşebbüste bulunmamaktadır.
Meselâ
Hıristiyanlıkta boşanma müessesesi yoktur. Riba haramdır.
Hiç
bir Hıristiyan kendi amcasının veya halasının kız veya oğlu ile evlenemez.
Böyle olduğu halde hemen bütün Avrupa ve Amerika kanunları, İslâmiyette olduğu
gibi, kardeş çocukları arasında nikâhı kabul etmişlerdir. Boşanma müessesini
kanunlarına koymuşlardır. Faiz usulleri de Avrupa ve Amerikanın her tarafında
yürümektedir.
Yahudilerinki
de böyledir.
«Haham
hazretleri bir kadınla mülâkat yapamaz. Çünkü Mûsevî şeriatı buna müsait
değildir» denilmiş. Bu vaziyet yahudilerin de dinlerinde zaruretsiz eh
ufak bir müsamaha bile yapmadıklarını gösterir.
Böyle
olduğu halde Hıristiyan dininin veya Yahudi dininin ahkâmını değiştirmek
kimsenin aklından geçinde. Çünkü kanun kuvvetile din ve mezhep değiştirmeye kalkmak,
siyasetin dine ve binnetice dinin siyasete karıştırılması gibi bir vaziyet
meydana getirir. Dinde reform gibi Kuruni Kadimeden kalma, tamamile demode
olmuş, batak bir yola gitmek, irticaın en feciî olur.
Herkes biliyor ki İngiltere devleti esasen lâik bir devlettir.
Fakat İngiltere Kralı Amgilikan kilisesinin reisidir. Bu itibarla Kral
olabilmek için Hıristiyanlık ahkâmına göre meşrû bir şahıs olması lâzım gelir,
bunun için, İngiltere Kralları ancak dinî nikâh yapmak suretile evlenebilirler.
Aksi takdirde bunların çocukları veledi gayri meşru addolunur. İngilterede
Krallık hakkını kaybederler. Nitekim bu sebeple yakın bir zamanda bir İngiliz
Kralı, kocasından boşanmış bir kadını almak istedi. Kilise nikâhını kıymadı.
Kral da o kadından ayrılmak istemedi, bunun üzerine İngiliz milletinin ve
dominyonlarının müşterek iradeleri karşısında İngiliz Kralı tacını, tahtını
terk etmeye mecbur oldu.
Kezâlik
hâlen Ingiliz Kraliçesinin kızkardeşi, kanunen mahkeme kararile boşanmış bir
erkekle evlenmek istedi. Kilise buna da dinî nikâh
kıyamayacağını kat’iyen beyan etti. Bu sebeple istediği o adamla evlenemedi. Bundan dolayı hiç bir İngilizin Hıristiyan dininde reform yapmak gibi
delice bir harekete kalktığı görülmedi. İngiliz kraliçesi hem hükümet reisi, hem de
kardeşinin arzusunun taraf darı olduğu halde buna asla muvaffak olamadı.
Kendisine yardımcı da bulamadı.
Demek
ki gerek Hıristiyan, gerek Yahudi din adamları, herhangi siyasî ve İçtimaî
cereyanlar, nüfuz ve tesirler karşısında dinlerinin esaslarım tebdil ve tağyire
asla yanaşmıyorlar. Vâkıâ lâik hükümetler, din kavaid [kaideler] ve esaslarına bağlı olmayarak, lüzum
gördükleri kanunları vazı’ ve tatbıkta serbest hareket ediyorlar. Fakat bunu
yaparken din ricalinden fetva istemiyorlar; dinde reform yapın, dinin
hükümlerini, esaslarını değiştirin de bizim istediğimiz şekle koyun,
demiyorlar. Din ricali de bu vaziyet karşısında bir cebir ve tazyikta
bulunmuyorlar. Bu suretle her iki taraf prensiplerine sahih kalarak âhengi
umumîyi muhafaza ediyorlar.
Osmanlı
hükümetinde de böyle değil mi idi?
Meselâ
hırsızın eli kesilmezdi. Meyhanelere ve sâireye resmen müsaade edilirdi. Fakat
hükümet bunu yaparken bu husustaki ahkâmı diniyeyi değiştirin, dinde reform
yapın da bu yaptıklarımızı tecviz edin, demezdi. Dinin ahkâm ve esası olduğu
gibi yerinde durur, hükümet de istediği gibi işini yürütürdü,
Meşhurdur:
Heyeti vükelâda böyle nâzik meseleler müzakere edildiği sırada Sadrazam paşa,
Şeyhülİslâm Arif Hikmet Bey’den: «Siz ne buyuruyorsunuz?» diye sorarmış.
Şeyhülislâm efendi de dâima şu cevabı verirmiş: «Efendim, bize sormayınız,,
sorarsanız, bizim bir ölçümüz vardır. Ancak o ölçüye göre size, cevap
verebiliriz. Olur ki bu işinize gelmez. O vakit müşkül mevkide kalırsınız.»
Şeyhülislâm
efendinin bu arifane ve basiretli cevabı vükelâyı kiramın pek hoşlarına gittiği
için ikide bir Şeyhülislam efendiye sual tevcih ederler, o da aynı cevabı
tekrar edermiş.
Şimdi
ne o Sadrıâzamlar, ne o heyeti vükelâ, ne o Şeyhülislâmlar, ne de o Osmanlı
İmparatorluğu kaldı. Hepsi çöküp gitti. Amma Kelâmullahın bir âyeti, bir
kelimesi, bir harfi bile değişmedi. O, nazil olduğu gibi; dimdik, sapasağlam
duruyor. «Küllü men aleyha fanin ve yebka vechü rabbike zülcelali vel
ikram.»
*
* *
İşte
sözün doğrusu, Şeyhülislâm efendinin cevabıdır. Dini zorlamamalı, çünkü o, arzu
ve hevese göre eğilir bükülüp beşerî bir müessese değil, bir vazi İlâhîdir.
Peygamber bile onu tebliğ ile mükelleftir. Hiç kimse dinde tasarruf edemez. Din
de insanları kendine mütabaat edip etmemekte serbest bırakır, «lâ ikrâhe
fiddini» dinde cebir olmaz, diyor. «Leste aleyhim bimusaydır».
Müslümanlıkta Sultai diniye yoktur. İsteyen fertler, isteyen cemiyetler,
isteyen milletler ona mütabaat eder. İstemeyenler küfür ve dalâlette kalır.
Fakat kabul ettikten sonra artık bir kül olarak ona mütabaat iktiza eder. Bir
kısmını beğenip bir kısmını beğenmemek olmaz. Fatin
Hoca Merhumun dediği gibi, din ya sıfırdır, ya vahid. Kesri yoktur. Böyle
olunca artık onda reform ve devrimcilik yürümez.
Dinde
reform ne demektir?
Böyle
delice, Serserice harekete kalkışılacak olursa bunu kim yapacak? Önüne gelen
her serseri, her aklından zoru olan kimse, eline kudret geçen her zorba
kendinde bu selâhiyeti görecek, türlü türlü maskaralıklar meydana çıkacak. Söz ayağa düşecek. Bizansın son zamanlarında olduğu gibi devir
değiştikçe yeni bir mezhep ortaya çıkacak...
Hülâsa
dinde değişiklik yapmaya kalkmak, her zaman tehlikeli bir iştir. Böyle bir şey yapmağa hiç bir zaman
zaruret de yoktur. Bizde bunu yapmaya kalkışanların
herhalde ya akıllarında noksanlık vardır, ya suikasd sahibidirler, yahut
misyonerler, siyonistler, masonlar, komünistler gibi bozguncu, millî varlığı
yıkıcı ve İslâm düşmanı bir takım teşekküllerin âletleridirler.
***
Çünkü bunun delice bir teşebbüs olduğunu, azim bir fitneye
müncer olacağını biliyorlar. Mâlûm olduğu üzere, Yahudilerin dinî kanunlarında
tadilât yapabilecek (yetmişler meclisi) nâmında büyük bir dinî müesseseleri
vardır. Usulü dairesinde teşekkül edecek bu
yetmişler meclisinin her kararı bir din hükmünü ifade eder. Fakat yahudiler
ikibin senedenberi bu yetmişler meclisini toplamaktan içtinab etmişlerdir ve
etmektedirler. Bizim cahil reformcular bundan ibret almıyorlar mı?
Şu ciheti de kaydetmek icab eder ki, Türk devletini ve milletini
yıkmak için uzun senelerdenberi yabancılar pek büyük mesai sarf etmişler,
siyasî, İçtimaî türlü teşebbüslerde bulunmuşlar, kollejler, cemiyetler, klüpler
tesis etmişler, fesad şebekeleri kurmuşlar, fitneler çıkarmışlar, kâh cebr-u
tazyik ile, kâh sinsi sinsi Türk milletinin ruhunu, İçtimaî bünyesini yıkmak
için ellerinden geleli: her şeyi yapmışlar, nihayet emellerine muvaffak
olmuşlar, Türk. milletinin mukaddesatını tahrib için çalışan yerli bir misyoner
zümresi vücûde getirmişlerdir. İşte şimdi bu zümredir ki maskeler takarak
müslümanlığa karşı taarruz hareketine geçmişler, «dinde reform» diye
müslümanlığın temellerine karşı hücum etmektedirler.
İslâm
dinine ve milletine karşı tevcih edilen bu suikastler bir asrı mütecaviz
zamandan başlar. Tanzimat hareketi İslâmdan uzaklaşmaktan başka bir şey midir?
Fransa
sefirlerinden Angelhard (Türkiye ve Tanzimat) adi? eserinin mukaddimesinde, ve
434 üncü sayfasında bu hakikati gâyet açık olarak söylüyor:
—
Tanzimattan maksadı umumî, diyor, İslâm heyeti içtimaiyyesini Hıristiyan heyeti
içtimaiyesine yaklaştırmaktır. Bunu temin için de ortadaki maniayı
(yâni dini, İslâm dinini) ya büsbütün izâle etmek, yahut tahfif ve tesviye
etmek, yahut akaidi esasiyeyi serbestçe tefsir etmek suretile yavaş yavaş
tahdidat ve takyidatı diniyeden kurtarmak icab ederdi. Hükümeti Osmaniye
herşeyden pek çabuk müteessir ve münfeil olan cahil ve müteassıb bir halkın
mucibi iğbirarı olacak hâlâttan ihtiraz etmek için bu ikinci şıkkı ihtiyare
karar verdi. Hükümetin istinadgâhı olan kuvvei diniyeyi kırıp atması,
mutlakiyet idaresinin temel taşını bizzat tahrib etmesi lâzım geldi.»
Angelhard’ın
dediği veçhile «Tanzimattan, maksad, müslümanlan hıristiyanlaştırmak» olduğunu
telâkki eden bir takım İngiliz misyoner cemiyetleri bir aralık faaliyetlerini
arttırarak müslümanlık aleyhinde açıktan açığa harekete geçtiler ve bazı
müslümanlara protestanlığı kabul ettirmeğe muvaffak oldular (1884). Tanassur
eden bu mürtedler İstanbul hanlarında vaaz ederek müslümanlar aleyhinde
tefevvühatta bulunacak derecede cür’etlerini ileri götürdüler.
İşte
İslâmdan uzaklaşma hareketi böyle (İslâhat reform) maskesine bürünerek
başlamıştı. Bir taraftan Avrupa düveli muazzaması devleti Aliyenin temellerini
çökertirken, diğer taraftan misyoner orduları Türk milletinin İçtimaî varlığını
tahrib için var kuvvetile harekete geçmişlerdi. Bunun neticesi olarak bir asır
sonra Türk imparatorluğu çöktü ve İslâm dinine cephe alan yerli bir misyonerler
zümresi vücude geldi. Bugün _aynı maskeye bürünen bu yerli misyoner zümresi,
«Dinde reform» diye müslümanlığa karşı harekete geçti. Bunu alelâde bir şey
telâkki etmek tamamile gaflet ve hamakattır. Bu, İslâma karşı tevcih edilmiş
tertibli, programlı, metodlu taarruz hareketidir.
İslâmdan uzaklaşma demek olan tanzimattan bir müddet sonra
Avrupalılar Masonluğu memlekete soktular ve asıl bundan sonra müslümanlıkla
mücadele daha ehemmiyetli bir şekil aldı. Bir aralık bu hareket o hâle geldi ki
Hıristiyanlığın alâmeti farikası olan Salibi Türk bayrağındaki Hilâlin yanma
takmak teşebbüsünde bulunanlar bile oldu.
Bilâhare
meşrutiyet ilân edilince masonluk devlet kuvvetini, eline geçirdi. Artık
İslâmdan uzaklaşma hareketi başka bir ehemmiyet kesbetti ve hızlanmağa başladı.
Bir zaman geldi ki müthiş siyonist Farmason bir Yahudi olan Amanael Karasu,
Türk Padişahına hali’ fetvasını tebliğ eden heyetin başına geçti ve huzuru
şahaneye girerek bizzat bu tebliğde bulundu. Bu suretle, yahudiliğin
intikamını, Filistin’de Yahudi devletinin kurulmasına mani olandan aldı, İslâm
topraklarında Yahudi hükümetinin temellerini kurdu.
Masonlar
elinde kalan ittihad ve terakki devrinde müslümanlığa karşı reva görülen
taarruzlar malûmdur. Bütün İslâm müesseselerinin temellerine bombalar kondu.
Milletin bütün İslâmî hüviyeti bir inkilâb tufanına tutuldu. Fakat ondan sonra
öyle bir devir geldi ki bin küsür seneden beri müslümanlık öyle facialara maruz
kalmamıştı. Artık, müslüman Türk milletinin mukaddesatı 3e mücadele eden, onu
devirmek için her türlü mezalimi reva gören müthiş bir kuvvet vücuda gelmişti.
Bu kara kuvvet, İslâm Kâl’asını dört çevreden bombardımana başladı:
Bütün
mekteplerden din dersleri kaldırıldı. Bütün din müesseseleri kapatıldı, bütün
din talebeleri perişan edildi. Ezanı Muhammedi yasak edildi.
Camilerde,
minarelerde Allahüekber diyenler zindanlara atıldı.
Camilerde Kur’an okuyan ve okutanlar cürmümeşhut mahkemelerine sevk edildi.
Kur’an âyetleri yazılı din kitapları toplattırıldı, polis karakollarında
ayaklar altında süründürülüp çiğnetildi. Kur'an cüzleri satanlar tehdit edildi,
parçalanıp yakıldı. Halk evlerine dinî eserlerin girmesi menedildi. Millet,
kürsüsünde (Dul zehirdir) diye ilân edildi. Milletin kafasından din fikrîni
söküp atmak için bize otuz sene daha lâzımdır, denildi. Din ülemasına türlü
türlü hakaretler; reva görüldü. Din ehli süründürüldü, dilenecek hale
getirildi. Farmason ocakları cayır cayır serbest faaliyette bulunurken din
messesesinin kapılarına kilitler vuruldu. Abidelerdeki Âyatı Kur’aniye yazılı
kitabeler parçalandı. Camilerde, Hülâfayı Raşidin isimleri yazılı levhalar
indirildi. Bir çok camiler camilikten çıkarıldı. Ayasofya camimdeki Bizans
putları meydana çıkarıldı. Kur’an okuyan hafızları karşıdan dinlemekten bile
çocuklar menedildi. Kâbetullahın resimleri camilerden toplattırıldı. Müslümanlar
hacca gitmekten menedildi. Gazetelerde dinî neşriyat yasak edildi. Camilerde
mihrapların etrafındaki mumların üzerine
yazılı (maşallah) yazıları kaldırıldı (karabaş tecvitlerini yaktık) diye yazılı
levhalar sokaklarda dolaştırıldı. Tekbir sadaları hortlamakla tavsif
edildi. Arabın lisanı ile beraber Kur’anını da toprağa gömdük, denildi. Komünizmi memlekete
sokmak isteyenler büyük vatanperver diye alkışlandı. Mekteplerde muallimlere
din tahkir ettirildi. Köy enstitülerine komünist muallimler dolduruldu. Meşhur
komünistler mükellef sofralara alındı ve arkaları okşandı. En yüksek makamlara
getirildi. Köylerin kız ve erkek çocukların bir araya getirilmesi mübah telâkki
edildi. Komünistlerin direktifleri dairesinde milliyetçi gençler en ağır
işkencelere uğratıldı. Tabutluklarda çarmıha gerildi. Nihayet
namazlarda Kur’an kaldırılarak Türkçe ibadet hazırlıkları yapıldı. Camiler yerine halk
evlerinin ikamesi, ibadet yerlerinin halk evlerine benzer şekle sokulması, din
adamlarının kökünün kazılması, ibadet usul ve zamanlarının istedikleri şekle
konulması, diyanet işlerinin ilgası tasarlandı. Bütün bu devrimler yapılırken
içki sofralarında şehirâyinler yapıldı.
Bereket
versin, bindörtyüz ellide Demokrasi inkilâbı imdada yetişti de devrimciler,
reformcular devrildi, bu ağzın dalâlet hareketleri durdu.
İşte
böyle uzun seneler İslâm kalesine karşı dört çevreden taarruz bombardımanı
devam etti. Bunlar gelişi güzel hareketler midir?
Hiç
şüphe edilemez ki bu zalimane ve gaddarâne hareketlerin hepsi tertipli,
programlı, metodlu idi. Tam hedefe vâsıl olmak için otuz seneye daha ihtiyaç
gösteriliyordu
*
* *
1933
senesi idi. Zevcim Sofya Sefiri idi. İnönü riyasetinde hükümet erkânı ve bazı mebuslar
berayi ziyaret Sofya’ya gelmişlerdi. Biz onları teşyi için birlikte trenle
Varna’ya gidiyorduk. Partinin umumî sekreteri bir aralık bizim kompartımana
geldi, hasbihâl arasında zevcim dedi ki:
— Günden güne milletin ma’neviyatı çöküyor,
Biraz da ma’nevî inkişafa himmet etseniz!.
Hiç
unutmam, öyle bir müstehziyâne güldü ki... ve elini kocamın omuzuna koyarak:
— Ne kadar toysunuz Tevfik bey, dedi; hâlâ
böyle şeyler düşünüyorsunuz. Biz otuz sene sonra gençliğin kafasını Allah,
peygamber gibi boş mefhumlardan kurtarmış olacağız!...
*.*
*
İşte
bugün (dinde reform) den bahsedenler böyle yetiştirildiler. Kendimizi
aldatmayalım, yaşadığımız tarihi gözönüne getirelim. Bu adamlarda zerre kadar
hüsnü-niyet, zerre kadar bir din sevgisi, en küçük bir din alâkası yoktur.
Bilâkis, dine, İslâm dinine karşı içlerinde müthiş bir gayz ve kin vardır.
Ağızlarından taşırdıkları, işte bu gayz ve husumettir. Bunların dini tahribden
başka hiç bir gayeleri yoktur. Dinle hiç ilgileri olmadığı halde ihtisasları
şöyle dursun, en ufak bir malûmatları olmadığı halde (dinde reform) den, (dinde
İslahat) den bahs etmeleri ve İslâhatın başına geçmek istemeleri nasıl olur? Doktorlukla, tıb ilmile hiç alâkası olmayan bir adam kendine bir tıb
profesörü süsünü vererek tababetten bahsetmeğe kalkışsa derhal polise verilir,
dolandırıcılıkla hapishaneye tıkılır veya aklında noksanlık var diye
timarhaneye sokulur. Bunun gibi, dinler hakkında hiç malûmat ve alâkası olmayan
bu düzme reformcuların yeri de ancak buralarıdır.
Binaenaleyh
İslâm dinine karşı çok kötü bir suikastla ortaya atılan (dinde reform)
yaygaralarını ciddiye alıp da bunun üzerinde ciddî bir etüde kalkışmak büyük
bir gaflet eseri olur. Bunlara kıymet vermek, onların seviyesine düşmek olur.
Dinde reformculuk, düpedüz sahtekârlıktır. Yalancı tabib gibi yalancı din
âlimliği, yalancı din müctehitliği de dolandırıcılıktan, divanelikten başka bir
şey değildir.
*
* *
İslâmın
inkişaf ve teâlisi hakkında müslüman mütefekkirleri arasında konuşulacak çok
şeyler olabilir. Fakat bunları, bu münasebetle bahis mevzuu yapmak
yakışıksızdır. Bu meseleleri konuşabilmek için herşeyden evvel şu (dinde
reform) maskaralığını bir tarafa bırakalım da, bu hususta ciddî surette
müdavele-i efkâr edelim.
Müslümanlığın
hiç bir meseleyi münakaşadan pervası olamaz. En müthiş dinsizlere bile karşı
gelmiş, en yüksek, en derin ve hassas meseleler üzerinde de münakaşadan
çekinmemiştir. Meseleyi ciddî bir nazarla tetkik etmek istersek bir hakikate
vâsıl olabiliriz. Ancak bu mevzua reformcu maskaraları aslâ karıştırmamak icap
eder.
Sualin
ikinci fıkrası da mühimdir, büyük bir ehemmiyeti haizdir. Müslümanlık camid
bir din değildir. Müslümanlık, gün geçtikçe çöken, hayatiyetini kaybeden
bir varlık değildir. Mururu zamandan aslâ korkusu yoktur.
Beş,
on asır değil, yüzlerce, binlerce asır geçse yine tekâmülü nihayet bulmaz.
Müslümanlık her asırda yeni bir tekâmül arz edecek kudrettedir. Beşeriyet ne
kadar ilerlerse ilerlesin, İslâmiyet de o nisbette inkişaf edecektir. Bugün
Kur’anın henüz erişilemeyen nice tekâmül safhaları vardır. Yüzlerce, binlerce
sene geçse bu tekâmül tevakkuf edecek, donup kalacak değildir. Hem zatı celili
İlâhî, hem peygamberi zişan salla’llâhu aleyhi ve sellem efendimiz İslâm
dininin bu fıtrî kuvvet ve seciyeye mâlik olduğunu tebşir etmiştir. Bu tebşir ve
tebliğ iledir ki biz müslümanlar, her asırda teceddüd ve inkişafın lüzumuna
inanmakta, her asırda dini mübinimizin bir başka tekâmül safhasına erişeceğine,
taptaze bir hayatiyet kesbedeceğine, yepyeni bir inkişafa mazhar olacağına
inanmaktayız.
Bu
kadar taarruz ve suikastlara karşı Kur’an yine dimdik ayakta durmakta, en küçük
bir tebdil ve tağyirden mâsun bir halde bulunmaktadır. Ve gün geçtikçe ulviyet
ve âzameti daha ziyade tezahür etmektedir. İlim ilerledikçe baştanbaşa
mucizeler manzumesi olan mânasındaki hakikatlerin sırrı daha vazıh olarak
anlaşılmaktadır.
Bir
tek misal: Cenabı Hak bir âyeti Kerimede «biz rüzgârları aşılayıcı madde
olarak halk ettik.» buyuruyor. Bu âyeti kerimenin delâlet ettiği mânâ ancak
altmış senedenberi insanlığın malûmu olmuştur. Ondan evvel hiç kimse
rüzgârların tohumları erkek nebatat ve ağaçlardan alıp dişilerine aşıladığım,
bu suretle ağaç ve nebatat âleminin idâme-i hayat ettiğini bilmiyordu. Bu,
muhteşem kitabımızın sayısız mucizelerinden sâdece bir tanenesidir. Atom devrine
ulaşan, füzelerle ay seyahati düşünen ilim adamları için Kur’anı Kerim’de bir
müjde vardır: «Biz yerlerdeki ve göklerdeki bütün mahlûkatı insanlara
müsahhar kıldık.» âyeti çelilesi!..
Dünyaca
meşhur büyük İngiliz mütefekkiri Bernard Shaw diyor ki:
«Avrupa
bugün müslümanlığı şayanı kabul görmektedir. Bana kalırsa, şâyet Hazreti
Muhammed gibi bir adam asrî dünyanın diktatörlüğünü ele alırsa, dünyayı sulh ve
saadete kavuşturacak surette, dünya meselelerini halleder. Bu asrın Avrupası,
Muhammed’in dinine karşı sıcak bir sevgi duymağa başlamıştır. Gelecek asırda
Avrupa, bu dinin meseleleri halletmekteki faidesini belki daha fazla takdir
eder, daha şimdiden benim milletime ve diğer Avrupa milletlerine mensub bir
çokları Muhammedin dinine girmiş bulunuyorlar. Bu suretle Avrupanın
İslâmlaşmağa başlamış olduğunu söyleyebilirim.»
Meşhur
muharrir, müsteşrik, Kur’an mütercimi doktor Moris diyor ki: «En temiz, en
doğru din Müslümanlıktır. Zaman geçtikçe Kur’anın ûlvî sırları inkişaf
edecektir.»
Dünyanın
en meşhur mütefekkir ve âlimlerinin sözleri:
«Kur’an
beşeriyete İlâhî bir lûtuftur.» (C. M. Rodvel).
«Müslümanlık,
dünyanın kıvamı bir dindir.» (Gastor Kar).
«Müslümanlar Avrupaya hâkim olarak girmişler,
ve Kur’anın yardımile Avrupaya irfan meş’alesini taşımışlardır.
(Emanuil Düeş).
«Muhteşem
ve. faziletkâr bir medeniyet vücude getiren Kur’an, daha büyük bir terakkinin
de meribaı olabilir.» (Profesör Tomas Arnold).
«Kur’an,
cemiyeti idare edecek maddî, manevî esasları muhtevidir.»
(İstanley).
«Kur’an,
bütün beşeriyetin yegâne mukaddesi kitabıdır.»
(Sel).
«Kur’an,
medeniyetin meşaleşi ve en büyük rüknüdür.»
(İsak Taylor) .
İşte
müslümanlığın, Kur’anm âzamet ve ihtişamı hakkında dünya mütefekkirleri böyle
şehadet etmektedir. Bizim (dinde reform) cu cür’etkârlar bu dinde mi bozukluk
görüyor da ıslahına yelteniyorlar?
İslâma
karşı garaz ve husumetin, suikastın bu derecesini havsala almaz.
Mevzuumuza
gelelim. Evet, biz inanıyoruz ki Cenabı Kadiri mutlak, âlem dediğimiz şu gayri
mütenahi teceddüdlerin nizamı vahdetini halk ve idare eden kudreti baligadır.
Bu kudreti baligaya istinad eden bir dinin tenahisi olur mu?
Hiç
şüphe edilemez ki böyle bir din, tekâmül safhasında tevakkuf edip kalacak bir
vâkıaı ibtidaiye değil, her tekâmülü ihtiva eden bir hasisai Rahmaniye ve Rabbaniyedir.
«i’Iemû ennellahe yuhyil erda ba’de mevtiha» âyeti kerimesi, şöyle çok
derin bir mânâ ifade ve imâ etmektedir: Ey müminler, biliniz ki Cenabı Hakka
aklen ve hissen merbut olan insanlar için mururu zaman korkusu yoktur. Onlar
eskidikçe yenilenmek imkânını bilmeli; peyderpey eşvakı cedide içinde ilelebed
payidar olmalıdırlar. Bu din, mahdud bir tekâmül safhasında tevakkuf için nazil
olmuş bir dinî hâs değil, nâ-mütenahi tekâmül mertebelerini idare için inzâl
olunmuş mebadii hakkayı mütezammin bir dini ânadır.
Kur’andan
aldığımız bu mâna ye mebde; bir Hâdîsi Şerifte de şöyle izah buyurulmuştur: «İnnallahe
yeb’asu bihazibil ümme...» =
Cenabı
Hak, muhakkak, her yüz sene başında, yâni her asırda bu ümmete dini tecdid
edecek, tazeleyecek adam veya adamlar gönderecektir.» Bu Hadîsi Şerif şu noktaları
tezammun eder:
1 —Bil-ıbare ba’si müceddedi vaad ediyor.
2 — Bil-işare teceddüdün lüzumuna tenbih
ve bunu asr ile fevkit ediyor.
3 — Bil-imâ ümmeti her asır başında
teceddüde imâle ve teşvik ediyor.
4 —«Hazihil ümme» ibaresi, teceddüdde
ümmetin haziyeti,. hüviyeti mahfuz kalacağında ve teceddüdün tebeddül değil, bu
haziyyet ve hüviyyeti te’yid ve idare etmesi lüzumunda Nass’tır.
5 — Müceddidin teşehhusuna işaret vardır.
İşte
Hazreti Peygamber efendimiz, bu suretle tûl-i emed, murur-i zaman netayicinden
korunmak, kurtulmak ve tazelik kazanmak yolunu göstermiştir.
Demek oluyor ki her asır başında dinimizin teceddüdüne intizar etmek hakkımız
ve bu teceddüdü yapacak müceddide nailiyet için çalışmak vazifemizdir. Bu suretle
murur-i zaman kasvetinden kurtulmağa çalışacağız ve nuri nübüvvet uzaklaştıkça
biz ona yaklaşacak ve bu sayede hassasiyetimizi muhafaza ederek neşveden
neşveye koşacağız.
İlmî
ve aklî mebadisi sabit ve mahfuz olan dinimize bu teceddüd nasıl gelebilir?
Büyük İslâm mütefekkiri ve âlimi merhum Üstad Elmalılı Hamdi Efendi bu suâle
cevap olarak şöyle diyor; Evvelâ şunu söyleyelim, ki teceddüd, tebeddül ve
tahrif değildir. İslâmda en büyük düstur, düstur-i vahdet olduğu için sair
bütün mebde’ler bu vahdet düstûrunun inkişafı noktai nazarından âmil olacak ve
bütün teceddüdlerde bu nokta-i nazar mahfuz tutularak haziyyeti ümmet muhafaza
edilecektir.
Bu
suretle her asırda vaki olan fikrî ve maddî hâdiseler bir tecrübe noktai
nazarile tetkik edilip mebde’lerin tatbik suretlerine irca-ı nazar olunacak,
böylece bir taraftan tecrübî ve istikraî, diğer taraftan aklî ve istintaç!
muzaaf bir seyr ile telâkki ciheti
bulunacak, bu suretle ümmetin hayatına şuurî veya lâşuurî olarak giren şuunat-i
cedidedin dinî ve şer’î nesebi sahibi tenkih ve tesbit olunacak, mülhak
ârızalar olan bid’atlerle esbabı hayatiyyeden olan yeni inkişaflar tefrik
edilerek birisi tay, diğeri takrir edilecek, nihayet ukul ile hissiyat tevhid
olunarak vicdanlara yeni ihtiyaçları tatmin eden yeni bir neşvei şataret ve
emniyet verilmek hususuna itina kılınacaktır. Mebadi-i mansusa mahfuz
tutulacak, fakat tefriat ve tatbikat noktai nazarından yenilikler husule
gelecek, daha doğrusu benimseyeceğimiz yeniliklerle, benimsemeyeceğimiz
yeniliklerin hududu ayrılmak gibi bir inkişafı vicdanî elde edilecek ve bu
tarik, ile nefsi İçtimaî fetret ve şikaktan kurtulacaktır. Müceddidin yapacağı
şey, vahdeti kırmak, şikakı artırmak, usuli inkâr, füruu tecrid, istikametten
inhiraf, teşehhiyatı mücerredeye tebeiyet suretile vicdanı ümmeti ecnebi
vicdanlara temsil etmek ve haziyyeti ümmeti kaldıracak bid’atlere yol açmak
olmayacaktır.» Teceddüd bize nefret değil, mahabbet zerk edecek, korku değil,
emniyet getirecektir. Her asrın tarihini güzelce zaptetmek ve o tarihte şer’î
sebepler ve illetlerin amelî kıymetlerini ve İçtimaî neticelerini tetkik, bu
suretle geçmiş asrın bir fezlekesini yapıp gelecek asrın ihtiyaçlarını ta’yin
etmek, îşte din âlimlerinin, İslâm mütefekkirlerinin vazifeleri budur. Bu
ihtiyaçlar bazan nazarî, bazan amelî kıymetleri haiz olur. Nazarî ihtiyaçlar
İlmî, amelî ihtiyaçlar amelî şahsiyetler ister ki müceddidler bu şahsiyetlerden
zuhur edecek ve bu şahsiyetler ümmetin haziyyetinden yetişmek lâzım gelecektir.
Peygamberi
zişan efendimiz bizi bu suretle tûl-i emdin fütûr ve kasvetinden kurtaracak
ilahi bir va’dı tebşir etmiş ve filhakika zaman zaman bu va’dı İlâhî tahakkuk
ederek beydai İslâmî ırktan ırka, memleketten memlekete götürmüştür.
***
Bin
tarihlerden beridir ki biz feyzimizi bu düsturda aramadık. Onun için bekamızı
zamin bir teceddüdüm mahrum kaldık. Heves ettiğimiz teceddüdler, hep ölüm
teceddüdü gibi acı bir tebeddül oldu. Yıktı, yapmadı. Avrupa, ilmile, fennile
barışamayan dini karşısında İslâmiyetin pek iyi barışacağını idrak etmiş bulunduğu
için olsa gerektir ki müslümanların bir gün gelip bu ahengi kurarak ye hukukî
beşerin kudsiyetini ifâ ederek bütün beşeriyete nümune olacağından korkmuş,
bizi irşad vadisinde büyük dalâletlere sevketmek istemiştir. Avrupa bizi
şa’şaai İlmiyesine meftun ederken hissiyat ve içtimaiyetine temsil dylemeğe
çalışmış, dinimizdeki teceddüd esaslarını bahis mevzuu ederken, «İslâm dini
terakkiye mâni midir, değil midir?» diye bir mevzu ortaya koymuştur ki
bundan maksadı, İslâm dininin tehaffuz hassasını kırmak ve terakkiyi
kendilerine temessül suretinde tefsir etmek cihetine matuftur. Garblılarm belli
başlı eserlerine dikkat edilirse görülür ki Avrupa bizim son teceddüdlerimizi
ya protestanlığa veya diğer bir Avrupa mezhebinin tesirine atffetmekte ve hep
bunların kendilerine bende almak gibi bir gâye ile mütalâa eylemektedir. Fakat
Avrupa korkmasaydı bir ilim ve felsefesine, bir de dinine bakardı da o ilim ve
felsefe ile taban tabana mütenakız olan dinini, âdetlerini bize telkin etmeğe
çalışmadan vazgeçer, o ilim ile kucaklaşacak olan İslâmiyeti tervice uğraşır,
İslâm hayatına ıztırab vermekten zevk almazdı.
*
* *
İşte
görülüyor ki müslümanlık tekâmül safhasında tenahisi (sonu) olmayan, dâima yeni
yeni inkişaflar gösteren, her tekâmülü ihtiva eden bir dini mübindir.
Ancak bu hususta söz söylemek, fikir ve re’y beyan etme için samimî bir iman,
tam ve kâmil bir ehliyet ve kudret lâzımdır. Herkes gelişi güzel, kendi
keyfine, kendi arzu ve telâkkisine göre mütalâa beyanında bulunamaz. Herşeyde
olduğu gibi bu hususta da ihtisas lâzımdır. Dinin ana menba’larmı, din
ahkâmının asıl ve esaslarını, bu ana menba’lardan istinbat usullerini bilmek
icabeder. Bu da bütün din ilimlerinde, bilhassa Kur’an ve Hadîste hakkile
mâ’rifet sahibi olmakla mümkün olur.
Bu
işle iştigal etmek üzere İslâmiyette bir içtihad müessesesi vardır ki tamamile
ilmi esaslara, İlmî usullere müsteniddir. Dinin hangi kısmında reiy beyan
edilir, hangi kısımları hakkında edilemez? Bu hususta reiy beyanında bulunacak
zevatın haiz olmaları lâzım gelen evsaf ve şerait nedir? Bunlar hep taayyün ve
tekarrür etmiş meselelerdir. Bu babta bir fikir verebilmek için "İslâm
ûlemasının içtihad müessesesi hakkında ne mütalâada bulunduklarını, bu hususa
ne büyük ehemmiyet verdiklerini hülâsaten izah etmek muvafık olur kanaatindeyim.
*
* *
Mâlûm
olduğu üzere, ahkâmı İslâmiye itikadat, ibadat ve muamelâttan ibarettir.
î’tikadiyatta mütearef mânaca içtihad cari olamaz; bir ferdi taklid de meşru
değildir. İtikada müteallik ahkâmın çoğu aklî bürhan ile kafiyen sabit olmuş,
Kur’an nassı ile de teyid olunmuştur.
îbadat
kısmında her mükellefe farz olan şey, Kur’an-ı Kerimde vârid olan ahkâmı
—Sünneti seniye, ehadisi sahiha ile beyan ve tefsir buyurulduğu veçhile— ahz ve
telâkki etmektir. Hiç bir müçtehid farz olan bir ibadet hakkında içtihad ile
ziyade veya noksan icrasına mezun değildir. Çünkü bunlar Şari’ tarafından
tamamlanmış, ikmâl buyurulmuştur. örf ve zaman ihtilâfile de muhtelif olmazlar.
Bu cihetle bu hususta müçtehidlerin tasarruflarına imkân kalmamıştır.
Kezâlik
bir şeyin helâl veya haram olduğuna dair Nassı Şer’î mevcut iken müçtehid
hilâfına kaail alamaz. Yalnız meskûtun-anh olan bir fiilin kıyasla helâl veya
haram olduğunu isbat edebilir. Dini İslâmda ne kadar büyük tanılırsa tanılsın,
hiç kimse kavli mücerred ile bir şeyi tahlil: veya tahrim etmek, delili şer’î
ibraz etmedikçe kendisine taklid edilmek hakkına mâlik değildir.
Muamelâta
gelince, bunun cüz’iyatını tahdid etmek mümkün değildir. Bu kısım ahkâm, pek
çoktur ve muhtelif nevileri vardır. Zaman ve mekân, kuvvet ve zaaf, örf ve âdet
gibi şeylerin ihtilâf ve tebeddülü nisbetinde muhteliftir. Mükellefinden her
ferd bu ahkâmın hepsini bil mesi kabil değildir. Lâzım da değildir. îşte fukaha
ve erbabı hukukun içtihad ve istinbatlarına en ziyade lüzum görülen maddeler
bunlardan ibarettir. Bu babta müslümanların kendilerine taklid ve mütabeatları
da emri zaruridir.
*
* *
İçtihadın
mahiyeti, kat’î deliller ile sabit olmayan feri hükümleri marifet için kitab,
sünnet, icma ve kıyastan ibaret şer’î delillere istiksayı nazar, yâni her
müctehid vüs’u takati nisbetinde im’anı nazar ve im’ali fikir etmektir.
İçtihad
için lâzım gelen evsaf ive şeraitin hülâsası, kitab ile sünneti fehim, icmanın
mevkilerini cezim, usul kitaplarında beyan olunan kıyas bahislerini ihata ile
beraber Şer’i Şerifin maksadını ma’rifetten ibarettir. Akvamın ahval ve âdâtını
tamamen bilmekle de mukayyeddir. Çünkü şeriatın bütün akşamı, bilhassa
muamelâta müteallik ahkâmı gerek maaş, gerek maad itibarile mesalihi umumiyeye
mün’atiftır. Buna riayet edebilmek için ahvali nasi arif, ilcabâtı zemaneye
zakıf olma kşartı a’zam olacağı dergardır.
*
* *
İçtihad
kapısının kapalı olup olmadığı hakkında muhtelif noktai nazarlar vardır. Bir
kısım ûlema, içtihad şartlarını cami zevat kalmadığı için, bundan sonra da
böyle bir kimse zuhur etmeyeceği için, kendi kendine içtihad kapısı
kapanmıştır, derler. Bunlara göre, din hakkında söylenecek sözler söylenmiştir.
En ince teferruatına kadar tetkikler yapılmış, hükümler verilmiştir. Şimdi bu
yola gidilmeğe kalkışılırsa taraf taraf müçtehidler çıkar. Bunun için beşinci
asrı Hicriden beri bu yola gidilmemektedir ki bunda isabet vardır.
Bir
kısım ûlema ise içtihadın terk edilmesinde bir menfaat görmüyorlar. Bilâkis
aklın ihmâl, ilim yolunun kesilmesi, fikir istiklâlinden mahrumiyet gibi
mahzurlar görüyorlar. Bunlara göre, her asırda içtihad şeraitini cami’ bazı
zevâtın bulunması âmmei mükellefin üzerine terettüb eden mühim [bir vazifedir.
Herhangi bir zaman ricali taksir ve tekâsül ile vakit geçirip de içlerinde
fıkıh ve içtihad erbabı yetişmeyecek olursa mes’ul olurlar. İmanı Ebu Hamid
gazali, Ebü’l Hasan Maverdi, İbnissalâh ve Muhyiddin Nevevî gibi ekâbiri ûlema
bu hususta müttefiktirler. Hattâ bazı ûlema daha ileri giderek İslâm âleminin
müçtehidden hâli kalmasını aklen de müstehil addederler. Eğer bir zaman
müçtehidden mahrumiyet farz olunursa o zaman bir fetret devri sayılmak lâzım
gelir, derler. Celâleddin-i Süyûtî, müstakil risâlesinde bu yolda tafsilâtta
bulunmuştur.
Görülüyor
ki haddizatında içtihad serbesttir. Ancak içtihadın âmmei müslimince ittibaa
şayan olabilmesi hususunda müçtehidde aranacak vasıflar Ve şartlar vardır. Mesele bu vasıfları ve şartlan haiz
zevatın mevcud olup olmamasıdır. Kendine güvenen içtihadda bulunur. Kur’an ve
Hadisten anladığını ortaya koyabilir, Fakat onun müçtehid pâyesini haiz
olduğunu kabul edip etmemek de müslümanların hakkıdır.
*
* *
Malûm
olduğu üzere, dinî hükümlerin me’haz ve menbaı olan âyet ve hadîsler iki
kısımdır.
Birinci
kısım Muhkemattır. Bunların herbiri her mükellef üzerine hücceti kaatınadır. Bu
bapta müçtehid ile ımukallid arasında fark yoktur. Bu kısmın hüccet olduğunu
inkâr sarih küfürdür. Bunda ûlema ve fükaha müttefik dir. Dünyada yüz bin
müçtehid olsa hiç biri bunun haricine çıkamaz. Bunların içtihada teallûk eden
cihetleri yoktur.
Amma
kitab ve sünnetin zahiri ile sabit olmayan hükümler, icma yoliyle de
bilinmeyecek olursa, o zaman ehil ve erbab olanlara içtihad etmek,
meskûtun-anhi mantukunbihe ilhak eylemek veya başka bir tarik ile istinbatta
bulunmak vacib olur. Taklidde kalmak zaruret ve iztirarında olanlar da onlara
müracaat ederek teallüm etmek iktiza eder.'
Dinî
hükümlerin me’haz ve manbı olan ikinci kısma gelince, bunlar, usul ilminde
«Hafi, müşkül ve mücmel» denilen azım aksamile tahsis ihtimaline maruz olan âm
sigaiar, itlâk ve takyid veya başka bir cihetle müteariz bulunan şer’î
delillerdir. Bu delillerle ancak fıkıh ve içtihad erbabı istidlal edebilir,
ahkâm istinbatında bulunabilir.
Çünkü
Hafi il Müşkil’in izahı mücmel hakkında kavlen ve fi’len varid olan Şariin
beyanatının tâyini, âmmın tahsisi, mutlakm takyidi, tearuzun def’i hakkında
muteber olan şeraitin tedkiki ve ledelicalı kıyas tariki ile ferilerinin
asıllara ilhakı, bütün âyetler ve hadîsleri ihata ile beraber usulün mukarrer
kaidelerinin tatbikatında tam ve kâmil bir meleke ihrazına vabestedir. Mahzı
rahmet sayılan mezheb ihtilâfları işte hep bu noktaya dairdirler. Bundan dolayı
hiç bir ferd ehli kıbleden olan diğerini tekfir ve tadlil hak ve salâhiyetini
haiz değildir. Belki her müçtehid vüs-ü tâkatı derecesinde ibrazı mesai
eylediği takdirde Allah’ın indinde ve insanlar nazarında musib olur. Hatâsı
anlaşılırsa ma’zur sayılır.
îşte
müçtehidlerin yapacağı budur. Yoksa herhangi bir meseleyi tağyir ve tebdil
değil, bir değil, bin müçtehid bir araya gelse bunu yapamaz. Yalnız hilâfiyata
âid meselelerde nâsa evfak olanları tercih salâhiyetini, haiz olurlar. Bir de
sarih olmayan ahkâmı kıyas ile ortaya koyabilirler.
Bu
yolda hareket ve faaliyetlerden, böyle samimî ve İlmî içtihadlardan
müslümanların hiç bir korkusu yoktur ve olamaz. Bilâkis, bu faaliyeti diniyede
İslâm için, İslâm maaliyatının inkişafı için büyük faideler vardır.
***
İşte
İslâmda içtihad bu demektir ve bütün imamlar ve müçtehidler içtihadı böyle
telâkki etmişlerdir. Halife Mansur, İraklılara karşı takib ettiği siyasette
İmam Mâlikin nüfuzunu istismar etmek maksadile İmam Mâlike:
— Seni mezhebini ve içtihadını devletin
kanunları yapacağım... ,
Dediği
zaman, büyük imam şöyle cevap vermişti:
— Hayır, olamaz. Ebu Hanifenin içtihadı da
muhterem ve muta’dır. Ora halkının ihtiyaçlarına onun içtihadları daha muvafık
olabilir. Belki ben hata etmiş olabilirim, belki o, musib olur. -
İmam
Şafiî: «Herhangi bir meselenin münakaşasında muhatabının haklı çıkmasını kalben
samimî surette arzu ettiğini» dâima söylerdi.
*
* *
Dinde
reformcu cür’etkârlar müslümanlığın içtihad hakkındaki bu yüksek noktai
nazarını görsünler de İslâma karşı taarruzdan, müslümanlığı çocuk oyuncağı
hâline getirmekten cahil ellerini çeksinler. Din hususunda söz söyleyebilmek
için herşeyden evvel ehliyet, iman ve hüsnüniyet lâzımdır.
Şimdi
bir nokta daha vardır ki o hususa dair mütalâamızı da ilâve etmek münasip olur:
Ahkjâmı diniye hakkında yapılacak bu dinî ve İlmî içtihad faaliyeti, ferdî mi
olmalı, yoksa bir hey’et hâlinde mi?
Bir
kere şunu göz önünde tutmalıdır ki müçtehidi kimse tâ’yin etmez. O, kendi
kendine yetişir ve kendi başına içtihadda bulunur. Onun kudret ve liyakati
ümmetçe teayyün eder. Onun üzerine ümmet onun imam olduğunu kabul eder. Bu
itibarla İslâmda içtihad kapısı kapalı mıdır, yoksa açık mıdır? diye bir
mesele yoktur. İş tamamiyle kudret, ehliyet ve liyakat meselesidir.
Ancak
zamanımızda ahval çok değişmiştir. Müslümanların gerek siyasî, gerek İçtimaî
hayatlarında büyük tehavvüller vardır. Dünya şuun ve hayatı da büsbütün başka
şekiller almıştır. Türlü türlü keşif ve icadlar, milletler arasında sıkı
münasebetler, akvam arasında kaynaşmalar, insan cemiyetlerini kökünden sarsan
inkilâblar, büsbütün yeni zihniyetler, yeni ideolojiler, yeni mezhebler zuhura
gelmiş, metafizik telâkkiler tamamiyle başka şekiller alınış, elhâsıl gerek
İslâm cemiyetlerinde, gerek bunun haricindeki âlemde muazzam değişiklikler
olmuştur. Bu vaziyet karşısında İslâm meseleleri hakkında fikir beyan edecek,
rey ve içtihadda bulunacak kimsenin dinî ahkâmın mehaz-ve menbaı olan
hususattan başka ahvali âleme de vukufi küllisi bulunmak, sonra da bütün
ümmetçe de bunun böyle olduğuna iman etmek icab eder.
Bu
derece ihatalı bir zat olsa bile ferdî kaldıkça arkasından İslâm cemiyetini
yürütebilir mi?
Şimdi
cemiyet asrı olduğuna göre bu muazzam işi ferdden beklemek, her hangi bir
ferdin de bu kârı azimi yalnız kendi omuzlarına tehammül etmek ne derece mümkün
olabileceğini kestirmek çok müşküldür. Bu itibarla bu muazzam hareket ve
faaliyeti ehliyet ve kudreti kâmileyi haiz bir hey’etten beklemek elbette daha
muvafıkı maslahat olmaz mı? bu şeraiti hâiz bütün İslâm milletleri ûlemayi
kâmilesinden mürekkeb teşekkül edecek bir (İslâm şûrası) bütün islâm
meselelerini tetkik eder, zamanın harikulâde ierakkiyatı, ahval ve şuunu cihanın
muazzam tebeddülâtcı müvacehesinde müslümanca reiy ve içtihadda bulunursa o
içtihadlar icmaı ümmet halini alıp bütün İslâm dünyasınca mazhari kabul olur,
İşte
dine hizmet böyle olur. İşte namütenahi tekâmül mertebelerini idare için inzal
olunmuş mebâdii hakkâyı mütezammin olan dinî celili İslâm böyle inkişaf eder,
böyle cihanşümul bir varlık iktisab eder. İşte asren be asrın peygamberimizin
istediği teceddüd böyle olur. İşte müslümanlık müruûru zaman kasvetinden böyle
kurtulur ve tâzelik kazanır, nuri nübüvete yaklaşır, neşveden neşveye koşar.
*
* *
Vaktile
bundan kırk küsür sene evvel Şeyhülİslâm merhum Hayri Efendi zamanın bu
ihtiyacım takdir etmiş, böyle bir (İslâm Şûrası) teşkiline teşebbüs etmişti. Bu
şûranın programını da merhum profesör Ebül Ülâ Bey hazırlamıştı. Buna resmî bir
mahiyet vermek için-meclisi vükelâya getirdi. Fakat Masonların elinde olan
hükümet buna muvafakat etmedi ve bu layihanın reddi için hariciye nazırı Hali
Menteşe öne sürüldü. Meclisi vükelâ bu teşebbüse hücumu ona yaptırdı. Neticede
masonluk galebe çaldı. Bu muazzam teşebbüs sönüp gitti. Ondan sonra
Müslümanlığın ne felâketlere, ne tazyiklere maruz kaldığı, ne hâle geldiği
hakkında yukarıda bir parça izahatta bulunmuştuk.
Siyasetten
âri, tamamiyle ilmi ve dinî böyle bir (İslâm Şûrası) teşkil edilecekse merkezi
ancak Türkiye olabilir. Asırlarca müslümanlığı küfür âlemine karşı müdafaa eden
ve müslümanlığı yaşatan Türkiyede. Eğer Türk milleti müslümansa ve müslüman
kalacaksa iş böyle olur.
Bütün
İslâm milletlerinin en ileri gelen ûlema ve mütefekkirlerinden mürekkeb böyle
bir (İslâm Şûrası) nın Türkiyede toplanarak yüksek mesaili ilmiye ve diniye ile
iştigal etmesine ve bu sebeple İslâm dünyasının manevî hayatının inkişaf ve
tealisi yolunda Türkiyenin büyük bir nüfuz ve şevket kazanmasına hükümeti
hazırenin bir ehemmiyeti mahsusa vereceğini ümid edebiliriz.
Çünkü
bir kaç sene evvel Hindistanda toplanan İslâm kongresinin gelecek içtimaim
İstanbulda akdetmek hakkındaki kararını muhterem başvekilimiz memnuniyetle
kabul etmişti. Hattâ merhum -Nuri Demirağ’ın, Üsküdar korusunda yapılan bir
toplantıda bu iş için hükümet tarafından, elli bin lira tahsis edeceğini de
vaad etmişti. Fakat sonra, anlaşılamayan bazı havali siyasiye hasebile bundan
vazgeçilmişti. Bunun üzerine İslâm Kongresi, başka bir İslâm memleketinde akdi
içtima etmişti.
Fakat
şimdi bazı İslâm devletlerde aramızda çok yakınlıklar ve anlaşmalar husule
gelmiş olduğu için, Türkiyenin manevî şerefini yükseltecek böyle gayri siyasî,
tamamile İlmî ve dinî beynel-İslâm muazzam bir teşebbüsün husulü hükümetçe hoş
karşılanacağı ümit olunabilir.
*
* *
Böyle
bir İslâm şûrasına bugün cidden büyük ihtiyaç vardır. Müslüman milletlerin
yüksek âlimleri ve mütefekkirleri arasında konuşulacak, görüşülecek çok mühim
İslâmî meseleler vardır. Bunlar usul ve âdabı dairesinde, tamamile akademik bir
surette görüşülmek, tetkik ve müzakere edilmek ve bu hususta müslümanları
tenvir etmek icabeder. Avrupanın şayanı hayret İlmî ve felsefî terakkiyatı
karşısında, Hıristiyanlığın isl|âm gençlerini dinlerinden soğutmak yolundaki
müthiş faaliyetleri karşısında,, maneviyatın temellerine müthiş bombalar
koyarak dünya efkârını sarsan komünizm cereyanları karşısında müslümanlık
esaslarını, müslümanlık prensiplerini, İslâmî hakikatleri yeni bir görüş, yeni
bir anlayışla, yâni bugünün lisaniyle cihana ilân ve tebliğ etmek İslâm
âlimlerine, İslâm mütefekkirlerine, İslâm ülülemirlerine düşen en büyük bir
vazifedir.
Büyük
İslâm mütefekkiri Pakistanlı İkbal, (Islâmın yeni uyanışı) eserinde «son beş
asır içinde, İslâmda fikir hareketinin bilfiil durmuş bulunduğundan, halbuki
bir zamanlar Avrupanın fikir âlemi, ilhamını, İslâm âleminden aldığından,
Avrupa harsının, fikir noktai nazarından, İslâm harsının en mühim safhalarından
bazılarının ileri inkişafından başka bir şey olmadığından» bahsettikten
sonra diyor ki:
«Bizim
biricik korkumuz, Avrupa harsının göz kamaştırıcı gösterişlerinin, bizim kendi
harsımızı durdurarak, bu harsın asıl hakikî özüne varmaktan bizi alıkoymasıdır.
Bizim fikren uyukladığımız bütün asırlar zarfında Avrupa, İslâm filozoflarıyla
âlimlerinin alâkadar oldukları büyük meseleleri ciddiyetle düşünüyorlar. İslâm
din mekteplerinin tamamlandığı kuruni vustadan beri insan fikir ve teşebbüsü,
nihayetsiz terakkilere erdi, insan kuvvetinin tabia‘t âlemine hükümran olmağa
başlaması, insana yeni bir iman, onun muhitini teşkil eden kudretlere karşı
yeni bir faikiyet hissi verdi. Tâze tecrübelerin verdiği aydınlık sâyesinde
yeni fikirler ileri sürüldü. Eski meseleler bu aydınlık sayesinde yeniden
tetkik olundu ve ortaya yepyeni meseleler çıktı. Nerde ise insanın dimağının en
esaslı mebadisini, zaman, mekân ve illiyet’i aştığına hükmetmek lâzım gelecek.
İlmî
düşünüşün ilerlemesiyle teakkul kabiliyeti (intelligibilite) hakkındaki
telâkkimiz bile değişiklik geçirmektedir. Ayinştay’in [Einstein] nazariyesi,
kâinat hakkında yeni bir görüş getirdi. Hem din, hem felsefeye aid meselelere
yeni bir tarzda bakmağa müsait yeni yollar telkin etti
Bundan
dolayı Asya ve Afrikadaki genç İslâm nesillerinin imanlarını sağlamlaştırmak için
yeni temellere ihtiyaç hissetmeleri, hiç de hayretle karşılanacak bir şey
değildir. İslâmın yeniden uyanışı sırasında, müstakil bir ruh ile, Avrupanın ne
düşündüğünü göz önüne getirerek tetkik etmek, onun vardığı neticelerin İslâmda
din hareketini ihya hususunda bize ne derece yardım edeceğini anlamak
icabediyor.
Bundan
başka din düşmanı, bilhassa müslümanlık düşmanı olan ve Orta Asyayı kaplayan,
Hindistan hududlarının da aşan ilhad propagandasını ihmâl etmek mümkün
değildir.
Şüphe
yok ki isljâm meseleleri üzerinde durmak sırası çoktan hülûl etti. Bütün
insanlığa hitabeden müslümanlığın daha iyi, daha dürüst anlaşılmasına çalışmak
icabeder».
İşte
Şarkın ve Garbın ilmi ve felsefî hareketlerini göz önünde bulundurarak İslâm
dünyasını canlandıracak. Kur’an yolunda yürütecek ve insanlığı, İslâmın
cihanşümul hak ve hakikat yoluna dâvet edecek böyle bir (İslâm Şûrası)nı tesis
etmek İslâm dünyası için ve müslümanlık için en mütehattim bir vazifedir.
Müslüman
milletlerarası akademik mahiyeti haiz olan bu şûra, içtihada lüzum görülen ve
içtihad kabiliyeti dan meseleleri hallettikten başka, felsefî, fikrî ve nazarî
sahada da İslâm noktai nazarını tedkik ve izah edecek, muhtelif İslâm
mezhepleri arasında bir i’tilâf ve anlaşma zemini hazırlayacak, beşerin sâadet
ve selâmetini temin hususunda komünizme karşı İslâm prensiplerinin yüksekliğini
cihana ilân edecek, velhâsıl İslâmî hakikatlerin Şarkta ve Garpta daha iyi
anlaşılması için neşr ve tebliğde bulunacak en yüksek bir otorite olacaktır.
Tevfik
Allah’tandır.
EŞREF
EDİB
SORU:
İslâm dininde reformdan çok bahsedilmektedir. Hattâ bu konuda bazı yasalar da
vardır. Kur’an’ın esaslı hükümlerinde reform bahis konusu olmamak lâzımdır.
Kurân-ı Kerim esaslı olmayan, fer’i
telâkki edilebilecek hükümleri var mıdır ve bunların tatbikatında her devrin ve
memleketin icaplarına uygun tefsirlere taraftar mısınız. (Meselâ: Kıyafet ve
ibâdet şekilleri vesaire...»
CEVAP
Sual,
birbirinden farklı iki mesele ihtiva ediyor: Biri İslamiyette reform meselesi,
diğeri de Kur’an-ı Kerim’de aslî ve fer-’î hükümler meselesidir, önce birinci
noktayı ele alacağım.
Evvelâ
şunu söylemeliyim ki, bence reform tâbiri İslâmiyete yaraşır bir tâbir
değildir. Bu tâbir, XVI mcı asırda bazı uygunsuz papaların sui idaresine karşı
isyan eden protestan kilisesinin katolik kilisesinden ayrılmasını ifade eder.
İslâmiyette reformdan bahsedenler, bana öyle geliyor ki, bu dinin esasi
bünyesini lâyıkiyle bilmeyenlerdir. .Malûm olduğu üzere, reform yahut
reformation, «de» formation» un zıddıdır. Deformation bir şeyin aslî şeklinden
çıkması, aslının bozulması, reform yahut reformation da aslından çıkan ve
bozulan şeyin aslına ircâ edilmesi demektir.
İslâmiyet
gerek akideleri ve gerek amelî hükümleriyle Peygamber tarafından nasıl tâlim
edildi ve gösterildiyse, hiç şekil değiştirmeden, on dört asra yakın bir
zamandan beri devam edip gelmektedir. İslâmiyetin ne itikadiyatında, ne de
ameliyatında (deforme) olmuş bir cihet yoktur ki (reforme) olması bahis mevzuu
olabilsin.
Bilindiği
gibi İslâmiyetin ana kaynakları Kur’anı Kerim ile Peygamberin, sünneti, yâni
gittiği yoldur. Kur’an-ı Kerim bütün dünyada mevcut mukaddes kitaplar arasında,
olduğu gibi muhafaza edilebilen yegâne mukaddes kitaptır, Kur’an âyet âyet
nâzik olmuş ve her nüzul eden âyet Peygamber tarafından eshâb ve cemaatine
derhal tebliğ edilerek ezberletilmiştir. Kur’an Peygamberin devrinde bütün
yakinlerinin ezberindeydi ve Kur’an hafızlarının başında Râşid Hâlifelerin
üçüncüsü Hazreti Osman gelmekteydi. Binaenaleyh Kur’anın yazılması, İncil gibi
nakil ve rivâyet şeklinde değildir; herkesin ezberinde olan âyetlerin bir araya
toplanmasından ibarettir. Kur’anın on dört asırdan beri hiç bir âyeti ne inkâra
uğramış, ne de üzerinde ihtilâf edilmiştir. Hazreti Peygamberin tebliğ ettiği
gibi muhafaza edilmiştir. Yalnız bazı kelimelerin okunmasında ihtilâf,
edilmiştir ki, bu da «Kıraati seb’a» adiyle ayrı bir ihtisas mevzuu teşkil
etmiştir.
Peygamberin
sözleri ve hareketleri de günü gününe zaptedilmiştir. Bunlar da «Siret»
kitaplarında ve hadis külliyatında toplanmıştır.
Bu
iki kaynak, dediğim gibi, üzerlerinde hiç, tereddüt edilmeden, hiç münakaşaya
mevzu olmadan asırlar içinde devam edip gelmiştir. O halde neyi «reformer»
edeceğiz? Bozulan, aslı kaybolan bir şey yoktur ki, asla ir’ca bahis konusu
olsun. Asıllar asırlardan beri ortadadır. Binaenaleyh İslâmda reform bahis
mevzuu olamaz, ancak «içtihat» bahis mevzuu olabilir.
İçtihat,
Kur’anı Kerimi ve Peygamberin sünnetini tefsir, te’vil ve kıyas usulleri
dairesinde zaman ve mekân ihtiyaçlarına göre, anlayıp izah etmek demektir.
İslâmiyette içtihadın geniş yeri ve büyük bir kıymeti vardır. Ve her zaman
serbestçe içtihat edilebilir. İslâmiyet akla, tefekkür ve muhakemeye geniş yer
veren bir dindir, İslâmiyette ana kaidelerdendir ki: «akıl» ile ve akim bir
mutası olan ilim ile «nakil» yâni Kur’an ve sünnet «tearuz ettikde» eğer nakil
sarih olmaz da tefsir ve te’vile müsait olursa «akıl tercih ve nakil te’vil
olunur.» İslâmda aklın yâni tefekkür ve muhakemenin yoluna «içtihad», bu
yolda çalışan din âlimlerine de «müctehid» denir.
Müçtehitliğin
muhtelif dereceleri vardır ki, bunların en yükseği «mezhep sahibi müçtehid»
dir. Hicretin birinci asrı sonlarından itibaren birçok müçtehid zuhur etmiştir.
Bunların kimi «itikad» da, yâni dinin temel akîdelerinde, kimi de «amel» de
yâni dinin ibadet, muamele ve münasebetlere dair olan hükümlerinde müçtehiddir.
Yüzlerce asırdan beri bütün İslâm dünyasında hak olarak kabul edilen «itikatda
mezhep» «ehli sünnet mezhebi» yâni Hazreti Peygamberin yolunda ve izinde giden
mezheptir. «Ehli sünnet mezhebi» nin temel akideleri «Amentü» de toplanmıştır.
Bu akideler mümin olmanın esas şartlarıdır, Bunlardan birini inkâr etmek
İslâmiyeti inkâr etmek demektir. Bu sebepledir ki, temel akidelerde içtihad,
yâni tefsir, te’vil ve kıyas câri olmaz. Çünkü aksi takdirde ortada din mefhumu
kalmaz. Din ile her hangi bir felsefî, içtimai, İktisadî doktrin
arasındaki fark da buradadır. Din temel akideleri değişmeyen, üstünde münakaşa
edilemeyen, akla ve muhakemeye göre tefsir ve te’vil kabul etmeyen bir
doktrindir. Dinin temel akideleri, meselâ
Allah, Peygamber, melâike, ahret inançları akla değil, nakle (revelation)
müstenitdir. Bunlar akim idrâk sahası dışında kalan ve gayri mahsus bir âleme
ait olan hakikatlerdir.
Akıl bu hakikatleri bir dereceye kadar kavrayabilir, fakat asla künhünü
ve tamamını kavrayamaz. Aklın idrak sahası maddî ve mahsûs âlemdir. Din beşerî
bir vakıa değil, subhanî bir hakikattir. Hülâsa dinin temel akidelerine
dokunulamaz. Dokunulur ve bunlar üzerinde inkârlı bir münakaşa açılırsa ortada
din kalmaz. Din, târifi mucibince, esasları değişmeyen bir inanç sistemidir.
Amelde,
yâni dinin ibadet, muamele ve münasebetlere dair olan ahkâmındaki mezheplere
gelince, bunlar da vaktiyle pek çoktu. Fakat yine yüzlerce asırdan beri hak ve
meşru kabul edilen dört mezhep vardır ki, bunlar Maliki, Hanefî, Şafiî ve
Hambeli mezhepleridir. Türkiye Türklerinin çoğunun mezhebi Hanefîdir. Bu
mezhebin müçtehidi, Hicretin birinci asrında yaşayan İmamı Âzam Abu Hanife,
eski Roma’nm Gaius ve Ulpiamus’ları mertebesinde yüksek bir hukukçu, dünya
hukuk tarihinin kaydettiği müstesna dâhilerden metin bir din adamı idi.
Şurasına
dikkat olunsun ki, bu dört mezhep müçtehidlerinden sonra artık içtihad
edilemez, çünkü içtihad kapısı kapanmıştır denilemez. Böyle bir iddiada
bulunmak İslâmiyetin ruhunu, üssülesasını bilmemektedir. Dediğim gibi, içtihad
daima mümkündür. Çünkü İslâmiyet akla, tefekkür ve
muhakemeye rey ve kıyasa geniş yer veren bir dindir. İslâm Peygamberi der ki «Benden size bir söz nakledilirse, bunu aklınızla muhakeme ediniz,
eğer aklınız kabul etmezse, biliniz ki onu ben söylememişimdir.» Bu ifadedeki büyüklük, mânâ ve işaret üzerinde durmağa hacet görmem.
*
* *
İmdi,
bugün İslâm dünyasının muhtaç olduğu ve beklediği şey, bence «reform» gibi bir
Hıristiyan taklitçiliği değil, fakat İmamı Âzam Ebu Hanife gibi bir
müçtehitdir. Fakat bütün mesele, bu yükseklikte
bir din âlimini 'bugün nerede buluruz, noktasındadır. Bunu bugün bulamayız. Ö
halde yapılacak bir iş kalır. O da tek bir müçtehid yerine bugünkü İslâm
dünyasının en mûteber din âlimlerinden mürekkep bir «Diyanet Şûrâsı» kurmaktır.
Bu şûrâ, Kur’an ve sünnet esaslarına göre tetkiklerde bulunup devrin
ihtiyaçlarına göre yeni bir içtihad ortaya koyar. Böyle bir şûrânm dinî kararları
Türkiyemizin, hattâ İslâm dünyasının her tarafında kabule mazhar olur. Çünkü bu
kararlar devrin en yüksek din âlimlerince verilmiş «îcmâi Ümmet» kuvvet ve
kıymetinde kararlar olur. Buna Müslümanların tâbi olması dinî bir vazife teşkil
eder. Vaktiyle dört mezhep sahibi nasıl çalıştı ve içtihad ederek dört mezhebi
nasıl te’sis etdiyse, bugün de kurulacak «Diyanet Şûrâsı» aynı usul ve
metodiarla çalışarak hem bir «tevhid’i mezhep» yapabilir, hem de İslâmî ahkâmı
bugünkü hayat şartlarına göre tefsir ve tanzim edebilir.
Bence
yapılacak ve diyaneti bugün içiiııe düştüğü anarşiden kurtaracak çâre budur. Ve
bu çâreye başvurmak zamanımızda bir zarurettir. Son günlerde Diyânet işleri
Reisi’nin dinî bir meseleye dair verdiği bir fetvâ üzerinde koparılan yersiz
münakaşalar bu zarureti bir kere daha ortaya koymuştur. Rast gelen bu fetvâ
üzerinde fikir yürüttü. Her eli kalem tutan bir din doktoru edişiyle ortaya
atıldı.
Bugün
muhakkak olan şey şudur: Dinî bir otorite buhranı ve korkunç bir anarşi
içindeyiz, itiraf etmelidir ki, bu anarşinin tohumlan bugün değil, bundan otuz
sene evvel ekilmiştir. 1926 da Türkiye’nin eski dinî tahsil müesseseleri
medreseler kapatıldıktan itibaren yavaş yavaş bugünkü anarşiye gidilmiştir.
Medreselerin kapatılmasını hiç kınamam ve kabul
ederim ki, bu müesseseler, son devirde saplandıkları ıskolâstik tedrisat
üzerine, faydalı değillerdi. Fakat medreseler kapatıldıktan sonra, diyanetin
Türkiye millî bünyesindeki yeri ve ehemmiyeti göz önünde tutularak ilk, orta ve
yüksek kısımlarıyla modem ve mükemmel dinî bir tahsil müessesesi kurulmalı idi.
Bu sayede diyanetin muhtaç olduğu mütehassıslar ve yüksek din
âlimleri yetiştirilmeliydi. Otuz küsür sene ihmal edilen ve yüksek ilim ve
esasları okutulup öğretilmeyen bir din, aşikâr ki günün birinde cehalet ve
anarşiye saplanacaktı. Esef edelim ki, bugün böyle oldu.
Mâziyi
bırakalım. Bugünü ve bundan sonrasını düşünelim. Din, iştimaî hayatın ve
hususiyle halk ahlâkiyatının temellerinden biri ve en ehemmiyetlisi olduğuna ve
yüksek bir bilgi ve ihtisas mevzuu teşkil ettiğine göre, bu mevzuu daha fâzla
ihmal etmekte memleket için hayır yoktur. Bu hususta bugün yapılacak iş,
dediğim gibi, bir taraftan devlet teşebbüsüyle bahsettiğim şûrâ’yı kurmak, bir
taraftan da vakit geçirmeden yüksek tahsilli din âlimleri yetiştirmek üzere bir
«İslâm Külliyesi» vücuda getirmektir.
***
Ve Kur’an şimdiki lâtin harfleriyle yazılamaz. Çünkü bu harfler,
bizim güzel Türkçemizi bile edâya ve ifadeye kâfi değildir. Kaldı ki, Kur’anın
ne tercümesinde, ne de lâtin harfleriyle yazılmasında ne bir zaruret, hattâ ne
de bir fayda vardır. Milliyetçilik ve milliyet taassubunu birbirine
karıştırmamalıdır. Bugün Avrupa halkının binde kaçı lâtince bilir ve okur? Bununla
beraber, bugün bütün katolik dünyası ibadet ve duasını lâtince yapar. Çünkü katolik dünyasının mukaddes kitapları lâtince yazılıdır.
Mukaddes
kitaplar birer mektep el kitabı değildir. Bunların kudsiyeti ilham ettikleri
aşk ve imandadır. Kur’anı Kerim bu aşk ve imanı ancak nâzil olduğu lisan ile
ilham eder. Politika ihtirasını memleketin mukaddes kitabına el uzatacak kadar
ileri götürmekte memleket için tahmin ve tasavvur edilemeyecek derecede zarar
vardır.
Kur’an’da aslî ve fer’ı hükümler diye
bir tasnif yapılamaz.
Müslümanlıkta Kur'anın her âyeti lâfziyle ve mânasiyle
İlâhîdir. Yalnız, yukarıda bahsettiğim gibi, Kur’an içtihaden tefsir ve te'vil
olunabilir. Fakat bunu rastgele herkesin değil, salâhiyeti! ve metin din
adamlarının yapması şarttır. Kur’an ve hadis tefsirinin muayyen usulleri
vardır. Bu usuller üzerinden gidilerek âyetlere mâna vermek, ilâhî iradeyi her
devrin aklına ve ilmine, değişen hayat şartlarına göre anlamak ve izah etmek
mümkün, hattâ lâzımdır. Fakat, tekrar ediyorum, bu işi zamanımızda ancak dinî
bir ilim heyeti, bir «Diyanet Şûrası» yapabilir.
Böyle
bir heyet Kur’an’da bugünkü neslin aklım ve ilmini tatmin edecek hazineler
bulabilir. Çünkü Kuran İslâm Peygamberinin en büyük mûcizesidir. Bugün en aydın
bir insan bile bu mukaddes kitapta aradığını bulur ve içini tatmin edebilir.
Bir misâl vereyim:
Zamanımızın
hukukçu ve içtimaiyatçıları ferdî mülkiyetin meş’rûiyeti sebepleri üzerinde
münakaşa ederler. Kimi Mülkün cemiyete ait olup ferdî mülkiyetin meşru
olmadığını iddia eder. Kimi ferdî mülkiyeti İçtimaî fayda fikriyle izah eder.
Bugün klâsikleşen telâkkiye göre, ferdî mülkiyetin mesnedi ve meş’rûiyetinin
sebebi saiydir. Ferdî mülkiyet meş’rûdur, çünkü mülk ferdin ya bizzat
kendisinin veya ecdadının alın teriyle kazanılmıştır.
Fakat
düşündükçe hayran oluyorum ki, bu fikri Kur’an on dört asır evvel ortaya koymuş
ve «insan için hak ve meş’rû olan, ancak sayinin mahsulüdür» demiştir.
İslâm
dininde reformdan bahsedenlerde maalesef ne reformun mânası, ne de İslâm’ın
mahiyeti hakkında vukufa rastlanmamaktadır. Bunların gerçek ve samimî
durumları, ya bilgisizlikten, ya da İslâm aleyhtarlığından ibaret olmaktadır.
Daha doğrusu, bunların şuuraltında yaşattıkları dinî hayat nefreti, şuurlarının
sathında pek sathî bilgisine sahip oldukları Reform ifadesine bürünüyor.
Reform,
din tarihinde aslına irca’ gayesiyle ıslâh mânasına kullanılmıştır ve bu gaye
ile bazı şekillerin değiştirilmesidir. Hıristiyanlıkda reformu ilk yapan
Luter, Katolik kilisesinin, Hazret-i İsânın anlattığı esaslardan ayrılmış
olduğunu ileri sürerek, hakikî esaslara dönmek iddiasiyle dinî İslâhatını
yaptı. Incil’in herkes tarafından anlaşılması için, mîllî
dillere çevrilmesi lüzumunu ortaya attı. İslâm’da, bir zümre din büyükleri
tarafından, dinin temelleridir diye, mukaddes kitabın dışında ve onu tamamlamak
için ortaya konmuş prensipler ve inançlar var mıdır?
Biliyoruz
ki böyle bir hâdise İslâm’da mevcut değildir. Kur’ân ise dilimize daima
çevrilmektedir ve yapılmış bir çok tercümeleri vardır. Şu halde İslâmda,
Hıristiyan dünyasındaki mânada bir reform söz konusu olamaz. İslâmın Katolisizmi yoktur ki Protestanlığı da doğsun. İslâm daima
Ortodoksdur, yâni Ehl’i sünnet itikadına dayanır. Onun dışındaki mezhepler büyük
cemaat yapamamışlardır ve Kur’ânın bütünlüğü sebebiyle de yapamayacaklardır. Halli
istenen tek mesele, namazlarda Kur’ânın Türkçe olarak okunup okunmaması
meselesidir ki bu da bir din psikolojisi meselesidir. Ancak bu ilmin
hükümleriyle halledilecek bir dâvadır.
İslâm’ın
mahiyyetine gelince, onu araştırırsak, şüphesiz Kur’ânın şuurlu ve derin
anlayışında bulabiliriz ki •onda taassup, yeniliklerden nefret, acâip
şekillerle esrarlı sayılara ruhunu hapsetme gibi şeyler yoktur. İslâmda ve
hattâ hiçbir dinde kıyafet dâvasına rastlanmaz. Yalnız
kadın örtünmesi esası, birçok dinlerde rastlanan uzvî heyecanlardan
uzaklaştırma idealine bağlı bir spiritüaüzm işaretidir. İbâdet şekilleri,
sonradan ilâve edilen merasim yontulmak şartiyle, esasında Peygamberin nakil ve
teshil ettiği bir örfdür. Olduğu gibi muhafazası, İçtimaî bir sistemin devamı
için zarurîdir. Hukukî ahkâm ile muamelâta ait hükümlerin, devrin icaplarına ve
her zaman değişen ihtiyaçlara uygun hâle getirilmesi, esasen İslâm hukukunun
dayandığı prensiplerden biridir. Ancak cahillerin elinde bu prensip çiğnenerek
kaideler katılaşmış, hayatî kuvvetini kaybederek bugünkü taassubu doğurmuştur.
Bu sahada yapılması gerekli harekete reform değil, İslâmın hakikatına götürücü
ıslahat demek daha doğra olur. Mâzide olduğu gibi, yirminci asır içinde ve
gelecek asırlarda da İslâmın inkişafını temin edecek olan bu ıslahat, İslâm
dinini bir ihtiras partisi veya Kur’ân ticareti teşkilâtı olmaktan kurtararak,
aslında sahip olduğu hürmet mevkiine yükseltecek ve böyle bir hareket, hem
bilgisiz din istismarcılarını, hem de garazkâr Allahsızları susturacaktır.
Buna
ne lüzum, ne de ihtiyaç vardır. Çünkü İslâmiyet en son ve en mükemmel din
olması bakımından, zaten gerekli ıslahatı bizzat kendisi yapmıştır. Kur’an-ı
Kerîm de sâlih, katıksız bir din kitabıdır. Doğrudan doğruya Tanrı kelâmıdır.
Eğer İncil gibi değiştirilmiş, uydurulmuş bir kitab olsa idi, o zaman reform
bahis konusu olabilirdi. Nitekim, İncil ve Hıristiyanlık’ta bu yüzden reform
yapılmıştır. Ama Kur’an, yukarda da belirttiğim gibi, zâten kendisinden önce
gelmiş olan bütün dinleri. ıslâh eden, bütün dünyaya ve insanlığa, şâmil,
koyduğu esaslar değiştirilemeyecek kadar sağlam, akl-ı selime müstenit ve salih
bir din kitabıdır. Bu sebeple Kur’an-ı Kerîm de reform bahis konusu edilemez.
Eğer
bâzı kimseler, İslâm dinindeki esas hükümleri bugünün hayat şartları ile telif
edilemiyecek kadar ağır buluyorlarsa, kendilerini icbar eden yok; Müslümanlığı
kabul etmeyiversinler.
Ama bunlar, «hayır İslâmiyet! kabul ediyorum, fakat şu
noktalarda değişiklik yapılması şartı ile» diyorlarsa, onlara «öyle saçma şey
olmaz», deriz. Çünkü bir din bütünü ile, ya olduğu gibi kabul edilir ve onun
hükümlerine uyulur, yahut da reddedilip hükümlerine uymak mecburiyetinden kurtulunur.
Bunun başka bir yolu ve şartı yoktur. Bir din, hele İslâmiyet gibi mükemmel bir
din, hiçbir ferdin keyfi isteğine göre değiştirilemez, ıslah edilemez.
Kur’ân’da
kıyafet şekilleri tahdit ve tesbit edilmemiştir. Sadece, gerek erkeklerin,
gerekse kadınların -erkeklerinki az, kadınlarınki daha çok örtünmeleri için
emir vardır. Bu hükmün teferruatı büyük imamlarca tesbit edilmiştir. İbâdetler
ise önce Kur’ân’da zikredilmiş, sonra da Peygamberimiz tarafından bizzat tatbik
edilmiştir. Onun yaptığı şekillerin dışına çıkamayız. Fakat, Kur’ân-ı Kerîm’de
sadece esasları zikredilen, teferruatını sonradan müçtehitlerin tesbit
ettikleri hükümler «ahkâm samanla değişir» sözü mûcibince zâten asırlar boyunca
değişe-gelmiştir. Ama, dediğim gibi, bütün bunlar esasa değil, teferruata
müteallik hükümlerdir. Kürünün ihtiva ettiği esaslar değişmemiştir ve
değiştirilemez.
— Kur’an-ı Kerîm, hiçbir izah ve istisna
yapmadan, «hırsızlık edenin elini kesin» diyor. Bu hükme göre, bir kuruş çalan
ile yüz bin lira çalan arasında herhangi bir fark gözetilmiyor. Halbuki verilen
cezanın işlenen suç ile mütenasip olması gerekmez mi?
— Hırsızlık fena, gayri
ahlâkî bir harekettir, değil mi? Bunu
bu bakımdan ele alırsak, bir kuruş çalmakla, yüz bin lira çalmak arasında,
gayri ahlâkî bir fiil olması bakımından, hiçbir mahiyet farkı yoktur. Zira,
bugün bir lira çalan kısan, yarın -bulduğu takdirde-beş yüz bin lirayı pek âlâ
çalar. Demek ki mühim olan çalman paranın miktarı değil, yapılan gayri ahlâkî
harekettir. İşte İslâmiyet bu fena ve gayri ahlâkî hareketi cezalandırıyor.
Meseleyi bu bakımdan ele alırsak, Kur’an-ı Kerim’deki hükmün doğru ve yerinde
olduğunu görürüz.
—
Ya bir kimse açlıktan ölmemek için
ekmek çalmışsa?
— Bunu ve buna benzer suçlan içtihatçılar
affetmişlerdir. Bu kabil hareketlerin hepsini ve istisnalarını her şeyin
esasını ihtiva eden Kur’an zâten zikredemezdi. Hangi hareketin Kur’an’da
bahsedilen suçun hudutları içine girdiğini, hangilerinin bu suçun dışında
kalacağını tesbit etmek zor değildir. Onun için şeklen birbirine benzeyen
hâdiseler hakkında, hemen hüküm vermemek lâzımdır. Sizin gösterdiğiniz ekmek
çalma hâdisesi de bunlardan biridir. Çünkü burada bir insanın hayatı bahis
konusudur ve o kimse bu fiili kendi hayatını idâme ettirmek için yapmıştır. Şeklen
hırsızlıktır, fakat açlık sâikiyle yaptığı için mâzurdur.
Reform;
asılda mevcut olmamasına rağmen sonradan karışmış bid’atleri ıslâh ve imha
manasınadır. Bu ıslâh hareketine reformation ve reformanın müteşebbis ve
naşirlerine reformatör deniliyor.
Bu
tâbirler lügat mânalarından ziyade dinî ıstılahlar olarak kullanılmaktadır.
Reformanın
dinî sahada başlaması, genişlemesi yüzünden İdarî ve siyasî bakımlardan inkılâp
ve yenilikler olmuştur, ki bunlar az çok tarih okumuş herkesçe bilinen olaylardır.
Bundan ötürü tafsiline girişmiyeceğim, yalnız birkaç noktaya dikkati çekeceğim:
1. — Reformanın müteşebbisi Luther’dir. Bu
zat her sıfatından evvel manastırdan yetişmiş bir ruhanîdir. ilâhiyat-ı
nasraniye âlimi, hikmet-i teşr’i profesörüdür.
2. — Reform teşebbüsüne, nasrâniyet’in ne
aslı, ne fer’i, hattâ ne de menkulât ve rivayetleri sebep olmuştur. Müstakil
sebep; vekâlet-i İsevîye makamının câlisi Papa’nın, nasrânıyet tarikatında
yeri' olmayan şeytanî (Tâbir Luther'in dir.') bid’atlerle İsâ’nın kuzularını
Isa’nın menfuru olan küfür yollarına sürüklenmesine, imânın saffet ve
samimiyetini, kilisenin kudsiyet ve nezâhatini bozmasına, Rabb’ül-mesihin
hukuku ile istihza mahiyetindeki hareketleri icâd ve terviç eylemesine
isyandır. Şu halde, günah ve af beyannameleri sattırmasa, kilisenin mevzuat-ı
asliyesinin tağyiriyle dünya saltanat ve serveti uğurunda dini istismâra vus’at
vermese, ruhânilerin çeşitli ahlâksızlık ve sui istimâllerinin tahammül
olunamayacak derecede genişlemesine bazen bizzat bâis ve şerik olmasa, bazan
mütecasirlere karşı himayekâr ve tecvizkâr davranmasaydı, Luther; Reformayı
hatırından bile geçirmezdi.
3. — Luther’in Reforma teşebbüsü; dinî
ibâdetler ve amellerin güçlüğünden, zamana ve muhite uygun gelip gelmemesinden
de çıkmış değildir. Dinin; usûl ve furtana mugayir, gayesine ve şâri’in mûradma
muhalif kötülüklere âlet edilmesinden münba’isdir.
4. — Luther; İslâhatında dini akıl ve
mantığa, ilme ve tecrübeye uydurmağı düşünmemiştir. Nakiller ve rivâyetlerin
akla ve ilme uyup uymadığını hatırlamak şöyle dursun, zamanının ilimlerini,
İlmî tecrübelerini ve kilise ilmi dışındaki malûmatı ve hakikatleri dahi
istihfaf eylemiştir.
Mesel)!
büyük astronomi âlimi Copernic onun nazarında şeytandan farksızdır. Luther
tamamiyle nakle yapışmış ve menkûlât dışı, kilisenin tesis maksadına muhalif
bid’atlere hücum etmiş, gayri dinî adâb, erkân ve eşkâli yıkmağa uğraşmıştır.
Akıl ve mantık, ilim ve tecrübeyle hiç münasebeti olmamıştır.
Mukaddes
kitaplarda ve onlara bağlı risaleler ve mektuplarda ne varsa, hepsini de
rivâyetleri ve hurafeleriyle aynen kabul etmiş, böylece Ahd-ı Atık ve Ahd-ı
Cedid’i, fikrî, tahlilî incelemelere girişmeden aynen tercüme etmiştir.
5. — Luther’in İsviçre’de, Fransa ve
İngiltere’deki muakkip ve mukallitleri de esaslarda ona muvafakat, bazı
taraflarda tâdil ve değişmeler yapmak suretiyle Reformayı yapmışlar ise de
bunlar ve emsâli iki noktadan Luther’le tam bir mütabakat arzeylemektedirler;
1.
— Hepsi de din âlimidir;
2
— Mukaddes kitapların rivayet ve nakillerine uymuşlardır.
Şimdi,
bunlarla bizdeki reforma konusu ve reformcuların vaziyetlerini karşılaştıralım:
l. — Bizde İslâm dininde (ister usûlünde,
ister furuunda, ister her ikisinde) Reform isteyenler içinde dine ve ibâdetlere
kendini vermekle tanınmış (yâni, zahir hali imânının delili olan) hiç kimse
bulunmadığı şöyle dursun, içlerinde din ilimleriyle uğraşmış (âlim değil,
sadece uğraşmış) tek kişi yoktur.
Reforma’yı
lüzumlu bulanların arasında kendi ihtisas ve iştigal şubelerinde otorite
sayılabilecek âlimler, mütefenninler, münevverler vardır. Ne yazık ki hiçbiri
de dinin usûl ve furûuna, asıl teş’ri ve hikmetine, felsefe ve tarihine
mütedair ilimlerde salâhiyetle konuşabilecek kudrette değillerdir. Böyle oluşu
bu ihtisas ve ilim asrında zâtları için elbette noksan ve ayıp değildir. Noksan
ve nakiyse olan esasını ve teferrüâtını bilmedikleri din mevzuunda Reforma’yı
câiz ve vâcip görebilecek kadar ilmî yetkiye sahip bulundukları vehmine
kapılmaları ve saha-ı İlmiyeleri dışındaki iddialarına umumî efkarı
meylettirmek teşebbüsünde bulunmalarıdır. Teşrih, tedâvi ve fizyoloji babında
nasıl ki tabib olmayan, askerî İslâhatta ordunun erkân-ı fenniyesinden
bulunmayan, lisaniyâtta lisan âlimi olmayan bahsedemezse (yâni, islahât
lüzumundan), dinde reformun gerekli bulunduğundan da din ilimleriyle arası açık
kalmış bulunan bahsedemez, yahut bahsetmemesi icabeder. Meselenin garip tarafı
buradadır ki, bizde vaziyet tamamıyla aksinedir. Reform isteyenler ya gazeteci,
ya emeldi ilk mektep öğretmeni, ya devrimci şâir yahut diş hekimi ve emsâli
kimselerdir. Böyle olunca her şeyden evvel, reform isteyenlerde reform
yapılmalı, din ilimlerinde geniş tetebbûû olmayanlar bu mevzuda fikir ve istek
beyanından çekinmelidir.
Bilmediği,
öğrenmeğe özenmediği ehemmiyetli ilmî mevzular ve meseleler üzerinde fikir ve
kanaatlerin], sanki hakikatin ta kendisi imişcesine ortaya atmak etiketini
gösteren yarım münevverlerden bu memleketin gördüğü ve görmekte olduğu
zararlar; mızraklı îlm-ü Hal âlimi cahil yobazın mazarratından daha az
değildir, hattâ daha çoktur.
İlmî
meselelerde, bağlılık ve sevgi; söz sahibi olmağa hak kazandırmaz, ilim
tarafsızdır ve tarafsız olarak konuşturulmak şarttır.
2. — İslâmiyette Luther’in teşebbüsünü
icabettiren ve dinî bid’atleri din diye istismar eden papalık makamım andıran
bir sulta yoktur.
Bâtıl
ve dalâletçi mezhepler ve tarikatler çıkmıştır ve vardır. Fakat bunların İslâm
dini üzerinde âmmenin kabul ve itaatine iktiran edilmiş nüfûzu yoktur. Mahallî
ve müteferrik dalâlet hareketleridir. İcabında polisin, jandarmanın, adlî ve İdarî
makamların alâkadar olması lâzım gelen sapıklıklardır. Filân köyde bir
büyücü çıkmış, câhil kadının göğsüne Vefkle yazmış, sonra onu yalamış diye,
İslâm dininde reform vâcib olduğuna istidlal kılınamaz. Dinin bu
budalalıklarla münasebeti yoktur ve böyle sapıklıkları ele alarak dinde
reformun zarurî olduğunu söylemek, o muskacı yobazın hareketinden daha ağır
cehalet ve cür’ettir.
3. — Dinî ibadet ve ilimlerin zamana ve
muhite uymadığını, çokluğunu ve güçlüğünü ileri sürerek usul ve erkân, tarz ve
icraları da reform için sebep teşkil etmez. Dinî ibadet ve amellerde güçlük ve
kolaylık telâkkisi; her asrın icabına göre değiştirmeleri iktiza ettirirse
ortada sabit bir din yerine, zamandan zamana değişen dinî moda hüküm sürer.
Bilindiği üzere, din; akla değil, nakle dayanır. Akıl, naklin beyânini anlamağa
ve onunla (mükellefiyet) in tahakkukuna ve ekseriyâ hizmetlerini kavramağa
yarar. Yoksa nakli mutlak olarak akla uydurmağa kalkışılınca din, her zaman ve
mekânda, hattâ her şhısta değişmelere mâruz kalır ki artık ona din denilemez.
İşte
bundan dolayıdır ki, gerek ibâdetlerin rükû, sucûd ve kıraat gibi, erkânında,
ne de adâbında Resûl’ûn tâlim ve bizzat icrâ eylediği etvâr ve eşkâl’den gayri
biçimleri ib’dâ suretiyle reforma gidilemez, mescide rükû sucûd vasıta ve yeri
olarak masa ve iskemle konamaz. Namazların vakitleri, sayıları-,
orucun zamanı, cuma namazının başka güne alınması gibi düşünce ve istekler dîn
mefhumiyle uyuşturulamaz. Garptaki Reforma hareketi; ibadetleri zamana ve
muhite uydurma ihtiyacından değil, dînin aslında mevcut olmayan
uygunsuzlukların terviç olunmasından dolayı çıkmıştır. Bu sebeple garptaki
Reforma misâli, bizim için şayanı imtisâl olamaz.
Böyle
olmakla beraber, güçlük ve kolaylık, muhit ve zaman değişikliği gibi, reformayı
icâbettirdiği sanılan mevzular üzerinde İslâmiyetin haklı ve isâbetli
reformları dinî metod olarak vücuda getirmiş bulunduğunu hatırlatmak isterim.
Şöyle ki:
Ahkâm-ı
teşriîyede uyulmuş üç prensip vardır:
1
— Darlaştırma yokluğu, 2 — Mükellefiyetlerde asgarî hadlerin ikrâm olunmasiyle
kolaylığın tervici, 3 — Tedriç.
Bunları
misâlleriyle izah edeyim: Beş vakit namaz farzdır, ama bunda darlaştırma
meşakkati yoktur. Ayakta durulmağa zorluk çekilirse, oturarak kılınabilir.
Ramazan orucu farzdır. Fakat, misafir, hasta, hâmile, süt emzirme ve kadınların
mazeret hallerinde hafifletici müsaadeler vardır. Su bulunmayınca, mikroplu
ise, yahut sıhhî mazeret halinde teyemmüm câizdir. Seyahat ve misafirlikte
namaz eksiltilir. Bazı günahlar için kefaret caizdir. Ve bu kefaretler hep
İçtimaî yardım esasına dayanır. Bunlara benzer, hafifletme ve kolaylaştırmalar
çoktur. Ancak dikkat, olunmak gereklidir: Bunlar nass ve cüzlerin ıskat, ilga
ve tâ’tili demek değildir, kolaylığı tercihten ibarettir.
Reforma
mevzuunda en mühim mesele (dine mensubiyet) in hangi şartlar altında tahakkuk
eylediğidir.
(Din)
e mensubiyet, dinin mü beliğ; ve naşiri olan Resûl’ullah tarafından tebliğ
olunan kelâmın heyeti mecmuasına inanıp usul’ü imâna bağlanmak, Resûl’ü sadık
ve emin olarak tanımak ve onun kavline, fiiline, tasvibine ve âlimine
uygunluğunu kabul etmektir. Şu halde, ilk olarak:
1
— Kur’an-ı Kerim'in Allah kelâmı olduğuna inanmak, Gelir, Allahın hakikî, şari
ve Kur’an’ın münzel kelâmı olduğuna inanılınca:
1 —Kitabının beyanı veçhile Resûl’ü
tasdik,
İktizâ
eder. Allahın kitabına ve Resûl’üne inanılınca:
2 — Dinî talimat olarak kitapta mevcut ve
sahih sünnetler olarak Resûl’den müntakil ne varsa hepsini tasdik ve kabul:
İki
evvelki şartın tabiî neticesi olur ve böylece imân tahakkuk eder.
Amel
; İmânın iktizası bulunmak haysiyetinden ondan sonra gelir.
Mezhebimize
göre amal: İmânın aslından cüz’ü değildir. Bir mü’min, inkâra sapmamak şartiyle
amalinde ki kusur ihmalinden dolayı kâfir sayılamaz, fâsik ve günahkâr olur.
Bunun derecesini takdir ve karşılığını tâyin ise münhasıran Allah’ın hakkıdır.
Görülüyor
ki (dine mensubiyet) iddiası için (imân) m tahakkuku lâzım ve şarttır.
Bunlardan sonra (imân) ile (reform) u karşılaştırınca kesin neticelere
varabiliriz, İmân bir tümdür, parçalanamaz. Parçalanınca tümünün sâbit kıldığı
mâhiyet bozulur. Şu halde, «dinde reformun
elzem
olduğunu iddia edenler» de imân ya tahakkuk etmiştir, ya etmemiştir.
Eğer
tahakkuk etmişse, yâni bunlar gayri müslim âlimler ve kişilerden iseler, istek
ve mütalâa İslâm sıfatiyle serdolunmuyor, demektir. Böyle olunca da din
bakımından cevaplandırmağa, müdafaaya kalkmağa hiç ihtiyaç yoktur. Fakat imanlı
bir İslâm sıfatiyle reformun gerektiğinden bahsolunuyorsa, bu takdirde mucip
sebep ikiden gayri olamaz:
1 — Kur’an Allah kelâmıdır, ama, ondaki
tebliğlerden bir kısmı akla uygun değildir. Bu dâva ancak bâtıldır. Çünkü:
Bundan Allah’ın bazı beyanlarında hâtâ veya eksikliğe düştüğü neticesi çıkar.
Hatâ ve eksikliğe düşmek ulûbiyet mefhumiyle uyuşamaz,
2 —Peygamber yanlış, eksik ve hatalı tebliğ
etmiştir.
Netice
: Allah’a, Allah’ın noksan ve hatâdan münezzeh olduğuna, Kitabına ve Resûl’üne
inanıldıktan sonra Kuran’m tebliğleri, sahih sünnetlerin tâlimleri üzerinde
reforma gidilemez.
*
* *
İki
usûl kaidesine dayanarak reformun cevazını sabit kılmak isteyenler vardır.
Diyorlar ki: «Akıl evveldir, akıl ile nakil çatışınca, akıl tercih ve nakil ona
göre te’vil olunur.»
Bu
bahta çok yanılmaktadırlar. Bir kere bu madde, âlimler topluluğunun mutlak
olarak tatbikini kabul ettikleri bir prensip değildir. Felsefeye kuvvetle
bağlanmış mû’tezlenin metodudur."
Kaldı
ki, tatbiki umumî ve mutlak değildir. Hususîdir, kayda ve şarta bağlıdır. Eğer
bu metod, mutlak ve umumî olarak kabul edilirse İslâm dini, Fransa Büyük
ihtilâlinde inkilâpçıların nasrâniyeti ilğâ maksadiyle çıkarıp zulüm ve
istibdatlarına rağmen tutunduramadıkları akıl dinine benzer, ki artık ne semavî
din mefhumu, ne de İslâmiyetin tarifiyle alâkası kalır.
Görülüyor
ki, akim nakle tabiîiyeti mutlak değildir. Böyle olunca da, sarâhat karşısında
delâlete ihtiyaç düşünülemez ve dinin muhkemâtında reforma gidilemez.
İkinci
usûl kaidesi «zamanın değişmesiyle hükümler değişir» maddesidir. Bunun tatbik
şekli de yanlış anlaşılmış, yahut yanlış anlayış doğru şeklinde gösterilmiştir.
Bilhassa bu maddenin çok istimâl edilmiş bulunduğuna işaret edebilirim.
Madde
bir usûlü fıkıh kaidesidir ve bizim eski Mecelle’nin ilk yüz maddesi içinde
dahi yer almıştır.
Zamanın
değişmesiyle değişebilecek hükümler, Kur’an'ın ve hadislerin muhkemâtı, yâni
helallere, haramlara, emre, nehye, tâlime ve sâireye müteallik kat’î açık
tebliğleri değildir. Bunlar furûata dahi müteallik olsalar, sarahat ve
katiyetleri karşısında hükümlerini tebdile mesâğ yoktur.
Değiştirilmeğe
müsait hükümler teferruat ve muamelât ile ilgili olanlardan bir kısmıdır ki,
örf ve âdete, halkın yeni muamele ve ihtiyaçlarına taallûk eder, haklarında
nass ve sünnet yoktur. Yâni, yeni bir içtihad ile muamele ve ihtiyaç donup
kalmaktan kurtarılıyor, zaman ve muhitin değişmesiyle mevcut içtihad, yerini
daha müsait bir içtihada terkediyor ve yeniden içtihad vaki oluyor. Bu, bir
nakz ve iptal değildir.
Cenab-ı
Resûl’ün, Eshabın da içtihadları var. Resul Aleyhisselâm, Eshâbdan Maaz bin
Lebid’i kadı ve din muallimi olarak Yemen’e gönderirken aralarında şu konuşma
geçti:
Resul
Ekrem — Orada ne ile hükmedeceksin?
Muaz
: — Allah’ın Kitabı ile.
—
Aradığını onda bulamazsan?
— Resûl’ünün sünnetiyle.
— Onda da bir şey bulamazsan ?
— Re’yimle içtihad ederim.
Bunun
üzerine Cenab’ı Resûl;
—
Yarabbi, sana çok şükürler olsun ki, Resûl’ünün elçisini memnun kalacağı yola
yönelttin, buyurdu.
İlme,
re’y ve akla bu derece değer sağlanmış bir din, asrında reformu yapmıştır.
Mezhepler, içtihâd ihtilâflarından doğmuştur. Fakat bu ihtilâflar, mevrid-i
nassda, yâni içtihadın dayandığı şer’i delilde değildir. Delilden meselenin
hükmünü bulup çıkarmaktadır. İçtihadlarda ihtilâflar rahmettir ve aklın
saltanatına saygıdır. Yâni, içtihadlar muhtelif ve nasslar sabittir.
İçtihad
kapısı şer’an kapanmış değildir. Asrın ihtiyacından dolayı ulemâ kendi kararlarıyla
bu yolu tıkamışlardı. Yoksa, ardına kadar açıktır. Ama, içtihâdın da,
müçtehidin de İlmî şartları vardır.
İçtihad
usûlüne, isteyen reform desin, fakat bizce böyle bir tâbiri icad ve ib’daa da
lüzum yoktur. Mesele tâbirde değildir, işin hakikatindedir; İslâm dini; içtihad
metoduyla donma ve durma yerine hareket ve hayatiyetini sağlamıştır.
Bütün
bunlardan sonra anlaşıldığını umuyor ve tekrarlıyorum:
İslâm
itikadınca Allah Rabb’ülâlemindir, filân kavme münhasır Allah değildir. İslâm
dini insan cinsinin umumunun dini ve daveti umumunadır. Bize mahsus şeriât
değildir. Bundan dolayı geniş topluluktan ayrılamayız, kendi başımıza İslâm
dinine yeni şekiller sokamayız. Yapılmağa kalkışılırsa, bu reform değil, icâd
olunmuş yeni ve başka bir din olur. Yapanlar vardır: Babiye, Bahaîye,
Kadiyanîye, Ağa Hanîye ve emsali gibi. Bunların bazısı dalâlet mezhebi,
bazıları ise uydurma dindir. Mezhepçilerinin ilim ve din bakımından değeri ve
mensuplarının İslâm topluluğunda mevkileri yoktur.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar