Print Friendly and PDF

DİPLO-DRA-MATİK ANLATILAR



BÜYÜKELÇİ KİMDİR?
Canlılar dörde ayrılır: 1) İnsanlar, 2) Hayvanlar, 3) Bitkiler, 4) Büyükelçiler.
Büyükelçi, kendini insandan üstün bir varlık görür.
Hay­van? Estağfurullah! Bitki? Hiç değildir. Onun için, "dördüncü tür"dür.
Diplomat, hedefi olan büyükelçiliğe varınca üstüne bir hal­ler gelir. Ben de büyükelçi oldum. Dördüncü tür oldum mu?
Bil­miyorum. Tanıyanlar söylesin. Sh: 10
**
ARAPLARIN BİRLİĞİ - İSRAİL'İN CİNLİĞİ
Nijerya’daydım. Başkâtibim ama, büyükelçi olmadığı için maslahatgüzarım. Böyle olunca da milli günlere, davetlere gidi­yorum. Lagos'da birçok büyükelçilik var. Hemen hepsiyle arka­daş olduk. En yakın olduklarımız da Araplar. "Moslem brother" diye şapur şupur öpüşüyoruz.
Nijerya'da iç savaş (Biafra savaşı) oluyor. Bu arada İsrail- Mısır savaşı oldu: Ünlü altı gün savaşı. İsrailliler, altı günde Mı­sır'ı darmadağın ettiler. Biz de Mısırlıları teselli için büyük yakın­lık gösterdik.
Nijeryalılarla çok iyi arkadaş olmuştum. Özellikle NBC (Nigerian Broadcasting Corporation) Televizyonunun Müdürü Se gun Olusola ve karısı Elsa tiyatrocu olduklarından samimiyeti­miz çok.
Mısırlı, telefon etti: "Elimizde bir belgesel film var” dedi. "Al­tı gün savaşı sırasında İsraillilerin yaptığı kıyımı anlatıyor. Pro­paganda filmi. Televizyonda gösterilmesini istiyoruz. Sağlayabi­lir misin?”
"Segun'la konuşayım. Size bildiririm."
Segun'u buldum. Olumlu karşılar!. "Bana göndersinler, bir seyredelim. Büyük ihtimalle gösteririz.
Ertesi akşam Avustralya Milli Günü. Büyük bir garden parti veriyorlar. 5-600 kişi var. Hemen herkes orada. Gittim, Mısırlıyı buldum:
"Filmi Segun Olusola’ya gönderirseniz, seyredecekler. Gösterecekler."
Çok memnun oldu: "Ben onu Suriyeliye vermiştim" dedi. Ayak parmaklarının ucunda yükseldi. Seslendi:
"Ya Ahmed!" Eliyle işaret etti. Suriyeli geldi. Filmi istedi. Suriyeli:
"Ben onu Iraklıya verdim" dedi. Ayaklarının üstünde yüksel­di, seslendi:
"Ya Necdet!"
Iraklı geldi, ona söylendi.
"Ben onu Suudiye vermiştim." O da seslendi:
"Ya Said!" Suudi Arabistan Maslahatgüzarı geldi. O da Ku­veytliye vermiş. O çağrıldı. Abartıyorum sanılmasın. Sudanlıya vermiş. O çağrıldı. Beş dakika sonra altı Arap tartışmaya başla­dılar. Tabii, heyecanlı bir Arapça tartışma olduğu için ben iyi iz­leyemiyorum. Ama "Sendeydi, bendeydi" diye birbirlerinden he­sap soruyorlar. Sonunda, ertesi gün bu işi halletmeye, filmin kimde olduğunu bulmaya karar verdiler. Benim yapacak fazla şeyim yok:
"Bulunca, lütfen Segun'a gönderin," dedim, onlardan ayrıl­dım.
Artık partinin dağılma zamanı. Gittim, ev sahibi Avustralya Yüksek Komiseri ve eşine veda etmek üzere kuyruğa girdim. Bi­raz sonra, omzuma biri dokundu. Döndüm: İsrail Maslahatgüza­rı! En tatlı gülücüğüyle sordu:
"Ne konuşuyordu o arkadaşlar öyle gümbür gümbür?"
"Kimler?"
"Araplar!"
Canım sıkıldı. Sustum. O halinden gayet memnun:
"Filmi arıyorlar, değil mi?"
"Ne filmi?"
"Propaganda filmi. Mısır’ın filmini.. Ama bulamazlar."
"Neden?"
"Film bende de ondan."
Sh:11-12
(Anlayana sivrisinek saz)
**

LAF ALMAK!.
Diplomatların bir görevi de enformasyon toplamak, merkezi bilgilendirmektedir. Kokteyllerde, yemeklerde birbirleriyle, ev sa­hibi ülkenin diplomatlarıyla, aydınlarıyla, gazetecileriyle konuş­malar yaparlar. Kendilerine göre sorular sorup, aldıkları cevap­ları değerlendirirler, rapor ederler. (Sevgili arkadaşım Çiğdem'in deyimiyle "dedikodu" yaparlar.)
Hayali bir örnek:
Diyelim bir Avrupalı diplomat, hiç ilgisi ol­mayan bir ülkede, Afrika ya da Güney Amerika'da bir başkentte bir Türk meslektaşına iki kadeh arasında şöyle bir laf eder: "Ama Kıbrıs sorununun çözülmesi için, önce Türk askeri birlikle­rinin adadan çekilmesi gerekir."
Türk diplomat, Kıbrıs sorununun geçmişini, tüm boyutlarını anlatır, uluslararası kamuoyundaki yankıları değerlendirir. Azın­lık haklarından, eşitlikten söz eder, ayrıntılarıyla Türk tezini sa­vunur. Öbürü cevaplar verir, yorumlar yapar. On on beş dakika sonra konu kapanır. Başkalarıyla sohbete geçerler. Ertesi gün, Türk, Ankara'ya yazar:
"Bir vesileyle görüştüğüm falanca meslektaşıma haklı da­vamızı anlattım. İkna olmuş göründü."
Muhtemelen, öbürü de kendi başkentine şöyle yazmıştır:
"Anladığım kadarıyla, Türklerin Kıbrıs'taki askeri birliklerini çekmeye niyetleri yok."
Bir hikâye:
İki Parisli delikanlı bir taşra kentine giderler. Çapkınlık ede­cekler. Ne yapacaklarım düşünürler. Şaraplarını yudumlarken biri: "Bir fikrim var. Kalk, kiliseye gidelim." Öbürü anlamaz, ama giderler. Bitirim Fransız, günah çıkarma hücresine girer, papa­za:
"Muhterem peder, buraya yeni geldim. İstemeyerek bir gü­nah işledim. Kasabanın güzel, hafifmeşrep bir kadınıyla iş tut­tum. Şimdi vicdan azabı çekiyorum."
"Allah günahını affetsin evladım," der papaz, "Kimdi bu gü­zel hafifmeşrep kadın?"
"Söyleyemem muhterem peder. Bağışlayın?"
"Fırıncının baldızı mı?"
"Hayır efendim."
"Posta şefinin kız kardeşi mi?”
"Hayır efendim."
"Kırtasiyecinin kız kardeşi mi?”
Delikanlı gene cevap vermez. "Söyleyemem, özür dilerim," der. Papaz, dua eder, onu kutsar. Dışarı çıkınca, arkadaşına:
"Yürü Paul, üç fıstık adresi aldım," der.
İşte diplomatlar da çok kere hikâyedeki papaz örneği, laf alacağım der, laf verirler. Ya da karşılıklı laf aldık sanırlar.
Bu laf alma konusunda bir de mektup aktarayım:
Genç ve bekâr bir Türk diplomatı, en sıkı komünist rejim devrinde Moskova'ya atanıyor. Üç ay sonra Ankara'daki arka­daşına şunları yazıyor:
"Hayat tatsız, pek çok şey bulunmuyor ama, kadın-kız ola­yı çok rahat. Akşam sefaretten çıkınca, atlıyorum arabaya, oto­büs duraklarının önünde yavaşlıyorum. Gözümün kestiği, bana tatlı bakan bir genç işçi kız çıkıyor nasılsa. Alıyorum arabaya, eve.. Bir ipek çorap, bir paket çikolata, ya da birkaç dolar. Bir keyif bir keyif! Ama diyorlar ki, sakıncası varmış. Neymiş? Ağ­zımdan laf alırmış. Yahu, benim ağzımda laf olsa, Bakanlığım alır...” sh:201-202

Kaynak: Ergun SAV, Diplo-dra-matik Anlatılar, Bilgi Yayınevi Kasım 1992, Cağaloğlu - İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar