DOSTOYEVSKİ: MİSTİK CİNAYET ROMANI YAZARI
Ahmet ÜMİT
Kimi eleştirmenler Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı ile
Karamazov Kardeşlerini polisiye roman olarak adlandırırlar. Benzer
değerlendirmeler Sofokles’in Oedipus’u ve Shakespeare’nin Hamlet’i için de
yapılmıştır. Hamlet’in başına geldi mi bilinmez ama önemli tiyatro okullarında
öğrencilerin Oedipus’u dedektif giysileri içinde sergiledikleri bile olmuştur.
Gerçekten de bu yapıtların ekseninde suç, dahası cinayet yer alır. Onları
polisiye olarak tanımlanmasına yol açan da bu özellikleridir. Üç yazarın içinde
polisiye romana en yakın olanı Dostoyevski’dir.
Yazarımızın yaşadığı ve yapıtlarını kaleme aldığı
dönem, polisiye romanın doğuşuyla aynı yıllara rastlar. Fiyodor Mihayloviç
Dostoyevsky 1821 yılında dünyaya gelir. O yirmi yaşındayken ve yazar olmaya
henüz karar vermişken ilk polisiye olarak kabul eadilen Edgar Allan Poe’nun,
“The Murders in the Rue Morgue” (1841 - Morgue Sokağı Cinayeti) romanı yayınlanır.
Bu bir rastlantı değildir; insanın mayasında olan suç eğilimi, kapitalizmde
kendini olgu olarak ifade edebilecek sosyo-ekonomik bir sistem bulmuş,
hırsızlık, dolandırıcılık, yağma, cinayet, terör toplumun bütün katmanlarını
sarmıştır. Suçun edebiyattaki yansıması polisiye romandır. Suç olaylarının
yaygın olarak görüldüğü yerler ise kentlerdir. Her geçen gün artan yoksul
nüfus, suç işleme ve gizlenme olanaklarının kentlerde kırsal alana göre daha
fazla olması, suçu merkezlere kaydırmıştır.
Dostoyevski, Tolstoy ve Turgenyev gibi köyü, kırsal
alandaki ilişkileri anlatan bir yazar değil, Gogol gibi kentli bir sanatçıdır.
Bir hastanede dünyaya gelir, yoksul bir apartmanda ölür. Onun romanlarının geri
planında Petersburg, Moskova ve Rusya’nın taşra kentleri vardır. Olaylar
çoğunlukla meyhanelerde, izbe evlerde, pis kokulu sokaklarda, tavan aralarında
geçer. Dostoyevski’nin romanlarındaki suç, Sofokles ve Shakespeare’in
yapıtlarındaki gibi soyluların arasında değil, 19. yüzyıl kentlerinde toplumun
yoksul tabakalarının günlük yaşamında kendini gösterir. Aç öğrenciler,
hırsızlar, tefeciler, fahişeler, kimsesiz çocuklar, malını mülkünü yitirmişler
üst sınıfla ilişkileri içinde anlatılır. Bu ilişki ağının ekseninde mutlaka bir
suç vardır. Suç Dostoyevski ve romanları için vazgeçilmez bir temadır. Bu tema,
modern çağın çocuğu olan polisiyenin temasıyla aynıdır.
Dostoyevski’nin polisiye roman yazarlarıyla bir başka
benzer yanı da yapıtlarının çoğunun konusunu gazete sütunlarından, özellikle de
adliye haberlerinden almış olmasıdır. Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler,
Ecinniler, Budala gibi başyapıtları gazete haberlerinden esinlenerek
yazılmıştır. Bilindiği gibi polisiye romanların konuları da çoğunlukla gazete
haberlerinden alınmadır. Dostoyevski’nin üslubu da polisiye romana çok
yatkındır. O yıllarda Rus yazarları arasında da oldukça yaygın olan sayfalarca
kent, mekân, insan tanımlamalarının aksine neredeyse yok denecek kadar az
betimleme. Bu betimlemelerin çoğunda hava karanlık veya kasvetli ya da
yağmurludur. Eşyalar çürümüş kokular getirir burnumuza, evler basık ve
karanlıktır. Ama insanlar... Dostoyevski bütün projektörü insanların üzerine
tutar. Onları konuşturarak, dış görünümlerini ve daha çok iç dünyalarını gözler
önüne serer. Bu yüzden romanları zaman zaman gevezeliğe varan bol diyaloglardan
oluşur. Tıpkı polisiye romanlarda olduğu gibi yarı alaycı, kıvrak bir dil okuru
sürükleyip götürür.
“Dostoyevski’nin kahramanları sustukları sürece,
gölgelerden hayaletlerden başka bir şey değildirler; sözler, ruhlarını verimli,
bereketli hale getiren çiğ damlaları gibidirler. Konuşurlarken, kendilerinde
var olan şeyleri keşfederler, renklerini belli ederler, onları dölleyecek olan
çiçek tozunu açığa vururlar. Tartışmalar içerisinde kızışırlar, canlanırlar;
Dostoyevski’nin ürperen dehası, uyanık insana kendini tutkulara kaptırmış olan
insana bağlanmaktadır. Böyle bir insanın ruhunu kavrayabilmek için de, önce
ruhundan kopan sözleri yakalamaktadır.”(1)
Kendi ülkesinden başta Puşkin ve Gogol olmak üzere
birçok şair ve yazardan etkilenmiştir. Yabancı yazarlardan ise Schiller, Goerge
Sand, Balzac en çok okuduğu yazarlardır. Hatta Balzac’ın “Eguene Grandet”sini
Rusça’ya çevirir. Bu tür klasik yapıtların yanı sıra şiddet ve cinayet konularını
işleyen romanları da okumayı sever. İnsanlarla kolay ilişkiye geçemeyen
yazarımız Petersburg Askeri Mühendislik Okulu’ndayken, boş zamanlarında bu tür
romanları elinden düşürmez. Polisiye romana geçişte bir ara halka diye
tanımlanan Eguene Sue’nun “Paris’in Esrarı” adlı yapıtı çok sevdiği söylenir.
Suç ve cinayet konuları onu tuhaf bir biçimde çekmektedir. Yazarın gizemli bir
gerçekçiliği benimsemesinde gençlik yıllarında okunan bu romanların etkisi
olduğu da yadsınamaz. Ama bu yazarların arasında Edgar Allan Poe onu özel bir
biçimde etkilemiştir.
“Dostoyevski’nin romanlarındaki hayaller bu noktada
Balzac’tan çok Victor Hugo, E.T.A. Hoffman ve Edgar Allan Poe’ya yakındır.
1861-1862 yıllarında yayınladığı Vremya dergisinde Poe için şunları yazar:
“Hemen her zaman en garip gerçeklikleri seçmektedir. Poe, kahramanlarını en
akıl almaz fiziksel ve psikolojik konumlara sokmaktadır, ardından bu insanların
ruh durumlarını büyük bir öngörü ve şaşırtıcı bir kesinlikle betimlemektedir.(2)
Yukarıda sıraladığımız nedenlere karşın Dostoyevski’yi
polisiye roman yazarı olarak tanımlamak yeterli olmayacaktır. Tıpkı onu,
ideoloji ya da psikoloji yazarı olarak tanımlamanın doğru olmayacağı gibi.
Dostoyevski’nin üslubu, yapıtlarının içeriği, bildirisi kendi sancılı yaşamının
bir yansımasıdır. O yaşadıklarından çıkardıkları sonuçları, hem de bilincinde
psikolojisinde büyük yaralar açan sonuçlarıyla kâğıda dökmüştür.
Dostoyevski’nin yapıtları, tinsel dünyasının bir haritasıdır. Ama bu öyle bir
haritadır ki, onu bakarak kendi tinsel dünyamızda da bir yolculuğa çıkabilir;
insanın tinsel yapısı üzerine önemli yöntemsel bilgiler edinebiliriz.
Dostoyevski’nin polisiye romandan ayrıldığı yer tam da burasıdır.
Dostoyevski’nin yapıtlarında önemli olan suç ya da
cinayetin gizemi, suçlunun kim olduğu merakından çok, suçun insan psikolojisi
ve yazgısı üzerindeki etkileridir. Yazarımıza göre suç insanoğlunun varoluş
biçimlerinden biridir. Ama hiçbir zaman tek başına ele alınamaz. Suç, yaşanıp
sona eren bir süreç değildir. İnsanın iç dünyasındaki birçok öğeyi harekete
geçirir. Basit bir vicdan azabı değildir ortaya çıkan. İnsan varlığının
sorgulanmasına kadar uzanan geniş kapsamlı bir düşünsel sistem, bir dünya
görüşüdür. Sürekli devinim halindeki bir su kitlesine benzeyen insanoğlunun
tinsel dünyasında birçok itkiyle birlikte yer alır suç. Zaman zaman farkı güdü
ve isteklerin arasına gizlenir, bazen de en kaba ve bencil biçimiyle ortaya
çıkar.
Sigmund Freud, “Dostdoyevski ve Baba Katilliği”
başlıklı makalesinde yazarımızın kişiliğinde yaratıcı sanatçı, sinir hastası,
ahlakçı ve günahkâr olmak üzere dört ayrı kimlikten söz ediyor ve ekliyor.”...
Dostoyevski’nin konularını seçerken sert, katil ruhlu, bencil kişileri ayırarak
kendisindeki bu gibi eğilimlere işaret etmesinden ve kumar tutkusu, genç bir
kıza tecavüz etmesi gibi yaşamındaki belli olaylardan geldiğidir.
Dostoyevski’nin kendisini kolaylıkla katil yapabilecek çok kuvvetli yıkıcı
içgüdüsünün gerçek hayattan en çok kendisine çevrildiğini (dışa dönük değil,
içe dönük), böylece suçluluk duygusu ve mazohizim olarak ortaya çıktığını
anlamak buradaki karşıtlığı açıklar... Buna göre Dostoyevski, küçük şeylerde
başkalarına, büyük şeylerde kendisine karşı sadist, daha doğrusu
mazohistti-yani en sakin, en iyi, en yardımsever bir insan”(3)
Freud’un söz konusu makaleyi kaleme almasında, ünlü
“Oedupus Kompleksi” teorisini ispatlama kaygısı ağır basar. Ünlü bilim adamı
aynı kaygıyla Oedipus ve Hamlet’i de sık sık örnek vermiştir. Bilimsel bir
teoriyi anlatmak için yazınsal yapıtları ve kişilikleri örnek vermek belki
konunun daha iyi kavranması sağlayabilir ama yapıtı da sınırlar. Sınırları
sonsuza ulaşan imgesel düşünce, soyut mantıksal düşüncenin cenderesine sokulur.
Sanat yapıtını incelerken amaç bir teoriyi ispat etmeye dönüşünce öznelliğe
düşmek de kaçınılmaz olur. Ama Freud’un yazdıklarında önemli bir gerçek vardır
ki, o da Dostoyevski’yi hiçbir zaman terk etmeyen suçluluk duygusudur. Bu
duygunun kökeninde baskıcı bir ailede büyümenin getirdiği sakıncalardan tutun
da, kendi kölelerinden 16 yaşında bir kızı hamile bıraktığı için öldürülen
babasının trajik sonundan duyduğu utanca, kendi kişiliğindeki sapkınlıklardan,
sanayileşmenin başlarında olan Rusya’da cesur düşüncelerle dolu ama bağımsız
davranabilme yetisi henüz gelişmemiş bir aydın olmanın getirdiği ağır yüke
kadar bir dizi neden sıralanabilir.
Yazarımız tinsel dünyasında fırtınalar koparan bu
suçluluk duygusunu evrensel boyutta algılar. Kendi kişisel deneyimleriyle,
toplumların tarihsel deneyimleri birleşir. İmgeleminde insanlığın manevi
görüntüsü canlanır. Ama bu hoş bir görüntü değildir. Çelişkili, tutarsız bir
kişilik, sömürü, yıkım ve ölümlerle dolu bir tarih. Böylece dibe kadar iner
yazarımız. İnsanın çaresizliğine, zavallı bir yaratık olduğu sonucuna ulaşır.
Başyapıtların habercisi sayılan “Yeraltından Notlar” adlı yapıtında bu
düşüncesini anlatır.
“Son derece onurlu bir adamım ben. Evhamlıyım; bir
kambur, bir cüce kadar alınganım. Gene de öyle zamanlar oldu ki birisi yüzüme
bir şamar aşk etse sevinç duyardım belki... Ciddi söylüyorum; herhalde bunda
bambaşka bir zevk bulabilirdim. Bu şüphesiz kederden doğan, fakat kederin
derecesi, insanın içinde bulunduğu durumun zorluğu nispetinde tadı artıran bir
zevktir. Tokadı yiyince insan maneviyatı hırpalanır, pestil gibi ezilir. Bana
en çok dokunan her zaman, her yerde haklı veya haksız bir çeşit tabiat kanununa
uyar gibi herkesten önce kendimi suçlu görmemdi.”(4)
Dostoyevski’ye göre insanoğlu ruhsal özürlüdür. Bütün
iyi niyetine, kahramanca dünyayı değiştirme ideallerine karşın henüz kendi
kişiliğindeki olumsuzlukları bile gideremeyecek kadar, iradesiz, korkak ve
basit bir yaratıktır. Onu böyle bir sonuca götüren yaşadığı yüzyıldaki
insanlığın durumu, birlikte yaşadığı kişiler üzerindeki gözlemi ama daha çok
kendi yaşam deneyimidir.
Kendi yaşam deneyimini aktarmada son derece dürüst
davranır Dostoyevski. Yapıtları düşüncelerindeki çelişkiyi, kararsızlığı,
umutsuzluğu gizleyip saklamaya gerek görmeden anlatır. Bu yönüyle başta Franz
Kafka olmak üzere birçok yazara öncülük edecektir.
1849 yılında yaşamının akışını değiştirecek çarpıcı
bir olay meydana gelir.
Dostoyevski kendini tümüyle yazın çalışmalarına vermek
için askerlikten ayrılmıştır. Bir yıl sonra Şair Nekrassov ve eleştirmen
Belinski ile tanışır. Biraz da bu arkadaşlarının etkisiyle ütopik sosyalist
Fourier’in öğretisini okumaya başlar. O yıllarda ütopik sosyalizm Rus aydınları
arasında oldukça yaygındır. Avrupa aydınlarının aksine Rus aydını
bağımsızlıktan yoksun olduğu için, kendini halktan soyutlayamaz. Kurtuluş
düşleri halkla, köylülerle birliktedir. Ama halk ve köylüler çoğu zaman böyle
bir kurtuluş sorunları olduğunun bile farkında değillerdir. Bu yüzden Rus
aydını o ünlü Slav umutsuzluğunu ve karamsarlığını taşır. Avrupa’da 1848
devrimlerinin patlak vermesiyle Rusya’daki baskılar da artar. Dostoyevski
eğitim çalışmaları yaptığı ve bir takım önemsiz eylemler de gerçekleştirdiği
Petraşevski grubun üyesi olarak tutuklanır. Çar’ın ustaca düzenlenmiş oyunuyla
ölüm cezasıyla yüzyüze gelip, son anda Sibirya’ya sürgün edilir. Dostoyevski
Sibirya’da sürgündeyken büyük bir düşünsel dönüşüm yaşar. Çar’a karşı çıkan,
bildiriler imzalayan yazarımız sürgünde değişir; cezasını işlediği suçun bedeli
olarak algılar ve Çar’dan af diler. Sibirya’nın Omsk bölgesinde cezasını
çekerken sıradan insanlarla karşılaşır. Onların yaşamından etkilenir. Rus
köylüsüne hayranlık duymaya başlar. Çünkü Rus köylüsü alçakgönüllüdür, kime
yalvaracağını bilmektedir. Üstelik acı çekilerek varılacak olan kurtuluş
düşüncesine gönülden bağlıdır.
Ortodoks inancından alınan bu düşünceye göre suç
işlemek, ceza görmek başka anlamlar kazanır. Acı çekilmeden, manevi kurtuluşa
ulaşmak olanaksızdır. Bu yüzden suç ve ceza, acıyı yaratarak tinsel olgunluk
için bir gereklilik halini almaktadır. Bireyselden toplumsal kurtuluşa uzanan
bu çileli köprüde suç arındırıcı bir işlev yüklenmektedir. Dostoyevski’nin
başyapıtlarının finalinde tinsel dinginliğe ulaşmak ya da yıkılış vardır. Suç
ve Ceza’da Raskolnikov gerçek mutluluğu bulur, Budala’da Mişkin katı dünyanın
acımasızlığı karşısında yeniden akıl hastanesinin yolunu tutar. Ecinniler’de
Stavrogin tinsel açmazdan kurtulamadığı için intihar eder, Karamazov
Kardeşler’de ateist İvan delirir, Dimitriy kürek cezasına çarptırılır, ama
Alyoşa inançlı bir insan olarak tinsel dinginliği hep koruyacaktır.
Dostoyevski’nin kendi düşüncelerini en iyi biçimde
anlatmak için suç temasına gereksinimi vardır. Buradaki suç, klasik
polisiyedeki suç temasından oldukça farklıdır. Yalnızca merak uyandıracak bir
öğe olarak yer almaz romanda. Yazarımızın düşüncelerini açıklaması için,
kahramanlarının ruhsal dünyasını alt üst etmesi, büyük düşünsel depremler
yaratması için suça ya da cinayete gereksinimi vardır.
Raskolnikov önce mantığını, saf aklı kullanır. O
gencecik, topluma yararı dokunacak bir öğrencidir. Ama parasızdır. Bugünü ve
geleceği belirsizdir. Oysa yaşlı tefeci kadın, topluma hiçbir yararı
dokunmadığı halde Raskolnikov’un gereksindiği paraya sahiptir. Onu öldürürse
yalnızca kendisi değil, bir anlamda toplumun da geleceği kurtulacaktır. Böylece
öldürmenin doğru olduğunu düşünür. Ve eylemi gerçekleştirir. Ama sonra onu
insan yapan başka güdüler devreye girer ve pişmanlık duyar. Bu pişmanlık onun
akla dayalı düşünsel sistemini de değiştirecektir. Ecinniler’deki Stavrogin,
yarım akıllı nişanlısının ölümünü engellemediği için, belki de Şatov’a
düzenlenecek suikaste göz yumduğu için kendini öldürür. İvan Kara- mazov içten
içe babasının ölümünü istemekte, hatta bunu sesli olarak dile getirmektedir ama
adam öldürülünce düşüncesi değişir.
Kahramanlarının düşünceleri bir suç ve onun
sonuçlarına yaklaşım temelinde anlatılır, değerlendirilir ve değişime uğrar.
Ama Dostoyevski düşüncelerini hiç bir zaman didaktik bir tarzda anlatmaz.
Kahramanlarının kendi düşünceleri vardır. Ateist İvan sonuna kadar görüşlerinde
ısrar eder, ikna olmadığı için de çıldırır. Ecinniler’deki Stavrogin de işin
içinden çıkamadığı için kendini öldürür.
“Arnold Hauser, ‘Bir yazarın dünya görüşünü belirleyen
şey hangi tarafı tuttuğundan çok, kimin gözleriyle dünyaya baktığındadır,’ der.
Ve Dostoyevski dünyaya bütün kişilerinin gözüyle bakar. Kişilerini tüketir,
varlıklarının bütün olanaklarını sonuna kadar kullanır. Hiçbiri utanç ve
aşağılanmadan kaçamaz, hiçbiri saldırıdan kurtulamaz. Dostoyevski’nin
dünyasında hiç kimse bağışlanmaz, ama çok büyük bir avunç vardır; hiç kimse de
dışarıda kalmaz.”(5)
Dostoyevski Batı Aydınlanmasıyla Rus mistisizmi
arasında sıkışıp kalmış 19. yüzyıl Rus aydınlarının en özgün temsilcisidir. Rus
aydının batı ile doğu arasındaki çelişkisini benliğinde en çok duyan, en yakıcı
olarak yaşayan ve buna kişisel çözüm yolları arayan yazardır. İki uçtan yana da
olmaz. Bir sentez peşindedir ama Rusya topraklarındaki kültür buna olanak
tanıyacak kadar gelişmemiştir. Aklı ona aydınlanmanın yanında yer almasını
söyler, ama yaşadığı toprağın dinsel kökenli kültürü onu inanca çeker. Bir
psikolog titizliğiyle incelediği insan tinselliği de kafasını karıştırır.
Şiddetle şefkatin, doğrulukla sapkınlığın, şeytanla meleğin birarada bulunduğu
insanın iç dünyası, onu korkutur. Bu korku daha büyük bir gücün varlığına
gereksindirir onu. O güç insana yol gösterecek, ruhunu olgunlaştıracaktır.
Karanlıkta kaldığı için de büyüklüğü, gücü daha etkili olacaktır. Bu Tanrı’dan
başkası değildir. Ama Tanrı bütün insanlığın değil yalnızca Rusların
tanrısıdır. İnanç da ulusal-dini bir inançtır.
“Uluslar bütünüyle değişik bir güç tarafından
biçimlendirilip, hareket ettirilmektedirler. Bu gücün nereden kaynaklandığı
hiçbir zaman açıklanamamıştır. Bu güç bir amaca ulaşmanın önüne geçilmez
isteğidir. Aynı zamanda da bu amacın inkârıdır. Bu güç hayatın yorulmadan,
sürekli olarak olumlanması ve ölümün inkârıdır. Kutsal kitabın dediği gibi, bu
güç bir estetik ilkesi, bir ahlak ilkesidir.... Hiçbir zaman bütün ulusların
ortak bir tanrısı olmamıştır. Uluslar ortak bir tanrıya inanmaya başladıkları
zaman ölürler. Halklar ve inançları da ölür. Bir ulus ne kadar güçlüyse tanrısı
o kadar farklıdır ötekilerden.”(6)
Dostoyevski batıya dönük mantığıyla Tanrı’nın
varlığına karşı çıkar. Üslubunu gerçekçi-devrimci yapan etken de budur. Ama insanlığın
açmazlarını kendi yaşam deneyiminden de yola çıkarak düşündüğünde Tanrı’ya
inanmak gerektiğini söylemek zorunda kalır. Bu sözlerin altında uygarlığın
tıkandığını hisseden bir sanatçının eleştirileri vardır. Belki de Dostoyevski,
modernizme yönelik ilk tartışmaları başlatmaktadır. Saf aklı eleştirmekte,
insanı yalnızca akıldan oluşan bir yaratık olarak gören mantığa karşı
çıkmaktadır. Çözüm önerileri yanlış olabilir ama sorunu can damarından
yakalamıştır. Çünkü o insana bakmakta ve mutsuzluğu görmektedir. Yürürlükteki
sistem bu mutsuzluğu önleyeceği yerde onu üretmekte, insandaki kötülüğü
azdırmaktadır. Oysa insan bu kötülüklerden kurtulabilir. İşte bu noktada
Dostoyevski çözüm olarak eski olanı önermekte, mutluluğa ancak, büyük
acılardan, büyük aşağılamalardan sonra ulaşabileceği yanlış düşüncesini dile
getirmektedir. Büyük acıları, büyük trajedileri yaratan ise genellikle suçtur.
Dostoyevski bu yüzden suça yatkındır. Ya da tersi suça yatkın biri olduğu için
bir ulusal-Tanrı düşüncesine gereksinimi vardır.
“Yine de Dostoyevski dünya çapında önemli bir
yazardır. İnsanlık soyunun ve kendi ülkesinin buhranlı durumunda, imgelemsel ve
kesin anlamlı sorular ileri sürmesini bildi. Öyle kişiler yaratmıştır ki,
bunların alınyazıları ve iç dünyaları, öbür kişilerle çatışmaları ve karşılıklı
ruhsal ilişkileri, insanları ve fikirleri kabul edip etmemeleri, normal hayatta
olduğundan daha çabuk, geniş ve derin bir şekilde o çağın bütün manevi ve
ahlaki gelişiminin imgelemsel olarak önceden sezinlenmesi ve yaşanması
Dostoyevski’nin yapıtlarının güçlü ve tükenmez çekiciliğini sağlar.”(7)
Görüldüğü gibi Dostoyevski’nin romanlarındaki suç,
polisiye romanlardan oldukça farklı bir tarzda ele alınır. Gerçi Suç ve
Ceza’da, Karamazov Kardeşler’de, hatta Budala’nın son bölümünde cinayet
sahneleri, değme polisiye romanlara taş çıkartacak denli büyük bir gerilim
yaratılarak kaleme alınmıştır. Ama sonra cinayet ve onu saran gizem kayar,
suçun kahramanlar üzerindeki ağırlığı kalır. Onu büyük yaratıcıların arasına
sokan da, o tuhaf dehasının bulduğu bu ilginç yöntemdir. Başyapıtlarının
ekseninde yer alan suç insan yazgısıyla ilgili trajik muğlaklıkları yaratan bir
öğe olarak rol oynar. Oysa klasik polisiyede-klasik polisiye diyorum çünkü,
günümüzde suçu trajik boyutlarıyla anlatan, cinayeti bir motif, bir dekor
olmaktan kurtaran polisiye romanlar da yazılmaya başlanmıştır-suç “şey”leşmiş
halde yer alır.
“Geleneksel olarak, bir zihin meşguliyeti bakımından,
ölüm, antropolojik bir sorun (büyü, ilahiyat, felsefe) ya da bireysel bir trajedi
(kurumlaşmış din, edebiyat, psikoloji) olarak ele alınır. Dedektif romanını
özgül bir edebi tür olarak gelişiyle birlikte, bu gelenekte belirgin bir kopuş
meydana gelir. Ölüm-ve özgül olarak da cinayet- polisiye romanın bizzat
merkezinde yer alır. Şiddete dayalı bir ölüm içermeyen böyle bir tek roman zor
bulunur. Ama polisiye romanda ölüm, insanın yazgısı olarak ya da trajedi olarak
ele alınmaz. Ölüm, orada bir soruşturma nesnesi haline gelir; yaşanan, acı
çekilen, korkulan ya da karşısında savaşılan bir şey değildir. Teşhir edilecek
bir ceset, analiz edilecek bir şey haline gelir. Ölümün şeyleşmesi, polisiye
romanın bizzat can damarıdır.
Ölümün polisiye romandaki bu şeyleşmesi fenemone,
insan mukadderatıyla ilgili zihin meşguliyetinin yerine cinayetle ilgili zihin
meşguliyetinin konmasına varır.... büyük edebiyatta-Sofokles’ten Shakespeare’e,
Stendhal’e, Goethe’ye, Dostoyevski’ye, Dreiser’e dek- meydana gelen
cinayetlerle polisiye romanlardaki cinayetleri birbirinden ayıran çizgi işte
budur.”(8)
Dostoyevski’yi polisiye roman yazarlarından ayıran bir
başka özellikte, kurgularının bir polisiye roman kurgusuna göre çok daha
dağınık ve karmaşık olmasıdır. Oysa polisiye roman bir bütünsellik içerir, olay
örgüsündeki yan öyküler ana eksene bağlanmalı, var olan sorulan yanıtlarken
yeni sorular ortaya atmalıdır. Dostoyevski romanlarında ana eksenle ilgili
olmayan öyküler de anlatır. Böylece kurguyu bozar dağıtır. Polisiye roman bu
yönetimi kabul edemez; çünkü bütün kurgu bozulmaya, iskele çarpıklaşmaya
başlar. Böyle bir iskelenin üzerinde sağlam bir polisiye doku oluşturulamaz.
Bütün bu sıraladığımız nedenlere karşın Dostoyevski
giderek daha çok polisiye roman yazarı olarak anılmayı sürdürecektir. Çünkü
günümüzde polisiye ile öteki roman türleriyle içiçe geçmektedir. Borges,
Dürenmatt, Robe-Grillet gibi bu türde ürün vermeyen yazarlar bile polisiye
yazmışlardır. P. Modiano ve Paul Auster gibi yazarlar ise polisiyenin sağlam
yapısının üzerine konularını oturtmayı seçmişlerdir. Günümüzde kimi yazarları,
Patricia Highsmith örneğinde olduğu gibi polisiye yazarı mı, değil mi ayırt
etmek bile zorlaşmaktadır. Yani Dostoyevski’nin kimi yapıtlarının polisiye
sayılması çok da yanlış değildir.
Dünyanın en büyük yazarlarından biri olan bu tuhaf
adamın yapıtlarını yeniden okumaya, polisiye mi, değil mi, kendiniz karar
vermeye ne dersiniz?
(1) Dünya Fikir Mimarları/ÜçBüyük Usta/Stefan
Zweig Çev: Dr. Ayda Yörükân/İş Bankası Yay. s. 154
(2) Dostoyevski’nin Mirası/ Dünya Edebiyatı
Bağlamında “Suç ve Ceza”/Klaus Stadtke/Derleyen: Oğuz Özügül/Pencere Yayınları,
s.61)
(3) Dostoyevski ve Baba Katilliği/Sigmund
Freud/Çev.:Oya Berk/ Yeni Dergi Nisan 1970 sayı: 67
(4) Yeraltından Notlar/Dostoyevski Çev: Nihal
Yalaza Taluy, MEB Yay. s 9-10
(5) Dostoyevski Kurtuluş Politikası/Irwing Howe
Çev: Melika Arduman/Yeni Dergi Ağustos 1971 Sayı: 83
(6) Ecinniler/Dostoyevski/Çev: İsmail Yerguz,
Engin Yay. Cilt I s.288
(7) Dostoyevski/György Lucaks/Çev: İsmail
İzgü/Yeni Dergi Kasım 1970 Sayı: 74
(8) Hoş Cinayet/Enest Mandel/ Çev: N.
Saraçoğlu-Bülent Tanatar, Yazın Yay. s. 62)
Erişim:
http://www.usdusunveotesi.net/yazilar2.asp?yno=189&bant=7&katno=7
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar