Print Friendly and PDF

DR. HİKMET ALİ KIVILCIMLI

Bunlarada Bakarsınız



(Not: Her insanın bir davası vardır. Birde kişiliği. Öyle şahsiyetler var ki, ancak tuzu biberi kendi yemeğinden başka bir yere dökülmüyor. Bu millet çalışan/fedâkar insanlara muhtaçtır. Defineye sahip olmak mümkündür. Ama paylaşmak, insanların fikir dünyasına birşeyler katabilmek ise ancak Allah Teâlâ vergisidir. Geçenlerde bir arkadaş ile sohbet ederken Hikmet Kıvılcımlı hakkında bahis geçmişti. Bende fazla bilgim yok dedimsede araştırayım dedim. Birçok eserinin ilk baskılarını kütüphanelerde gördüm. Sitede onun eserlerinden birkaç bölüm  paylaşayım dedim ama, talebeleri ve sevenleri bu işi çoktan yapmışlar. Hazırlamışlar. Beni üzen taraf ise, bir kesim tarafından ötekiye düşmüş güzel insanların durumundan kendime şu hisseyi çıkardım. Ne olursan ol insanlık için bir şeyler yapmak iste. Muhakkak Allah Teâlâ kullarına hizmet edeni sevindirecektir.

Hikmet Ali Kıvılcımlı, (1902, Priştine - 1971, Belgrad) Komünist lider ve kuramcı, yazar, yayıncı ve çevirmen.
Babası Priştine'de posta telgraf müdürü Hüseyin Bey, annesi Münire Hanım'dır. 17 yaşında gönüllü olarak Kurtuluş Savaşı'na katıldı, Yörük Ali Efe çetesinde Kuvayı Milliye gönüllüsü oldu, Köyceğiz Kuvayı Milliye Askerî Kumandanlığı görevinde bulundu. Liseyi Vefa Lisesi'nde okuduktan sonra sınavla İstanbul Tıp Fakültesi'ne girdi. Öğrencilik süresince direniş faaliyetlerini sürdürdü, Kurtuluş, Aydınlık gibi TKP yayınları yoluyla giderek komünist fikirlerle tanıştı ve 1920'lerin başında Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi oldu. 1925'de TKP'nin Beşiktaş Akaretler'de gerçekleştirdigi 2. kongrede TKP Merkez Komitesi'ne seçildi. Merkez Komite içerisinde gençlik sorumlusu olarak görev aldı. Aynı yıl Aydınlık gazetesinde ilk yazıları yayınlanmaya başladı. 1925'ten hayatının sonuna kadar kadar sürekli kovuşturmalara, işkencelere maruz kaldı ve toplam 22,5 yıl hapis yattı.
1925 yılında Kürt ayaklanmaları ile çıkan Takrir-i Sükûn Kanunu çıktıktan sonra İstiklal Mahkemesi'nde yargılandı ve 10 yıl kürek cezası aldı. 1 yıl hapis yattıktan sonra çıkan afla serbest kaldı. 1927 yılında Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir'in partiden ayrılması ve parti arşivini polise teslim etmesi ile diğer parti üyeleriyle birlikte tutuklandı. 3 ay tutuklu kaldı.
1929 yılında İsmail Bilen'in (Laz İsmail) İzmir Davası'ndaki provokasyonu nedeniyle 4,5 yıl yeni bir mahkumiyet aldı[1]. 1938 yılında Nazım Hikmet'le birlikte yargılandığı Donanma Davası'nda 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı, 12 yıl yattıktan sonra tahliye oldu. 1954 yılında legal Vatan Partisi'ni kurdu. 1965 yılında Tarihsel Maddecilik Yayınları'nı kurdu ve yönetti, Marx, Engels ve Lenin'in eserlerinden birçok çeviriler yaptı ve yayınladı, Das Kapital'in bir bölümünü çevirdi. 1967'de İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği'ni (İPSD) kurdu. İktisattan antropolojiye, Marksist düşüncenin tarihsel ve kuramsal gelişiminin açıklanmasına ve Türkiye'de bir işçi sınıfı devriminin strateji ve taktik sorunlarına kadar çeşitli konularda çok sayıda telif eseri ve Aydınlık, Türk Solu, (kendisinin kurduğu) Sosyalist, Ant gibi dergilerde makaleleri yayınlandı. En önemli eserleri olan Tarih Tezi kitabını 1965, Yol: TKP'nin Eleştirel Tarihi kitabını da 1932 yılında yayınladı.1971 yılında ağır hasta olduğu için yoldaşları tarafından tedavi için yurt dışına çıkarıldı. 11 Ekim 1971'de Belgrad'da öldü.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Hikmet_K%C4%B1v%C4%B1lc%C4%B1ml%C4%B1
*******
 Ahmet Kale

 1902’de Priştine’de doğup, 1971 yılının 11 Ekim’inde Belgrad’da kaybettiğimiz Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye Sosyalist Hareketi’nin önemli bir teorisyeni, yaşamını insanlığın sınıflı toplum belâsından kurtuluşuna adamış önemli bir bilim insanı, örgütlü pratik mücadeleden geri durmamış, devrimci duruşuyla örnek bir eylemci, örnek bir insandır.
Çok genç yaşında, emperyalist işgale karşı silahlı direnişe de katılan Kıvılcımlı, nihayet Askeri Tıbbiye öğrencisi iken, Türkiye Komünist Partisi hücresinde örgütlü olarak işçi sınıfının ve insanlığın sınıflı toplum belâsından kurtuluşu mücadelesine katılır ve son nefesine kadar da bir an bile o mücadeleden kopmaz. 1925 yılındaki kongrede gençlik temsilcisi olarak seçilir. Partinin yayın organı olan Aydınlık’ın özel gençlik sayılarında Ahmet Tevfik takma adıyla yazıları yayınlanır. Aynı yıl tutuklanarak, İstiklal Mahkemesinde yargılanıp mahkûm olur. Böylece tutuklama, işkence ve zindan devri de açılmış olur.
1929 İzmir Tevkifatı, Kıvılcımlı’nın siyasî yaşamında önemli bir dönüm noktası olacaktır. Tutuklanma ve yargılanma sonucu, 4 yıl 6 ay hapse mahkûm edilir. O zamanki İzmir Hizmet Gazetesi’nin 29 Temmuz tarihli haberine göre: “Dr. Hikmet ise, kahverengi şapkasını giyerek, büyük bir soğukkanlılıkla; ‘Hepimiz, çıkarken Kızıl bir profesör olarak çıkacağız’ demiş ve gülmüştür.”
Hükümlülerin hepsi değil ama Hikmet Kıvılcımlı, hapishaneyi, her anını çalışarak ve üreterek geçirdiği bir üniversiteye dönüştürmeyi başarmıştır. 1933 yılında Elazığ cezaevinden çıkarken, onlarca cilt çeviri ve orijinal eserler vardır dağarcığında. 10 yıllık parti yaşamının deneyimleriyle yazdığı ve o zamanki Merkez Komiteye tartışılması umuduyla sunduğu “TKP’nin Eleştirel Tarihi: YOL” adlı 9 ciltlik eseri de bunlardandır. Bu eserler: “Genel Düşünceler”, “Yakın Tarihten Birkaç Madde”, “Parti’de Konaklar ve Konuklar”, “Parti ve Fraksiyon”, “Strateji Planı, Düşman: Burjuvazi”, “Strateji Planı, Müttefik: Köylü”, “İhtiyat Kuvvet, Milliyet: Şark” ve “Legaliteyi İstismar” başlıklarıyla bölümlenirler. YOL serisi, yazılışlarından 45 yıl sonra, 1978 ve sonrasında ancak yayınlanabilmiştir.
Bu çok önemli eserinde, eser dizisini yazdıran şartları Genel Düşünceler başlıklı bir giriş cildiyle açıklar. Daha sonra Tanzimat’tan Cumhuriyete sınıfların gelişimini inceleyen Yakın Tarihten Birkaç Madde gelir. Bu genel değerlendirme ve incelemelerden sonra artık Parti (TKP) içine döner yüzünü. Partide Konaklar ve Konuklar, adı üstünde o zamana dek Partiye katılmış, dökülmüş ya da dökülmemiş ama tümü de toplumsal sınıf ve tabakaların eğilimlerine denk düşen davranışlar göstermiş eğilimlerin sergilenmesine girişir. Sağ ve “sol” teslimiyetçi oportünizm ile hesaplaşmayı gündeminden düşürmez. “TKP’nin Devrimci Kanadı” kimlik ve kişiliği ile: Ütopizm, Uvriyerizm vb. akımları sergiler. “Politik açığa vurma” görevini her koşulda gözetir. Parti ve Fraksiyon kitabı ise, Parti’de o zamana kadar var olan fraksiyon ve fraksiyonculukları teşhir eder. Anarko-bundizm, kuyrukçuluk, otzovizm, ültimatomculuk gibi sapmalarla savaşır. Bunlardan sonra 4 kitaplık Strateji bölümü gelir. TKP’ye, bundan sonra izlemesi gereken strateji planı önerilir. İlk bölümün adı zaten Strateji Konusu’dur. Bu bölümde genel olarak stratejinin tanımı ve önemi anlatıldıktan sonra, diğer bölümlerde, Türkiye’nin sınıf mevzilenmelerine göre bu strateji planı somutlaştırılır. İkinci bölüm Düşman: Burjuvazi’dir. Burada Türkiye Finans-Kapitalinin gelişiminden çok, o günkü örgütlülük düzeyi ve Kemalizmin nasıl bir ekonomik-siyasî ağla ülkeyi boyundurukladığı anlatılır. Daha sonraki Müttefik: Köylü bahsinde, işçi sınıfının en yakın müttefiki olan yoksul köylülüğün içinde bulunduğu durum incelenip, Parti’ye bu kesimi devrim mücadelesine kazanmanın yolları, Menemen Olayı’nda gericilerin örgütlenme biçimi de örneklenerek anlatılır. Devrim stratejisinin en önemli konularından olan yedek güçlerde en önemlisi olan Kürt proletaryasının kazanılması konusu da Yedek Güç: Milliyet Doğu (Şark) kitabında alabildiğine işlenir. Tekmil Kürdistan Proletaryasının tek bir partide örgütlenmesi ve TKP’nin de bu örgütlenmeye nasıl “ağabeylik” edebileceği somutlanır. Ve nihayet serinin son kitabı olan Legaliteyi Kullanma (İstismar) kitabında da, gizli bir Parti olan TKP’nin yasal imkânları nasıl kullanması gerektiği ve kullanabileceği son derece ajitatif bir biçimde anlatılarak bu dev eser bitirilir. İktidar perspektifi stratejik nihai amacından bir milim sapmadan, yaratıcı, geliştirici, zengin ve devrimci taktik esneklikler gözetilir.
Cezaevinden çıktıktan sonra, “kendi elimle Parti’ye mal ettiğim” dediği Marksizm Bibliyoteği Yayınları’nı 1935 yılında kurar. Bu yayınevinden “Gündelikçi İş ile Sermaye (Marx)”, “Karl Marx’ın Ekonomi Politiği, Sosyalizmi, Taktiği (Lenin)”, “Karl Marx’ın Hayatı, Felsefesi, Sosyolojisi (Lenin)” ve “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesi’nin Sonu (Engels)” kitapları Kıvılcımlı’nın çevirileri olarak çıkar. O zamanki hayat arkadaşı ve partili devrimci yoldaşı olan Fatma Nudiye Yalçı’nın çevirdiği “Enternasyonal Açış Hitabesi (Marx)” ve “Marksizmin Prensipleri (Engels)” ile Çeviren: C. M. imzasıyla, “Maymun’un  İnsanlaşması Prosesinde Emeğin Rolü (Engels) kitapları da çeviri serisinden çıkarılır. Yine aynı yayınevi ve daha sonra kurulan Emekçi Kütüphanesi Yayınları’ndan telif eserler olarak da, “Türkiye İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı”, Marksizm Kalpazanları Kimlerdir?”, “Edebiyatı Cedide’nin Otopsisi”, “İnkılapçı Münevver Nedir?”, “Emperyalizm: Geberen Kapitalizm”, “Demokrasi, Türkiye Ekonomi Politikası”, “Marx-Engels, Hayatları”, “Sosyete ve Teknik (F.N.Yalçı imzasıyla)”, “İspanya’da Neler Oluyor (Hasan Ali imzasıyla)” ve “Sovyetlerde Stahanov Hareketi (Hasan Ali imzasıyla) kitapları ardı ardına yayınlanır. Bu yayın serisiyle Kıvılcımlı, bir yandan Marksizm’in temel kavramlarını çevirilerle yaymaya, diğer yandan da orijinal araştırmalarla işçi sınıfının sosyal ve enternasyonal kurtuluşu yolunu aydınlatmaya çalışmaktadır. Telif eserlerden Türkiye’de İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı’nda, o günkü istatistiklerle, Türkiye işçi sınıfının niceliksel ve niteliksel varlığı ortaya konur. Varlığı ve eylemleriyle proleter devrimde işçi sınıfının öncülüğü kavratılır. Edebiyat-ı Cedidenin Otopsisi kitabı, Kıvılcımlı’nın cezaevinde iken okuduğu bir Edebiyat-ı Cedide seçkisinin eleştirisidir. Bu eleştiri, Cemil Meriç’in deyimiyle “bir edebiyat eleştirisiyle, bir çağın hastalıklarının teşhiri”dir. Emperyalizm Geberen Kapitalizm, Lenin’in kitabından benzetmeyle, Türkiye Finans-Kapitali’nin nasıl gelişip, emperyalist ilişkiler içinde yer aldığını daha o günlerde (1935) ortaya koyar. İnkılapçı Münevver Nedir broşüründe, o günlerde ölen Fransız Komünisti Henri Barbusse’ün kimliğinde devrimci bir aydının karakterini tespit eder. Devrimci bir aydını, kitle adamı, parti adamı ve enternasyonalist olarak tanımlayıp, Barbusse’ü örnek gösterir. Demokrasi, Türkiye Ekonomi Politikası kitabı için ilerde kendisi şöyle diyecektir:
“Ölüm döşeğinde Mustafa Kemal, kendisini çoktan öldürmüş, mumyalamış ve içinden çıkılmaz bir mezar-ehrama gömmüş bulunan finans-kapitale en son hizmetini yaptı: Toprak reformu geveleyen İnönü’yü düşürdü.
Yerine İş Bankası haydut yatağında: ‘Bir torba altın verdim, bana bir çuval altın getirdi’ dediği Celal Bayar’ı Başvekil yaptı.
Bunu beklemiyor değildim. Hatta ‘Emperyalizm’ kitabında, yazılı olarak daha 1935 yılı, Bayar’ın 1937’de olduğu gibi, Türkiye Ekonomi ve Politikasının başına buyruk olacağını yazmış, 1950 DP saltanatını sezmiştim.
1937 Darbesi, Naziliğin Türkiye’yi finans-kapital dehlizlerinden teslim alış prosesini taçlandırmıştı.
“ … O vesile ile oturdum ‘Demokrasi: Türkiye Ekonomi Politikası’nı yazdım. Orada ne dediklerim yayınlandı” (Günlük Anılar sayfa 297)
Marx Engels, Hayatları kitabında dünyayı değiştirmenin metotlarını ve kanunlarını öngörmüş bu iki büyük insanın hayatlarından ve özel yaşamlarından kesitler vererek onları nasıl örnek almamız gerektiğini veciz bir şekilde anlatır.
Bu yayınların yanında o dönem yayınlanan Yeni Adam, Her Ay gibi dergilerde yazılar da yazmaktadır. Nihayet 1937 1 Mayıs’ından başlayarak, Karl Marx’ın “Kapital”ini fasiküller halinde yayınlamaya başlar. 20’şer sayfalık bu fasiküller ancak 7 sayı yayınlanabilir. O dönemde yazdığı ve yayınlayacağını ilan ettiği, “Din Tarihinin Materyalizmi”, “İslâm Tarihinin Materyalizmi”, “Osmanlı Tarihinin Materyalizmi” ve “Bergsonizm” adlı kitaplarını yayınlayamadan, ünlü Donanma Davası provokasyonu ile yeniden tutuklanır ve 15 yıl hüküm giyer. Sultanahmet ve Çankırı cezaevlerinden sonra 11 yılını Kırşehir cezaevinde geçirip, 1950 affıyla çıkar. Yine onlarca eserle tabii...
Burada adı geçen “Din Tarihinin Materyalizmi”, “İslâm Tarihinin Materyalizmi”, “Osmanlı Tarihinin Materyalizmi” eserleri için Kıvılcımlı’nın yayınlanmamış bir önsöz denemesinde şöyle bir saptaması var:
“1938 Yavuz davasında, gerek Osmanlı, gerek İslâm Tarihinin maddesi üzerine olan el yazmaları, gizli polisçe birer suç belgesi yerine konularak gasp edildi. Ve bir daha o el yazmalarının tek tük, eksik taslaklarından başka izini tozunu bulamadık. Hele Kur’an-ı Kerim’i satır satır izleyerek özenle temiz ettiğimiz ‘İslâm Tarihinin Maddesi’ kitabının 1. cildi bağırta çağırta yok edildi. Söz verilmişken, yıllarca sonra bulunamadığı gerekçesiyle geri verilmedi.” (Tarih Yazıları s. 12, Sosyal İnsan Yayınları)
İşte o yok edilen 1. cilt muhtemelen Din Tarihinin Materyalizmi incelemesidir. Kalan artıklar ise daha sonra Allah-Peygamber-Kitap başlığıyla toplandı. Osmanlı Tarihi üzerine yazdığı 3 ciltlik çalışması da yine Sosyal İnsan Yayınları tarafından tam metin olarak 2007 yılında tek kitap halinde yayınlandı. Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihi üzerindeki bu incelemesini hem orijinal Tarih Tezi’nin bir uygulaması, hem de bugünkü Türkiye Toplumu’nun içinden çıktığı Osmanlı toplum yapısının özgün ve alternatif bir değerlendirilmesi olarak yapmıştır.
 Bu arada 1951 yılında o zamana kadarki en büyük TKP tutuklamaları olur. Mevcut TKP yöneticileri toplanır. Kıvılcımlı son yıllarda hapiste olduğundan tutuklama dışında kalmıştır. Burjuvazinin “Komünistlerin kökünü kazıdık” demagojilerine karşılık, dışarıda kalan kadrolardan bir bölümü ve işçileri toplayarak, “İşçi sınıfının hak ve varlığını korumak” sloganıyla, 1954 yılında Vatan Partisi’ni kurar. Vatan Partisi 3 yıllık ömründe fazla bir örgütlenme başarısı gösteremez ama gerek varlığıyla, gerekse 1957 seçim kampanyasındaki faaliyetleriyle sosyalistlerin sesinin kısılamayacağını dosta düşmana gösterir. Bu dönemde-1953 yılında, İstanbul’un Fethinin 500. yılı dolayısıyla yayınladığı “Fetih ve Medeniyet” broşürüyle, daha sonra geliştirip yayınlayacağı Tarih Tezi ışığında İstanbul’un fethini yorumlar. Bu fethi, önemli bir şehrin alınmasının çok ötesinde, antika tarihte oldukça önemli bir olay olarak yorumlar. Bunun dışında daha çok parti çalışmalarına ilişkin yayınlar yapar Kıvılcımlı. Vatan Partisi’nin kuruluş gerekçesi olan “Kuvayımilliyeciliğimiz”, 1956 yılında İstanbul Üniversitesi Anayasa Kürsüsü’nün bir anketine cevaben yazdığı ve Suat Şükrü imzasıyla yayınladığı “Anayasa Teklifi” ve 1957 yılı Bütçe’si eleştirisi olarak yazdığı “Siyasetimiz” ve bir sendika kongresini hicvettiği uzun şiirden oluşan, Dede Hande ismiyle, “Soğan Ekmek Kongresi”ni yayınlar. Bu sırada, Partinin yayın organı olarak, aylık çıkan ve ancak 4 sayı yayınlanabilen “Vatandaş” gazetesi de çıkarılır. Bu yayınlardan Vatan Partisi Programı, Kuvayımilliyeciliğimiz ve Anayasa Teklifi bir bütün halinde Türkiye’nin Demokratik Devrimi’nin asgari programını oluştururlar.
1957 seçimlerine katılan Vatan Partisi, iktidar yanlılarının kışkırtma ve saldırıları altında kısıtlı bir seçim çalışması yapar. İstanbul’un Eyüp ilçesindeki seçim mitinginde yaptığı ünlü “Eyüp Konuşması”ndan sonra tutuklanır ve Vatan Partisi’ne de (Komünizm ile ilgili değil de; “Dini politikaya alet etme” gibi saçma iddialarla) kapatma davası açılır. 2 yıl süren ağır tutukluluk hali ve yargılamalardan sonra Vatan Partisi beraat eder.
Burada Eyüp konuşması üzerine kısa bir yorum yapmak lazım. Bu konuşmada İslâmiyet’in doğuş çağındaki, mülkiyete ve faize karşı olan özünün Sosyalizm açısından değerlendirilmesi yapılır. Bu bakımdan son derece orijinal ve öncü bir değerlendirmedir. Ancak konuya yüzeysel bakıldığında sanki günümüzde de İslâmiyet övülüyormuş izlenimi çıkarılmaktadır. Nitekim Kıvılcımlı için, çoğu zaman iyi niyetle ‘Müslüman Komünist’ nitelenmesi yapılabilmektedir. Kıvılcımlı ne herhangi bir dinden, ne de herhangi bir dine karşıdır. O, kendi ülkesinin insan yapısını iyi kavramış, bilinçli bir Tarihsel Materyalisttir. Kendi kaleminden yazdığı yaşam öyküsünde: “Kul ya eyyühel kafirun… suresinden materyalizme atlayış.” diyerek kendi konumunu açıkça belirtir.
Onun Devrimci Hareketimize yapmaya çalıştığı en değerli ve kimilerince bir türlü anlaşılmak istenmeyen katkısı; kendi yerli sentezimizin üretilmesi ve proletarya enternasyonalizmi ile buluşma çalışmasıdır.
 27 Mayıs olmuştur. Milli Birlik Komitesi görevdedir. İşçi sınıfının politik bir örgütü yoktur ama Kıvılcımlı işçi sınıfı adına MBK’yı yönlendirmek amacıyla iki açık mektup yazar MBK’ya. Ve Bunları “II. Kuvayımilliyeciliğimiz” adıyla kitaplaştırır.
 1965’te yeniden kitap yayınlamaya başlar. Tarihsel Maddecilik Yayınları’nı kurmuştur. Bu dönemde ilk olarak “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi” yayınlanır. Sonra, 30 yıla yakındır üzerinde çalıştığı, Antika Tarihin gidiş kanunları üzerine orijinal görüşlerini tezleştirdiği “Tarih-Devrim-Sosyalizm”, ardından da tezini somutladığı bir örnek olarak, “İlkel Sosyalizm’den Kapitalizme İlk Geçiş: İngiltere” kitaplarını yayınlar. Yine bu dönemde “Karl Marks’ın Özel Dünyası” yayınlanır. Türkiye İşçi Partisine tekliflerden oluşan “Uyarmak İçin Uyanmalı, Uyanmak İçin Uyarmalı” ve bir gazetenin yarışmasına Sadık Göksu ismiyle yolladığı “Türkçe’nin Üreme Yolları”, kitap olarak 1966 yılında basılırlar.
1967 yılı başlarında haftalık olarak yayınlayacağı “Sosyalist” gazetesini çıkarmaya başlar. İmkânsızlıklar yüzünden ancak 7 sayı yayınlanabilir gazete. Gazetesi kapanınca, o zamanlar çıkan başka sol dergilerde yoğun olarak yazmaya başlar. İdeolojik ve teorik görüşlerinin farklılıklarına bakmadan ve dönemin ilerici/sol yayın organlarından Ant, Türk Solu ve Aydınlık dergilerinde sayısız makaleleri çıkar. Bu yazıların tamamını burada sıralamayacağız ama sadece belli başlı birkaç tanesini anmak bile, onun Türkiye ve dünya meselelerindeki duyarlılığını ve ustalığını göstermemize yeter. “Deccal Kapımızı Nasıl Çalıyor?”, Çek Meselesi mi, Dünya Meselesi mi?”, “Sayın İ. İ. Paşa’ya Açık Mektup”, “ Üretim Nedir?”, “Türkiye Halkının Teşkilatlandırılması”, “Türkiye’de Sınıflar ve Politika”, “Lenin ve Türkiye”, “Çin Halk Cumhuriyeti-Kızıl Bekçiler”,” Kendimize Gelelim, Ya Birleşmek Ya Ölüm (Kanlı Pazar üzerine)”, “Ho Amca’nın Düşündürdüklerinden”, “ Genel Olarak Sosyal Sınıflar ve Partiler”, “Gençliği Azıcık Anlayalım”, “Dinin Türk Toplumuna etkileri”,  ve bunlar gibi daha onlarca yazı…
1970 yılında yeniden kitap ve yazı çalışmalarına hız verir Kıvılcımlı. Yükselen 68 hareketinin Finans-Kapitalce tuzaklara çekilmeye, özellikle üniversite gençliği üzerinde sürek avlarının düzenlenmeye çalışıldığı günlere gelinmiştir. Bir yandan işçi sınıfını ve gençliği İşçi Sınıfı Partisi’nde örgütlemek, öte yandan da her gün yükselen provokasyonlara karşı herkesi uyarmak için sağlığının bozuk, yaşının ileri olmasına bakmadan kan ter içinde çalışmaktadır. Son 2 yılda, 8’i narkozlu 13 operasyon geçirmesine karşın (Prostat kanserlidir),  kitaplar ve gazete yayınlamakta, ulaşabildiği ve çağrıldığı her yere giderek konferanslar vermektedir. 1970-71’de 26 sayı yayınlanan “Sosyalist” gazetesi, 1971 Nisan ayının sonunda sıkıyönetimce kapatılır.
Bu yıllarda yayınlanan kitaplar da: “Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu”, “Oportünizm Nedir?”, “Halk Savaşının Planları”, “Devrim Zorlaması, Demokratik Zortlama”, “Anarşi Yok! Büyük Derleniş!”, “İşçi Sınıfı Partisi Nedir: Vatan Partisi Tüzüğü ve Programı”, “27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi”, “Toplum Biçimlerinin Gelişimi”, “Metafizik Sosyolojiler” ve bazı kitapların o dönem yapılan 2. baskıları.
1971 Nisan ayında Sıkıyönetimce aranmaya başlar Kıvılcımlı. Evinden ayrılır ve ölümüne kadar geçen süre trajik bir kaçış öyküsüdür. Burjuvazi onu en tehlikeli ve baş düşman yerine koymuştur. Hakkındaki idam tehdidi ile aranmaktadır. Prostat kanserinden dolayı ölüme yaklaşmaktadır. Onun bir de dönemin burjuva resmî tarihi anlayışı ve resmî ideolojisine bulaşmış olan TKP ile de hesaplaşması ve sorunları vardır. Konuyu ve yaşanan sorunları bir de… kendi satırlarından aktaralım:
“Şimdi üç ölüm cezası ile mahkûm bulunuyorum:
1 – Prostat Adeno Karsinom başlangıcı. Yetmişinde insan için tabii idam hükmüdür. Ona bir diyeceğim yok. Ondan kaçamam.
2 – Türkiye’de Sıkıyönetim Mahkemesi: ‘Yılanın başı’, ‘Azılı komünist’ olarak, idam cezasıyla tevkifime karar verdi. Bunu da sosyal ve politik bakımdan ‘tabii’ sayıyorum. Bundan kaçtım.
3 – Nerede ve hangisi olduğunu bilmediğim bir ‘Türkiye Komünist Partisi’, beni bu sıra Parti’den atmış. Bu moral ‘idam’ kararını artık ‘tabii’ bulamıyorum. Ve kaçamıyorum.
1. ve 2. ölüm cezaları olacağına varır. 3. ölüm cezasına karşı hiç değilse burjuva mahkemelerindeki kadar savunma hakkımı kullanmazsam, bu savaş dünyasından giderayak, son görevimi yapmamış olurum.”.....
 “1971 Haziranı Sofya’da -bana değil, yanımdakilere- benim ‘Türkiye Komünist Partisi’nden atıldığım söylendi.
O güne dek, ‘Parti’ adına hiç kimse bana özel yaşantım veya ideolojim açısından en ufak bir eleştiri yahut bildiri yapmadı. Düşünce ve davranışlarıma karşı yalnız ‘saygı’ gösterileri duydum.”
İşte bu üç ölüm cezası el ele vererek, biri diğerinden zerrece farklı ve insaflı olmadan, bu büyük proleter devrimcinin, ülkesinden, kavgasından ve sevdiklerinden uzakta, Yugoslavya-Belgrat’ta bir hastanede ölmesini sağlarlar.
11 Ekim 1971 günü aramızdan ayrıldı Kıvılcımlı.
Aramızdan ayrılışının üzerinden 40 yıl geçmiş. Bu yıllarda Kıvılcımlı’yı anlama ve anlatma yolunda iyi niyetli birçok girişim oldu. Ancak bu kadar yıl sonra bile yeterince anlaşıldığı ve anlatıldığını söylemek mümkün değil. Yazıp da insanın ve insanlığın sosyal ve enternasyonal kurtuluşuna ve hizmetine sunduğu on binlerce sayfalık (yaklaşık 50.000 sayfa) çalışmalarının yayınlanması konusunda da iyi niyetli kimi girişimler oldu kuşkusuz. Ancak eserlerinin de sistemli bir biçimde yayınlanması pek mümkün olamadı. Bu konuda da bazı olumsuzluklar yaşandı. Son yıllarda Sosyal İnsan Yayınları, bu eserlerin tümünü, “Bütün Eserler” formatında yayınlamaya girişti. Yayınlanan kitapların düzgün bir sıra ile yeniden basılmalarının yanı sıra, yayınlanmamış eserler de eski yazıdan yeni yazıya aktarılarak yayına hazırlanmaya çalışılıyordu. 2008 Şubatında, yazılışından 72 yıl sonra yayınlanan “Bergsonizm” kitabı buna örnektir.
Kıvılcımlı yayıncılığında çok önemli bir adım sayılması gereken bu önemli girişim de ne yazık ki dondurulmuş durumda. Oysa daha yayınlanmamış o kadar çok eseri var ki. Umarız bundan sonraki yayınlama girişimleriyle bu eksiklik de giderilir.
Ölümünün 38. Yılında(2009) bu önemli düşünce ve eylem adamı büyük proleter devrimci, çok anlamlı bir biçimde anıldı. Türkiye sosyalistlerinin büyük çoğunluğu, kimi düzenlemeci, kimi destekçi ve katılımcı olarak, ortak bir anma programı uyguladılar. Ne yazık ki bu önemli ve vefalı girişimin arkası gelemedi.
Erişim: http://www.sorunpolemik.com/SP/454/olumunun_40_yilinda_dr_hikmet_kivilcimli_ve_eserleri/


Hâne-i dil kim harâb olmuş sanurdum ben anı
Ol cefa miymarunun tarhı ile ma'mûr imiş
Avni
Gönül evini ben yıkılmış sanırdım
Meğer o cefa mimarının bezeyişiyle şenlenmiş
Fatih Mehmet


Cevr-i dilber, ta'n-i düşmen sûz-i firkat, za'f-ı dil
Dürlü dürlü derd için halketmiş Allahım beni
Avni
Güzel üzer, düşman kınar, ayrılık yakar, gönül yufkadır
Türlü türlü dert için yaratmış Tanrım beni
Fatih Mehmet

İstanbul'un Fethini sırf bir Müslümanlık ve Hıristiyanlık savaşına bağlamak, en az beş yüzyıl evvelki kafa ile düşün­mek olur.
İstanbul'un fethi bir dinin öteki dine karşı zaferi değil, ilerlemenin gerilemeye karşı zaferidir.
Din, kadim savaşlar için başta gelen bir bayraktır. Ama, sade bir bayrak... Bugün de bayrak, harbin sebebi değil, dövüşen ülkülerin elle tutulur sembolüdür. Fetih savaşla­rındaki dini esbâb-ı mucibeler kimseyi aldatamaz. Din gay­retleri, Tezatlı tarih hengâmelerini [kargaşalarını] güden derin maddi kanunların satıhta yüzen sembolik ifadelerin­den (anlatımlarından) ibarettir.
Onun için, ancak medeniyet tarihinin bütünlüğünü kavramayanlar, İstanbul'un Fethini bir Müslümanlık ve Hıristi­yanlık çarpışması derecesinde küçültebilirler.
Gerçekte, İstanbul'un Fethi, herşeyden evvel bir insanlık ve medeniyet hamlesidir. Arapça'da "Fetih" sözü güzel bir tesadüfle: "Açmak" manasına gelir. İstanbul'un Fethi de, o zamanki insanlığı bir çıkmazdan kurtarmış, medeniyete yeni ufuklar açmıştır. İstanbul'un Fethi, tarih yolu üstüne kâbus gibi çökmüş bir cesedin (Bizans engelinin) kaldırılması, Bi­zans çöküntüleriyle tıkanmış medeniyet yollarının, -yalnız müslümanlara, yalnız Türklere değil-tekmil insanlığa ye­niden açılmasıdır. Açılış biraz acıklı mı olmuştur? Mümkün. Fakat o zaman ölüleri böyle kaldırmak adetti.
Demek, İstanbul'un Fethi, yalnız Türklerin değil, bütün dünyanın kutlayabileceği, kutlamakta haklı, -hatta bir dere­ceye kadar, insan olarak vazifeli sayılabileceği büyük Tarihsel Devrimlerden biridir.

Bizzat İstanbul'un Fethine yakından bakalım. Orada Hı­ristiyan, Müslüman bütün geniş halk yığınlarının, adeta far­kına varmadan, hatta belki istemeyerek elbirliği ettikleri görülür. Fetih açılmak manasına gelince: İstanbul'un açılışı hem içeriden, hem dışarıdan olmuştur. İstanbul'un kapıları, dışarıdan alelumum [genel olarak] Türkler ve Müslümanlar, içeridense Hıristiyanlar ve Museviler eliyle açılmıştır.
Bu gerçeği bize en iyi anlatan Osmanlı belgesi, Fetva de­recesinde yetkili bi r hükümdür. Hicri 945, Miladi 1538 yılın­da, yani fetihten 75 yıl sonra, Kanuni Süleyman zamanında ortaya nazik bir dava çıkıyor:
İstanbul zorla mı alındı? Barışla mı?
Gerek İslam, gerekse genel olarak göçebe geleneğinde bir şehir, ya zorla (anveten) yahut barışla (sulhen) ele ge­çirilir. (Anveten) yani zorla zaptedilen şehirde bütün baş­ka din mensupları kılıçtan geçirilir veya köle gibi satılır; yabancı din mabetleri yok edilir. Halbuki fetihten sonraki İstanbul'da, Hıristiyanlarla Yahudiler tamamen hür yaşıyor­lardı, kiliselerle havralar ayakta duruyordu.
Neden İstanbul'daki gayri müslim mabetleri yıkılmıyor? Neden Müslüman olmayanlar köle edilmiyor?
Kanuni devrinde bu sorular zihinleri öylesine tutuştur­muş ki, alevler meşihat [şeyhülislamlık makamı] saçağına kadar yükselmiş. Ve bunun üzerine, Padişahların bile önün­de eğildikleri fetva yoluna gidilmiş. İnkılap müzesinin 88 numarasında kayıtlı: "Kanun-u muteber der-zaman-ı Süley­man" [Süleyman zamanında yürürlükte olan yasa] elyaz­ması (Kaleme alınışı: Hicri 988, Miladi 1580), Ebussuud'un şu fetvasını tespit ediyor:
"MESAİLİ ŞETİY (AYRIŞIK MESELELER): Merhum Sultan Mehmet Han Mahmiye'i İSTANBUL [İstanbul Büyük Şehri] ve etrafındaki KARİYELERİ [köyleri] anveten fetheylemiştir.
ELCEVAP: "Maruf olan [bilinen] anveten fetihdir. Ama, kenaisi-i kadime hali üzere ipka olunmak [kiliselerin eski haliyle yerinde bırakılması] sulhen fethe delalet eder. Senei Hams ve Erbain ye Tis'a mie [Dokuz yüz kırk beş yılı] tarihinde bu husus teftiş olunmuştur [araştırılmıştır]. 110 yaşında bir kimesne ile 130 yaşında bir kimesne bulunup Yahudi ve Nasara [Hıristiyan] topluluğu, el altından Sultan Mehemmet Han ile ittifak edip Tekfure, Nusret [yardım] itmiyicek olup, Sultan Mehemmet dahi anları sebyetmeyip [esir almayıp] malları üzerinde mukarrer idicek [karar vere­cek] olup, bu veçhile [yolla] fetih oldu deyu müfettiş muhzirinde şehadet [tanıklık] idüp, bu şehadet ile kenais-i ka­dime [eski kiliseler] hali üzere kalmıştır. Ketebehu [yazan] Ebussuud."
Demek, İstanbul yanlız Müslümanın zoru ile değil, aynı zamanda Hıristiyan halkın gönlü ile fethedilmiştir.
Filhakika, Fatih devrinin Türkleri, zamanımızın Atom bombası kadar müthiş görünecek, yeni teknik keşiflerle İs­tanbul surları önüne gelmişlerdi. Macar mültecisi Urban, o zamana kadar görülmedik topu dökmüştü. 60 öküzle ve iki bin insanla iki ayda Edirne'den İstanbul'a gelen bu to­pun çevresi 9, çapı 3 kademdi [yaklaşık 33 cm'lik uzunluk ölçüsü], yarım arşın, normal bir ayak boyu. (Yaklaşık 37.5 cm)], sesi 30 milden işitiliyordu. 1200 okka çeken granit güllesi bir mil uzağa düşüp, 6 kadem derinliğinde toprağa gömülüyordu.
Fakat, bazı manidar noktaları unutmayalım:
1-Macar Urban, ilkin Bizans hizmetinde idi. Osmanlılar, onu Bizans'tan kendilerine çekmeyi bildiler. Çünkü, terakki [ilerleme] beri taraftaydı. Bizans geriliğe batmıştı.
2-"Rumların da topları vardı." (Ahmet Refik, "Bizans önünde Türkler", s. 402) "Yalnız cephaneliklerde barut azdı" (age); ve Bizans topları, kullanılması pek becerilemediği için geri teperken kendi surlarına zarar veriyordu. De­mek Bizans'ta eksik olan top değil, insan imanı idi.
3-Nihayet, bütün dehşetine rağmen Urban'ın "Şahi" adlı topu, Bizans'ı fetheden şey olmadı. "Bir gün patladı. Mucidini de, zabitlerini de öldürdü". (Ahmet Refik, age, s. 402)
Osmanlılar, top tekniğinden başka, yaman bir ahşap kule de kullandılar. Lâkin, bir sabah, kulenin geçmesi için doldur­muş bulundukları hendeğin yeniden boşaltılmış olduğunu görünce şaşırdılar. Gene Osmanlılar yeraltı yolları ile sur­ların altından geçmeye çalıştılar. Lâkin bir Alman, Bizans tarafında da karşılık dehlizler açıp, Rum ateşiyle Türkleri karşılamayı akıl etti. Osmanlı donanması, Haliç zincirini kıramayınca, karadan Haliç'e aştı. Lakin, bu daha ziyade ma­nevi tedhişe [korkutmaya] yaradı.
Bütün tarihi değişmelerde bu böyledir. İstanbul'un Fet­hinde de yalnız başına teknik unsur, yetici bir kuvvet olama­mıştı. Bütün mesele o tarihi savaşta, iki taraftan hangisinin insan gönüllerini kazandığına gelip dayanıyordu. İnsan me­selesinde Bizans yaya kalmıştı. İnsanı Türkler cezbediyordu. Bu cazibe elbet Bizans hükümdarına karşı açıkça itiraf edilemezdi. Ancak, Ortaçağ yığınlarına has batıl itikatlar şeklinde belirtiler veriyordu. Kuşatma günlerindeki Bizans'ın halk psikolojisini tarih şu satırlarla anlatır:
"Bazen ortaya bir takım şayialar çıkıyor, gökten bir emir geldiği ve bu emirde Türklerin şehre girmelerine mümanaat [engel] olunmaması, hatta Jüstinyanüs sütununa kadar bı­rakılması, orada bir melek zuhur ederek kendilerini perişan edeceği ağızdan ağıza geziyordu. Bu şayialar Bizans'ı müda­faa için silaha sarılmak istemeyenleri memnun ediyordu. (Ah­met Refik, Bizans Önünde Türkler, s. 398)
O zamanın insanı, içgüdülerine başka dil bulamıyordu. Bu hali sözde "Bizans ihaneti" ile izah etmek, büyük tarih olaylarını, küçük hilekârlıklara irca etmekten [indirgemek­ten] farksızdır. İhanet, yüzeyde görülen şeydir. Asıl derin sebepler: Bizans sosyal düzeninin halk için dayanılmaz hale gelmiş bulunmasında gizlenir. Ezilen Bizans halkı, Dini ayrı Osmanlı Türklerinde adalet ve insani kudret sezmiştir. Bi­zans rejiminin baskısı, halk için dâfia [itici] rolü oynamış; Osmanlılığın getirdiği yeni düzen, bunalan halkı cazibe kuv­veti gibi çekmiştir.
Ve birgün, en kritik anda, Bizanslı insan, şehir surlarının o aşılmaz kapılarından birini, görünmez elleriyle, ansızın, Kostantin'in arkasından Türklere açıvermiştir.

İstanbul'un Fethine, Müslüman olmayanlar neden taraf­tardılar?
Nasıl oldu da, aynı İsa dinli Papa'nın Katolikliğiyle bir tür­lü kaynaşamayan Bizans halkı, can düşmanı Müslümanlarla "El altından ittifak" ediverdi?
Bu tezadlı görülen hakikati, Hıristiyanların güya şaşkınlı­ğı ile yorumlamak, en hafif manasıyla şaşkınlığın ta kendisi olur. Gerçek tarihte, şaşkınlıklar ve yanlışlıklar aramak ilim dışı bir kuruntudur. Tarihte en kör tesadüf saydığımız hadi­seler bile, son duruşmada, önüne geçilmez: "Tunç kanunlar" icabıdır. Bizans tezatlarının iç yüzünü idare eden kanunların başlıcaları, Kadim Çağların Toprak meselesine dayanır.
Bizans, 10-11. yüzyıllar arasında en parlak devrini yaşa­dı. 11. yüzyılla beraber derebeyleşmeye başladı. Derebeyleşme, köy topraklarının mütegallibe eline geçmesi demek­tir. Toprağı tekeline alanlar, toprak vasıtası ile geçinenlerin hayatları kadar, devlete de hükmettiler. Derebeyleşmenin ilk tepkisi, merkezi devletin can damarını tıkamak oluyordu.
"Arazinin kamilen [tümüyle] kilise ve manastırlara geç­mesi hâzinenin gelirlerini azaltıyordu. Rahiplerin imtiyazı orduyu kuvvetsiz bir hale getiriyordu."
Bunun üzerine, bütün kadim İmparatorluklarda adeta "tekerrür" eden fasit daire [kısır döngü] harekete geçti. Gelire susayan:
"İmparatorlar,, ahalinin vergisini arttırmaya başladılar. Kilise ile bazı imtiyazlı sınıflar vergiden muaf oldukları için bütün yük köylü ile esnafa yükletildi." (SCH. DİEHL, "BYZANCE. Grandeur et Decadance" ve St. Rumciman: "La Civilisation Byzantin" eserlerinden özet: Ş.B., Ül. 79. Temmuz 1939, s. 410)
Derebeyleşmenin yarattığı tezatlar, yalnız alt tabakaları ezmekle kalmaz. Üst imtiyazlı zümrelerin dahi tepişmeleri­ne yol açar. Derebeylerle merkezi Kral arasında çarpışm alar alır yürür.
"Osmanlı İmparatorluğu kurulurken bu mücadele son safhasına varmış. Beyler lehine neticelenerek büyük bir kı­sım toprakların mülkiyeti ile birlikte, devlete ait nüfuz ve yetkilerin de malikâne sahiplerinin ve kiliselerin eline geç­mesini gerektirmişti." (Zahariae, Boissonadde'den nakil. Ö. B., Ül. 61, Mart 1938)
Osmanlı yıldızının parlaması böyle bir fırsat çağında başlar. "Osman Bey zamanında Bizans İmparatoru, İkinci Andronikos'tu (1283-1338). Andronikos, Sekizinci Mihail Paleologos'un oğlu idi. Zamanında Anadolu perişan bir halde idi. Babası Mihail'in devrinde Anadolu'nun Vitinya (Trabzon ve ilh.) ve Frigya gibi dağlık yerler arazisi vergiden muaftı. Buna karşılık onlar da yerli asker teşkil ederler, memleketin müdafaasına yardım ederlerdi.
"Mihail, hazinenin zaruretini görünce, kumandanların aylıklarını kaldırdığı gibi, onlardan fazla vergi de almaya başladı. Keza ahalinin de vergilerini arttırdı. O derecede ki, vilayetler, artık hükümete imdat şöyle dursun, kendilerini bile müdafaadan aciz kaldılar." (Ahmet Refik, Bizans Kar­şısında Türkler, İstanbul 1927, s. 22-23)
Yani, Bitinya (Trabzon vs.) ve Frigya (Bursa ile Konya) Bizans'ın en hassas noktaları haline gelmişlerdi. Osmanlılar da, tam bu kaynaşma noktaları üzerine binmiş bulunuyordular.
Böylece, zamanın dünya medeniyetini temsil eden Bizans İmparatorluğu; Geniş halk yığınları için çekilmez işkence; üst tabakalar için de huzursuzluk kaynağı olmuştu. Bu şartlar al­tında, Osmanlı akınlarını yalnız Hıristiyan kara halk hoş gör-
16 mekle kalmadı; bizzat Bizans Tekfurlarından da Osmanlı hare­ketine katılmalar sıklaştı. İlk Osmanlı hamlelerinin siyasi akıl hocası ve dışişleri bakanı durumunda olan şahıs Köse Mihal'di. Rumeli fetihlerinde Evrenos beyler; Türk İlb'leri (Şövalye-Gaziler) ile yanyana zafere koştular. İstanbul Fethine mukadde­me [başlangıç] olan Güzelce Hisar'ı başta Zagnos Paşa kurdu. İstanbul kuşatmasında Kayser'in barış teklifine Veziriazam Halil Paşa taraftar iken, bu teklife karşı koyan, kuşatmaya de­vam işinde Fatih'i ikna eden gene aynı Zagnos oldu.
Tarihte hep öyledir; maddi sebepler bir defa yolun ana hatlarını çizdi mi, o yolda gereken manevi unsurlar hemen başgösterir. Nitekim, sübjektif olarak, ortada hâlâ bir Hıris­tiyanlık ve Müslümanlık gayreti vardı. Ama, objektif durum, tarih sahnesinde rol oynayanların başı üstünden, insanlığın mukadderatını geliştirmekte Hıristiyanı Müslümana yardım­cı ediveriyordu. Bunun en parlak örneğini, Müslümanlara karşı Haçlı seferi için gelen Katalanların, sonra Bizans'a hü­cum etmeleri verir.
Kendilerine "Mağribî" de denilen Katalanlar, Roje de Flor kumandasında, Bizans İmparatoru emrine girmişlerdi. Ay­dın, Menteşe, Saruhan, Karasi ve Karaman Oğullarına karşı zaferler kazandılar. Bu sefer Andronikos ürktü. Bulgarların Bizans'a hücumlarını bahane ederek, Katalanları parçala­maya yeltendi.
"Katalanlar, İmparatorun maksadını anladılar. Türklerden aldıkları yerleri tümüyle tahrip ettiler. Ordularını parça­latmamak ve Bizans'a erzak vs. göndertmemek için Çanak­kale Boğazını tuttular, Gelibolu'ya yerleştiler. Daha sonra, Rumların hud'alarından [aldatmalarından] dilgir [kırgın] ol­dular. Onlara karşı en müthiş muharebelerde bulundular." (Ahmet Refik, age., s. 25)
Bizans, Katalanların reisi Roje'yi öldürdüğü vakit, Gelibolu'da yapılan toplantıda, Katalan reislerinden Beranje şöyle bağırdı:
"Anadolu'yu silahımızın kuvvetiyle Türkler'in (Derebeyleşmiş Selçuk saltanatı artıklarının demek istiyor) zulmün­den kurtarmaklığımız bizim için ne derece ebedi bir şan ve şeref bahşedecek ve namımızı en uzak haleflerimize kadar intikal ettirecek [geçirecek] kadar bir hadisedir. Bunu, bize bu derece yakışıksız muamelede bulunan Rumların da hay­retle takdir etmemeleri gayri kabildir. Bu hayınlar, şimdi muzaffer kollarımızın kuvvetini anlasınlar. "
Kızışma en çok Fatih'in dedelerine yaradı. Osmanlı Türkleri; "Katalanların Gelibolu'ya yerleşmelerinden 1 sene sonra Bizans'a karşı yapılan muhacemelerden [saldırılardan] isti­fade etmeye başladılar." (Ahmet Refik, agy, s. 26)
"Türkler Katalanlarla beraber Marmara sahillerini tümüy­le elde ettiler. Bu suretle Trakya Anadolu'dan geçerek Türk­ler için büsbütün açıldı." (age, s. 30)

Müslüman, Hıristiyan herkesin Bizans'ı neden yıkmak is­tediğine işaret ettik.
Nasıl oldu da, Bizans dâfia (itici) kuvvetinden kaçanlara, Osmanlılık cazibe teşkil etti?
Bunu bir maddi, bir de manevi, iki cepheden gözümüzün önüne getirebiliriz.
Osmanlılığın, Hıristiyan halk yığınlarına hoş gelmesi, herşeyden evvel Bizans'ta kördüğüm olmuş toprak münasebet­lerini (ilişkilerini) kesip atıvermesinden ileri gelir. Osmanlı­lar, Bizans ilişkilerini yıkmakla kalmazlar. Onun yerine temiz göçebe ruhunu kaybetmemiş yepyeni bir Toprak Düzeni de kurarlar. Bu yenilik Dirlik Düzenidir.
Ayrıntılara giremeyeceğiz. Yalnız, Dirlik düzeninin Os­manlılıkla beraber başladığını, daha doğrusu, Osmanlılığın temeli olduğunu hatırlatalım. İlk Türkçe'de Kanun demek, Miri toprak demektir. Toprak kanunları 1302'lerde başlar. Osman (İlb, şövalye) Gazinin İstiklâl yılı ise 1300'dür. ("Kavaaniyn Kadiyme-i Osmaniye", El yazması, İnkılap Mü­zesi, No: 133).
Kanuna göre, Osmanlı bir yeri zaptetti mi, orada önce "Tahrir" (istatistik) yapar. Sonra, Miri toprağı çiftçiler arasın­da "Taksim" eder. "Çift" sözü: Her yıl ekilen ve ürün veren iki öküzlük arazi demektir. Reayaya bedava verilen toprak miktarı, genellikle, birer "Bütün çift"tir. Bütün çift, toprağın verimlilik derecesine göre 70 ile 150 dönüm arasındadır.

Onun için, topraklar, Hâssa, Evsat, Edna diye      üç dereceye ayrılır:
Toprağın çeşidi            : Hassa yer                           Evsat yer                    Edna yer
Beher çiftin dönümü :     70 80                               100                             136 -150
Bu taksimde ne yaman bir eşitlikçiliğin hüküm sürdüğüne dikkat edilsin: Toprağın verimi arttıkça, dönümü azalıyor ve bütün çiftçiler hemen hemen mutlaka aynı ürünü alıyorlar. Böylece Osmanlılar fark iradı meselesini halletmişlerdir.
Miri topraklardan alınan vergi "arzın tahammülüne göre": İlk zamanlar 1/8'i geçmeyen Öşür (Haracı Mukaseme) ile, iki ila beş dönüme bir akça düşen çift akçası (Haracı Muvazzafa)'dır. Çift akçası, askerlik yapmayan reayadan alı­nır. Ve toprağın kalitesine göre yılda 25-40 akçeyi bulur.
Sonradan, Osmanlı toprakları da, Bizans usulü derebeyleşince vergilerin nisbeti (oranı) ve çeşitleri boyuna artıyor. Fakat, ilk zamanlar bütün vergiler bunlardan ibaretti. Top­rak bire beş, on ürün verirken köylüler sekizde bir aynî ver­gi verince, Tekfur çapuluna alışmış Bizans köylüsü için bu nimet sayılırdı. Çift akçesi de dönüm başına bugünkü para ile 4-5 kuruş tutarındadır. İkinci Dünya Harbi'nden evvel kıraç toprağın dönümünden 40-50 kuruş arazi vergisi alın­dığına göre, zamanımızla karşılaştırma bile mümkündür.
Osmanlı toprağında birinci insan Çiftçi ise, ikinci insan, Eşkinci veya Dirlikçi adını alan sipahidir. Dirlik tâbiri, Karolenjiyen Fransa'sındaki Benefice'in tam karşılığıdır. Dirlikçi, kendi maaşını çiftçilerin vergilerinden toplayıp çıkarır. Dirlikçiye (Sahib-ül arz) adı da verilir. Ama, gerçekte o, top­rağın hiçbir şeysine sahip değildir. Miri toprağın tasarrufu doğrudan doğruya köylünündür. Miri toprağın mülkiyeti ise hiç kimsenin değil, Beytülmal'in, yani tekmil Müslümanlar Topluluğunundur. Miri toprak Padişahın dahi mülkü değildir. Kim çalışırsa onun tasarrufuna girer.
O halde, dirlikçilerin rolleri nedir?
Bir kelime ile toprağın işletilmesini ve asayişini gözle­mektir. Bir çift "Münhal" [boş] oldu mu, onu boş bırakma­yıp ehline, "Tapu" hakkı olarak vermek dirlikçinin iktisadi vazifesidir. Çiftçilerin barış zamanı itten uğursuzdan, harp zamanı dış istilalardan korunmaları dirlikçinin siyasi vazi­fesidir. Dirlikçi, kontrol ettiği toprakları bizzat işletemez ve keyfinin istediğine de veremez.
Padişahtan en ufak kale yamaklarına kadar bütün taba­kalar, miri topraklar üzerinde sadece birer dirlikçidirler. Pa­dişah Sultanlara ait Has Dirlikler bir yana bırakılırsa, vezir ve beylerin 100 bin akçeden fazla hasılat getiren hasları gibi, 20 ila 100 bin akçe arasındaki zeametler ve 3 ila 20 bin akçalık tımarlar da hep "mansıpla kaim"dirler. Yani, dirlikçi vazife başında kaldıkça dirliğin gelirinden faydalanır. Yoksa, dirlik üzerinde herhangi bir mülkiyet iddiasında bulunamaz. Alelade, kaydı hayatla tayin edilmiş bir memurdur.
Dirliklerin esası Tımar'a dayanır. Tımarlû, daima Dirliği­nin başında hazır bulunur. Tımar gelirinin hepsini değil, an­cak ilk 3000 akçasını "Kılıc-ı Tımar" adıyla kendisine alıkor. Onun üstünde her 3000 akçaya karşılık, sefere göndermek üzere bir cebelû, yani, mesleği savaşçılık olan bir süvari ye­tiştirir. Dirlikçi'nin geçim seviyesi, hiç olmazsa kanunen öte­ki muhariplerinkinden farksızdır. Ve "Sefere sahib-i Tımar bizzat gelmek gerektir." (Asafname, El Yazması, s. 15)
Görüyoruz. Çiftçiler arasında olduğu gibi, profesyonel sa­vaşçılar arasında dahi mutlak eşitlik esas tutulmuştur. Os­manlı Miri toprakları, hemen hemen bütün ülkeyi kaplayan en büyük arazi kitlesidir. Orada, Çiftçi ile Dirlikçi, birbirini sömüren iki sınıf olmaktan çok, biri toprakla, ötekisi harp ve asayişle meşgul olan, sosyal iş bölümü şeklinde birbiri­ni tamamlayan iki tabaka gibi görünürler. Bu durum, elbet kısa zamanda her türlü soysuzlaşmalara saptı. Çünkü, yal­nız Dirlikçinin insaf ve namusuna havale edilmiştir. Fakat, ilk zamanların idealist İlbleri, Bizans zulmü önünde, çalışan Hıristiyan halk yığınlarına böyle bir toprak düzeni sunuyor­lardı. Osmanlı'nın iktidara geçtiği yerde, hemen o gün, dir­lik düzeninin bütün kanunları hayata geçiveriyordu.
Dirlikçilerin sayıları da, bugün inanamayacağımız ka­dar azdır. Hayrullah Efendi ("Devleti Osmaniye Tarihi" c. 11, s. 211 214) Osmanlı Avrupasından 44 bin, Osman­lı Asyasından 91 bin "Tımarlu Daimi Muahafız askeri" sa­yar. Dirlik başına dört asker çıksa, tekmil İmparatorluğun "Sahibi arz"ları 30 bin kişiyi geçmemelidir. Bugünkü ufacık Türkiye'de memur sayısının 300 bini geçtiği düşünülsün. Osmanlılığın, Bizans yığınlarına harikulade ucuz bir devlet şekli getirdiği anlaşılır.
İşte, dini ayrı Hıristiyan halka, Osmanlılığın en büyük ca­zibesi, şüphesiz o eşitlikçi ve adaletçi toprak düzeni ile, bu on kere daha ucuz devlet şeklidir.

Demek, Hıristiyan halkın Türklere kucak açması veya taraf­sız davranması, denize düşenin yılana sarılmasına benzemez. Belki, batan bir gemiden denize düşenin, sağlam bir gemiye sarılmasına benzer. Osmanlıların bir kalemde, kitaba hacet kalmadan tatbik ediverdikleri toprak düzeni bunu ispat eder.
Ancak şurasını unutmayalım: Dirlik Düzeni, Osmanlı İlb'leri kadar şahsi masrafları kıt ve dünya malına pabuç bırakma­yan som idealist babayiğitlerin harcıdır. Osman Gazi, daha oğlu Orhan İlbi Bursa Fethine gönderirken, şu öğüdü verdi:
"Ve bir kimse ki sana Tanrı buyurmadığı sözü söyleye, sen anı kabul etme: Ve eğer bilmez isen, Tanrı ilmini bilene sor. Ve bir dahi sana muti olanları [baş eğenleri] hoş tut."
Bu ruhla yola çıkan Osmanlılar, İstanbul'dan önce Bursa'yı "Baş yarılmadan ve kan dökülmeden" ele geçirdiler. Fetih­ten sonra:
"Orhan bey, Bursa halkına adilane davrandı. Ahaliden ne bir çöp aldı ne de kimseye aldırdı. Yalnız Tekfurun servetini gazilere üleştirdi."
Bizans'ın neden o kadar çabuk yıkıldığını merak edip so­ran Orhan bey'e, Bursa Tekfurunun akıllı veziri şu cevabı verdi:
"(Osmanlı'nın) devleti köylerimizi zaptetti. Size muti ol­dular ve bizi hiç anmazlar. Biri dahi rahatlığa heves ettik. Biri dahi, bu kim, Tekfurumuz mal kodu faide vermedi. Anın çünkü mal vermeye nesne bulmadı."
Yani, Tekfur denilen Bizans derebeyleri, şahsi servet yığmak için halkı soyuyorlardı. O yüzden Osmanlı'yı gören köylü, yeni düzeni hemen benimsedi ve Hıristiyan Bizans'ı bir daha ağzına almadı.
Servet delisi Tekfurlara karşı, Türk İlblerinin ne olduk­larını en iyi gösteren misal, Osman Gazi'nin öldüğü gün bıraktığı servettir. Bu mirası tarih şöyle sıralıyor:
-       Bir sarıklık bez (Denizli bezinden iç tarafı amameli) (Baş zırhı)
-      Bir Yancuk (ata mahsus zırh)
-       1 kılıç, 1 tirkeş, [okluk, sadak] 1 mızrak
-       1 tuzluk, 1 kaşıklık, 1 çift çizme.
-      Kırmızı sancaklar (Alaşehir'de dokunmuş).
-      Birkaç Küheylan, birkaç çift hayvanı, birkaç yabani kısrak.
-      Ve üç sürü koyun.
İşte Ali Osman saltanatı kurucusunun bütün dünya malı!
Kayıhan oymağının ihtimal Altaylar'dan getirdiği üç ko­yun sürüsü bir tarafa bırakılırsa, Osmanlı İmparatorluğunun atası, bütün manasıyla: Tigü teber Şahı merdan dedikleri bir züğürt şövalye (İlb)dir.
Halkın haklı olarak aziz evliyalar mertebesine çıkardığı bu ilk Türk İlbleri, harpte kazandıkları ganimetleri "nefs-i nefislerine" hasretmek küçüklüğüne düşmediler. Başka nice adsız yiğitlerin kanlarıyla kazanılmış değerleri, sırf yurt ima­rında harcamayı bildiler. İmaretler, hamamlar, kervansaray­lar, çeşmeler, bedestenlerle ortalığı doldurdular. Fethettikleri yerleri mamure [Bayındır yer]ye çevirdiler.
"Dö La Brekier'e göre: Bursa, Türklerin elinde bulunan şehirlerin en güzeli ve ticaret nokta-i nazarından en mühimi idi. Şehir gayet vasi [geniş, açık] idi. Şehrin üç dört imare­tinde her zaman et, ekmek, çorba dağıtılırdı. Bursa'nın be­destenleri, elmas, inci, pamuklu ve daha sair emtia ile dolu idi. Buralarda erkek kadın alışveriş ederlerdi. Hıristiyan ka­dınları kapalı geziyorlardı. Çarşıda Venedikliler, Katalanlar ve Cenevizliler görülüyordu." (Ahmet Refik, age., s.308)
Gazi Murad II Edirne' de iken:
"Anadolu'daki Kudafe neslinden olan Rumlar elinden alıp, ande [orada] bulduğu hazain [hazineler] ve defaini [defi­neler] üç şerefeli camie sarf etmiştir." (Evliya Çelebi, c. 3, s. 434)
Gene Edirne'nin Ergene civarı için, Aşık Beşe Tarihi şöyle yazar.
"Yeri ormanlıktı ve çamur ve haramilerin yatağı idi. Hiçbir vakit yok idi ki, harami adam almaya idi. Sultan Murat Han hazineler ayırdı. Ol ormanları kırdırdı. Pak ettirdi. Köprünün iki başın mamur şehir edip imaret Cuma mescidi etti. Hamam ve pazarlar yaptı ve ol vakit kim imaretin kapısı açıldı, Sul­tan Murat ulemayı ve fukarayı kendisi aldı. Ol imarete vardı. Bir nice gün atalar etti. [bağışlarda bulundu]. Akça ve flörile üleştirdi. Ol taam piştiği vakit mübarek eliyle üleştirdi ve çıra­ğın kendi uyardı. Yapan mimarlara hil'atler (Eskiden padişah ya da vezir tarafından takdir edilen beğenilen kimseye giy­dirilen süslü elbise, kaftan giydirdi. Çiftlik yerleri olan şehrin halkını cümle avarızdan [ihtiyaç zamanında halktan alınan vergi] muaf ve müsellem [Osmanlıların Kuruluş Döneminde ve Orhan Gazi zamanında, vergiden bağışık tutularak askerlik hizmetinde bulunanlar hakkında kullanılan bir deyimdir] kıl­dı." (Âşık Beşezade Tarihi, s. 116, Ahmet Refik, s. 831)
Adı halk dilinde sadece "Koca Murat Gazi" idi. Varını yo­ğunu halk hizmetinde harcadıktan sonra, ulema ve fukaraya son akçasını dağıtan, imaret ocağını ağzıyla üfleyip, yemeği halka eliyle dağıtan Padişah!
İşte Osmanlı erlerinin yüzyılları aşan güçlerinin sırrı.
Yalnız Padişah mı öyleydi?
Hayır: Bütün halk. "1432 ve 1433 senelerinde Kudüs'ten Fransa'ya Karadan Dönüş" eserini yazan, Burgonya Dukası İyi Filip'in baş mirahuru Bertrandon dö la Brükiyer (Brekier), yeni kurulan Osmanlı ülkesini baştanbaşa dolaşıp geç­mişti. Gördüklerini şöyle yazdı :
"Türkler yorgunluğa ve zahmetli hayata katlanırlar. Fa­kat şen ve coşkun adamlardır. Dillerinden hiç türkü düş­mez. Onun için, Türklerle yaşamak isteyenler öyle kederli, hülyalı olmamalı, daima güleryüzlü olmalıdır. Bundan başka temiz yürekli ve merhametli insanlardır. Çok defa gördüm. Biz yemek yerken, yanlarından bir fakir geçse, onu derhal bizimle beraber yemeye çağırıyorlar. Biz ise bunu asla yap­mayız." (A. R. age, s. 527)
İnsan bugünkü iri yarı demokrasi lakırdılarına, bu tari­hi (tarihsel) gerçekler arasından bakınca, elinde olmayarak diyor ki:
Demokrasiyi biz kaybetmişiz. Batılılar bulmuş. Şimdi, ha­yatta kaybettiğimizi kitapta araştırmakla ömür törpülüyoruz. Çünkü demokrasi, ilk Osmanlılarda süslü bir laf değil, basitçe yaşanan bir hayattı.
Nitekim, onun içindir ki, Türkler'den sonra Bizans'ı da gören aynı Frenk mirahurunun şu sözlerine inanmak müm­kün oluyor.
"Bizanslılar, Türk kıyafetinde gördükleri insanı fevkalade sayıyorlardı. Frenklere karşı ise büyük bir adavetleri [düş­manlıkları] vardı." (Deniz Aşırı Seyahat, s. 105)
Bizans halkı (Resmi makamlar falan değil: Halk!) Hıris­tiyan Frenk'i Düşman ve Müslüman Türk'ü saygıdeğer dost biliyor. İstanbul'un Fethine kapı açan halk psikolojisi bun­dan başka türlü olabilir miydi?
Süleyman Çelebi'nin babası:
"Keramet gösterip halka, suya seccade salmışsın,
Yakasın Rumeli'nin dest-i takva [Allah korkusuyla dinin yasak ettiği şeylerden kaçınmanın verdiği güç] ile almışsın!" derken, bunu murat ediyordu ve yerden göğe kadar haklı değil miydi?
Fütuhat, harp gücünden ziyade bu "Keramet"in eseri ola­caktı.
Fatih Mehmet II, Fatih olabilmek için ve olmadan önce, halka inmeyi ve Bizans'ta hüküm süren derebeyliğin Os­manlı ülkesindeki sızıntılarını yok etmeyi bildi. Yani, Fetih; hiçbir zaman yalnız bir Dış hadise olarak meydana gelemez idi. Fetihi, önce içeride yapmak, Osmanlı bünyesinde Bizans taklidi derebeyleşme eğilimlerini temizlemek gerekti. Fatih bu gereği, adeta iç güdüsü ile sezdi ve yerine getirdi. An­cak ondan sonra, Bizans'a, (gerek toprak düzeni, gerekse ruh bakımından üstünlüğünü kendi bünyesinde gerçekleş­tirdikten sonra) Hıristiyanı, Müslümanı etrafında toplayarak, Bizans'ı temizleyebildi.
Bunu bize en iyi anlatan eser, bir Osmanlı Rum mebusu tarafından Türkçe'ye çevrilen ve fetih zamanının bir Rum tarihçisi tarafından kaleme alınan Kritovulos'un "Tarih-i Sul­tan Mehmet Han Sani" adlı kitabıdır. Bu kitaba göre Fatih, Bizans'a, hücum etmeden evvel iki tedbir aldı :
I-Osmanlılıkta derebeyleşme istidatlarını [eğilimlerini] yok etti:
"Ahalinin şikayeti vaki olan vülât [valiler] ve hükkâmı [hakimleri] azletti."
Bugün bile "şikayet'in ne yaman iş olduğu göz önüne ge­tirilsin. Bizans çağında, Osmanlı'nın ahaliden bizzat Padişah eliyle şikayet toplayabilmesi; ve sonra, doğrudan doğruya halkın şikayeti üzerine Beyleri ve Kadıları azletmesi ibret alınacak örneklerdendir.
II-Toprak düzenindeki aksaklıkları giderdi:
Zaten derebeyi unsurların temizlenmesi demek, toprak üzerindeki Dirlik Düzeninin saf Osmanlı şekline ircaı [indir­genmesi] demekti.
Fatih: "Muhassil [Vergi tahsildarı] ve hâcipleri [Yüksek dereceli memur] korkutarak görev yapmaya sevk etti. Mün­hal vukuunda [kadro boşaldığında], namuslu ve emniyetli ve kifayetli [yeterlikli] memurlar tayin etti. Bu sayede va­ridatı devlet [devlet gelirleri] müddet-i kalîle zarfında [kısa sürede] tezayüt etmiştir [artmıştır]." (Kritovulos, Sultan Mehmet H an Sani)
Yapılan reformlar sayesinde, hem üçte biri derebeyleşmiş unsurlar elinde ziyan olan toprak gelirleri, merkezi dev­let eline geçti; hem de halk yığınlarının Osmanlı idaresine karşı olan güvenleri sağlandı.
O düzenle yola çıkan Fatih, bütün Anadolu, Adalar ve Balkanlar gibi, bizzat İstanbul'da yaşayan insanlarla dahi iş­birliği yapmaya imkân buldu. Mevcut zulüm sistemi demek olan Bizans rejimine karşı, Bizans'ın kökü olan eski Roma İmparatorluğu artıklarına karşı, her dinden halkla adeta bir nevi Kadîm Çağ tek cephesi kurmayı bildi.
Bu tek cephenin temeli: "İtalyan"lara karşı, yerli "Rum"larla ittifaka dayanır. Osmanlıların evvel ezel kendilerini "Rumî" saydıklarını hatırlayalım. Fatih'in de, belki realist ve neticeli taktiklerinden birisi bu oldu: İstanbul'u dumurlaştıran Şark­taki yabancı nüfuzuna karşı, yerli halkın haklı tepkisini mü­kemmelen kullandı. Bizans'a karşı kurduğu "Güzelce H isar" ı (Rumelihisarı'nı) yaptırırken, Bizans Kayserlerinin itirazlarını (hatta hücum heveslerini) Venediklilere, Cenevizlilere karşı bu hisarın lüzumlu olduğu cevabıyla bastırdı.
1500 okka bakır ve kalayla yerinde döktürülen, o zamana kadar görülmedik "silah"lar icat edildi. Bu toplar "ot" yani "Güherçile, kükürt, kömür ve haşiş [kuru ot] gibi har [di­ken] ve yabis [kuru] mevaddan mürekkep [cansız şeylerden birleşik] bir ruh" (Kritovulos, age, s. 53) ile dolduruldu. Bir taraftan ağır zırhlı gemiler, diğer taraftan: "Otuz ve elli kürekle hareket eden seri-üsseyir süfün-ü hafife [hızlı giden hafif savaş gemileri]" (Kritovulos, age, s. 43) yaptırıldı.
Bütün yeni harp tekniği, hep o (Hıristiyan Müslüman ayırdı yapılmaksızın meydana getirilen): Bizans'a karşı tek cephe ittifakı ile mümkün oldu. Bizans kâbusundan bıkmış usanmış olan Ada, Balkan kavimleri, her türlü yaratıcı deha­larını, henüz "Gazi" (İlb) geleneğini kaybetmemiş bulunan Osmanlıların emrine vermişlerdi. Gemiler Rum'un, toplar Macar'ın hüneri idi.
Eski Doğu-Batı zıddiyeti, yalnız yüzeyde görülen: Ortodoks
-  Katolik adlı dini horuz dövüşü değildi. Bu uzlaşmaz mezhep kavgalarının altında, Roma ile İstanbul'un derin iktisadi ve siyasi menfaat ve hegemonya ayrılıkları gizli idi. Batı'dan gelmiş istilacılar, eski medeniyetler mirasçısı bulunan yerli halkı hoşnutsuzlaştırıyordu. "İtalyanlar ve hassaten [özel­likle] Venedikliler"e karşı, Rodos ve İspanyol korsanlarına karşı, yerli Rumlar, Osmanlı'ya sığınıyorlardı. Bunun başka bir örneğini, Mora ile Adaların zaptı hadiseleri verir:
"Zaten Ada ahalisi: Hükümeti Osmaniye tarafından bir te­cavüz vukuunda İtalyanlar'ın kendilerine muavenet [yardım] edemeyeceklerini bildiklerinden, anları istiskalile [kovarak], kendilerinden kurtulmak ve hükümeti Osmaniye'ye iltihak etmek isterlerdi." (Kritovulos, age, s. 103)
Aynı müellifin [yazar] bizzat kendisi bile, Limni Adası'nda, yerli halkla anlaşarak, 45 İtalyan'ı uğurladıktan sonra, Ada­yı Osmanlılara teslim ettiğini anlatır.
Neden?
Çünkü, Batılı istilacılar, hulül [nüfuz etme] politikası, üst tabakaları satın alma yolları ile bir kere yerleştikten sonra memleketin can damarlarını elde ediyorlar, yerli halkın elin­den ekmeğini alıyorlardı. O sıra Bizans İmparatorları da, Boğazlara oturmuş devasa bir hasta ahtapotu andırıyordu.
Ahtapotun muazzam kırtasiyeci ve militarist kollarının bütün hışmı, yalnız kendi ahalisini sık boğaz etmeye yarıyordu ki, bu da onu ecnebi tesirinde zebun [güçsüz] bir bekçi köpeği durumuna düşürmekten öteye geçirmiyordu.
Öte yanda:
"İtalyanlar ve hasseten [özellikle] Venedikliler, araların­da zuhur eden münazaat [çekişmeler] yüzünden bu havali­ye sarkıntılık edip gemileri Şark sularına doğru cereyan ve Akdeniz boğazlarını sed ile [kapatarak], milel-i sairenin sefaininin mürurunu menediyorlar [diğer ulusların gemilerinin geçmesini yasaklıyorlar] idi." (Kritovulos, age, s. 24)
Görülüyor ki, bu durum karşısında Osmanlılar, yalnız yeni ve daha adaletli bir sosyal düzen getiren Tarihsel Devrim­ciler gibi değil, aynı zamanda, yerli halk yığınlarının insani ve tabiri caizse Milli kurtuluşlarını sağlayan kurtarıcılar gibi hareket etmek durumunda idiler. Fatihlerin o zamanki kafa­larından nelerin geçtiğine değil, neleri yaptıklarına bakalım. Fatih'in bayrağı üstünde yazısı görünmeyen şiar; ilkin İtalyanlara karşı gelmek sonra bizzat İtalya'yı fethetmek oldu. Bu adeta, Roma'nın Batı'dan Doğu'ya yapmış olduğu bin yıllık saldırısına cevap olarak, Doğu'nun Batı'ya taze Türk kuvvetleriyle açtığı karşı-saldırı idi.
O zamana kadar Balkanları ve Yakın Doğu'yu haraca bağ­lamış olan İtalyan kent (site)lerine karşı, en başta Rumlar gelmek üzere, herkes, -ihtimal ticarette rakip olmadıkları ve herhalde ticaret yollarını açtıkları içinOsmanlılara kucak açıyor, kolaylık gösteriyordu.
"Gayet güzel ve emin limanlara sahip olan Mora kıtası, İtalya'ya sefer olduğunda kuvve-i berriye [kara kuvvetleri] ve merkez-i hareket olabileceğinden, kıtai mezkûrenin [adı geçen ülkenin] zaptı için sefer icrasına karar verildi." (Krito­vulos, age, s. 116)
Bu seferlerde Fatih'in hangi ruhla hareket ettiği, kendisi­ne atfedilen şu nutuktan okunabilir:
"Kayser el'an kemin-i intizarda [pusuda beklemekte], ahz-i sâre [öcalmaya] fırsat kollamaktadır. Ceddim Sultan Beyazıt merhum zamanında, Rum Kayseri dış denizinden (Atlantik'ten) ve iç denizden (Akdeniz'den) nice kavimleri ve Batı Fransa'da Kelte ve Keltevires (Celtibros) tavaifini [tayfalarını] ve Rayn nehri tarafından Germenleri ve Ulah Krallarını aleyhimize tahrik ve teşvik asakirî ve firelerini [çok sayıda askerini] Tuna'da gemilerle teşvik etmedi mi?" (Kritovulos, age, s. 30) "Bir müddet sonra Rum Kayseri, Moğol (Skit) cinsinden Timur'u Bağdat'tan kaldırarak üzerimize musallat eyledi." (Kritovulos, age, s. 31)
Lakin, Fatih'in aklından geçenler her ne olursa olsun, tarihen yaptığı iş: Bizans idaresine karşı ve Bizans'a rağmen, insanlığın Bizans zamanında atmış olduğu ileri adımı geri aldırmamak, sonuç olarak bizzat Bizans'ın geliştirdiği me­deniyet kazançlarını savunmaktır.
Bu nutku ile Fatih, o zamanki en ileri medeniyet dün­yasını, Yakın Doğu'yu ve Balkanları, gerek Doğu'dan gelen Moğollara, gerek Batı'dan gelen Kelt ve Cermen Derebeylerine karşı, Osmanlı ile işbirliğine çağırıyor gibidir. Çünkü, Osmanlılık, bir taraftan çürümüş Bizans idaresi yerine göçe­be demokrasisinden kalma taze sosyal teşkilatçılığı ve adil, eşitlikçi iktisadi toprak düzenini ortaya atar. Öbür taraftan, yok olma tehlikesine düşmüş medeniyeti, hem iktisadi ticari anarşiden, hem yıkıcı Moğol ve Cermen istilasından kurtar­maya girişir.
İstanbul'un Türkler'e geçişi, Osmanlılığın gelgeç "Tavaifülmülük"lükten kurtulup, sürekli bir imparatorluk halinde kuruluşu, bu sosyal ve siyasî şartlar içinde oldu. Bu şartlar altında, Fatih'in Objektif rolü, yerli kahramanlık ve medeni kurtarıcılık, Tarihsel Devrimcilik sayılır.
İstanbul'un Fethi, Boğazların "İtalyanlar'dan" ve "özel­likle Venedikliler"den kurtarılması, Boğazlar üzerine tıkayıcı ve fonksiyonsuz bir ağırlık gibi çökmüş bulunan Bizans derebeyliğinin kaldırılması demektir. Bu sayede, Boğazlar, Uzak ve Yakındoğu ile Tuna ve Akdeniz ticaretine engelsiz ve şartsız kayıtsız -hatta sonraları kapitülasyonlar şekline soy­suzlaşacak derecedeserbestlikle açıldı. Yani, İstanbul'un Fethi, dünya ticareti için bütün mantıki neticelerini verdi.
Gerçekten, İstanbul bir kilitti. Onu -paslanmaktan kur­tarmak için-Osmanlı anahtarı açtı. Ve açar açmaz da, Osmanlı'ya bütün dünya ticaretinin kapıları ardına kadar dayandı. Bir darbede, Tuna ile Fırat Dicle arasında uzanan destanlaşmış yüce bezirgan ülkesi, Osmanlı'nın avucu içine girip, nisbi asayişine kavuştu. Ada Rumları, kendiliklerinden Osmanlıyı çağırdılar.
Trabzon: "İkliminde her türlü mahsulat [ürünler] ve neba­tat [bitkiler] mebzulen [bolca] yetiştiği gibi, Ermenistan ve Asur ve buna mücavir [komşu] kıtaların merkezi ithalat ve ihracatı olmak hasebile ezmene-i kadimede [eski zamanlar­da] pek ziyade servet ve kuvvet kazanmış ve yalnız akvamı mücavire [komşu kabileler] nezdinde değil, akvam-ı baide [uzak kabileler] nezdinde bile namdar [ünlü] olmuştu."
İstanbul İmparatorluğunun devamı müddetince Rumlar Kararadeniz Boğazına da hâkim olduklarından, Osmanlı do­nanmasının Boğazı geçmesi ve Karadeniz'e çıkması müm­kün değildi. Bu nedenden dolayı, Trabzon hükümeti, dahilî mücadelâtın [iç savaşların] devamına rağmen yine mevcu­diyetini muhafaza edebiliyordu.
"Fakat, Kostantin'in üfûlü [ölmesi] Şarkta siyaset-i umumiyeyi [genel politikayı] değiştirmiş ve İstanbul Boğazı Os­manlıların eline geçtiği halde Karadeniz sahillerine giden yollar dahi açılmış olduğundan, Trabzon, Asya'yı Sugra [Kü­çük Asya] üzerindeki öteki memleketler gibi, Osmanlı hükü­metine başeğmeye başladı." (Kritovulos, age, s. 145-146) "Sinop: Karadeniz sahilinde pek güzel ve pek zengin bir şehirdir. Zira idaresinde geniş ve mahsuldar [bereketli] bir kıta bulunduğu gibi, komşu havalinin küçük Asya'nın Cenup [Kuzey] kısımlarının iskelesi ve ithalat, ihracat merkezi olmak hasebiyle de bir ticaret benderidir [işlek limanıdır]. Ondan maada, arazisinin ve denizin bahşettiği pek faydalı ve pek bol mahsuller dahi, bu memleket için başka bir zenginlik, başka bir meziyettir. Bu mahsullerden en mühimi, Sinop havalisinde pek bol olan ve burada imal olunduktan sonra Asya ve Avrupa kıtalarına ihraç edilen Bakır madeni teşkil eder ki, bu sayede memleket pek ziyade zenginlik elde etmiştir."
"Kürtlerin ve Acemlerin Şahı olan Uzun Hasan'ın bu şeh­rin fethine pek ziyade arzukeş [istekli] olduğu nezd-i şehriyaride meczum [padişahın nazarında kesin karar verilmiş] bulunduğundan..." (Krito, s. 149)
Böylece, genel olarak İslam-Hıristiyan, özel olarak Selçuk-Bizans zıddiyetinin -bir senteze varamayan uzun kav­galarla parçaladığıDoğu ile Batı arasındaki (bugünkünün tam tersine akan) büyük geleneksel ticaret ırmağının Ana­dolu köprüsü, Osmanlı eliyle yeniden kurulmuş ve seyrüse­fere [ulaşıma] açılmış bulunuyordu.
Osmanlı İmparatorluğu'nun ikinci, yani İmparatorluk ola­rak kuruluşuna: İstanbul'un fethi bir semboldür.
Bu sembolün ifade ettiği asıl mana: Dünya ticaretine yol açmak ve yol yapmaktır.
Yol, yani bezirgan ilişkilerinin kan damarı, can damarı: Osmanlı fütuhatının, tarihte hem sebebi, hem neticesidir.
Bütün kadim akınlar gibi, Osmanlı hamlesi de yolculuğunu (hem yola gitmek, hem yol yapmak manalarında yolculu­ğunu) gayet açık, maddi, hatta sinik bir bezirgan iç güdüsü ile yapar. Adeta tüm Osmanlı düşüncesi, hep seyahat ye ticaret edenlere kolaylık göstermekle özetlenir.
Mesela, İstanbul ele geçince, büyük imar işlerine girişildi. Bu geçici, kısmen yeni ihtiyaçları gidermek için zaruriydi. Fakat asıl maksat: "Seyr-ü seyahat edenlere bâis-i emniyet [güvenlik nedeni] olmadığından, (İstanbul'un) iskân-ı ahali suretile temdini [halkın yerleşikleştirilmesi yoluyla uygarlaş­tırılması] ve asayişinin temini" (Kritovulos, age, s. 113) idi.
Bunu Bizanslı bir Rum tarihçi, günü gününe yazdığı için, doğru olarak kabul etmemek elden gelmez. Demek İstan­bul, dünya ticaret ve medeniyetinin merkezi rolüne, Os­manlı Fethi ile yeniden katılıyordu. Bir zaman "Bütün yollar Roma'ya gider" deniliyordu. Fatih'ten sonra: "Bütün yollar İstanbul'a gider" olacaktı. Ve öyle oldu.
Sırbistan: Bir taraftan Avrupa ve tekmil Batı ticaretinin büyük can damarı olan Tuna yalılarına, öbür taraftan zen­gin altın ve gümüş kaynaklarına hâkimdi. Osmanlılar o ti­carî stratejik noktalarla, külliyetli miktarda altın ve gümüş ocaklarını içine alan Növohrodo'yu tuttular. Geri kalan yer­leri Kral'a bırakıverip döndüler.
"Athyra ve Region Haliçlerindeki mürûr-ı zamanla [zamanın akışıyla7 çürümüş köprülerin seri tamir ve termimine [onarımına] ve İstanbul'a müntehi olan [ulaşan] yollar pek harap oldu­ğundan bunların da tanzimi ile kaldırım inşaasına berren [kara yoluyla] seyahat eyleyenlerin meks-ü âramı [konaklaması] için câbecâ [yer yer] hanlar ve konaklar tesisine hasr-ı ihtimam eylediler [özen gösterdiler]." (Kritovulos, age, s. 112)
Fatih, Arnavutluk'ta dahi: Boğazları zapt ve buradan gi­rip çıkacak eşhasa [kimselere] (tabiî bilhassa bezirganlara) Arnavutlar tarafından taarruz edilmemesi için, mezkûr [adı geçen] boğazlara külliyetli muhafız askeri vazetti [yerleştir­di]." (Kritovulos, s. 183)
Osmanlı ordusu, ordu değil, harikulade keskin bezirgan dişli bir yol tesviye cihazı, kadim zamanın muazzam canlı Buldozeri idi sanki:
"Ordunun ağırlığı meyanında makineler, inşaate mahsus aletler ve dülger edevatı ve sair inşa maddeleri ve bir hayli demir ve bakır bulunmakta idi. Ve bir hayli dülger ustası dahi birlikte götürülmekte idi." (Kritovulos, age, s. 183) Fatih: "Badehu [ondan sonra], piyade asakirinin [as­kerlerinin] bir kısmını ağaçlarla örtülü ve sarp ve geçilmez mahallerin tesviyesiyle, süvari ve piyade askerlerinin ve mekkarilerin [Yük taşıyan hayvanlar] ve araba ve sair yol hayvanlarının kolayca sevk-ü imrarına [gönderilmelerine ve geçirilmelerine] müsait bir hale ifrağına [biçimlendirmeye] memur etti." (age, s. 184)
Elhasıl, ordu bahane idi. Yapılan yoldan, ordu yüz yıl­da kaç defa geçecek idi?.. Asıl ordunun arkasında, gece­li gündüzlü, o yolu tepip işletecek olan kervan ve bezir­gan kümeleri heyecanla bekleşiyorlardı. Bir vakit, Cevdet paşa'dan Abdurrrahman Şeref'in tahrif ederek aldığı fikirleri büsbütün soysuzlaştıran bazı günlük siyasetçiler, Yavuz'un Doğu'ya, Kanunî'nin Batı'ya kaçtığını güya "Tenkit" etmek­ten hoşlanmışlardı.
Tarihçilerle politikacıların yanıldıkları noktalar:
Bir taraftan coğrafî ekonominin determinizmi, diğer ta­raftan Osmanlılığın medeniyet tarihindeki öz rolüdür. Bu rol, her şeyden önce: Doğu ile Batı arasındaki geleneksel ticaret yollarını temizleyip muhafaza etmekten ibaretti.
Osmanlı kuruluşunun Fetihle gerçekleşen bütün sırrı:
Bir yanda kadim Hint ve Uzakdoğu bezirgan yollarını ko­rumak, öte yanda Kara ve Akdenizlerle Tuna boylarını İtal­yan Cermen tekelinden temizlemekti.
O zamanın şartları içinde bu iş, Dünya ticaretinin anah­tarlarını emniyet ve asayişe kavuşturmak, bir kelime ile Dünya medeniyetini müdafaa etmekti.
Osmanlılık ve İstanbul'un Fethi, yalnız kadim büyük me­deniyet yollarını açıp, insanlığın eski kazançlarını geliştir­mekle kalmadı. Belki, üzerinde ne Doğu, ne Batı ilminin hâlâ bir türlü duramadığı bambaşka ve inkâr edilmez bir netice daha verdi: Batı medeniyetinin doğuşu.
Bu iddia, hislere değil olaylara uygundur.
Avrupa'da, bugünkü Batı medeniyetinin doğuşu tohum­larına: "Rönesans" (Diriliş) adı verilir. Avrupa'da rönesans, dikkat edilirse görülür ki: Bir tek değil, ikidir; ve her iki rönesans da bizim: "Bin bir kocadan arta kalan bive-i bakir [bakire dul]" İstanbulumuzla sıkı sıkıya bağlıdır-.
Mübalağa mı?
Hayır.
Rönesansla dirilen şey:
Eski Yunan ve Roma medeniyetlerinin, -daha ziyade göze batankültürüdür. Hakikatte o, "kültür" dirilişi, ticari ilişki­lerinin canlanışına tabidir. Fakat, zamane meşrebine uyup, sade kültürden bahsedelim. Ortaçağda, gerek Roma, ge­rekse Yunan Kadim Medeniyetlerinin tüm kültürlerinin özü, kültür toplamı, -tabir caizse-kültür komprimesi, o vakit ki İstanbul surları içinde mahpus, Bizans mozaikleri gibi minyatürleşmiş, fosilleşmişti.
Doğu Roma İmparatorluğu; dili Latin, ruhu Yunan olup, bütün fazilet ve reziletleriyle bir araya gelmiş iki Akdeniz medeniyetinin tam bir grekoromen bileşimi idi. İstanbul, ta beşinci yüzyıldan beri barbarlara karşı yükselttiği kalın sur­lardan oluşmuş o nüfuz edilmez taş kabuğu içinde, hemen
bütün eski Yunan ve Roma maneviyatının özsuyunu kıskanç bir mitoloji hayvanı gibi her şeyden ve herkesten saklıyordu. Eski Akdeniz -ve dolayısıyla da en eski yakın doğu ve doğumedeniyetlerinin, kısacası, o zamana değin gelmiş geçmiş tüm medeniyetin ölmez ruhsal kazançlarını insanlığa yay­mak için, bu zavallı hayvanın inci saklayan midye kabuğunu delmek; Bizans'ın küflenmiş tunç zırhını kırmak, hatta, -za­manın kaçınılmaz hayat ve toplum kanunlarına görekanını akıtıp, parçalarını tohum gibi dünyaya saçmak lazımdı...
Ve öyle oldu. Çünkü Ortaçağda, kapalı kutuların hep kanlı vasıtalarla açılması adet, yahut zaruretti. Darbeler önce Batı Hıristiyanlarından, sonra Doğu Müslümanlarından geldi.
Haçlılar Seferi'nde Hıristiyan barbarlar tarafından İstanbul'un birinci açılışı ile oldu. Bu ilk Rönesans gelgeç kaldı. Yalnız birkaç İtalyan tüccar kentine inhisar etti. Belde Rönesansları, Cenova, Venedik sınırlarını güç aştı. Çünkü, Bizans kökten tasfiye edilmemiş, üstün körü barbar aşısına tâbi tutulmuştu.
Osmanlıların İstanbul'u fetihleriyle başladı. Ve Osmanlı İmparatorluğu ölçüsünde geniş, tamamen köklü bir tasfiye olduğu için, Bizans'tan kopan tohumlar, birkaç kent veya bir memleketle sınırlı kalmadı. Hemen, bütün Batı Avrupa'yı kapladı. O sayede, saman alevi gibi gelip geçmedi. Modern Avrupa tarihinin ve Batı medeniyetinin gelişme başlangıcı oldu. İkinci ve asıl büyük ve sürekli Rönesansın Osmanlılıkla ilgisini maddi ve manevi bakımdan sadece hatırlatıverelim.
I-MADDETEN: Fatih, İstanbul'un Fethi üzerine, yüzyıllık kervan yollarından karaların birliğini kurduktan sonra, adeta otomatikman, denizlerin birliğini de ele almak zorunda kaldı:
"Bahren [denizce] hakim bir devletin, donanmaları sa­yesinde deniz hâkimiyetini elde ederek Akdeniz adalarını
nüfuzları altına ithal Asya ve Avrupa kıtalarındaki Osman­lı kıyılarına zarar iras eyledikleri [verdikleri] padişahın na­zarında kesince bilinen ve görülen bir durum bulunmakla, Padişah hazretleri, büyük bir donanma teşkil ederek, deniz hakimiyetini cihangir eline almak ve İtalyan Venediklilerin kuvvetlerini izale edip kötü niyet ve maksatlarına son çek­mek istiyordu." (Kritovulos, Tarihi, age)
Fatihin, beşyüz yıl sonrayı görmesi istenemezdi. O, ta­bii zamanında, en yakın esbabı mucibelerle [gerekçelerle] düşünüyor ve hareket ediyordu. Lâkin, hareketlerinden çı­kan neticeleri, hiç olmazsa beşyüz yıl sonra bizim görmemiz mümkün değil midir?
Osmanlılar, Akdenizi Batı bezirgânlığına dar getirince, "İtalyan" beldelerinin yıldızı söndü. Fakat, o yıldızlardan iç ve Kuzey Avrupa'ya sıçrayan kıvılcımlar, oralarda taze in­san malzemesine dayanarak ve "Estuaire" [delta, haliç] ti­pinde, Atlantik gel-gitleriyle genişlemiş, seyrüsefere [gidiş gelişe] elverişli ırmak ağızları gibi coğrafî ekonomi imkân­larından faydalanarak, Akdeniz'deki benzerlerinden daha gelişme yeteneği olan iktisadi ve ticari ocaklar tutuşturdu. Avrupa ocakları, bu sefer, Akdeniz'den geçmeyecek başka Hint yolları aramaya koyuldular. Bu zaruret ve imkânlar, Rönesans'tan modern Batı medeniyetine sıçramada maddi atlama tahtası hizmetini gördü.
II-MANEN: Bütün Akdeniz medeniyetlerinin son sığına­ğı ve zamane medeniyetinin yuvası olan İstanbul'da, ka­buğuna büzülmüş Bizans, karnında sakladığı manevi cev­herlerden kendisi faydalanamayacak kadar çökkündü. Bu cevherlerin, orada mahpus kaldıkça, aleme de bir hayırla­rı dokunmuyordu. Tarihte ilerleyici rolünü kaybetmiş olan Bizans İmparatorluğunun grekoromen kültürünü, Osmanlı akını adeta yuvasından ürküttü. "Ne yerim, ne yediririm" derce uyuklayan engin Bizans kültürü, Türklerin hışmından kaçan Bizans dehrilerinin giderek Batı dünyasında şuraya, buraya, göçmen kuşlar gibi nasıl göçtüklerini klasik Batı ta­rihleri kâfi derece anlatırlar.
Bu nev'i şahsına münhasır "Muhacereti Akvam" [Kavimler Göçü] Cengiz ve Timur akınları önünde Rum ülkesine sığınan meşhur Müslüman "Horasan Erleri"nin göçlerini pek andırır. Horasan Erleri Küçük Asya'da nasıl Selçuk ve Osmanlı toplu­lukları gibi yeni yeni büyük gelişmelere kapı açtılarsa, hemen tıpkı öyle, koca Asya'nın Anadolu'dan hayli büyük "Avrupa" isimli öteki yarım adasına göçen Bizans allâmeleri de, gittik­leri yerde kültür meşalecisi oldular. Koltuklarında bütün eski Yunan edebiyat ve felsefe müecceledatı, Roma'nın hukuk kır­kambarı "Corpus Juris Civilis"leri [Eski Roma Medeni Kanun­larının tümü 16. yüzyılda Jüstinyen tarafından toplanmıştır.] bulunduğu halde, diyar diyar Batı'ya açıldılar. Hıristiyanlığa iyice katılmış, Ortaçağ mayalanışının son basamağına yük­selmiş, taze uluslaşmış Batı kavimlerine, Kadim Medeniyetle­rin Bizans'ça kullanılamayan kültür hazinelerini getirdiler.
Birinci maddi zorunlulukla, ikinci manevi etkilerin sonuç­ları ne oldu?
Modern Avrupa Medeniyetinin kuruluşunda, elle tutulur manevi üstyapı Rönesans kültürü ise, maddi temel, uzak dış ticarettir. Avrupa'da büyük sermaye ilk defa uzak dış ticaret zorunluluğu ile kuruldu. Bu yeni kudretin, (sermaye biriki­minin) getirdiği manevi açılış: Rönesans ve bilhassa ikinci Rönesans tarafından ifade edildi. Halbuki, uzak dış ticaretin zorunluluk haline gelmesi de, ikinci Rönesans kültürünün to­humları da, Osmanlı İmparatorluğu'nun (ikinci Osmanlı salta­natının) İstanbul'u fethiyle yarattığı sonuçlardan doğmadır.
İstanbul'un Fethi, o zamanki dünya ticaretinin en kesin düğüm noktasını çözmekle, yeni bir İmparatorluk meyda­na getirerek olumlu sonucunu verdi. Fethin olumsuz etkile­ri ise, Batı'da dünya ticaretine umulmadık ve beklenmedik yollar aranması ve bulunmasını zorunlu kıldı. İstanbul'un Fethi Batı ticaretine hem en büyük darbeyi vurdu, hem en büyük gelişimi verdi.
1453'te İstanbul fethedildi. 1492'de Kolomb Amerika'yı keşfetti. Batı Bezirganlığı Akdeniz hegemonyasını kaybetmeseydi, Okyanusu denemeye kalkmazdı.
Sultanahmet, 1 Mayıs 1953

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar