DR. HİKMET ALİ KIVILCIMLI
(Not: Her insanın bir davası vardır. Birde kişiliği.
Öyle şahsiyetler var ki, ancak tuzu biberi kendi yemeğinden başka bir yere
dökülmüyor. Bu millet çalışan/fedâkar insanlara muhtaçtır. Defineye sahip olmak
mümkündür. Ama paylaşmak, insanların fikir dünyasına birşeyler katabilmek ise
ancak Allah Teâlâ vergisidir. Geçenlerde bir arkadaş ile sohbet ederken Hikmet
Kıvılcımlı hakkında bahis geçmişti. Bende fazla bilgim yok dedimsede
araştırayım dedim. Birçok eserinin ilk baskılarını kütüphanelerde gördüm.
Sitede onun eserlerinden birkaç bölüm
paylaşayım dedim ama, talebeleri ve sevenleri bu işi çoktan yapmışlar.
Hazırlamışlar. Beni üzen taraf ise, bir kesim tarafından ötekiye düşmüş güzel
insanların durumundan kendime şu hisseyi çıkardım. Ne olursan ol insanlık için
bir şeyler yapmak iste. Muhakkak Allah Teâlâ kullarına hizmet edeni
sevindirecektir.
Hikmet Ali
Kıvılcımlı, (1902, Priştine - 1971, Belgrad) Komünist lider ve kuramcı, yazar, yayıncı ve çevirmen.
Babası Priştine'de posta telgraf müdürü Hüseyin Bey, annesi Münire Hanım'dır.
17 yaşında gönüllü olarak Kurtuluş Savaşı'na katıldı,
Yörük Ali Efe çetesinde Kuvayı Milliye gönüllüsü
oldu, Köyceğiz Kuvayı Milliye Askerî Kumandanlığı görevinde bulundu.
Liseyi Vefa Lisesi'nde okuduktan sonra sınavla İstanbul Tıp Fakültesi'ne girdi.
Öğrencilik süresince direniş faaliyetlerini sürdürdü, Kurtuluş, Aydınlık gibi TKP yayınları yoluyla giderek komünist
fikirlerle tanıştı ve 1920'lerin
başında Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi
oldu. 1925'de TKP'nin Beşiktaş Akaretler'de gerçekleştirdigi 2. kongrede TKP
Merkez Komitesi'ne seçildi. Merkez Komite içerisinde gençlik sorumlusu olarak
görev aldı. Aynı yıl Aydınlık gazetesinde ilk yazıları yayınlanmaya başladı.
1925'ten hayatının sonuna kadar kadar sürekli kovuşturmalara, işkencelere maruz
kaldı ve toplam 22,5 yıl hapis yattı.
1925 yılında
Kürt ayaklanmaları ile çıkan Takrir-i Sükûn Kanunu çıktıktan
sonra İstiklal Mahkemesi'nde
yargılandı ve 10 yıl kürek cezası aldı. 1 yıl hapis yattıktan sonra çıkan afla
serbest kaldı. 1927 yılında Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir'in partiden
ayrılması ve parti arşivini polise teslim etmesi ile diğer parti üyeleriyle
birlikte tutuklandı. 3 ay tutuklu kaldı.
1929 yılında İsmail Bilen'in (Laz İsmail) İzmir Davası'ndaki
provokasyonu nedeniyle 4,5 yıl yeni bir mahkumiyet aldı[1]. 1938 yılında Nazım Hikmet'le birlikte yargılandığı Donanma
Davası'nda 15 yıl
hapis cezasına çarptırıldı, 12 yıl yattıktan sonra tahliye oldu. 1954 yılında
legal Vatan Partisi'ni kurdu. 1965 yılında Tarihsel Maddecilik Yayınları'nı kurdu ve
yönetti, Marx, Engels ve Lenin'in
eserlerinden birçok çeviriler yaptı ve yayınladı, Das Kapital'in bir bölümünü çevirdi. 1967'de İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği'ni (İPSD)
kurdu. İktisattan antropolojiye, Marksist düşüncenin tarihsel ve kuramsal
gelişiminin açıklanmasına ve Türkiye'de bir işçi sınıfı devriminin strateji ve
taktik sorunlarına kadar çeşitli konularda çok sayıda telif eseri ve Aydınlık,
Türk Solu, (kendisinin kurduğu) Sosyalist, Ant gibi dergilerde makaleleri
yayınlandı. En önemli eserleri olan Tarih Tezi kitabını 1965, Yol:
TKP'nin Eleştirel Tarihi kitabını da 1932 yılında yayınladı.1971 yılında ağır
hasta olduğu için yoldaşları tarafından tedavi için yurt dışına çıkarıldı. 11 Ekim 1971'de Belgrad'da öldü.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Hikmet_K%C4%B1v%C4%B1lc%C4%B1ml%C4%B1
*******
Ahmet Kale
1902’de Priştine’de doğup,
1971 yılının 11 Ekim’inde Belgrad’da kaybettiğimiz Dr. Hikmet Kıvılcımlı,
Türkiye Sosyalist Hareketi’nin önemli bir teorisyeni, yaşamını insanlığın
sınıflı toplum belâsından kurtuluşuna adamış önemli bir bilim insanı, örgütlü
pratik mücadeleden geri durmamış, devrimci duruşuyla örnek bir eylemci, örnek
bir insandır.
Çok genç yaşında, emperyalist işgale
karşı silahlı direnişe de katılan Kıvılcımlı, nihayet Askeri Tıbbiye öğrencisi
iken, Türkiye Komünist Partisi hücresinde örgütlü olarak işçi sınıfının ve
insanlığın sınıflı toplum belâsından kurtuluşu mücadelesine katılır ve son
nefesine kadar da bir an bile o mücadeleden kopmaz. 1925 yılındaki kongrede
gençlik temsilcisi olarak seçilir. Partinin yayın organı olan Aydınlık’ın özel
gençlik sayılarında Ahmet Tevfik takma adıyla yazıları yayınlanır. Aynı yıl
tutuklanarak, İstiklal Mahkemesinde yargılanıp mahkûm olur. Böylece tutuklama,
işkence ve zindan devri de açılmış olur.
1929 İzmir Tevkifatı, Kıvılcımlı’nın
siyasî yaşamında önemli bir dönüm noktası olacaktır. Tutuklanma ve yargılanma
sonucu, 4 yıl 6 ay hapse mahkûm edilir. O zamanki İzmir Hizmet Gazetesi’nin 29
Temmuz tarihli haberine göre: “Dr. Hikmet ise, kahverengi şapkasını giyerek,
büyük bir soğukkanlılıkla; ‘Hepimiz, çıkarken Kızıl bir profesör olarak
çıkacağız’ demiş ve gülmüştür.”
Hükümlülerin hepsi değil ama Hikmet
Kıvılcımlı, hapishaneyi, her anını çalışarak ve üreterek geçirdiği bir
üniversiteye dönüştürmeyi başarmıştır. 1933 yılında Elazığ cezaevinden
çıkarken, onlarca cilt çeviri ve orijinal eserler vardır dağarcığında. 10
yıllık parti yaşamının deneyimleriyle yazdığı ve o zamanki Merkez Komiteye
tartışılması umuduyla sunduğu “TKP’nin Eleştirel Tarihi: YOL” adlı 9 ciltlik
eseri de bunlardandır. Bu eserler: “Genel Düşünceler”, “Yakın Tarihten Birkaç
Madde”, “Parti’de Konaklar ve Konuklar”, “Parti ve Fraksiyon”, “Strateji Planı,
Düşman: Burjuvazi”, “Strateji Planı, Müttefik: Köylü”, “İhtiyat Kuvvet,
Milliyet: Şark” ve “Legaliteyi İstismar” başlıklarıyla bölümlenirler. YOL
serisi, yazılışlarından 45 yıl sonra, 1978 ve sonrasında ancak
yayınlanabilmiştir.
Bu çok önemli eserinde, eser
dizisini yazdıran şartları Genel Düşünceler başlıklı bir giriş cildiyle
açıklar. Daha sonra Tanzimat’tan Cumhuriyete sınıfların gelişimini inceleyen
Yakın Tarihten Birkaç Madde gelir. Bu genel değerlendirme ve incelemelerden
sonra artık Parti (TKP) içine döner yüzünü. Partide Konaklar ve Konuklar, adı
üstünde o zamana dek Partiye katılmış, dökülmüş ya da dökülmemiş ama tümü de
toplumsal sınıf ve tabakaların eğilimlerine denk düşen davranışlar göstermiş
eğilimlerin sergilenmesine girişir. Sağ ve “sol” teslimiyetçi oportünizm ile
hesaplaşmayı gündeminden düşürmez. “TKP’nin Devrimci Kanadı” kimlik ve kişiliği
ile: Ütopizm, Uvriyerizm vb. akımları sergiler. “Politik açığa vurma” görevini
her koşulda gözetir. Parti ve Fraksiyon kitabı ise, Parti’de o zamana kadar var
olan fraksiyon ve fraksiyonculukları teşhir eder. Anarko-bundizm, kuyrukçuluk,
otzovizm, ültimatomculuk gibi sapmalarla savaşır. Bunlardan sonra 4 kitaplık
Strateji bölümü gelir. TKP’ye, bundan sonra izlemesi gereken strateji planı
önerilir. İlk bölümün adı zaten Strateji Konusu’dur. Bu bölümde genel olarak
stratejinin tanımı ve önemi anlatıldıktan sonra, diğer bölümlerde, Türkiye’nin
sınıf mevzilenmelerine göre bu strateji planı somutlaştırılır. İkinci bölüm
Düşman: Burjuvazi’dir. Burada Türkiye Finans-Kapitalinin gelişiminden çok, o günkü
örgütlülük düzeyi ve Kemalizmin nasıl bir ekonomik-siyasî ağla ülkeyi
boyundurukladığı anlatılır. Daha sonraki Müttefik: Köylü bahsinde, işçi
sınıfının en yakın müttefiki olan yoksul köylülüğün içinde bulunduğu durum
incelenip, Parti’ye bu kesimi devrim mücadelesine kazanmanın yolları, Menemen
Olayı’nda gericilerin örgütlenme biçimi de örneklenerek anlatılır. Devrim
stratejisinin en önemli konularından olan yedek güçlerde en önemlisi olan Kürt
proletaryasının kazanılması konusu da Yedek Güç: Milliyet Doğu (Şark) kitabında
alabildiğine işlenir. Tekmil Kürdistan Proletaryasının tek bir partide
örgütlenmesi ve TKP’nin de bu örgütlenmeye nasıl “ağabeylik” edebileceği
somutlanır. Ve nihayet serinin son kitabı olan Legaliteyi Kullanma (İstismar)
kitabında da, gizli bir Parti olan TKP’nin yasal imkânları nasıl kullanması
gerektiği ve kullanabileceği son derece ajitatif bir biçimde anlatılarak bu dev
eser bitirilir. İktidar perspektifi stratejik nihai amacından bir milim
sapmadan, yaratıcı, geliştirici, zengin ve devrimci taktik esneklikler
gözetilir.
Cezaevinden çıktıktan sonra, “kendi
elimle Parti’ye mal ettiğim” dediği Marksizm Bibliyoteği Yayınları’nı 1935
yılında kurar. Bu yayınevinden “Gündelikçi İş ile Sermaye (Marx)”, “Karl
Marx’ın Ekonomi Politiği, Sosyalizmi, Taktiği (Lenin)”, “Karl Marx’ın Hayatı,
Felsefesi, Sosyolojisi (Lenin)” ve “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman
Felsefesi’nin Sonu (Engels)” kitapları Kıvılcımlı’nın çevirileri olarak çıkar.
O zamanki hayat arkadaşı ve partili devrimci yoldaşı olan Fatma Nudiye
Yalçı’nın çevirdiği “Enternasyonal Açış Hitabesi (Marx)” ve “Marksizmin
Prensipleri (Engels)” ile Çeviren: C. M. imzasıyla, “Maymun’un
İnsanlaşması Prosesinde Emeğin Rolü (Engels) kitapları da çeviri serisinden
çıkarılır. Yine aynı yayınevi ve daha sonra kurulan Emekçi Kütüphanesi
Yayınları’ndan telif eserler olarak da, “Türkiye İşçi Sınıfının Sosyal
Varlığı”, Marksizm Kalpazanları Kimlerdir?”, “Edebiyatı Cedide’nin Otopsisi”,
“İnkılapçı Münevver Nedir?”, “Emperyalizm: Geberen Kapitalizm”, “Demokrasi,
Türkiye Ekonomi Politikası”, “Marx-Engels, Hayatları”, “Sosyete ve Teknik
(F.N.Yalçı imzasıyla)”, “İspanya’da Neler Oluyor (Hasan Ali imzasıyla)” ve
“Sovyetlerde Stahanov Hareketi (Hasan Ali imzasıyla) kitapları ardı ardına
yayınlanır. Bu yayın serisiyle Kıvılcımlı, bir yandan Marksizm’in temel
kavramlarını çevirilerle yaymaya, diğer yandan da orijinal araştırmalarla işçi
sınıfının sosyal ve enternasyonal kurtuluşu yolunu aydınlatmaya çalışmaktadır.
Telif eserlerden Türkiye’de İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı’nda, o günkü
istatistiklerle, Türkiye işçi sınıfının niceliksel ve niteliksel varlığı ortaya
konur. Varlığı ve eylemleriyle proleter devrimde işçi sınıfının öncülüğü
kavratılır. Edebiyat-ı Cedidenin Otopsisi kitabı, Kıvılcımlı’nın cezaevinde
iken okuduğu bir Edebiyat-ı Cedide seçkisinin eleştirisidir. Bu eleştiri, Cemil
Meriç’in deyimiyle “bir edebiyat eleştirisiyle, bir çağın hastalıklarının
teşhiri”dir. Emperyalizm Geberen Kapitalizm, Lenin’in kitabından benzetmeyle,
Türkiye Finans-Kapitali’nin nasıl gelişip, emperyalist ilişkiler içinde yer
aldığını daha o günlerde (1935) ortaya koyar. İnkılapçı Münevver Nedir
broşüründe, o günlerde ölen Fransız Komünisti Henri Barbusse’ün kimliğinde
devrimci bir aydının karakterini tespit eder. Devrimci bir aydını, kitle adamı,
parti adamı ve enternasyonalist olarak tanımlayıp, Barbusse’ü örnek gösterir.
Demokrasi, Türkiye Ekonomi Politikası kitabı için ilerde kendisi şöyle
diyecektir:
“Ölüm döşeğinde Mustafa Kemal,
kendisini çoktan öldürmüş, mumyalamış ve içinden çıkılmaz bir mezar-ehrama
gömmüş bulunan finans-kapitale en son hizmetini yaptı: Toprak reformu geveleyen
İnönü’yü düşürdü.
Yerine İş Bankası haydut yatağında:
‘Bir torba altın verdim, bana bir çuval altın getirdi’ dediği Celal Bayar’ı
Başvekil yaptı.
Bunu beklemiyor değildim. Hatta
‘Emperyalizm’ kitabında, yazılı olarak daha 1935 yılı, Bayar’ın 1937’de olduğu
gibi, Türkiye Ekonomi ve Politikasının başına buyruk olacağını yazmış, 1950 DP
saltanatını sezmiştim.
1937 Darbesi, Naziliğin Türkiye’yi
finans-kapital dehlizlerinden teslim alış prosesini taçlandırmıştı.
“ … O vesile ile oturdum ‘Demokrasi:
Türkiye Ekonomi Politikası’nı yazdım. Orada ne dediklerim yayınlandı” (Günlük
Anılar sayfa 297)
Marx Engels, Hayatları kitabında
dünyayı değiştirmenin metotlarını ve kanunlarını öngörmüş bu iki büyük insanın
hayatlarından ve özel yaşamlarından kesitler vererek onları nasıl örnek almamız
gerektiğini veciz bir şekilde anlatır.
Bu yayınların yanında o dönem
yayınlanan Yeni Adam, Her Ay gibi dergilerde yazılar da yazmaktadır. Nihayet
1937 1 Mayıs’ından başlayarak, Karl Marx’ın “Kapital”ini fasiküller halinde
yayınlamaya başlar. 20’şer sayfalık bu fasiküller ancak 7 sayı yayınlanabilir.
O dönemde yazdığı ve yayınlayacağını ilan ettiği, “Din Tarihinin Materyalizmi”,
“İslâm Tarihinin Materyalizmi”, “Osmanlı Tarihinin Materyalizmi” ve
“Bergsonizm” adlı kitaplarını yayınlayamadan, ünlü Donanma Davası provokasyonu
ile yeniden tutuklanır ve 15 yıl hüküm giyer. Sultanahmet ve Çankırı
cezaevlerinden sonra 11 yılını Kırşehir cezaevinde geçirip, 1950 affıyla çıkar.
Yine onlarca eserle tabii...
Burada adı geçen “Din Tarihinin
Materyalizmi”, “İslâm Tarihinin Materyalizmi”, “Osmanlı Tarihinin Materyalizmi”
eserleri için Kıvılcımlı’nın yayınlanmamış bir önsöz denemesinde şöyle bir
saptaması var:
“1938 Yavuz davasında, gerek
Osmanlı, gerek İslâm Tarihinin maddesi üzerine olan el yazmaları, gizli polisçe
birer suç belgesi yerine konularak gasp edildi. Ve bir daha o el yazmalarının
tek tük, eksik taslaklarından başka izini tozunu bulamadık. Hele Kur’an-ı
Kerim’i satır satır izleyerek özenle temiz ettiğimiz ‘İslâm Tarihinin Maddesi’
kitabının 1. cildi bağırta çağırta yok edildi. Söz verilmişken, yıllarca sonra
bulunamadığı gerekçesiyle geri verilmedi.” (Tarih Yazıları s. 12, Sosyal İnsan
Yayınları)
İşte o yok edilen 1. cilt muhtemelen
Din Tarihinin Materyalizmi incelemesidir. Kalan artıklar ise daha sonra
Allah-Peygamber-Kitap başlığıyla toplandı. Osmanlı Tarihi üzerine yazdığı 3
ciltlik çalışması da yine Sosyal İnsan Yayınları tarafından tam metin olarak
2007 yılında tek kitap halinde yayınlandı. Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihi
üzerindeki bu incelemesini hem orijinal Tarih Tezi’nin bir uygulaması, hem de
bugünkü Türkiye Toplumu’nun içinden çıktığı Osmanlı toplum yapısının özgün ve
alternatif bir değerlendirilmesi olarak yapmıştır.
Bu arada 1951 yılında o zamana
kadarki en büyük TKP tutuklamaları olur. Mevcut TKP yöneticileri toplanır.
Kıvılcımlı son yıllarda hapiste olduğundan tutuklama dışında kalmıştır.
Burjuvazinin “Komünistlerin kökünü kazıdık” demagojilerine karşılık, dışarıda
kalan kadrolardan bir bölümü ve işçileri toplayarak, “İşçi sınıfının hak ve
varlığını korumak” sloganıyla, 1954 yılında Vatan Partisi’ni kurar. Vatan
Partisi 3 yıllık ömründe fazla bir örgütlenme başarısı gösteremez ama gerek
varlığıyla, gerekse 1957 seçim kampanyasındaki faaliyetleriyle sosyalistlerin
sesinin kısılamayacağını dosta düşmana gösterir. Bu dönemde-1953 yılında,
İstanbul’un Fethinin 500. yılı dolayısıyla yayınladığı “Fetih ve Medeniyet”
broşürüyle, daha sonra geliştirip yayınlayacağı Tarih Tezi ışığında İstanbul’un
fethini yorumlar. Bu fethi, önemli bir şehrin alınmasının çok ötesinde, antika
tarihte oldukça önemli bir olay olarak yorumlar. Bunun dışında daha çok parti
çalışmalarına ilişkin yayınlar yapar Kıvılcımlı. Vatan Partisi’nin kuruluş
gerekçesi olan “Kuvayımilliyeciliğimiz”, 1956 yılında İstanbul Üniversitesi
Anayasa Kürsüsü’nün bir anketine cevaben yazdığı ve Suat Şükrü imzasıyla
yayınladığı “Anayasa Teklifi” ve 1957 yılı Bütçe’si eleştirisi olarak yazdığı
“Siyasetimiz” ve bir sendika kongresini hicvettiği uzun şiirden oluşan, Dede
Hande ismiyle, “Soğan Ekmek Kongresi”ni yayınlar. Bu sırada, Partinin yayın
organı olarak, aylık çıkan ve ancak 4 sayı yayınlanabilen “Vatandaş” gazetesi
de çıkarılır. Bu yayınlardan Vatan Partisi Programı, Kuvayımilliyeciliğimiz ve
Anayasa Teklifi bir bütün halinde Türkiye’nin Demokratik Devrimi’nin asgari
programını oluştururlar.
1957 seçimlerine katılan Vatan
Partisi, iktidar yanlılarının kışkırtma ve saldırıları altında kısıtlı bir
seçim çalışması yapar. İstanbul’un Eyüp ilçesindeki seçim mitinginde yaptığı
ünlü “Eyüp Konuşması”ndan sonra tutuklanır ve Vatan Partisi’ne de (Komünizm ile
ilgili değil de; “Dini politikaya alet etme” gibi saçma iddialarla) kapatma
davası açılır. 2 yıl süren ağır tutukluluk hali ve yargılamalardan sonra Vatan
Partisi beraat eder.
Burada Eyüp konuşması üzerine kısa
bir yorum yapmak lazım. Bu konuşmada İslâmiyet’in doğuş çağındaki, mülkiyete ve
faize karşı olan özünün Sosyalizm açısından değerlendirilmesi yapılır. Bu
bakımdan son derece orijinal ve öncü bir değerlendirmedir. Ancak konuya
yüzeysel bakıldığında sanki günümüzde de İslâmiyet övülüyormuş izlenimi
çıkarılmaktadır. Nitekim Kıvılcımlı için, çoğu zaman iyi niyetle ‘Müslüman
Komünist’ nitelenmesi yapılabilmektedir. Kıvılcımlı ne herhangi bir dinden, ne
de herhangi bir dine karşıdır. O, kendi ülkesinin insan yapısını iyi kavramış,
bilinçli bir Tarihsel Materyalisttir. Kendi kaleminden yazdığı yaşam öyküsünde:
“Kul ya eyyühel kafirun… suresinden materyalizme atlayış.” diyerek kendi
konumunu açıkça belirtir.
Onun Devrimci Hareketimize yapmaya
çalıştığı en değerli ve kimilerince bir türlü anlaşılmak istenmeyen katkısı;
kendi yerli sentezimizin üretilmesi ve proletarya enternasyonalizmi ile buluşma
çalışmasıdır.
27 Mayıs olmuştur. Milli
Birlik Komitesi görevdedir. İşçi sınıfının politik bir örgütü yoktur ama
Kıvılcımlı işçi sınıfı adına MBK’yı yönlendirmek amacıyla iki açık mektup yazar
MBK’ya. Ve Bunları “II. Kuvayımilliyeciliğimiz” adıyla kitaplaştırır.
1965’te yeniden kitap
yayınlamaya başlar. Tarihsel Maddecilik Yayınları’nı kurmuştur. Bu dönemde ilk
olarak “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi” yayınlanır. Sonra, 30 yıla yakındır
üzerinde çalıştığı, Antika Tarihin gidiş kanunları üzerine orijinal görüşlerini
tezleştirdiği “Tarih-Devrim-Sosyalizm”, ardından da tezini somutladığı bir
örnek olarak, “İlkel Sosyalizm’den Kapitalizme İlk Geçiş: İngiltere”
kitaplarını yayınlar. Yine bu dönemde “Karl Marks’ın Özel Dünyası” yayınlanır.
Türkiye İşçi Partisine tekliflerden oluşan “Uyarmak İçin Uyanmalı, Uyanmak İçin
Uyarmalı” ve bir gazetenin yarışmasına Sadık Göksu ismiyle yolladığı
“Türkçe’nin Üreme Yolları”, kitap olarak 1966 yılında basılırlar.
1967 yılı başlarında haftalık olarak
yayınlayacağı “Sosyalist” gazetesini çıkarmaya başlar. İmkânsızlıklar yüzünden
ancak 7 sayı yayınlanabilir gazete. Gazetesi kapanınca, o zamanlar çıkan başka
sol dergilerde yoğun olarak yazmaya başlar. İdeolojik ve teorik görüşlerinin
farklılıklarına bakmadan ve dönemin ilerici/sol yayın organlarından Ant, Türk
Solu ve Aydınlık dergilerinde sayısız makaleleri çıkar. Bu yazıların tamamını
burada sıralamayacağız ama sadece belli başlı birkaç tanesini anmak bile, onun
Türkiye ve dünya meselelerindeki duyarlılığını ve ustalığını göstermemize
yeter. “Deccal Kapımızı Nasıl Çalıyor?”, Çek Meselesi mi, Dünya Meselesi mi?”,
“Sayın İ. İ. Paşa’ya Açık Mektup”, “ Üretim Nedir?”, “Türkiye Halkının
Teşkilatlandırılması”, “Türkiye’de Sınıflar ve Politika”, “Lenin ve Türkiye”,
“Çin Halk Cumhuriyeti-Kızıl Bekçiler”,” Kendimize Gelelim, Ya Birleşmek Ya Ölüm
(Kanlı Pazar üzerine)”, “Ho Amca’nın Düşündürdüklerinden”, “ Genel Olarak
Sosyal Sınıflar ve Partiler”, “Gençliği Azıcık Anlayalım”, “Dinin Türk
Toplumuna etkileri”, ve bunlar gibi daha onlarca yazı…
1970 yılında yeniden kitap ve yazı
çalışmalarına hız verir Kıvılcımlı. Yükselen 68 hareketinin Finans-Kapitalce
tuzaklara çekilmeye, özellikle üniversite gençliği üzerinde sürek avlarının
düzenlenmeye çalışıldığı günlere gelinmiştir. Bir yandan işçi sınıfını ve
gençliği İşçi Sınıfı Partisi’nde örgütlemek, öte yandan da her gün yükselen
provokasyonlara karşı herkesi uyarmak için sağlığının bozuk, yaşının ileri
olmasına bakmadan kan ter içinde çalışmaktadır. Son 2 yılda, 8’i narkozlu 13
operasyon geçirmesine karşın (Prostat kanserlidir), kitaplar ve gazete
yayınlamakta, ulaşabildiği ve çağrıldığı her yere giderek konferanslar
vermektedir. 1970-71’de 26 sayı yayınlanan “Sosyalist” gazetesi, 1971 Nisan
ayının sonunda sıkıyönetimce kapatılır.
Bu yıllarda yayınlanan kitaplar da:
“Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu”, “Oportünizm Nedir?”, “Halk Savaşının Planları”,
“Devrim Zorlaması, Demokratik Zortlama”, “Anarşi Yok! Büyük Derleniş!”, “İşçi
Sınıfı Partisi Nedir: Vatan Partisi Tüzüğü ve Programı”, “27 Mayıs ve Yön Hareketinin
Sınıfsal Eleştirisi”, “Toplum Biçimlerinin Gelişimi”, “Metafizik Sosyolojiler”
ve bazı kitapların o dönem yapılan 2. baskıları.
1971 Nisan ayında Sıkıyönetimce
aranmaya başlar Kıvılcımlı. Evinden ayrılır ve ölümüne kadar geçen süre trajik
bir kaçış öyküsüdür. Burjuvazi onu en tehlikeli ve baş düşman yerine koymuştur.
Hakkındaki idam tehdidi ile aranmaktadır. Prostat kanserinden dolayı ölüme
yaklaşmaktadır. Onun bir de dönemin burjuva resmî tarihi anlayışı ve resmî
ideolojisine bulaşmış olan TKP ile de hesaplaşması ve sorunları vardır. Konuyu
ve yaşanan sorunları bir de… kendi satırlarından aktaralım:
“Şimdi üç ölüm cezası ile mahkûm
bulunuyorum:
1 – Prostat Adeno Karsinom
başlangıcı. Yetmişinde insan için tabii idam hükmüdür. Ona bir diyeceğim yok.
Ondan kaçamam.
2 – Türkiye’de Sıkıyönetim
Mahkemesi: ‘Yılanın başı’, ‘Azılı komünist’ olarak, idam cezasıyla tevkifime
karar verdi. Bunu da sosyal ve politik bakımdan ‘tabii’ sayıyorum. Bundan
kaçtım.
3 – Nerede ve hangisi olduğunu
bilmediğim bir ‘Türkiye Komünist Partisi’, beni bu sıra Parti’den atmış. Bu
moral ‘idam’ kararını artık ‘tabii’ bulamıyorum. Ve kaçamıyorum.
1. ve 2. ölüm cezaları olacağına
varır. 3. ölüm cezasına karşı hiç değilse burjuva mahkemelerindeki kadar
savunma hakkımı kullanmazsam, bu savaş dünyasından giderayak, son görevimi
yapmamış olurum.”.....
“1971 Haziranı Sofya’da -bana
değil, yanımdakilere- benim ‘Türkiye Komünist Partisi’nden atıldığım söylendi.
O güne dek, ‘Parti’ adına hiç kimse
bana özel yaşantım veya ideolojim açısından en ufak bir eleştiri yahut bildiri
yapmadı. Düşünce ve davranışlarıma karşı yalnız ‘saygı’ gösterileri duydum.”
İşte bu üç ölüm cezası el ele
vererek, biri diğerinden zerrece farklı ve insaflı olmadan, bu büyük proleter
devrimcinin, ülkesinden, kavgasından ve sevdiklerinden uzakta,
Yugoslavya-Belgrat’ta bir hastanede ölmesini sağlarlar.
11 Ekim 1971 günü aramızdan ayrıldı
Kıvılcımlı.
Aramızdan ayrılışının üzerinden 40
yıl geçmiş. Bu yıllarda Kıvılcımlı’yı anlama ve anlatma yolunda iyi niyetli
birçok girişim oldu. Ancak bu kadar yıl sonra bile yeterince anlaşıldığı ve
anlatıldığını söylemek mümkün değil. Yazıp da insanın ve insanlığın sosyal ve
enternasyonal kurtuluşuna ve hizmetine sunduğu on binlerce sayfalık (yaklaşık
50.000 sayfa) çalışmalarının yayınlanması konusunda da iyi niyetli kimi
girişimler oldu kuşkusuz. Ancak eserlerinin de sistemli bir biçimde
yayınlanması pek mümkün olamadı. Bu konuda da bazı olumsuzluklar yaşandı. Son
yıllarda Sosyal İnsan Yayınları, bu eserlerin tümünü, “Bütün Eserler” formatında
yayınlamaya girişti. Yayınlanan kitapların düzgün bir sıra ile yeniden
basılmalarının yanı sıra, yayınlanmamış eserler de eski yazıdan yeni yazıya
aktarılarak yayına hazırlanmaya çalışılıyordu. 2008 Şubatında, yazılışından 72
yıl sonra yayınlanan “Bergsonizm” kitabı buna örnektir.
Kıvılcımlı yayıncılığında çok önemli
bir adım sayılması gereken bu önemli girişim de ne yazık ki dondurulmuş
durumda. Oysa daha yayınlanmamış o kadar çok eseri var ki. Umarız bundan
sonraki yayınlama girişimleriyle bu eksiklik de giderilir.
Ölümünün 38. Yılında(2009) bu önemli
düşünce ve eylem adamı büyük proleter devrimci, çok anlamlı bir biçimde anıldı.
Türkiye sosyalistlerinin büyük çoğunluğu, kimi düzenlemeci, kimi destekçi ve
katılımcı olarak, ortak bir anma programı uyguladılar. Ne yazık ki bu önemli ve
vefalı girişimin arkası gelemedi.
Erişim:
http://www.sorunpolemik.com/SP/454/olumunun_40_yilinda_dr_hikmet_kivilcimli_ve_eserleri/
Hâne-i dil
kim harâb olmuş sanurdum ben anı
Ol cefa miymarunun tarhı ile ma'mûr imiş
Ol cefa miymarunun tarhı ile ma'mûr imiş
Avni
Gönül
evini ben yıkılmış sanırdım
Meğer o cefa mimarının bezeyişiyle şenlenmiş
Meğer o cefa mimarının bezeyişiyle şenlenmiş
Fatih
Mehmet
|
Cevr-i
dilber, ta'n-i düşmen sûz-i firkat, za'f-ı dil
Dürlü dürlü derd için halketmiş Allahım beni
Dürlü dürlü derd için halketmiş Allahım beni
Avni
Güzel
üzer, düşman kınar, ayrılık yakar, gönül yufkadır
Türlü türlü dert için yaratmış Tanrım beni
Türlü türlü dert için yaratmış Tanrım beni
Fatih
Mehmet
İstanbul'un
Fethini sırf bir Müslümanlık ve Hıristiyanlık savaşına bağlamak, en az beş
yüzyıl evvelki kafa ile düşünmek olur.
İstanbul'un
fethi bir dinin öteki dine karşı zaferi değil, ilerlemenin gerilemeye karşı
zaferidir.
Din, kadim
savaşlar için başta gelen bir bayraktır. Ama, sade bir bayrak... Bugün de bayrak,
harbin sebebi değil, dövüşen ülkülerin elle tutulur sembolüdür. Fetih savaşlarındaki
dini esbâb-ı mucibeler kimseyi aldatamaz. Din gayretleri, Tezatlı tarih
hengâmelerini [kargaşalarını] güden derin maddi kanunların satıhta yüzen
sembolik ifadelerinden (anlatımlarından) ibarettir.
Onun için,
ancak medeniyet tarihinin bütünlüğünü kavramayanlar, İstanbul'un Fethini bir
Müslümanlık ve Hıristiyanlık çarpışması derecesinde küçültebilirler.
Gerçekte,
İstanbul'un Fethi, herşeyden evvel bir insanlık ve medeniyet hamlesidir.
Arapça'da "Fetih" sözü güzel bir tesadüfle: "Açmak"
manasına gelir. İstanbul'un Fethi de, o zamanki insanlığı bir çıkmazdan
kurtarmış, medeniyete yeni ufuklar açmıştır. İstanbul'un Fethi, tarih yolu
üstüne kâbus gibi çökmüş bir cesedin (Bizans engelinin) kaldırılması, Bizans
çöküntüleriyle tıkanmış medeniyet yollarının, -yalnız müslümanlara, yalnız
Türklere değil-tekmil insanlığa yeniden açılmasıdır. Açılış biraz acıklı mı
olmuştur? Mümkün. Fakat o zaman ölüleri böyle kaldırmak adetti.
Demek,
İstanbul'un Fethi, yalnız Türklerin değil, bütün dünyanın kutlayabileceği,
kutlamakta haklı, -hatta bir dereceye kadar, insan olarak vazifeli
sayılabileceği büyük Tarihsel Devrimlerden biridir.
Bizzat
İstanbul'un Fethine yakından bakalım. Orada Hıristiyan, Müslüman bütün geniş
halk yığınlarının, adeta farkına varmadan, hatta belki istemeyerek elbirliği
ettikleri görülür. Fetih açılmak manasına gelince: İstanbul'un açılışı hem
içeriden, hem dışarıdan olmuştur. İstanbul'un kapıları, dışarıdan alelumum
[genel olarak] Türkler ve Müslümanlar, içeridense Hıristiyanlar ve Museviler
eliyle açılmıştır.
Bu gerçeği
bize en iyi anlatan Osmanlı belgesi, Fetva derecesinde yetkili bi r hükümdür.
Hicri 945, Miladi 1538 yılında, yani fetihten 75 yıl sonra, Kanuni Süleyman
zamanında ortaya nazik bir dava çıkıyor:
İstanbul
zorla mı alındı? Barışla mı?
Gerek
İslam, gerekse genel olarak göçebe geleneğinde bir şehir, ya zorla (anveten)
yahut barışla (sulhen) ele geçirilir. (Anveten) yani zorla zaptedilen şehirde
bütün başka din mensupları kılıçtan geçirilir veya köle gibi satılır; yabancı
din mabetleri yok edilir. Halbuki fetihten sonraki İstanbul'da, Hıristiyanlarla
Yahudiler tamamen hür yaşıyorlardı, kiliselerle havralar ayakta duruyordu.
Neden
İstanbul'daki gayri müslim mabetleri yıkılmıyor? Neden Müslüman olmayanlar köle
edilmiyor?
Kanuni
devrinde bu sorular zihinleri öylesine tutuşturmuş ki, alevler meşihat
[şeyhülislamlık makamı] saçağına kadar yükselmiş. Ve bunun üzerine,
Padişahların bile önünde eğildikleri fetva yoluna gidilmiş. İnkılap müzesinin
88 numarasında kayıtlı: "Kanun-u muteber der-zaman-ı Süleyman"
[Süleyman zamanında yürürlükte olan yasa] elyazması (Kaleme alınışı: Hicri
988, Miladi 1580), Ebussuud'un şu fetvasını tespit ediyor:
"MESAİLİ
ŞETİY (AYRIŞIK MESELELER): Merhum Sultan Mehmet Han Mahmiye'i
İSTANBUL [İstanbul Büyük Şehri] ve etrafındaki KARİYELERİ [köyleri] anveten
fetheylemiştir.
ELCEVAP: "Maruf
olan [bilinen] anveten fetihdir. Ama, kenaisi-i kadime hali üzere ipka olunmak
[kiliselerin eski haliyle yerinde bırakılması] sulhen fethe delalet eder. Senei
Hams ve Erbain ye Tis'a mie [Dokuz yüz kırk beş yılı] tarihinde bu husus teftiş
olunmuştur [araştırılmıştır]. 110 yaşında bir kimesne ile 130 yaşında bir
kimesne bulunup Yahudi ve Nasara [Hıristiyan] topluluğu, el altından Sultan
Mehemmet Han ile ittifak edip Tekfure, Nusret [yardım] itmiyicek olup, Sultan
Mehemmet dahi anları sebyetmeyip [esir almayıp] malları üzerinde mukarrer
idicek [karar verecek] olup, bu veçhile [yolla] fetih oldu deyu müfettiş
muhzirinde şehadet [tanıklık] idüp, bu şehadet ile kenais-i kadime [eski
kiliseler] hali üzere kalmıştır. Ketebehu [yazan] Ebussuud."
Demek,
İstanbul yanlız Müslümanın zoru ile değil, aynı zamanda Hıristiyan halkın gönlü
ile fethedilmiştir.
Filhakika,
Fatih devrinin Türkleri, zamanımızın Atom bombası kadar müthiş görünecek, yeni
teknik keşiflerle İstanbul surları önüne gelmişlerdi. Macar mültecisi Urban, o
zamana kadar görülmedik topu dökmüştü. 60 öküzle ve iki bin insanla iki ayda
Edirne'den İstanbul'a gelen bu topun çevresi 9, çapı 3 kademdi [yaklaşık 33
cm'lik uzunluk ölçüsü], yarım arşın, normal bir ayak boyu. (Yaklaşık 37.5 cm)],
sesi 30 milden işitiliyordu. 1200 okka çeken granit güllesi bir mil uzağa
düşüp, 6 kadem derinliğinde toprağa gömülüyordu.
Fakat,
bazı manidar noktaları unutmayalım:
1-Macar
Urban, ilkin Bizans hizmetinde idi. Osmanlılar, onu Bizans'tan kendilerine
çekmeyi bildiler. Çünkü, terakki [ilerleme] beri taraftaydı. Bizans geriliğe
batmıştı.
2-"Rumların
da topları vardı." (Ahmet Refik, "Bizans önünde Türkler", s.
402) "Yalnız cephaneliklerde barut azdı" (age); ve Bizans topları,
kullanılması pek becerilemediği için geri teperken kendi surlarına zarar
veriyordu. Demek Bizans'ta eksik olan top değil, insan imanı idi.
3-Nihayet,
bütün dehşetine rağmen Urban'ın "Şahi" adlı topu, Bizans'ı fetheden
şey olmadı. "Bir gün patladı. Mucidini de, zabitlerini de öldürdü".
(Ahmet Refik, age, s. 402)
Osmanlılar,
top tekniğinden başka, yaman bir ahşap kule de kullandılar. Lâkin, bir sabah,
kulenin geçmesi için doldurmuş bulundukları hendeğin yeniden boşaltılmış
olduğunu görünce şaşırdılar. Gene Osmanlılar yeraltı yolları ile surların
altından geçmeye çalıştılar. Lâkin bir Alman, Bizans tarafında da karşılık
dehlizler açıp, Rum ateşiyle Türkleri karşılamayı akıl etti. Osmanlı donanması,
Haliç zincirini kıramayınca, karadan Haliç'e aştı. Lakin, bu daha ziyade manevi
tedhişe [korkutmaya] yaradı.
Bütün
tarihi değişmelerde bu böyledir. İstanbul'un Fethinde de yalnız başına teknik
unsur, yetici bir kuvvet olamamıştı. Bütün mesele o tarihi savaşta, iki
taraftan hangisinin insan gönüllerini kazandığına gelip dayanıyordu. İnsan meselesinde
Bizans yaya kalmıştı. İnsanı Türkler cezbediyordu. Bu cazibe elbet Bizans
hükümdarına karşı açıkça itiraf edilemezdi. Ancak, Ortaçağ yığınlarına has
batıl itikatlar şeklinde belirtiler veriyordu. Kuşatma günlerindeki Bizans'ın
halk psikolojisini tarih şu satırlarla anlatır:
"Bazen
ortaya bir takım şayialar çıkıyor, gökten bir emir geldiği ve bu emirde
Türklerin şehre girmelerine mümanaat [engel] olunmaması, hatta Jüstinyanüs
sütununa kadar bırakılması, orada bir melek zuhur ederek kendilerini perişan
edeceği ağızdan ağıza geziyordu. Bu şayialar Bizans'ı müdafaa için silaha
sarılmak istemeyenleri memnun ediyordu. (Ahmet Refik, Bizans Önünde
Türkler, s. 398)
O zamanın
insanı, içgüdülerine başka dil bulamıyordu. Bu hali sözde "Bizans
ihaneti" ile izah etmek, büyük tarih olaylarını, küçük hilekârlıklara irca
etmekten [indirgemekten] farksızdır. İhanet, yüzeyde görülen şeydir. Asıl
derin sebepler: Bizans sosyal düzeninin halk için dayanılmaz hale gelmiş
bulunmasında gizlenir. Ezilen Bizans halkı, Dini ayrı Osmanlı Türklerinde
adalet ve insani kudret sezmiştir. Bizans rejiminin baskısı, halk için dâfia
[itici] rolü oynamış; Osmanlılığın getirdiği yeni düzen, bunalan halkı cazibe
kuvveti gibi çekmiştir.
Ve birgün,
en kritik anda, Bizanslı insan, şehir surlarının o aşılmaz kapılarından birini,
görünmez elleriyle, ansızın, Kostantin'in arkasından Türklere açıvermiştir.
İstanbul'un
Fethine, Müslüman olmayanlar neden taraftardılar?
Nasıl oldu
da, aynı İsa dinli Papa'nın Katolikliğiyle bir türlü kaynaşamayan Bizans
halkı, can düşmanı Müslümanlarla "El altından ittifak" ediverdi?
Bu tezadlı
görülen hakikati, Hıristiyanların güya şaşkınlığı ile yorumlamak, en hafif
manasıyla şaşkınlığın ta kendisi olur. Gerçek tarihte, şaşkınlıklar ve
yanlışlıklar aramak ilim dışı bir kuruntudur. Tarihte en kör tesadüf saydığımız
hadiseler bile, son duruşmada, önüne geçilmez: "Tunç kanunlar"
icabıdır. Bizans tezatlarının iç yüzünü idare eden kanunların başlıcaları,
Kadim Çağların Toprak meselesine dayanır.
Bizans,
10-11. yüzyıllar arasında en parlak devrini yaşadı. 11. yüzyılla beraber
derebeyleşmeye başladı. Derebeyleşme, köy topraklarının mütegallibe eline
geçmesi demektir. Toprağı tekeline alanlar, toprak vasıtası ile geçinenlerin
hayatları kadar, devlete de hükmettiler. Derebeyleşmenin ilk tepkisi, merkezi
devletin can damarını tıkamak oluyordu.
"Arazinin
kamilen [tümüyle]
kilise ve manastırlara geçmesi hâzinenin gelirlerini azaltıyordu.
Rahiplerin imtiyazı orduyu kuvvetsiz bir hale getiriyordu."
Bunun
üzerine, bütün kadim İmparatorluklarda adeta "tekerrür" eden fasit
daire [kısır döngü] harekete geçti. Gelire susayan:
"İmparatorlar,,
ahalinin vergisini arttırmaya başladılar. Kilise ile bazı imtiyazlı sınıflar
vergiden muaf oldukları için bütün yük köylü ile esnafa
yükletildi." (SCH. DİEHL, "BYZANCE. Grandeur et Decadance" ve
St. Rumciman: "La Civilisation Byzantin" eserlerinden özet: Ş.B., Ül.
79. Temmuz 1939, s. 410)
Derebeyleşmenin
yarattığı tezatlar, yalnız alt tabakaları ezmekle kalmaz. Üst imtiyazlı
zümrelerin dahi tepişmelerine yol açar. Derebeylerle merkezi Kral arasında
çarpışm alar alır yürür.
"Osmanlı
İmparatorluğu kurulurken bu mücadele son safhasına varmış. Beyler lehine
neticelenerek büyük bir kısım toprakların mülkiyeti ile birlikte, devlete ait
nüfuz ve yetkilerin de malikâne sahiplerinin ve kiliselerin eline geçmesini
gerektirmişti."
(Zahariae, Boissonadde'den nakil. Ö. B., Ül. 61, Mart 1938)
Osmanlı
yıldızının parlaması böyle bir fırsat çağında başlar. "Osman Bey
zamanında Bizans İmparatoru, İkinci Andronikos'tu (1283-1338). Andronikos,
Sekizinci Mihail Paleologos'un oğlu idi. Zamanında Anadolu perişan bir halde
idi. Babası Mihail'in devrinde Anadolu'nun Vitinya (Trabzon ve ilh.) ve Frigya
gibi dağlık yerler arazisi vergiden muaftı. Buna karşılık onlar da yerli asker
teşkil ederler, memleketin müdafaasına yardım ederlerdi.
"Mihail,
hazinenin zaruretini görünce, kumandanların aylıklarını kaldırdığı gibi,
onlardan fazla vergi de almaya başladı. Keza ahalinin de vergilerini arttırdı.
O derecede ki, vilayetler, artık hükümete imdat şöyle dursun, kendilerini bile
müdafaadan aciz kaldılar." (Ahmet Refik, Bizans Karşısında Türkler,
İstanbul 1927, s. 22-23)
Yani,
Bitinya (Trabzon vs.) ve Frigya (Bursa ile Konya) Bizans'ın en hassas noktaları
haline gelmişlerdi. Osmanlılar da, tam bu kaynaşma noktaları üzerine binmiş
bulunuyordular.
Böylece,
zamanın dünya medeniyetini temsil eden Bizans İmparatorluğu; Geniş halk
yığınları için çekilmez işkence; üst tabakalar için de huzursuzluk kaynağı
olmuştu. Bu şartlar altında, Osmanlı akınlarını yalnız Hıristiyan kara halk
hoş gör-
16 mekle
kalmadı; bizzat Bizans Tekfurlarından da Osmanlı hareketine katılmalar
sıklaştı. İlk Osmanlı hamlelerinin siyasi akıl hocası ve dışişleri bakanı
durumunda olan şahıs Köse Mihal'di. Rumeli fetihlerinde Evrenos beyler; Türk
İlb'leri (Şövalye-Gaziler) ile yanyana zafere koştular. İstanbul Fethine
mukaddeme [başlangıç] olan Güzelce Hisar'ı başta Zagnos Paşa kurdu. İstanbul
kuşatmasında Kayser'in barış teklifine Veziriazam Halil Paşa taraftar iken, bu
teklife karşı koyan, kuşatmaya devam işinde Fatih'i ikna eden gene aynı Zagnos
oldu.
Tarihte
hep öyledir; maddi sebepler bir defa yolun ana hatlarını çizdi mi, o yolda
gereken manevi unsurlar hemen başgösterir. Nitekim, sübjektif olarak, ortada
hâlâ bir Hıristiyanlık ve Müslümanlık gayreti vardı. Ama, objektif durum,
tarih sahnesinde rol oynayanların başı üstünden, insanlığın mukadderatını
geliştirmekte Hıristiyanı Müslümana yardımcı ediveriyordu. Bunun en parlak
örneğini, Müslümanlara karşı Haçlı seferi için gelen Katalanların, sonra
Bizans'a hücum etmeleri verir.
Kendilerine
"Mağribî" de denilen Katalanlar, Roje de Flor kumandasında, Bizans
İmparatoru emrine girmişlerdi. Aydın, Menteşe, Saruhan, Karasi ve Karaman
Oğullarına karşı zaferler kazandılar. Bu sefer Andronikos ürktü. Bulgarların
Bizans'a hücumlarını bahane ederek, Katalanları parçalamaya yeltendi.
"Katalanlar,
İmparatorun maksadını anladılar. Türklerden aldıkları yerleri tümüyle tahrip
ettiler. Ordularını parçalatmamak ve Bizans'a erzak vs. göndertmemek için
Çanakkale Boğazını tuttular, Gelibolu'ya yerleştiler. Daha sonra, Rumların
hud'alarından
[aldatmalarından] dilgir [kırgın] oldular. Onlara karşı en müthiş
muharebelerde bulundular." (Ahmet Refik, age., s. 25)
Bizans,
Katalanların reisi Roje'yi öldürdüğü vakit, Gelibolu'da yapılan toplantıda,
Katalan reislerinden Beranje şöyle bağırdı:
"Anadolu'yu
silahımızın kuvvetiyle Türkler'in (Derebeyleşmiş Selçuk saltanatı artıklarının
demek istiyor) zulmünden kurtarmaklığımız bizim için ne derece ebedi bir şan
ve şeref bahşedecek ve namımızı en uzak haleflerimize kadar intikal ettirecek
[geçirecek] kadar bir hadisedir. Bunu, bize bu derece yakışıksız muamelede
bulunan Rumların da hayretle takdir etmemeleri gayri kabildir. Bu hayınlar,
şimdi muzaffer kollarımızın kuvvetini anlasınlar. "
Kızışma en
çok Fatih'in dedelerine yaradı. Osmanlı Türkleri; "Katalanların
Gelibolu'ya yerleşmelerinden 1 sene sonra Bizans'a karşı yapılan muhacemelerden
[saldırılardan] istifade etmeye başladılar." (Ahmet Refik, agy, s.
26)
"Türkler
Katalanlarla beraber Marmara sahillerini tümüyle elde ettiler. Bu suretle
Trakya Anadolu'dan geçerek Türkler için büsbütün açıldı." (age, s.
30)
Müslüman,
Hıristiyan herkesin Bizans'ı neden yıkmak istediğine işaret ettik.
Nasıl oldu
da, Bizans dâfia (itici) kuvvetinden kaçanlara, Osmanlılık cazibe teşkil etti?
Bunu bir
maddi, bir de manevi, iki cepheden gözümüzün önüne getirebiliriz.
Osmanlılığın,
Hıristiyan halk yığınlarına hoş gelmesi, herşeyden evvel Bizans'ta kördüğüm
olmuş toprak münasebetlerini (ilişkilerini) kesip atıvermesinden ileri gelir.
Osmanlılar, Bizans ilişkilerini yıkmakla kalmazlar. Onun yerine temiz göçebe
ruhunu kaybetmemiş yepyeni bir Toprak Düzeni de kurarlar. Bu yenilik Dirlik
Düzenidir.
Ayrıntılara
giremeyeceğiz. Yalnız, Dirlik düzeninin Osmanlılıkla beraber başladığını, daha
doğrusu, Osmanlılığın temeli olduğunu hatırlatalım. İlk Türkçe'de Kanun demek,
Miri toprak demektir. Toprak kanunları 1302'lerde başlar. Osman (İlb, şövalye)
Gazinin İstiklâl yılı ise 1300'dür. ("Kavaaniyn Kadiyme-i Osmaniye",
El yazması, İnkılap Müzesi, No: 133).
Kanuna
göre, Osmanlı bir yeri zaptetti mi, orada önce "Tahrir" (istatistik)
yapar. Sonra, Miri toprağı çiftçiler arasında "Taksim" eder.
"Çift" sözü: Her yıl ekilen ve ürün veren iki öküzlük arazi demektir.
Reayaya bedava verilen toprak miktarı, genellikle, birer "Bütün
çift"tir. Bütün çift, toprağın verimlilik derecesine göre 70 ile 150 dönüm
arasındadır.
Onun için,
topraklar, Hâssa, Evsat, Edna diye üç
dereceye ayrılır:
Toprağın
çeşidi : Hassa yer Evsat yer Edna yer
Beher
çiftin dönümü : 70 80 100 136 -150
Bu
taksimde ne yaman bir eşitlikçiliğin hüküm sürdüğüne dikkat edilsin: Toprağın
verimi arttıkça, dönümü azalıyor ve bütün çiftçiler hemen hemen mutlaka aynı
ürünü alıyorlar. Böylece Osmanlılar fark iradı meselesini halletmişlerdir.
Miri
topraklardan alınan vergi "arzın tahammülüne göre": İlk zamanlar
1/8'i geçmeyen Öşür (Haracı Mukaseme) ile, iki ila beş dönüme bir akça düşen
çift akçası (Haracı Muvazzafa)'dır. Çift akçası, askerlik yapmayan reayadan alınır.
Ve toprağın kalitesine göre yılda 25-40 akçeyi bulur.
Sonradan,
Osmanlı toprakları da, Bizans usulü derebeyleşince vergilerin nisbeti (oranı)
ve çeşitleri boyuna artıyor. Fakat, ilk zamanlar bütün vergiler bunlardan
ibaretti. Toprak bire beş, on ürün verirken köylüler sekizde bir aynî vergi
verince, Tekfur çapuluna alışmış Bizans köylüsü için bu nimet sayılırdı. Çift
akçesi de dönüm başına bugünkü para ile 4-5 kuruş tutarındadır. İkinci Dünya
Harbi'nden evvel kıraç toprağın dönümünden 40-50 kuruş arazi vergisi alındığına
göre, zamanımızla karşılaştırma bile mümkündür.
Osmanlı
toprağında birinci insan Çiftçi ise, ikinci insan, Eşkinci veya Dirlikçi adını
alan sipahidir. Dirlik tâbiri, Karolenjiyen Fransa'sındaki Benefice'in tam
karşılığıdır. Dirlikçi, kendi maaşını çiftçilerin vergilerinden toplayıp
çıkarır. Dirlikçiye (Sahib-ül arz) adı da verilir. Ama, gerçekte o, toprağın
hiçbir şeysine sahip değildir. Miri toprağın tasarrufu doğrudan doğruya
köylünündür. Miri toprağın mülkiyeti ise hiç kimsenin değil, Beytülmal'in, yani
tekmil Müslümanlar Topluluğunundur. Miri toprak Padişahın dahi mülkü değildir.
Kim çalışırsa onun tasarrufuna girer.
O halde,
dirlikçilerin rolleri nedir?
Bir kelime
ile toprağın işletilmesini ve asayişini gözlemektir. Bir çift
"Münhal" [boş] oldu mu, onu boş bırakmayıp ehline, "Tapu"
hakkı olarak vermek dirlikçinin iktisadi vazifesidir. Çiftçilerin barış zamanı
itten uğursuzdan, harp zamanı dış istilalardan korunmaları dirlikçinin siyasi
vazifesidir. Dirlikçi, kontrol ettiği toprakları bizzat işletemez ve keyfinin
istediğine de veremez.
Padişahtan
en ufak kale yamaklarına kadar bütün tabakalar, miri topraklar üzerinde sadece
birer dirlikçidirler. Padişah Sultanlara ait Has Dirlikler bir yana
bırakılırsa, vezir ve beylerin 100 bin akçeden fazla hasılat getiren hasları
gibi, 20 ila 100 bin akçe arasındaki zeametler ve 3 ila 20 bin akçalık tımarlar
da hep "mansıpla kaim"dirler. Yani, dirlikçi vazife başında kaldıkça
dirliğin gelirinden faydalanır. Yoksa, dirlik üzerinde herhangi bir mülkiyet
iddiasında bulunamaz. Alelade, kaydı hayatla tayin edilmiş bir memurdur.
Dirliklerin
esası Tımar'a dayanır. Tımarlû, daima Dirliğinin başında hazır bulunur. Tımar
gelirinin hepsini değil, ancak ilk 3000 akçasını "Kılıc-ı Tımar"
adıyla kendisine alıkor. Onun üstünde her 3000 akçaya karşılık, sefere
göndermek üzere bir cebelû, yani, mesleği savaşçılık olan bir süvari yetiştirir.
Dirlikçi'nin geçim seviyesi, hiç olmazsa kanunen öteki muhariplerinkinden
farksızdır. Ve "Sefere sahib-i Tımar bizzat gelmek gerektir."
(Asafname, El Yazması, s. 15)
Görüyoruz.
Çiftçiler arasında olduğu gibi, profesyonel savaşçılar arasında dahi mutlak
eşitlik esas tutulmuştur. Osmanlı Miri toprakları, hemen hemen bütün ülkeyi
kaplayan en büyük arazi kitlesidir. Orada, Çiftçi ile Dirlikçi, birbirini
sömüren iki sınıf olmaktan çok, biri toprakla, ötekisi harp ve asayişle meşgul
olan, sosyal iş bölümü şeklinde birbirini tamamlayan iki tabaka gibi
görünürler. Bu durum, elbet kısa zamanda her türlü soysuzlaşmalara saptı.
Çünkü, yalnız Dirlikçinin insaf ve namusuna havale edilmiştir. Fakat, ilk zamanların
idealist İlbleri, Bizans zulmü önünde, çalışan Hıristiyan halk yığınlarına
böyle bir toprak düzeni sunuyorlardı. Osmanlı'nın iktidara geçtiği yerde,
hemen o gün, dirlik düzeninin bütün kanunları hayata geçiveriyordu.
Dirlikçilerin
sayıları da, bugün inanamayacağımız kadar azdır. Hayrullah Efendi
("Devleti Osmaniye Tarihi" c. 11, s. 211 214) Osmanlı Avrupasından 44
bin, Osmanlı Asyasından 91 bin "Tımarlu Daimi Muahafız askeri" sayar.
Dirlik başına dört asker çıksa, tekmil İmparatorluğun "Sahibi arz"ları
30 bin kişiyi geçmemelidir. Bugünkü ufacık Türkiye'de memur sayısının 300 bini
geçtiği düşünülsün. Osmanlılığın, Bizans yığınlarına harikulade ucuz bir devlet
şekli getirdiği anlaşılır.
İşte, dini
ayrı Hıristiyan halka, Osmanlılığın en büyük cazibesi, şüphesiz o eşitlikçi ve
adaletçi toprak düzeni ile, bu on kere daha ucuz devlet şeklidir.
Demek,
Hıristiyan halkın Türklere kucak açması veya tarafsız davranması, denize
düşenin yılana sarılmasına benzemez. Belki, batan bir gemiden denize düşenin,
sağlam bir gemiye sarılmasına benzer. Osmanlıların bir kalemde, kitaba hacet
kalmadan tatbik ediverdikleri toprak düzeni bunu ispat eder.
Ancak
şurasını unutmayalım: Dirlik Düzeni, Osmanlı İlb'leri kadar şahsi masrafları
kıt ve dünya malına pabuç bırakmayan som idealist babayiğitlerin harcıdır.
Osman Gazi, daha oğlu Orhan İlbi Bursa Fethine gönderirken, şu öğüdü verdi:
"Ve
bir kimse ki sana Tanrı buyurmadığı sözü söyleye, sen anı kabul etme: Ve eğer
bilmez isen, Tanrı ilmini bilene sor. Ve bir dahi sana muti olanları [baş
eğenleri] hoş tut."
Bu ruhla
yola çıkan Osmanlılar, İstanbul'dan önce Bursa'yı "Baş yarılmadan ve kan
dökülmeden" ele geçirdiler. Fetihten sonra:
"Orhan
bey, Bursa halkına adilane davrandı. Ahaliden ne bir çöp aldı ne de kimseye
aldırdı. Yalnız Tekfurun servetini gazilere üleştirdi."
Bizans'ın
neden o kadar çabuk yıkıldığını merak edip soran Orhan bey'e, Bursa Tekfurunun
akıllı veziri şu cevabı verdi:
"(Osmanlı'nın)
devleti köylerimizi zaptetti. Size muti oldular ve bizi hiç anmazlar. Biri
dahi rahatlığa heves ettik. Biri dahi, bu kim, Tekfurumuz mal kodu faide
vermedi. Anın çünkü mal vermeye nesne bulmadı."
Yani,
Tekfur denilen Bizans derebeyleri, şahsi servet yığmak için halkı soyuyorlardı.
O yüzden Osmanlı'yı gören köylü, yeni düzeni hemen benimsedi ve Hıristiyan
Bizans'ı bir daha ağzına almadı.
Servet
delisi Tekfurlara karşı, Türk İlblerinin ne olduklarını en iyi gösteren misal,
Osman Gazi'nin öldüğü gün bıraktığı servettir. Bu mirası tarih şöyle sıralıyor:
-
Bir sarıklık bez (Denizli
bezinden iç tarafı amameli) (Baş zırhı)
-
Bir Yancuk (ata mahsus zırh)
-
1 kılıç, 1 tirkeş, [okluk,
sadak] 1 mızrak
-
1 tuzluk, 1 kaşıklık, 1 çift
çizme.
-
Kırmızı sancaklar (Alaşehir'de
dokunmuş).
-
Birkaç Küheylan, birkaç çift
hayvanı, birkaç yabani kısrak.
-
Ve üç sürü koyun.
İşte Ali Osman saltanatı kurucusunun bütün
dünya malı!
Kayıhan
oymağının ihtimal Altaylar'dan getirdiği üç koyun sürüsü bir tarafa
bırakılırsa, Osmanlı İmparatorluğunun atası, bütün manasıyla: Tigü teber Şahı
merdan dedikleri bir züğürt şövalye (İlb)dir.
Halkın
haklı olarak aziz evliyalar mertebesine çıkardığı bu ilk Türk İlbleri, harpte
kazandıkları ganimetleri "nefs-i nefislerine" hasretmek küçüklüğüne
düşmediler. Başka nice adsız yiğitlerin kanlarıyla kazanılmış değerleri, sırf
yurt imarında harcamayı bildiler. İmaretler, hamamlar, kervansaraylar,
çeşmeler, bedestenlerle ortalığı doldurdular. Fethettikleri yerleri mamure
[Bayındır yer]ye çevirdiler.
"Dö
La Brekier'e göre: Bursa, Türklerin elinde bulunan şehirlerin en güzeli ve
ticaret nokta-i nazarından en mühimi idi. Şehir gayet vasi [geniş,
açık] idi. Şehrin üç dört imaretinde her zaman et, ekmek, çorba
dağıtılırdı. Bursa'nın bedestenleri, elmas, inci, pamuklu ve daha sair emtia
ile dolu idi. Buralarda erkek kadın alışveriş ederlerdi. Hıristiyan kadınları
kapalı geziyorlardı. Çarşıda Venedikliler, Katalanlar ve Cenevizliler
görülüyordu." (Ahmet Refik, age., s.308)
Gazi Murad
II Edirne' de iken:
"Anadolu'daki
Kudafe neslinden olan Rumlar elinden alıp, ande [orada] bulduğu
hazain [hazineler] ve defaini [defineler] üç şerefeli camie sarf
etmiştir." (Evliya Çelebi, c. 3, s. 434)
Gene
Edirne'nin Ergene civarı için, Aşık Beşe Tarihi şöyle yazar.
"Yeri
ormanlıktı ve çamur ve haramilerin yatağı idi. Hiçbir vakit yok idi ki, harami
adam almaya idi. Sultan Murat Han hazineler ayırdı. Ol ormanları kırdırdı. Pak
ettirdi. Köprünün iki başın mamur şehir edip imaret Cuma mescidi etti. Hamam ve
pazarlar yaptı ve ol vakit kim imaretin kapısı açıldı, Sultan Murat ulemayı ve
fukarayı kendisi aldı. Ol imarete vardı. Bir nice gün atalar etti.
[bağışlarda bulundu]. Akça ve flörile üleştirdi. Ol taam piştiği vakit
mübarek eliyle üleştirdi ve çırağın kendi uyardı. Yapan mimarlara hil'atler
(Eskiden padişah ya da vezir tarafından takdir edilen beğenilen kimseye giydirilen
süslü elbise, kaftan giydirdi. Çiftlik yerleri olan şehrin halkını cümle
avarızdan [ihtiyaç zamanında halktan alınan vergi] muaf ve müsellem
[Osmanlıların Kuruluş Döneminde ve Orhan Gazi zamanında, vergiden bağışık
tutularak askerlik hizmetinde bulunanlar hakkında kullanılan bir deyimdir] kıldı."
(Âşık Beşezade Tarihi, s. 116, Ahmet Refik, s. 831)
Adı halk
dilinde sadece "Koca Murat Gazi" idi. Varını yoğunu halk hizmetinde
harcadıktan sonra, ulema ve fukaraya son akçasını dağıtan, imaret ocağını
ağzıyla üfleyip, yemeği halka eliyle dağıtan Padişah!
İşte
Osmanlı erlerinin yüzyılları aşan güçlerinin sırrı.
Yalnız
Padişah mı öyleydi?
Hayır:
Bütün halk. "1432 ve 1433 senelerinde Kudüs'ten Fransa'ya Karadan
Dönüş" eserini yazan, Burgonya Dukası İyi Filip'in baş mirahuru Bertrandon
dö la Brükiyer (Brekier), yeni kurulan Osmanlı ülkesini baştanbaşa dolaşıp geçmişti.
Gördüklerini şöyle yazdı :
"Türkler
yorgunluğa ve zahmetli hayata katlanırlar. Fakat şen ve coşkun adamlardır.
Dillerinden hiç türkü düşmez. Onun için, Türklerle yaşamak isteyenler öyle
kederli, hülyalı olmamalı, daima güleryüzlü olmalıdır. Bundan başka temiz
yürekli ve merhametli insanlardır. Çok defa gördüm. Biz yemek yerken,
yanlarından bir fakir geçse, onu derhal bizimle beraber yemeye çağırıyorlar.
Biz ise bunu asla yapmayız." (A. R. age, s. 527)
İnsan
bugünkü iri yarı demokrasi lakırdılarına, bu tarihi (tarihsel) gerçekler
arasından bakınca, elinde olmayarak diyor ki:
Demokrasiyi
biz kaybetmişiz. Batılılar bulmuş. Şimdi, hayatta kaybettiğimizi kitapta
araştırmakla ömür törpülüyoruz. Çünkü demokrasi, ilk Osmanlılarda süslü bir laf
değil, basitçe yaşanan bir hayattı.
Nitekim,
onun içindir ki, Türkler'den sonra Bizans'ı da gören aynı Frenk mirahurunun şu
sözlerine inanmak mümkün oluyor.
"Bizanslılar,
Türk kıyafetinde gördükleri insanı fevkalade sayıyorlardı. Frenklere karşı ise
büyük bir adavetleri [düşmanlıkları]
vardı." (Deniz Aşırı Seyahat, s. 105)
Bizans
halkı (Resmi makamlar falan değil: Halk!) Hıristiyan Frenk'i Düşman ve
Müslüman Türk'ü saygıdeğer dost biliyor. İstanbul'un Fethine kapı açan halk
psikolojisi bundan başka türlü olabilir miydi?
Süleyman
Çelebi'nin babası:
"Keramet
gösterip halka, suya seccade salmışsın,
Yakasın
Rumeli'nin dest-i takva [Allah korkusuyla dinin yasak ettiği şeylerden
kaçınmanın verdiği güç] ile almışsın!" derken, bunu murat ediyordu ve
yerden göğe kadar haklı değil miydi?
Fütuhat,
harp gücünden ziyade bu "Keramet"in eseri olacaktı.
Fatih
Mehmet II, Fatih olabilmek için ve olmadan önce, halka inmeyi ve Bizans'ta
hüküm süren derebeyliğin Osmanlı ülkesindeki sızıntılarını yok etmeyi bildi.
Yani, Fetih; hiçbir zaman yalnız bir Dış hadise olarak meydana gelemez idi.
Fetihi, önce içeride yapmak, Osmanlı bünyesinde Bizans taklidi derebeyleşme
eğilimlerini temizlemek gerekti. Fatih bu gereği, adeta iç güdüsü ile sezdi ve
yerine getirdi. Ancak ondan sonra, Bizans'a, (gerek toprak düzeni, gerekse ruh
bakımından üstünlüğünü kendi bünyesinde gerçekleştirdikten sonra) Hıristiyanı,
Müslümanı etrafında toplayarak, Bizans'ı temizleyebildi.
Bunu bize
en iyi anlatan eser, bir Osmanlı Rum mebusu tarafından Türkçe'ye çevrilen ve
fetih zamanının bir Rum tarihçisi tarafından kaleme alınan Kritovulos'un
"Tarih-i Sultan Mehmet Han Sani" adlı kitabıdır. Bu kitaba göre
Fatih, Bizans'a, hücum etmeden evvel iki tedbir aldı :
I-Osmanlılıkta
derebeyleşme istidatlarını [eğilimlerini] yok etti:
"Ahalinin
şikayeti vaki olan vülât [valiler] ve hükkâmı [hakimleri] azletti."
Bugün bile
"şikayet'in ne yaman iş olduğu göz önüne getirilsin. Bizans çağında,
Osmanlı'nın ahaliden bizzat Padişah eliyle şikayet toplayabilmesi; ve sonra,
doğrudan doğruya halkın şikayeti üzerine Beyleri ve Kadıları azletmesi ibret
alınacak örneklerdendir.
II-Toprak
düzenindeki aksaklıkları giderdi:
Zaten
derebeyi unsurların temizlenmesi demek, toprak üzerindeki Dirlik Düzeninin saf
Osmanlı şekline ircaı [indirgenmesi] demekti.
Fatih:
"Muhassil [Vergi tahsildarı] ve hâcipleri [Yüksek dereceli memur]
korkutarak görev yapmaya sevk etti. Münhal vukuunda [kadro boşaldığında],
namuslu ve emniyetli ve kifayetli [yeterlikli] memurlar tayin etti. Bu sayede
varidatı devlet [devlet gelirleri] müddet-i kalîle zarfında [kısa sürede]
tezayüt etmiştir [artmıştır]." (Kritovulos, Sultan Mehmet H an Sani)
Yapılan
reformlar sayesinde, hem üçte biri derebeyleşmiş unsurlar elinde ziyan olan
toprak gelirleri, merkezi devlet eline geçti; hem de halk yığınlarının Osmanlı
idaresine karşı olan güvenleri sağlandı.
O düzenle
yola çıkan Fatih, bütün Anadolu, Adalar ve Balkanlar gibi, bizzat İstanbul'da
yaşayan insanlarla dahi işbirliği yapmaya imkân buldu. Mevcut zulüm sistemi
demek olan Bizans rejimine karşı, Bizans'ın kökü olan eski Roma İmparatorluğu
artıklarına karşı, her dinden halkla adeta bir nevi Kadîm Çağ tek cephesi
kurmayı bildi.
Bu tek
cephenin temeli: "İtalyan"lara karşı, yerli "Rum"larla
ittifaka dayanır. Osmanlıların evvel ezel kendilerini "Rumî"
saydıklarını hatırlayalım. Fatih'in de, belki realist ve neticeli
taktiklerinden birisi bu oldu: İstanbul'u dumurlaştıran Şarktaki yabancı
nüfuzuna karşı, yerli halkın haklı tepkisini mükemmelen kullandı. Bizans'a
karşı kurduğu "Güzelce H isar" ı (Rumelihisarı'nı) yaptırırken,
Bizans Kayserlerinin itirazlarını (hatta hücum heveslerini) Venediklilere,
Cenevizlilere karşı bu hisarın lüzumlu olduğu cevabıyla bastırdı.
1500 okka
bakır ve kalayla yerinde döktürülen, o zamana kadar görülmedik
"silah"lar icat edildi. Bu toplar "ot" yani "Güherçile,
kükürt, kömür ve haşiş [kuru ot] gibi har [diken] ve yabis
[kuru] mevaddan mürekkep [cansız şeylerden birleşik] bir ruh"
(Kritovulos, age, s. 53) ile dolduruldu. Bir taraftan ağır zırhlı gemiler,
diğer taraftan: "Otuz ve elli kürekle hareket eden seri-üsseyir süfün-ü
hafife [hızlı giden hafif savaş gemileri]" (Kritovulos, age, s. 43)
yaptırıldı.
Bütün yeni
harp tekniği, hep o (Hıristiyan Müslüman ayırdı yapılmaksızın meydana
getirilen): Bizans'a karşı tek cephe ittifakı ile mümkün oldu. Bizans
kâbusundan bıkmış usanmış olan Ada, Balkan kavimleri, her türlü yaratıcı dehalarını,
henüz "Gazi" (İlb) geleneğini kaybetmemiş bulunan Osmanlıların emrine
vermişlerdi. Gemiler Rum'un, toplar Macar'ın hüneri idi.
Eski
Doğu-Batı zıddiyeti, yalnız yüzeyde görülen: Ortodoks
-
Katolik adlı dini horuz dövüşü
değildi. Bu uzlaşmaz mezhep kavgalarının altında, Roma ile İstanbul'un derin
iktisadi ve siyasi menfaat ve hegemonya ayrılıkları gizli idi. Batı'dan gelmiş
istilacılar, eski medeniyetler mirasçısı bulunan yerli halkı
hoşnutsuzlaştırıyordu. "İtalyanlar ve hassaten [özellikle]
Venedikliler"e karşı, Rodos ve İspanyol korsanlarına karşı, yerli Rumlar,
Osmanlı'ya sığınıyorlardı. Bunun başka bir örneğini, Mora ile Adaların zaptı
hadiseleri verir:
"Zaten
Ada ahalisi: Hükümeti Osmaniye tarafından bir tecavüz vukuunda İtalyanlar'ın
kendilerine muavenet [yardım] edemeyeceklerini
bildiklerinden, anları istiskalile [kovarak], kendilerinden kurtulmak ve
hükümeti Osmaniye'ye iltihak etmek isterlerdi." (Kritovulos, age, s.
103)
Aynı
müellifin [yazar] bizzat kendisi bile, Limni Adası'nda, yerli halkla anlaşarak,
45 İtalyan'ı uğurladıktan sonra, Adayı Osmanlılara teslim ettiğini anlatır.
Neden?
Çünkü,
Batılı istilacılar, hulül [nüfuz etme] politikası, üst tabakaları satın alma
yolları ile bir kere yerleştikten sonra memleketin can damarlarını elde
ediyorlar, yerli halkın elinden ekmeğini alıyorlardı. O sıra Bizans
İmparatorları da, Boğazlara oturmuş devasa bir hasta ahtapotu andırıyordu.
Ahtapotun
muazzam kırtasiyeci ve militarist kollarının bütün hışmı, yalnız kendi
ahalisini sık boğaz etmeye yarıyordu ki, bu da onu ecnebi tesirinde zebun
[güçsüz] bir bekçi köpeği durumuna düşürmekten öteye geçirmiyordu.
Öte yanda:
"İtalyanlar
ve hasseten
[özellikle] Venedikliler, aralarında zuhur eden münazaat [çekişmeler] yüzünden
bu havaliye sarkıntılık edip gemileri Şark sularına doğru cereyan ve Akdeniz
boğazlarını sed ile [kapatarak], milel-i sairenin sefaininin mürurunu
menediyorlar [diğer ulusların gemilerinin geçmesini yasaklıyorlar] idi."
(Kritovulos, age, s. 24)
Görülüyor
ki, bu durum karşısında Osmanlılar, yalnız yeni ve daha adaletli bir sosyal
düzen getiren Tarihsel Devrimciler gibi değil, aynı zamanda, yerli halk
yığınlarının insani ve tabiri caizse Milli kurtuluşlarını sağlayan kurtarıcılar
gibi hareket etmek durumunda idiler. Fatihlerin o zamanki kafalarından nelerin
geçtiğine değil, neleri yaptıklarına bakalım. Fatih'in bayrağı üstünde yazısı
görünmeyen şiar; ilkin İtalyanlara karşı gelmek sonra bizzat İtalya'yı fethetmek
oldu. Bu adeta, Roma'nın Batı'dan Doğu'ya yapmış olduğu bin yıllık saldırısına
cevap olarak, Doğu'nun Batı'ya taze Türk kuvvetleriyle açtığı karşı-saldırı
idi.
O zamana
kadar Balkanları ve Yakın Doğu'yu haraca bağlamış olan İtalyan kent (site)lerine
karşı, en başta Rumlar gelmek üzere, herkes, -ihtimal ticarette rakip
olmadıkları ve herhalde ticaret yollarını açtıkları içinOsmanlılara kucak
açıyor, kolaylık gösteriyordu.
"Gayet
güzel ve emin limanlara sahip olan Mora kıtası, İtalya'ya sefer olduğunda
kuvve-i berriye [kara
kuvvetleri] ve merkez-i hareket olabileceğinden, kıtai mezkûrenin [adı
geçen ülkenin] zaptı için sefer icrasına karar verildi." (Kritovulos,
age, s. 116)
Bu
seferlerde Fatih'in hangi ruhla hareket ettiği, kendisine atfedilen şu nutuktan
okunabilir:
"Kayser
el'an kemin-i intizarda [pusuda beklemekte], ahz-i sâre [öcalmaya] fırsat
kollamaktadır. Ceddim Sultan Beyazıt merhum zamanında, Rum Kayseri dış
denizinden (Atlantik'ten) ve iç denizden (Akdeniz'den) nice kavimleri ve Batı
Fransa'da Kelte ve Keltevires (Celtibros) tavaifini [tayfalarını] ve
Rayn nehri tarafından Germenleri ve Ulah Krallarını aleyhimize tahrik ve teşvik
asakirî ve firelerini [çok sayıda askerini] Tuna'da gemilerle teşvik
etmedi mi?" (Kritovulos, age, s. 30) "Bir müddet sonra Rum
Kayseri, Moğol (Skit) cinsinden Timur'u Bağdat'tan kaldırarak üzerimize
musallat eyledi." (Kritovulos, age, s. 31)
Lakin,
Fatih'in aklından geçenler her ne olursa olsun, tarihen yaptığı iş: Bizans
idaresine karşı ve Bizans'a rağmen, insanlığın Bizans zamanında atmış olduğu
ileri adımı geri aldırmamak, sonuç olarak bizzat Bizans'ın geliştirdiği medeniyet
kazançlarını savunmaktır.
Bu nutku
ile Fatih, o zamanki en ileri medeniyet dünyasını, Yakın Doğu'yu ve
Balkanları, gerek Doğu'dan gelen Moğollara, gerek Batı'dan gelen Kelt ve Cermen
Derebeylerine karşı, Osmanlı ile işbirliğine çağırıyor gibidir. Çünkü,
Osmanlılık, bir taraftan çürümüş Bizans idaresi yerine göçebe demokrasisinden
kalma taze sosyal teşkilatçılığı ve adil, eşitlikçi iktisadi toprak düzenini
ortaya atar. Öbür taraftan, yok olma tehlikesine düşmüş medeniyeti, hem
iktisadi ticari anarşiden, hem yıkıcı Moğol ve Cermen istilasından kurtarmaya
girişir.
İstanbul'un
Türkler'e geçişi, Osmanlılığın gelgeç "Tavaifülmülük"lükten kurtulup,
sürekli bir imparatorluk halinde kuruluşu, bu sosyal ve siyasî şartlar içinde
oldu. Bu şartlar altında, Fatih'in Objektif rolü, yerli kahramanlık ve medeni
kurtarıcılık, Tarihsel Devrimcilik sayılır.
İstanbul'un
Fethi, Boğazların "İtalyanlar'dan" ve "özellikle
Venedikliler"den kurtarılması, Boğazlar üzerine tıkayıcı ve fonksiyonsuz
bir ağırlık gibi çökmüş bulunan Bizans derebeyliğinin kaldırılması demektir. Bu
sayede, Boğazlar, Uzak ve Yakındoğu ile Tuna ve Akdeniz ticaretine engelsiz ve
şartsız kayıtsız -hatta sonraları kapitülasyonlar şekline soysuzlaşacak
derecedeserbestlikle açıldı. Yani, İstanbul'un Fethi, dünya ticareti için bütün
mantıki neticelerini verdi.
Gerçekten,
İstanbul bir kilitti. Onu -paslanmaktan kurtarmak için-Osmanlı anahtarı açtı.
Ve açar açmaz da, Osmanlı'ya bütün dünya ticaretinin kapıları ardına kadar
dayandı. Bir darbede, Tuna ile Fırat Dicle arasında uzanan destanlaşmış yüce
bezirgan ülkesi, Osmanlı'nın avucu içine girip, nisbi asayişine kavuştu. Ada
Rumları, kendiliklerinden Osmanlıyı çağırdılar.
Trabzon: "İkliminde
her türlü mahsulat [ürünler] ve nebatat [bitkiler] mebzulen
[bolca] yetiştiği gibi, Ermenistan ve Asur ve buna mücavir [komşu] kıtaların
merkezi ithalat ve ihracatı olmak hasebile ezmene-i kadimede [eski zamanlarda]
pek ziyade servet ve kuvvet kazanmış ve yalnız akvamı mücavire [komşu
kabileler] nezdinde değil, akvam-ı baide [uzak kabileler] nezdinde
bile namdar [ünlü] olmuştu."
İstanbul
İmparatorluğunun devamı müddetince Rumlar Kararadeniz Boğazına da hâkim
olduklarından, Osmanlı donanmasının Boğazı geçmesi ve Karadeniz'e çıkması mümkün
değildi. Bu nedenden dolayı, Trabzon hükümeti, dahilî mücadelâtın [iç
savaşların] devamına rağmen yine mevcudiyetini muhafaza edebiliyordu.
"Fakat,
Kostantin'in üfûlü [ölmesi] Şarkta
siyaset-i umumiyeyi [genel politikayı] değiştirmiş ve İstanbul Boğazı Osmanlıların
eline geçtiği halde Karadeniz sahillerine giden yollar dahi açılmış olduğundan,
Trabzon, Asya'yı Sugra [Küçük Asya] üzerindeki öteki memleketler gibi,
Osmanlı hükümetine başeğmeye başladı." (Kritovulos, age, s. 145-146) "Sinop:
Karadeniz sahilinde pek güzel ve pek zengin bir şehirdir. Zira idaresinde geniş
ve mahsuldar [bereketli] bir kıta bulunduğu gibi, komşu havalinin küçük
Asya'nın Cenup [Kuzey] kısımlarının iskelesi ve ithalat, ihracat merkezi
olmak hasebiyle de bir ticaret benderidir [işlek limanıdır]. Ondan
maada, arazisinin ve denizin bahşettiği pek faydalı ve pek bol mahsuller dahi,
bu memleket için başka bir zenginlik, başka bir meziyettir. Bu mahsullerden en
mühimi, Sinop havalisinde pek bol olan ve burada imal olunduktan sonra Asya ve
Avrupa kıtalarına ihraç edilen Bakır madeni teşkil eder ki, bu sayede memleket
pek ziyade zenginlik elde etmiştir."
"Kürtlerin
ve Acemlerin Şahı olan Uzun Hasan'ın bu şehrin fethine pek ziyade arzukeş [istekli]
olduğu nezd-i şehriyaride meczum [padişahın nazarında kesin karar
verilmiş] bulunduğundan..." (Krito, s. 149)
Böylece,
genel olarak İslam-Hıristiyan, özel olarak Selçuk-Bizans zıddiyetinin -bir
senteze varamayan uzun kavgalarla parçaladığıDoğu ile Batı arasındaki
(bugünkünün tam tersine akan) büyük geleneksel ticaret ırmağının Anadolu
köprüsü, Osmanlı eliyle yeniden kurulmuş ve seyrüsefere [ulaşıma] açılmış
bulunuyordu.
Osmanlı
İmparatorluğu'nun ikinci, yani İmparatorluk olarak kuruluşuna: İstanbul'un
fethi bir semboldür.
Bu
sembolün ifade ettiği asıl mana: Dünya ticaretine yol açmak ve yol yapmaktır.
Yol, yani
bezirgan ilişkilerinin kan damarı, can damarı: Osmanlı fütuhatının, tarihte hem
sebebi, hem neticesidir.
Bütün
kadim akınlar gibi, Osmanlı hamlesi de yolculuğunu (hem yola gitmek, hem yol
yapmak manalarında yolculuğunu) gayet açık, maddi, hatta sinik bir bezirgan iç
güdüsü ile yapar. Adeta tüm Osmanlı düşüncesi, hep seyahat ye ticaret edenlere
kolaylık göstermekle özetlenir.
Mesela,
İstanbul ele geçince, büyük imar işlerine girişildi. Bu geçici, kısmen yeni
ihtiyaçları gidermek için zaruriydi. Fakat asıl maksat: "Seyr-ü seyahat
edenlere bâis-i emniyet [güvenlik nedeni] olmadığından, (İstanbul'un) iskân-ı
ahali suretile temdini [halkın yerleşikleştirilmesi yoluyla uygarlaştırılması]
ve asayişinin temini" (Kritovulos, age, s. 113) idi.
Bunu
Bizanslı bir Rum tarihçi, günü gününe yazdığı için, doğru olarak kabul etmemek
elden gelmez. Demek İstanbul, dünya ticaret ve medeniyetinin merkezi rolüne,
Osmanlı Fethi ile yeniden katılıyordu. Bir zaman "Bütün yollar Roma'ya
gider" deniliyordu. Fatih'ten sonra: "Bütün yollar İstanbul'a
gider" olacaktı. Ve öyle oldu.
Sırbistan:
Bir taraftan Avrupa ve tekmil Batı ticaretinin büyük can damarı olan Tuna
yalılarına, öbür taraftan zengin altın ve gümüş kaynaklarına hâkimdi.
Osmanlılar o ticarî stratejik noktalarla, külliyetli miktarda altın ve gümüş
ocaklarını içine alan Növohrodo'yu tuttular. Geri kalan yerleri Kral'a
bırakıverip döndüler.
"Athyra
ve Region Haliçlerindeki mürûr-ı zamanla [zamanın akışıyla7 çürümüş köprülerin
seri tamir ve termimine [onarımına] ve İstanbul'a müntehi olan
[ulaşan] yollar pek harap olduğundan bunların da tanzimi ile kaldırım
inşaasına berren [kara yoluyla] seyahat eyleyenlerin meks-ü âramı
[konaklaması] için câbecâ [yer yer] hanlar ve konaklar tesisine
hasr-ı ihtimam eylediler [özen gösterdiler]." (Kritovulos, age, s.
112)
Fatih,
Arnavutluk'ta dahi: Boğazları zapt ve buradan girip çıkacak eşhasa [kimselere]
(tabiî bilhassa bezirganlara) Arnavutlar tarafından taarruz edilmemesi için,
mezkûr [adı geçen] boğazlara külliyetli muhafız askeri vazetti [yerleştirdi]."
(Kritovulos, s. 183)
Osmanlı
ordusu, ordu değil, harikulade keskin bezirgan dişli bir yol tesviye cihazı,
kadim zamanın muazzam canlı Buldozeri idi sanki:
"Ordunun
ağırlığı meyanında makineler, inşaate mahsus aletler ve dülger edevatı ve sair
inşa maddeleri ve bir hayli demir ve bakır bulunmakta idi. Ve bir hayli dülger
ustası dahi birlikte götürülmekte idi." (Kritovulos, age, s. 183) Fatih: "Badehu
[ondan sonra], piyade asakirinin [askerlerinin] bir kısmını
ağaçlarla örtülü ve sarp ve geçilmez mahallerin tesviyesiyle, süvari ve piyade
askerlerinin ve mekkarilerin [Yük taşıyan hayvanlar] ve araba ve sair
yol hayvanlarının kolayca sevk-ü imrarına [gönderilmelerine ve
geçirilmelerine] müsait bir hale ifrağına [biçimlendirmeye] memur
etti." (age, s. 184)
Elhasıl,
ordu bahane idi. Yapılan yoldan, ordu yüz yılda kaç defa geçecek idi?.. Asıl
ordunun arkasında, geceli gündüzlü, o yolu tepip işletecek olan kervan ve
bezirgan kümeleri heyecanla bekleşiyorlardı. Bir vakit, Cevdet paşa'dan
Abdurrrahman Şeref'in tahrif ederek aldığı fikirleri büsbütün soysuzlaştıran
bazı günlük siyasetçiler, Yavuz'un Doğu'ya, Kanunî'nin Batı'ya kaçtığını güya
"Tenkit" etmekten hoşlanmışlardı.
Tarihçilerle
politikacıların yanıldıkları noktalar:
Bir
taraftan coğrafî ekonominin determinizmi, diğer taraftan Osmanlılığın
medeniyet tarihindeki öz rolüdür. Bu rol, her şeyden önce: Doğu ile Batı
arasındaki geleneksel ticaret yollarını temizleyip muhafaza etmekten ibaretti.
Osmanlı
kuruluşunun Fetihle gerçekleşen bütün sırrı:
Bir yanda
kadim Hint ve Uzakdoğu bezirgan yollarını korumak, öte yanda Kara ve
Akdenizlerle Tuna boylarını İtalyan Cermen tekelinden temizlemekti.
O zamanın
şartları içinde bu iş, Dünya ticaretinin anahtarlarını emniyet ve asayişe
kavuşturmak, bir kelime ile Dünya medeniyetini müdafaa etmekti.
Osmanlılık
ve İstanbul'un Fethi, yalnız kadim büyük medeniyet yollarını açıp, insanlığın
eski kazançlarını geliştirmekle kalmadı. Belki, üzerinde ne Doğu, ne Batı
ilminin hâlâ bir türlü duramadığı bambaşka ve inkâr edilmez bir netice daha
verdi: Batı medeniyetinin doğuşu.
Bu iddia,
hislere değil olaylara uygundur.
Avrupa'da,
bugünkü Batı medeniyetinin doğuşu tohumlarına: "Rönesans" (Diriliş)
adı verilir. Avrupa'da rönesans, dikkat edilirse görülür ki: Bir tek değil,
ikidir; ve her iki rönesans da bizim: "Bin bir kocadan arta kalan bive-i
bakir [bakire dul]" İstanbulumuzla sıkı sıkıya bağlıdır-.
Mübalağa
mı?
Hayır.
Rönesansla
dirilen şey:
Eski Yunan
ve Roma medeniyetlerinin, -daha ziyade göze batankültürüdür. Hakikatte o,
"kültür" dirilişi, ticari ilişkilerinin canlanışına tabidir. Fakat,
zamane meşrebine uyup, sade kültürden bahsedelim. Ortaçağda, gerek Roma, gerekse
Yunan Kadim Medeniyetlerinin tüm kültürlerinin özü, kültür toplamı, -tabir
caizse-kültür komprimesi, o vakit ki İstanbul surları içinde mahpus, Bizans
mozaikleri gibi minyatürleşmiş, fosilleşmişti.
Doğu Roma
İmparatorluğu; dili Latin, ruhu Yunan olup, bütün fazilet ve reziletleriyle bir
araya gelmiş iki Akdeniz medeniyetinin tam bir grekoromen bileşimi idi.
İstanbul, ta beşinci yüzyıldan beri barbarlara karşı yükselttiği kalın surlardan
oluşmuş o nüfuz edilmez taş kabuğu içinde, hemen
bütün eski
Yunan ve Roma maneviyatının özsuyunu kıskanç bir mitoloji hayvanı gibi her
şeyden ve herkesten saklıyordu. Eski Akdeniz -ve dolayısıyla da en eski yakın
doğu ve doğumedeniyetlerinin, kısacası, o zamana değin gelmiş geçmiş tüm
medeniyetin ölmez ruhsal kazançlarını insanlığa yaymak için, bu zavallı
hayvanın inci saklayan midye kabuğunu delmek; Bizans'ın küflenmiş tunç zırhını
kırmak, hatta, -zamanın kaçınılmaz hayat ve toplum kanunlarına görekanını
akıtıp, parçalarını tohum gibi dünyaya saçmak lazımdı...
Ve öyle
oldu. Çünkü Ortaçağda, kapalı kutuların hep kanlı vasıtalarla açılması adet,
yahut zaruretti. Darbeler önce Batı Hıristiyanlarından, sonra Doğu
Müslümanlarından geldi.
Haçlılar
Seferi'nde Hıristiyan barbarlar tarafından İstanbul'un birinci açılışı ile
oldu. Bu ilk Rönesans gelgeç kaldı. Yalnız birkaç İtalyan tüccar kentine
inhisar etti. Belde Rönesansları, Cenova, Venedik sınırlarını güç aştı. Çünkü,
Bizans kökten tasfiye edilmemiş, üstün körü barbar aşısına tâbi tutulmuştu.
Osmanlıların
İstanbul'u fetihleriyle başladı. Ve Osmanlı İmparatorluğu ölçüsünde geniş,
tamamen köklü bir tasfiye olduğu için, Bizans'tan kopan tohumlar, birkaç kent
veya bir memleketle sınırlı kalmadı. Hemen, bütün Batı Avrupa'yı kapladı. O
sayede, saman alevi gibi gelip geçmedi. Modern Avrupa tarihinin ve Batı
medeniyetinin gelişme başlangıcı oldu. İkinci ve asıl büyük ve sürekli
Rönesansın Osmanlılıkla ilgisini maddi ve manevi bakımdan sadece
hatırlatıverelim.
I-MADDETEN: Fatih,
İstanbul'un Fethi üzerine, yüzyıllık kervan yollarından karaların birliğini
kurduktan sonra, adeta otomatikman, denizlerin birliğini de ele almak zorunda
kaldı:
"Bahren [denizce]
hakim bir devletin, donanmaları sayesinde deniz hâkimiyetini elde ederek
Akdeniz adalarını
nüfuzları
altına ithal Asya ve Avrupa kıtalarındaki Osmanlı kıyılarına zarar iras
eyledikleri
[verdikleri] padişahın nazarında kesince bilinen ve görülen bir durum
bulunmakla, Padişah hazretleri, büyük bir donanma teşkil ederek, deniz
hakimiyetini cihangir eline almak ve İtalyan Venediklilerin kuvvetlerini izale
edip kötü niyet ve maksatlarına son çekmek istiyordu." (Kritovulos,
Tarihi, age)
Fatihin,
beşyüz yıl sonrayı görmesi istenemezdi. O, tabii zamanında, en yakın esbabı
mucibelerle [gerekçelerle] düşünüyor ve hareket ediyordu. Lâkin,
hareketlerinden çıkan neticeleri, hiç olmazsa beşyüz yıl sonra bizim görmemiz
mümkün değil midir?
Osmanlılar,
Akdenizi Batı bezirgânlığına dar getirince, "İtalyan" beldelerinin
yıldızı söndü. Fakat, o yıldızlardan iç ve Kuzey Avrupa'ya sıçrayan
kıvılcımlar, oralarda taze insan malzemesine dayanarak ve "Estuaire"
[delta, haliç] tipinde, Atlantik gel-gitleriyle genişlemiş, seyrüsefere [gidiş
gelişe] elverişli ırmak ağızları gibi coğrafî ekonomi imkânlarından
faydalanarak, Akdeniz'deki benzerlerinden daha gelişme yeteneği olan iktisadi
ve ticari ocaklar tutuşturdu. Avrupa ocakları, bu sefer, Akdeniz'den geçmeyecek
başka Hint yolları aramaya koyuldular. Bu zaruret ve imkânlar, Rönesans'tan
modern Batı medeniyetine sıçramada maddi atlama tahtası hizmetini gördü.
II-MANEN: Bütün
Akdeniz medeniyetlerinin son sığınağı ve zamane medeniyetinin yuvası olan
İstanbul'da, kabuğuna büzülmüş Bizans, karnında sakladığı manevi cevherlerden
kendisi faydalanamayacak kadar çökkündü. Bu cevherlerin, orada mahpus kaldıkça,
aleme de bir hayırları dokunmuyordu. Tarihte ilerleyici rolünü kaybetmiş olan
Bizans İmparatorluğunun grekoromen kültürünü, Osmanlı akını adeta yuvasından
ürküttü. "Ne yerim, ne yediririm" derce uyuklayan engin Bizans
kültürü, Türklerin hışmından kaçan Bizans dehrilerinin giderek Batı dünyasında
şuraya, buraya, göçmen kuşlar gibi nasıl göçtüklerini klasik Batı tarihleri
kâfi derece anlatırlar.
Bu nev'i
şahsına münhasır "Muhacereti Akvam" [Kavimler Göçü] Cengiz ve Timur
akınları önünde Rum ülkesine sığınan meşhur Müslüman "Horasan
Erleri"nin göçlerini pek andırır. Horasan Erleri Küçük Asya'da nasıl
Selçuk ve Osmanlı toplulukları gibi yeni yeni büyük gelişmelere kapı
açtılarsa, hemen tıpkı öyle, koca Asya'nın Anadolu'dan hayli büyük
"Avrupa" isimli öteki yarım adasına göçen Bizans allâmeleri de,
gittikleri yerde kültür meşalecisi oldular. Koltuklarında bütün eski Yunan
edebiyat ve felsefe müecceledatı, Roma'nın hukuk kırkambarı "Corpus Juris
Civilis"leri [Eski Roma Medeni Kanunlarının tümü 16. yüzyılda Jüstinyen
tarafından toplanmıştır.] bulunduğu halde, diyar diyar Batı'ya açıldılar.
Hıristiyanlığa iyice katılmış, Ortaçağ mayalanışının son basamağına yükselmiş,
taze uluslaşmış Batı kavimlerine, Kadim Medeniyetlerin Bizans'ça
kullanılamayan kültür hazinelerini getirdiler.
Birinci
maddi zorunlulukla, ikinci manevi etkilerin sonuçları ne oldu?
Modern
Avrupa Medeniyetinin kuruluşunda, elle tutulur manevi üstyapı Rönesans kültürü
ise, maddi temel, uzak dış ticarettir. Avrupa'da büyük sermaye ilk defa uzak
dış ticaret zorunluluğu ile kuruldu. Bu yeni kudretin, (sermaye birikiminin)
getirdiği manevi açılış: Rönesans ve bilhassa ikinci Rönesans tarafından ifade
edildi. Halbuki, uzak dış ticaretin zorunluluk haline gelmesi de, ikinci
Rönesans kültürünün tohumları da, Osmanlı İmparatorluğu'nun (ikinci Osmanlı
saltanatının) İstanbul'u fethiyle yarattığı sonuçlardan doğmadır.
İstanbul'un
Fethi, o zamanki dünya ticaretinin en kesin düğüm noktasını çözmekle, yeni bir
İmparatorluk meydana getirerek olumlu sonucunu verdi. Fethin olumsuz etkileri
ise, Batı'da dünya ticaretine umulmadık ve beklenmedik yollar aranması ve
bulunmasını zorunlu kıldı. İstanbul'un Fethi Batı ticaretine hem en büyük
darbeyi vurdu, hem en büyük gelişimi verdi.
1453'te
İstanbul fethedildi. 1492'de Kolomb Amerika'yı keşfetti. Batı Bezirganlığı
Akdeniz hegemonyasını kaybetmeseydi, Okyanusu denemeye kalkmazdı.
Sultanahmet, 1 Mayıs 1953
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar