DUA - KADER BAĞLAMINDA İNSAN
Hzl:
Fatma BAYRAKTAR
Yaratılmış olan evrende belli kurallar vardır. Bu kurallar,
evrenin yaratıcısı tarafından belirlenmiş ve devam ettirilmektedir. [1] Evrende,
yaratılmış olan ve varlıkların uyduğu genel kurallara uyan farklı bir varlık
vardır. Bu varlık, yaratılmış olanlar içerisinde ayrıcalıklı yeri olan
insandır. [2]
Duada insanın kilit bir rolü vardır. İnsanın bu rolü onun
yaratan ile ilişkisini de belirlemektedir. İnsan, dua eyleminde oldukça
etkindir. Bu sebeple Allah’ın, insan ve onunla ilişkisi üzerine bildirdikleri
bizim açımızdan oldukça önemlidir.
Müslüman kelamında insanın irade ve fiilleri, tenzihçi bakış
açısıyla ele alınmıştır. Eşarilik, Maturidilik ve Mutezile’de tenzih esas
alınmak suretiyle Allah’ın mutlaklık ve benzersizliği korunmaya çalışılmıştır. [3] İnsanın
özgür bir varlık olarak yapıp etmelerinden sorumlu olmasından daha çok Allah’ın
ilim, irade ve kudret sıfatları üzerinde durulmuştur. Her ne kadar Maturidi ve
Mutezile’nin, insanın özgürlüğü ve sorululuğu konularında Eşari söylemden daha
tutarlı oldukları kabul edilse de, bunlarda da insana olan vurgu yeterli
değildir. Özellikle Maturidilerde Allah’ın ilmi, kader, insanın fillerinin
yaratılması konuları tartışmanın ana eksenini oluşturmuştur.
İnsanın özgürlüğü sorununun, Kuran-ı Kerim’deki kullanımının
aksine, "kader” kavramı üzerinden yapılması doğru olmamıştır. Özellikle
insanın tüm yapıp etmelerinin önceden belirlendiğini ileri süren ve insan
sorumluluğunun
temelini
yok eden Cebriye’nin yaklaşımı doğru değildir. [4]
Cebri düşüncenin en önemli temsilcisi olan Cehm b. Safvan’a
göre “Allah’tan başka hiç bir kimsenin fiili yoktur, yalnız fail odur.
İnsanlara fiilleri mecaz olarak nispet edilir. Bu tıpkı ağaç büyüdü, felek
döndü ve güneş battı denmesi gibidir. Oysa bunları yaptıran Allah’tır.” [5] Bu
ifadeler göstermektedir ki, yaratılmış olanlar içerisinde farklı bir yeri olan
insan, ağaç ve güneşe benzetilmiştir.
Klasik Kelam geleneğinde Mutavassıt Cebriye olarak
adlandırılan Eşarilikte de “kader” anlayışı, Allah’ın ilmi ve kudretine
dayanmaktadır. [6]
Maturidilikte kaderin, Allah’ın, kulunun fiillerini takdiri olarak değil de,
tavsifi olarak bilmesi şeklindeki tanımı [7], insanın biraz dikkate
alındığını göstermektedir. Bu noktada Mutezile, insanın fiillerinin Allah’ın
takdiri ile değil, insanın özgür iradesiyle oluştuğunu belirtmektedir. [8]
İnsanın özgürlüğü ile ilgili tartışmalarda ikinci mesele,
“fiillerin yaratılması meselesidir.” [9] Eşariye göre, Allah’tan
başka halık ve fail yoktur. [10] Kulların
fiilleri de yüce Allah’ın kudreti ile maydana gelmekte, insanın kudretinin bu
fiiller üzerinde her hangi bir etkisi bulunmamaktadır. Bu sebeple insan kendi
fiilini yaratan değil, kesbedendir. [11] Kulun fiili kesbetmesinin
anlamı, kudreti ve iradesiyle buna yaklaşmasıdır. Bu anlamda kul fiile ancak
mahal olmakta bunun dışında bir etkinliğe sahip olmamaktadır. Kulun kudreti ise
fiilden önce onda bulunmamakta, eylemde bulunabilmek için de gereken
"istitaat” ancak fiil ile beraber Allah tarafından yaratılmaktadır. [12]
Maturidi, insanın fiilleri üzerindeki tüm inisiyatifini
ortadan kaldıran durumu, "fiillerde yönler” teorisiyle gidermeye çalışır. [13] Buna göre
fiil, kesb yönünden insana, yaratma yönünden ise Allah’a aittir. Böylelikle
Maturidi, insanın fiil sahibi bir varlık olduğunu kabul etmektedir. [14] Diğer
yandan o, "Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğu” konusu üzerinde de durur.
[15] Yine ona
göre, insanın istitaatı ise fiille beraberdir ve insanın bu gücü Allah
tarafından fiil anında yaratılmaktadır. [16] Öyle anlaşılıyor ki Maturidi,
sorumluluğu kişinin fiili yaratmasında değil, kişinin fiili kullanmasında
görür. Bir diğer ifadeyle Maturidi’de de insan "iç yüzünde de dış yüzünde
de Allah’a bağlı olarak hürdür.”[17]
Mutezile’ye göre insanın fiillerinin Allah tarafından
yaratıldığını söylemek büyük bir yanlıştır. [18] Zira insanların fiillerinde
zulüm ve cevr vardır. Allah’ın fiillerin yaratıcısı olduğu söylenildiğinde O’na
zulüm atfedilecektir ki Allah bundan münezzehtir. [19] Onlar, insanın fiilinde
Allah’ın rolünü, fiilden önce istitaatı insanda yaratması olarak
görmektedirler. [20]
Mutezileye göre insanın fiilleri yine insanın kullanımlarının ürünüdür. [21] Ve insan
bütün kullanımlarında özgürdür.[22] Görülüyor
ki, insan, mecazi olarak değil gerçekten fail kabul edilmiştir. Mutezili
yaklaşım, insanın özgürlüğü söz konusu olduğunda oldukça tutarlı bir
yaklaşımdır.
Fiil konusundaki tartışmalar, fiillerin yaratılması, insanın
fiili yapma gücü, fiil anında mı, fiilden önce mi olduğu meseleleri üzerinden
yapılmıştır. Ehl-i Sünnet ile Mutezile arasında temel ayrılıklardan biri de bu
konudadır. Cebriye ve Orta Cebriye olarak adlandırılabilecek olan Eşarilik,
Allah’ın kudret ve iradesini sınırlandırma endişesiyle insanı, kendi
fiillerinin bile sahibi olmayan, yapıp etmeleri önceden belirlenmiş hayat içerisinde
edilgen konumunda bir varlığa çevirmiştir. Böylece görülmektedir ki, insan
konusu, tamamen tanrı-merkezli bir konu olarak ele alınmaktadır. Bu nedenle
müslüman kültüründe insana gereken değerin verilmemesinde bu yaklaşımın da
önemli katkısı olsa gerektir.
İnsanı anlamada, Allah ile insanın devam eden ilişkisini
şekillendirmede dua önemli bir yere sahiptir. Bu sebeple biz duayı özellikle
içerdiği üç yönüyle yani özgürlük, irade ve olumluluk yönleriyle ele alacağız.
Kuran-ı Kerim’de insanın ilk yaratılışı ayrıntılı olarak
anlatılmakta hatta insan yaratılmadan hemen önce Allah’ın meleklerle diyaloğuna
da yer verilmektedir. [23]
İnsanın yeryüzüne gönderiliş sebebi, Kuran’ın "hilafet”
olarak tasvir ettiği[24] yeryüzünü
imar etmektir. [25] İnsanın
bu görevini yerine getirmesi için de denenme [26], karşılığında ödül ve
cezanın olması gerekmektedir.
Özgürlük, "kişinin kendi kendisini belirlemesi,
denetlemesi, yönlendirmesi ve düzenlemesi durumudur.” [27] Tanımda özgürlüğün içerdiği
iki unsur söz konusudur. Bunlar, önceden belirlenmenin olmaması yani
"kesinsizlik” ve "seçim” imkanıdır. "Kesinsizlik, insan hayatı
için temel olan seçim ve karar verme özgürlüğümüzün sonucudur.” [28]
Böylelikle özgürlük, ancak belirlenmemiş olmakta ortaya çıkmaktadır. [29] Diğer
yandan seçim de özgürlüğün doğal sonucudur. Bu iki unsuruyla özgürlük,
"zorunluluk” ve "cebr” kavramlarının karşıtıdır. Cebr, "insanın
cansız bir varlık gibi iradesiz, seçme hakkından yoksun, cansız varlık gibi
evrende yer almasını” ifade eder. [30] Bunun karşısında olan
özgürlük ise, failin bir şeyi dilerse yapması, dilemezse yapmamasıdır. [31]
Özgürlük, çeşitli olanakların bulunmasını gerektirir. İnsan
için bir çok olanak bulunmalıdır ki, aralarında seçimde bulunabilsin. Bu ise özgürlüğün
önceden belirlenmemiş olmasıdır. Kuran-ı Kerim’de "belirlenmiş” olanlar,
Allah’ın bir ölçü ve sisteme göre yaratmış olduğu tabiat kanunları, adetullah
ve toplumsal kanunlar, sünnetullahtır. Kainattaki bu ölçülülük, bilim yapma
olanağı sağlamaktadır.
Özgürlük, içerisinde seçmeyi barındırmaktadır. Seçim ise,
‘yüksek bir zihin fonksiyonudur ve aklilik bu zihin fonksiyonunun en açık
niteliğidir.’ [32] Bu zihni
işlev niteliğine sahip kainattaki yegane varlık, insandır. Kuran-ı Kerim de
insanın bu yapısı üzerinde sıklıkla durur. [33] Aklın kullanılmadığı
durumlarda, kişinin ‘sağır, dilsiz ve kör’ [34] gibi olacağı, seçimlerinde
de yanlışlar yapacağı vurgulanır. [35]
Kuran, insanın özgürleştirilmesine büyük önem verir. Nitekim
hürriyet kelimesinin en temel anlamı ‘köle olmamak’tır. [36] İnsanın özgürlük içerisinde
kendini geliştirmesine katkı yapmak Kuran’ın öncelikli hedefidir.
Şahsiyetin güçlenmesinde ibadetin önemili payı vardır. İbadet
kavramının sülasi hali olan "abd” kelimesine köle anlamı verilmesi,
ibadeti de kölelik olarak görme yanlışına yol açmıştır. Oysa ibadete,
ubudiyetle ilgili olarak Allah’a tapan, boyun eğen, saygıyla boyun eğen
anlamlarını vermek daha doğrudur. İnsanın kendi sınırlarını görmemesi, onu
kibire sevkeder. Bu noktada ibadet dengenin sağlanmasında çok önemli bir işleve
sahiptir.
Bir ibadet türü olan duanın sadece Allah’a yönelik yapılması,
insanın özgürleşmesinde önemli bir diğer unsurdur. Allahtan başkasından yardım
istenilmemesi ve sadece O’ndan yardım istenmesi insanın konumunu yüceltir.
"Allahım, yalnız Sana tapar ve ancak Senden yardım dileriz.” [37]
ifadesiyle bu durum insana hatırlatılmaktadır.
Özgürlükte seçimden sonra “eylem” gelmektedir. Çünkü insan
bir seçimde bulunduktan sonra onu eyleme geçirdiğinde “özgür” olduğunu
hisseder.[38] Eylem, özgürlüğün
bir tamamlayıcısı olmakla beraber dua için de önemlidir. Çünkü “tümüyle edilgin
olan bir tutumdan hiç bir üretken güç çıkamaz.” [39] Dua ise, üretken bir
güçtür. Edilgin bir tutumla yapılan duanın ise pek anlamı olmayacaktır.
Dua eden kişinin, istediği için gerekli olanları yapmamış
olması duanın anlamına terstir. Muhtaç olunan bir şeyi Allah’tan dilemek meşru
bir davranıştır. Ancak bir ihtirasın ödüllendirilmesi yahut kendi çabasıyla
kişinin kolayca elde edebilceği bir şeyi istemesi abes ve anlamsız olacaktır. [40] Bu
sebeple Allah’tan istenen “şey”, ‘ düşünme, bilim, sorumluluk, irade, zahmet,
iş, emek ve eziyetin yerini alan bir “şey” olmamalıdır.’ [41] Bu anlamda “Allah’a yapılan
gerçek dua, işin sonudur, sözün başı değil.” [42]
Duada eylem öylesine önemlidir ki, bazen ısrarlı ve sebeplere
uygun eylemler de dua anlamı içermektedir. Bu tarz eylemlerin fiili dua olarak
adlandırıldığını görmekteyiz. Ancak kavli, fili ve hali dua ayrımlarını çok
tutarlı bulmuyoruz. [43] Çünkü
duada, bu üç unsur bir arada bulunmaktadır. Çoğu durumda dua, sorumluluktan
kaçmak, tembellik, eylemsizlik ifade etmekte; "dua eden insanlar, amelde
bulunmamakta, amelde bulunanların ise dua etmediği” [44] gözlemlenmektedir.
Böylelikle dua eden insan, fatalizmin ortaya çıkardığı umutsuz, eylemsiz,
kaderci zihniyetle dua etmekte bu ise değiştiren, değişim çağrısı olan dua
olmamaktadır.
Kuran-ı Kerim’de dua ile eylem içiçedir. Nitekim Şuara
Suresinde, Musa’nın duasından bahsedilmektedir: "İki topluluk birbirinin
görüş alanına girdiğinde, Musa’nın adamları ‘Doğrusu yakalandık’ dediler. Musa,
‘Hayır, asla! Doğrusu Rabbim benimle beraberdir, bana yol gösterecektir.’ dedi.
Bunun üzerine, Biz Musa’ya ‘ Değneğinle denize vur’ diye bildirdik. Hemen deniz
ikiye yarıldı, her parçası yüce bir dağ gibi oldu. İşte oraya, geridekileri de
yaklaştırdık.
Musa ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık.” [45] Bu
ayetlerde iki noktaya dikkati çekmek istiyoruz. İlki, Hz. Musa’nın Firavun ve
askerlerinin zulmünden kurtulmak için halkıyla beraber yola çıktığında duada
bulunmuştur. İkinci nokta, Allah’ın duanın kabulünden önce Hz. Musa’dan bir
harekette bulunmasını istemesidir.
İnsan özgürlüğünün en temel sebebi “insan sorumluluğudur”.
Kuran-ı Kerim’de özgürlük meselesi, metafizik bir konu olarak değil, ahlaki bir
konu olarak ele alınmıştır. Ahlaki bir öğreti, sorumluluk, yükümlülük ve
müeyyide temellerine dayanır. [46] Görülüyor
ki, Kuran’da “özgürlüğün ahlaki faturası olarak sorumluluktan” [47]
bahsedilmektedir. Sorumluluk, kişinin kendi eylemlerinin sonuçlarını
üstlenmesi, [48] akıl ve iradesiyle işlediği fiilleri sebebiyle
niyet ve kasdına göre değerlendirilmesidir.[49] Sorumluluğun olmadığı yerde
“kişi”den de söz edilemez. Bundan ötürü, “sorumlu olmak”, “hesap verebilme”den
farklıdır. Zira eylemlerinden hesap verebilme, ilişki içerisinde olmayı
gerektirir. Ancak sorumlu olmak, bizatihi insanın kendi varlıksal yönüyle
ilgilidir. Bir diğer ifadeyle ahlaki sorumluluk kişinin ilk önce kendisinin
özne oluşunu bilmesidir. Zira başkalarının karşısındaki sorumluluğun baş
koşulu, kendine karşı sorumluluğunun farkında olmaktır. [50] Kuran-ı Kerim, sorumluluğun
farkında olmamayı, kişinin "kendi kendine zulmetmemesi” [51] olarak
nitelendirmektedir.
Kişinin sorumluluğunu, kişinin yakınları yüklenemediği gibi
Peygamber de yüklenememektedir. [52] Kötü
işlerde öncülük yapmak durumunda, öncü olanların günahı artarken öncüye
uyanların günahı azalmamaktadır.[53]
Böylelikle
kişiye ancak kendi kazandığının karşılığı vardır. [54] Kişi
iyilik yaparsa karşılığını, kötülük yaparsa onun karşılığını görecektir. [55]
Sorumlulukta bireyselliğin temel olması, tek tek her bir insanın bir değer
olmasındandır. İnsanların hesaba çekilmeleri de toplu olarak değil tek tek
olacaktır. [56] Yüce
Allah, kullarını tek tek muhatap almıştır.
Sorumluluk gibi ceza da insanın özgürlüğüne delildirler. İnsan
bir şey yapmak hürriyetine sahip değilse, insanın yaptığı kötü ve iyi
amellerden ötürü ceza veya ödül almasının anlamı yoktur. Eğer Allah insanı bir
fiile zorlar ise Allah’ın o fiilden dolayı bir insanı cezalandırması da zulüm
olacaktır. [57] Çünkü
ceza ve ödül Allah’ın hiç bir kural, kayıt olmadan dağıttığı şeyler değil,
kişinin dünyadaki davranışlarının ahlaki bir neticesidir. [58] Nitekim Mutezile, Allah ile
insan arasındaki ilişkiyi akli ve ahlaki bir zemine oturtmaktadır. Kadı
Abdülcebbar’a göre, insanın mükellef tutulabilmesi için, o fiili yaparken,
kendisini fiile sevkeden etkenlerin zorlayıcı olmaması gerekir. [59] O,
insanın fiilleri ile sorumluluğu arasındaki ilşkiyi adalet ilkesi üzerinde
oturtmaktadır.[60]
Kuran-ı Kerim’de de yükümlülük, müeyyide ilişkisinde
adaletten söz edilmektedir. Fussilet Suresi 46. ayette, “Kim yararlı iş işlerse
kendi yararınadır, kim de kötülük işlerse kendi zararınadır. Rabbin kullara
karşı haksızlık yapmaz.”[61]
buyurulmaktadır. Allah, kullarına karşı adaletli davranmakta, bunun yanında
merhametiyle kullarının yaptıkları iyi işlere daha iyisiyle, kötü işlere ise
misli ile ceza vermektedir. Nitekim Neml Suresi 89 ve 90. ayetlerde,” Kim bir
iyilik yaparsa, ona daha iyisi verilir. Onlar, o günün korkusundan
güvendedirler. Kötülük yapanlar, yüzükoyun ateşe atılırlar. Yaptıklarınızdan
başka bir şeyle mi cezalandırılıyorsunuz?” buyurulmaktadır. Öyle anlaşılıyor
ki, Allah adil olmakla beraber kulunun fiilerine karşılık kuluna yardımda
bulunmakta, şayet kulu O’ndan yüz çevirirse O’nun yardımını kaybetmekte, kendi
haline bırakılmaktadır.[62]
İnsan, iyiye ve kötüye gücü yeten ve ikisi arasındaki
seçiminde özgür olarak davranabilen bir yapıda yaratılmıştır. Kehf Suresi 29.
ayette, "De ki, ‘ Gerçek Rabbinizdendir. Dileyen inansın, dileyen inkar
etsin.’ Doğrusu, haksızlık yapanlara duvarları çepeçevre onları içine alacak
bir ateş hazırlamışızdır. Onlar yardım isterlerse, yüzlerini kavuran erimiş
maden gibi bir su kendilerine verilir. Bu ne kötü bir içecek ve cehennem ne
kötü bir konuttur!” buyurulmakta, insanın seçimlerinde özgür bırakıldığı için
karşılığını göreceği ifade edilmektedir. Allah, insanları inanmak ve
inanmamakta özgür bıraktığını, hiç bir zorlamada bulunmadığını bildirmektedir.
Nitekim Yunus Suresi 99. ayette, "Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde
bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken, sen mi insanları inanmaya
zorlayacaksın?” buyurulmaktadır. Ayetlerde mutlak kudret sahibi olan Allah,
insanı özgür bıraktığını, ona yönelik zorlamanın da dinde olamayacağını
hatırlatmaktadır. [63]
Allah’ın kullarına yardımını bu anlamda dıştan denetimlilik [64] olarak
adlandırmak doğru değildir. Allah’tan yardım istemek, her ne kadar kişinin
kendi gücü dışında bir gücü yardıma çağırması olsa da bu çağrı, etkin , kararlı
ve içsel bir çağrıdır. Var olana bir karşı çıkıştır ve değiştirme çabasıdır. Bu
sebeple dua ancak özgür bir varlığın davranış biçimidir. Nitekim Yüce Allah,
çağrıda bulunanın çağrıyı yapış şeklini dikkate almaktadır. Bir diğer ifadeyle
duanın kabulünde yine dua edenin kim olduğu değil, duayı yapış şekli etkili
olmaktadır.
Allah’ın yardımı konusuna değinen ayetler, bu yardımın
koşullarını da belirtmektedir. Yüce Allah’ın kuluna yardım etmesi yahut
yardımını kesmesinde, kulun fiillerinin etkisi bulunmaktadır. [65] Öyle ki
şeytanın insan üzerinde doğrudan etki edecek olmamasına [66] rağmen şayet insan
"Rahman’ı anmayı umursamazsa ona yanından ayrılmayan kötü bir arkadaş
musallat” edilir. [67] Bir diğer
ifadeyle insan kötülüğe eğilim gösterdiğinde denetim odağı içinden dışarı doğru
kayacak, kendi otonomluğunu kaybetmeye başlayacaktır. Bu sebeple Kuran, insanı
iç ve dış kontrolünü kaybetmesine yol açacak tehlikelere karşı uyarmaktadır.
İnsana sorumlu olduğuı hatırlatılmaktadır. İlahi hitabın, övgü ve yerginin,
ceza ve ödülün anlamlı olmasını sağlayan bu sorumluluktur.
İnsanın doğası, insan - tabiat ve insan-Tanrı ilişkilerinin
anlaşılması için bilinmesi gereken önemli bir yapıdır.
Yaratılışı en güzel biçimde olan [68] insan birbirinden farklı
pek çok özellikle donatılmıştır. Bu özellikler içerisinde en önemlisi, her bir
insanın kendine özgü niteliklerinin bulunmasıdır. İki insanın mukayesesi bir
anlamda iki alemin karşılaştırılmasıdır. [69]
İnsanın sahip olduğu en önemli güç, düşünme ve tefekkür
gücüdür. Kuran’ın tefekkür, tezekkür, tedebbür şeklinde fiil halinde sıkça
ifade ettiği bu güç, akıldır. Akıl, sahibine bir şeyi oluğu gibi gösterir. [70]
Kullanılmaması durumunda kişiyi insan olma onurundan yoksun bırakır.[71] Akıl ve
irade enerjisi, insana özgü bir enerjidir ve insan kişiliğinin gerçek bir
göstergesidir. İnsan, iç enerjisi olan akıl ve iradeyle hareket ettiğinde tüm
enerjisini toplamak suretiyle “özbenliğini” özgürleştirir. Bu ise onun
şahsiyetini güçlendirir. [72]
Kuran-ı Kerim’de insanın duygusal yönüne de işaret
edilmektedir. Bu duygusal yön bazen “nefis” olarak isimlendirilir. Bu şekliyle
o, olumsuz bir anlama sahiptir. Yusuf Suresi 53. ayette “Ben nefsimi temize
çıkarmam. Doğrusu, Rabbimin esirgemesi dışında nefis kötülüğü emreder. Doğrusu
İnsana ait olumsuz nitelikler içerisinde onun cimriliği [73], kıskançlığı [74],
bilmediği konuda tartışacak kadar cahil olması , sabırsızlığı, aceleciliği ,
dayanaksızlığı, huysuzluğu [75], kibirli
oluşu [76], hemen
ümitsizliğe düşmesi [77],
nankörlüğü [78], mal
düşkünlüğü [79],
açgözlülüğü [80],
çıkarcılığı[81],
doyumsuzluğu[82] ve kendi
kendini yeterli görmesi [83]
sayılabilir. Bunun yanında Kuran-ı Kerim’de insanın olumlu yönlerinden de
bahsedilmektedir. Özellikle inanan insanların nitelikleri olarak, insanın
sabırlılığı [84], Allah’ı
sevmesi [85], anlamak için soran ve sorgulayan olması ,
aklını kullanan ve düşünen olması,[86] derdini yalnız Allah’a
anlatan olması [87], mücadele
eden [88] ve dua
eden [89] olması
zikredilmektedir. Görüldüğü gibi insanın yaratılışında farklı yönler bulunmakta
ve insan kendi seçimleri ile bu yönlerin bazılarını ön plana çıkarmaktadır.
İşte insanın denenmesinin de anlamı budur.
İnsanın bu yapısı onda "ahlaki gerginlik alanı”
oluşturmaktadır. [90] İnsanı bu
ahlaki gerginlikten kurtarmak önemlidir. "İnsan belli bir takım arzulara
sahip olma, onlardan hoşlanma, rahatsızlık veren şeylerden de kaçma özellikleri
üzerine yaratılmıştır.” [91] İnsan
bazen bu ahlaki gerginlikten, bazen de ortaya çıkardıkları neticelerden
kurtulmak için bazı savunma mekanızmalarına baş vurabilir. Zira benliğin
görevleri arasında savunma düzenleri oluşturmak ve kullanmak da vardır. Bu
savunma düzenleri bir yandan kişinin özsaygısını korumasına yardım eder, diğer
yandan gerçeği çarpıtmak suretiyle kişinin kaygıdan kaçmasını sağlarlar.[92]
Savunma mekanızmaları, insanın sosyal hayatla ya da bazı
değerlerle çatışmasını önlüyor olsalar da kişinin gerçeklerden kaçmasına neden
oldukları için psikolojik hastalıklara sebep olurlar. [93] Kişi, kendi yaptıklarının
sorumluluğunu yüklenmek yerine, ahlaki gerginliğinin neticesinde ortaya çıkan
olumsuz durumun sorumluluğunu başkasına yükler. [94] Yansıtma, olarak da
adlandırılan bu savunma mekanızmasını biz, “fatalist” düşüncede de bulmaktayız.
Zira fatalist anlayışta sorumluluğu en yüce olana yükleme düşüncesi
bulunmaktadır. “Acz, çaresizlik insanı ‘alınyazısına’ sığınmaya zorlamaktadır.”
Yazgıcı anlayışa göre insan, yanlış karar verdiği yahut doğru davranamadığı
için değil, “Allah öyle yazdığı” için olumsuz neticelerle karşı karşıya
kalmıştır. Savunmaya yönelik bu tutum normaldışı davranışların oluşmasında
etkilidirler.[95]
Depresyonun da en temel özelliği, başına o anda gelenin tekrarlanacağı veya
artık değişmeyeceğine inanmaktır. Çünkü depresyonu, normal üzüntü duygusundan
ayıran keder ve karamsarlık duygularıdır. [96] Oysa çabaya yönelik
davranışlar ve dua, her şeyin değişebileceği önkabulünü içermektedir. Bu
sebeple Kuran, ahlaki gerilim durumundaki insanı sorunlar karşısında
teslimiyete değil, mücadeleye davet etmektedir. Nefse karşı verilen mücadeleyi
ise, en büyük mücadele olarak isimlendirmektedir.[97] Yine Kuran, tatminsizliğe,
nankörlüğe, açgözlülüğe karşı çare olarak şükrü [98], yapılan yanlışın
sorumluluğunu yüklenip kabullenmemeye karşı tövbeyi, keder ve karamsarlık
duygularını önlemek için de duayı önermektedir.[99]
Köknel, ruh sağlığının temel ilkesinin "kendini bilmek”
olduğunu belirterek, "benliğinizle iletişim kurun” demektedir. [100] Bu
anlamda dua, insanın aslında kendisini bilmesidir de. Çünkü dua ettiğinde
insan, isteklerini, düşüncelerini, sıkıntılarını sistemli bir şekilde
tanımlamaktadır. Bu anlamda duada kişinin kendini bilmesi ve kararlılık söz
konusudur. Bu sebeple dua, insanın benliğini oluşturan şahsiyetinin
güçlenmesine yardım etmektedir. "İman ve sevgi ile dua eden kimsenin sinir
sistemi kuvvetlenir, ruhi ve uzvi kuvvetleri ile kaabiliyetleri arasında denge
kurulur.” [101]
Böylelikle dua, dua edenin huy, ahlak, karakterini etkileyen bir faktördür. [102] Duada
bazı duygular daha güçlü olarak ön plana çıkarlar. Nasıl ki, "günlük
yaşantıda duygulanım ve çoşku alanından kaynaklanan iç ve dış uyaranlara bağlı
olarak insan mizacında ortaya çıkan kısa süreli değişiklikler, duygu durumu,
iletişimi etkiliyor” [103] ise bir
iletişim olan duada da duygu durumundaki iniş çıkışların bir etkisi
bulunmaktadır.
Duada etken olan duygular, dua edenin içinde bulunduğu
psikolojik durumla olduğu gibi dua edilene karşı hissedilen duygularla da
ilgilidir. Duanın faili, dua etmek için korku, kaygı, pişmanlık ve çaresizlik
duygularının yanında ümit, güven ve sevgi duygularına da sahip olmalıdır.
Duanın failini korkutup kaygılandıran yahut onun pişmanlık duymasını sağlayan
şey, onun bizatihi kendi fiilleri olduğu gibi, kendi dışındaki olaylar ve
durumlar da olabilir. Kişi bu nedenlerin üstesinden gelemediği durumlarda
tamamen ümitsizliğe düşebilir. Hiç bir ümit kalmadığı için her şey anlamsız
duruma gelir ve hiç bir şey uğraşmaya değmez. Bir anlamda tam ümitsizlik hali,
her şeyin bitişidir. Çünkü “umutsuz insan, güvenmez, inanmaz, uğraşmaz,
didinmez, beklemez, öfkelenmez, dolayısıyla zevk almaz ve hayatı anlamlı hale
getiremez.” [104] “Umutsuz
olmanın zıddı inanmaktır.” [105] Nitekim
Kuran-ı Kerim’de de “tam ümitsizlik halinin” inkar ile aynı olduğu
belirtilmiştir.[106]
Korku ve ümit, insanda baskın olan iki duygudur. [107]
Kierkegaard’da bu iki duygu önemlidir. Ona göre insan, “korku ile ümit arasında
bulunan kaygısal bir varlıktır.” [108] İnsanın “kaygısal”, yani
korku ile ümit arasında bir varlık olması, onun yaptıklarını anlamlı hale
getirir. Çünkü kaygı, yaşama sevincinin, hayata dört elle sarılmanın
temelindeki duygudur. Nitekim “azıcık aşım kaygısız başım” deyimi,
kaygısızlığın, hayata yönelik mücadeleci tutumun eksikliği, azla yetinmeyi
ifade etmektedir. Kuran-ı Kerim’de de insandan istenilen durum “korku ile ümit
arasında” olmaktır. [109] İnsanın
denenmesinde de kişinin yaşam sevinci ve mücadeleciliği güç kazanmaktadır.
Duada sevgi ve güven de önemli rolleri olan duygulardır. Kişi
en sevdiğine dua etmekte, ani tehlikelerde, beklenmedik durumlarda en çok
güvendiğinin adını hatırlamaktadır. Zira duanın "şartsız refleks” olarak
adlandırılabilecek bir yönü vardır ki, inanmayan kimseler bile, ani olaylar karşısında
dua ve yakarışta bulunabilirler. [110] Bu ani durumlarda en
sevilen yahut en güçlü kabul edilenin adının anılması bunun göstergesi
olmaktadır. Bir anlamda "şartsız refleks” yönüyle duada kişinin
bilinçaltında en güvendiği ve en sevdiğinin bilinçüstüne çıkmasısöz konusudur.
Canı acıyanın "oy anam”, "aman Allah’ım” ifadeleri bunun
göstergesidir.
Olumsuz içerikli duada, nefret ve öfke duygularını görmek
mümkündür. Bir anlamda sevginin doğurduğu dua, nefretin doğurduğu ise
bedduadır. Sevgi ve nefret, nesnesini tutkulu bir havayla sarmaları yönüyle
birbirine benzerler. Ancak nefrette sevginin tam aksine nefret edilen şeyi
öldürmek, kafada yok etmek, soluk alma hakkını elinden almak vardır. Birinden
veya bir şeyden nefret etmek ise, onun varlığından rahatsız olmak demektir.
Doyuma yol açacak tek şey, o kişinin veya o şeyin tamamen ortadan kalkması
olacaktır. Bu yönleriyle sevgi ve nefret Gasset’in ifadesiyle "birbirine
düşman zıt ikizlerdir.” [111]
Sevgiden farklı nefrette bulunan bir yön de, “bir şeyi
sevdiğimiz zaman onu bizimle seven yandaşlar aramamakla beraber nefret
ettiğimizde yanımıza yandaşlar aramamızdır.” [112] Bedduada da kişi nefret
ettiğine karşı en büyük Mutlak güçten kendi tarafında olmasını istemektedir.
Yokedici özelliği sebebiyle “nefret” faili için de olumsuz bir duygudur.
Sadi’nin ifade ettiği gibi “öfkenin ateşi önce insanı yakar, sonra
karşısındakine ya ulaşır ya ulaşmaz.” [113] Bu sebeple duanın aksine
beddua, tavsiye edilmemiştir.
Günahların affı duası olan tevbede de baskın duygu
pişmanlıktır. Descartes’in ifadesiyle “pişmanlık, kendinden memnunluğa doğrudan
doğruya zıttır. Bu, her hangi kötü bir hareket yapmış olduğunu sanmaktan gelen
bir tür keder ve hüzün halidir. Sebebi içimizde olduğundan bu hal pek acı
yaşanır. Bu yüzden suçluluk duyduğumuz fiil kötü olduğu ve bu kötülük hakkında
kesin bir bilgimiz bulunduğu zaman pişmanlık çok faydalı bir duygudur. Çünkü
gelecek defa bizi iyi hareket etmeye yönlendirir.” [114] Tevbeyi ortaya çıkaran bu
duygu da olumlu neticeler ortaya çıkarmaktadır. Yaşanan hüzün hali, tevbe ile
yeni bir ümide ve ileriye dönük olarak doğru olanı yapma azmine dönüşür.
“Şükür, Allah’ın insanın emrine verdiği bütün eşyayı, bu
eşyanın yaratılış gayelerine uygun olarak kullanması esasına dayanır.” [115] Bu esasa
uyulduğunda şükürde mevcut duruma yönelik olumlu bir bakış bulunmaktadır. Bu
yönüyle şükür, kişiyi olmayana değil, olana odaklandırmaktadır.
Duanın içerdiği bütün bu duygular, duanın insanın bir yöne
doğru iten bir itki olduğunu ortaya koyar. Dua, edilgin bir boyun eğişi değil,
etkin bir duyguyu ortaya çıkarmaktadır. Her insan dua ile kendini en değerli
varlık olarak hisseder. İkbal’in ifadesiyle, dua, "Hayatın onca büyüklüğü
içinde küçücük bir parça olan naçiz varlığımızın kendi yerini anlayabilmesi
için gerekli olan geleneksel ve hayati bir gereksinmedir.” [116]
İnsanın bu duygusal güçlerinin yanında bir diğer gücü de,
Allah’ın yardımıdır. Allah kuluna zaman zaman doğrudan yardımda bulunmaktadır.
Allah’ın bu yardımları bazen tabiatın olağan işleyişi içinde bazen de olağan
işleyişin dışında harikulade [117] şekilde
gerçekleşmektedir. Allah’ın olağan yardımları duanın neticesinde ortaya
çıkmaktadır. Allah’ın harikulade yardımı ise mucizelerdir. [118]
Mucize, peygamberlik iddiasında olan kimsenin elinde,
kendisini inkar edenlere meydan okuduğu esnada vukubulan, tabiat kanunlarına
aykırı ve benzerini başkasının meydana getirmediği türden olaylardır. [119] Tanımda
iki önemli yön üzerinde durulmaktadır İlki mucizenin meydana geliş anıdır.
Mucizenin “Allah’ın yardımı” olarak kabul edilmesine de sebep olan bu an, peygamberin
peygamberliğinin inkar edildiği andır. Bir diğer ifedeyle, nübüvveti ispat için
gayret eden ve tebliğde bulunan peygamber bir noktada güçlüğe düşmekte,
inkarcıların inat ve ısrarlarıyla karşı karşıya kalmaktadır. İşte tam da bu
noktada Allah elçisine yardım etmektedir. [120] Bu yardım, peygamberleri
destekleme, içinde bulundukları sıkıntıları giderme [121] şeklinde olduğu gibi,
inkarcıları cezalandırma [122] ile
sonraki nesiller için uyarı ve ibret niteliği taşıma şeklinde de olabilir. [123] Bu
mucizelerin bazısında peygamber, nübüvvet görevinde destek ve yardım görürken,
bazısında mucizeler, inananlara yardım şeklindedir. Çünkü mucizenin neticeleri,
inananların lehinedir. [124]
Mucize tanımında bulunan ikinci yön, mucizenin olağanüstü
özellikler göstermesidir. [125] Mucizenin
"meydan okuma” özelliği de onun bu yapısının içinde bulunmaktadır. Öyle ki
mucizede, "adetullah” olarak adlandırılan tabiat kanunlarına uymayan bir
müdahale söz konusudur. Kanunların normal işleyişine ilahi bir müdahale demek
olan mucizede söz konusu edilen müdahale, kanunların bütünüyle ihlalini değil,
onların normal işleyişlerine karşı yapılan ve kısa bir süreyi içeren ilahi bir
müdahale biçimidir.
Allah’ın kullarına bir diğer yardım biçimi de onları elçileri
ile doğruya teşvik etmesidir. Yüce Allah, elçilerine vahy göndermektedir. Vahy,
sözlük anlamı olarak, "gizli konuşmak, bir şeyi hızla ve gizli olarak
kalbe bildirmek, esinlemek: ilham, esin, ima ve işaret etmek, seslenmek,
fısıldamak, emretmek” anlamlarındadır. [126] Terim olarak ise vahy,
Allah’ın peygamberlerine iletmek istediği mesajlarını, doğrudan doğruya veya
Cebrail vasıtasıyla bildirmesidir. Görülüyor ki vahy, insana doğruyu gösteren
ve Allah’ın kullarına hem bir lutfu hem de bir yardımıdır. [127]
İsteme, irade sahibi olmakla ilgilidir. “İsteme fenomeni” ile
eylemde bulunma, arasında ilişki vardır. isteme, bir çeşit enerji kaynağı
olmakta, insanın eylemlerini sürdürebilmesini sağlamakadır. [128]
İnsanın eylemlerinin sürekli hale gelmesi için “isteme”nin
olması gereklidir. Çünkü en basit eylemlerin ortaya konulmasında bile “isteme”
olmazsa netice alınamaz. Kuran-ı Kerim’de insanın bu özelliğine önem
verilmektedir. “İsteme” yapabilme ile ilgilidir. Yapabilmede kişinin kendi gücü
ve sınırlarını hesap etmesi söz konusudur. Bu anlamda istemede, istenilen şeyin
gerçekleşmesi üzerinde durulur ve onu gerçekleştirmeye çalışılır. Gerçekleşmesi
için gayret gösterilemeyecek bir şey istemenin konusu olamaz. Bu nedenle dua,
“halis bir istemedir.”
Kuran-ı Kerim’de “istemenin” ne şekilde olması gerektiği
örnekleriyle belirtilmiştir.
Kuran-ı Kerim’e göre istenilecek olanlar, Allah’ın sosyal ve
fiziksel yasalarına uygun olmalıdır. Allah’ın yasalarına aykırılığı sebebiyle
reddedilen dualar vardır. Nitekim söz konusu yasalara aykırılığı sebebiyle
reddedilen dualardan biri de Hz. İbrahim ve Hz. Nuh’a ait dualardır. Bakara
Suresi 124. ayette geçtiğine göre Hz. İbrahim, soyundan da önderler gelmesini
istemektedir. Hz. İbrahim’in bu duası, “doğrusu anlaşmam zalimleri içermez”
ifadesiyle reddedilmiştir.
Hud Suresi 45. ayette ise, Hz. Nuh’un duasını görmekteyiz:
"Nuh, Rabbine seslenerek, ‘ Rabbim, doğrusu oğlum benim ailemdendi.
Şüphesiz, Senin sözün gerçektir. Sen yargıçların en bilge olanısın.’ dedi.
"Duasının hemen öncesinde Hz. Nuh oğlunu imana davet etmiş, ancak olumsuz
yanıt almıştı. [129] Buna
rağmen Hz. Nuh’un Allah’a bu hususta dua etmesi doğru bulunmamış ve duası
reddedilmiştir. Zira Allah’ın kanunlarına göre, sorumluluk bireyseldir. Kişinin
mensup olduğu ırk, aile v.b hususlar onun Allah katında değerlendirilmesinde
ölçü değildir. Ölçü olarak alınan bireyin yapıp etmeleridir.[130] Nitekim
Hud Suresi 46. ayette Hz. Nuh’un duası reddedilirken, "Ey Nuh, gerçeği
söylemek gerekirse o, senin ailenden değildir. Şüphesiz o, yararlı olmayan bir
iş yapmıştır. Öyleyse hakkında bilgin olmayan şeyi benden isteme. Doğrusu
bilmezler gibi davranmamanı sana öğütlerim.” buyurulmaktadır. Müminun Suresinde
geçen bir ayette de ölçü olarak "insanın yapıp etmeleri” belirlenmiştir.
Nitekim söz konusu ayette, "Haksızlık yapanlar için Bana başvurma, gerçek
şu ki onlar suda boğulacaklardır.” [131] buyurulmaktadır.
İstek dualarının kabulünde olduğu gibi af dualarının
kabulünde de bir kural bulunmaktadır. [132] Nitekim Nisa suresi 48 ve
116. ayetlerde şirkin bağışlanmanın önünde engel olduğu; Nisa suresi 18. ayette
ise, ölümle karşılaştığında tevbe edenin tevbesinin geçerli olmadığı ifade
edilmektedir.
Tevbenin kabulüne ilişkin belirleme Nisa suresi 17. ayette
şöyle açıklanmıştır: “Allah, ancak kötülüğü bilmeyerek yapıp, hemen tevbe edenlerin
tevbesini kabul etmeyi üzerine almıştır. Allah işte onların tevbesini kabul
eder. Allah bilendir, bilgedir.” [133]
Kuran-ı Kerim’de “istenilen şeyler” ile ilgili olarak
olumluluğa doğru teşvik bulunmaktadır. Dünya ve ahiretin beraber istenilmesi [134], bol bol
istenilmesi [135], tevbeye
teşvik edilmesi [136]
belirtilmektedir. Bunun yanında istemenin en temel şartı, “sadece Allah’tan
istemek” olarak açıklanmıştır.[137]
Duanın oluşturduğu psikoloji yanında Kuran-ı Kerim’de dua
edilirken uyulması gereken koşullara da yer verilmekte; “Sabır ve namazla
yardım isteyin”[138],
“yalvara yalvara ve gizlice” [139],
“Allah’ın güzel isimleriyle” [140],
“korkarak ve ümitle” [141], “acele
etmeden ve devamlı surette” [142] dua
edilmesi önerilmektedir. Ayrıca duanın psikolojik olarak duyguya ilişkin yönlerinin
de olduğunu Maide suresi 83. ayette görmekteyiz. Ayette Allah’ın ayetlerini
duyduğunda gözleri dolarak dua edenin tasviri yapılmaktadır. Tevbe suresi 118.
ayette ise tevbe edenin sahip olduğu psikolojik durumu "bütün genişliğine
rağmen yeryüzü kendisine dar gelen, canları içlerine sığmayan, Allah’a
sığınmaktan başka çare olmadığını anlayan” olarak açıklanmaktadır.
Müslüman geleneğinde yukarıda zikredilen ayetlere atıflarda
bulunularak duanın kabul koşullarından söz edilmektedir.[143] Kuran-ı Kerim’de zikredilen
fiziki şartlar, duanın kabulünün talebe yönelik oluşunu destekler mahiyettedir.
Öyle ki dua edenin kimliği bile bu noktada esas öneme haiz değildir.
Dualar, failinin belirtilip-belirtilmediğine göre kısımlara
ayrılır:
a)
Failinin
belirtildiği dualar:
aa) Peygamber duaları: Kuran-ı Kerim’de peygamberlerin yaptıkları
dualardan örnekler bulunmaktadır. Hz. Adem’in yaptığı gibi [144] af duaları yanısıra şükür
ve istek duaları da zikredilmektedir. Bu dualardan bazıları peygamberlere özgüdür. Kavimleri ile aralarının
ayrılması [145] gibi
Peygamberlere özgü isteklere zaman zaman mucize ile beraber karşılık verildiği
de görülmektedir. [146]
ab) Diğer insanların duaları:
Kuran-ı Kerim’de peygamberlerin dışındaki insanlara ait dualar da
zikredilmektedir. İsrailoğullarının, Hz. Asiye’nin, İmran’ın karısının,
sihirbazların, Ashab-ı Kehf’in duaları bunlardan bazılarıdır. Bu dualar içinde
tevbe duaları olduğu gibi istek duaları da bulunmaktadır. Araf suresi 149.
ayette İsrailoğullarının Allah’tan af istekleri yer almaktadır. Yine aynı
surenin 126. ayetinde Firavun’un Hz. Musa ile yarışmak üzere görevlendirdiği
sihirbazların iman ettikten hemen sonra Allah’tan yardım istediklerini
belirtmektedir. İmran’ın karısının dünyaya getireceği çocuğunu Allah yoluna
adadığını, [147]
Firavun’un iman etmiş eşinin onun zulmünden kurtulmak için Allah’tan yardım
istediğini, [148] ve
Ashab-ı Kehf’in Allah’tan rahmet ve yardım istediklerini bildirmektedir. [149]
ac) Şeytanın duası: Kuran-ı
Kerim’de Allah’a isyan eden, insanları kötülüğe teşvik eden şeytanın isteğine
de yer verilmektedir. Şeytan Allah’tan “insanların tekrar diriltilecekleri güne
kadar ertelenmek” istemiştir. [150] Yüce
Allah şeytanın bu isteğini kabul etmiştir. Bu örnekten de anlaşılıyor ki,
duanın kabulünde dua edenin kim olduğu önemli değildir.
ad) Meleklerin duası: Kuran-ı Kerim’de meleklerin
dualarına da yer verilmiştir. Şura suresi 5. ayette, "Melekler Rablerini
överek yüceltirken ve yeryüzünde bulunanlar için O’ndan bağışlanma dilerlerken,
neredeyse üstten gökler paçalanacak. Doğrusu Allah, çok bağışlayandır, çok
acıyandır.” şeklinde meleklerin duası geçmektedir. Bakara suresi 161. ayette
ise meleklerin inkar edenlere ve inkarcı olarak ölenlere lanet ettikleri
açıklanmaktadır. [151] İradesiz
varlıklar olarak meleklerin dua ve laneti de Allah’ın emriyle olmaktadır.
Böylelikle meleklerin duası bir anlamda Allah’ın yardımıdır. Zira Allah,
meleklerin yeryüzüne bir takım işler için indirildiğini ifade etmektedir. [152] Bunun
yanında ayetlerde Allah’ın kullarını meleklerle desteklediği ve kullarına
yardım ettiği de belirtilmektedir. [153] Enfal suresi 12. ayette,
"Hani Rabbin meleklere ‘ doğrusu ben sizinleyim, inananları destekleyin.
İnkar edenlerin yüreklerine korku salacağım. Artık onların boyunlarını vurun,
bütün parmaklarına vurun’ diye bildirildi.” buyurulmaktadır. Ayetin devamında
"yardımın ancak Allah katında olduğu da belirtilmiştir.”
b)
Failinin
belirtilmediği dualar:
Kuran-ı Kerim’de failinin kim olduğu ifade edilmeyen dua
örnekleri de bulunmaktadır. Bu dua örnekleri, nasıl dua edilmesi gerektiği
konusunda bilgi vermektedir. İsra suresinde kişinin anne babasına [154],
eşlerine ve çocuklarına nasıl dua edeceği , Müminun suresi 118. ayette
Allah’tan affın nasıl isteneceği öğretilmektedir. Aynı surenin 97 ve 98.
ayetlerde şeytanın vesveselerinden kurtulmak için edilen bir dua örneğine yer
verilmektedir. Maide suresi 83 ve 84. ayetlerinde cennet ve başarı için bir dua
örneği bulunmaktadır. [155]
Sh:
149-181
Kaynak:
Fatma BAYRAKTAR, Dua – Kader İlişkisi, Doktora Tezi, T.C Ankara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri ( Kelam) Anabilim Dalı, 2007,
Ankara
Allah
Teâlâ’nın insanı yaratması, yaratıcının yarattığı ile ilişki içerisine girmesi,
onu yönlendirmesi, ona hitap edip onu değerli kılması, dinin varlığını anlamlı
kılmaktadır.
Kuran-ı
Kerim’de insanın yaratılışına farklı bir yer verilmiştir. İnsandan beklentiler
ve insana yüklenen sorumluluk da farklıdır. Yüce Allah insanı yarattıktan sonra
özgür ve irade sahibi bir varlık olan insanla diyaloğa girmiştir. Bu diyalog,
iki yönlüdür. Allah’tan insana doğru olduğunda bu vahydir. İnsandan bu sözlü
mesajın rehberliği doğrultusunda davranması istenmektedir. Nitekim bu sözlü
mesajdan biri olan Kuran-ı Kerim’de de insan, vahye kulak vermesi, üzerinde
düşünmesi ve ona uygun davranış oluşturması konusunda uyarılmaktadır.
İnsandan
Tanrıya doğru gönderilen talebin adı ise, duadır. Dua, insan ile Allah
arasındaki ontolojik farklılıktan kaynaklanan "boyut, içerik, biçim ve
vasıta bakımından” diğer iletişimlere benzemez. [156]
İnsan, varlıksal olarak çok farklı bir Tanrıyla nasıl konuşabilir? Bu soru,
Tanrının varlığı ve nasıl olduğu konusuyla ilgidir. [157]
Ancak her iki tarafın varlıksal farklılığına rağmen Tanrıdan insana ve insandan
Tanrıya doğru iletişim mümkündür. Çünkü bu iki yönlü iletişimde mesajı gönderen
ile mesajı alanın aynı düzlemde bulunması gerekmemektedir. Allah, yaratan
olarak, insan ise yaratılan olarak kendi düzlemlerinde kalmaktadırlar. Bu
sebeple Tanrı insan iletişimi, üst varlıksal düzey ile alt varlıksal düzey
arasındaki iletişim şekli olup, yukarıdan aşağıya doğru dikey olarak
gerçekleşir. [158] Nitekim dua da “aşağıda
olanın yukarıda olandan bir şeyi elde etmek için olan isteme” şeklinde
tanımlanmaktadır. [159] Görülmektedir ki, “dua”
aynı vahy gibi Allah insan iletişiminin önemli bir parçasıdır.
Duayı
Tanrı ile insanın bir iletişimi olarak kabul ettiğimizde “iletişim”
kavramı üzerinde de durmak gerekir. İletişime ilişkin pek çok tanım
bulunmaktadır. Bu tanımlar, iki yönde yoğunlaşmıştır. İletişimin üzerinde
durulan birinci yönü, iletimdir. [160]
Buna göre iletişim, “bir gönderici tarafından öte yandaki bir alıcı üzerinde
belli bir etki yaratmak amacıyla, anlam yüklü birimlerden yararlanarak, karşı
tarafa belirli bir bildiri ulaştırılması eylemidir.” [161]
Tanımda da görüldüğü gibi iletişimde, gönderici, mesaj, kanal ve alıcı
bulunmaktadır. İletişimde bu çizgisel modeli benimseyenler kaynak ve alıcıyı
iki temel unsur kabul ederler. Kaynak, iletinin çıkış noktası iken, alıcı
iletinin kendisine yöneltildiği hedeftir.
İletişim
tanımlarında üzerinde durulan ikinci yön, iletişimin taşıdığı etkileşim, ortak
algılama ve paylaşma anlamlarıdır. Nitekim iletişimin monolog değil, diyalog
olabilmesi, kaynak ile alıcının etkileşim içinde olduğu ve alıcının sadece
pasif değil aynı zamanda geribildirimlerde bulunarak aktif olması ile
mümkündür. [162] Dua, bir iletişim olarak
kaynaktan alıcıya iletinin ulaşması sonrasında alıcıdan kaynağa bir
geribildirimi de gerektirmektedir. Bu geribildirim ise, duanın kabulüdür. Ancak
duaya cevap verilmesini, sadece duanın kabulü olarak ele almak doğru değildir.
Tanrı
ile insan iletişiminde farklılık, sadece alıcının görünmeyen olması değildir.
Çünkü Tanrı ile konuşma bir ölü ile konuşma değildir.[163]
Dua, Tanrıyla konuşmadır ve kendisine gönderimde bulunulan alıcının ilahi
varlığı, konuşmanın doğasını ve gramerini belirlemektedir. Nitekim Tanrı
hakkında konuşurken de "Ben kızgınım” ifadesi ile "O, kızgın” ifadesi
gramatik açıdan benzemekle beraber, "O”, Tanrı için kullanıldığından anlam
içeriği tamamen değişmektedir. Çünkü insan için "kızgınlık” kelimesinin
ifade edeceği anlam ile Tanrı için ifade edeceği anlam farklıdır. [164] Bu sebeple kendi
aramızdaki konuşma, Tanrı ile konuşmadan ayrılmaktadır.
Tanrı
insan iletişimini diğer insanlarla iletişimden ayıran bir başka nokta da,
gösterge ile ilgilidir. Gösterge,” kaynaktan alıcıya gönderilen duygu, düşünce
ve bilgilerin kodlandığı simge ve ya semboller demektir. Niteliklerinden ötürü
doğal ve yapay göstergeler bulunmaktadır. Doğal göstergeler, olgular arasındaki
sebep-sonuç ilişkisine dayanır ve doğrudan algılanamayan olguların varlığını
gösterirler. Bu tür göstergeler ise bir anlam aktarımı içermezler.” Doğal
göstergenin bu tanımı dikkate alındığında fiili dua olarak tarif edilen dua
çeşidinin anlamı da sorgulanmalıdır. İsteğin gerçekleşmesi için gösterilen çabanın
fiili dua olarak tanımlandığı bilinmektedir. Ancak bu çaba, bir anlamda doğal
göstergedir ve bir anlam aktarımını ancak dolaylı olarak içermektedir. Sınavı
kazanmak için gayretle çalışan öğrenci, sınavı kazanmayı çok istediği mesajını
iletmektedir. Ancak dua, sadece istemek değil, istek konusunda Allah’ın
yardımını taleb etmek, O’nu çağırmaktır. Diğer yandan dua, kulun kendi
sorumluluk alanında üzerine düşeni yapmasını gerektirmektedir. Bu sebeple “fiili
dua” isimlendirmesi, “sözsüz dua” olarak düzeltilmelidir.
İletişimde
dilin kullanımı, taraflardan biri insan olmadığı durumlarda şart değildir.
Çünkü normal kelime alışverişi olabilmesi için iki taraf arasında varlıksal[165] eşitlik bulunmalıdır. [166] Duada bu varlıksal
eşitliğin bulunmaması, farklı göstergeleri devreye sokabilir. Nitekim dua
esnasında kişi, isteğini cümlelere dökmeden, ellerini açarak zihninden
geçirmesi, iletişimin başlaması için yeterlidir. Böylelikle görülmektedir ki
dua, bazen sözlü bazen sözsüz bir iletişim biçimidir. Bergson, "dua, sözlü
deyime ilgisiz olup, bir ruh yükselmesi olduğundan sözden vazgeçilebilir” [167] görüşündedir. İzutsuya
göre, dua kalbin Allah ile konuşmasıdır. [168]
Öyle ki "düşünme halinde zihnimiz, Nihai Hakikat’i gözlemleyebiliyor.
O’nun fiil ve hareketlerini inceleyebiliyor. Ancak dua ve ibadet, ağır
ilerleyen bütünlüğün kademeli rehberliğinden ayrılarak düşüncenin önüne geçiyor
ve Mutlak Hakikat’e ulaşmaya çalışıyor. Böylelikle ifade edilebilir ki, insanın
yaratıcısı ile olan ilişkisi yalnız lisan ile değil, bilakis bir hal işidir.” [169]
İletişimde
üzerinde durulması gereken önemli unsur aktarılandır. Aktarılan, bazen bilgi ve
düşünce bazen duygu boyutlu anlamlardır. [170]
Aktarılan, iletişimin amaçlılığı ile ilgilidir. Kaynak, ileti göndermekle
alıcıyı bir konuda bilgilendirme veya eylemi yapmaya yönlendirmek istemektedir.
Bu anlamda dua da, amaçlı bir iletişimdir. Ancak duada insandan Tanrıya yönelik
bir bilgi ve düşünceden daha çok, duygu aktarımı söz konusudur. Bir başka
ifadeyle kişi, Tanrıya önceden bilmediği bir şey söylememektedir. Ancak kişinin
bizatihi kendisi, kendi hakkında yeni bir şey öğrenmekte ve yeni bir bilince
sahip olmaktadır. [171] Duada da Tanrı, kulunun
isteğini bilmektedir. Fakat önemli olan bunun insan tarafından farkedilip
Tanrı’nın yardımının istenmesidir. Nitekim
Furkan
suresi 77. ayette geçen " قُلْ
مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلَا
دُعَاؤُكُمْ فَقَدْ كَذَّبْتُمْ فَسَوْفَ يَكُونُ لِزَامًا” ifadesi, " Yakarışınız olmasa, Rabbim size ne diye
ayrıcalık tanısın?” anlamına gelmektedir. Bu ise Allah’ın kulunu dikkate
almasında ve insanın kendini farketmesinde Allah’a yönelmesinin önemli olduğunu
göstermektedir. Bu, duanın Allah’ı bilgilendirmesi değil, kulun Allah’ın
müdahalesine ihtiyacı olup, O’nun yardımını istemesidir.
İletişim
kurma noktasında Tanrı insan iletişiminin en önemli avantajı, muhtemel iletişim
problemlerinin bu iletişim türünde bulunmamasıdır. İletinin kaynağı, iletişimin
gerçekleşme biçimi, alıcının öznel karakterinden kaynaklanabilecek muhtemel
sorunlar [172] duada bulunmamaktadır.
Alıcının tam yetkinliği, yanlış anlama problemini ortadan kaldırdığı gibi
iletinin gönderilmesi esnasında oluşabilecek yanlışlıklar da önem
taşımayacaktır. Çünkü duada alıcı, iletiyi gönderenin zihnindeki anlamı
bilmektedir. Bu sebeple ifade, niyetin önüne geçmemektedir. Ezberlenmiş ya da
formülleştirilmiş bir ifade duada otomatik bir netice doğurmamaktadır. [173] Öyle ki kişinin dili
sürçtüğü için kullandığı ifade, isteğine mutabık olmasa dahi duanın kabulü
imkanı devam etmektedir. Ancak bu, duada kullanılan ifadelerin dua eden
tarafından anlaşılmayan ya da anlamsız bir yapıda olabileceği demek değildir.
Söz konusu olan Allah ile iletişim olunca önemli olanın, ifadenin niyetin önüne
geçmeyeceğinin bilinmesidir.
Dua,
Allah - insan iletişimi olarak kelam ilmi için önemli bir kavram olmakla
beraber başka disiplinlere de konu olmuştur. Kelamda duaya ya çok az ya da
dolaylı şekilde temas edilmiştir. Özellikle dua konusuna "kader” konusunun
içerisinde değinilmiştir. Allah’ın takdirine aykırı duanın anlamsız olacağı
vurgulanmıştır. Öyle ki dua, sadece insanı rahatlatan psişik bir unsur ya da
Allah’ın emri olarak yerine getirilmesi gereken bir ibadet olarak görülmüştür.
Oysa dua, gerek tevhid ilkesinin gereği bir yöneliş olması yönüyle gerekse
kainata Allah’ın müdahalesi olması yönüyle önemlidir. Çünkü dua, bütün
aracıların ortadan kaldırıldığı ve bireyin doğrudan doğruya Allah ile temasa
geçebileceği bir iletişimdir. Allah’ın her bir bireye değer vermesinin belirgin
nişanesi olarak da dua özel bir öneme sahiptir. [174]
Dua,
Tanrı’yı tanıma ve bu ilişkiyi anlamanın yanında, insanın kendinde de önemli
farklılıklara sebep olmaktadır. Çünkü dua, aynı zamanda tecrübe edilebilir bir
olgu olup, iman ile de ilgilidir. "Din, kendi dışımızda gözlemlenen bir
olgu, iman ise bu olgunun içimizde tecrübe edilmesidir ve o şuurlu bir
ilişkidir.” [175] İman, dinsel tecrübenin
çeşitliliği içinde farklı biçimlerde görülebilen ve bireysel bir özellik
taşımaktadır. İman gibi duanın da tecrübeye ilişkin yönü bulunmaktadır. Öyle ki
"dua, insan kalbi yüksek bir duruma geldiğinde oluşur. Gerginlik biraz
gevşeyip sabit hal arzederse o zaman ibadet haline gelir.”[176]
Kelamcılardan daha çok sufilerin dua konusuna değinmelerinin nedeni de bu olsa
gerektir.
Dua,
farklı din anlayışlarıyla şekillenmektedir ve öznel özellikler taşımaktadır.
Çünkü dua, "aşkın varlığın delil, işaret ve tezahürlerinin sezgisel olarak
algılanması, ilahi olan ile içten ve duygusal bir ilişki kurma” [177] dır. Bu sebeple dua,
dıştan bir farkedişe imkan vermeyen, kişinin deruni tecrübesine dayalı
psikolojik bir gerçekliktir. Bu yönleriyle dua, aynı zamanda dini bir
tecrübedir.
Dini
tecrübe, insanın Tanrı ile buluşması olup pek çok anlam kargaşasına sebep
olmaktadır. Ancak dini tecrübeyi din fenomeninin özü sayıp bir metod olarak
kullananlar da bulunmaktadır. [178] Nitekim Sufiyye’nin
yaklaşımlarında da dini tecrübenin kanıt olarak kullanıldığı görülmektedir.
Öyle ki onlara göre, Tanrı hakkında bir marifete ulaşabilmek için teolojik
bilgiye ihtiyaç yoktur. Kul ancak psişik olarak hazır olduğunda Allah ona
kendini tanıtır. [179] İnsan ruhsal hazırlığını
tamamladığında bilgi aktlarını çalıştırması gereksizdir. [180]
Bu nedenle dini tecrübe kelam ilmi için bir değerlendirme ölçütü kabul
edilmemiştir. Söz konusu ilmin metodu ve içeriği açısından bu yaklaşımın doğru
olduğu açıktır. Çünkü tecrübenin birey üzerindeki etkisinin imkanı ve değeri,
kelam kanıtlamalarının dışındadır. Örneğin dini bir tecrübe yaşayan insan,
tecrübesinin Tanrı tecrübesi olduğunu kanıtlayamaz. [181]
Temel hareket noktası olarak, aklı kabul eden kelam ilmi için bu kişisel
tecrübe delil olamayacak kadar öznel ve irrasyoneldir. [182]
DUA
VE SUFİ
Sufiler “dua”yı Allah’tan bir şey istemenin
olumsuzluğu üzerinde yoğunlaştırırlar. Onların içinde dünyevi istekler için dua
etmeyi doğru bulmayanlar olduğu gibi bizatihi Allah’tan istemenin O’nun
iradesine, kudretine ve hatta kader ve takdire isyan anlamına geldiğini
düşünenler de vardır. [183]
Duadan yana olan sufiler de vardır. Kuşeyri, "Tanrı, duayı terkeden kimselere
lanet eder.” demektedir. [184]
Ancak görülen odur ki, sufiyye ağırlıklı olarak duanın zikir ve çağırma
anlamları üzerinde durmaktadır.
Sufiler
için duanın kabulünün yahut duanın insan gönlünde oluşturacağı değişimin de bir
anlamı yoktur. Onlara göre önemli olan, kişinin "kendini
unutuncaya kadar Allah’ı çağırmasıdır.” [185]
Görülüyor ki, sufiyyenin dua anlayışı, dünyayı küçümseyen görüşlerine uygun
olarak şekillenmiştir. Oysa dua, birey olmada, gücü ve sınırlılıklarıyla
kendinin farkına varmada ve dinin aktif olarak yaşamasında önemli bir etkendir.
Böylelikle dua, "kişinin ilgisinin öte dünyadan bu dünyaya çevirilmesine
sebep olur.” [186]
Dua,
insanın aktif olduğu, Tanrı ile iletişimde önemli bir unsur olduğu halde,
müslüman kelamında dua konusu üzerinde fazla durulmamıştır. Çünkü insanın
talebi ve çalışması ile değişebilecek bir alem anlayışı yerine önceden Tanrı
tarafından belirlenmiş, değişmez bir alem anlayışı pek çok kelamcıda daha
önemli görülmüştür. Nitekim "olana, olacağa, başa gelene boyun eğip
hepsini hoşnutlukla karşılamak” vacip kabul edilmiştir. [187]
Dua konusu ele alındığında sorular, Tanrı açısından sorulmuştur. “Allah’ın
takdirine aykırı dua edilebilir mi?”, “tevbe ve büyük günah meselesi”, “duanın
kabulünün şartları” gibi sorular buna örnektir.
Dua
konusunun, insanın ve insan özgürlüğünün önemsenmediği kelam ekollerinde dikkate
alınma düzeyinin daha da düşük olduğu görülmektedir. Nitekim insanın yapıp
etmelerinde yani fiillerinde insanın hiç bir etkisinin bulunmadığını kabul eden
Cebriye’de duaya yer yoktur. Çünkü Allah, ezelden beri her şeyi bilmektedir.
Her şeyi takdir etmiş olan Allah, dilediğini yapmaktadır. Öyle ki, insanın
rızkı, eceli, fiilleri, bütün yaşamı zaten belirlenmiştir. İnsanın bunları
değiştirmesi mümkün değildir. [188] Cebriye’nin kader görüşüne
yakın olan Eşari ekolünde de duaya fazla yer verilmemiştir.
Bir
kelam konusu olarak duayı ele alırken sorun, dua edenin dua esnasında Tanrıyla
gerçekten iletişime geçip geçmediğinin belirlenmesi değildir. Duayı anlamak,
Tanrı ile konuşmanın ne anlama geldiğini anlamaktır. Bu ise, insanın Tanrı
karşısında sahip olduğu konumu ortaya koyar. Görülüyor ki, duanın, Tanrı -
insan ilişkisini açıklamada önemli yeri vardır.
Sorun,
önyargı ve tutkulara kapılmadan sağlam temellere dayanılarak çözülmelidir. Bu
sebeple dua konusundaki inancımızın sağlam ve doğru bilgiye dayandırılması
gerekmektedir. [189] Kelam ilmi, din anlayışını
şekillendiren bir ilimdir. İnsanlığın ortak tecrübesi olan dua da, dini
anlayışla şekillenmektedir.
Duanın
neliğinin anlaşılabilmesi için nassa dayalı bilgiler önemli rol oynayacaktır.[190] Zira bir kavram hakkında
neyin söylenip, söylenemeyeceğinin sınırını, o kavramın kullanıldığı bağlam
belirlemektedir. [191] Çünkü dini bağlamdaki bir
kavram hakkında tamamen duyusal fenomenlerin dikkate alınması, konunun
değerlendirmesinde hatalı davranmak demektir. [192]
Kuran’ın dünya görüşünün teşekkülünde önemli rol oynayan dua kavramına, Kuran
bağlamında bakılacaktır. Böylelikle hem "kader” algısı yeniden
şekillenecek hem de Kurani bir kavram olan duanın anlaşılması sağlanmış
olacaktır.
Sh:1-12
Kaynak:Fatma BAYRAKTAR, T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER
ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ( KELAM) ANABİLİM DALI, DUA – KADER İLİŞKİSİ,
Doktora Tezi, 2007, Ankara
Hzl: Fatma BAYRAKTAR
“Dua, bir çeşit zihni
ve uzvi değişiklikten ibarettir.” [193] Zira
duada, var olan beğenilmemekte, onun yerine farklı bir durum istenilmektedir.
Böylelikle dua, öncelikle bir değişim çağrısı olmaktadır. Özellikle istek
dualarında Tanrı’nın bu dünyadaki bir durumu değiştirmesi talebi vardır. Duanın
kabulü ile beklenilen, var olanın değişmesidir. Ancak bu değişme, Allah’ın
iradesinde mi, yoksa dua edenin psikolojisinde mi olmaktadır? Zira duanın
sağladığı değişimi, dua edenin psikolojisinde görenler bulunduğu gibi, duanın
bizatihi kainatta değişmeler sağladığını düşünenler de bulunmaktadır. [194] Duanın
meydana getireceği değişime, Tanrı’nın kudreti noktasından bakılması doğru
değildir. Çünkü Tanrı için her şey mümkündür. Zira O, her şeye kadir, mutlak
kudret sahibidir. Ancak Tanrıyla her şeyin mümkün olduğu olgusunu, Tanrıyla her
şeyin zorunlu olacağı şeklinde yorumlamak yanlıştır. [195] İmkan alanı içerisinde
olan, hem Tanrı’nın değiştireceği, hem de insanın değişmesini isteyebileceği
şeyler sınırları içerisinde kalmaktadır. Duaya konu olan alan da işte bu imkan
alanıdır.
İstek dualarının ortaya çıkardığı değişim üç şekilde ifade
edilmektedir.
Dua, Tanrının iradesini
değiştirir.
Dua, dua eden insanı değiştirir.
Dua, koşulları değiştirir. [196]
Duanın, Tanrı’nın iradesini değiştirdiği fikri, Tanrı
tasavvurları ile yakından ilgilidir. Aristo’nun değişmez, hareket etmeyen
hareket ettiricisi ile değişmezlik fikrini temel alan cevherci yaklaşımı,
müslümanlara geçmiştir. Bu sebeple Allah’ın değişmezliğine vurguda bulunan
müslüman kültüründe fatalist yaklaşım, değişimi, hareketliliği ve süreci
vurgulayan duadan daha baskın olmuştur.
Müslüman kelamında mutlak irade ve mutlak kudret sahibi olan
Allah’ın değişmesi mümkün değildir. Çünkü mutlak kudret, Allah’ın her şeye gücü
yeten olduğu, kendi dışında hiç bir gücün O’nu engelleyemeyeceği anlamındadır. [197] Tek ve
değişmeyen ile imkanlar alemi arasındaki ilginin kurulması Allah’ın fiili
sıfatları vasıtası ile olmaktadır. Allah’ın kainatta her an yeni bir işte
olması, yaratma ve irade sıfatlarıyla kainatta olan değişmeleri açıklamak
mümkündür.
Dua, Allah’ın irade sıfatıyla ilgili olarak
değerlendirildiğinde önem kazanacaktır. Ancak özellikle Allah’ın fiillerinde
bir sebep, hikmet ya da amaç aramayı gereksiz bulan [198] Eşari görüşe göre, duanın
kabulünde de “keyfilik”söz konusudur. Oysa tevbede duanın kabulünün keyfi
olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü bu, tevbenin anlamı ile de Allah’ın
adaleti ile de uyuşmamaktadır.
Eşari’nin Allah’ın kudretini, insana eylem alanı bırakmayan
ifadelerle tanımlaması, onun ahlak nazariyesi üzerinde de etkili olmuştur. [199] Duanın
kabulü meselesini de Allah’ın iradesine bağlı olarak düşünmek gerekir. Nitekim
bazen isteklerin gerçekleşmemesi, dua edenin yararınadır. [200] Bazen de duada dile
getirilen isteklerin gerçekleşmemesi denenmenin bir parçası olmaktadır. [201]
Duanın sağladığı ikinci değişim alanı ise "dua
edendir.” [202] Bu,
duanın insanı değiştirmesidir. Çünkü kişi, dua ettiğinde, dua ettiği konu ile
uzlaşır, zihni berraklaşır, iradesi güçlenir. Ancak bu, duanın sadece
psikolojik bir etki alanı olduğu anlamına gelmemelidir. Duanın, dua edendeki bu
değişimleri ortaya çıkarması, Tanrı ile kişisel bir ilişki olmasından
kaynaklanmaktadır. [203]
Dua fiilinde insan öncelikle "sınırlı” olduğunu
farketmektedir. Sınırlılığını farketmek, "bilinçli” olmasıyla ilgilidir
ki, dua hem bilinçliliği, hem sınırlılığı hem de farkındalığı içermektedir. Bu
her üç tutum, insanın kişisel gelişiminde önemli yere sahip olup, "sınırlılığın yarattığı gerilimi
azaltmaktadır.”
Duada da kişinin etkin olması, olma potansiyellerini son
noktaya kadar kullanması söz konusudur. Böylelikle dua farkındalığın artması
noktasında etkili olduğu gibi farkındalığın arttığı durumlarda edilen dua da
değişime daha çok imkan sağlamaktadır.
Her dua edenin, bir değişim yaşadığını söylemek mümkün
değildir. Zira şartsız refleks olarak yapılan dualar, kişide bir bilince sebep
olmadığı gibi bir değişime de sebep olmamaktadırlar. Kişiyi değiştirebilecek
bir dua, insana yaşattığı içsel sürecin gücü ile ilgilidir.
Dua, dini tecrübeler içinde en derin duygusal etkileşimi
içermektedir. [204] Bu güçlü
duygusal etkileşimde, dua eden öncelikle kendi üzerine dikkatini toplayacaktır.
Öyle ki dua ortamında insan, kendisini olduğu gibi görür. “Gurur, benlik, ruhi
kabalık ve düşünce kısırlığı gibi belirtilerin insanı kuşatmaması, bunlardan
soyutlanmış ve arınmış bir şekilde Allah’a yönelmesi söz konusu olur.” [205]
Görülüyor ki dua eden Allah ile ilişkisine bütün diğer uyaranlardan kurtulmuş
olarak “zihni bir duruluk” ile başlamaktadır.
Benliğinin farkına varan insan için duada ikinci aşama “arzu
gücünün” canlanmasıdır. Çünkü dua, “isteme ve çağırma”dır. Dua, insanı
gerginlikten kurtaran, korku ve kaygıları gideren, hedeflerini
belirginleştirerek duygusal enerji veren iman ve ümidi içermektedir. [206] Kişinin
arzu gücünü canlandırarak Allah ile iletişime girmesini sağlamaktadır. Dileğini
ifade etmesiyle kişi, kendini Allah’a bırakmaktadır. Ancak bu “salıverme”
değil, teslimiyettir. [207] Yani
Allah’a içten bağlılığını artıran bir teslimiyettir. Böylelikle dua, “yüce bir
içtenliği yaşayarak kişiliğimizi bütünleştirdiğimiz” bir süreç olmaktadır.
Görülmektedir ki, duada iki an bulunmaktadır. İlki, benliğin
kendi içinde kendi kendine konuşması, ikincisi ise, mutlak Ben ile
konuşmasıdır. [208] İlk
adımda kişi içinde bulunduğu durumu farketmekte ve bir isteğe sahip olmaktadır.
Bir olaya yüklediğimiz anlamın yahut olayla ilgili düşünce ve yorumun yaşanacak
duyguyu biçimlendirdiği [209] dikkate
alınacak olursa, duanın bu ilk adımı kişide bir değişikliğe neden olur. Öyle
ki, kişi içinde bulunduğu durumu yaratıcıya anlatırken sahip olduğu yorumlama
ve düşünce sürecini başlatmaktadır. Yaratıcının ona cevap vereceği düşüncesi ve
zihni murakabenin kişide oluşturduğu içsel süreç yorumlamayı harekete geçirir.
Bir anlamda dua, kazanılmış duygu ve davranışların gerisinde yatan yorumların,
inanç şablonlarının ve mantıkların değişmesini de sağlayan dinamik bir süreç
olur. Duada hem yorumun değişmesi hem de kişinin kendisini Tanrı ile konuşacak
kadar değerli görmesi söz konusudur.
Başkasına dua etmenin oluşturacağı etkinin kabul edildiği,
müslümanlara dua edilmesi [210], münafıklara
edilmemesi [211]
konusunda teşvik içeren ayetlerde görülmektedir. Ayetlerde meleklerin de insana
dua ettikleri ifade edilmektedir. [212] Kadı Abdulcebbar’ın da
ifade ettiği gibi,” başkasının lehine ve alehine yapılan dualarda dinen meşru
ve hak edilmiş olma şartı ile dua caiz olmaktadır.”[213] Nitekim cenaze namazında
yapılan dualar, kişinin hak etmemesi durumunda geçerli olmamaktadır. [214] Ancak
bir başkasının duasını alacak şekilde sevgi oluşturmak da kişiye ait bir amel
olarak görülmelidir.
Dua kader ilişkisinde bir önemli nokta da “koşulların
değişmesidir.” Duaya konu olan “istek” in gerçekleşmesi bazı koşullara bağlı
bulunabilir. Bu koşulların değişmesi ise isteğin gerçekleşmesini sağlayabilir.
Bu noktada ortaya çıkan tartışma kainatta olayların birbiriyle ne ölçüde ve
nasıl ilişkide olduğudur. İsteği ortaya çıkaran koşul değiştiğinde, bu zorunlu
olarak isteği gerektirir mi, sorusu determinizm [215], voluntarizm [216] gibi
başlıklar altında tartışılmıştır. Müslüman kelamında da bu tartışmaların
izlerini görmek mümkündür. Bunun yanında bu tartışmalar, kainatın işleyişi ve
Tanrı’nın kainatta nasıl bir sistem oluşturduğunu görmek yönünden de önemlidir.
Kuran-ı Kerim’de kainatın işleyişine ilişkin de pek çok ifade
bulunmaktadır. Ala suresi 2. ayette, “O yaratıp şekil vermiştir. O, her şeyi
ölçüyle yapıp ona yolunu göstermiştir.” buyurulmaktadır. Kainatın bir
ölçüye göre yaratılıp ve bir düzene göre işlediğini belirten ayetler de vardır.
[217] Gece ile
gündüzün işleyişinden 802, bu işleyişin güneş ve ayın hareketleriyle
ilgisinden [218],
dağların, denizlerin yerleşiminden [219], yağmurun yağmasına [220],
bitkilerin yetişmesine [221] kadar
bir düzen bulunmaktadır. O’nun yaratmasında bir düzensizlik bulunmadığı[222] gibi
dengeyi de O koymuştur. [223] Allah,
kainatla gelişigüzel değil, sınırlarını kendisinin belirlediği kurallar
çerçevesinde ilişki kurmaktadır. Bu sebeple O’nun insanla ilişkisi rastgele
değildir. Öyle anlaşılıyor ki, "kainatta hiç bir şey plansız değildir.
Hepsi Allah’ın kosmos için tasarladığı büyük planın küçük parçalarıdır.” [224]
Kainattaki bu ölçülülük, kader; değişmez kanunluluk ise
sünnetullah ve adetullah kelimeleriyle ifade edilmelidir. Düzenlilik ve
ölçülülük, sebeplilik, neden- illet prensibiyle yakından ilgilidir. Çünkü
duanın sağladığı değişim, kainattaki sebeplilik içerisinde açıklanabilir.
Sebeplilik olarak adlandırılan bu ilkeye göre, sebep ile
sonuç arasındaki ilişki "zorunludur.” [225] Tecrübelerle farkedilen bu
ilke, bilimsel gelişmelerle “bilimsel gerekirciliğe” dönüşmüştür. Felsefi bir
doktrin olarak “determinizm” şeklinde isimlendirilen nedensellik, “kainatta
olup biten her hadisenin sebeplerin zorunlu sonucu olduğunu ileri sürer.” [226] Tanımda
da görüldüğü gibi iki unsur göze çarpmaktadır. İlki, her hadisenin sebebi
vardır. İkincisi ise, sebep ile sonuç arasındaki bağ “zorunludur.” Bu ise bir
anlamda fatalizme yol açacak bir düşünüştür. Özellikle katı determinizm fikri,
fatalizme imkan veren bir anlama sahiptir. Zira fatalizmde de katı determinizm
fikrinde de insanın fiillerini zorunlu olarak ortaya çıkaran harici
sebeplerdir. [227]
Determinizme bu anlam alanı sebebiyle itiraz edildiği gibi,
insan iradesinin özgürlüğünü korumak ve Tanrı’nın kainata müdahalesine imkan
vermek için “nedensellik” ilkesine eleştiriler yöneltilmiştir. Bunlardan biri,
David Hume’un eleştirisidir.
Hume, neden-etki arasındaki bağın algılanamaz olduğunu
düşünmektedir. Bu bağ, düşünülebilir, var sayılabilir ancak algılanamaz. A ile
B arasında “zorunlu” saydığımız ilişki, metafizik anlamda bir zorunluluk değil,
alışkanlık ile ilgilidir. Sebeplilik, gözlem ve deneylerimizden doğrudan
çıkarılamayan zihni bir alışkanlıktan ibarettir. Öyle ki B olayının A olayının
ardından geldiğini sürekli olarak görmemiz, bizde alışkanlık duygusu
oluşturmuştur. Çarpan bir bilardo topunun çarptığı ikinci topu harekete
geçireceğine ilişkin akla dayalı bir çıkarımda bulunamayız. Su ile boğma
arasındaki ilişki de tecrübe ve izlenimlerimize dayanmaktadır. Bu günlük
yaşantımızda elde ettiğimiz deney ve gözlemlerden ardardalık izlenimlerini elde
ederiz, onlardan söz edilen bir neden sonuç arasında zorunlu bir bağ olduğu
fikrini çıkarırız. [228]
Böylelikle "bilincimiz de birbiri ardından tasavvurlar arasındaki ilgiyi
yani subjektif bir bağlantıyı olaylar, nesneler arasındaki bir ilgi haline
sokar.” [229]
Heisenberg’in "belirsizlik” prensibi kuantum fiziğinde
önemli bir yere sahiptir. Tabiattaki bir olayı tanıtmak amacıyla yine
tabiattaki vasıtaları kullanmak izafi sonuçlar verecektir. Öyle ki bir boyutun
ölçülmesi sırasında ölçenin etkisi ölçüm sonucunun kesinliğini etkileyecektir.
Bu durumun ortaya çıkaracağı belirsizlik ölçenin etkisini artıracak ve çok
küçük boyutlardaki ölçümlerde daha bariz olacaktır.
Kuantum fiziğinde ifade edilen bu belirsizlik, bir ölçünün
olmamasından daha çok, bu ölçünün bilinmemesi konusundadır. Fizik alemle ilgili
bu bilimsel eleştirilerin haklı yönleri bulunabilir. Ancak fizik yasaları bir
ölçülülük tartışması kabul etmeyecektir. Einstein’in "Tanrı’nın zar
attığına inanamam” ifadesi bu gerçeği dile getirmektedir.
Müslüman düşüncesinde “sebeplilik” ilkesi önemli bir konudur.
Sonlu ve geçici sebeplerin yüce bir sebepte toplanması, herşeyin ilk sebebi
olarak Allah’ın kabul edilmesi anlamındadır. [230] Bu anlamda sebeplilik
ilkesini kabul etmeyen görüş sahipleri içerisinde Eşari alimler ve özellikle
Gazali’ye değinmekte fayda vardır.[231]
Eşariler, eşya ve olgular arasında zorunlu bir nedensellik
bağını kabul etmezler. Zira onlar, nesnelere ait sabit bir öz, değişmeyen
tabiatın bulunmadığı görüşündedirler. Bu sebeple neden ile sonuç arasında
değişmeyen zorunlu bir yasallık bulunmamaktadır.
Eşariler, akli bir ilke olarak sebeplilik ilkesini inkar
ederken sebeplilik olarak adlandırılan durumları, “adet” olarak
tanımlamışlardır. Çünkü Allah’ın iradesini eşyanın tabiatındaki zorunluluk
fikrine bağlamak, O’nu sınırlandırmaktır. Bu sebeple Allah, kainatta nizamı
yürütme zorunluluğunda bulunmadığından dilediğinde “adetini” bozabilir. Cübbai
de, sebebin sonucu gerektirmesini caiz görmez. Ona göre, bir şeyin failinden ve
meydana getiricisinden başka bir gerektiricisi de olamaz. [232]
Gazali de Tehafüt’ün 17. meselesi olarak ele aldığı
“nedenselliğe” bir itirazda bulunur. Gazali, “tabiatta sebep olarak düşünülen
şey ile eser olarak düşünülen şey arasındaki ilişki, zorunlu bir ilişki
değildir. Aslında bu her iki şeyden biri, öteki olmadığı gibi, onlardan birinin
kabulü, ötekinin kabulünü, birinin reddi, ötekinin reddini gerektirmez.” [233]
görüşündedir.
Gazali, sebep, sonuç ve zorunluluğun her birini ayrı bir olgu
olarak kabul etmektedir. Güneşin doğuşu aydınlığın, boğazın kesilmesi ise
ölümün zorunlu sonucu değildir. Bunlar birbirini takip ederek bizde alışkanlık
oluştururlar. Neden olarak adlandırdığımız şey gerçekleştiğinde sonuç olarak
kabul ettiğimizi beklemeye başlarız. Bu beklentinin gerçekleşmesi, bunun
"zorunlu” olduğu anlamına gelmemektedir. Gazali’ye göre, kainatta düzen ve
yasa bulunmaktadır. Ancak bu yasayı koyan mutlak irade sahibi olan Allah’tır.
Öyle ki, ateşin pamuğu yakmasında bile zorunluluktan bahsedilemez. Çünkü ateşin
pamuğu yakmasında fail ateş değildir, fail neden olan Allah’tır. Fail Allah ise,
o isterse yakar, istemezse yakmayabilir.
Gazali, olasılık taşıyan şeyin meydana gelmesini beklemenin
mantıksal bir çelişki olmadığı görüşündedir. O, "Evde her ne kadar bir
kitap bırakmış isem de, o şu anda bir ata dönüşmüş olabilir, yine evde su
testisi bırakmıştım belki de şimdi o bir elma ağacına dönüşmüştür. Çünkü
Allah’ın gücü her şeye yeter.” [234] demektedir. Gazali bu
görüşleriyle kainattaki düzenliliği de inkar etmediği iddasındadır. Ona göre,
mümkün ile müstahil ayrımından hareket edilmek suretiyle bu durum
çözülmektedir. "Olabilir” mümkün olandır ancak zorunlu olan değildir.
Çünkü iki olayın arka arkaya gelerek oluşturduğu alışkanlığın sürekliliği,
zihnimizde
onların başka türlü olmayacağı benlentisini doğurmaktadır.[235]
Gazali’nin bu görüşlerinin aksine İslam filozoflarında
“sebeplilik” bizatihi Allah’ın varlık delillerinden biri olarak kabul
edilmektedir. Kozmolojik delil olarak isimlendirilen bu delil, sebep ve illet
kavramlarından oluşmaktadır. Farabi’ye göre, mümkünler aleminde hareketlilik
söz konusudur. Bu hareketlilik için hareket edenlerin bir muharrike ihtiyacı
bulunmaktadır. Harekete sebep olan bu muharrikin de bir muharrike ihtiyacı
vardır. Bu silsilenin sonsuza kadar devam etmesi söz konusu olacaktır. İşte bu
sebeple kendisi hareket etmeyen bir muharrikin bulunması gerekmektedir.
Farabi’ye göre, bu muharrik Allah’tır. Zira alem mürekkep olduğundan “ilk
sebep” olamaz.
İbn-i Sina da Allah’ın varlığı için “sebeplilik” ilkesini
ileri sürer. Sebep- sonuç arasındaki zorunlu zincir, sonsuza kadar gitmez.
“İster sonlu ister sonsuz olsun neden ve nedenliden sıralanmış her bir zincirin
ancak kendisinde yalnızca bir nedenli bulunduğu zaman onun dışında bir nedene
ihtiyaç duyacağı ortaya çıkmıştır. Fakat neden, kuşkusuz zincire bir uç olarak
bitişir. Ve yine eğer onda nedenli olmayan bir şey bulunursa onun uç ve son
olduğu ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla her zincir, bizatihi zorunlu varlıkta son
bulur.” [236]
Sudur teorisi “zorunlu sebeplik” fikriyle ilahi iradeye imkan
vermediği için "determinizme yol açtığı” şeklinde eleştirilmektedir. İbn-i
Sina’ya göre, sudur teorisinde asıl sebep Tanrı, sonucun varlık sebebidir.
Sonuçtan sebebe giden bir açık kapı görünmemektedir. Ancak varlık mertebesinde
son sırada olan faal akıl, bu dünyadaki varlıklarla Tanrı arasında geçiş
noktasıdır. Bu sebeple İbn-i Sina’daki "sebeplilik” ilkesi, kapalı devre
gibi tek yönlü çalışmamaktadır. Ay üstü alemdeki varlıklar, ilk sebebin sonucu
olurken, kendinden sonrakilerin de sebebi olmaktadırlar. Ay-altı alemde sebep-
sonuç ilişkisi, sonuç açısından sebebin varlığını zorunlu kılmaktadır. Bunun
yanında o, mucizenin varlığını kabul etmekte, [237] bunu Tanrı- evren
ilişkisinin belirlenmişliğine değil, sürekliliğine bağlamaktadır. Bu anlamda
dua da bu sürekliliğin bir diğer göstergesidir.
Sünni doktrinde Allah, her şeyin sebebidir. İbn-i Sina ise
Allah’ı varlığın sadece nihai sebebi değil, ara sebepleri olarak da kabul
etmektedir. Nitekim İbn Sina, duayı da bu ara sebeplerden biri olarak
görmektedir. [238]
Mutezili alimler de "sebeplilik” ilkesini benimsemişlerdir.
[239] Onlara
göre, Allah alemi yaratırken külli kanunlar koymuştur. Kainattaki hadiseler,
birbirinin sebebi olarak meydana gelmektedir. Her şeyin ilk sebebi Allah’tır.
İnsan fiilleri de dahil olmak üzere kainatta olan biteni,
mekanik bir sebep- sonuç zorunluluğu içerisinde görmek ile Tanrı’nın müdahale
edebilmesi için sebeplilik ilkesini inkar ederek bir alan oluşturmaya çalışmak
farklı olsa da benzer bir yanlışa yol açmaktadır. Oysa Kuran-ı Kerim’de ifade
edilen sebeplilik, insanın hür iradesini ortadan kaldırmamaktadır. Aklın bir
ilkesi olan sebeplilik ilkesinin inkarı durumunda hiç bir şey gerçek anlamda
bilinemeyecek, bilinse bile bunlar zan ve tahminden öteye geçmeyecektir. İbn
Rüşd, bu eleştiriler yanında Allah’ın nesneler için belirlediği, beşeri
bilginin de konusu olan tümel kanunları, “adet” olarak adlandırmayı doğru bulmamaktadır. Ona göre
adet, failin kazandığı bir meleke olup fiilin sık sık tekrarlaması anlamına
gelir. Böyle bir şey ise Allah için düşünülemez. [240] Nitekim Kuran’da: “Sen Allah’ın sünnetinde
asla bir değişiklik bulamayacaksın.” [241] buyurulmaktadır.
Duayı zorunlu olacak sonucu doğuran bir sebep olarak görmemek
gerekir. Çünkü duanın kabulü Allah’ın iradesine bağlıdır. Bu anlamda dua, bir
alt sebep olabilir. Bir durumun gerçek anlamda sebep olabilmesi için aynı
sonucu istikrarlı ve istisnasız olarak ortaya çıkarması lazımdır.
Sh:
181-195
SONUÇ
Tanrı- alem ilişkisi, hem dinin hem de
felsefenin önemli konularından biridir. Özellikle Tanrı’nın insanla ilişkisinin
niteliği tartışmaların merkezinde bulunmaktadır. Gerek insanın var oluşunun
anlam kazanması gerekse dinin işlevinin anlaşılabilmesi için bu ilişkinin
ortaya konması gerekmektedir.
Allah- insan ilişkisinin doğru olarak
ortaya konulması için ilişkinin her iki tarafı üzerinde durulmalıdır. Çünkü
ilişkinin taraflarının nasıl algılandığı, ilişkiyi belirleyecektir. Nitekim
gerek felsefede gerek kelam ilminde farklı Tanrı ve insan tasarımları ilişkiye
ilişkin anlayışların da farklılaşmasına neden olduğu görülmektedir.
Müslüman kelamında Tanrı-insan ilişkisinde
iki farklı yaklaşımdan söz etmek mümkündür. Bunlardan ilki, ilişkinin Tanrı
tasarımı üzerinde durmakta, konuyu Tanrı-merkezli ele almaktadır. Bu yaklaşımda
ortaya konulan Tanrı, insan ve kainatla sürekli ilişki içinde olmaktan çok,
alemden tamamen farklı ve uzak kadir-i mutlak bir varlıktır. Kelamda bu
yaklaşım baskın olduğundan Tanrı insan ilişkisi, bizatihi ilişki olma yönünden
dikkate alınmamıştır.
Söz konusu ilişki üzerinde durulan ikinci
yaklaşım ise klasik kelam kültüründe çok belirgin değildir. Ancak az da olsa
taraflardan biri olan insan üzerinde durulmaktadır. Özellikle insanın
sorumluluğu ve özgürlüğü konularının vurgulanması bu açıdan önemlidir. Diğer
yandan Allah’ın kainata müdahalesinin devam ediyor olması da, bir ilişkinin
varlığını kabul anlamında önemlidir. Zira ilişkinin bir yanında mutlak kudret sahibi olan yüce Allah var iken,
ilişkinin diğer yanında özgür, irade ve sorumluluk sahibi varlık olarak insan
bulunmaktadır. Bu anlamda dua, bu ilişkiyi şekillendiren ve doğru olarak anlaşılmasını
sağlayan temel bir kavram olmaktadır.
Dua kavramı, fatalist kader yorumuna zıt
bir anlam taşımaktadır. Yazgıcı
yorum, kainattaki her şeyi değişme imkanı olmayan ve belirlenmiş olan olarak
görmektedir. Bu belirlenmişlik, tabiattaki işleyiş anlamında bir sorun
yaratmaz. Ancak ilişkinin taraflarından birinin yapıp etmelerinin, isteklerinin
ve ilahi teklife cevabının dahi belirlenmiş olduğu iddiası, ilişkinin ve
iletişimin yok olduğu anlamındadır. Bu nedenle ilişkide, insana Allah tarafından
verilen etkin rolü görmek zorunluluğu vardır. İnsanın bu etkin rolü, kainatta
onu diğer bütün varlıklardan ayırmaktadır. Dua fiilinin anlamı da burada
başlamaktadır.
Dua kavramı, Kelam geleneğinde bir konu
olarak ayrı bir başlık altında ele alınmamıştır. Bunun sebebi duanın sadece bir
tür ibadet olarak algılanması olsa gerektir. Oysa dua, bireysel bir tecrübe ve
ibadet olmanın yanında Tanrı - insan iletişimininde önemli bir bölümüdür. Nitekim
iletişim, Tanrı’dan insana doğru olduğunda vahy söz konusu iken, insandan
Tanrı’ya doğru olan iletişim yolu ise duadır. Diğer yandan dua, kainatın
işleyişi içinde Tanrı’nın müdahalesinin devam etmesi ve söz konusu ilişkide
insan unsurunun etkinliğinin ortaya çıkması açılarından da önemlidir.
Duada bir iletişim söz konusu olduğundan
karşılıklılık beklenmektedir. Ancak taraflardan birinin farklı bir ontolojik
varlık alanında olması, iletişimi sıradan bir iletişimden ayırmaktadır. Bu
nedenle duada insanın isteğine cevap, farklı şekillerde gelebilmektedir. Bu ise
söz konusu iletişimin doğasından kaynaklanmaktadır.
Değişim de duanın sonuçlarından biridir. Söz konusu değişim, farklı şekillerde ortaya
çıkmaktadır. Bu değişim bazen insanda bazen koşullarda bazen koşulları
oluşturan alt sebeplerde olmaktadır. Ancak bizatihi iletişim olma yönüyle dua,
Tanrı insan yakınlığı için önemli bir işleve sahiptir.
Dua, sadece bir ibadet olarak değil
başlıbaşına Tanrı insan ilişkisini şekillendiren bir davranış biçimidir. Dua,
bireyin hiç bir ön şart olmaksızın hiç bir aracıya ihtiyaç hisstmeksizin,
doğrudan kendini yaratanla iletişim kurmasını sağlamakta, özgür ve sorumlu
insan olgusuna vurgu yapmaktadır.
Sh:196-198
Kaynak: Fatma
BAYRAKTAR, Dua – Kader İlişkisi, Doktora Tezi, T.C Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri ( Kelam) Anabilim Dalı, 2007, Ankara
[1] Bkz. Bakara 255
[2] Bkz. Ahzap 72
[3] Hanefi, Hasan, Mine’l Akide il’s- Sevra,
Mektebetü Medbuli, Kahire, t.y, c.3, s.20,21
[4] Atay, Ehl-i Sünnet ve Şia,
A.Ü.İ.F yayn, Ankara, 1983, s.167
[5] Eşari, Makalat’ul İslamiyyin,
c.1, s.279
[6] Eşari, Kitabu’l-Luma,
s.37: Eşari, İbane,
s. 225 v.d
[7] Maturidi, Kitabu’t-Tevhid,
s. 305
[8] Abdulcebbar, Şerhu Usuli’l Hamse,
s.770 v.d.
[9] Geniş bilgi için bkz. Hadimi, “Ef’al-i İbad" Risalesi,
Nesefi, İslam İnancının Akaid Temelleri içerisinde, Haz. M. Seyyid Ahsen, Otağ
yayn, y.y, 1974
[10] Eşari, Kitabu’l-Luma,
s.39
[11] Eşari, a.g.e,
s.42
[12] Sabri, İnsan ve Kader,
s. 79
[13] "İnsanların fiilleri, birinci yönden
onlara ait olmadığı, ikinci yönden ise onlara ait olduğu sabit olmuştur.”
Maturidi, Kitabu’t
Tevhid, s.229 : Nesefi, Tabsıra,
198a, 25,26
[14] Maturidi, Kitabu’t Tevhid,
s.243
[15] Bkz. Enam 102, Rad 16, Zümer 62, Mümin 62
[16] Matudiri, Kitabu’t Tevhid,
s.228
[17] Yörükan, Prof. Dr. Yusuf Ziya, İslam
Akaidine Dair Eski Metinler, Ebu Mansur Maturidi’nin İki Eseri, s.2
[18] Abdulcebbar, Muğni,
c.8, s.3- 43
[19] Abdulcebbar, Şerhu Usuli’l Hamse,
s. 345, 357
[20] Abdulcebbar, a.g.e,
s.321
[21] Abdulcebbar, Muğni,
c.8, s.3
[22] Abdulcebbar, a.g.e,
c.8, s.149 : Şerhu
Usuli’l Hamse, s.304,
340
[23] Bkz. Bakara 30
[24] Bkz. Ahzap 72
[25] Bkz. Hud 61
[26] Bkz. Enam 165, Ali- İmran 186, Bakara 57
[27] Cevizci, Felsefe Sözlüğü,
s.667
[28] West, David, Kıta Avrupası Felsefesine Giriş,
Çev. Ahmet Cevizci, Paradigma yayn, İstanbul, 1998, s.168 -169
[29] Verneaux,
Existansializm Üzerine Dersler,
Çev. Murtaza Korlaelçi, Erciyes Üniversitesi yayn, Kayseri, 1994, s.16
[30] Tehanevi, Keşşafu Istılah’ul Fünun,
c.1, s. 283
[31] Tehanevi, a.g.e,
c.2, s.195
[32] Öner, Prof. Dr. Necati, İnsan Hürriyeti,
Kültür Bakanlığı yayn, Ankara, 1990, s. 15- 23
[33] Bkz. Bakara 44, Ali- İmran 65, Enbiya 10
[34] Bkz. Bakara 171
[35] Bkz. Yunus 100, Mülk 10
[36] İbn Manzur, Lisanu’l Arab,
c.4, s.177: Kuran-ı Kerim’de kölelik, birdenbire değil, ‘ köle azad’ etme teşvikiyle
tedricen ortadan kaldırılmıştır. Bazen yemin, Maide 89, bazen zıhar
kefaretinde, Mücadele 3, köle azad etme söz konusu olmuştur. Diğer yandan
sadaka verme, Tevbe 60, özgürleştirmede severek vermenin, Bakara 177, öneminden
bahsedilmiştir. Beled Suresi 11- 13. ayetlerde, sarp yokuşu aşmak bir kimseyi
boyunduruktan çıkarma olarak ifade edilmiş, böylelikle köleleştirmenin aksine
özgürleştirme teşvik edilmiştir.
[37] Fatiha 5
[38] Öner, İnsan Hürriyeti,
s.15: Mutasavvıf, özgürlüğü seçim ve eylemde bulunmada değil, dünyevi olandan
kaçma ve eylemde bulunmama da, yapmamada, görmeleri söz konusudur. (Kuşeyri, Risale,
s.98) Bu, müslüman toplumlarda yaygın olan cebri anlayışın güçlenmesi, insanın
fiilleri dahil her şeyin önceden belirlenmesi sebebiyle eylemin önemini
yitirmesi ve özgürlük fikrinin engellenmesine kaynaklık teşkil eden bir
görüştür. (Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kuran,
s. 80- 81) Müslüman toplumların fatalizmle edilgin olmayı, fail değil meful
kalmayı tercih etmesi, üretken olmamaları ve özgür olmamaları neticesini
doğurur.
[39] Cassier, Ernst, İnsan Üstüne Bir Deneme,
Çev. Nejla Arat, Remzi ktb, İstanbul,1980, s.92
[40] Carrel, Dua,
s.195 : Şeriati, Dua,
s.34
[41] Şeriati, a.g.e,
s.156
[42] el- Behiy, Muhammed, İnanç ve Amelde Kurani Kavramlar,
Çev. Dr. Ali Turgut, E.de Boccard, İstanbul, 1988, s.185
[43] "Kavli dua: Sözle kelimelerle istekleri
Allah’a sunma demektir. Fiili dua: Bir iş yapmak, sonuca götüren sebeplere
başvurmak anlamında eylemler de içlerinde bir istek barındırırlar. Kuran’da
Allah’tan istek ve niyazda bulunan kimselere sonuca varmaları için eylemli
isteğe yönelmelerinin bildirildiğini görüyoruz. Hali dua: Kişinin bazen sözlü
veya fiili olarak duada bulunmadan içindeki bir arzu halidir.” Bebek, Din ve Düşünce Açısından Dua,
s. 43- 44
[44] Şeriati, Dua,
s.169
[45] Şuara 61
[46] Draz, Muhammed, Kuran Ahlakı,
Çev. Emrullah Yüksel, Ünver Günay, İz yayn, İstanbul, 1993, s.3
[47] Filiz, Şahin, Ahlakın Akli ve İnsani Temeli,
Çizgi ktb, Konya,1998, s.64
[48] Cevizci, Felsefe Sözlüğü,
s.786
[49] Bebek, Adil, Maturidi’de Günah Problemi,
Rağbet yayn, İstanbul, 1998, s.59
[50] Akarsu, Prof. Dr. Bedia, Max Scheler Felsefesinde Kişi Kavramı ve
İnsan Olma Sorunu, İnkılap
yayn, İstanbul,1998, s.104- 105
[51] Bkz. Bakara 57
[52] Zümer 41
[53] Bkz. Ankebut 12, 13
[54] Bkz. Necm 39
[55] Bkz. Necm 89,90
[56] Bkz. Bakara 281, Enam 94, Araf 8
[57] Nader,
Albert Nasri, Felsefetü’l Mutezile,
Mısır, 1950, c.1, s.99
[58] Abdulcebbar, Şerhu Usuli’l Hamse,
s.613 : Ebu Hanife, Fıkhu’l
Ekber, s.229
[59] Abdulcebbar, Muğni,
c.14, 174,383
[60] Mutezile, Allah’ın, insana gücünün yetmeyeceği
şeyi yapmasını teklif etmeyeceğini söylemektedir. Taftazani, Şerhu’l Akaid,
s.216 : Maturidi, Kitabu’t-Tevhid,
s.263
[61] Aynı anlam için bkz. Saffat 39, Casiye 22
[62] Bkz. Muhammed 11: Nisa 40, Enam 160
[63] Bkz. Bakara 256 : Yazır, ayetin yorumunda,
" ‘fi’d-din’ ifadesi haberdir, görüşündedir. Bunun anlamı ise, sadece
dinde değil, her neye olursa olsun, zorlama cinsinden hiçbir şey, İslam dininde
yoktur, demektir. Bu sebeple dinin konusu, zorunlu fiil ve davranışlar değil,
isteğe bağlı fiil ve davranışlardır.” Hak Dini Kuran Dili,
c.2, s.163
[64] Denetim odağının içten ve dıştan olmak üzere
ikiya ayrılır. Dıştan denetim odağında, umutların boşa çıktığı sorunlu
durumlarda yöneliş olmakla beraber, içten denetimli durumlarda, kişisel
yeterlilik ve etkinlik durumlarda görülmektedir. (Dönmez, Prof. Dr. Ali, “Denetim Odağıyla İlgili İnançlarda
Değişiklikler”, Hitler
İsteseydi, s.212) Denetim odağının içten ya da dıştan olması durumları arasında
geçişler kolay değildir. Zira davranışlarının sorumluluğunu yüklenmek yerine
başka güç sahiplerine bağlanmaya alışkın bir insanın kendi gayretlerine
güvenmesi, problemle karşılaştığında ona göğüs germe davranışı göstermeleri çok
kolay değildir. Denetim odağı kendi içinde olmayan kişi, işleri oluruna
bırakan, hayatın kendisini rüzgarın yaprağı savurduğu gibi savunmasına izin
veren insandır. Bu tutum, daha çok hata yapmaya uygundur. (Cüceloğlu, Prof. Dr.
Doğan, İnsan ve
Davranışı, Remzi
ktb, İstanbul, 1992, s.421) Görüldüğü gibi fatalizmin ortaya çıkardığı insan
tipi, dıştan denetim odağına sahip insan ile büyük oranda benzerlikler
taşımaktadır.
[65] Bkz. İsra 18- 19, Şura 20, Hadid 29
[66] Bkz. Sebe 21
[67] Zuhruf 36
[68] Bkz. Tin 4
[69] Kutup, Prof. Muhammed, İnsan Psikolojisi Üzerine Etütler,
İşaret yayn, İstanbul, 1987, s.338
[70] Maturidi, Kitabu’t-Tevhid,
s.136, 223, 224, 229, 297
[71] Bkz. Araf 179
[72] İkbal, Dini
Düşüncenin Yeniden Doğuşu, s. 24
[73] Bkz. Mearic 21, İsra 100,
[74] Bkz. Nisa 37
[75] Bkz. Mearic 19
[76] Bkz. Bakara 206
[77] Bkz. Rum 36, Fussilet 49
[78] Bkz. İsra 67
[79] Bkz. Ali - İmran 14
[80] Bkz. Tekasür 1
[81] Bkz. Tevbe 42, İsra 60
[82] Bkz. Mearic 19- 23
[83] Bkz. Alak 6- 8, Hud 9- 10, Zümer 49
[84] Bkz. Bakara 156
[85] Bkz.Bakara 165
[86] Bkz. Nahl 12
[87] Bkz. Yusuf 86
[88] Bkz. Ankebut 69
[89] Bkz. Bakara 150, Ali-İmran 7, 8, 9
[90] Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kuran,
s. 63
[91] Maturidi, Kitabu’t Tevhid,
s. 221- 223- 224
[92] Köknel, Özcan, İnsanı Anlamak,
Altın ktb, İstanbul, 1994, s.118
[93] Özgü, Halis, Şahsiyet,
Özgü yayn, İstanbul, 1969, s.218
[94] Gençtan, Prof. Dr. Engin, Çağdaş
İnsanda Normaldışı Davranışlar,
A.Ü.E.F. yayn, Ankara, 1978, s.174
[95] Gençtan, Çağdaş
İnsanda Normaldışı Davranışlar, s. 94
[96] Gençtan, a.g.e,
s.199
[97] Bkz. Ankebut 6
[98] Bkz. Neml 40, İbrahim 7
[99] Bkz. Zümer 53, Yusuf 87, Rum 36
[100] Köknal, İnsanı
Anlamak, s.405 v.d. : Kendinin farkında
olmak için "self- awareness” ifadesi
kullanılır. Schumacher, Ernst Friedrich, A Guide for the
Perplexed, Harper & Row, 1977 s. 22
[101] Pazarlı,
Din Psikolojisi,
s.197
[102] Şeriati, Dua,
s.159
[103] Köknal, İnsanı
Anlamak, s.115
[104] Özbay, M. Haluk, Göka, Şenol, Her
Halde İnsan, Kesit yayn, Ankara,
2004, s.184
[105] Kierkegaard, Sören, Ölümcül
Hastalık Umutsuzluk, Çev.
Mehmet Mukadder Yakupoğlu, Ayrıntı yayn, İstanbul, 2001, s.146
[106] Bkz. Yusuf 87
[107] Kutup, İnsan
Psikolojisi Üzerine Etüdler, s.105
[108] Kierkegaard, Kaygı,
Çev. Türker Armaner, Türkiye İş Bankası yayn, s. 65
[109] Bkz. Araf 56
[110] Marinier, Dua Üzerine
Düşünceler, s.15
[111] Gasset, Jose Ortega, Sevgi
Üstüne, Çev. Yurdanur Salman, Y.K.Y,
İstanbul, 1997, s. 12
[112] Hoffer, Eric, Kesin
İnançlılar, Çev. Erkıl Günur, Tur
yayn, İstanbul, 1978, s.125
[113] Sadi, Gülistan,
Çev. Hikmet İlaydın, M. E. B yayn, İstanbul, 1991, s.166
[114] Descartes, Ruhun
İhtirasları, Çev. Mehmet Karasan, M.
E. B yayn, Ankara, 1972, s.148
[115] Abduh, TevhidRisalesi,
s.31
[116] İkbal, Dini
Düşüncenin Yeniden Doğuşu, s. 105
[117] ‘Hark’, yırtmak, delmek anlamlarındadır.
Harikulade, hark kelimesinin sıfatı olan ‘harik’ kelime si ile ‘adet’
kelimesinden oluşan bir tamlamadır. ‘ Alışılmış, normal kabul edileni aşan’
anlamına gelmektedir. Abdülbaki, Mucem,
hrk maddesi,
İbn
Hazm ‘adet’ kelimesinin tabiattan farklı anlamı olduğunu ifade eder ve bu
sebeple adetin değişmesini mümkün, tabiat değişmesini ise Allah’ın müdahaleleri
ile ancak mümkün görür. Fasl,
c.5, s.15- 16: Bunun yanında her iki kelimeyi aynı kabul edip
değişebileceklerini de söyleyenler bulunmaktadır. Nesefi, Tabsıra,
c.1, s. 476 - 477
[118] Mucize kelimesi, “acz” kökünün ifal babından
ism-i faildir. “Acz” sülasisi, bir şeye güç yetirememe, anlamına gelirken,
"mucize”, karşı konulamaz, insanı aciz bırakan harika bir olay, durum veya
nesne anlamındadır. İbn Manzur, Lisanu’l
Arab, c.14, s.61- 62: el- Ezheri, Tehzibu’l
Luga, c.1, s.340
[119] Es-Sabuni, Maturidiyye
Akaidi, s.109 v.d
[120] Hz. Salih’in devesi, Hz. Musa’nın asası ve
parıltılı eli, Hz. İsa’nın şifa mucizesi bu tarz hidayet mucizelerindendir.
Bkz. Bakara 23- 24
[121] Yardım mucizeleri, nusret olarak da
adlandırılmaktadır. Bunlar içerisinde Hz. Musa’nın kavmi için kayadan su
çıkarması (Bakara 60), gökten kudret helvası ve bıldırcın eti indirilip bulutla
gölgelendirilmesi (Araf 160) Hz. İsa’ya gökten sofra indirilmesi (Maide 112-
115) bu nevi mucizelerdendir.
[122] Helak mucizeleri olarak adlandırılan bu
mucizeler içerisinde, şiddetli olaylar vukuu bulmaktadır. (Ankebut 40) Nuh
kavminin tufanla (Kamer 9- 14 ), Ad ve Medyen halkının korkunç gürültüyle
(Fussilet 15- 16 ), Lut kavminin zelzeleyle (Araf 84 ), Firavun ve ordusunun
boğularak yok olması (Araf 136 ) bunlardandır.
[123] Mucizelerin amaçları bakımından tasnif
edildiklerini görmekteyiz. a.Hidayet mucizeleri, Yüce Allah’ın elçisine sahip
çıktığını göstermeye yönelik mucizelerdir. Yani, elçinin doğru söylediğini
kanıtlamaya yönelik mucizelerdir. b.Helak mucizeleri, inkarda ısrar eden
kavimlerin cezalandırılması yönündeki mucizelerdir. c.Yardım mucizeleri,
inananların sıkıntılarının giderilmesi şeklindeki mucizelerdir. İslam
Ansiklopedisi, T.D.V
yayn, c.30, s.350
[124] Kılıç, Modern Batı Düşüncesinde Vahiy, s.138
[125] Nesefi, Tabsıra,
c.1, s. 469- 473- 475
[126] İbn Manzur, Lisanu’l
Arab, c. 15, s. 379 v.d, İsfehani, Müfredat,
s.536 : Cevheri, Tacu’l
Luga, c.6, s.2520: Zekeriya, Mekayısu’l
Luga, c.6, s.93
[127] Bkz. Nisa 162, Araf 117- 160
[128] Mengüşoğlu, İnsan
Felsefesi, s.125
[129] Bkz. Hud 42- 43
[130] Bkz. Bakara 134, 139, Taha 15
[131] Müminun 27
[132] Bkz. Tevbe 66, 80- 82 : Nisa 100
[133] Öyle ki “ister bağışlanmasını dile, ister
dileme, yetmiş defa da dilesen yine Allah onları bağışlamayacaktır. “Zira onlar
Allah ve elçisini inkar etmişler, üzerlerine düşeni yerine getirmemişlerdir.
Allah ise, yoldan çıkan bir topluluğu doğru yola getirmemektedir. (Tevbe 80)
[134] Bkz. Bakara 200- 201
[135] Bkz. Bakara 198, Nisa 32
[136] Bkz. Bakara 199, Nisa 106, Maide 39
[137] Bkz. Fatiha 5
[138] Bakara 45- 153 : Araf 128
[139] Meryem 3, Araf 55
[140] Araf 180, İsra 110- 111
[141] Araf 56, Secde 15- 16
[142] Yunus 11- 12, Kehf 28
[143] Geniş bilgi için bkz. Gazali, İhya, c.1,
s.396- 402:Turtuşi (ö. 520- 1126), Ebu Bekir Muhammed b. Velid, ed-Duaü’l-
Me’sur ve adabuhu ve ma yecibu al’d-dai ittibauhu ve intinabuhu, thk. Muhammed
Rıdvan ed-Daye, Lübnan, 1988, s.44- 59 : El-Cevziyye, İbn Kayyim, Ebu Abdullah
Şemseddin Muhammed b. Ebu Bekir, Cevabü’l-Kafi
men seele ani’d-devai’ş-şafi, Thk.
Muhammed Abdurrezzak, Amman, 1988, s.20 - 22:Hattabi, Ebu Süleyman Ahmed b.
Muhammed, Şe’nu’d-Dua,
Dımeşk, 1984, s.13
[144] Bkz. Araf 23
[145] Bkz. Şuara 169 , Ankebut 30, Maide 25- 26, Araf
89
[146] Bkz. Furkan 63- 63: Maide 114- 115: Şuara
170-171-172-173: Ankebut 33-34: Araf 91-92
[147] Bkz. Ali- İmran 35
[148] Bkz. Tahrim 11
[149] Bkz. Kehf 10
[150] Bkz. Araf 14: Hicr 36- 38 : Sad 77-79
[151] Aynı anlam için bkz. Ali- İmran 87
[152] Bkz. Kadir 4
[153] Bkz. Tahrim 4 : Mümin 7-8
[154] Bkz. İsra 24
[155] Bkz. Araf 189, Ali-İmran 190 - 194, Furkan 65,
Enbiya 112
[156] Pak, Yrd. Doç. Dr.
Zekeriya, Allah-lnsan
iletişimi, İlahiyat yayn, Ankara, 2005, s.17
[157] Cook, David, Filozoflar ve İnanç, Çev. Leyla Güleç, Haberci yayn, İstanbul, 2004, s.149
[158] Pak,
Allah-İnsan İletişimi, s.82
[159] Et-Tehanevi, Muhammed
Ali b. Ali b. Muhammed, Keşşafu
Istılahatı’l Fünun, Daru’l Kütübi’l- İlmiyye, Beyrut, 1963, c.2, s. 306
[160] Mutlu, Erol, İletişim
Sözlüğü, Ark yayn, Ankara,1998, s. 169
[161] Başkan, Özcan, Bildirişim- İnsan Dili ve Ötesi, Altın Kitab yayn, İstanbul,1988, s.17: Benzer bir tanım için bkz.
Aksan, Doğan, Her
Yönüyle Dil, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, T.D.K yayn, Ankara,1998, c.1, s.44
[162] Pak,
Allah İnsan İletişimi, s.13
[163] Alpyağıl,
Recep, Wittgenstein ve Kierkegaard’dan Hareketle Din Felsefesi Yapmak, Anka yayn, s. 208
[164] Phillips, D.Z, The
Concept of Prayer, The Seabury Press, New York, 1981, s.46- 50
[165] ontolojik
[166] İzutsu, Prof. Dr.Toshihiko, Kuran’da Allah ve İnsan, Çev. Prof. Dr. Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul,
trs, s.245
[167] Bergson, Henry, Ahlak ve Dinin İki Kaynağı, Çev. Mehmet Karasan, M. E. B. yayn, Ankara, 1947, s. 279
[168] İzutsu,
Kuran’da Allah ve İnsan, s.246
[169] Kuşeyri, Abdulkerim, Kuşeyri Risalesi, Haz. Süleyman Uludağ, Dergah yayn, İstanbul, 1978, s.491: Carrel,
Alexis, Dua, Çev. M.
Alper Yücetürk, Yağmur yayn, 1991, s.178
[170] Köylü, Mustafa, Psiko Sosyal Açıdan Dini İletişim, Ankara Okulu yayn, Ankara, 2003, s.31
[171] Phillips,
The Concept of Prayer, s.56
[172] Pak,
Allah İnsan İletişimi, s. 117
[173] İstek dualarında
belirlenmiş ifadelerin, duanın kabulünde etkili olarak görülmesinin büyünün
etkili olarak görülmesine benzediği görülmektedir. Özellikle ilkel dinlerde
büyü ile dua arasındaki sınırı belirlemek oldukça güçtür. Bunun yanında dua
anlayışının doğru olmadığı durumlarda da dua, büyü gibi algılanmaktadır. Büyüde
bazı ifadelerin belli sayıda ve şekilde söylenmesi suretiyle istek gerçekleşir.
Kullanılan ifadelerin anlamlı olması zorunlu değildir. İfade eksik ya da yanlış
söylendiğinde istek gerçekleşmez. Oysa duada isteği gerçekleştiren şey,
ifadenin gücü değil, kişinin isteyişinin gücüdür.
[174] Atay, Prof. Dr.
Hüseyin, Kuran’da
İman Esasları, Atay yayn, Ankara, 1988, s.21
[175] Tolstoy, L.N, Din Nedir? , Çev. M. Çiftkaya, Furkan yayn, İstanbul, 1998, s.30
[176] İzutsu,
Kuran’da Allah ve İnsan, s.247
[177] Taylan, Prof. Dr.
Necip, Düşünce
Tarihinde Tanrı Sorunu, Ayışığı ktb, İstanbul,1998,
s.72
[178] İslam dünyasında
Haris el- Muhasibi, Gazali, Batı Ortaçağında Augustinus, modern felsefede
Descartes, Pascal, J.J.Rousseau, yakın zamanda Kierkegaard, Gabriel Marcel
kişisel tecrübeye dayanarak hakikat arayışına girmiştir. Ülken, Hilmi Ziya, Felsefeye Giriş, A.Ü.İ.F.yayn, Ankara, 1963, (1957) c.1, s.34: Dini tecrübe
metodunu kullananlar arasında W. James, Martin Buber ve Rodolf Otto
sayılabilir. Otto, Rudolf, The Idea
of The Holy, Çev. Harvey- John W, Penguin Books, Middlesex, 1959, s.19- 21: James, William, The Varieties of Religious Experience, Penguin Books, London, 1985, s.56
[179] Gazali, Ebu
Hamid Muhammed, Mizanu’l Amel, Çev.
Abdullah Aydın, Aydın yayn, İstanbul, 1971, s.31
[180] Gazali, Ebu
Hamid Muhammed, el-Munkız
mine’d Dalal, Hakikate Giden Yol, Çev. Ali Kaya, Semerkant yayn, İstanbul, 2005, s.51
[181] Martin, "A Religious
Way of Knowledge”, New Essay in Philosophical Theology, s.86,87
[182] Düzgün, Prof.
Dr. Şaban
Ali, Allah, Tabiat ve Tarih,
Teolojide Yöntem Sorunu ve Teolojinin Meta-Pragmatik Temelleri, Lotus yayn, Ankara, 2005, s. 183
[183] Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, s.373- 380: Öyle ki Allah, şu vaatte bulunmuştur: "Eğer bir
kimse benden bir şeyler istemeyi unutacak kadar benim zikrimle meşgul olursa
ben ona benden niyazda bulunanlardan çok daha asil ihsanlarda bulunurum. Yani
ona kendimi veririm.” Gazali, İhyau Ulumid’din, Çev. Ahmet Serdaroğulu, Bedir yayn, İstanbul, 1974, c.1, s.265
[184] Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, s. 119
[185] Divanı Şems-i Tebriz, nr.5: Cüneyd, Tadhkira,
II, s. 32
[186] Cox, Harvey, The
Secular City,
Macmillian, New York, 1965, s.2
[187] Bkz. El-Gelenbevi,
İsmail, Haşiye
ale’l- Celal min’el Akaid, Matbaatu’l Amire,
İstanbul, 1316, c.2, s. 106- 107
[188] Gurabi, Ali Mustafa, Tarihu’l-Fırak’l-İslamiye, Mısır, 1948, s. 23; Ayrıca bkz. Abdulcebbar, Kadı, el- Muğni fi ebvabi’t Tevhidi ve’l adl, Nşr. Vezaretu’s Sekafe, Kahire, 1965, c.XX / II, s.242, 243:
Razi, Ebu Abdullah Fahrettin Muhammed b. Ömer Fahrettin, et-Tefsir-i Kebir, Mefatihu’l Gayb, Çev. Suat Yıldırım, Akçağ yayn, Ankara, 1988, c.5, s.97: Pazarlı,
Osman, Din
Psikolojisi, Remzi ktb, İstanbul, 1982, s.198
[189] Katı rasyonalist
Clifford’un, inancın doğru bilgiye dayandırılması konusunda şöyle bir örnek
vermektedir: "Bir gemi sahibi, denize bir yolcu gemisi çıkaracaktır. Ancak
gemi sahibi, gemisinin yaşlı ve bakımsız olduğunu bilmektedir. Pek çok seyahate
çıkan gemi sık sık tamire ihtiyaç göstermektedir. Gemi sahibi bu durumdan
rahatsız olmaktadır. Pahalıya mal olacak olması sebebiyle baştan sona bir
tamirat da yapmaya yanaşmamaktadır. Ancak gemi seyahate çıkmadan önce, gemi
sahibi zihnindeki bu sıkıntının üstesinden gelir ve gemi yola çıkar. ‘yolcuları
korumada hemen hiç başarısızlığa uğramayan ilahi takdire’ bel bağlar. Gemi
batar, şayia olmadığı için gemi sahibi sigortadan parasını alır.” Clifford’a
göre, bu gemi sahibi suçludur. Çünkü inancını, doğru bilgiyle değil,
şüphelerini bastırmak suretiyle oluşturmuştur. Bu sebeple önemli olan, kişinin
inancının ne olduğundan çok, nasıl kazanıldığıdır. Clifford, William K, The Ethics
of Belief, The Rationality of Belief in God, ed. By George I. Mavrodes, New Jersey, 1970, s.152
[190] Demirci, Muhsin, Kuran’ın Temel Konuları, M. Ü. İ. F Vakfı yayn, İstanbul, 2003, s.37
[191] Phillips,
The Concept of Prayer,
s.8
[192] Phillips, a.g.e, s.34- 35- 36
[193] Carrel, Dua,
s.199
[194] Kişinin kendisi için duasının kabul olduğunu
düşünmesi inanca bağlanılabilir. Ancak zaman zaman bir başkasına duanın
sonuçları üzerinde araştırmalar yapılmıştır. Yapılan bazı çalışmaların
neticesinde hastanelerde yüzüne karşı yahut gıyabında kendisine dua edilenlerin
dua edilmeyenlerden önce iyileştikleri ileri sürülmektedir. (Wulff, David M., Psychology
of Religion, s. 169-171
: Yağcı, Yasin, “Dua"
Aksiyon Derg., sy. 139, s.24- 31) Duanın
kabulüne ilişkin bu tarz araştırmaları anlamsız bulanlar olduğu gibi farklı
neticeler veren araştırmaların da bulunduğu ifade edilmektedir.
Bkz. Dawkins, Richard, Tanrı
Yanılgısı, Çev. Tunç Tuncay Bilgin,
Kuzey yayn, 2008, s.64 v.d
[195] Phillips, The Concept of Prayer, s.129
[196] Phillips, a.g.e,
s.149 v.d.
[197] Atay, Kuran’da İman
Esasları, s. 77
[198] Bakıllani, Temhid,
s.50- 51
[199] Eşari, İbane,
s.26: Fahri, Macit, İslam
Felsefe Tarihi, s.167
[200] Bkz. İsra 11
[201] Bkz. Enam 42- 43
[202] Duanın sadece dua edende bir değişim
oluşturduğunu söyleyen Seyyid Ahmed Han’ın görüşleri önemlidir. "Dua ve
İsticabe” adlı bir risalesi de bulunan Ahmed Han, duaya icabet etmenin
anlamını, kulun Allah’ın celaleti ve haşmeti üzerinde odaklanmasıyla kişiyi
kendini rahatsız eden şeylerden kurtarması ve kişinin gücünün
artmasıdır.(Tefsir, c.1, s. 10) Seyyid Ahmed Han’ın bu görüşlerine Mirza
Gulam’ın reddiyeleri olduğu da bilinmektedir. Geniş bilgi için bkz. Düzgün, Seyyid
Ahmad Han ve Entellektüel Modernizmi,
s. 122
[203] Cook, Filozoflar ve
İnanç, s.151
[204] Kilinberg’in 1959 yılında 630 İsveçli çocuk
üzerinde yaptığı araştırma neticesi için bkz. Özdoğan, Öznur, “Dindarlıkla
İlgili Bazı Faktörlerin Kendini Gerçekleştirme Düzeyine Etkisi”, Ankara, 1995,
(Doktora Tezi)
[205] Şeriati, Dua,
s.18
[206] Özdoğan, “Dindarlıkla
İlgili Bazı Faktörlerin Kendini Gerçekleştirme Düzeyine Etkisi”, s.97
[207] Hökelekli, Din
Psikolojisi, s.217
[208] Hökelekli, a.g.e,
s. 217
[209] Özer, Doç Dr. Kadir, Üç Psikolojik
Soru, Ne değişebilir, ne değişemez? Ne Olabilir, ne olamaz? Ne ölçülebilir, ne
ölçülemez? Sistem yayn, İstanbul, 2001, s.13
[210] Bkz. Haşr 10
[211] Bkz. Tevbe 84, 113, 114
[212] Bkz. Şura 5, Enfal 9- 12
[213] Abdulcebbar, Şerhu
Usuli’l Hamse, s. 719
[214] Abdulcebbar, Muğni,
c.7/ I, s. 325,327 : Abdulcebbar, Şerhu
Usuli’l Hamse,
s.689-693, 718
720
[215] “Evrende olup biten herşeyin bir nedensellik
bağlantısı içinde gerçekleştiğini, tüm olgu ve olayların mutlak olarak
nedenlerine bağlı olduğunu ve nedenleri tarafından koşullandığını savunan
anlayış.” Cevizci, Felsefe
Sözlüğü, s.223
[216] “ İradecilik. Doğayı ve insan tecrübesinin
çeşitli yönlerini, aklı bir kıyıya bırakarak, tümüyle irade kavramının ışığında
yorumlayan görüş ya da felsefi akıma verilen ad. Ahlaki, teolojik ve metafizik
olmak üzere üç çeşit iradecilikten söz edilebilir.” Cevizci,
Felsefe Sözlüğü, s. 376
[217] Bkz. Kamer 49: Furkan 1- 2
[218] Bkz. Yunus 5, Zümer 5, Enbiya 33
[219] Bkz. Lokman 10, Hac 65, Nebe 6- 7, Neml 88
[220] Bkz. Nur 43
[221] Bkz. Enam 95- 96
[222] Bkz. Mülk 3
[223] Bkz. Rahman 7
[224] Düzgün, Allah, Tabiat
ve Tarih, s.145
[225] Hançerlioğlu, Felsefe
Ansiklopedisi, s.233
[226] İslam
Ansiklopedisi, c.9, s.216
[227] Aydın, Din
Felsefesi, s.162 v.d.
[228] Hume, David, Enquiry
Corcerning Human
Understanding and Corcerning the Principles of Morals, ed. By L. A.
Selby- Bigge, Clarendon Press, Oxford, 1975, s. 27
[229] Hume’un
yasa fikrini bütünüyle reddettiğini söylemek mümkün değildir. Zira onun mucize
tanımı "yasanın ihlali” (Hume, Enquiry
Corcerning Human
Understanding, s.115 )
ifadesini içerdiğinden bunu anlamaktayız. Diğer yandan doğanın yasalarını oluşturan
neden ile sonuç arasındaki bağın ne olduğunu bilmemekteyiz. Bu ifade bu bağın
bulunmamasını değil, bilmesek de bir bağın varlığını kabul anlamına gelecektir.
[230] Nasr, İslam
Kozmoloji Öğretilerine Giriş, s.256
[231] Ülken, Hilmi Ziya, İslam
Düşüncesi, İstanbul Edebiyat yayn,
İstanbul, 1995, s.33
[232] Eşari, Makalatu’l
İslamiyyin, c.2, s.412- 413
[233] Gazali, Filozofların
Tutarsızlığı, s.163
[234] Gazali, Filozofların
Tutarsızlığı, s. 170
[235] Gazali, a.g.e,
s.170
[236] İbn Sina, İşaretler
ve Tenbihler, Çev. Ali Durusoy, Muhittin
Macit, Ekrem Demirli, Litera yayn, İstanbul, 2005, s. 129: Ayrıca bkz. İbn
Sina, Tis’u Resail fi’l-Hikme
ve’l-Tabiyye, Matbaatü’l- Cevaib,
İstanbul, 1298, s.68
[237] İbn-i Sina, Şifa,
c.2, s.442
[238] İbn Sina, a.g.e,
c.2, s.184- 185
[239] Ammara, Mutezile ve
İnsanın Özgürlüğü Sorunu, s.208
[240] İbn Rüşd, Tutarsızlığın
Tutarsızlığı, c.2, s.292
[241] İsra 77
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar