DUÂ NEDİR?
Duâlar.
Her insanın en çok ihtiyaç duyduğu ve istediği duâlar.
Bir sohbetin başı duâ ile başlasa, bir ayrılığın sonu duâ
ile bitse denilecek kadar önemlidir duâlar.
Burada bizlerin unuttuğu duânın gerçeği mevzusudur. Duâ
ağızdan çıkan iki kelimeyle yerine getirilebilen bir eylem midir?
“Allah Teâlâ muradını versin, gönlündekine kavuşasın” gerçekte bir duâ mıdır?
Birkaç kelimeyi, hurufatı sırt sırta ekleyip döngüsü
kesilmeyen sesçalar cihaz gibi tekrarlamak mıdır?
Manasını kalbine indiremeden, eylemine kavuşamayan halde
sırf söylenmek için söylem midir, duâ?
Allah Teâlâ, “duâlarınız olmasaydı”,[1] dediğinde,
hangi husus tam olarak öne çıkarılır diye düşünüldüğünde, kelamların bir yerde
sukut edişini görüyoruz. Hasta bir kardeşimiz için yapılacak duâ da fiili
faktör/ yardım üzerine kurulmadıkça, “şifâ temennisi” alaycı ifadeden
öteye varmayacaktır. “Aman” der
gibi.
Dervişin biri şeyhine gitmiş. Şeyhim ben hastayım,
çalışamıyorum, aç kaldım dediğinde, kucağa düşen kelam, “biz ahiret işlerine
bakarız derse”, [2] bu
duâ mıdır, alay etmenin düsturlusu mudur?
Hz. Pir Niyâzî-i Mısrî Efendim, başına insan toplayanlar
için der ki, “eğer bir ocak açtınsa maddiyatınada bakacaksın, maneviyatına
da”. Yine İhramcızade İsmail Efendi ise “olamayanla çıkıp, adam
toplayanlar kârhanedeki, fahişler gibidir” [3] dediğinde
anlatılmak istenen duânın gerçek yüzünü bize biraz daha açar.
Duânın bir bölümü olan temenni ve arz u niyaz, daha çok
arada mesafe bulundurduğumuz kişiler ile gerçekleşir. Onlar ile bağlantınız
kelam seviyesinden öteye varamadığından, kalbî duygularla iyiliğinizi göstermek
babından “benden emin ol, ben hakkında hayır düşünüyorum” [4]
demektir. Efendimizin “komşusu açken
yatan hakkında bizden değildir” [5]
ile “dünyada ve ahirette bize iyilik ver” in [6]arasını
buluşturmaya kalktığımızda Ebuzer Gifari radıya'llâhu anhın meşerebi üzerine
olmadıktan sonra duâlar yerlerden yukarı doğru seyredeceklerini düşünemiyoruz.
Ne yapalım?
Sorun “Layukellifulahu nefsen illâ ma ataha” [7]ile
sınırlandırılmıştır. Bu sınırı başkalarının bilmesine gerek yoktur. Bunu
kendimizin çok iyi bildiği de kesindir.
Hakikatte kabul olan duâlar arasında insanın kendine yaptığı
duâlar vardır. Bu duâ “kendine karşı dürüst olmak” [8]tır. “Olduğun
gibi görün göründüğün gibi ol” demek olan bu duâyı yapmayanların
ulaştıkları netice hüsran pazarında çürüklerini iyilerin altına saklayıp
satmaya çalışan çiftçi olmaktır. Farz
ibadetlerde şu usul vardır. Vakti muayyende, yapılması gereken belirli
fiileri yapmaktır. Vaktinde yapılmayan doğruluk kaza yerine ve bir başka
manada endüşük seviyeli nafilelere eş
değerdedir.
Allah Teâlâ isticâb kıldığı duâlarda bir insana karşılığını
gönderdiğini şu şekilde anlarız. İçine yalan karışmamış saflık halinin
bulunması.
Hz. Şeyh Hacı Hasan Darendevî ye, bir genç himmet ve duâ
için gelmiş. Hoş ve olumlu karşılanan bu karşılamadan sonra bir vakit geçmiş.
Daha sonra genç muamelesinde bulunduğu husus için yaptığı bir hileden
bahsedince, Şeyh Hacı Hasan Efendi buyurmuş ki; “İşin içine yalan karıştı.
Biz bunda yoğuz.” [9]
Öncelikle duâlarımızı yıkan kendimize karşı dahi
samimiyetsiz oluşumuzdur. Allah Teâlâ kendisiyle barışık olmayana yardım
etmeyeceğini bu meselden de anlamış olduk.
Duâ kapısı dilenciliğin baş dayanağıdır. Önemli olan
istenilmesi gerekeni istemeli, nasıl isteniri
bilmeliyiz. Bunları biliyorsak zuhurat olur. Hafik Yarhisarlı Hüseyin
Efendinin dediği üzere, “Allah Teâlâ vermedi deme, istemeyi bilmedin bari
yalan söyleme.”
Duâlarımız vardır, bir bakış gibi.
Duâlarımız vardır, bir buse gibi.
Duâlarımız vardır, rüya gibi.
İki kelimenin arkasında saklayıp tutmak değildir, duâlar.
Hakk için, gönlü temiz olan biri buldunuz mu, nefsinize ağır
geleni söylüyorsa onu tutun. “İki şey arasında kalınca kendinize zor gelene
uyun.” [10] Kabul
olmuş duâlar dikenlerle çevirili cennetler ve güller gibidir. Kokladığınız gülü
uzaktan her zaman sevebilmek mümkün olmadığından, bazen eliniz kanayacağını
bilseniz de kavuşmak için koparmak istediğiniz olur. Katlandığınız bu elem
kabullenmenin tek yoludur.
Gökler kabul edilmiş duâlar ile dolu olsa da,
inişi/tecellisinin az oluşu, hakikat kuşlarının konacağı tuba ağaçlarının bulunmayışındandır.
Kuşkonmaz ağaçlarda kuş yoksa, suç kuşlarda mı ağaçlarda mıdır? aranıp duruyorsak, ağacımız kuşkonmazsa tek
şey kalmıştır. O ancak kendimizdir. Kuşkonmaz ağaçlar, kedi ağacına dönmeden, şecere-i rıdvan[11] altında
bulunup, ruhumuzu serbest bırakacak “Fatıma eline” duyduğumuz ihtiyaç
için gözümüzden iki damla yaş dökmenin zamanını kaybetmeyelim.
Taşlar vardır, pınarlar akar içinden.[12]
Cırnaklarını felek geçirecekse kalbimize boyun eğeriz mecburen. Ancak duhâ
vaktinde uyanık olup “Eli, eli lema şevaktani?” [13]sözlerini
dememek için bir “enni mağlubun”[14]
u önceden söyleyelim ki canımızın sahibine naz etmiş oluruz. Herşeyin vaktini
bulmak için “Hakk Teâlâ yardımlarını üzerimizden eksik buyurmasın”
duâsını unutmamak gerekiyor.
[1] “ 'Sizi kulluğa,
ibadete ve duaya davet etmese; sizin kulluğunuz, ibadetiniz ve duanız olmasa,
Rabbim sizinle ilgilenmez, sizi önemsemez ey insanlar!
Ey inkâr edenler, siz tebliğ edilen Kurân’ı ve
Rasulullah’ı yalanlarken, itaate yanaşmazken size de değer vermez. Bu sebeple
dünyada ceza, âhirette azap yakanızı bırakmayacaktır.' diye ilan et. Furkan,
77, Ahmet Tekin
[2] Bu vakıaya şahidiz.
[3] İlm-i Ledun Sırları
-Altuntaş
[4] “Çevresindeki
insanların şerrinden emin olmadığı kişi, cennete giremez” Müslim, İman,bab,18,
I, 68 H. No: 73
[5] Komşusu aç iken tok
yatan bizden değildir.” Buharî, Edeb, 12.
[6] "Onlar bir
titreme tutunca: `Rabbim, dileseydin daha önce onları da beni de yok ederdin.
Bizden beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi yok eder misin? Bu ancak senin
bir denemendir. Bununla dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletirsin.
Bizim dostumuz sensin. O halde bizi bağışla, bize merhamet et. Sen
bağışlayanların en hayırlısısın. Bu dünyada ve ahirette bize iyilik ver. Biz
sana yöneldik...' dedi." (A'raf Suresi, 155-156)
[7] İmkânı geniş olan,
nafakayı imkânlarına göre versin; rızkı daralmış bulunan da Allah'ın kendisine
verdiği kadarından nafaka ödesin. Allah hiç kimseyi verdiği imkândan fazlasıyla
yükümlü kılmaz. Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratacaktır. Talak, 7
[8] Men arefe nefsehu
[9] Tasavvuratı Hayriyem-
Hacı Hasan Akyol
[10] “İki hayırlı iş
hakkında hangisinin daha hayırlı olduğuna dair tereddüde girersen nefsine
hangisi ağır geliyorsa onu izle. Çünkü ona ağır gelen daima haktır.” İskender
Ataiye
[11] Rıdvan beyatı.
[12] “Sonra bunun ardından
kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı oldu. Çünkü taş vardır
ki, içinden ırmaklar fışkırır. Taş vardır ki yarılır da içinden sular çıkar.
Taş da vardır ki, Allah korkusuyla (yerinden kopup) düşer. Allah,
yaptıklarınızdan hiçbir zaman habersiz değildir.” Bakara Suresi 74.Ayeti
MU’NUN ÇOCUKLARI
Şaman TÜRKSOY
01.06.2011
01.06.2011
Geleneksel Hristiyan
anlatılarına göre; çarmıha gerilmiş ve ölmek üzere olan İsa yüksek sesle “Hele, hele,
lamat zabak ta ni” diye bağırmış, olay esnasında hazır bulunanlar İbranice ya da Ön Asya
dillerinden hiçbirine ait olmayan bu sözlerden bir anlam çıkaramamışlar, “Alahım, Allahım! Beni
neden yalnız bıraktın?” anlamına gelen “Eli,
eli lema şevaktani?”şeklinde Aramice bir cümle olduğunu sanmışlardır. Bu olay Matta İncili’nin
27.bölüm/46 nolu ayetinde şöyle anlatılır: “…Saat üçe doğru İsa yüksek sesle, Elî,
Elî, lema şevaktani? diye bağırdı…”.
(İsa’nın bu söylemi
bazı kaynaklarda “Eloi, Eloi, lama sabachthani”şeklinde geçmektedir.)
Halbuki İsa çektiği
büyük acıyı ve ıstırabı hazır bulunan düşmanlarına sezdirmemek için, senelerce
Hindistan’da ve Himalaya manastırlarında öğrendiği Mu dili ile “Hele, hele lamat
zabak ta ni “ yani “Fenalaşıyorum, fenalaşıyorum, yüzümü karanlık istila
ediyor”anlamına gelen bu sözleri sarfetmiştir. Maya dili, Mu dilinin devamı
niteliğindedir. Maya dili konusunda uzman bulunan Prof. Don Antonio
Batres Jaurequi ‘in açıklaması kaynak gösterilerek kitaba konulmuş olan bu bilgi İsa’nın da
bir Naa-caal rahibi olduğuna işaret etmektedir.
Erişim: [ Yorumlar
bölümünde]http://www.gavurege.com/webroot/home.php?op=ege&action=outview&article_id=1120&author_id=515&arsiv=yes
***********
MÂ VEDDEAKE RABBUKE:
“RABBİN SENİ TERK ETMEDİ“
Sabah
olunca tüm başkâhinlerle halkın ihtiyarları, İsa’yı ölüm cezasına çarptırmak
konusunda anlaştılar. O’nu bağladılar ve götürüp vali Pilatus’a teslim ettiler.
İsa’yı ele veren Yahuda, O’nun mahkûm edildiğini görünce yaptığına pişman oldu.
Otuz gümüşü başkâhinlere ve ihtiyarlara geri götürdü. “Ben suçsuz
birini ele vermekle günah işledim” dedi. Onlar ise, “Bundan bize ne? Onu
sen düşün” dediler. Yahuda paraları tapınağın içine fırlatarak oradan
ayrıldı, gidip kendini astı. Paraları toplayan başkâhinler, “Kan bedeli olan
bu paraları tapınağın hazinesine koymak doğru olmaz” dediler. Kendi
aralarında anlaşarak bu parayla yabancılar için mezarlık yapmak üzere Çömlekçi
Tarlasını satın aldılar. Bunun için bu tarlaya bugüne dek `Kan Tarlası’
denilmiştir. (Matta; 27/1-8)
İsa
valinin önüne çıkarıldı. Vali O’na, “Sen Yahudilerin Kralı mısın?” diye
sordu. İsa, “Söylediğin gibidir” dedi. Başkâhinlerle ihtiyarlar O’nu
suçlayınca hiç karşılık vermedi. Pilatus O’na, “Senin aleyhinde yaptıkları
bunca tanıklığı duymuyor musun?” dedi. İsa bir tek konuda bile
ona cevap vermedi. Vali buna çok şaştı. Her Fısıh bayramında vali, halkın
istediği bir tutukluyu salıvermeyi adet edinmişti. O günlerde Barabas adında
ünlü bir tutuklu vardı. Halk bir araya toplandığında, Pilatus onlara, “Sizin
için kimi salıvereyim istersiniz, Barabas’ı mı, Mesih denilen İsa’yı mı?”
diye sordu. İsa’yı kıskançlıktan ötürü kendisine teslim ettiklerini biliyordu.
Pilatus yargı kürsüsünde otururken karısı ona, “O doğru adama dokunma. Dün
gece rüyamda O’nun yüzünden çok sıkıntı çektim” diye haber gönderdi.
Başkâhinler ve ihtiyarlar ise, Barabas’ın salıverilmesini ve İsa’nın
öldürülmesini istesinler diye halkı kışkırttılar. Vali onlara şunu sordu: “Sizin
için ikisinden hangisini salıvereyim istersiniz?” “Barabas’ı”
dediler. Pilatus, “Öyleyse Mesih denen İsa’yı ne yapayım?” dedi. Hep bir
ağızdan, “Çarmıha gerilsin!” dediler. Pilatus, “O ne kötülük yaptı
ki?” diye sordu. Onlar ise daha yüksek sesle, “Çarmıha gerilsin!”
diye bağrışıp durdular. Pilatus, elinden bir şey gelmediğini, tersine, bir
kargaşalığın başladığını görünce su aldı, kalabalığın önünde ellerini yıkayıp
şöyle dedi: “Bu adamın kanından ben sorumlu değilim. Bu işe siz bakın!”
Bütün halk şu karşılığı verdi: “O’nun
kanının sorumluluğu bizim ve çocuklarımızın üzerinde olsun!” Bunun üzerine Pilatus
onlar için Barabas’ı salıverdi. İsa’yı ise kamçılattıktan sonra çarmıha
gerilmek üzere askerlere teslim etti. (Matta; 27/11-26)
Dışarı
çıktıklarında Simun adında Kireneli bir adama rastladılar. İsa’nın çarmıhını
ona zorla taşıttılar. Golgota, yani Kafatası denilen yere vardıklarında içmesi
için İsa’ya ödle karışık şarap verdiler. İsa bunu tadınca içmek istemedi. (Matta;
27/32-34)
Bütün ülkenin üzerine
öğleyin saat on ikiden saat üçe kadar süren bir karanlık çöktü. Saat üçe doğru
İsa yüksek sesle, “Elî,
Elî, lema şevaktani?” yani, “Tanrım, Tanrım, beni
niçin terk ettin?” diye
bağırdı. Orada duranlardan bazıları bunu işitince, “Bu adam İlyas’ı
çağırıyor” dediler. İçlerinden
biri hemen koşup bir sünger getirdi, ekşi şaraba batırıp bir kamışın ucuna
takarak İsa’ya içirdi. Diğerleri ise, “Dur
bakalım, İlyas gelip O’nu kurtaracak mı?” dediler. İsa,
yüksek sesle bir kez daha bağırdı ve ruhunu teslim etti. (Matta;27/45-50)
Henüz
iki ile başlayan yaşlara yeni adım atmışım. [yirmili] Felsefe ve teoloji
merakım en kibirli, en alevli safhasında. Özellikle bazı mukaddes şahsiyetlerin
hayatlarına dair ayrıntılar üzerine okuyorum. Kutsal kitapları da öyle;
altlarını çize çize, geniş paragraflı notlar çıkara çıkara. Ancak bu temel
bilgileri aşan kaynaklara, yorum ve tartışmalara ulaşma becerim henüz çok
zayıf. İngilizce yazılanları anlama yetim de öyle. Samimi bir arkadaşım var.
Ablası Almanya’da yaşıyor uzun zamandır. Onunla paylaşıyorum arada kafama
takılanları. O da meraklı biri. Sabahlara dek oturup konuştuğumuz oluyor. Böyle
gecelerden birinde, Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği esnada ettiği o cümleden
bahsediyorum: “Elî, Elî, lema şevaktani?” dediğinden. O
zamanlar bu cümlenin Hıristiyan teologları arasında da çokça tartışılan bir
alan yarattığından haberli değilim. Benim de çok kafama takıldığını
anlatıyorum uzun uzun. Bir türlü işin içinden çıkamıyoruz. Derken arkadaşım;
ablasının görüştüğü önemli sayılacak pozisyonda bir Katolik kilise
görevlisi olduğunu, ablasına bakılırsa adamın çok yetkin bir teoloji
bilgisi bulunduğunu, adresini alarak ona yazıp, aklıma takılan bu şeyi
sorabileceğimi söylüyor. Mal bulmuş magribi gibi atlıyorum bu fikrin üzerine.
Ablasına telefon ediliyor, adamın adresine ulaşılıyor. Hemen kolları sıvıyorum
bir İngilizce mektup yazmaya-ne de olsa papaz efendinin iyi derecede İngilizce
bildiğini de öğrenmişiz abladan. Mektup sandığımdan çok daha uzun zaman alıyor.
Kötü İngilizcemi yanımda envai sözlükler, şunlar bunlarla “Ben var size
önemli bir şey sormak” mesabesine çıkarma derdindeyim. Nihayet mektup
yazılıyor, postalanıyor. Aradan sanıyorum on gün falan geçtiğinde-her günü
sabırsızlıkla geçirip, çok bekledim, iyi anımsıyorum- papaz efendiden mektup
geliyor. Çok düzgün bir bitişik el yazısıyla, siyah dolmakalemle yazılmış tamı
tamına yedi buçuk sayfalık bir mektup.
Büyük
heyecanla, evrenin sırlarını bana ifşa eden bir kriptoymuşçasına okuyup anlamaya
çalıştım mektubu. Kendi anlayışımdan tatmin olmayıp, birinden yardım alarak
yeniden okudum; hatta çevirisini saatlerce uğraşıp yazdım bir deftere.
Hıristiyanlık propogandasına vardırmış olmasa da yer yer tebligatçı satırlar
bir yana, sahiden çok içtenlikle cevap verme arzusu taşıyordu mektup. Adama bu
bakımdan hayran bile oldum. Ancak sık sık yaptığı tekrar cümlelerine rağmen,
kalın kafama takılı o şey, takıldığı yerdeki sabitliğini koruyordu. Bir çok
kaynak adına atıf yapıyordu. Zerre anlamıyordum. Dahası açıklamaları, benim o
güne dek ulaştığım izahatlardan dirhem fazlasını vaad etmiyordu. Kısa bir
teşekkür mektubu yazıp, bu konuyu kapatmaya karar verdim. Papaz efendi bir kez
daha yazdı bana. Genç yaşta, üstelik farklı bir din mensubu olarak ona bu
tür sorular sorduğum için beni övüyor; ona ne zaman istersem yazabileceğimi
söylüyordu. Bir daha yazmadım. Bir daha yazmadı. Kafama takılanı olduğu
yerde bırakıp, konuyu kapattım. Bir anlamda dönem dönem soruyu rölantiye aldım.
Her yanıtlama çabası, yeni soru dağarcıkları getirdiğinde, yıldım. Hz. İsa
sorusuna yanıt alsa da, ben soruyu sorma nedeninin peşini bıraktım. Artık daha
çok öykü ve roman okumaya başladım.
Matta İncili’nin 27. Bölüm
46. Ayetinde; Markos İncili’ninse 15. Bölüm 34.
Ayetinde yer alan “Elî, Elî, lema şevaktani?” yani, “Tanrım,
Tanrım, niçin terk ettin beni?” biçimindeki haykırış diğer iki kanonik
[genel olarak kabul
edilen] İnciller
olan Yuhanna ve Luka’da bulunmuyor.
Aradan onca zaman geçmişken, tamamen rastlantı eseri, yine bu cümleye döndüm.
Rastlantı dediğim şuydu: Kur’an’da yer alan güzel bir sure, Duha Suresi.
Kuşluk vakti üzerine and olsun diye başlıyor Duha Suresi; 3. Ayet’te ise “Mâ veddeake rabbuke ve mâ kalâ” deniyor.
İşte bu cümleyi okur okumaz birden durakladım. Çünkü “Rabbin seni
terk etmedi” anlamına geliyordu: Rabbin seni terk etmedi.
Zaman nedir?
Doğumu milad olup, bir takvime sıfır noktası kabul edilen zat açısından
bakıldığında hele zaman nedir?
Bükülgen midir mesela, döngüsel mi, doğrusal mı?
Sürekli genişlemekte olan evrenin esnemesine uyarlanmış bir tatlı rüyalar
repliği mi?
Zamanı Tanrı yaşar!
Defaatle alıntıladım bu cümleyi; “Öd tengri yaşar, kişi ogli köp ölgeli törümiş.”
Bundan yaklaşık 12 yüzyıl önce dikilen Göktürk Anıtları üzerindeki
cümlelerden biri. Hakikaten de “zamanı Tanrı yaşar. İnsanoğlu hep ölümlü türemiş”. Hz.
İsa da öyle. Tam kendini feda ediş, çarmıhta ruhunu teslim ediş esnasında
sorduğu o yakıcı soruya, bizim zaman anlayışımız bakımından yüzyıllar sonra
cevap geldi belki. Ama Tanrı açısından zaman neydi, nedir; var mıdır kimse bilmez.
Duha
Suresi’nin “iniş” sebebini
elbette biliyorum. Kutsal metinlere ilişkin herhangi bir “tevil” küstahlığına
kalkıştığımı düşünenlere tek bir şekilde karşılık verebilirim. Tanrı sözü konu
olduğunda, verilmiş cevap kimindir?
Soruyu
kim en samimi iç yangınıyla sormuşsa, cevap onadır bana kalırsa. Kim figan
etmiş ah çekmişse, kimsesizlerin kimsesi ona (da) cevaptır.
Şimdi bizim nezdimizde bambaşka zamanlarda, bambaşka dillerde sorulmuş
soruyu yinelemek istiyorum: “Elî,
Elî, lema şevaktani?/Tanrım, Tanrım, niçin terk ettin beni?” Belki ona (da)
verilmiş cevabı da: “Mâ veddeake rabbuke
ve mâ kalâ/Rabbin seni terk etmedi”
Notlar:
Öğleyin
on ikiden üçe kadar bütün ülkenin üzerine karanlık çöktü.(Matta, 27/45;
Markos, 15/33 )
Saat
üçe doğru İsa yüksek sesle, “Eli, Eli, lema şevaktani?” yani, “Tanrım, Tanrım,
beni neden terk ettin?” diye bağırdı.(Matta, 27/46; Markos, 15/34)
Kur’ân-ı
Kerim; 93-Duha Suresi:
1-
Vedduha/Kuşluk vaktine andolsun,
2- Vel
leyli izâ secâ /‘Karanlığı iyice çöktüğü’ zaman geceye,
3- Mâ
veddeake rabbuke ve mâ kalâ / Rabbin seni terk etmedi ve darılmadı.
4- Ve
lel âhıretu hayrun leke minel ûlâ /Şüphesiz senin için son olan, ilk olandan
(ahiret dünyadan) daha hayırlıdır.
5- Ve
le sevfe yu’tîke rabbuke fe terdâ/ Elbette Rabbin sana verecek, böylece sen
hoşnut kalacaksın.
6- Elem
yecidke yetîmen fe âvâ./Bir yetim iken, seni bulup da barındırmadı mı?
7- Ve
vecedeke dâllen fe hedâ. / Ve seni yol bilmez iken, ‘doğru yola yöneltip
iletmedi mi?
8- Ve
vecedeke âilen fe agnâ / Bir yoksul iken seni bulup zengin etmedi
mi?
9- Fe
emmel yetîme fe lâ takher/ Öyleyse, sakın yetimi üzüp-kahretme.
10-Ve
emmes sâile fe lâ tenher./ İsteyip-dileneni azarlayıp-çıkışma.
11- Ve
emmâ bi ni’meti rabbike fe haddis/Rabbinin nimetini durmaksızın anlat.
Erişim: http://eski-tas.blogspot.com.tr/2013/07/ma-veddeake-rabbuke-rabbin-seni-terk.html
EK-YORUM:
Kur’ân-ı
Kerim’de geçen her söz bütün insanlığı ilgilendirir. Hz. İsâ aleyhisselâmın
son deminde söylediği cümleyi MU’NUN ÇOCUKLARI başlığı altındaki
tevil ile anlamak daha yerinde olacaktır. Bilindiği üzere Nübüvvet çizgisinde
olanın düşüncesindeki karamsar ifade muhakkak Allah Teâlâ tarafından
hemen çözüme kavuşturulmuştur. Eski Tas sitesinin yaptığı yorum ile Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem bir nevi İsâ aleyhisselâmın nüzülü imiş
gibi bir mana çağrıştırma düşüncesi ima edilebiliyor. İlk yorumlarımızda karşı
çıktığımız düşüncemizden vazgeçtiğimizi beyan ederiz. Yeni kavuştuğumuz
bilgiler ile konu daha değişik bir hal almaktadır.
[Not:
Aşağıdaki bilgi ilk sürümde yoktur: Sahibi İma C Çelik’ten özür dileriz.]
HAZRETİ İSÂ ALEYHİSSELÂMIN YARATILIŞINDAKİ SIR
Mürşid-i
Kâmil Şeyh Şerâfeddin Bingöl kaddesellâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;
Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretlerine hamdü senalar
ederiz ki, bizi fazl ve inâyet-i ezeliyesi ile nimetlerin en âlâsına ve efdal-i
İlâhiyye'nin en azîzi olan iman ve İslam’la müşerref kıldı, cümle enbiyâ-ı
mürselîn hazerâtının büyüğü ve kıyametten sonra dahi Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın,
-”Yâ
Habîbim Muhammed, vazifeniz tamam oldu” hitâb-ı
İlâhîsi erişinceye kadar, şeriatın envâr ve fezâilinin bakî ve carî olduğu
Seyyid-i Kâinat aleyhi ekmelü't-tahiyyat aleyhissalâtü ve’s-selâm Efendimizin
ümmetinden kılmıştır. Elhümdülillâhi Teâlâ.
Ve yine hamdü senalar olsun ki;
Mahkeme-i Kübrâ’da da Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem Efendimizin envâr-ı şeriat ve ba'si (gönderilişi) bakî olup, o
günden sonra yine 80 bin sene tamam oluncaya kadar şefaati câridir. Şefaati
carî oldukça ba’si dahi bakî olur. Yalnız Hakk Teâlâ 50 bin sene sonra mezkûr
hitabı kendisine karşı tevcîh buyuracaktır. O hitap tevcîh oluncaya kadar,
ümmetinin umuru ile iştigâl edecektir. Kelâmullâhi'l- ezelin ahkâm, envâr ve
âyâtı dahi, o zaman Cenâb-ı Hakk Hazretlerinin Zât-ı Akdes'ine iade
olunacaktır. Cennet ve cehennem ehli arasında da bir daha görüşmemek üzere
durum hâsıl olacaktır.
Rasülullâh aleyhisselâm, ümmetine ve ümmetinin
hidâyet bulması için ne kadar haristir ki, Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın kendisine;
-”Yâ
Habîbim Muhammed, vazifeniz tamam oldu” diye hitap
ettiği halde, daha 30 bin sene ümmetinin umuru ile iştigâl etmektedir.
Cümle
enbiyâ-ı mürselîn-i kiramdan Cenâb-ı Hakk, ahd-u mîsak alırken vâkî olan bir
muahede (antlaşma) zikrediyorum, şöyle ki;
Cenâb-ı Hakk bilcümle enbiyânın ervahını
yarattığında evvelâ Rasûlullâh aleyhisselâmı tasdik ettirdi. O gün
yevmü'l-incilâdır (Cilâlanma, Parlama)
ve hem de yevmü'l-icâbe'dir.
Bu ahdi almak üzere Cenâb-ı Hakk enbiyâ ve
mürselîni davet ettiğinde; muahededen önce, Seyyidi Kâinât aleyhisselâm dedi
ki:
-”Yâ Rab,
ahdü mîsakdan evvel ümmetimin efradından sâdır olacak küçük ve büyük günahları
ile o eshâbı seğâir (küçük) ve kebâir (büyük) olan ümmetimi bana göstermenizi
niyaz ederim.”
Cenâb-ı Hakk da büyük ve küçük günahlarından
bir tanesi kalmadan, ümmetinden sâdır olacak günahlar ile günah sahiplerini
gösterdi. Rasûlullâh aleyhisselâm üç kere o ümmet ile günahları üzerine nazar
buyurdu.
Sonra:
-”Yâ Rab,
büyük ricâlullâhın sulbüne girmeden (Hz. İsâ aleyhisselâm) ve dünyaya gelmeden
nizâm-ı hilkatten hariç kalan ve sıfat-ı İlâhiyyenizin tamamını iktisap eden
(kazanmış) ve evsâf-ı beşeriyyesine evsâf-ı İlâhiyye ve melekûtiyyesi galip
olan bir hâdim-i (hizmetkârı) ümmetim için bağışlayın” diye niyazda bulundu.
Bu münâcaat ruhların ahdinden öncedir.
Zerrâtın uhûdu (ahitleşmesi), ervahın uhûdundan binlerce sonradır. Cenâb-ı Hakk
Teâlâ'nın tecelli-i ilâhiyyesi, ervâh-ı enbiyâ-ı mürselîne oldu. Enbiyâ-ı
mürselîn de bu tecelliyi aynen hakikat-ı Muhammediye gibi müşahede ettiler.
Cenâb-ı Hakk enbiyânın içinden bir ruhu davet ederek ona Seyyidi Kâinat
aleyhisselâmın ruhunu gösterdi ve buyurdu ki:
-”BU SENİN (RUH
OLARAK) ASLINDIR VE BABANDIR.”
Cenâb-ı Hakk o ruhu, sahibi olan Nebiyy-i
zîşânın ümmetine hadim kıldığını da beyân buyurdu. Efendimiz de:
-”Yâ Rab,
bunu benim ümmetim için en muhtaç olduğu zamanda hadim kıl ki, ümmetimin
üzerinde cereyan eden envâ-ı fitne ve fesâd son dereceye vardığında hadim
olsun.”
Cenâb-ı Hakk da kabul buyurdu.
-”Yâ
Habîbim Muhammed, yüzyirmidört bin (124 bin) enbiyânın ümmetlerinin adedinde
senin ümmetini ihyaya ve irşada ve onları hidâyete sevk etmeğe selâhiyet ihsan
edeceğim. Arzu ettiğiniz zamanda, o selâhiyet-i tâmme ile beraber onu ümmetinize
hadim (hizmetkâr) kılarım.”
Cenâb-ı Hakk Rûhullâh İsâ aleyhisselâma
buyurdu ki:
-”Sen
Nebiyy-i Mürselsin, benim kütübü ilâhiyyemden iki kitabın faziletini
duyacaksın.”
Hakk Teâlâ Hazretleri o makâm-ı mahsûsta
kendisine İncîl-i Şerîf ile Kur'ân-ı Azîmüşşânı tâlim buyurdu. Cenâb-ı Hakk
kendisine muallim oldu. Sonra kendisine dördüncü semâda bir makam gösterdi ve
buyurdu ki:
-”Bu
makâm-ı dâvet'tir, ben seni dünyadan bu makama davet ederim. Kıyamete kadar bu
makamda kalacaksın. Burada bulunduğunuz müddetçe ikinci defa yere davet
edinceye kadar bu makamda Habîbim Muhammed aleyhisselâmın ümmetine hadim
olacaksın.”
Bu minval üzere cümle Enbiyâ-ı mürselîn
hazerâtından da ahd ve mîsak aldı.
İsâ
aleyhisselâm 33 yaşında iken semâya ref olunmuştur. O günden itibaren İsâ aleyhisselâmın âlem-i melekûtta ifa edeceği
vezâif-i ubûdiyyet, ümmeti Muhammed için istiğfar olacağı tesbîh ve münâcaattan
ibarettir. Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın irâde- i ezeliyesi İsâ aleyhisselâmın
ibrazına taalluk buyurduğunda, İsâ aleyhisselâmın makamı olacak olan makâm-ı
davete, 124 bin enbiyâ ervahı ve 199 melâike taifesi imâm ve reisleri ile
beraber davet olundu. Bu melaikenin her bir taifesinin imâm ve reisleri ise,
ümmeti Muhammed'in enfâsı (yani nefesleri) adedindedir. Bu azîm ictimâya nazar
edince bilcümle enbiyâ ve mürselîn-i kiram taaccüp ettiler. Meleklerle teârüf
(Birbirini tanımak) orada hâsıl oldu. Cenâb-ı Hakk bu kadar enbiya ve
melâikey-i kiram beyninde Cibrîl-i Emîn'e:
-”Yâ cibrîl, ben seni Meryem Binti İmrân'a
gönderiyorum, zuhûriyet anında mahlûkâtın ekmeli ve efdali olan Habîbim
Muhammed'in şekli üzerine nazil olacaksın ve kendini beşer olarak
göstereceksin. Göstereceğin şekil ve sureti habîbimin şekli üzere temsîl
edersin.”.
Cenâb-ı Hakk Seyyidi Kâinat aleyhisselâma
hitaben:
-”Yâ
Habîbim buna râzımısın Bu senin ümmetinin hadimi olan ve arzun veçhile ıslâh-ı
beşere girmeden, doğru dünyaya gelecek. Bu hadime asıl ve mebde hakkı olmaya
razı mısın?”
Rasûlullah Efendimiz:
-”Yâ
Rabbe'l-'izze ve'l-Azame, emr-i irâde sizindir. Emrinize razıyım.” dedi.
O saatte Hakk Teâlâ, İsâ aleyhisselâmın
validesi Meryem aleyhisselâma vahiy ile Cibrîl-i Emîn'i gönderdi:
-”Yâ Meryem, Cenâb-ı Hakk selâm eder, buyuruyor ki: İrâde-i
ezeliyem ile ben, üzerine bir rûh ref ediyorum. O ruhu ref ederken eşref-i
mahlûkâtım olan habîbim Muhammed aleyhisselâmın hakikatini sana izhâr
(gösterip) ve temsîl ederim. Ve o vâsıta ile ref olunarak senden bir mevlûd
zuhur ettirmek (yani bir çocuk dünyaya getirmeni) istiyorum. Sen razı mısın?”
Meryem aleyhisselâm da:
-”Allah'ın
emrine razıyım” diye cevap verdi. Cibrîl-i Emîn hazreti
Meryem'in rızâsını arz edince Cenâb-ı Hakk, o 199 melâike taifesine emir
buyurdu:
-”Meryem'i
Beytullah denilen makama celp ve dâvet ediniz.”
Bi-mûcibi emir, hazreti Meryem'i Beytullâh'a
getirdiler. Bilcümle enbiyâ ervahı dahi makâm-ı davetten nazar ediyorlardı.
Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın irâdesi ile Hazreti Meryem'e gönderilecek olan Hakîkat-
ı Muhammediyye'yi, enbiyâ hazerâtı müşahede edince, meleklerle birlikte gayş ve
sekrete düştüler. (hayret ve sarhoşluğa)
Bilcümle eczâ-i kâinat üzerine bir zevk ve
neş'e sirayet etti ki, Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın, kâinatı halk buyurduğundan beri
böyle bir zevk ve sürür hâsıl olmamıştı. Cenâb-ı Hakk 124 bin enbiyâ ve
mürselîn ve 199 taife-i melâikenin huzurunda ve onların şehâdetleri üzerine ve
Rasûlullâh aleyhisselâm ile Meryem aleyhisselâmın rızâları veçhile hükmü
İİâhiyyesini itmâm ve infâz buyurdu. (tamamlandı ve uygulandı) Bu hükmü
ilâhiyyenin merasimi de âlem-i melekûtta icra olundu.
Bu
tecellî ve zuhurat üzere İsâ aleyhiselâmın ruhu hakîkatı Meryem aleyhisselâma
nefh olundu, İsâ aleyhisselâmda 3 hakikat birleşti.
Biri
İlâhî, diğeri Cibrîl aleyhisselâmın melekûtî hakîkatı ve üçüncüsü de Rasûlullâh
Efendimiz'in Hakîkatı Muhammediyyesidir.
İsâ
aleyhisselâm rahm-i mâderde (ana karnında) karar olduğu lahzadan itibaren
Hakîkatı Muhammediyye'nin 7'inci mertebedeki hulâsası ile terbiye oldu.
Validesinin rahminde karar olduğu lahzadan
(andan) itibaren yine o, nutfe-i tâhire, ümmeti Muhammed için istiğfar ederdi.
Makâm-ı davette ve yevmi ahd'de kendisine gösterilmiş olan bu ümmetin büyük ve
küçük günahlarına tevbe ve istiğfarda devam ediyordu. İşte bu derece mukaddes
ve mükerrem olan ve Seyyidi Kâinât'ın ümmetine hadim olan İsâ aleyhisselâma
hâmile olduğunda, Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı Kerîminde kendisine melâike
vasıtasıyla:
-”Bismillah
yâ Meryem, innallahe's-tafâki ve tahhereki ve's-tafâki alâ nisâi'l-âlemîn “ (Âl-i İmrân, 42. “Melekler şöyle demişti: Ey Meryem! Allah seni seçip
temizledi, dünyaların kadınlarından seni üstün tuttu.”) diye hitap buyurmuştur. Bu kadar taltif ve
tekrîmin aslı ve esbabı ise akl-ı ezeliyey-i İlâhî ile Seyyid-i Kâinat
aleyhisselamın zevcesi olduğundandır. Ve kendisine hakîkat-ı Muhammediyye'nin
zuhûriyyet ve şekli üzere Cibrîl-i Emîn aleyhisselâm nazil olduğundandır. Ve
Seyyidi Kâinat aleyhisselamın ümmetine en muhtaç zamanda hadim olan İsâ
aleyhisselamın validesi olduğundandır.
Yine
Mürşid-i Kâmil Şeyh Şerâfeddin Bingöl kaddesellâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;
-”Eyyühe’l-ihvân ve'l-ahbâb, İsâ aleyhisselamın
bu umûmî hizmetinden, Rasûlü Ekremimizin arzu buyurduğu zamandan biri de 1353
senesinin Rebîu'l- Evvel'in 7‘inci (20 Mayıs 1934 Çarşamba) gecesidir. Bu
geceye tesadüf ile İsâ aleyhisselamın hizmet-i mukaddeselerine nail ve mazhar
olacak ümmetin içinde bizlerin de dâhil olduğu muhakkaktır. Bu umûmî hizmetin
meyânında husûsî hizmetler de vardır. O husûsî hizmetlerden birisi de menâbiîn
(vekillik) hakîkatından anlaşıldığı üzere hakkımızda ifâ edilecek olan hizmet-i
takdîsedir. Bu nîmetullâhı cümlenize tebşîr ediyorum.
İsâ
aleyhisselamın zuhûriyet ve hilkat-i beşeriyyeti ve neş'eti hakkında beyân
edilecek hakâyık çoktur. Lâkin şimdiye kadar hukemâ-i İslâmiye’den gelenlerin
hiçbiri bu kadarını dahi söylemeye ve beyâna mukdedir olamamışlardır. Bu kadarlıkla
iktifa ediyorum. Fazla söylemek ve beyân etmek belki mûcib-i vedâ-i tereddüt
olması muhtemeldir”.
(Kaynak: Hasan BURKAY, Menâkıb-ı
Şerefiyye [Kitap]. - Ankara (Beş Cilt) : Çınar Yayınları, 1995-2010, c. V, s.
5-11)
[14] 10.Fe dea rabbehu enni
mağlubun fentesır
10.
Bunun üzerine Rabbine: "Ben yenik düştüm, yardım et!" diye yalvardı.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar