Print Friendly and PDF

DUÂ NEDİR?



Duâlar.
Her insanın en çok ihtiyaç duyduğu ve istediği duâlar.
Bir sohbetin başı duâ ile başlasa, bir ayrılığın sonu duâ ile bitse denilecek kadar önemlidir duâlar.
Burada bizlerin unuttuğu duânın gerçeği mevzusudur. Duâ ağızdan çıkan iki kelimeyle yerine getirilebilen bir eylem midir?
“Allah Teâlâ muradını versin, gönlündekine kavuşasın” gerçekte bir duâ mıdır?
Birkaç kelimeyi, hurufatı sırt sırta ekleyip döngüsü kesilmeyen sesçalar cihaz gibi tekrarlamak mıdır?
Manasını kalbine indiremeden, eylemine kavuşamayan halde sırf söylenmek için söylem midir, duâ?
Allah Teâlâ, “duâlarınız olmasaydı”,[1] dediğinde, hangi husus tam olarak öne çıkarılır diye düşünüldüğünde, kelamların bir yerde sukut edişini görüyoruz. Hasta bir kardeşimiz için yapılacak duâ da fiili faktör/ yardım üzerine kurulmadıkça, “şifâ temennisi” alaycı ifadeden öteye varmayacaktır.  “Aman” der gibi.
Dervişin biri şeyhine gitmiş. Şeyhim ben hastayım, çalışamıyorum, aç kaldım dediğinde, kucağa düşen kelam, “biz ahiret işlerine bakarız derse”, [2] bu duâ mıdır, alay etmenin düsturlusu mudur?
Hz. Pir Niyâzî-i Mısrî Efendim, başına insan toplayanlar için der ki, “eğer bir ocak açtınsa maddiyatınada bakacaksın, maneviyatına da”. Yine İhramcızade İsmail Efendi ise “olamayanla çıkıp, adam toplayanlar kârhanedeki, fahişler gibidir” [3] dediğinde anlatılmak istenen duânın gerçek yüzünü bize biraz daha açar.
Duânın bir bölümü olan temenni ve arz u niyaz, daha çok arada mesafe bulundurduğumuz kişiler ile gerçekleşir. Onlar ile bağlantınız kelam seviyesinden öteye varamadığından, kalbî duygularla iyiliğinizi göstermek babından “benden emin ol, ben hakkında hayır düşünüyorum” [4] demektir.  Efendimizin “komşusu açken yatan hakkında bizden değildir” [5] ile “dünyada ve ahirette bize iyilik ver” in [6]arasını buluşturmaya kalktığımızda Ebuzer Gifari radıya'llâhu anhın meşerebi üzerine olmadıktan sonra duâlar yerlerden yukarı doğru seyredeceklerini düşünemiyoruz.
Ne yapalım?
Sorun “Layukellifulahu nefsen illâ ma ataha” [7]ile sınırlandırılmıştır. Bu sınırı başkalarının bilmesine gerek yoktur. Bunu kendimizin çok iyi bildiği de kesindir. 
Hakikatte kabul olan duâlar arasında insanın kendine yaptığı duâlar vardır. Bu duâ “kendine karşı dürüst olmak” [8]tır. “Olduğun gibi görün göründüğün gibi ol” demek olan bu duâyı yapmayanların ulaştıkları netice hüsran pazarında çürüklerini iyilerin altına saklayıp satmaya çalışan çiftçi olmaktır.  Farz ibadetlerde şu usul vardır. Vakti muayyende, yapılması gereken belirli fiileri yapmaktır. Vaktinde yapılmayan doğruluk kaza yerine ve bir başka manada endüşük seviyeli nafilelere  eş değerdedir.
Allah Teâlâ isticâb kıldığı duâlarda bir insana karşılığını gönderdiğini şu şekilde anlarız. İçine yalan karışmamış saflık halinin bulunması.
Hz. Şeyh Hacı Hasan Darendevî ye, bir genç himmet ve duâ için gelmiş. Hoş ve olumlu karşılanan bu karşılamadan sonra bir vakit geçmiş. Daha sonra genç muamelesinde bulunduğu husus için yaptığı bir hileden bahsedince, Şeyh Hacı Hasan Efendi buyurmuş ki; “İşin içine yalan karıştı. Biz bunda yoğuz.” [9]
Öncelikle duâlarımızı yıkan kendimize karşı dahi samimiyetsiz oluşumuzdur. Allah Teâlâ kendisiyle barışık olmayana yardım etmeyeceğini bu meselden de anlamış olduk. 
Duâ kapısı dilenciliğin baş dayanağıdır. Önemli olan istenilmesi gerekeni istemeli, nasıl isteniri  bilmeliyiz. Bunları biliyorsak zuhurat olur. Hafik Yarhisarlı Hüseyin Efendinin dediği üzere, “Allah Teâlâ vermedi deme, istemeyi bilmedin bari yalan söyleme.”  
Duâlarımız vardır, bir bakış gibi.
Duâlarımız vardır, bir buse gibi.
Duâlarımız vardır, rüya gibi.
İki kelimenin arkasında saklayıp tutmak değildir, duâlar.
Hakk için, gönlü temiz olan biri buldunuz mu, nefsinize ağır geleni söylüyorsa onu tutun. “İki şey arasında kalınca kendinize zor gelene uyun.” [10] Kabul olmuş duâlar dikenlerle çevirili cennetler ve güller gibidir. Kokladığınız gülü uzaktan her zaman sevebilmek mümkün olmadığından, bazen eliniz kanayacağını bilseniz de kavuşmak için koparmak istediğiniz olur. Katlandığınız bu elem kabullenmenin tek yoludur.
Gökler kabul edilmiş duâlar ile dolu olsa da, inişi/tecellisinin az oluşu, hakikat kuşlarının konacağı tuba ağaçlarının bulunmayışındandır. Kuşkonmaz ağaçlarda kuş yoksa, suç kuşlarda mı ağaçlarda mıdır?  aranıp duruyorsak, ağacımız kuşkonmazsa tek şey kalmıştır. O ancak kendimizdir. Kuşkonmaz ağaçlar, kedi ağacına dönmeden,  şecere-i rıdvan[11] altında bulunup, ruhumuzu serbest bırakacak “Fatıma eline” duyduğumuz ihtiyaç için gözümüzden iki damla yaş dökmenin zamanını kaybetmeyelim.
Taşlar vardır, pınarlar akar içinden.[12] Cırnaklarını felek geçirecekse kalbimize boyun eğeriz mecburen. Ancak duhâ vaktinde uyanık olup “Eli, eli lema şevaktani?” [13]sözlerini dememek için  bir “enni mağlubun”[14] u önceden söyleyelim ki canımızın sahibine naz etmiş oluruz. Herşeyin vaktini bulmak için “Hakk Teâlâ yardımlarını üzerimizden eksik buyurmasın” duâsını unutmamak gerekiyor.


[1] “ 'Sizi kulluğa, ibadete ve duaya davet etmese; sizin kulluğunuz, ibadetiniz ve duanız olmasa, Rabbim sizinle ilgilenmez, sizi önemsemez ey insanlar!
Ey inkâr edenler, siz tebliğ edilen Kurân’ı ve Rasulullah’ı yalanlarken, itaate yanaşmazken size de değer vermez. Bu sebeple dünyada ceza, âhirette azap yakanızı bırakmayacaktır.' diye ilan et. Furkan, 77, Ahmet Tekin
[2] Bu vakıaya şahidiz.
[3] İlm-i Ledun Sırları -Altuntaş
[4] “Çevresindeki insanların şerrinden emin olmadığı kişi, cennete giremez” Müslim, İman,bab,18, I, 68 H. No: 73
[5] Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” Buharî, Edeb, 12.
[6] "Onlar bir titreme tutunca: `Rabbim, dileseydin daha önce onları da beni de yok ederdin. Bizden beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi yok eder misin? Bu ancak senin bir denemendir. Bununla dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletirsin. Bizim dostumuz sensin. O halde bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağışlayanların en hayırlısısın. Bu dünyada ve ahirette bize iyilik ver. Biz sana yöneldik...' dedi." (A'raf Suresi, 155-156)
[7] İmkânı geniş olan, nafakayı imkânlarına göre versin; rızkı daralmış bulunan da Allah'ın kendisine verdiği kadarından nafaka ödesin. Allah hiç kimseyi verdiği imkândan fazlasıyla yükümlü kılmaz. Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratacaktır. Talak, 7
[8] Men arefe nefsehu
[9] Tasavvuratı Hayriyem- Hacı Hasan Akyol
[10] “İki hayırlı iş hakkında hangisinin daha hayırlı olduğuna dair tereddüde girersen nefsine hangisi ağır geliyorsa onu izle. Çünkü ona ağır gelen daima haktır.” İskender Ataiye
[11] Rıdvan beyatı.
[12] “Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı oldu. Çünkü taş vardır ki, içinden ırmaklar fışkırır. Taş vardır ki yarılır da içinden sular çıkar. Taş da vardır ki, Allah korkusuyla (yerinden kopup) düşer. Allah, yaptıklarınızdan hiçbir zaman habersiz değildir.” Bakara Suresi 74.Ayeti

MU’NUN ÇOCUKLARI

Şaman TÜRKSOY
01.06.2011
Geleneksel Hristiyan anlatılarına göre; çarmıha gerilmiş ve ölmek üzere olan İsa yüksek sesle “Hele, hele, lamat zabak ta ni” diye bağırmış, olay esnasında hazır bulunanlar İbranice ya da Ön Asya dillerinden hiçbirine ait olmayan bu sözlerden bir anlam çıkaramamışlar, “Alahım, Allahım! Beni neden yalnız bıraktın?” anlamına gelen “Eli, eli lema şevaktani?”şeklinde Aramice bir cümle olduğunu sanmışlardır. Bu olay Matta İncili’nin 27.bölüm/46 nolu ayetinde şöyle anlatılır: “…Saat üçe doğru İsa yüksek sesle, Elî, Elî, lema şevaktani? diye bağırdı…”.
(İsa’nın bu söylemi bazı kaynaklardaEloi, Eloi, lama sabachthani”şeklinde geçmektedir.)
Halbuki İsa çektiği büyük acıyı ve ıstırabı hazır bulunan düşmanlarına sezdirmemek için, senelerce Hindistan’da ve Himalaya manastırlarında öğrendiği Mu dili ile “Hele, hele lamat zabak ta ni “ yani “Fenalaşıyorum, fenalaşıyorum, yüzümü karanlık istila ediyor”anlamına gelen bu sözleri sarfetmiştir. Maya dili, Mu dilinin devamı niteliğindedir. Maya dili konusunda uzman bulunan Prof. Don Antonio Batres Jaurequi ‘in açıklaması kaynak gösterilerek kitaba konulmuş olan bu bilgi İsa’nın da bir Naa-caal rahibi olduğuna işaret etmektedir.
***********

MÂ VEDDEAKE RABBUKE: “RABBİN SENİ TERK ETMEDİ

 Sabah olunca tüm başkâhinlerle halkın ihtiyarları, İsa’yı ölüm cezasına çarptırmak konusunda anlaştılar. O’nu bağladılar ve götürüp vali Pilatus’a teslim ettiler. İsa’yı ele veren Yahuda, O’nun mahkûm edildiğini görünce yaptığına pişman oldu. Otuz gümüşü başkâhinlere ve ihtiyarlara geri götürdü.  “Ben suçsuz birini ele vermekle günah işledim” dedi. Onlar ise, “Bundan bize ne? Onu sen düşün” dediler. Yahuda paraları tapınağın içine fırlatarak oradan ayrıldı, gidip kendini astı. Paraları toplayan başkâhinler, “Kan bedeli olan bu paraları tapınağın hazinesine koymak doğru olmaz” dediler. Kendi aralarında anlaşarak bu parayla yabancılar için mezarlık yapmak üzere Çömlekçi Tarlasını satın aldılar. Bunun için bu tarlaya bugüne dek `Kan Tarlası’ denilmiştir. (Matta; 27/1-8)
İsa valinin önüne çıkarıldı. Vali O’na, “Sen Yahudilerin Kralı mısın?” diye sordu. İsa, “Söylediğin gibidir” dedi. Başkâhinlerle ihtiyarlar O’nu suçlayınca hiç karşılık vermedi. Pilatus O’na, “Senin aleyhinde yaptıkları bunca tanıklığı duymuyor musun?” dedi.  İsa bir tek konuda bile ona cevap vermedi. Vali buna çok şaştı. Her Fısıh bayramında vali, halkın istediği bir tutukluyu salıvermeyi adet edinmişti. O günlerde Barabas adında ünlü bir tutuklu vardı. Halk bir araya toplandığında, Pilatus onlara, “Sizin için kimi salıvereyim istersiniz, Barabas’ı mı, Mesih denilen İsa’yı mı?” diye sordu. İsa’yı kıskançlıktan ötürü kendisine teslim ettiklerini biliyordu. Pilatus yargı kürsüsünde otururken karısı ona, “O doğru adama dokunma. Dün gece rüyamda O’nun yüzünden çok sıkıntı çektim” diye haber gönderdi. Başkâhinler ve ihtiyarlar ise, Barabas’ın salıverilmesini ve İsa’nın öldürülmesini istesinler diye halkı kışkırttılar. Vali onlara şunu sordu: “Sizin için ikisinden hangisini salıvereyim istersiniz?”  “Barabas’ı” dediler. Pilatus, “Öyleyse Mesih denen İsa’yı ne yapayım?” dedi. Hep bir ağızdan, “Çarmıha gerilsin!” dediler. Pilatus, “O ne kötülük yaptı ki?” diye sordu. Onlar ise daha yüksek sesle, “Çarmıha gerilsin!” diye bağrışıp durdular. Pilatus, elinden bir şey gelmediğini, tersine, bir kargaşalığın başladığını görünce su aldı, kalabalığın önünde ellerini yıkayıp şöyle dedi: “Bu adamın kanından ben sorumlu değilim. Bu işe siz bakın!” Bütün halk şu karşılığı verdi: “O’nun kanının sorumluluğu bizim ve çocuklarımızın üzerinde olsun!” Bunun üzerine Pilatus onlar için Barabas’ı salıverdi. İsa’yı ise kamçılattıktan sonra çarmıha gerilmek üzere askerlere teslim etti. (Matta; 27/11-26)
Dışarı çıktıklarında Simun adında Kireneli bir adama rastladılar. İsa’nın çarmıhını ona zorla taşıttılar. Golgota, yani Kafatası denilen yere vardıklarında içmesi için İsa’ya ödle karışık şarap verdiler. İsa bunu tadınca içmek istemedi. (Matta; 27/32-34)
Bütün ülkenin üzerine öğleyin saat on ikiden saat üçe kadar süren bir karanlık çöktü. Saat üçe doğru İsa yüksek sesle, “Elî, Elî, lema şevaktani?” yani, “Tanrım, Tanrım, beni niçin terk ettin?” diye bağırdı. Orada duranlardan bazıları bunu işitince, “Bu adam İlyas’ı çağırıyor” dediler. İçlerinden biri hemen koşup bir sünger getirdi, ekşi şaraba batırıp bir kamışın ucuna takarak İsa’ya içirdi. Diğerleri ise, “Dur bakalım, İlyas gelip O’nu kurtaracak mı?” dediler.  İsa, yüksek sesle bir kez daha bağırdı ve ruhunu teslim etti. (Matta;27/45-50)
 

Henüz iki ile başlayan yaşlara yeni adım atmışım. [yirmili] Felsefe ve teoloji merakım en kibirli, en alevli safhasında. Özellikle bazı mukaddes şahsiyetlerin hayatlarına dair ayrıntılar üzerine okuyorum. Kutsal kitapları da öyle; altlarını çize çize, geniş paragraflı notlar çıkara çıkara. Ancak bu temel bilgileri aşan kaynaklara, yorum ve tartışmalara ulaşma becerim henüz çok zayıf. İngilizce yazılanları anlama yetim de öyle. Samimi bir arkadaşım var. Ablası Almanya’da yaşıyor uzun zamandır. Onunla paylaşıyorum arada kafama takılanları. O da meraklı biri. Sabahlara dek oturup konuştuğumuz oluyor. Böyle gecelerden birinde, Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği esnada ettiği o cümleden bahsediyorum: “Elî, Elî, lema şevaktani?”  dediğinden. O zamanlar bu cümlenin Hıristiyan teologları arasında da çokça tartışılan bir alan yarattığından haberli değilim.  Benim de çok kafama takıldığını anlatıyorum uzun uzun. Bir türlü işin içinden çıkamıyoruz. Derken arkadaşım; ablasının görüştüğü önemli sayılacak pozisyonda bir Katolik kilise görevlisi  olduğunu, ablasına bakılırsa adamın çok yetkin bir teoloji bilgisi bulunduğunu, adresini alarak ona yazıp, aklıma takılan bu şeyi sorabileceğimi söylüyor. Mal bulmuş magribi gibi atlıyorum bu fikrin üzerine. Ablasına telefon ediliyor, adamın adresine ulaşılıyor. Hemen kolları sıvıyorum bir İngilizce mektup yazmaya-ne de olsa papaz efendinin iyi derecede İngilizce bildiğini de öğrenmişiz abladan. Mektup sandığımdan çok daha uzun zaman alıyor. Kötü İngilizcemi yanımda envai sözlükler, şunlar bunlarla “Ben var size önemli bir şey sormak” mesabesine çıkarma derdindeyim. Nihayet mektup yazılıyor, postalanıyor. Aradan sanıyorum on gün falan geçtiğinde-her günü sabırsızlıkla geçirip, çok bekledim, iyi anımsıyorum- papaz efendiden mektup geliyor. Çok düzgün bir bitişik el yazısıyla, siyah dolmakalemle yazılmış tamı tamına yedi buçuk sayfalık bir mektup.
Büyük heyecanla, evrenin sırlarını bana ifşa eden bir kriptoymuşçasına okuyup anlamaya çalıştım mektubu. Kendi anlayışımdan tatmin olmayıp, birinden yardım alarak yeniden okudum; hatta çevirisini saatlerce uğraşıp yazdım bir deftere. Hıristiyanlık propogandasına vardırmış olmasa da yer yer tebligatçı satırlar bir yana, sahiden çok içtenlikle cevap verme arzusu taşıyordu mektup. Adama bu bakımdan hayran bile oldum. Ancak sık sık yaptığı tekrar cümlelerine rağmen, kalın kafama takılı o şey, takıldığı yerdeki sabitliğini koruyordu. Bir çok kaynak adına atıf yapıyordu. Zerre anlamıyordum. Dahası açıklamaları, benim o güne dek ulaştığım izahatlardan dirhem fazlasını vaad etmiyordu. Kısa bir teşekkür mektubu yazıp, bu konuyu kapatmaya karar verdim. Papaz efendi bir kez daha yazdı bana. Genç yaşta, üstelik farklı bir din mensubu olarak ona bu tür sorular sorduğum için beni övüyor; ona ne zaman istersem yazabileceğimi söylüyordu. Bir daha yazmadım. Bir daha yazmadı. Kafama takılanı olduğu yerde bırakıp, konuyu kapattım. Bir anlamda dönem dönem soruyu rölantiye aldım. Her yanıtlama çabası, yeni soru dağarcıkları getirdiğinde, yıldım. Hz. İsa sorusuna yanıt alsa da, ben soruyu sorma nedeninin peşini bıraktım. Artık daha çok öykü ve roman okumaya başladım.
Matta İncili’nin 27. Bölüm 46. Ayetinde; Markos İncili’ninse 15. Bölüm  34. Ayetinde yer alan  “Elî, Elî, lema şevaktani?” yani, “Tanrım, Tanrım, niçin terk ettin beni?” biçimindeki haykırış diğer iki kanonik [genel olarak kabul edilen] İnciller olan Yuhanna ve Luka’da bulunmuyor. Aradan onca zaman geçmişken, tamamen rastlantı eseri, yine bu cümleye döndüm. Rastlantı dediğim şuydu: Kur’an’da yer alan güzel bir sure, Duha Suresi. Kuşluk vakti üzerine and olsun diye başlıyor Duha Suresi; 3. Ayet’te ise Mâ veddeake rabbuke ve mâ kalâ” deniyor. İşte bu cümleyi okur okumaz  birden durakladım. Çünkü “Rabbin seni terk etmedi” anlamına geliyordu: Rabbin seni terk etmedi.

 

Zaman nedir?
Doğumu milad olup, bir takvime sıfır noktası kabul edilen zat açısından bakıldığında hele zaman nedir?
Bükülgen midir mesela, döngüsel mi, doğrusal mı?
Sürekli genişlemekte olan evrenin esnemesine uyarlanmış bir tatlı rüyalar repliği mi? 
Zamanı Tanrı yaşar! 
Defaatle alıntıladım bu cümleyi; “Öd tengri yaşar, kişi ogli köp ölgeli törümiş.”  Bundan yaklaşık 12 yüzyıl önce dikilen Göktürk Anıtları üzerindeki cümlelerden biri. Hakikaten de “zamanı Tanrı yaşar. İnsanoğlu hep ölümlü türemiş”. Hz. İsa da öyle. Tam kendini feda ediş, çarmıhta ruhunu teslim ediş esnasında sorduğu o yakıcı soruya, bizim zaman anlayışımız bakımından yüzyıllar sonra cevap geldi belki. Ama Tanrı açısından zaman neydi, nedir; var mıdır kimse bilmez.
Duha Suresi’nin “iniş” sebebini elbette biliyorum. Kutsal metinlere ilişkin herhangi bir “tevil” küstahlığına kalkıştığımı düşünenlere tek bir şekilde karşılık verebilirim. Tanrı sözü konu olduğunda, verilmiş cevap kimindir? 
Soruyu kim en samimi iç yangınıyla sormuşsa, cevap onadır bana kalırsa. Kim figan etmiş ah çekmişse, kimsesizlerin kimsesi ona (da) cevaptır. 
Şimdi bizim nezdimizde bambaşka zamanlarda, bambaşka dillerde sorulmuş soruyu yinelemek istiyorum: “Elî, Elî, lema şevaktani?/Tanrım, Tanrım, niçin terk ettin beni?” Belki ona (da) verilmiş cevabı da: “Mâ veddeake rabbuke ve mâ kalâ/Rabbin seni terk etmedi”
Notlar:
Öğleyin on ikiden üçe kadar bütün ülkenin üzerine karanlık çöktü.(Matta, 27/45; Markos, 15/33 )
Saat üçe doğru İsa yüksek sesle, “Eli, Eli, lema şevaktani?” yani, “Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?” diye bağırdı.(Matta, 27/46; Markos, 15/34)
Kur’ân-ı Kerim; 93-Duha Suresi:
1- Vedduha/Kuşluk vaktine andolsun,
2- Vel leyli izâ secâ  /‘Karanlığı iyice çöktüğü’ zaman geceye,
3- Mâ veddeake rabbuke ve mâ kalâ / Rabbin seni terk etmedi ve darılmadı.
4- Ve lel âhıretu hayrun leke minel ûlâ /Şüphesiz senin için son olan, ilk olandan (ahiret dünyadan) daha hayırlıdır.
5- Ve le sevfe yu’tîke rabbuke fe terdâ/ Elbette Rabbin sana verecek, böylece sen hoşnut kalacaksın.
6- Elem yecidke yetîmen fe âvâ./Bir yetim iken, seni bulup da barındırmadı mı?
7- Ve vecedeke dâllen fe hedâ. / Ve seni yol bilmez iken, ‘doğru yola yöneltip iletmedi mi?
8- Ve vecedeke âilen fe agnâ  / Bir yoksul iken seni bulup zengin etmedi mi?
9- Fe emmel yetîme fe lâ takher/ Öyleyse, sakın yetimi üzüp-kahretme.
10-Ve emmes sâile fe lâ tenher./ İsteyip-dileneni azarlayıp-çıkışma.
11- Ve emmâ bi ni’meti rabbike fe haddis/Rabbinin nimetini durmaksızın anlat.

Erişim: http://eski-tas.blogspot.com.tr/2013/07/ma-veddeake-rabbuke-rabbin-seni-terk.html
EK-YORUM:
[Not: Aşağıdaki bilgi ilk sürümde yoktur: Sahibi İma C Çelik’ten özür dileriz.]

HAZRETİ İSÂ ALEYHİSSELÂMIN YARATILIŞINDAKİ SIR

Mürşid-i Kâmil Şeyh Şerâfeddin Bingöl kaddesellâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;
Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretlerine hamdü senalar ederiz ki, bizi fazl ve inâyet-i ezeliyesi ile nimetlerin en âlâsına ve efdal-i İlâhiyye'nin en azîzi olan iman ve İslam’la müşerref kıldı, cümle enbiyâ-ı mürselîn hazerâtının büyüğü ve kıyametten sonra dahi Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın,
-”Yâ Habîbim Muhammed, vazifeniz tamam oldu” hitâb-ı İlâhîsi erişinceye kadar, şeriatın envâr ve fezâilinin bakî ve carî olduğu Seyyid-i Kâinat aleyhi ekmelü't-tahiyyat aleyhissalâtü ve’s-selâm Efendimizin ümmetinden kılmıştır. Elhümdülillâhi Teâlâ.
Ve yine hamdü senalar olsun ki;
Mahkeme-i Kübrâ’da da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin envâr-ı şeriat ve ba'si (gönderilişi) bakî olup, o günden sonra yine 80 bin sene tamam oluncaya kadar şefaati câridir. Şefaati carî oldukça ba’si dahi bakî olur. Yalnız Hakk Teâlâ 50 bin sene sonra mezkûr hitabı kendisine karşı tevcîh buyuracaktır. O hitap tevcîh oluncaya kadar, ümmetinin umuru ile iştigâl edecektir. Kelâmullâhi'l- ezelin ahkâm, envâr ve âyâtı dahi, o zaman Cenâb-ı Hakk Hazretlerinin Zât-ı Akdes'ine iade olunacaktır. Cennet ve cehennem ehli arasında da bir daha görüşmemek üzere durum hâsıl olacaktır.
Rasülullâh aleyhisselâm, ümmetine ve ümmetinin hidâyet bulması için ne kadar haristir ki, Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın kendisine;
-”Yâ Habîbim Muhammed, vazifeniz tamam oldu” diye hitap ettiği halde, daha 30 bin sene ümmetinin umuru ile iştigâl etmektedir.
Cümle enbiyâ-ı mürselîn-i kiramdan Cenâb-ı Hakk, ahd-u mîsak alırken vâkî olan bir muahede (antlaşma) zikrediyorum, şöyle ki;
Cenâb-ı Hakk bilcümle enbiyânın ervahını yarattığında evvelâ Rasûlullâh aleyhisselâmı tasdik ettirdi. O gün yevmü'l-incilâdır  (Cilâlanma, Parlama) ve hem de yevmü'l-icâbe'dir.
Bu ahdi almak üzere Cenâb-ı Hakk enbiyâ ve mürselîni davet ettiğinde; muahededen önce, Seyyidi Kâinât aleyhisselâm dedi ki:
-”Yâ Rab, ahdü mîsakdan evvel ümmetimin efradından sâdır olacak küçük ve büyük günahları ile o eshâbı seğâir (küçük) ve kebâir (büyük) olan ümmetimi bana göstermenizi niyaz ederim.”
Cenâb-ı Hakk da büyük ve küçük günahlarından bir tanesi kalmadan, ümmetinden sâdır olacak günahlar ile günah sahiplerini gösterdi. Rasûlullâh aleyhisselâm üç kere o ümmet ile günahları üzerine nazar buyurdu.
Sonra:
-”Yâ Rab, büyük ricâlullâhın sulbüne girmeden (Hz. İsâ aleyhisselâm) ve dünyaya gelmeden nizâm-ı hilkatten hariç kalan ve sıfat-ı İlâhiyyenizin tamamını iktisap eden (kazanmış) ve evsâf-ı beşeriyyesine evsâf-ı İlâhiyye ve melekûtiyyesi galip olan bir hâdim-i (hizmetkârı) ümmetim için bağışlayın” diye niyazda bulundu.
Bu münâcaat ruhların ahdinden öncedir. Zerrâtın uhûdu (ahitleşmesi), ervahın uhûdundan binlerce sonradır. Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın tecelli-i ilâhiyyesi, ervâh-ı enbiyâ-ı mürselîne oldu. Enbiyâ-ı mürselîn de bu tecelliyi aynen hakikat-ı Muhammediye gibi müşahede ettiler. Cenâb-ı Hakk enbiyânın içinden bir ruhu davet ederek ona Seyyidi Kâinat aleyhisselâmın ruhunu gösterdi ve buyurdu ki:

-”BU SENİN (RUH OLARAK) ASLINDIR VE BABANDIR.”

Cenâb-ı Hakk o ruhu, sahibi olan Nebiyy-i zîşânın ümmetine hadim kıldığını da beyân buyurdu. Efendimiz de:
-”Yâ Rab, bunu benim ümmetim için en muhtaç olduğu zamanda hadim kıl ki, ümmetimin üzerinde cereyan eden envâ-ı fitne ve fesâd son dereceye vardığında hadim olsun.”
Cenâb-ı Hakk da kabul buyurdu.
-”Yâ Habîbim Muhammed, yüzyirmidört bin (124 bin) enbiyânın ümmetlerinin adedinde senin ümmetini ihyaya ve irşada ve onları hidâyete sevk etmeğe selâhiyet ihsan edeceğim. Arzu ettiğiniz zamanda, o selâhiyet-i tâmme ile beraber onu ümmetinize hadim (hizmetkâr) kılarım.”
Cenâb-ı Hakk Rûhullâh İsâ aleyhisselâma buyurdu ki:
-”Sen Nebiyy-i Mürselsin, benim kütübü ilâhiyyemden iki kitabın faziletini duyacaksın.”
Hakk Teâlâ Hazretleri o makâm-ı mahsûsta kendisine İncîl-i Şerîf ile Kur'ân-ı Azîmüşşânı tâlim buyurdu. Cenâb-ı Hakk kendisine muallim oldu. Sonra kendisine dördüncü semâda bir makam gösterdi ve buyurdu ki:
-”Bu makâm-ı dâvet'tir, ben seni dünyadan bu makama davet ederim. Kıyamete kadar bu makamda kalacaksın. Burada bulunduğunuz müddetçe ikinci defa yere davet edinceye kadar bu makamda Habîbim Muhammed aleyhisselâmın ümmetine hadim olacaksın.”
Bu minval üzere cümle Enbiyâ-ı mürselîn hazerâtından da ahd ve mîsak aldı.
İsâ aleyhisselâm 33 yaşında iken semâya ref olunmuştur. O günden itibaren İsâ aleyhisselâmın âlem-i melekûtta ifa edeceği vezâif-i ubûdiyyet, ümmeti Muhammed için istiğfar olacağı tesbîh ve münâcaattan ibarettir. Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın irâde- i ezeliyesi İsâ aleyhisselâmın ibrazına taalluk buyurduğunda, İsâ aleyhisselâmın makamı olacak olan makâm-ı davete, 124 bin enbiyâ ervahı ve 199 melâike taifesi imâm ve reisleri ile beraber davet olundu. Bu melaikenin her bir taifesinin imâm ve reisleri ise, ümmeti Muhammed'in enfâsı (yani nefesleri) adedindedir. Bu azîm ictimâya nazar edince bilcümle enbiyâ ve mürselîn-i kiram taaccüp ettiler. Meleklerle teârüf (Birbirini tanımak) orada hâsıl oldu. Cenâb-ı Hakk bu kadar enbiya ve melâikey-i kiram beyninde Cibrîl-i Emîn'e:

-”Yâ cibrîl, ben seni Meryem Binti İmrân'a gönderiyorum, zuhûriyet anında mahlûkâtın ekmeli ve efdali olan Habîbim Muhammed'in şekli üzerine nazil olacaksın ve kendini beşer olarak göstereceksin. Göstereceğin şekil ve sureti habîbimin şekli üzere temsîl edersin.”.

Cenâb-ı Hakk Seyyidi Kâinat aleyhisselâma hitaben:
-”Yâ Habîbim buna râzımısın Bu senin ümmetinin hadimi olan ve arzun veçhile ıslâh-ı beşere girmeden, doğru dünyaya gelecek. Bu hadime asıl ve mebde hakkı olmaya razı mısın?”
Rasûlullah Efendimiz:
-”Yâ Rabbe'l-'izze ve'l-Azame, emr-i irâde sizindir. Emrinize razıyım.” dedi.
O saatte Hakk Teâlâ, İsâ aleyhisselâmın validesi Meryem aleyhisselâma vahiy ile Cibrîl-i Emîn'i gönderdi:

-”Yâ Meryem, Cenâb-ı Hakk selâm eder, buyuruyor ki: İrâde-i ezeliyem ile ben, üzerine bir rûh ref ediyorum. O ruhu ref ederken eşref-i mahlûkâtım olan habîbim Muhammed aleyhisselâmın hakikatini sana izhâr (gösterip) ve temsîl ederim. Ve o vâsıta ile ref olunarak senden bir mevlûd zuhur ettirmek (yani bir çocuk dünyaya getirmeni) istiyorum. Sen razı mısın?”

Meryem aleyhisselâm da:
-”Allah'ın emrine razıyım” diye cevap verdi. Cibrîl-i Emîn hazreti Meryem'in rızâsını arz edince Cenâb-ı Hakk, o 199 melâike taifesine emir buyurdu:
-”Meryem'i Beytullah denilen makama celp ve dâvet ediniz.”
Bi-mûcibi emir, hazreti Meryem'i Beytullâh'a getirdiler. Bilcümle enbiyâ ervahı dahi makâm-ı davetten nazar ediyorlardı. Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın irâdesi ile Hazreti Meryem'e gönderilecek olan Hakîkat- ı Muhammediyye'yi, enbiyâ hazerâtı müşahede edince, meleklerle birlikte gayş ve sekrete düştüler. (hayret ve sarhoşluğa)
Bilcümle eczâ-i kâinat üzerine bir zevk ve neş'e sirayet etti ki, Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın, kâinatı halk buyurduğundan beri böyle bir zevk ve sürür hâsıl olmamıştı. Cenâb-ı Hakk 124 bin enbiyâ ve mürselîn ve 199 taife-i melâikenin huzurunda ve onların şehâdetleri üzerine ve Rasûlullâh aleyhisselâm ile Meryem aleyhisselâmın rızâları veçhile hükmü İİâhiyyesini itmâm ve infâz buyurdu. (tamamlandı ve uygulandı) Bu hükmü ilâhiyyenin merasimi de âlem-i melekûtta icra olundu.

Bu tecellî ve zuhurat üzere İsâ aleyhiselâmın ruhu hakîkatı Meryem aleyhisselâma nefh olundu, İsâ aleyhisselâmda 3 hakikat birleşti.

Biri İlâhî, diğeri Cibrîl aleyhisselâmın melekûtî hakîkatı ve üçüncüsü de Rasûlullâh Efendimiz'in Hakîkatı Muhammediyyesidir.

İsâ aleyhisselâm rahm-i mâderde (ana karnında) karar olduğu lahzadan itibaren Hakîkatı Muhammediyye'nin 7'inci mertebedeki hulâsası ile terbiye oldu.

Validesinin rahminde karar olduğu lahzadan (andan) itibaren yine o, nutfe-i tâhire, ümmeti Muhammed için istiğfar ederdi. Makâm-ı davette ve yevmi ahd'de kendisine gösterilmiş olan bu ümmetin büyük ve küçük günahlarına tevbe ve istiğfarda devam ediyordu. İşte bu derece mukaddes ve mükerrem olan ve Seyyidi Kâinât'ın ümmetine hadim olan İsâ aleyhisselâma hâmile olduğunda, Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı Kerîminde kendisine melâike vasıtasıyla:
-”Bismillah yâ Meryem, innallahe's-tafâki ve tahhereki ve's-tafâki alâ nisâi'l-âlemîn “ (Âl-i İmrân, 42. “Melekler şöyle demişti: Ey Meryem! Allah seni seçip temizledi, dünyaların kadınlarından seni üstün tuttu.”)  diye hitap buyurmuştur. Bu kadar taltif ve tekrîmin aslı ve esbabı ise akl-ı ezeliyey-i İlâhî ile Seyyid-i Kâinat aleyhisselamın zevcesi olduğundandır. Ve kendisine hakîkat-ı Muhammediyye'nin zuhûriyyet ve şekli üzere Cibrîl-i Emîn aleyhisselâm nazil olduğundandır. Ve Seyyidi Kâinat aleyhisselamın ümmetine en muhtaç zamanda hadim olan İsâ aleyhisselamın validesi olduğundandır.
Yine Mürşid-i Kâmil Şeyh Şerâfeddin Bingöl kaddesellâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;
-”Eyyühe’l-ihvân ve'l-ahbâb, İsâ aleyhisselamın bu umûmî hizmetinden, Rasûlü Ekremimizin arzu buyurduğu zamandan biri de 1353 senesinin Rebîu'l- Evvel'in 7‘inci (20 Mayıs 1934 Çarşamba) gecesidir. Bu geceye tesadüf ile İsâ aleyhisselamın hizmet-i mukaddeselerine nail ve mazhar olacak ümmetin içinde bizlerin de dâhil olduğu muhakkaktır. Bu umûmî hizmetin meyânında husûsî hizmetler de vardır. O husûsî hizmetlerden birisi de menâbiîn (vekillik) hakîkatından anlaşıldığı üzere hakkımızda ifâ edilecek olan hizmet-i takdîsedir. Bu nîmetullâhı cümlenize tebşîr ediyorum.
İsâ aleyhisselamın zuhûriyet ve hilkat-i beşeriyyeti ve neş'eti hakkında beyân edilecek hakâyık çoktur. Lâkin şimdiye kadar hukemâ-i İslâmiye’den gelenlerin hiçbiri bu kadarını dahi söylemeye ve beyâna mukdedir olamamışlardır. Bu kadarlıkla iktifa ediyorum. Fazla söylemek ve beyân etmek belki mûcib-i vedâ-i tereddüt olması muhtemeldir”.
(Kaynak: Hasan BURKAY, Menâkıb-ı Şerefiyye [Kitap]. - Ankara (Beş Cilt) : Çınar Yayınları, 1995-2010, c. V, s. 5-11)Formun Altı
Formun Üstü

[14] 10.Fe dea rabbehu enni mağlubun fentesır
10. Bunun üzerine Rabbine: "Ben yenik düştüm, yardım et!" diye yalvardı.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar