Print Friendly and PDF

Şeyh Sâdî Şirâzî


DUÂLARIN GARİP HALLERİ
Şahlardan birinin iplik çıbanı [Öldürücü bir çıban türü.]  geçirdiğini ve bu hastalıktan iğneye dön­düğünü duydum. O derece zayıflamıştı ki, emri altındaki güçlü insanları kıs­kanır olmuştu. Şah, satranç tahtasında her ne kadar namlı ve şanlı ise de, güç­ten düşünce piyonlardan değersiz kalır. Hizmetkârlarından biri, padişahın hu­zurunda yer öpüp; “Saltanatınız daim olsun” diye dua ettikten sonra konuş­masına başladı;
“Padişahım; bu şehirde nefesi güçlü, mübarek bir zat var. Kul­lukta eşi-benzeri olmayan dini bütün bir insan. Hastalığı ve derdi olanlar ya­nma giderler. O da güçlü nefesiyle onları iyi eder. Mübarek zatın bugüne ka­dar uygunsuz davranışı görülmemiştir. Gönlü nur dolu, ağzı kuvvetli, duaları makbul biridir. Ferman buyurun, hemen gelsin, güçlü nefesiyle size dua etsin. Allah’ın izniyle siz de bu hastalıktan kurtulun.”
Bu öneri, padişahın hoşuna gitti ve derhal hizmetçilerine o zatı getirme­lerini emretti. Gidip adamı saraya davet ettiler. Yaşlı zat geldi. Yoksullar gibi giyinmişti. Dışındaki değersiz elbiseye aldanmamak gerekir. Zira içindeki in­san çok değerlidir. Mübarek zatın geldiğini padişaha arz ettiler. Padişah, ma­kamına kabul edip ricada bulundu;
“Ey akıl ve irfan sahibi zat; gördüğün gibi iplik çıbanı illetine müptela oldum, ne olur benim için dua buyur!”
Yaşlı zat iki büklümdü, çıkışarak cevap verdi;
Acem padişahı, bu uyarıları duyar duymaz utancından kızardı. Üzgün bir dille mırıldandı; “Kızmamalıyım hemen. İhtiyar, doğru söylüyor.” Ardın­dan hizmetçilerini çağırdı, onlara zindandaki tüm mazlumların bırakılması­nı emretti.
İhtiyar bunun üzerine iki rekât namaz kılıp ellerini havaya kaldırdı, dua etti;
“Ey gökleri yücelten Allah’ım; şu kuluna gücenmiş, onu derde salmıştın. Şimdi tövbesini kabul buyur, onu affet, hastalığına şifa ver. "
İhtiyar, henüz duasını bitirmeden birden hasta, ayağa kalktı. Ayaklarındaki ipten kurtulmuş tavus gibi, sevincinden havalara uçacaktı. Hizmetçileri­ne derhal emretti. Hâzinesinde ne kadar mücevher varsa ayağına, ne kadar al­tın varsa başına döktüler. Ama bunlara tenezzül etmedi ihtiyar. Mücevherler­le altınları bir kenara iterken padişaha bakıp şöyle dedi;
“Batıl uğruna, hakkı gizlemek doğru olmaz. Ben sadece görevimi yaptım. Şayet bir daha iplik çıba­nı çıkarmak istemiyorsan, zulüm ipini eline alma. Bir kere düştün, kurtuldun. Bir daha ayağını kaydırma.”
Ey kitabımı okuyan insanlar! Sadî’nin şu doğru sözüne kulak verin: “Dü­şen adam, her vakit kalkamaz.”
Kaynak: Şeyh Sâdî Şirâzî –Bostan
On birinci Hikâye
Bağdat’ta duaları kabul olunan bir derviş çıktı ortaya. Bunu Haccâc bin Yûsuf’a [Zalimliğiyle meşhur bir Emevi kumandanı.] haber verdiler. Haccac, adamı yanına çağırıp; “Benim için hayırlı dua et” di­yince, derviş hemen oracıkta
 “Ya Rabbi, bu Haccâc kulunun canını al” diye dua etti. Haccâc şaşkın bir halde;
“Derviş, bu nasıl dua böyle? Allah için ko­nuş!” deyince, derviş hemen cevap verdi;
“Bu dua, hem senin hem de memle­ketin hayrı için.”

Ey elinin altındakileri inciten güçlü insan!
Ne vakte kadar böyle pervasızca zulmedeceksin.
Sultanlık neyine senin! Halkına zulmettiğin için,
Bir an evvel ölmen, çok daha iyidir senin.

HZ. MUSA’DA DUAYI YANLIŞ MI ETTİ?
Giyeceği olmadığından kumun içinde gizlenen bir yoksul, Hazreti Mu­sa’yı görünce;
“Ey Musa! Benim için Rabbine dua et de yetişecek kadar nzık versin!” dedi. Hz.Musa dua etti. Yüce Allah yetecek kadar dünyalığını yoksula ihsan etti. Aradan birkaç gün geçince Musa, adamı tutsak bir halde görüp çev­resini saran kalabalığa; “Burada ne oluyor?” diye sordu. “Bu adam şarap içip kavgada birini öldürmüş. Kısas için götürüyorlar” diye cevap verdiler.

Miskin kedinin şayet kanadı olsaydı,
Dünyada serçe yumurtası bırakmazdı.
Öküzdeki boynuzlar eşekte olsa,
Kimse yanaşamazdı yanına.
Makam ve güç kazanan acizler,
Acizlerin bileğini büker.

Musa, bu olaydan sonra Rabbine niyaz edip şu ayeti okudu:
Allah kullarına haklarından fazla rızık verseydi, yeryüzünde bozgunculuk yaparlardı.’ [Şûrâ Sûresi, 27]
 Ey kibirli insan!
Seni tehlikeye sokan neydi ki,
Sonunda helak oldun. Keşke karınca uçmasaydı.
Alçak kişi makam, altın ve gümüş bulmuşsa şayet
Onun ensesine tokat atmaktan başka çare yok.
Eflatunun ne dediğini işitmedin mi hiç?
Karıncanın kanatsız olması çok daha iyidir.’
Babanın malı çoksa da çocuğun bitmez arzusu var.
Seni zengin etmeyen, uygun olanı senden iyi bilir.

Kaynak: Şeyh Sâdî Şirâzî –Gülistan

Bağdat’ta geçen şu hikâyeyi dinle!
Sancakla perde arasında mücadele başlamıştı; Sancak yolun tozundan, üzengi zahmetinden gücenip perdeye şöyle demiş:

‘Ben ve sen her ikimiz de tüccar malıyız.
Üstelik ikimiz de sarayda ve divandayız.
Ben hizmet etmekten bir an dinlenemiyorum,
Yerli yersiz seferlere çıkıyorum,
Sen ise ne eziyet, ne sefer, ne çöl,
Ne kasırga, ne toz, ne yol görüyorsun.
Ben senden daha çalışkan iken,
Sen benden yine de kıymetli oluyorsun.
Senin yerin ay yüzlü köleler,
Yasemin kokulu cariyelerle dolu,
Benimki sefere çıkmaktan başı dönmüş
Hizmetkârların ayakyolu.
Söyle perde söyle! Niçin sen böylesin,
Ben öyle yorgun halde?
Perde cevap verdi:
Kaynak: Şeyh Sâdî Şirâzî –Gülistan
Temiz kalpli, iyi soylu, akıllı bir delikanlı deniz yoluyla Rum kıyılarına çıktı. Kıyıdakiler onun erdemli, temiz kalpli ve akıllı biri olduğunu görünce, eşyalarını alıp onu iyi bir yere götürdüler. Delikanlı, günlerini burada konak­layarak geçirmeye başlamıştı ki bir gün, orada yaşayan âbitlerin ulularından biri, delikanlıya;
“Şu mescidin tozunu alıver.”
diye emretti. Delikanlı, bu emri işitir işitmez hiçbir şey demeden oradan çıkıp gitti. Bir daha izini gören olma­dı. Bunun üzerine şeyh ve müritleri delikanlının gidişini, hizmet etmek iste­mediğine saydılar. Yine bir gün müritlerden biri, onu yolda yürürken yakala­yıp hemen sordu;
“Dostum! Kötü fikre uyup aldanmış oldun. Allah dostlarının hizmetle makama erdiklerini bilmiyor muydun?” Delikanlı, yana yakıla ağlamaya başlayıp;
dedi.
Tarikata giren her dervişin tek gayesi kendini hor görmektir. Yücelik isti­yorsan, alçakgönüllü olmaya gayret et. Yücelik bir damsa, merdivenleri alçak­gönüllülüktür. Meyve veren dal nasıl baş aşağı sallanıyorsa, akıllı insan da al­çakgönüllü davranıp boynunu eğer.

Kaynak: Şeyh Sâdî Şirâzî -Bostan
Arkadaşlarımdan biri yüzüne gülmeyen talihten şikayet etti ve dedi ki; “Ailem çok, kazancım az. Yokluk yüküne daha fazla dayanamıyorum. Başka yerlere gitmeyi çok düşündüm. Çünkü orada bazen iyi, bazen kötü yaşayıp gi­derim. Kimsenin de haberi olmaz.”
Dostum konuşmasına şöyle devam etti: “Öte yandan gitmek de işime gel­miyor. Çünkü düşmanlarım arkamdan gülecek, ailemle alay edecekler. Ben ai­lem için uzaklarda bir şeyler kazanmak için didinip dururken onlar benim bu gayretlerimi yele verecek ve hakkımda şunları söyleyecekler:
Bildiğiniz üzere muhasebe ilminden ben de haberdarım. Eğer sizin maka­mınızla kalbim huzura kavuşacaksa size bir ömür boyu minnettar kalırım.”
Bu teklif üzerine ben de ona şöyle akıl verdim: “Bak dostum. Sultanların iki türlü işi vardır: Yaşamak ve candan olmak. Bu ümitle korku arasında yaşa­mak ise hiç de akıllı işi değil!”
Dostum; “Bu söz benim durumuma uymaz ve soruma cevap olmaz” diye direttikten sonra bilgece şu sözü ekledi: “Hainliğe kalkışanın eli titrer de he­sap veremez.”
Bilgeler ne güzel demişler:
“Dört kişi, dört kimseden korkar ve çekinir:
Yol kesen, sultandan;
hırsız, bekçiden;
suçlu, gammazcıdan;
fahişe, ahlak su­bayından...
Hesabı temiz olanınsa çekinecek ve korkacak kimsesi yoktur.
Görevinden alındığında düşmanın sana hiçbir şey yapmaması için göre­vin başındayken uluorta hareket etme.
Bunun üzerine ben; “Şu tilki hikâyesi senin durumuna uymaktadır” de­dim ve ardından öyküyü anlatmaya başladım.
Şöyle ki;
Tilkiyi düşe kalka kaçarken görenler ona, neden kaçtığını sormuşlar.
“Develer ücretsiz tutulmaktaymış diye duydum” demiş.
Ona bu kez de ‘Ahmak” diye seslenmişler. “Senin deveyle ne ilgin ve benzerli­ğin var?”
Tilki de susunuz diye işaret etmiş.
“Eğer kıskançlar art niyetle benim için bu de­vedir derler de yakalanırsam benim halim nice olur? Bunca art niyetlinin arasında beni kim kurtarabilir?
Irak’tan panzehir gelinceye kadar yılanın soktuğu kişi çok­tan ölmüş olur.
Öyküyü özetledikten sonra dostuma şunları dedim: “Sen de gerçekten üs­tün ve takva sahibi bir adamsın. Fakat seni çekemeyenler pusuya yatmış uy­gun anı kollamaktadır. Eğer bunlar senin aleyhine sultanı şişirirlerse halin ne olur hiç düşündün mü? Seni kim kurtarabilir o zaman? Nitekim ben azla ye­tinmeni ve bu büyüklük saplantısından bir an önce kurtulmanı tavsiye ederim sana. Bak bilgeler ne demiş:
Dostum bu sözlerimi işitince epey üzüldü. Suratım asıp “Bu ne biçim akıl, fikir; bu nasıl anlayış, sezgi öyle! Bilgelerin sözünü dinle: ‘Dostluk zindanda belli olur, sofradaysa düşmanlar dost görünür.” diyip sitem etti bana.
Baktım ki yüreği hâlâ buruk ve yüzü kederli. Öğütlerimi kıskançlığıma veriyor. Ben de aramızdaki muhabbete binaen vezirin huzuruna çıkıp dostu­mun durumunu anlattım. Ona küçük bir memurluk verdiler. Aradan uzun­ca bir zaman geçti. Gayreti ve yeteneği sayesinde daha yüksek memurluklar elde etti. Sonunda en yüksek makam olan vezirliğe getirildi. Onun bu son ha­line çok sevindim.
O sırada tesadüf bu ya, bir grup arkadaşla Mekke’ye hacca gittim. Dönü­şümde eski dostumla karşılaştım. Hali perişandı. Görevinden uzaklaştırıldığını anladım. Zira devlet adamı olan bir dost, ancak görevinden el çektirildiğinde dostlarını görme arzusuyla yanar. “Bu ne hal?” dedim. “Sen haklıydın” dedi. “Çekemeyenler beni hainlikle suçladılar. Sultana derdimi anlatamadım. Kim­se sahip çıkmadı bana.”
“Sözü daha fazla uzun etmeyeyim” dedi dostum. “Türlü eziyetler sonra hacılar Mekke’den dönüyor müjdesiyle beni zindandan çıkardılar. Neyim var neyim yok hazine kasasına aktardılar.”
“Daha önce sultan işi deniz yolculuğuna benzer diye ben seni uyarmış­tım.” dedim ben de. “Hem yararlı hem kaygılıdır. O, tılsımlı hâzineyi açmak için boşuna uğraşma öğüdünü vermiştim. Fakat sen dinlemedin. İşte gördü­ğün gibi! Ya hâzineyi elde eder ya da tılsımın zehriyle işte böyle ölüp gider­sin.”
Daha fazla üstüne gidip de onu üzmek, deşilen yarasına tuz ekmek iste­medim. Sözlerimi şu beyitle bitirdim:
Kaynak: Şeyh Sadî Şirâzî, Bostan ve Gülistan


Bir zaman sitemizin adını “Kulundan” olarak yazmıştım. Güya kendimi Allah Teâlâ’ya karşı tevazu sahibi bir kul gibi göstermek istemişmişim. Daha sonra manasını görünce nefsimize ağır geldi. Deli eşekliğimizi silmekten başka bir şey yapamadık.
Çok yerde kulun, kulun deyip dolananlar çoktur. Lugatlerde “kulun”,  “altı aylığa kadar olan at veya eşek yavrusu” demektir. Ancak onlar bir yerde kendi eşekliklerini biliyorsa çok şükür. Bizimde eşeklere benzeyen olduğumuzu itiraf edebiliriz.  Allah Teâlâ Kurân-ı Kerim’de buyurduğu üzere:
[Cuma Suresi, 5.] Kendilerine yazılı ve şifahî bilgileri, sünneti içeren Tevrat öğretilip, içindeki hükümlerle mükellef tutulup da, sonra, bu hükümlerle amel etmeye yanaşmayanların hali, koca koca kitapları taşıyan eşeğin haline benzer. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin hak peygamber olduğunun delili olan Allah’ın âyetlerini, mûcizelerini, delilleri yalanlayan kavmin teşbihi ne çirkindir. Allah inkârı, isyanı, menfî propoganda yapmayı alışkanlık haline getiren, zâlim, müşrik bir kavmi doğru yola sevketme lütfunda bulunmayacak, başarıya ulaştırmayacaktır. [Ahmet Tekin Meali]
Bizimde senelerdir, sitede yayınladığımız yazılar copy-pasteden ileriye gitmedi ve  deli eşekten bir farkımız da olmadı. Kulun’u yazıdan sildik ama, eşekliğimiz bakî kaldı.
Burada sözü Şeyh Sadî Şirâzî Efendime bırakayım:
Vezirlerden birinin zekası kıt bir oğlu vardı. Bilginlerden birini onu yetiş­tirmesi için görevlendirdi. Bilgin, bir süre vezirin oğluna ders verdi. Fakat yine de onu terbiye edemeyince babasına “Çocuğun akıllanmadığı gibi beni de deli etti” diye haber gönderdi.
                Şu iki insan yok yere sıkıntı çekip, boşuna çalıştılar: Biri kazanıp yiye­meyen, diğeri ilmiyle amel etmeyen.
                Kötülerle düşüp kalkan onlar gibi olmasa da o yolda olmakla suçlanır. Örneğin; namaz kılmak için meyhaneye gitse şarap içmeye gitti derler.

Kaynak: Sadî Şirâzî, Bostan ve Gülistan

Aşağıdaki belgeselde şeytanın çirkin değil ve güzel oluşu anlatılınca taaccüp etmiştim.  Şeyh Sadî Şirâzî nin Bostan’ındaki Tedbirli Sultan Hikâyesi’nde vezir şu izahatı vermektedir.

“Hangi kitapta okuduğumu şimdi hatırlamıyorum ama vaktiyle, ada­mın biri rüyasında şeytanı görür. Bakar ki; servi gibi boyu, huri gibi sima­sı var. Yüzü güneş gibi ışık saçıyor. Adam bu güzellik karşısında şaşakalır, yanma gider ve ona; “Aman Allah’ım, bu ne güzellik böyle! Yüzün ay par­çası kadar güzelken, insanlar seni neden kötü, çirkin bilir, herkes seni kor­kunç sanır. Hamam kapılarına resmedilen suretin çirkin, saray nakışlarına iş­leyen görüntün bedbin. Bu, neden böyledir?” diye sorunca, şeytan feryat edip inler;
“Ey ademoğlu! Bu resimlerdeki sima, ben değilim. Gerçekte ben, tıp­kı senin gördüğün gibi güzellikte eşsiz biriyim. Gör ki; kalem, düşman elin­dedir. Sırf Adem’i cennetten attırdım diye beni böyle çirkin ve kötü çizerler.”
Kaynak: Sadî Şirâzî, Bostan ve Gülistan
Not: Çirkine karşı tedbir alırken güzelin fitnesinden pek emin olamayız.
Rüyalarınıza giren piri fanilere, güzel insanlara çok inanmayın, onların geneli şeytanın kendisidir.
Şeytan doğru yolda olan birini kandıracağı zaman gerçek güzelliği ile görünür. Doğruluğunu şiar edinmiş kişiye karşı açık kapı bırakmamak için yalan kapısını kapatır, doğruluk kapısıyla onu davet eder. Birçok ihlaslı kişi bu tür görüntüler yüzünden nefis çukurlarına düşmüştür.
Allah Teâlâ’ya sığındık.
https://youtu.be/aLonc1wAB3M


Eski padişahların söylenceleri arasında şöyle bir olay anlatılır:
Kardeşi Sa’d Zenginin yerine tahta geçen Tikle [1] zamanında kimse, kim­seden incinmezmiş. Bırakın diğer özelliklerini, sırf bu incelik bile, adının ebe­di iyilikle anılmasına yeter.
Günlerden bir gün, Tikle, Allah dostlarından bir zata şunları söylemiş;
“Ömrüm boş yere, heba olup gitti. Bu geçici saltanat, taht beni yiyip bitirdi. Asıl saltanat sahibi yoksullardır. Şimdi her şeyden vazgeçip tarikata girmek is­tiyor canım. Hiç olmazsa uzlete çekilir, sadece ibadetle meşgul olurum. Bir ayağım çukurda zaten. Üç-beş günlük ömrümü bu şekilde değerlendireyim.”
Padişahın bu samimi itiraflarına karşılık, Allah dostu gazaplanarak cevap vermiş;
“Ey şah, ne dediğinin farkında mısın sen, derhal vazgeç bu düşünce­lerden!
Senin ibadetin, halkına hakkıyla hizmet etmektir.
İbadet sadece; teş­bih, seccade, hırka değildir.
Tahtında otur, saltanatına bak.
Ahlakın, alçakgö­nüllülüğün yine fakirler gibi olsun.
Hizmetlerin sadakatle, sevgiyle, şefkatle yürüsün.
Sahte dervişler gibi atıp tutmaya, benliğe kapılma.
Tarikatta ibadet esastır. Önemli olan kalbin safiyetidir.
Parlak sözlerin ibadette yeri yoktur. Ey­leme dönüşmeyen söylemler hiçbir zaman kıymet taşımaz. Kalbi temiz ulular; hırkalarını, kaftanlarının altında giyerler.”
Orada ki kul seslenmiş.
 “Ey adaletiyle evreni kuşatan sultan!
Eğer ben ölür gidersem, sen yine faziletinle kalacaksın. Gençliğimi sana verdim. Ya sen buna karşılık ne yaptın!”

Kaynak: Sadî Şirâzî, Bostan ve Gülistan
[1] Tikle ya da Tekle. Fars atabeylerinin üçüncüsü.



Arap haramilerinden bir topluluk bir dağ başına yerleşmiş, kervan yolu­nu ele geçirmişlerdi. O bölgede yaşayan cümle halk onların hilelerinden, azgınlıklarından ve talanlarından haylice ürkmüşlerdi. Üzerlerine varmak iste­yen sultan orduları da üstelik bir bir mağlup olmuştu. Çünkü sığındıkları yer varılması çetin kuytu bir mekandı. Orada kerpiçten kaleleri vardı. Bu musibet durum üzerine bölge halkının ileri gelenleri toplanıp, yol kesicilerin sürülme­si için karşılıklı fikir alışverişlerinde bulundular. ‘Bu topluluğun önü alınmaz­sa bir zaman sonra onlarla başa çıkılamaz’ düşüncesinde birleştiler.


Uzun görüşmeler neticesinde bir gözcü gönderip uygun ânı kollamaya karar verdiler. O günden sonra gözcü gündüz ve gece ara vermeden bunları gözetlemeye başladı. Sonunda bir gün bu haramiler bir kavmin üzerine sa­vaşmaya gittiler. Gözcü gelip olanları haber verdi. Derhal bir öncü grup eşli­ğinde, daha önce savaşlarda kahramanlık gösteren yiğitler o sarp dağa çıkıp, hendeklerinde gizlendiler. Gece oldu sonra. Hırsızlar geri döndüler. Döndük­leri yol çok uzun, ganimetleri pek ağırdı. Hepsi yorgun düşmüş bir halde uy­kuya daldılar.


Gecenin ilk çeyreğinde yiğitler, saklandıkları hendeklerden bir bir çıktı­lar. Gaflet uykusuna yatan haramilerin ellerini, kollarını bağladılar. Tan yeri ağardığında getirip sultanın huzuruna çıkardılar. Sultan bunları görür görmez hepsinin katlini emretti.
Tesadüf bu ya, aralarında gençliğin ilk meyvesi henüz olgunlaşmış, yanak bahçesi yeşilliğe yeni vurmuş bir delikanlı vardı. Vezirlerinden biri sultanın huzuruna gelip eteğini öperek “Bu çocuk, hayat bahçesinde henüz meyve ver­memiş, taze baharında bir fayda elde etmemiş.” diye yalvarıp yakarmaya baş­ladı. “Onun kanını bağışlarsanız sultanım beni mutlu edersiniz.”
Bu yakarışları duyan sultan yüzünü ekşitti. Duyduğu sözlerin hoşuna git­mediğini sesiyle belli ederek şöyle dedi:
Bunların bozuk neslini ve kabilesini kesmek daha makul, köklerini ka­zımak daha iyidir. Ateşi söndürüp közü bırakmak, yılanı öldürüp yavrusunu korumak akıl kârı değildir.


Vezir bu sözleri dinledi. İster istemez kabullendi. Sultanın güzel düşünce­sini takdir edip “Gerçekten sultanım” dedi, “Allah saltanatını uzun etsin. De­diğiniz hakikatin ta kendisidir. Ancak bu henüz çocuk. Ruh terbiyesi sanırım henüz kirlenmemiştir. Ümit ederim ki; iyilerle birlik olur da akıllıların ahla­kıyla süslenir.”
Sultan vezirinin bilgece sözlerini dinlerken, veziri bir hadisle konuşması­na devam etti: “Her doğan kişinin fıtratı İslam üzerinedir. Anne ve babası onu sonradan Yahudî, Hıristiyan ve Mecusi yapar.”




Vezir bunları söyledi, yanındaki nedimleri de ona eşlik etti. Sultan onların ricasını kırmayıp “Doğru bulmadım ama hadi affettim” dedikten sonra söz­lerine şöyle devam etti:


Kısaca vezir çocuğu alıp evine götürdü. Onu naz ve nimetle yetiştirdi. Eğitimi için hocalar tayin etti. Hocalar çocuğa kısa zamanda güzel konuşmayı, etkili cevap vermeyi, sultanın huzurunda gereken ne varsa her şeyi tek tek öğ­rettiler. Çevresindekilerce çocuğun bu güzel hasletleri çokça beğenildi.
Bir gün vezir, sultanın huzurunda çocuğun ahlakından, üstün yetenekle­rinden kısmen bahsederek; “Artık akıllı insanların terbiyesi onu etkilemiş, eski kusurları tümüyle yok olup gitmiştir sultanım.” dedi. Sultan bu sözü duyunca gülümseyerek şöyle cevap verdi:

Aradan bir iki yıl geçti. Oğlan büyüdü. Mahallenin çapkınlarından bir grup, oğlana yanaşıp onunla arkadaşlık kurdular. Oğlan bir fırsatını bulur bul­maz veziriyle iki oğlunu öldürdü. Sonra da dağa çıkıp bitmez tükenmez hâ­zinesine geçip oturdu, asi oldu. Bunu duyan sultan hayretinden ellerini dişle­riyle ısrıp şöyle dedi:

Kaynak: Sadî Şirâzî, Bostan ve Gülistan


Bilir misin seher bülbülü bana ne dedi:
Sen nasıl adamsın, aşktan habersizsin.
Deve, Arap’ın şarkısıyla coşup oynarken,
Sende neşe yok, yoksa tabiatı eğri misin?
*
Koruda rüzgar esince ılgın ağaçlan sallanır,
Bir tek sert taşlar ağırlığından hareket etmez.
Gördüğün her şey Allah’ı zikirle coşar,
Bu sözü anlamak için mana kulağı gerekir.
*
Allah’ı anan yalnız güle konmuş bülbül değildir,
Her bir diken Allah’ı tesbih için ortak bir dildir.
**
Bülbüllerde vefa arayayım deme sakın!
Çünkü her ân başka bir gül için öterler
**
Ey seher bülbülü!
Sen aşkı, bir kelebekten öğren,
O yanarak can verdi de hiç ses etmedi.
Halbuki bu yolda olanlar, onu istemesini bilmiyorlar,
Gerçekten haberi olanlarsa sırlarıyla kayboldular.
Zira onlardan geriye hiçbir haber gelmedi.
Ey hayalden, kıyastan, zan ve tahminden,
vehimden duyduklarımız
Ve okuduklarımızdan çok daha yüce olan Allah’ım!
Meclis bitti, ömür tükendi.
Oysa biz, vasıflarını anlatmakta henüz yolun başındayız.
**
Kargayla aynı kafese konan bülbülün
Dili tutulmuşsa, bu işe şaşmamalı.
Hünerli kişi terbiyesizlerden
Eziyet görmüşse gönlü incinmesin,
Sıradan bir taş, altın kaseyi kırabilir.
Kimse buna üzülmesin,
Çünkü bu halde ne taşın değeri artar,
Ne de altının kıymeti azalır.
**
Ey bülbül!
Sen bahar müjdeni şakı,
Bırak kötü haberi baykuş okusun.


Sâdî-Şirâzi-Gülistan


[1] Bazı nüshalarda ‘Lût’un eşi’ yerine ‘Nûh’un oğlu’ ibaresi geçer.
[2] Kuranı- Kerim’de öyküsü anlatılan ve Tarsus çevresindeki bir mağarada 309 yıl uyuduk­larına inanılan mağara arkadaşları.
[3] Zâl ve oğlu Rüstem, İran destan kahramanlarındandır.

Bir büyüğü, huzurundakiler devamlı övüyor, güzel hallerini haddinden fazla büyütüyorlardı. O büyük insan başını kaldırdı ve “Ben, kendi bildiğim kadarım” dedi.
Ey güzel vasıflarımı sayıp döken,
Yeter artık, beni fazlasıyla incittin,
Dışarıdan öyle görünsem de
Sen içimi nereden bileceksin?
Zatım güzel görünür oysa içimden
Ha bire utanır da başımı kaldıramam.
Halk, tavus kuşunu süs ve tüyüyle sever
Ama o, çirkin ayağından çekinir.
Sadî Şirâzî ,Gülistan: Sekizinci Hikâye

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar