DUİNO AĞITLARI, Rainer Maria RİLKE
Çeviren
A. Turan Oflazoğlu
Rilke, Ağıtlara 1912
yılında, Trieste’ye yakın Duino Şatosu’nda başladı. Şatonun sahibi Thurn ve
Taxis Hohenlohe Prensesi Marie, yakın arkadaşı olduğundan, aylarca kendi
evindeymiş gibi, yalnız kalabilmişti burada. Bir gün, hemen karşılık isteyen
bir iş mektubu aldı. Ne yazacağını şaşırmıştı; karmakarış olan düşüncelerini
yatıştırmak, düzene sokabilmek için dışarı çıktı. Zorlu bir fırtına esiyordu;
şatonun tam bitiminde başlayan uçurumun dibinde deniz, uğul uğuldu. Dalgın
gezinirken, birdenbire fırtınanın içinden ona biri seslendi sanki:
Kim duyar, ses etsem,
beni melekler katından?
O akşam Birinci Ağıt
tamamdı. Çok geçmeden İkinciyi yazdı. Ama ötekiler için hayli beklemesi
gerekti. Altıncı Ağıt’ın büyük bir kısmıyla Dokuzuncunun birkaç mısraı 1913’te,
İspanya’da yazıldı. Duino’da başladığı Üçüncü Ağıt’ı, yine 1913 yılında,
Paris’te bitirebildi. Dördüncü Ağıt’ı 1915’te, Munich’de yazdı.
Birinci Dünya Savaşından
sonra yorgun düşmüştü; 1919’da, dinlenmek üzere İsviçre’ye gitti; kesintiye
uğramayan, sürekli bir yalnızlık kurmak istiyordu kendine. 1912’de Duino’da
başlayan işi bitirmesi gerekti. Bir dostunun yardımıyla, 1921’de Muzot Şatosuna
yerleşti. 1922’de beklediği olmuş, dili çözülmüştü yine. Bir arkadaşına çektiği
telgrafta “Yedi ağıt tamam” diyordu. Postaneden eve döndüğünde, daha önce
yazdığı parçalardan, Sekizinci ile Dokuzuncu tamamlandı. Birkaç gün sonra,
Duino Şatosunun sahibi Prenses Marie’ye Onuncu Ağıt’ın da bittiğini taşkın bir
sevinçle bildiriyor, diyor ki:
“Birkaç gündür, (hani o
Duino’dakine benzer) adsız bir fırtına, bir kasırga vardı içimde, varlığımın
bütün örgüsü lif lif olmuş, çözülmüştü,yemeyi içmeyi düşündüğüm yoktu, Tanrı
bilir kim besledi beni.
Ama artık var o . VAR.
Âmin.
Demek
ayakta durabildim buraya dek, baştan sona. Baştan sona. Ve buydu gereken,
yalnız bu.
Kassner’e
adadım birini. Bütünü sîzindir, Prenses, nasıl sizin olmasın ki! Adı, Duino
Ağıtları olacak.
Kitapta
(tâ baştan beri sizin olanı size veremeyeceğimden) ayrıca adanma olmayacak,
yalnız '...nin mülkünden’ olacak”.
Rilke, kasırgaya
benzettiği bu yaratma döneminde yalnız Ağıtları tamamlamakla kalmamış, on sekiz
günde, elli dört şiirlik Orfeus’a Soneler’i de yazmış, kendisini Muzot’da
ziyarete gelen Kippenberg’e eserinin tamamlandığını, artık toplu baskı için
hazırlıklara başlayabileceğini söylemiştir.
Duino
Ağıtları’nın ana simgesi “melek”tir. Buradaki melek, Rilke’nin
daha önceki şiirlerinde, örneğin, Görüntüler Kitabı’nda rastladığımız, çocuğu
kara düşlerinden kurtaran, yüreğin karanlığından çıkarıp “bütün kuleler üstüne
kızıl bayraklar gibi yerleştiren” o yardımcı melek değildir; ana sevgisi gibi
hazır ve nâzır bekleyen, belirsiz ve korkulu durumlarda gecenin görüntülerini
bildik, zararsız nesnelere çeviren melek değildir. Rilke, Duino Ağıtları’nın
meleği geleneğin melek anlayışıyla karıştırılmasın diye, sık sık açıklamalarda
bulunmuştur. Ağıtları Lehçeye
çevirene yazdığı bir mektupta şöyle der:
“Ağıtlardaki
meleğin, Hıristiyanlığın meleğiyle hiçbir ilgisi yoktur; o daha çok, İslam’ın
meleklerine yakındır...
Bizim
yapmakta olduğumuz, görünürü görünmeyene çevirme işi, Ağıtların meleğinde
tamamlanmış gibidir artık... Ağıtların meleği, görünmeyende daha yüksek bir
gerçeklik derecesinin tanınmasına tanıklık eden varlıktır. Bu yüzden 'ürkünç’
gelir bize, çünkü biz, onu sevenler ve değiştirenler, görünüre sarılmaktayız
daha”.
Rilke,
Ağıtların meleği İslam’ın meleklerine daha yakındır derken, Cebrail’in
Muhammed’e ilk kez görünmesini düşünüyordu herhalde: Bir gün peygamber, Hıra
Dağında yapayalnız otururken, Cebrail ansızın belirince önünde, korkudan dili
tutulur, zangır zangır titrer, ve Melek der: OKU! (Rilke’
nin daha önce yazdığı şiirler arasında, MUHAMMED’İN YAKARMASI adlı bir sone vardır.)
Rilke’nin bu 'ürkünç’
meleğine daha başka kaynaklar aramak gerekirse, El Greco’nun o nerden gelir
bilinmez ışıklar içre devinen, gökle inercesine heybetli meleklerini ve Nietzsche’nin “her şeyin üstünde
göğü gibi duran” Üstinsan’ını düşünebiliriz. Sonra, on altıncı yüzyılın
ünlü simyacılarından Paracelsus’un melekleri anlatışı var:
“Meleklerin
gücü neye mi yeter? Her şeye. Çünkü onlardadır Tanrı’nın bütün bilgeliği, bütün
sanatı. Melekler dupduru ve tertemizdirler, uyumazlar, sonrasız bir uyanıklık
durumundadırlar. Kişinin gövdesi uykuya kapatılmıştır; bunun içindir ki,
meleklerin bilgeliğine, yani Tanrı’nın bilgeliğine ve sanatına erişmek
istiyorsa, uyandırılması gerekir”.
Ağıtların meleğinde de
tam bir uyanıklık, tam bir bilinçlilik vardır; kişinin uyanmaya çalıştığı bütün
uykulardan uyanmıştır o; kişinin aşmaya çalıştığı bütün sınırları aşmıştır,
bütün zıtlıkları kendinde eritmiştir o; düşünce ve eylem, iç ve dış, görünen ve
görünmeyen, gerçek ve ülkü, onda birdir. Bu yüzden, kişi ona baktıkça, kendi
yetersizliğini bütün kesinliğiyle duyar da umutsuzluğa kapılır; ama bu ürkünç
varlığın altında ezilirken, birden çakar içinde: “Benim yarıda bırakmak zorunda kaldığım her şeyi tamamlamış, benim
bütün özlemlerimi gerçekleştirmiş biri var işte, ben de ona benzemeye
çalışmalıyım.” Böylece melek, bir yandan yılgı salarken, bir yandan da
devinme kaynağı olur kişinin.
Ağıtların, melekten
başka bellibaşlı simgeleri, kahramanlar, sevgilerine karşılık görmemiş (hepsi
de kadın) büyük sevenler, analar, genç yaşta ölenler, oyuncak bebekler,
hayvanlardır; bir de Onuncu Ağıt’ın Yasları var. Rilke’ye göre, ozanın ödevi
bunları ve bütün nesneleri, ağaçları, testileri, araçları, yıldızları,
çiçekleri, evleri, vb. ayrı gayrı gözetmeden dile getirmek, övmektir. Dışarda
kendi başlarına duran şeyleri görünmeyenle değiştirerek, yürek nesneleri
yapmaktır, Melekle yarışmaktır.
Rilke,
Duino Ağıtları’nı, yaratıcı gücünün en büyük başarısı sayar, daha önce yazdığı
şiirlerin hepsini bunlara hazırlık olarak görür. Ozan bu şiirlerde, kolay
kavranmayan, yer yer soyut deyimlerle yüklü bir dil kullanır. Bu dilin
güçlüğünden Almanlar bile yakınırlar.
Kitabın sonuna bazı
açıklamalar koymayı gerekli buldum. Özel yorumlarla okurun önüne durmak
istemediğimden, nesnel bilgiler sunmakla yetindim.
A. Turan
OFLAZOĞLU
Kim duyar, ses etsem,
beni melekler katından?
Onlardan biri beni
ansızın bassa bile bağrına,
yiterim onun daha güçlü
varlığında ben. Güzellik
güç dayandığımız
Ürkü’nün başlangıcından özge nedir ki;
ona bizim böylesine
tapınmamız, sessizce hor görüp bizi
yok etmediğinden. Her
melek ürkünçtür.
Kendimi tutar bu yüzden,
yutkunurum
baştan çıkaran çağrısını
karanlık hıçkırığın. Ah, kim var ki
kullanalım? Ne melekler,
ne insanlar;
kurnaz hayvanlar bile
farkındadır ki
pek rahat değiliz bu
yorumlanan dünyada biz. Olsa olsa
yamaçtaki bir ağaç
kalıyor bize
her gün görülecek; dünün
sokağı kalıyor bize
ve sarsılmaz bağlılığı
bir alışkanlığın
bizi seven ve kalan ve
gitmek istemeyen.
Ah, bir de gece var,
gece, gökle dopdolu yel
yüzümüzle beslenirken;
kime kalmaz ki o, özlenen,
tatlı tatlı büyü bozan,
yalnız yüreğin karşısında
yorgun argın durup.
Sevenlere karşı daha mı yumuşaktır o?
Ah, onlar yazgılarını
gizlerler ancak kendi aralarında.
Bunu bilmiyor musun daha?
At boşluğu kollarından
solunduğumuz uzaylara;
belki kuşlar böylece
duyar genişleyen havayı,
daha tutkulu uçuşlarında.
*
Evet, sen baharlara
gerektin. Nice yıldız
bekler dururdu sen
göresin diye. Nice dalga
yükselirdi geçmişte sana
doğru, ya da
bir açık pencerenin
önünden geçerken
verirdi bir keman
kendini. Bütün bunlar görevdi.
Ama sen yeterli miydin
ki? Beklemek yüzünden
dalgın değil miydin hep,
bir sevgilinin gelmesini
bildirmiş gibi her şey?
(Onu barındırmak
sanki elinden gelirmiş
gibi; o büyük, garip düşünceler
girip çıkarken sana, sık
sık gece yatısına kalırken.)
Özlersen ama, türküle
sevenleri; onlar neler duyarlar,
ünü daha yeterince
ölümsüz kılınmadı.
Onlar, nerdeyse
imrenirdin, o bırakılmış olanlar, gördün ki
daha çok severler o
dindirilmiş olanlardan. Başla
hep yeniden, onların
erişilmez övgüsüne;
düşün: ilerler Kahraman,
onun batması bile
bir araçtır ancak üst
varlığa: son doğumuna.
Ama sevenleri yorgun
doğa kendine alır
iki kez yaratılmazmış
gibi böylesi güç. Gaspara Stampa’yı
düşündün mü ki
yeterince; sevgilisi çekip giden kız,
bu seven kadının üstün
örneğine bakarak
duyabilsin: onun gibi
olsam ben de? Bu en eski acıların
daha verimli olması
gerekmez mi sonunda bizim için?
Vakti gelmedi mi,
sevgide kendimizi
sevgiliden kurtarmanın
ve titreyerek katlanmanın:
nasıl katlanırsa ok
yaya, gerilen fırlayışta
kendinden arta bir şey
olmak için. Kalmak nerede var ki..
*
Sesler, sesler. Dinle
gönlüm, eskiden ancak
ermişlerin dinlediğince:
onları dev çağrı
kaldırırdı yerden; ama
bu olmaz kişiler
diz çökerlerdi hep, hiç
mi hiç aldırmadan:
böyle dinlerdi onlar.
Sen Tanrı’nın sesine
dayanamazsın, nerde! Ama
dinle soluğu,
sessizlikten üreyen
kesintisiz bildiriyi.
Hışırdar işte sana doğru
genç ölenlerden.
Ne zaman bir kiliseye
girsen Roma’da, Napoli’de,
onların yazgısı sessizce
sana seslenmedi mi?
Ya da bir yazıt
yücelikle kabul ettirdi sana kendini,
Santa Maria Formosa’daki
levha gibi, daha geçenlerde.
Benden ne isterler?
Ruhlarının dupduru devinmesini
zaman zaman bir parça
engelleyen
o haksızlık belirtisini
gidermeliyim usulca.
*
Artık yeryüzünde
barınmamak yadırganır elbette,
güç kazanılmış
alışkanlıkları artık kullanmamak,
güllere ve neler vadeden
öbür nesnelere
bir insanca geleceğe
göre anlam vermemek;
eskiden her neysen
sonsuzca kaygılı ellerde,
artık hiçbiri olmamak;
kendi adını
bırakıvermek bir yana,
kırık bir oyuncak gibi.
Yadırganır, istememek
artık isteklerini. Yadırganır
eskiden bağlantı olan ne
varsa, şimdi gevşek, uçuşur
görmek boşlukta. Ölü
olmak da güçtür,
gecikmeyle yüklü olmak,
kişi daha rastlamadan
sonrasızlık izine.Bir
var ki canlılar
aynı yanlışı yaparlar
hep: pek kesin sınırlar çizerler.
Melekler bilmezmiş,
ölüler arasında mı gezerler
diriler arasında mı.
Sonsuz akıntı
kürer bütün çağları hiç
durmadan,
her iki ülkeden geçip
ikisinin de seslerini bastırarak gürleyişiyle.
*
Sonunda bizi
gereksinmezler artık, erken göçenler,
kişi artık yeryüzü
şeylerinden kesilir, nasıl kesilirse
ana memesinden usul
usul. Peki biz, böyle yaman sırları
gereksinenler, biz,
kutlu ilerlemesi sık sık
acıdan doğanlar: var
olabilirmiyiz onlarsız?
o öykü boşuna mı,
Linos’un yasını tutarken hani
atılgan ilk ezgi
işleyince uyuşukluğa,
ürkmüş uzayda sanki
tanrımsı bir genç ansızın
ayrılınca büsbütün,
duymaya başlamıştı boşluk
o titreşi mi, -şimdi
bizi büyüleyen, avutan, yardım eden?
değiştiği dile gelmez
yer,
döner bu boş pek çoğa.
O çok büyük sayıların
sıfır ettiği yer.
*
Alanlar, ey Paris’teki
alan, sonsuz panayır,
kadın şapkacısı Madame
Lamort’un
sarıp bağladığı yer
tedirgin yollarını yeryüzünün,
o sonsuz şeritleri;
bunlardan hep yeni fiyongalar,
süsler, çiçekler,
düğmeler, meyveler yaptığı, hepsi
yalancıktan renkli,
yazgının
kelepir kış şapkalarını
süslemek için.
…………………………………………..
Melek: bir yer olsa,
bizim bilmediğimiz, orda,
dile gelmez bir kilim
üstünde, gösterse sevgililer
burda bir türlü ortaya
koyamadıkları
gönül uçuşlarının yüce,
korkusuz örneklerini,
haz kulelerini, nicedir
duracak yer olmadığından
titreyerek
birbirine dayanan
merdivenlerini, bunu becerseler
önünde halka olmuş
seyircilerin, sayısız, sessiz ölülerin
onlar atmaz mı o son,
hep saklanan,
hep gizlenen bizim
bilmediğimiz, sonrasızca
geçerli mutluluk
sikkelerini
dinmiş kilimin üstünde
en sonu
gerçekten gülümseyen bu
çiftin
önüne ?
İncir ağacı, öteden beri
anlam yüklüdür gözümde
senin çiçek açmaya
nerdeyse hiç yer vermemen
ve tam vaktinde kesin
kararlı meyveye,
övgüsüz, iletivermen en
katkısız sırrını.
Eğik dalın, çeşme borusu
gibi, sürer özsuyu hep
aşağı doğru ve yukarı:
uyanmış uyanmamışken,
sıçrar uykusundan en
tatlı başarının mutluluğuna.
Bak: kuğudaki tanrı
gibi.
..
.Bizse geç kalırız,
âh, çiçeklenmeyle
övünürüz; çoktan açığa çıkmış,
gireriz ertelenmiş özüne
son meyvemizin.
Eylemin basıncı pek az
kimsede öyle güçlü yükselir ki,
gece havasınca baştan
çıkaran çiçeklenme ayartısı
ağızlarının gençliğine
dokununca, göz kapaklarına dokununca,
parıl parıl yanan
yürekleriyle hep dururlar sımsıkı:
belki ancak
kahramanlarda ve erken ayrılmaya seçilenlerde
bunların, bahçıvan Ölüm
başka türlü bükmüş damarlarını.
Fırlar ileri bunlar:
önünde giderler fatih gülümseyişlerinin,
usul biçimli Karnak
kabartmalarındaki o
üstün gelmiş hakanın
atları gibi tıpkı.
*
Şaşılası bir yakınlık
görülür erken ölenlerle kahraman arasında.
Süre ilgilendirmez onu.
Kahramanın yükselişi varlıktır. Hiç
durmadan ilerleyerek,
girer değişmiş takım yıldızına
sürekli tehlikesinin.
Onu pek az kimse bulur orada. Oysa yazgı,
bizi karanlık karanlık
gizleyen, kendinden geçip ansızın
türküler onu taşkın
dünyasının fırtınası içine.
Kimse yok onun gibi
duyduğum. Birdenbire,
akan havayla gelen
karanlık yankısı yarar geçer beni.
*
Derken nasıl gizlenesim
gelir bu özleyişten: keşke âh,
keşke bir küçük oğlan
olsaydım, ona yaklaşsaydım,
otursaydım dayanıp
gelecekteki kollara, Samson’u okusaydım: anası
önce nasıl hiçbir şey
doğurmamış ve sonra doğurmuş her şeyi.
*
O daha senin
karnındayken, ey ana, kahraman değil miydi,
senin karnında başlamadı
mı hakanca seçmesine?
Binlercesi kaynardı
dölyatağında, O olmayı arzulardı,
oysa bak: kavrayıp atardı,
seçerdi, elinden gelirdi bu.
Sütunları devirdiyse,
senin gövdenin dünyasından
daha dar dünyaya
fırlarken oldu bu: orda
seçer dururdu hep,
eylerdi. Ey kahraman anaları,
ey azgın ırmakların
kaynakları! Siz, yüreğin tâ
kenarından, ağlayarak,
genç kızların çoktan
atıldığı vadiler: oğula
sungu olmaya.
Kahraman hışımla
geçerken sevgi duraklarından,
uğrunda çarpan her yürek
ancak yukarı kaldırırdı onu:
öteye döner dönmez,
gülümseyişlerin bittiği yerde dururdu,
bir başkası.
*
Gönül okşamak değil
artık, gönül okşamak değil, bundan çıkan ses
olacak çığlığının
örneği; kuş gibi dupduru seslensen de-
kabaran mevsim onu
kaldırırken hani, kuş nerdeyse unutur ya
tedirgin bir şey
olduğunu, baharın gönlü açık göğe
fırlattığı bir yürek
olmadığını sadece. Onun gibi,
sen de, ondan geri
kalmadın, ardına düşmek istersin
daha görülmemiş, seni
sessizce farkedecek bir eşin:
onda bir karşılık uyanır
usulca ve dinleyerek ısıtır kendini,-
senin yoğun duyguna
parıl parıl yanan bir eş duygu olmak için.
Âh, anlardı bahar,
hiçbir kuytu, bildirinin sesini
yankılamaktan geri
durmazdı. Dupduru, evetleyen bir sabah
o soran, küçücük kavalı
önce bir yankılayarak
büyülten sessizliğe
bürür ortalığı.
Sonra merdivenden
yukarı, çağrı merdiveninden, geleceğin
düşlenen tapınağına;
sonra titreyen ses, o çeşme:
fışkıran suyunu, daha
yükselirken, Düşmenin kavradığı
umut veren bir oyunda..
.Ve bundan önce, yaz.
Yaz sabahları değil
yalnız, bu sabahların
güne dönmesi ve
Başlangıçla akması değil yalnız.
O günler değil yalnız,
çiçeklerin çevresinde incecik ve yukarda,
çevresinde biçimli
ağaçların, o güçlü ve yaman.
Bu açılmamış güçlerin
kaynaması değil yalnız,
yollar değil yalnız,
akşam çimenleri değil yalnız,
geçmiş gökgürültüsünden
sonraki canlı duruluk değil yalnız,
gelen uyku ve bir önsezi
değil yalnız, akşamları...
geceler de! O pek yüce,
o yaz geceleri,
BİRİNCİ AĞIT
44.
mısra Gaspara Stampa
1523’te
Padua’da doğdu. Yirmi altı yaşında, Venedik’te Collalto Kontu’na gönül verdi.
Kont, Fransa’ya gidince, Gaspara’yı unuttu; döndüğünde, başka biriyle evlendi.
Kadın, yeni sevgililerle, dinle avuttu kendini. 1554’te, otuz bir yaşında öldü.
Collalto Kontu’na duyduğu sevgiyi dile getiren iki yüz kadar sonesi vardır.
64. m.
Santa Maria Formosa
Venedik’te
bir kilise. Rilke’nin bu kilisede gördüğü levhada şunlar yazılıdır:
“Hayat
sürdükçe, başkaları için yaşadım; şimdi, ölümden sonra, yok olmadım, soğuk
mermer içre kendim için yaşamaktaydım. Ben Hermann Wilhelm idim. Flandır yasımı
tutar, Adria bana ağlar, yoksulluk beni çağırır.
16
Eylül 1593’te öldü.”
83-84-85.
m. Sonsuz akıntı
Kürer
bütün çağları hiç durmadan, her iki ülkeden geçip ikisinin de seslerini
bastırarak gürleyişiyle.
Rilke,
Ağıtları Lehçe’ye çevirene yazdığı bir mektupta diyor ki: “Ağıtlarda, hayatın
evetlenmesi ve ölümün evetlenmesi, tek şey olarak açığa vurur kendini. Burda
yaşandığı ve kutlandığı gibi, birine hak tanıyıp ötekine tanımamak, sonunda
bütün sonsuzluğu dışarda bırakan bir sınırlama olur. Ölüm, hayatın bizden öteye
dönmüş, bizce aydınlatılmamış yüzüdür: Bu sınırlanmamış ülkelerin ikisinde de
barınan, ikisinden de bitmez tükenmez besinler alan varlığımızın en büyük,
mümkün olan en büyük bilincini gerçekleştirmeye çalışmalıyız.. .Gerçek yaşama
yolu her iki ülkeden geçer, en güçlü dolaşımın kanı akar her ikisinde: Ne bura
var ne öte, ancak büyük birlik var, 'Meleklerin', o bizi aşan varlıkların
barındığı birlik.”
91. m.
Linos’un yasını tutarken hani
Linos,
Eski Yunanın doğa tanrılarından, Linos türküsü de, geçmekte olan yaza ağıt.
Bazen türkünün ve genel olarak müziğin kaynağıyla bu türkü arasında bağlar
kurulur, Linos’un ölümünden duydukları korku ve ürküyle uyuşanların, Orfeus’un
türküsüyle canlandırıldıkları söylenirdi.
İKİNCİ AĞIT
3. m.
Tobias’ın günleri nerde
İsrailoğullarından
Tobit, tutsak gittiği Ninova’da ölümünün yaklaştığını anlayınca, oğlu Tobias’a,
Media’da birine para bıraktığını, bu parayı gidip almasını söyler. Tobias,
kendisine kılavuzluk edecek birini aramaya çıktığında, meleklerden Rafael’i
bulur. Ama onun melek olduğunu bilmez; ve ona der: “Benimle Rages’e gelir
misin? Ve sen oraları iyi bilir misin?” Melek, oraları iyi bildiğini,
kendisiyle geleceğini söyler.
BEŞİNCİ
AĞIT
Rilke bu
şiiri yazarken, Picasso’nun Les Saltimbanques adlı tablosundan geniş çapta
esinlenmiştir. Resmi, Munich’te bir arkadaşının evinde görüyor; bir süre
resimle birlikte kalmak istiyor. Daha sonra Beşinci Ağıt'ı, resmin sahibi Frau
Hertha Koenig’e adamıştır.
1415. m.
Dura’nın büyük ilk harfi...
Picasso’nun
resmindeki figürler D biçiminde dizilmişlerdir. D ile başlayan “Dastehen”i
(Ordadurma Ordalık), Türkçe’ de de D ile başlayan bir sözle karşılamak gerekir:
Dura.
17. m.
Zorlu Augüst
Saksonya
kralı. Çok güçlü bir adamdı. Üç yüz çocuğu olduğu söylenir.
61. m.
’Subrisio Saltat.’
Saltat,
Saltatoris’in kısaltılmışıdır. Subrisio Saltatoris, Latince 'Cambaz
Gülümsemesi’ demektir.
SEKİZİNCİ AĞIT
60. m. O
Etrüsk Ruhlarından biri gibi tıpkı
Etrüskler
lâhitlerin konduğu odaların duvarlarına ruhu, kuş olarak resmederler, lahdin
üstüne de ölünün heykelini yerleştirirlerdi.
ONUNCU AĞIT
82. m.
ürkütür bir baykuşu çifte tacın gerisinden Aşağı Mısır’la Yukarı Mısır’ın çifte
tacı.
Bir gün bu korkunç
görüşten çıkıp en sonu,
ağdırsam sevinçli bir
övgü doğrulayan meleklere ben.
Yüreğin duru sesli
çekiçlerinden hiçbiri
gevşek, kararsız, ya da
kırılan teller üzre
düşüp de susmasın, Akan
yüzüm daha da
parlatsın seni:
gösterişsiz ağlayış
çiçeğe dursun. Ne
severim o zaman sizi, ey
ağrı geceleri. Neden, ey
avunmak bilmez bacılar,
daha çok diz çökerek
karşılamadım sizi, daha çözük bırakmadım
kendimi çözük
saçlarınıza? Bizler, acıları har vurup harman sasavuranlar.
Nasıl onlardan öte,
üzgün süreye bakar dururuz
sonralarını görmek için
çırpınıp. Oysa bizim ancak
kış yapraklarımızdır
onlar, loş her-dem-yeşilimiz,
iç yılımızın
mevsimlerinden biri, mevsim değil yalnız,
yer, konut, karargâh,
toprak, barınak.
*
Gerçek, âh, ne gariptir
Acı Kenti’nin sokakları:
bastırılan gürültünün
düzme sessizliğinde,
bir boşluk kalıbının
dökümü, azgın,
yaygaraya boğar
ortalığı, apansız anıtı.
Onu melek nasıl tepeler
âh, iz bırakmadan, onların avuntu pazarını
hazır alınmış kiliseyle
birlikte, kenardaki: pazarları temiz
ve kapalı ve büyüden
kurtulmuş postane gibi tıpkı.
Oysa dışarda hep, yıllık
panayırın kenarları dalgalanır durur.
Özgürlük salıncakları!
Çaba dalgıçları, hokkabazları!
Süslü püslü mutluluğun
resimli atış salonu:
usta nişancı vurunca,
teneke hedeflerin sıçrayıp
düşüverdikleri. Adam
sevinçten raslantıya doğru sendeler;
çünkü barakalar bütün
meraklıları
davullarla, çığırtkanlarla
çekmektedirler. Özellikle
görülmeye değer, yalnız
büyükler için: Paranın üreyişi! Anatomiktir,
eğlence değil sadece!
Paranın uzuvları, hepsi,
tekmili birden
gösterilmekte, öğreticidir,
verimli kılar sizi...
...Ah,
hemen dışarda,
üstünde “Ölümsüz” yaftaları
asılı son tahta perdenin arkasında,
içenlere, taze
eğlenceliklerle çiğnedikçe,
pek tatlı gelen şu acı
bira...,
tam gerisinde tahta
perdenin, tam arkasında, gerçek.
Çocuklar oynar,
sevgililer kucaklaşırlar, -bir yanda,
üzgün otlar içinde, ağır
başlı, uyar doğaya köpekler.
Çekilir ileri doğru
genç; belki eldeğmemiş bir Yas’a
gönül verdiğinden ..
.İzler onu çimenliğe dek. O der ki:
uzak. Tâ orda
oturuyoruz...
Nerde?
Ve genç
izler. Halleri
dokunmuştur kendisine. Omuzlar, boyun-,
ünlü bir soydan olmasın?
Ondan ayrılır ama, geri döner,
bakınır, başını sallar..
.Neye yarar? O bir Yas’tır ancak.
*
Yalnız genç ölenler,
süresiz durgunluğun
ilk döneminde, dünyadan
kesilirken
seve seve izlerler onu.
Bekler kızları,
onlara yardım eder.
Usulca gösterir onlara
neler var üzerinde. Acı
incileri, ince
Sabır Örtüleri. Yürür
gençlerle
sessizce.
*
Oysa orda, barındıkları
yerde, vadide, geçkin Yaslardan biri
dinler genci soru
sorarken: -Biz eskiden,
der, büyük bir aileydik,
biz Yaslar. Atalarımız
şu dağlardaki madenleri
işletirlerdi; insanlar arasında
o parlak, ilk acıdan bir
külçe görürsün bazen,
ya da, eski bir
yanardağın taş kesilmiş öfkesinden.
Evet, ordan çıkardı.
Eskiden zengindik.-
*
Ve gezdirir onu geniş
Yaslar görünümünde,
tapınak sütunlarını gösterir,
kale yıkıntılarını: buradan
Yas Hakanları bilgece
yönetirmiş ülkeyi
çok eskiden. Uzun
gözyaşı ağaçlarını
gösterir, çiçeklenen üzüntü tarlalarını,
(yaşayanlarca yalnız
yumuşak yapraklar diye bilinen);
otlayan Yas Hayvanlarını
gösterir, -ve bazen
ürken bir kuş, görüş
alanlarının tam ortasından geçerek,
çizer ıssız çığlığının
kargacık burgacık görüntüsünü.
Akşamleyin götürür Yas
Soyundan en uzun yaşamışların
mezarlarına, falcı
kadınların, uyaranların.
Gece yaklaşırken ama,
daha bir yavaş yürürler ve çok geçmeden
yükselir ayca, her şeyi
gözetleyen
mezar taşı. İkiz kardeşi
Nil’dekinin,
yüce Sfenks’in: gizli
bölmenin bakışı.
Ve şaşarlar önünde hakan
başının,
o hep susan, kişinin
yüzünü
yıldızların terazisiyle
tartan.
*
Gencin görüşü, erken ölümden
başı döner de hâlâ,
kavrayamaz bunu. Yasın
bakışıysa
ürkütür bir baykuşu
çifte tacın gerisinden. Ve kuş
usulca sürtünerek, yanak
boyunca,
en olgun değirmesi
boyunca, belli belirsiz
çizer ölümde doğan
işitme üzre, sanki açık bir kitabın
çift sayfasına,
anlatılmaz taslağı.
*
Ve yukarlarda,
yıldızlar. Yeniler. Acı Ülkesinin yıldızları.
Ağır ağır sayar adlarını
Yas: “İşte,
bak: Atlı, Gönder, şu
kalabalık takımyıldıza da
Meyve Çelengi denir.
Sonra, ilerde, Kutba doğru:
Beşik, Yol, Yanan Kitap,
Kukla, Pencere.
Oysa güney göğünde,
sanki bir kutsanmış elin
ayasında tertemiz duran,
dupduru görkemle parlak A,
Anaların simgesidir...”
*
İlerlemesi gerek ölünün
daha; geçkin Yas
vadiye götürür onu,
burda pırıl pırıl
durmaktadır ay ışığında:
Sevincin kaynağı. Yas
saygıyla söyler adını,
der: “Kişiler dünyasında
alıp götüren ırmaktır
bu.”
*
Dağın eteğinde dururlar.
Ve burda Yas kucaklar
onu, ağlayarak.
*
Yalnız, yükselir İlk Acı
dağlarına doğru genç.
Ve sessiz yazgıdan bir
kez olsun yankılanmaz adımları.
*
Oysa bu sonsuzca ölenler
içimizde bir simge uyandırsalardı,
bak, gösterirlerdi belki
sarkan çiçekleri yapraksız
fındık ağaçlarından,
yağmuru belki de,
ilkbaharda kara toprağa
düşen.-
*
Biz de, yükselen
mutluluğu
düşünenler, bir mutlu
düştüğünde
bizi nerdeyse şaşırtan
duyguyu yaşardık.
Kaynak:
Duino Ağıtları, Rainer Maria Rilke, Çeviren A. Turan Oflazoğlu, Ankara
Üniversitesi Basımevi, 1979, Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar