Print Friendly and PDF

DUİNO AĞITLARI, Rainer Maria RİLKE



Çeviren A. Turan Oflazoğlu
I
Rilke, Ağıtlara 1912 yılında, Trieste’ye yakın Duino Şatosu’nda başladı. Şatonun sahibi Thurn ve Taxis Hohenlohe Prensesi Marie, yakın arkadaşı olduğundan, aylarca kendi evindeymiş gibi, yalnız kalabilmişti burada. Bir gün, hemen karşılık isteyen bir iş mektubu aldı. Ne yazacağını şaşırmıştı; karmakarış olan düşüncelerini yatıştırmak, düzene sokabilmek için dışarı çıktı. Zorlu bir fırtına esiyordu; şatonun tam bitiminde başlayan uçurumun dibinde deniz, uğul uğuldu. Dalgın gezinirken, birdenbire fırtınanın içinden ona biri seslendi sanki:
Kim duyar, ses etsem, beni melekler katından?
O akşam Birinci Ağıt tamamdı. Çok geçmeden İkinciyi yazdı. Ama ötekiler için hayli beklemesi gerekti. Altıncı Ağıt’ın büyük bir kısmıyla Dokuzuncunun birkaç mısraı 1913’te, İspanya’da yazıldı. Duino’da başladığı Üçüncü Ağıt’ı, yine 1913 yılında, Paris’te bitirebildi. Dördüncü Ağıt’ı 1915’te, Munich’de yazdı.
Birinci Dünya Savaşından sonra yorgun düşmüştü; 1919’da, dinlenmek üzere İsviçre’ye gitti; kesintiye uğramayan, sürekli bir yalnızlık kurmak istiyordu kendine. 1912’de Duino’da başlayan işi bitirmesi gerekti. Bir dostunun yardımıyla, 1921’de Muzot Şatosuna yerleşti. 1922’de beklediği olmuş, dili çözülmüştü yine. Bir arkadaşına çektiği telgrafta “Yedi ağıt tamam” diyordu. Postaneden eve döndüğünde, daha önce yazdığı parçalardan, Sekizinci ile Dokuzuncu tamamlandı. Birkaç gün sonra, Duino Şatosunun sahibi Prenses Marie’ye Onuncu Ağıt’ın da bittiğini taşkın bir sevinçle bildiriyor, diyor ki:
“Birkaç gündür, (hani o Duino’dakine benzer) adsız bir fırtına, bir kasırga vardı içimde, varlığımın bütün örgüsü lif lif olmuş, çözülmüştü,yemeyi içmeyi düşündüğüm yoktu, Tanrı bilir kim besledi beni.
Ama artık var o . VAR.
Âmin.
Demek ayakta durabildim buraya dek, baştan sona. Baştan sona. Ve buydu gereken, yalnız bu.
Kassner’e adadım birini. Bütünü sîzindir, Prenses, nasıl sizin olmasın ki! Adı, Duino Ağıtları olacak.
Kitapta (tâ baştan beri sizin olanı size veremeyeceğimden) ayrıca adanma olmayacak, yalnız '...nin mülkünden’ olacak”.
Rilke, kasırgaya benzettiği bu yaratma döneminde yalnız Ağıtları tamamlamakla kalmamış, on sekiz günde, elli dört şiirlik Orfeus’a Soneler’i de yazmış, kendisini Muzot’da ziyarete gelen Kippenberg’e eserinin tamamlandığını, artık toplu baskı için hazırlıklara başlayabileceğini söylemiştir.
2
Duino Ağıtları’nın ana simgesi “melek”tir. Buradaki melek, Rilke’nin daha önceki şiirlerinde, örneğin, Görüntüler Kitabı’nda rastladığımız, çocuğu kara düşlerinden kurtaran, yüreğin karanlığından çıkarıp “bütün kuleler üstüne kızıl bayraklar gibi yerleştiren” o yardımcı melek değildir; ana sevgisi gibi hazır ve nâzır bekleyen, belirsiz ve korkulu durumlarda gecenin görüntülerini bildik, zararsız nesnelere çeviren melek değildir. Rilke, Duino Ağıtları’nın meleği geleneğin melek anlayışıyla karıştırılmasın diye, sık sık açıklamalarda bulunmuştur. Ağıtları Lehçeye çevirene yazdığı bir mektupta şöyle der:
“Ağıtlardaki meleğin, Hıristiyanlığın meleğiyle hiçbir ilgisi yoktur; o daha çok, İslam’ın meleklerine yakındır...
Bizim yapmakta olduğumuz, görünürü görünmeyene çevirme işi, Ağıtların meleğinde tamamlanmış gibidir artık... Ağıtların meleği, görünmeyende daha yüksek bir gerçeklik derecesinin tanınmasına tanıklık eden varlıktır. Bu yüzden 'ürkünç’ gelir bize, çünkü biz, onu sevenler ve değiştirenler, görünüre sarılmaktayız daha”.
Rilke, Ağıtların meleği İslam’ın meleklerine daha yakındır derken, Cebrail’in Muhammed’e ilk kez görünmesini düşünüyordu herhalde: Bir gün peygamber, Hıra Dağında yapayalnız otururken, Cebrail ansızın belirince önünde, korkudan dili tutulur, zangır zangır titrer, ve Melek der: OKU! (Rilke’ nin daha önce yazdığı şiirler arasında, MUHAMMED’İN YAKARMASI adlı bir sone vardır.)
Rilke’nin bu 'ürkünç’ meleğine daha başka kaynaklar aramak gerekirse, El Greco’nun o nerden gelir bilinmez ışıklar içre devinen, gökle inercesine heybetli meleklerini ve Nietzsche’nin “her şeyin üstünde göğü gibi duran” Üstinsan’ını düşünebiliriz. Sonra, on altıncı yüzyılın ünlü simyacılarından Paracelsus’un melekleri anlatışı var:
“Meleklerin gücü neye mi yeter? Her şeye. Çünkü onlardadır Tanrı’nın bütün bilgeliği, bütün sanatı. Melekler dupduru ve tertemizdirler, uyumazlar, sonrasız bir uyanıklık durumundadırlar. Kişinin gövdesi uykuya kapatılmıştır; bunun içindir ki, meleklerin bilgeliğine, yani Tanrı’nın bilgeliğine ve sanatına erişmek istiyorsa, uyandırılması gerekir”.
Ağıtların meleğinde de tam bir uyanıklık, tam bir bilinçlilik vardır; kişinin uyanmaya çalıştığı bütün uykulardan uyanmıştır o; kişinin aşmaya çalıştığı bütün sınırları aşmıştır, bütün zıtlıkları kendinde eritmiştir o; düşünce ve eylem, iç ve dış, görünen ve görünmeyen, gerçek ve ülkü, onda birdir. Bu yüzden, kişi ona baktıkça, kendi yetersizliğini bütün kesinliğiyle duyar da umutsuzluğa kapılır; ama bu ürkünç varlığın altında ezilirken, birden çakar içinde: “Benim yarıda bırakmak zorunda kaldığım her şeyi tamamlamış, benim bütün özlemlerimi gerçekleştirmiş biri var işte, ben de ona benzemeye çalışmalıyım.” Böylece melek, bir yandan yılgı salarken, bir yandan da devinme kaynağı olur kişinin.
Ağıtların, melekten başka bellibaşlı simgeleri, kahramanlar, sevgilerine karşılık görmemiş (hepsi de kadın) büyük sevenler, analar, genç yaşta ölenler, oyuncak bebekler, hayvanlardır; bir de Onuncu Ağıt’ın Yasları var. Rilke’ye göre, ozanın ödevi bunları ve bütün nesneleri, ağaçları, testileri, araçları, yıldızları, çiçekleri, evleri, vb. ayrı gayrı gözetmeden dile getirmek, övmektir. Dışarda kendi başlarına duran şeyleri görünmeyenle değiştirerek, yürek nesneleri yapmaktır, Melekle yarışmaktır.
3
Rilke, Duino Ağıtları’nı, yaratıcı gücünün en büyük başarısı sayar, daha önce yazdığı şiirlerin hepsini bunlara hazırlık olarak görür. Ozan bu şiirlerde, kolay kavranmayan, yer yer soyut deyimlerle yüklü bir dil kullanır. Bu dilin güçlüğünden Almanlar bile yakınırlar.
Kitabın sonuna bazı açıklamalar koymayı gerekli buldum. Özel yorumlarla okurun önüne durmak istemediğimden, nesnel bilgiler sunmakla yetindim.
A. Turan OFLAZOĞLU
Kim duyar, ses etsem, beni melekler katından?
Onlardan biri beni ansızın bassa bile bağrına,
yiterim onun daha güçlü varlığında ben. Güzellik
güç dayandığımız Ürkü’nün başlangıcından özge nedir ki;
ona bizim böylesine tapınmamız, sessizce hor görüp bizi
yok etmediğinden. Her melek ürkünçtür.
Kendimi tutar bu yüzden, yutkunurum
baştan çıkaran çağrısını karanlık hıçkırığın. Ah, kim var ki
kullanalım? Ne melekler, ne insanlar;
kurnaz hayvanlar bile farkındadır ki
pek rahat değiliz bu yorumlanan dünyada biz. Olsa olsa
yamaçtaki bir ağaç kalıyor bize
her gün görülecek; dünün sokağı kalıyor bize
ve sarsılmaz bağlılığı bir alışkanlığın
bizi seven ve kalan ve gitmek istemeyen.
Ah, bir de gece var, gece, gökle dopdolu yel
yüzümüzle beslenirken; kime kalmaz ki o, özlenen,
tatlı tatlı büyü bozan, yalnız yüreğin karşısında
yorgun argın durup. Sevenlere karşı daha mı yumuşaktır o?
Ah, onlar yazgılarını gizlerler ancak kendi aralarında.
Bunu bilmiyor musun daha? At boşluğu kollarından
solunduğumuz uzaylara; belki kuşlar böylece
duyar genişleyen havayı, daha tutkulu uçuşlarında.
*
Evet, sen baharlara gerektin. Nice yıldız
bekler dururdu sen göresin diye. Nice dalga
yükselirdi geçmişte sana doğru, ya da
bir açık pencerenin önünden geçerken
verirdi bir keman kendini. Bütün bunlar görevdi.
Ama sen yeterli miydin ki? Beklemek yüzünden
dalgın değil miydin hep, bir sevgilinin gelmesini
bildirmiş gibi her şey? (Onu barındırmak
sanki elinden gelirmiş gibi; o büyük, garip düşünceler
girip çıkarken sana, sık sık gece yatısına kalırken.)
Özlersen ama, türküle sevenleri; onlar neler duyarlar,
ünü daha yeterince ölümsüz kılınmadı.
Onlar, nerdeyse imrenirdin, o bırakılmış olanlar, gördün ki
daha çok severler o dindirilmiş olanlardan. Başla
hep yeniden, onların erişilmez övgüsüne;
düşün: ilerler Kahraman, onun batması bile
bir araçtır ancak üst varlığa: son doğumuna.
Ama sevenleri yorgun doğa kendine alır
iki kez yaratılmazmış gibi böylesi güç. Gaspara Stampa’yı
düşündün mü ki yeterince; sevgilisi çekip giden kız,
bu seven kadının üstün örneğine bakarak
duyabilsin: onun gibi olsam ben de? Bu en eski acıların
daha verimli olması gerekmez mi sonunda bizim için?
Vakti gelmedi mi, sevgide kendimizi
sevgiliden kurtarmanın ve titreyerek katlanmanın:
nasıl katlanırsa ok yaya, gerilen fırlayışta
kendinden arta bir şey olmak için. Kalmak nerede var ki..
*
Sesler, sesler. Dinle gönlüm, eskiden ancak
ermişlerin dinlediğince: onları dev çağrı
kaldırırdı yerden; ama bu olmaz kişiler
diz çökerlerdi hep, hiç mi hiç aldırmadan:
böyle dinlerdi onlar. Sen Tanrı’nın sesine
dayanamazsın, nerde! Ama dinle soluğu,
sessizlikten üreyen kesintisiz bildiriyi.
Hışırdar işte sana doğru genç ölenlerden.
Ne zaman bir kiliseye girsen Roma’da, Napoli’de,
onların yazgısı sessizce sana seslenmedi mi?
Ya da bir yazıt yücelikle kabul ettirdi sana kendini,
Santa Maria Formosa’daki levha gibi, daha geçenlerde.
Benden ne isterler? Ruhlarının dupduru devinmesini
zaman zaman bir parça engelleyen
o haksızlık belirtisini gidermeliyim usulca.
*
Artık yeryüzünde barınmamak yadırganır elbette,
güç kazanılmış alışkanlıkları artık kullanmamak,
güllere ve neler vadeden öbür nesnelere
bir insanca geleceğe göre anlam vermemek;
eskiden her neysen sonsuzca kaygılı ellerde,
artık hiçbiri olmamak; kendi adını
bırakıvermek bir yana, kırık bir oyuncak gibi.
Yadırganır, istememek artık isteklerini. Yadırganır
eskiden bağlantı olan ne varsa, şimdi gevşek, uçuşur
görmek boşlukta. Ölü olmak da güçtür,
gecikmeyle yüklü olmak, kişi daha rastlamadan
sonrasızlık izine.Bir var ki canlılar
aynı yanlışı yaparlar hep: pek kesin sınırlar çizerler.
Melekler bilmezmiş, ölüler arasında mı gezerler
diriler arasında mı. Sonsuz akıntı
kürer bütün çağları hiç durmadan,
her iki ülkeden geçip ikisinin de seslerini bastırarak gürleyişiyle.
*
Sonunda bizi gereksinmezler artık, erken göçenler,
kişi artık yeryüzü şeylerinden kesilir, nasıl kesilirse
ana memesinden usul usul. Peki biz, böyle yaman sırları
gereksinenler, biz, kutlu ilerlemesi sık sık
acıdan doğanlar: var olabilirmiyiz onlarsız?
o öykü boşuna mı, Linos’un yasını tutarken hani
atılgan ilk ezgi işleyince uyuşukluğa,
ürkmüş uzayda sanki tanrımsı bir genç ansızın
ayrılınca büsbütün, duymaya başlamıştı boşluk
o titreşi mi, -şimdi bizi büyüleyen, avutan, yardım eden?
değiştiği dile gelmez yer,
döner bu boş pek çoğa.
O çok büyük sayıların
sıfır ettiği yer.
*
Alanlar, ey Paris’teki alan, sonsuz panayır,
kadın şapkacısı Madame Lamort’un
sarıp bağladığı yer tedirgin yollarını yeryüzünün,
o sonsuz şeritleri; bunlardan hep yeni fiyongalar,
süsler, çiçekler, düğmeler, meyveler yaptığı, hepsi
yalancıktan renkli, yazgının
kelepir kış şapkalarını süslemek için.
…………………………………………..
Melek: bir yer olsa, bizim bilmediğimiz, orda,
dile gelmez bir kilim üstünde, gösterse sevgililer
burda bir türlü ortaya koyamadıkları
gönül uçuşlarının yüce, korkusuz örneklerini,
haz kulelerini, nicedir
duracak yer olmadığından titreyerek
birbirine dayanan merdivenlerini, bunu becerseler
önünde halka olmuş seyircilerin, sayısız, sessiz ölülerin
onlar atmaz mı o son, hep saklanan,
hep gizlenen bizim bilmediğimiz, sonrasızca
geçerli mutluluk sikkelerini
dinmiş kilimin üstünde en sonu
gerçekten gülümseyen bu çiftin
önüne ?

İncir ağacı, öteden beri anlam yüklüdür gözümde
senin çiçek açmaya nerdeyse hiç yer vermemen
ve tam vaktinde kesin kararlı meyveye,
övgüsüz, iletivermen en katkısız sırrını.
Eğik dalın, çeşme borusu gibi, sürer özsuyu hep
aşağı doğru ve yukarı: uyanmış uyanmamışken,
sıçrar uykusundan en tatlı başarının mutluluğuna.
Bak: kuğudaki tanrı gibi.
.. .Bizse geç kalırız,
âh, çiçeklenmeyle övünürüz; çoktan açığa çıkmış,
gireriz ertelenmiş özüne son meyvemizin.
Eylemin basıncı pek az kimsede öyle güçlü yükselir ki,
gece havasınca baştan çıkaran çiçeklenme ayartısı
ağızlarının gençliğine dokununca, göz kapaklarına dokununca,
parıl parıl yanan yürekleriyle hep dururlar sımsıkı:
belki ancak kahramanlarda ve erken ayrılmaya seçilenlerde
bunların, bahçıvan Ölüm başka türlü bükmüş damarlarını.
Fırlar ileri bunlar: önünde giderler fatih gülümseyişlerinin,
usul biçimli Karnak kabartmalarındaki o
üstün gelmiş hakanın atları gibi tıpkı.
*
Şaşılası bir yakınlık görülür erken ölenlerle kahraman arasında.
Süre ilgilendirmez onu. Kahramanın yükselişi varlıktır. Hiç
durmadan ilerleyerek, girer değişmiş takım yıldızına
sürekli tehlikesinin. Onu pek az kimse bulur orada. Oysa yazgı,
bizi karanlık karanlık gizleyen, kendinden geçip ansızın
türküler onu taşkın dünyasının fırtınası içine.
Kimse yok onun gibi duyduğum. Birdenbire,
akan havayla gelen karanlık yankısı yarar geçer beni.
*
Derken nasıl gizlenesim gelir bu özleyişten: keşke âh,
keşke bir küçük oğlan olsaydım, ona yaklaşsaydım,
otursaydım dayanıp gelecekteki kollara, Samson’u okusaydım: anası
önce nasıl hiçbir şey doğurmamış ve sonra doğurmuş her şeyi.
*
O daha senin karnındayken, ey ana, kahraman değil miydi,
senin karnında başlamadı mı hakanca seçmesine?
Binlercesi kaynardı dölyatağında, O olmayı arzulardı,
oysa bak: kavrayıp atardı, seçerdi, elinden gelirdi bu.
Sütunları devirdiyse, senin gövdenin dünyasından
daha dar dünyaya fırlarken oldu bu: orda
seçer dururdu hep, eylerdi. Ey kahraman anaları,
ey azgın ırmakların kaynakları! Siz, yüreğin tâ
kenarından, ağlayarak, genç kızların çoktan
atıldığı vadiler: oğula sungu olmaya.
Kahraman hışımla geçerken sevgi duraklarından,
uğrunda çarpan her yürek ancak yukarı kaldırırdı onu:
öteye döner dönmez, gülümseyişlerin bittiği yerde dururdu,
bir başkası.
*
Gönül okşamak değil artık, gönül okşamak değil, bundan çıkan ses
olacak çığlığının örneği; kuş gibi dupduru seslensen de-
kabaran mevsim onu kaldırırken hani, kuş nerdeyse unutur ya
tedirgin bir şey olduğunu, baharın gönlü açık göğe
fırlattığı bir yürek olmadığını sadece. Onun gibi,
sen de, ondan geri kalmadın, ardına düşmek istersin
daha görülmemiş, seni sessizce farkedecek bir eşin:
onda bir karşılık uyanır usulca ve dinleyerek ısıtır kendini,-
senin yoğun duyguna parıl parıl yanan bir eş duygu olmak için.
Âh, anlardı bahar, hiçbir kuytu, bildirinin sesini
yankılamaktan geri durmazdı. Dupduru, evetleyen bir sabah
o soran, küçücük kavalı önce bir yankılayarak
büyülten sessizliğe bürür ortalığı.
Sonra merdivenden yukarı, çağrı merdiveninden, geleceğin
düşlenen tapınağına; sonra titreyen ses, o çeşme:
fışkıran suyunu, daha yükselirken, Düşmenin kavradığı
umut veren bir oyunda.. .Ve bundan önce, yaz.
Yaz sabahları değil yalnız, bu sabahların
güne dönmesi ve Başlangıçla akması değil yalnız.
O günler değil yalnız, çiçeklerin çevresinde incecik ve yukarda,
çevresinde biçimli ağaçların, o güçlü ve yaman.
Bu açılmamış güçlerin kaynaması değil yalnız,
yollar değil yalnız, akşam çimenleri değil yalnız,
geçmiş gökgürültüsünden sonraki canlı duruluk değil yalnız,
gelen uyku ve bir önsezi değil yalnız, akşamları...
geceler de! O pek yüce, o yaz geceleri,
 BİRİNCİ AĞIT
44. mısra Gaspara Stampa
1523’te Padua’da doğdu. Yirmi altı yaşında, Venedik’te Collalto Kontu’na gönül verdi. Kont, Fransa’ya gidince, Gaspara’yı unuttu; döndüğünde, başka biriyle evlendi. Kadın, yeni sevgililerle, dinle avuttu kendini. 1554’te, otuz bir yaşında öldü. Collalto Kontu’na duyduğu sevgiyi dile getiren iki yüz kadar sonesi vardır.
64. m. Santa Maria Formosa
Venedik’te bir kilise. Rilke’nin bu kilisede gördüğü levhada şunlar yazılıdır:
“Hayat sürdükçe, başkaları için yaşadım; şimdi, ölümden sonra, yok olmadım, soğuk mermer içre kendim için yaşamaktaydım. Ben Hermann Wilhelm idim. Flandır yasımı tutar, Adria bana ağlar, yoksulluk beni çağırır.
16 Eylül 1593’te öldü.”
83-84-85. m. Sonsuz akıntı
Kürer bütün çağları hiç durmadan, her iki ülkeden geçip ikisinin de seslerini bastırarak gürleyişiyle.
Rilke, Ağıtları Lehçe’ye çevirene yazdığı bir mektupta diyor ki: “Ağıtlarda, hayatın evetlenmesi ve ölümün evetlenmesi, tek şey olarak açığa vurur kendini. Burda yaşandığı ve kutlandığı gibi, birine hak tanıyıp ötekine tanımamak, sonunda bütün sonsuzluğu dışarda bırakan bir sınırlama olur. Ölüm, hayatın bizden öteye dönmüş, bizce aydınlatılmamış yüzüdür: Bu sınırlanmamış ülkelerin ikisinde de barınan, ikisinden de bitmez tükenmez besinler alan varlığımızın en büyük, mümkün olan en büyük bilincini gerçekleştirmeye çalışmalıyız.. .Gerçek yaşama yolu her iki ülkeden geçer, en güçlü dolaşımın kanı akar her ikisinde: Ne bura var ne öte, ancak büyük birlik var, 'Meleklerin', o bizi aşan varlıkların barındığı birlik.”
91. m. Linos’un yasını tutarken hani
Linos, Eski Yunanın doğa tanrılarından, Linos türküsü de, geçmekte olan yaza ağıt. Bazen türkünün ve genel olarak müziğin kaynağıyla bu türkü arasında bağlar kurulur, Linos’un ölümünden duydukları korku ve ürküyle uyuşanların, Orfeus’un türküsüyle canlandırıldıkları söylenirdi.
İKİNCİ AĞIT
3. m. Tobias’ın günleri nerde
İsrailoğullarından Tobit, tutsak gittiği Ninova’da ölümünün yaklaştığını anlayınca, oğlu Tobias’a, Media’da birine para bıraktığını, bu parayı gidip almasını söyler. Tobias, kendisine kılavuzluk edecek birini aramaya çıktığında, meleklerden Rafael’i bulur. Ama onun melek olduğunu bilmez; ve ona der: “Benimle Rages’e gelir misin? Ve sen oraları iyi bilir misin?” Melek, oraları iyi bildiğini, kendisiyle geleceğini söyler.
BEŞİNCİ AĞIT
Rilke bu şiiri yazarken, Picasso’nun Les Saltimbanques adlı tablosundan geniş çapta esinlenmiştir. Resmi, Munich’te bir arkadaşının evinde görüyor; bir süre resimle birlikte kalmak istiyor. Daha sonra Beşinci Ağıt'ı, resmin sahibi Frau Hertha Koenig’e adamıştır.
1415. m. Dura’nın büyük ilk harfi...
Picasso’nun resmindeki figürler D biçiminde dizilmişlerdir. D ile başlayan “Dastehen”i (Ordadurma Ordalık), Türkçe’ de de D ile başlayan bir sözle karşılamak gerekir: Dura.
17. m. Zorlu Augüst
Saksonya kralı. Çok güçlü bir adamdı. Üç yüz çocuğu olduğu söylenir.
61. m. ’Subrisio Saltat.’
Saltat, Saltatoris’in kısaltılmışıdır. Subrisio Saltatoris, Latince 'Cambaz Gülümsemesi’ demektir.
SEKİZİNCİ AĞIT
60. m. O Etrüsk Ruhlarından biri gibi tıpkı
Etrüskler lâhitlerin konduğu odaların duvarlarına ruhu, kuş olarak resmederler, lahdin üstüne de ölünün heykelini yerleştirirlerdi.
ONUNCU AĞIT
82. m. ürkütür bir baykuşu çifte tacın gerisinden Aşağı Mısır’la Yukarı Mısır’ın çifte tacı.

Bir gün bu korkunç görüşten çıkıp en sonu,
ağdırsam sevinçli bir övgü doğrulayan meleklere ben.
Yüreğin duru sesli çekiçlerinden hiçbiri
gevşek, kararsız, ya da kırılan teller üzre
düşüp de susmasın, Akan yüzüm daha da
parlatsın seni: gösterişsiz ağlayış
çiçeğe dursun. Ne severim o zaman sizi, ey
ağrı geceleri. Neden, ey avunmak bilmez bacılar,
daha çok diz çökerek karşılamadım sizi, daha çözük bırakmadım
kendimi çözük saçlarınıza? Bizler, acıları har vurup harman sasavuranlar.
Nasıl onlardan öte, üzgün süreye bakar dururuz
sonralarını görmek için çırpınıp. Oysa bizim ancak
kış yapraklarımızdır onlar, loş her-dem-yeşilimiz,
iç yılımızın mevsimlerinden biri, mevsim değil yalnız,
yer, konut, karargâh, toprak, barınak.
*
Gerçek, âh, ne gariptir Acı Kenti’nin sokakları:
bastırılan gürültünün düzme sessizliğinde,
bir boşluk kalıbının dökümü, azgın,
yaygaraya boğar ortalığı, apansız anıtı.
Onu melek nasıl tepeler âh, iz bırakmadan, onların avuntu pazarını
hazır alınmış kiliseyle birlikte, kenardaki: pazarları temiz
ve kapalı ve büyüden kurtulmuş postane gibi tıpkı.
Oysa dışarda hep, yıllık panayırın kenarları dalgalanır durur.
Özgürlük salıncakları! Çaba dalgıçları, hokkabazları!
Süslü püslü mutluluğun resimli atış salonu:
usta nişancı vurunca, teneke hedeflerin sıçrayıp
düşüverdikleri. Adam sevinçten raslantıya doğru sendeler;
çünkü barakalar bütün meraklıları
davullarla, çığırtkanlarla çekmektedirler. Özellikle
görülmeye değer, yalnız büyükler için: Paranın üreyişi! Anatomiktir,
eğlence değil sadece! Paranın uzuvları, hepsi,
tekmili birden gösterilmekte, öğreticidir,
verimli kılar sizi...
...Ah, hemen dışarda,
üstünde “Ölümsüz” yaftaları asılı son tahta perdenin arkasında,
içenlere, taze eğlenceliklerle çiğnedikçe,
pek tatlı gelen şu acı bira...,
tam gerisinde tahta perdenin, tam arkasında, gerçek.
Çocuklar oynar, sevgililer kucaklaşırlar, -bir yanda,
üzgün otlar içinde, ağır başlı, uyar doğaya köpekler.
Çekilir ileri doğru genç; belki eldeğmemiş bir Yas’a
gönül verdiğinden .. .İzler onu çimenliğe dek. O der ki:
uzak. Tâ orda oturuyoruz...
Nerde? Ve genç
izler. Halleri dokunmuştur kendisine. Omuzlar, boyun-,
ünlü bir soydan olmasın? Ondan ayrılır ama, geri döner,
bakınır, başını sallar.. .Neye yarar? O bir Yas’tır ancak.
*
Yalnız genç ölenler, süresiz durgunluğun
ilk döneminde, dünyadan kesilirken
seve seve izlerler onu. Bekler kızları,
onlara yardım eder. Usulca gösterir onlara
neler var üzerinde. Acı incileri, ince
Sabır Örtüleri. Yürür gençlerle
sessizce.
*
Oysa orda, barındıkları yerde, vadide, geçkin Yaslardan biri
dinler genci soru sorarken: -Biz eskiden,
der, büyük bir aileydik, biz Yaslar. Atalarımız
şu dağlardaki madenleri işletirlerdi; insanlar arasında
o parlak, ilk acıdan bir külçe görürsün bazen,
ya da, eski bir yanardağın taş kesilmiş öfkesinden.
Evet, ordan çıkardı. Eskiden zengindik.-
*
Ve gezdirir onu geniş Yaslar görünümünde,
tapınak sütunlarını gösterir, kale yıkıntılarını: buradan
Yas Hakanları bilgece yönetirmiş ülkeyi
çok eskiden. Uzun
gözyaşı ağaçlarını gösterir, çiçeklenen üzüntü tarlalarını,
(yaşayanlarca yalnız yumuşak yapraklar diye bilinen);
otlayan Yas Hayvanlarını gösterir, -ve bazen
ürken bir kuş, görüş alanlarının tam ortasından geçerek,
çizer ıssız çığlığının kargacık burgacık görüntüsünü.
Akşamleyin götürür Yas Soyundan en uzun yaşamışların
mezarlarına, falcı kadınların, uyaranların.
Gece yaklaşırken ama, daha bir yavaş yürürler ve çok geçmeden
yükselir ayca, her şeyi gözetleyen
mezar taşı. İkiz kardeşi Nil’dekinin,
yüce Sfenks’in: gizli bölmenin bakışı.
Ve şaşarlar önünde hakan başının,
o hep susan, kişinin yüzünü
yıldızların terazisiyle tartan.
*
Gencin görüşü, erken ölümden başı döner de hâlâ,
kavrayamaz bunu. Yasın bakışıysa
ürkütür bir baykuşu çifte tacın gerisinden. Ve kuş
usulca sürtünerek, yanak boyunca,
en olgun değirmesi boyunca, belli belirsiz
çizer ölümde doğan işitme üzre, sanki açık bir kitabın
çift sayfasına, anlatılmaz taslağı.
*
Ve yukarlarda, yıldızlar. Yeniler. Acı Ülkesinin yıldızları.
Ağır ağır sayar adlarını Yas: “İşte,
bak: Atlı, Gönder, şu kalabalık takımyıldıza da
Meyve Çelengi denir. Sonra, ilerde, Kutba doğru:
Beşik, Yol, Yanan Kitap, Kukla, Pencere.
Oysa güney göğünde, sanki bir kutsanmış elin
ayasında tertemiz duran, dupduru görkemle parlak A,
Anaların simgesidir...”
*
İlerlemesi gerek ölünün daha; geçkin Yas
vadiye götürür onu, burda pırıl pırıl
durmaktadır ay ışığında:
Sevincin kaynağı. Yas
saygıyla söyler adını, der: “Kişiler dünyasında
alıp götüren ırmaktır bu.”
*
Dağın eteğinde dururlar.
Ve burda Yas kucaklar onu, ağlayarak.
*
Yalnız, yükselir İlk Acı dağlarına doğru genç.
Ve sessiz yazgıdan bir kez olsun yankılanmaz adımları.
*
Oysa bu sonsuzca ölenler içimizde bir simge uyandırsalardı,
bak, gösterirlerdi belki sarkan çiçekleri yapraksız
fındık ağaçlarından, yağmuru belki de,
ilkbaharda kara toprağa düşen.-
*
Biz de, yükselen mutluluğu
düşünenler, bir mutlu düştüğünde
bizi nerdeyse şaşırtan
duyguyu yaşardık.

Kaynak: Duino Ağıtları, Rainer Maria Rilke, Çeviren A. Turan Oflazoğlu, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1979, Ankara

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar