DÜNYANIN EN ÜNLÜ YAHUDİSİ-Sör Moses Montefiore
Yahudi tarihi onun ölmez
adını saygıyla ve gururla anar. Onun yaşamöyküsü "derslerle"
doludur...
24 Ekim 1784'te Livorno'da
doğdu. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Parayla satın alınamayacak manevi
zenginliğe sahip bir ailede büyüdü. Goethe'nin söylediği, "Babalarından
sana miras kalana sahip olmak için onu kazanmalısın!" cümlesindeki
"öz"e ulaşmak için çalıştı, çalıştı... Sonunda, bir Yahudi aydını
olarak dünyaya ölmez bir isim bıraktı...
Kazandıklarını kendisi için
saklamadı. Her şeyini paylaştı... Yaşamını iyilik yapmaya adadı. Yoksullara ve
ihtiyacı olanlara yardımları servetiyle aynı oranda arttı. Yardım elini
dünyanın pek çok yerine uzattı: Güney Amerika. Filistin, Suriye, Fas,
Bulgaristan, Rusya, Türkiye'de yaşayan Yahudilerle ilgilendi. Bu tutkusundan
son nefesini verene kadar vazgeçmedi. Çünkü huzuru ve yaşama sevincinin
kaynağı "yardım"dı...
İlk kez bir Yahudi Londra
belediye başkanı oldu: Bu Sör Moses Montefiore'ydi... Kral ve Kraliçe Viktorya
tarafından onurlandırılarak "Sör" unvanı verilen ilk Yahudi de oydu. Günümüzde de kendi alanında
ilk sıralarda yer alan ve dünyanın en eski sigorta şirketi olan Allianz'ı
kurdu. Okullar açtı...
Sıradan bir Yahudi olarak
geldiği dünyadan; yardımseverliği, cömertliği, insanlığı, çalışkanlığı,
adilliği, dürüstlüğü ve "iyilik tutkusu”yla saygıyla anılan" bir isim
bırakarak ayrıldı...
Sör Moses Montefiore 1885'te
dünyaya gözlerini yumduğunda bile son sözleri şunlar oldu: "Yapılacak
başka bir şey var mı? Varsa yapahm. Bir çek daha yazmam gerekiyorsa, gücüm
yettiği sürece yazmak isterim. Şükürler olsun Allah’ıma, bana bunca zamandır
iyilikler yapma olanağı verdiği için..."
Eugen Wolbe
Çam
ağaçlarının karanlıklaştırdığı bir ormandan geçerken ortalık yavaş yavaş
aydınlandı ve uzakta, güneş altında parıldayarak göğe doğru yükselen bir doruk
göründü. O zaman yolcunun -antikçağ Tanrılarının habercisi ([1]) gibi-sanki
ayaklarına kanatlar takıldı, gözleri sevinçle parladı. Haydi ileri, “kızılımsı
ışınlar saçan doruğa doğru!” Böyle bir dağ her insanın gözleri önünde yükselir.
Herkes olabildiğince en az çabayla ona tırmanmak, sonra da zafer kazanmış olmanın
gururuyla tepesinden aşağılara bakmak ister: Evet, güneşli bir yaşta kim
erişmek istemez buna?
İsrail’in
inancı hem çok yaşlı, hem çok dinç harika bir armağan, bununla adil olanlara ve
dindarlara sonsuzluk ihsan edildi. Ve fakat bir sınır da çekildi: “Hayatımız
yetmiş yıl sürecek ve eğer daha da uzarsa seksen yıl olacak.”
O halde bir
faniye göklerin teveccühü ne kadar büyük olmalı ki, onun bu sınırı aşmasına,
gerek bedence gerekse zihince zindeliğini koruyarak doksan yaşına, sonra da
hatta yüz yaşına kadar yaşamasına olanak vermiştir.
Yüce
yaradanın seçtiği bu kişi, “Sör Moses Montefiore”dir; İsrail’in bir kralı, bir
kahramanıdır. Sadece yumruğu demirden bir kahraman, sadece yaratıcı deha
sahibi bir kahraman değildi o, “Yahudi yüreğinin” bir kahramanıdır.
Yahudi tarihi
onun ölmez adını saygıyla ve gururla anar.
Bu bakımdan
onun yaşamöyküsünün sonraki kuşaklara anlatılması, hiç kuşkusuz bir zorunluluk
olmuştur.
Montefiore
(Türkçesi: Çiçekdağı) ailesi, bu adı İtalya’da Asedi-Piceno ilindeki Montefiore
kasabasından almıştır. Aile, Yahudilerin İspanya ve Portekiz’den kovulmasından
([2]) sonra bu kasabaya
16. yüzyılda gelip yerleşmiştir. Aristokratik şövalyeliğin belirleyici bir
karakter özelliği olması ve İspanya Yahudilerinde yaygın biçimde görülen
Tanrı’ya ibadetin İspanyolca yapılmasına kesinlikle bağlı kalınması, Montefiore
ailesinin kökenini gösteren işaretlerdir.
17. ve 18.
yüzyıllarda aileyi, Adriyatik Denizi kıyısında Pesaro ve Ancona kentlerinde
buluyoruz, daha sonra da o zamanlar Akdeniz’de zengin ticaret kenti olan
Livorno’da. Burada Yahudiler, Medici hükümdar ([3]) hanedanınca özel
koruma altına alınmıştı; Mediciler Yahudileri aşağılamayı amaçlayan olağanüstü
yasalara en olumlu anlamda karşı çıkmışlardır. Bu ünlü hükümdar ailesi,
hoşgörülü tutumundan hiçbir zaman pişmanlık da göstermemiştir. Liverno’nun 17.
yüzyılın sonlarında sayıları on bine ulaşmış bulunan çalışkan Yahudilerinin de,
bu kentin İtalya’nın en büyük ticaret merkezlerinden biri haline gelmesinde
katkıları hiç de az olmamıştır.
Monte
Piore’ler de tüccardı. Floransa’nın ünlü hasır eşyalarının, özellikle de
şapkalarının ithalat ve ihracatını yapıyorlardı. İngiltere tacirleriyle
sürdürülen çok canlı ticaret ilişkileri, 18. yüzyılın ortalarında Moses Vita
Montefiore ile eşi Esther’in Londra’ya göç etmelerine yol açtı. Fakat onların
güneşli İtalya’dan ayrılmaları sadece bir yer değiştirmeden ibaretti;
Liverno’daki akraba ve dostlarla eski samimi ilişkiler, mektuplaşmalar ve
karşılıklı tekrarlanan ziyaretlerle hep canlı tutuldu.
Moses
Vita’nın büyük oğlu Joseph, Londralı bir kıza, hem güzel hem dindar Rahel
Mocatta’ya evlilik bağı için elini uzatınca, genç evliler ilk gezilerini de,
üzerinde masmavi bir gökyüzünün sürekli gülümsediği ülkeye yaptılar.
Joseph,
karısını ailenin Livorno’daki büyük evine götürebildiği için kim bilir ne kadar
derin bir heyecan duymuştur? Hele Montefiore ailesinin en yaşlı başkanı elini
Livorno’da 24 Ekim 1784’te, bir pazar günü dünyaya gelen erkek evladın başına
koyduğu zaman bu olay tümüyle nasıl da mutluluk habercisi sayılmıştı?
Bu çocuk
Moses Montefiore idi.
Bir insanın
doğduğu ülkenin onun kişiliği üzerinde özellikle etkisi olduğu söylenir.
Nitekim Montefiore’de de güney ülkelerinin sıcakkanlı-neşeli meşrebiyle
İngilizlerin pratik zekâsı ve kibar çekingenliği birleşmiştir. Bu özelliklerin
oluşmasında hiç kuşkusuz babasının etkisi vardı; zira babası hayatı olabilecek
haliyle değil de, olduğu haliyle kabul ederdi.
Joseph
Montefiore zengin bir adam değildi. Aksine hayatı boyunca hep çok çalışmak
zorunda kalmıştır. Hele evliliği, yıllar geçtikçe iki oğul ve beş kız evlatla
donanınca, çabalarını daha da artırması gerekmiştir.
Montefiore
ailesinin uzun yıllar boyunca oturduğu, Dauxlıall semtinde, Kennington Terasse
5 numaradaki mütevazı evin kapısını zaman zaman tasaların, hatta üzüntülerin
bile çaldığı olmuştur. Fakat asla içeri girmek olanağını bulamamıştır. Çünkü
ailenin hayatı dinin ateşiyle ısınıyordu; çünkü nerede inanç varsa, orada güven
olur ve nerede güven varsa, orada neşeyle dolu cesaret olur.
“Ben ve
benim evimin halkı, biz Tanrı’ya hizmet etmek istiyoruz” (Yuşa 24, 15). (*)
Josehp Montefiore’nın yaşayış tarzını tümüyle yönlendiren işte bu sözdü.
(*) Yuşa
veya Yeşu, Yahudi peygamberidir. Dört büyük Yahudi peygamberinden biri
sayılır. Tevrat’ta Musa’ya bağlanan ilk beş kitaptan sonra en önemli kitap
onun kitabıdır. Birçok mucizeleri vardır.
Onun için
Yahudi inancı, sadece bir ahlak öğretisi değildi, onu daha çok kusursuz,
tertemiz bir hayatın ilk şartı olarak görüyordu. Öte yandan bir Yahudi-dinsel
dünya görüşünün tüm içeriği de değildi bu. Ona göre ahlak tek başına, “Rabbin
avlularına özlem çeken, bu özlemle yanan bir ruha” (Mezmur 84, 3) ([4]) yeterli huzuru
veremezdi.
Böylece
dinin emirlerini bozmadan, asıl değerli özünü hiç eksiltmeden çocuklarına
aktararak Joseph, onlarda çok küçük yaşlardan itibaren Yahudiliğin dinsel
göreneklerine, yani dinin soylu kılıfına karşı sevgi uyandırırdı. Eğer bunlar
olmasaydı dinin değerli özü, binlerce yıl boyunca varlığını koruyamazdı. Dinin
dış kılıfına ilişkin çok anlamlı bu geleneklerin uygulanması, inançlı Yahudiye
bir iç huzuru sağlıyor, o zaman Tanrı’nın hoşuna gidecek bir iş yaptığını
düşünüyor, özellikle de baskılara ve kovuşturmalara uğrayanlar, çektikleri
acıların, gördükleri hakaretlerin tesellisini bunda buluyordu.
Cuma
akşamları Şabat günü ([5]) başlarken, babanın
çocuklarını teker teker kutsaması, insanı nasıl etkileyen yüce bir andır; sonra
da bembeyaz örtüler serili masanın üzerinde Şabat mumları tatlı ışıklar
saçarken ekmek ve şaraba ilişkin hayır duasını etmesi de öyledir; ya da Pesah
Bayramı (••*) akşamlarında babanın çocuklarıyla birlikte Mısır’dan göçü
anlatırken gecenin geç saatlerine kadar Tanrı’ya şükrediş ilahileri söylenmesi
de öyledir.
Kutsal
günlerdeki ibadetlerde, bir zamanlar Kudüs Tapınağı’nda ([6]) hahamların söylemiş oldukları duayı
tören korosu halinde söylemek ve bu sırada -İspanya-Portekiz Yahudileri
töresine göreher aile reisinin oğullarını ve torunlarını etrafına toplayıp
onların sevimli başları üzerine, bir yandan kutsayarak “talet” denilen dua
kaftanını yayması, gençlerin kalplerini bir daha asla unutamayacakları derinlikte
etkilemez mi?
Böylesine
duygulandırıcı anlarda Moses’in de kalbi mutlulukla coşarak çarpmış, bir bayram
bitince öbür bayramı heyecanla beklemiştir.
Çocuğun
kalbinde din ateşini alevlendirmek için babası, yapabileceklerini en iyi
şekilde yapmıştır. Oğulun sorusunu da İsrail’in, yüce öğretisine derinlemesine
nüfuz etmek, aynı zamanda buradan dinsel göreneklerin önemini kavramaya
ulaşmak, bu ısıtıcı ateşi canlı olarak sürdürmek, onu umursamazlığın ve hoş
görmenin zehirli soluğundan korumaktı.
“Babalarından
sana miras kalana sahip olmak için onu kazanmalısın!” (Goethe)
Moses
Montefiore’nin aldığı dinsel eğitim, genel eğitimin çeşitli dallarındaki
öğrenimiyle yan yana yürütüldü.
Okul ona
geniş kapsamlı bilgiler verebilmiş değildi. Zaten İngilizce okul öğretiminin
de böyle bir hedefi ve amacı yoktu. Bununla birlikte öğrenciler, ilgi
duydukları ya da gelecekteki meslekleri için gerekli gördükleri dallarda özel
eğitimle kendilerini yetiştirme ve geliştirme olanağına da sahiptiler. Örneğin,
okulda, yaşayan yabancı diller öğretilmiyordu; ama Montefiore böyle bilgileri
özel yoldan edinmeye başlamıştı.
İngiliz
şairleri de okulda öğretilmiyordu. Ne var ki onlar, dostlarımız sayesinde
meçhul kalmadılar. Defterlere kaydedilmiş geniş kapsamlı şiir derlemeleri bunun
somut tanığıdır. Bu defterler içerik zenginliği ve hayatı içtenlikle yansıtması
bakımından özellikle ilgisini çekmiş pek çok şairden alıntılarla doludur. Bu
tür defterleri, daha sonra günü gününe tutulmuş notların yer aldığı
defterleriyle birleştirir. Günlüklerinde, yaptıkları ve düşündükleriyle ilgili
olarak hesap verircesine bir tutum göze çarpar. Sayıları kırk sekiz olan günlük
defterleri 70 yıllık bir zaman dilimini kapsar. Montefiore ailesinin bir dostu
tarafından özet halinde yayınlanmıştır. ([7])
Moses,
ilköğrenimini bitirdikten sonra, kendisini mesleğine hazırlayacak yüksekokula
girmiştir.
Yükseköğrenimini
hevesle yapar. Fakat o zamanlar ülkede, bugün olduğu gibi, her inançtan
insanlara eşit haklar tanınmış değildi; daha çok da Yahudilere birçok
kısıtlamalar uygulanıyordu. Gerçi İngiltere Yahudileri gettolarda ([8]) yaşamak zilletine
asla uğratılmamış ve hiçbir zaman da aşağılayıcı özel işaretler ([9]) taşımak zorunda bırakılmamıştır.
Fakat 19. yüzyıla kadar subaylık, öğretmenlik, yargıçlık ve avukatlık gibi
meslekleri yapmaları yasaklanmıştı. Tıp öğrenimine de ancak büyük zorluklar
çıkarılarak izin veriliyordu. Buna rağmen Hıristiyanlığa geçen Yahudiler çok
enderdi; bir görev, bir makam elde etmek uğruna hemen hiç kimse kutsal
inancından dönmüyordu.
Böylece
Moses Montefiore tüccar oldu ve çalışma alanı olarak da bankacılığı seçti.
“Çıraklık
yılları beylik yılları olmaz” diyen atasözünün doğruluğunu Moses de
öğrenmiştir. Daha sonraları ulaştığı refaha şükrettiğinde, bunun kökeninde
kötü aydınlatılmış, daracık odalarda, ağır çalışma koşulları içinde yetişmiş
olması bulunduğunu hep hatırlamıştır. Bu çalışmalar, onu gayretli, enerjik ve
titiz olmaya alıştırmış, unutulmaz mareşalimiz Moltke (*) gibi Moses de, çok
ileri yaştayken, kendisine bu kadar uzun süre yaşamış olmasının nedeni sorulduğunda
aynı cevabı vermiştir: “Öncelikle çok zor geçmiş olan gençlik yıllarımdır”
demiştir.
Çok
geçmeden Moses sessiz yazı odasını gürültülü borsayla değiştirdi ve burada
devlet tahvilleriyle diğer değerli kâğıtların simsarlığını yapmaya başladı. O
zamanlar Londra Borsası’nda yalnızca on iki Yahudiye simsarlık izni
verilmekteydi. Güvenirlik
öngören bu işin göstergesi sayılan madalyonları belediye başkanının elinden almak
için de ona, kuşkusuz hayli yüklüce bir para ödemek zorunda kalmışlardı.
Moses,
ticari işlerini yoğun tempoda yürütürken, öte yandan bilgisini genişletmek ve
iç dünyasını yönlendirmek için yeterince zaman da bulabilmiştir. Yakın ilgi
duyduğu alan botanik (bitkibilim) oldu. Bu konuya ilgisi çocuk yaşlarındayken
babasının teşvikiyle başlamıştı. Ayrıca “Tartışmacı Gençlik Kulübü” adlı bir
derneğe de girmişti; bu kulübün üyeleri, daha sonra üzerinde düşünce değiş
tokuşu yapacakları bir konuda sırayla konuşmak zorundaydılar. Montefiore
burada mizacından kaynaklanan çekingenliğini aşmayı, bir dinleyici kalabalığı
karşısında, önceden hazırlık yapmadan ve herhangi bir yazılı taslak olmadan
akıcı ve duru konuşmayı öğrendi.
Böyle
toplantılardan, özellikle de siyasal bir konu genç insanların yüreklerini
ateşlemişse, Moses’in nasıl heyecan içinde eve gelmiş olabileceğini gözümüzün
önünde canlandırabiliriz. Ne var ki baba evinde kendisini bekleyen sevgi
bolluğu karşısında herhalde bütün heyecanlarından ve sıkıntılarından silkinmiş
olmalıdır; hele gün bir Şabat günüyse, bunlardan tümüyle arınmıştır.
Sevinçle
selamlanan barış ve huzur meleği, günün birinde ailenin küçük evi bir yangın
felaketine uğrayınca, kim bilir ne kadar çok kaygılanmış, ne kadar çok gözyaşı
dökmüştür. Nice değerli eşya, güzel anıların nice yadigârı alevlerin kurbanı
olmuştu. O an için acı bir yaşantıydı bu! Fakat aile, dumanları hâlâ tüten
yıkıntının önünde yeniden bir araya gelince, çok daha büyük, telafisi mümkün
olmayan bir kayba uğradıklarını saptadılar: On beş yaşındaki kızları Esther
alevlerin içinde hayatını kaybetmişti. Anneyle babanın ve kardeşlerin acısını
kim sözlerle anlatabilir?
“Babam,”
diye anlatıyor Moses, “her zaman neşeli ve her zaman hayatından memnun bir
insandı; fakat Esther’in yangında ölmesinden sonra onu asla gülümserken gören
olmadı.”
Joseph
Montefiore evladını kaybettikten sonra uzun süre yaşamadı. İşten elini eteğini
çekti; üstelik işte onun yönetimi mutlaka gerekirken bunu yaptı. O sırada Moses
gurur duyduğu oğlukendi 14 işinin başındaydı. Bir banka kunnuştu; bir süre
sonra kardeşi Abraham da bu bankaya ortak oldu.
Sahiplerinin
titiz dürüstlüğü, işbirliği ve akıllıca davranışları, “Montefiore Kardeşler”
bankasına yoğun bir rağbete yol açtı. Yahudi cemaatinden saygın kişiler,
onlarla iş ilişkileri kurdular. Bunlar arasında Rothschild ailesi de ([10]) vardı.
Rothschild’lerin bu ilişkisi zamanla dostluğa dönüştü.
Nathaniel
Mener Rothschild, Moses’i kayınpederi Levi Berent Cohen’in ailesiyle
tanıştırdı; Amsterdam’dan göç etmiş varlıklı bir aileydi bu. Böyle bir tanışma
Moses için hayatının dönüm noktalarından biri oldu; çünkü burada ailenin genç
kızı Judith’i gördü ve ona âşık oldu; bunda kızın göz kamaştıran güzelliğinden
çok dindar tutumu etkili olmuştur.
Kız,
Tanrı’nın bir sevgilisiydi. Montefiore gibi Judith’in kendisi de bunu, “Ben
Tanrı’nın özellikle koruması altındayım!” diye dile getirirdi.
Juditlı çok
küçük bir kızken iki kat yukarıdan evin koridoruna düşüyor. Böylesi bir düşüş
mutlaka ölümle sonuçlanacağı için evin içinde feryatlar kopuyor. Her yandan
korku dolu, “Neredesin Juditlı!” diye seslenişler yükseliyordu.
Aynı soruyu
Juditlı de, sanki hiçbir şey olmamış gibi taşbebeğine sormaktadır. Zira küçük
kızın hiçbir yeri acımamıştır.
Juditlı
olağanüstü denilecek bir eğitim görmüştü.
Anne-babası,
kızlarının çok küçük yaştan itibaren anadili İngilizceden başka Almanca,
Fransızca ve İtalyanca öğrenmesi, resim ve müzik eğitimi görmesine önem
vermişlerdi. Fakat en az bunlar kadar değerli gördükleri bir dil de
İbraniceydi. Kızları bunu da öğrendi; hem de anasıyla babasını memnun etmek
için değil, hayır aksine, duaları ve Kutsal Kitabı ([11]) anlamayı bir an önce öğrenmek, dinsel
ayinlere dindar yüreğini ibadet coşkusuyla doldurmuş olarak katılabilmek için
büyük bir hevesle girişti bu işe.
Cohen
ailesinde Yahudilik sadece öğrenilmiyor, aynı zamanda yaşanıyordu. Burada
uyulmak istenen dinsel buyruklar arzuya göre seçilmiyordu; başkaları eskimiştir
diye bunları bir kenara bırakırken, burada hepsine uyuluyordu; çünkü onlar
binlerce yıllık kullanımlarıyla kutsallaşmışlardı. Böylece Cohen’in çocukları,
örneğin yalnızca Yom Kiput’u (*) kutlamakla yetinmiyor, Kudüs’un yıkılışını
anma gününü de perhiz, dua ve dinsel murakabeyle kutluyorlardı.
Böyle bir
anma gününde genç kızlar yas kılıkları içinde alçak taburelere oturmuş
“Yeremya’nın Ağıtları”nı (**) okuyorlardı. Tam bu sırada sokakta yaklaşan bir
arabanın sesi duyuldu. Araba Cohen’lerin evinin kapısı önünde durdu. Sırma
şeritli bir muhafız arabacı yerinden aşağıya atlayıp arabanın kapısını açtı.
Başka zaman genç bayanlar merakla pencereye koşardı; fakat bu sefer ibadet
duruşlarını değiştirmediler. Uşak geleni haber verdi: “Ekselans Amiral Sör Sidney
Smith!” Ardından da -ailenin bir dostu olan-amiral yanında birkaç deniz subayı
olduğu halde odadan içeri girdi.
(*) Yom
Kiput: Yahudilerin Perhiz günüdür. İbranice “tövbe günü” demektir. Ekim ayı
sonuna rastlayan Yahudi takviminin Tişri ayının onuncu günüdür.
(**)
Yeremya: Yahudilerin dört büyük peygamberinden biridir. Jeremia ve Ermiya
biçimlerinde de yazılıp söylenir. Kutsal Kitap’taki iki kitap onundur. Bu
kitaplardan biri “Yeremya”, diğeri “Yeremya’nın Ağıtları” adını taşır. Onun zamanında
Kudüs, iki kez Kalddeliler tarafından alınmış ve İsrailliler de tutsak edilerek
Babil’e gönderilmiştir. Ağıtlar bu felaket için söylenmiştir.
Kız
kardeşleri ayağa kalktıkları halde Miss Judith yerinden kımıldamadı, sakince
oturmasını sürdürdü ve şaşırmış bulunan çok önemli konuktan şöyle özür diledi:
“Ekselansları,
ayağa kalkmadığım ve her zamanki gibi kendilerini selamlamadığım için beni
bağışlasınlar; fakat bugün Kudüs’ün yıkı-
İkinci
bölüm, “Peygamberler” adını taşır ve Musa’dan sonra gelen Yahudi peygamberlerin
kitaplarını kapsar. Üçüncü bölüm, “Ketubim” adıyla anılır, “Davut’un Şiirleri”,
“Süleyman’ın Özdeyişleri”, “Eyyub’un Öyküsü” gibi metinlerden meydana
gelmişti.
lış gününü
anma ayini yapıyorduk ve biz Yahudiler için bir yaş günüdür bu...”
“Anlıyorum
bunu ve geçmiş zamanların acıklı anılarına gösterilen bağlılığa da saygı
duyuyorum; ama sizin şimdi yeni bir yurdunuz yok mu?”
Judith
Cohen şu cevabı veriyor: “Bugünkü anma töreninden çıkardığımız bir ders var,
ekselans: Atalarımız bir zamanlar Kutsal Topraklarda, en kutsal değerleri
uğruna yaptıkları kavgada, bu değerlerine sadık kalmakta son nefeslerine kadar
nasıl direnmişlerse, bizim de onların izinden giderek doğup büyüdüğümüz ve
bizleri koruyup kollamış olan sevgili yurdumuza da aynı Tanrı korkusuyla aynı
sadakati göstermemiz gerekir.”
Amiral bu
açıklamadan memnun olmuşa benziyordu. Evet, Judith’le Yahudi inancı üzerine
yaptığı söyleşinin sıcaklığı, onu daha da rahatlatmış ve Cohen ailesine duyduğu
saygıyı biraz daha artırmıştı.
İşte bu
erdemli, duygulu kızla Moses Montefiore, 10 Haziran 1812’de törenle evlendi.
Erdemli Kadının Şarkısı
“Süleyman’ın Özdeyişlerine göre”
Erdemli kadının bağlandığı er kişi,
Bulmuş demektir en değerli
mücevheri.
Kocası yürekten güvenebilir ona,
Hiç eksilmeyecektir artık evin
bereketi.
Erkeğine göstermeyecek sıkıntının
yüzünü,
Hep sevgiyle dolu geçiştirecektir
ona günleri.
Neşe dolu coşkuyla yönelir işlere,
İşler yün ve keteni hevesle elleri.
Tüccar gemisi gibidir tıpkı,
Çok uzaktan getirir ekmekleri.
Gün doğmadan kalkar döşekten,
Hizmetçilerle ev için hazırlar
yiyecekleri.
Çabasının gelişiyle tarla alır
kendine,
Şaraba dönüşür bağında alın
terleri.
Zaferler özlerce beline dolar
kuşağını,
Neler başarır asla yorulmayan
elleri.
Zenginlik, başarısıyla güçlenir
yeniden,
Geceleyin hiç sönmeden yanar
kandilleri.
Çarçabuk kavrar elleriyle örekeyi,
Ustaca bir çeviklikle döndürür
iğleri.
Rahatlatır darda kalanı dostça
bağışlarla,
Malından artanı vererek sevindirir
fakirleri.
Ev halkı için hiç korkmaz kardan
Vardır herkesin kırmızı kumaştan
giysileri.
İnce ketendendir kaftanı,
erguvandır rengi;
Tanır herkes kocasını, hem de
sayar,
Akıl danışır ona kentin yaşlı
erkekleri.
Keteni
işler, değerli giysiler yapar;
Satar
tüccarlara pahalı kemerleri.
Güzellik ve
gücüyle öne çıkar hep,
Gönlü
rahattır beklerken gelecekleri.
Bildirir
sevgi öğretisini herkese,
Söyler
insanlara anlayışla bilgelikleri.
Evin
gelişsin diye uğraşır tüm dikkatiyle,
Kınar her
çeşidinden tembellikleri.
Çocukları
minnetle baştacı eder kadını,
Övgü
şarkısıdır mutlu kocasının söyledikleri:
“Pek çok
kadın erdemiyle göstermiştir kendini;
Ama sen
hepsinin üstünde aşmışsın.”
Boştur naz
ve işve, soluverir güzellik,
Dindar bir
ruhtur sadece kadının süsleri.
Yararlandırın
onu çalışmasının ürününden,
Adını
dillerde dolaştırsın hayırlı eylemleri!
Eduard
Baneth
Genç
evlilerin taşındığı Neuhof 4 numaradaki ev, inanç ve sevgi üstüne kurulmuş en
saf bir mutluluğun yuvası oldu. Bu yuvanın mükemmelliğini yalnızca çocukların
eksikliği gölgeliyordu. Bu eksikliği de onlar, elli yıl süren ortak
hayatlarını ateşleyen yüce bir sevgiyle giderdiler.
Birleşmelerinin
dinsel törenle kutsandığı günü, her yıl yüce bir bayrammış gibi kutlamışlardır.
Moses ne zaman önemli bir girişime başlasa ya da ibadete veya insan sevgisine
hizmet verecek bir binanın temelini atsa, tören için çoğu kez 10 Haziran
gününü saptardı. Batı inanç kökenli bir davranış değildi bu; hayatındaki
sevinilecek her olayı birbirine bağlamayı, kendi değişiyle, “Dünyadaki hayatına
göksel bir cennet biçimi vermeyi” amaçlıyordu.
Evlenmelerinin
42. yıldönümünde Montefiore günlüğüne şöyle yazar: “Yeryüzünün
hiçbir yerinde benim Judith’imden daha iyi, daha sevecen bir kadın yoktur;
onun tek bir gayesi vardır: Kocasını mutlu ve memnun etmek. Tanrı ona tüm
mutlulukları ihsan etsin!”
Judith
kocasının gerçekten bir yardımcısıydı; onun akıllıca tavsiyelerini, Moses
bütün girişimlerinde hep dikkate almak gereğini duymuştur. Evliliklerinin ilk
yılında Moses, her yıl altı hafta sürecek bir askeri eğitime katılmak
zorunluluğuyla karşılaştı. Ona her sabah kılıcıyla eşarbını taktırtan, sonra
onun göreve gitmesini pencereden mutluluk dağıtan bakışlarıyla seyreden yine
karısıydı.
Montefiore
ve askerlik? Nasıl olmuştu bu?
Moses’in
Judith’le nişanlandığı sırada I. Napolyon kudretinin doruğundaydı, birçok
devleti ve ülkeyi egemenliği altına almıştı. Fransız-İspanyol donanmasının 1805’te,
Trafalgar deniz savaşında İngilizlere yenilmesi üzerine Napolyon, İngiltere’ye
karşı bir kıta ambargosu uygulattı; böylece de adamın Avrupa ülkeleriyle tüm
ticaretini ve ilişkisini kesti. Napolyon’un İngiltere’ye saldırması tehlikesine
karşı İngiltere kralı ([12]) bir milis
ordusu kurdurdu, eli silah tutan bütün yurttaşlar bu orduya seve seve katıldı.
Moses’in birliği, üçüncü yurt savunma alayıydı, burada dört yıl süren
hizmetinin sonunda rütbesi yüzbaşılığa yükseltildi.
Bu askerlik
hizmetinin, Moses’in mesleki çalışmalarına pek bir zararı dokunmuştur.
Rothschild ailesiyle akrabalık ilişkisi kurduktan sonra, bunların bankasında
para ticaretine katılmak olanağını bulmuştu. Bu iş, Napolyon savaşlarının
etkisiyle çok büyük bir genişliğe ulaşmış bulunuyordu; çünkü her yerde olduğu
gibi İngiltere’de de para darlığı vardı. Bankaların problemi, şimdi devlete
borçlarını ödeyebilmesi, giderlerini karşılayabilmesi ve memurlarına
ücretlerini verebilmesi için olanaklar sağlamaktı. N. M. Rothschild bu
doğrultuda kolları sıvayanlardan biri oldu, kıta Avrupası’ndaki akrabalarının
da güçlü parasal desteğine sahipti. Henüz telgraf icat edilmemişti; ama o
akrabalarıyla bir çeşit telgraf aracılığıyla haberleşiyor ve hatta posta
güvercinleri kullanıyordu. Bu sayede de öteki İngilizlerden önce bazı bilgiler
ona ulaşıyordu; örneğin Napolyon’un Elbe Adası’na kaçtığını ve Waterloo
savaşını müşterilerine herkesten önce bildirebilmişti.
Savaş
tehlikesi giderilip de ekonomik kriz atlatılınca, Montefiore yorucu borsacılık
işinden çekildi.
Başka
planlarla uğraşmaya koyuldu.
Gemiler ve mallar eskiçağdan beri
sigorta ettiriliyordu. 1666 yılında 13.000 ev ve 89 kiliseyi küle çeviren
büyük Londra yangınından sonra bir yangın sigortası şirketi de kurulmuştu.
Lâkin sigorta yaptıranlar yıllarca taksitlerini ödedikleri halde onlara, ödül
niteliğinde, herhangi bir prim verilmesi gereği duyulmuyordu. Bu durum
Montefiore’de, sigorta olacaklara ya da onların varislerine mutlaka çıkar
sağlayacak bir sigorta modeli düşünmesine yol açtı ve bir “hayat sigortası”
şirketi kurmaya karar verdi.
Rothschild de planı onayladı;
böylece 1824 yılında ilk büyük İngiliz hayat sigortası kurumu “Allianz”
çalışmalarına başladı.
Pek çok
Yahudi, Allianz’ın listelerine kaydoldu. O dönemin Yahudileri törelere çok
katı biçimde bağlı ve ölçülü davranmaları sonucu özellikle çok ileri yaşlara
ulaştıkları, sigorta olanlara da paraları hayatlarının sonunda ödendiği için,
Allianz’ın önemli kazançlar elde etmesini ve Allianz’la birlikte ölünceye kadar
genel müdürlüğünü yapan kurucusu Montefiore’nin bu kazançtan pay almasını
doğal karşılamak gerekir.
Dünya
çapında geniş kapsamlı başka bir girişim de doğuşunu ve gelişmesini Moses’e
borçludur.
Her ne
kadar daha 18. yüzyılın başlarında taşkömürünün kurulu borular döşenmek
suretiyle dağıtım şebekesi kurulmuş ve aydınlatmada kullanılmaya başlanılmışsa
da yüzyıl sonra dahi, bu yeni ışıktan sokakların aydınlatılmasında
yararlanmaya hâlâ karşı çıkılmaktaydı. Ancak 1808’de Avusturyalı Winz’ler,
Londra sokaklarını gazla aydınlatma iznini alabildi. Fazla aydınlatılma 1814’e
kadar İngiltere’nin bütün kentlerinde gerçekleşince, kıta Avrupası da bu tür
sokak aydınlatmasını öğrendi; bunu sağlayan da “Imperial” adında bir gaz
şirketi oldu.
Kurucusu
kimdi bu şirketin, yöneticisi kimdi?
Dostumuz
Moses Montefiore!
Ne var ki
kıta Avrupası da gaz ışığını başlangıçta İngiltere’de olduğu gibi kuşkuyla
karşıladığı için yeni şirket “Imperial” yıllarca zararına çalıştı. Böyle bir
girişim çok paraya mal olduğu ve kendisine defalarca şirketi feshetmesi
söylendiği halde Montefiore bunu yapmadı. Eserinin eninde sonunda başarıya
ulaşacağı inanandaydı. Olaylar onu haklı çıkardı: 1826’da Berlin ve Hannover
olumlu karara vardı. Havagazıyla aydınlatılmayı benimseyen kıta Avrupası’nın
ilk kentleri oldular. Onları başka kentler izledi; her yerde “Imperial” gaz
tesisleri kuruldu. Şirket şimdi, az bir çabayla binlerle para
kazanmaktaydı artık.
Avrupa’nın
her tarafında şirketin hizmetinde çalışan binlerce görevli vardı. Montefiore
bu kentlere gidince, şirket hesap defterleri çok sıkı denetimden geçiyordu.
Fakat akşam olunca şirkette çalışanların hepsini, neşeli bir ziyafette
etrafına topluyordu; çünkü teker teker herkesle tanışmaya ve tüm personeli
birbirleriyle çok iyi anlaşmış halde görmeye büyük önem vermekteydi.
İngiliz
Yahudileri, Moses Montefiore’nin iş hayatındaki başarılarını gururlu bir
sevinçle izliyorlardı. Moses koyu dindarlığı, dürüst hakseverliği, güven veren
kibar davranışıyla onlara, İngiliz Yahudilerinin haklarını koruma
etkinliklerinde temsilcileri olmaya layık kişi gibi göründü. Böylece de -henüz
genç olmasına rağmen-dindaşları arasında önemli bir rol oynamaya başladı:
Londra’daki İspanya-Portekiz Yahudileri cemaatinin başkanlığına seçildi. Bu
sıfatıyla da giderlerinin çoğunu kendisi karşılayarak bir cemaat hastanesi
kurdu. Keza, yoksul gelinlere çeyiz sağlayan bir derneği de hayata geçirdi.
Ama onun
asıl önemli katkısı, cemaatin okullarına kendisini adamasında görülür.
Okullara yakın ilgi göstermekten hoşlanıyordu. Bu ilgi, Konukka Bayramı ([13]) kutlanırken
okullarda görünmek, sınavlarında hazır bulunarak dönem sonunda öğrencilere
yararlı armağanlar vermekle sınırlı kalmıyordu.
Her yıl
Purim Bayramı’nda (*) “Gate of Hope” (Umut Kapısı) adlı okulu ziyaret
ediyordu; buranın yatılı öğrencileri genellikle fakir insanların çocuklarıydı.
Burada her çocuk Purim bahşişi olarak en az bir mark alırdı; -bu bahşiş çocuğun
ailesinin yoksulluk derecesine göre belirleniyordu-böylece bazı çocuklar dört
veya beş mark da alabiliyordu. Çocukların, içinde para bulunan küçük zarfları,
okulun önünde bekleyen annelerine sevinçle vermelerini seyretmek, keyif veren
bir manzaraydı gerçekten.
Ama
Montefiore sadece, yolunu yüzleri sevinçle parlayarak gözleyenlerin bulunduğu
yerlerin konuğu değildi; hayır, cemaatinin evlerinin birinde, ölüm ailenin
değerli bir bireyini alıp götürmüşse oraya da hemen koşardı. O zamanlar büyük
kentlerde cemaatler henüz çok küçüktü; bu bakımdan ölen biri için son saygı
hizmetinin yönetimi, para karşılığında bu işi gören yardımcı elemanlara bırakılmıyordu.
Cemaat üyeleri, cenazeyi defnetmek için gerekli hazırlıklara yardım etmeyi
boyunlarının borcu bir görev sayıyorlardı; böylece de erkekler basit tabutlar
yapıyor, kadınlar kefen dikiyordu. Montefiore de, bir aristokrat, bir zengin,
bir cemaat başkanı olduğu halde, Yahudi kardeşlik sevgisinin bu görevlerinden
kaçınmamış; keza karısı da, Moses’in planladığı ve yarattığı her işe olduğu
gibi bu etkinliğe de anlayış göstererek katılmıştır.
Öte yandan
o, kocasının gerek iş hayatında, gerekse fahri hizmetlerinde çok yoğun bir
çalışma temposu içinde bulunmasına rağmen, yine de asla savsaklamadığı
bilgilenme çabalarına da katılmıştır. Akşamları, şöminedeki ateş tatlı
tatlı çıtırdarken mutlu çift, Fransızca, İtalyanca, İbranice çalışır ya da
coğrafya ve etnoloji kitapları okurdu. Harita üzerinde şu ya da bu ünlü bir
yeri arayıp da buldukları zaman ise, uzun bir gezinin önsezisiyle dolarak bir
süre suskun kalırlardı. Ne var ki, henüz Londra ile yakın çevresinden daha
öteye gidebilmiş değildiler. Fakat çok yakında Moses ve Juditlı Montefiore,
yolculuk keyfiyle dolu Alman şairinin şu sözünü gerçekleştireceklerdi:
“Tanrı birini gerçekten
kayırmak isterse, onu uzak dünyalara gönderir.”
Günümüzde
Kutsal Topraklar’a gitmek isteyen kimse, hızlı bir vapur ve ekspres trenle -her
türlü rahatı da sağlanmış olarak-en geç sekiz günde hedefine ulaşmaktadır.
Moses ve
Juditlı Montefiore, 1827 yılında, Filistin’e ilk seyahatlerini yaptıklarında,
yolculukları hiç de böyle hızlı olmadı; birkaç ay uğraşmak zorunda kaldılar.
Montefiore,
Paris’te, 4072 franka bir seyahat arabası yaptırttı. Bu araba Dover’de gemiye
yüklendi, Kalais’te karaya çıkartıldı. Fransa bu arabayla geçildi ve Mont Tenis
üzerinden İtalya’ya gelindi.
Montefiore
çifti Napoli’de, Malta Adası’na gitmek üzere tekrar gemiye bindi.
Malta’ya
gelişleri Montefiore’ler için hem ziyaret hem ticaretti. Burada İngiliz ipek
şirketinin ipek çiftlikleri vardı; şirketin başkanı da Moses Montefiore idi.
Şirkette çalışanlarla şirket için çalışanları toplam yüz kırk kişiyibir şölene
davet etti; burada herkes canının istediği gibi yemek ve içmek olanağını buldu.
Dostlarımızın
Malta’da az daha hiç arzu etmeyecekleri kadar uzun bir süre kalmaları zorunlu
olacaktı; çünkü her an bir Türk-Yunan savaşının çıkmasından korkuluyordu.
Bunun sonucu olarak da hiçbir kaptan, Montefiore çiftini İskenderiye ve Yafa’ya
götürmeye yanaşmıyordu. Sonunda bir kaptan bulundu; ama yolculuk ücreti olarak
da 400 sterling ödemek zorunda kaldılar. Bindikleri “Leonides” adlı yata,
“Gamett” savaş gemisiyle dört gemi daha eşlik ediyordu.
İskenderiye’de
Montefiore çifti dostça karşılandı. İskenderiye limanında yatan İngiltere’nin
Akdeniz filosu komutanı Amiral Codringten ile İngiliz konsolosuna verilen
tavsiye mektupları seyyahlarımıza büyük-küçük bütün kapıları açtırmıştı.
Kahire’ye kadar da gittiler ve amiralin aracılığıyla Muhammet Ali Paşa’nın
huzuruna kabul edildiler; paşa, daha sonra konuklarını birer fincan kahve içmek
ve rahatça sohbet etmek için yanında bir süre alıyordu.
Montefiore’ler
Moses’ın liman kentinde yılbaşını ve tövbe gününü geçirdiler. Filistin’e
gitmek üzere yola çıkmak istediklerinde, hiç hesapta olmayan bir yığın zorluk
karşılarına dikildi.
Akka’da
veba ortalığı kavuruyordu; Suriye’de iç savaş vardı, buranın Hıristiyanları
güvenliklerini sağlamak için dağlara çekilmek zorunda kalmışlardı. Sivrisinek
musibeti bu yıl her zamankinden çok daha fazla rahatsız ediciydi. Yunan
korsanlar denizi güvensiz bir hale sokmuşlardı. Bayan Judith ateşlenip
hastalandı, Moses de kendini pekiyi hissetmiyordu.
Bütün bu
olumsuzluklar, çok iyi tasarlanmış seyahat programının üzerine kalın bir çizgi
çekmişti.
“Atalarımızınkinden
çok daha büyük bir hevesle Moses’dan çıkmak istiyorduk; Tanrı’nın yardımıyla
tekrar yurdumuza dönünce, Fesah Bayramı’nda, Mısır’dan çıkış için hiç kimse
bizim kadar coşkulu bir kalple Tanrı’ya şükredemeyecektir” diye yazar
Montefiore günlüğüne.
Sonunda
Yafa’ya gitmeyi göze aldılar. Güvenli olsun diye yolcularımız Türkler gibi
giyinmişti; bu sayede yolculuk boyunca hiç rahatsız edilmediler. Uzun uzadıya
görüşmelerden sonra Filistin’in kutsal toprağına girme iznini aldılar.
17 Ekim
günü, öğleden sonra saat 5’te Moses ile Judith, Davut kapısından Kudüs’e
girdiler.
Kutsal
kenti gördüklerinde atlarından inmişlerdi. Çünkü atalarının bir zamanlar
kanlarıyla suladıkları ve İsrail’den dünyanın dört bir yanına dağılırken
üzerinde yürümüş oldukları patikalardan, at sırtında yüksekte değil -yas
tutanlar gibi-yayan geçmek istemişlerdi.
Bu yüce
kentin bir zamanki görkeminin hazin anıları yüreklerini doldururken, öte yandan
şu anda, yer yuvarlağı üstünde milyonlarca Hıristiyanın ve Yahudinin
gönüllerinde sımsıcak özlemini duyduğu bu kentte bulunmanın bilinciyle de
mutlu oldular. Bundan dolayı da kalpleri minnettarlıkla dolu olarak dua
ettiler:
“Sana şükürler olsun ey ebedi olan, ey
Rabbimiz, evrenin hükümdarı; bize hayat ve sağlık bahşettin, bize buralara
kadar gelmeyi nasip ettin!”
Ne var ki
hayal kırıklığına uğradılar.
Kral
Davut’un “rahiplerden bir devlete” egemen olduğu bu yerde, Bilge Süleyman’ın
türlü görkemlerdeki sarayının bulunduğu bu yerde şimdi “yanmış, yıkılmış,
viraneye dönmüş bir kent” bulmuşlardı. Bunda şaşılacak bir taraf yoktu: Kudüs
on altı defa fethedilmiş, yedi defa yerle bir edilmişti. Kutsal Topraklar’ın
19. yüzyılın sonlarında, iki bin yıllık uykusundan uyanmaya başlayacağını o
günlerde kimse sezinleyemezdi.
Kentin
durumu ne kadar umutsuzsa, halkı da o kadar yoksuldu. Genellikle başka
ülkelerdeki dindaşlarının bağışlarıyla yaşamaktaydılar. Bu yolla elde
edebildikleri birazcık geliri de, düşük ücret olan Türk memurlar onlardan
alıyorlardı.
Montefiore,
şubat günü İspanyol Yahudileri Sinagogu’na gelince, cemaatine yüklüce bir para
bağışında bulunmak istedi. Cemaat başkanı hemen böyle bir şey yapmamasını
tavsiye etti: “Şayet kent yöneticilerimiz bunu öğrenirlerse, vergilerimizi
artırırlar!”
“Ağlama
Duvarı”na yakın evlerin sahibi Yahudiler yılda 300 lisa -6000 mark-ödemek
zorundaydılar; bu parayı da sırf bir zamanların tapınağının bu son kalıntısı
önünde Kudüs’ün düşmesine duydukları acıyla ağlamak hakkı için veriyorlardı.
Duvarın
önünde dua eden dindaşlarının görüntüsü, iki dostumuzu derinlemesine sarsmıştı.
Fakat yine de Tanrı’nın yüce takdirine şükrettiler; Yahudilerin başka
halkların arasında kaybolup gitmesine izin vermediği, aksine sadık kulları
olarak onların bunca acı ve baskı altında dahi varlıklarını en harika şekilde
korumalarını sağladığı içindi şükranları.
Filistin
Yahudilerinin acı yazgısını biraz yumuşatmak istemek, Kudüs’te Türk validen
Montefiore’lerin tek ricası oldu. Valinin kendilerini kabul etmesi sırasında
Doğu ülkelerinde konaklama ilişkileri söz konusu oldu.
“Burada
kalmakta olduğunuz yerden memnun musunuz?” diye sordu vali:
“Çok
memnunum.”
“Sahi mi?
Peki, nerede kalıyorsunuz?”
“Bay
Amzalak’ın evinde.”
“Nasıl? Bir
Yahudinin yanında mı?” diye bağırdı Doğulu yönetici öfkeyle. “Rum manastırında
kalmak istemediyseniz, size kentin içinde bir ev tahsis ederdim; ama bir
Yahudinin yanında kalmak, bir Yahudi’nin!..”
“Ekselans!”
diye karşılık verdi Montefiore çok sakin bir tavırla. “Yahudi din
kardeşlerimden başka hiç kimsenin yanında yaşamak ve ölmek istemem!”
Vali
biraz sıkıntılı bir duruma düşmüştü. Gösterdiği apaçık bağnazlıktan dolayı
utanmıştı. Hemen, İsrail cemaatine karşı önyargılı davranmayı veya nefret
duymayı asla düşünmediğini belirtti. Aksine kendisi, İslami inancından her kişi
gibi, Yahudileri, dost ve kardeş olarak görmekteydi. Sonra
da, “İslamın on iki yüzyıllık
tarihi boyunca Yahudilere uygulanmış herhangi bir baskı gösterebilir misiniz?”
dedi.
Montefiore
böyle bir baskıyı hatırlamıyordu.
Bu kadarı
yeterdi; valinin makamındaki sohbet çok samimi bir mecraya dökülüvermişti.
Sonunda
vali -dostum diye hitap ettiği-Moses’e çok saygılı sözcüklerle yazılmış bir
izin mektubu verdi; bu mektup kutsal yerleri ziyaretini kolaylaştıracak, hatta
bazı yerlere ancak bu sayede girebilecekti.
Kutsal
Topraklar’daki Yahudilerin ekonomik sefaletini azaltmak, valinin iktidarında
olan bir iş değildi. Burada mutlaka tüm dünya Yahudilerinin katkıda bulunacağı
bir yardım yönetimi kurulmalıydı. Bunun için de iki seyyahımız, yoksul
Filistinli dindaşlarının yararına tesisler kurmak olanağını düşündüler. Bu
amaçla da Kudüs cemaatinin ileri gelenleriyle birçok görüşme yaptılar.
Bazı işler
planlandı; iki dostumuzun Kutsal Topraklar’da kalışı birdenbire tehlikeye
girmeseydi, bu işleri gerçekleştireceklerdi de. Gelgelelim bazı söylentiler
ortalığı kaplamıştı, gelen haberler eskisine oranla çok daha inandırıcı ve
huzur bozucuydu; bunlara göre Yunanistan ile Türkiye arasında düşmanca
girişimler şimdi gerçekten başlamak üzereydi.
Dostlarımız
bu yüzden kutsal kenti alelacele terk edip Yafa’da bir İngiliz gemisine binerek
denize açıldılar. Fakat ansızın etraflarının yedi Türk savaş gemisiyle
kuşatıldığını görünce, kapıldıkları dehşeti kimse sözle anlatamaz. Silahlar
patladı, imdat çığlıkları yankılandı -İngiliz gemisi beyaz bayrak çekmişti;
fakat ancak uzun görüşmelerden sonra, sabah şafak sökerken, bir yanlış anlama
olduğu açıklandı: Türkler iki direkli İngiliz yelkenlisini, Yunan savaş
gemisi sanmışlardı.
Ne var ki
iki dostumuzun dert küpü, bu sıkıntıyla henüz dolmuş değildi.
İskenderiye
limanına girdiklerinde burası Türk savaş gemileriyle dolmuş bulunuyordu.
Birdenbire parlak bir yangın alevi akşam göğünü kızıla boyayıverdi ve gök
gürültüsünü andıran sesler havayı titretti.
Ne olmuştu?
Bir Türk
kaptan korvetini iki yüz tayfasıyla birlikte havaya uçurmuştu, bunu da
çıkartılmak istendiği askeri mahkemeye çıkmamak için yapmıştı.
İngiliz
gemisi bu patlamadan hiçbir zarar görmemişti. Fakat yeni tehlikelerin tehdidi
altındaydılar. İskenderiye’de dostlarımız karaya ayak basınca, halkın çok büyük
bir heyecan içinde olduğunu gördüler: Kısa süre önce Navarino savaşının haberi
gelmişti.
Bir savaş
ilanı söz konusu olmadığı için kimse böyle bir çatışmayı beklemiyordu. Hayli
zamandır korkusu çekilen şey böylece gerçekleşmiş oluyordu.
Savaşın
nedeni, Yunanistan’ın Türk egemenliğinden kurtulmak için yıllardan beri
yürüttüğü zorlu çabalardı. İngiltere, Fransa ve Rusya bu çabaları
destekliyordu; fakat bunu Yunanistan’ın Türk egemenliğini tanıması ve sultanın
da her yıl haraç ödemesi koşuluyla yapmaktaydılar. Lâkin Türkiye bundan hoşnut
değildi. Müttefik devletler ise Balkan Yarımadası’nda yeniden barış ortamının
kurulmasına büyük önem veriyorlardı. Bu amaçla da derhal bir ateşkes yapılmasını
isteyerek filolarını Akdeniz’in doğusuna gönderdiler; niyetleri Türk filosunun
müttefiki olan Moses filosuyla birleşmesini önlemekti. Fakat bu
birleşme olmuştu. Bu sırada bir top atışı oldu. Topu kimin ateşlediği
bugüne kadar anlaşılamadı. Bunu herhalde Türkler yapmış olacaktı. Birden
gemilerin hepsinde alarm verildi. Bir saatten kısa bir zaman için savaş tüm
şiddetiyle başladı. Akşam karanlığı çökmeden önce Navarino’da hilalli bayrağın
altında birleşmiş donanmanın tamamı yok edilmiş bulunuyordu. (20 Ekim 1827) ([14])
Her an yeni
bir çatışma olabilirdi; buna rağmen Montefiore çifti bir Fransız guletine
binerek dönüş yolculuğunu göze aldılar.
Bir
tehlikeyle karşılaşmadan hayli yol aldılar. Derken Malta göründü. Kıyıdaki
ışıklar çok net görülmekteydi; en geç iki saat içinde limana varılabilirdi.
Fakat vakit geçti; karanlıkta kıyıya yanaşmak ise tehlikesiz bir iş değildi.
“Ne zararı var? Geceyi gemide geçirelim. Sabah ola hayır ola!”
Birden
rüzgâr döndü. Fırtına halini aldı; hayır, fırtına denmezdi buna, bir
kadırgaydı; küçük gemiyi çalkalanan denizin üstünde oradan oraya savuruyordu.
Her an tekneyi batırabilirdi.
Şiddetli
fırtına bir türlü dinmek bilmiyordu. Tehlike her geçen dakika biraz daha
artmaktaydı. Tan yeri ağarırken gemi Malta’dan beş İngiliz mili açığa
sürüklenmiş bulunuyordu.
Kabaran
dalgalar yavaş yavaş düzleşti, gulet doğru rotasını yeniden buldu ve kıyıya
yanaşmak hiçbir zorlukla karşılaşılmadan gerçekleşti. Yurda dönüş yolculuğunun
bundan sonraki kısmı güzel geçti. Fakat açık denizde Bayan Judith’in deniz
tutmasından ötürü, çektikleri sözle anlatılır gibi değildi.
Bizim
Moses’in ise, çok sıkıntılı deniz yolculuğundan gözü hiç de yılmış değildi.
Aksine yeni yolculuklar için planlar yapmaya başlamıştı bile. Viyana’ya gitmek
istiyordu; Berlin, Rotterdam, Cenevre’yi ve gaz şirketinin öteki şubelerini
ziyaret edecekti.
Buna karşın
Bayan Judith bir yolcuğun, en azından bir deniz yolculuğunun lafını bile artık
ettirmedi. Daha sonraları evinin balkonundan, fırtınanın kamçıladığı denize
baktığı zamanlar, tüyleri ürpererek hep o korkunç geceyi hatırlar ve
yurttaşlarının şu sözleriyle dua ederdi:
“Oh,
hear us, when we cry to Thee
For
those in perils on the sea.”
Biz de bunu
şöyle söyleyebiliriz:
“Tanrım,
kurtar, ölümden ve tehlikeden
Vahşi
dalgalar içinde çırpınanı!”
Moses’in
hayalini kurduğu yeni yolculukların hiçbiri gerçekleştirilemedi. Avrupa
başkentlerini ziyaretten çok daha önemli işler, Montefiore’nin Londra’da
bulunmasını zorunlu kılmıştı.
Etkileyici,
saygın durumu, zenginliği, özellikle de güven verici centilmen kişiliği, ona
kentte ve devlet katında makam sahibi birçok kimsenin dostluğunu
kazandırmıştı. Hatta, Amiral SörEdward Codrington’un tavsiye mektubu üzerine
Dük Clarence ile tanışması sayesinde saraya da girmeyi başarmıştı. Bir süre
sonra kralın da (*) huzuruna kabul edildi. Bu kabul biraz da Dük Norfolk
sayesinde gerçekleşti; bu zat eylemlerinden dolayı dostumuzu takdir ediyordu ve
tıpkı Yahudiler gibi hukuksal eşitlik için uğraş veren İngiliz Katoliklerinin
önderiydi.
Fakat
Moses’in, bütün bu ilişkilerden yararlanarak rütbeler ve makamlar elde etmeye
çalışmasının, sadece kendi çıkarı için olduğunu sanmak bir yanılgıdır. Kral
saraylarının odalarına ayak basmak olanağını elde ettiği ilk günden itibaren
ulaşmak istediği tek bir ereği vardı: Tüm nüfuzunu dindarlarının yararına
kullanmaktı bu.
Ne var ki,
İngiliz Yahudileri hâlâ çeşitli kısıtlamaların baskısı altındaydı. Gerçi
bunlar tüm keskinliğiyle uygulanmıyordu; ama yine de gerek Yahudiler, gerekse
ön yargısız Hıristiyanlarca özgür bir ülkeye yasaklamalar olarak
nitelendirilmekteydiler. Örneğin, hiçbir Yahudi toprak sahibi olamazdı; alt ya
da üst meclise (**) girmesinden geçtik parlamento seçimlerine bile
katılamazdı.
(*) Kral
Hannovar hanedanından IV. William’dır. (1830-1837)
(**) Alt
meclis, İngiltere halkının seçtiği milletvekilleri meclisidir. Ülkemizde Avam
Kamarası diye tanınır. Yasama organıdır. Kuruluşu 13. yüzyıla kadar uzanır.
Önem kazanması 17. ve 18. yüzyılda olmuştur. 1642-1648 iç savaşı, parlamentonun
kralın yetkilerini sınırlandırması için yapıldı ve sonunda kralın kafası
kesildi. Avam kamarasının hayatına canlılık getiren partiler kuruldu ve 1688
devrimi patlak verdi. Hannover hanedanından krallar avam kamarasının önem
kazanmasına katkıda bulundular. 1832 reformu seçme-seçilme haklarını
genişletti. Fakat kadınlara oy hakkı ancak 1928 de tanındı.
Üst meclis,
kentsoyluların meclisidir. Ülkemizde lordlar kamarası diye tanınır. Avam
kamarasıyla birlikte 13. yüzyılda kuruldu. 18. yüzyıldan itibaren avam
karamasının yanında önemi ikinci plana düştü. Viktoria çağında, ülkenin
sanayileşmesi karşısında zamanı geçmiş bir toprak aristokrasisinin temsilcisi
olan lordlar kamarasının gerilemesi daha da belirginleşti. 1911’de çıkarılan
yasayla lordlar kamarasının yasama yetkisi elinden alındı. O tarihten beri
kamaranın sadece yasa tasarılarını erteleyici bir veto hakkı vardır. Bir şeref
kurulu haline gelmişti. Montefiore’nin zamanında henüz yasama yetkisine sahip
bulunuyordu.
Bu nedenle
Montefiore ile Rothschild hukuksal eşitlik adına bütün kısıtlayıcı yasaların
yürürlükten derhal kaldırılmasını öngören bir dilekçeyi parlamentoya sundular.
Norfolk ve St. Alban dükleri, Lord Bexley, ülkenin piskoposları, özellikle de
büyük tarihçi Macaulay (***) en sıcak şekilde Yahudileri desteklediler. Buna
karşın Dük Wellington bu desteği göstermedi. (Napolyon’un yenilgiye uğratıldığı
Waterloo Savaşı’nda komutayı Mareşal Blücher’le paylaşmış bulunan) Bu dük,
Yahudilerin haklı isteklerinin aleyhinde de konuşmadı; kendisi Yahudilere parlamentoya
seçilme hakkı verilmesinden yana değildi.
(***) Sör
Thomas Macaulay (1800-1859) İngiliz siyaset adamı ve tarihçisidir. 15 ciltlik “İngiltere
Tarihi’ en önemli eseridir. İngiliz dilinin ustalarından biri sayılır.
Yahudilerin
dilekçesi başarı elde etti. Yahudi yasalarının kaldırılmasına ilişkin tasarı,
alt mecliste hiçbir itirazla karşılaşmadan kabul edildi. Böylece hakkaniyet
ilkesi, kökleşmiş önyargılar karşısında bir zafer kazanmış oluyordu. Bu zaferin
kazanılmasında Macaulay’in aralıksız sürdürdüğü çabaların etkisi hiç de az
değildir. “Yahudilerin yurttaşlığının yetersizliği üzerine” adlı bir yazısında,
Yahudilere reva görülen haksızlıkları, çok etkileyici bir dille tüm
İngilizlerin gözleri önüne sermişti.
Tasarı,
yasa olarak kesinlik kazanabilmesi için, görüşülmek üzere, üst meclise
gönderileceği sırada, bakanlık aykırı bir tavır takına-
rak bundan
vazgeçildiğini bildirdi. Bu yüzden Montefiore bir defa daha dilekçe verdi.
Bu defa da
alt meclis söz konusu tasarıyı 137 çoğunluk oyuyla kabul etti. Fakat Dük
Saffex, bu tasarıyı Westminster semtinden aynı görüşteki 7000 kişinin
imzaladığı bir dilekçeyle birlikte üst meclise verince, dilekçe reddedildi.
Ne var ki
Montefiore ile dindaşları, eşit haklar için yürüttükleri mücadeleden
vazgeçmediler. Bu arada kısıtlamalar öngören maddeler şeklen kaldırılmamış
olduğu halde, 1835 yılında David Salomon adında bir Yahudi Londra ve Middlesex
Şerifi ([15]) seçildi.
Kraliçe
Viktoria’nın (*) 1837’de tahta çıkmasıyla İngiltere için umulmadık bir gelişme
çağı, İngiliz Yahudileri için de baskılar ve geriye itilmeler çemberinden
kurtulma dönemi başladı.
(*)
Viktoria (1819-1901), İngiltere Kraliçesi ve Hindistan İmparatoriçesi. 1837’de
amcası IV. William ’dan sonra tahta çıktı. Belçika Kralı’nın oğlu Prens
Albert’le evlendi. 64 yıl süren yönetimi boyunca, güçlenen burjuva sınıfı
karşısında monarşiye yeniden değer kazandırdı ve yıkılmaktan korudu. Radikal,
liberal ve muhafazakâr siyasal akımlara karşı tarafsız tutumuyla örnek bir
devlet başkanı oldu. Onun zamanında İngiltere, dünyanın en önemli devleti oldu.
Onun
yönetimi altında, insanlığın iş yaratma alanlarının tümünde Yahudilerin
serbestçe etkinliğini sınırlayıcı son kısıtlamalar da kalktı. O zamandan
beri İngiltere’nin Yahudileri, özgür büyük vatanlarının refahını sağlamak ve
artırmak yolunda, Hıristiyan kardeşleriyle birlikte yoğun bir yarışma coşkusu
içindedir. Devlet ve kent yönetimi hizmetinde, orduda ve donanmada, sanatta ve
bilimde, ticaret ve sanayide -kısacası her alanda-Yahudiler en yüksek
mevkilerde üstün başarılar gösterdiler ve fakat -çok acı olan da budur-yazılı
olmayan yasalar onların yeteneklerini değerlendirmelerini, güçlerini
geliştirmelerini engellemişti.
Yahudilerin
Hıristiyan hemşehrileriyle eşit haklara sahip yurttaşlar haline gelmesi
uğraşında Montefiore’nin hizmetleri tartışılmaz sayılıyordu. Çevresinde büyük
takdir görüyordu. Köleliğin kaldırılması şimdiye kadar gerçekleştirilememişti;
çünkü köleleri çalıştıranlara, köleleri satın alırken ödedikleri paralan vermek
olanağı bulunamıyordu.
Bu zararları
karşılama parası toplam on beş milyon Sterlingden (üç yüz milyon mark) fazla
tutuyordu.
Devlete kim avans verdi?
Montefiore
ile Rothschild. Bunlar borcu üstlendiler ve böylece de yalnız vatandaşlarına
değil, tüm insanlığa büyük bir hizmette bulundular.
Montefiore’nin
saygınlığı her geçen gün biraz daha artmaktaydı. Ne var ki o, bütün bu siyasal
etkinliklerinde, cemaatine yararlı olma ilkesini bir an bile gözardı etmiyordu.
İngiliz
Yahudileri kendilerini inançları başka yurttaşlarından ayıran kısıtlamaların
kalktığını görünce, İngiliz halkıyla kaynaşmaları yolunda karşılarında duran
-dilde ve töredeki-yüzeysel engelleri de ortadan kaldırdılar.
Londra’da
İspanyol Yahudileri cemaatinde vaazlar hâlâ İspanyolca veriliyordu. Cemaat
makamlarının yazışmaları bir dilde yapıldığı gibi, alınan kararlar üyelere yine
bu dilde bildiriliyordu. 1492 yılında İspanya’dan kovulan Yahudiler,
gittikleri her yerde İspanyolca konuşarak eskiden yurtları olmuş olan
İspanya’ya bağlılıklarını sürdürmüşler, böylece de tarihte benzeri bulunmayan
bir sadakat örneği göstermişlerdir. Sonraki kuşaklar, özellikle de Balkan
Yarımadası ülkelerinde yaşayanlar, günümüzde dahi, İspanyolcayı ana dilleri
olarak konuşmaktadırlar.
Buna karşın
19. yüzyılın başlarında, Londra İspanyol Yahudileri çevresinde yetişen
kuşaklar, İspanyolcayı yadırgadılar. İngilizcenin cemaatin dili olması
doğrultusunda çok güçlü bir hareket başladı. Bu hareketin öncüsü Montefiore
idi. Dinsel buyrukların yerine getirilmesinde gösterdiği ateşli çabayı,
İspanyolca vaazların tümünün İngilizceye çevrilmesi girişiminde de gösterdi.
Sözleri çok değerli olduğundan zaferi güç olmadı. İspanyol Yahudileri cemaati
bu değişime rağmen varlığını korudu ve bugün hâlâ gelişmesini sürdürmektedir.
Bildiğimiz
gibi Montefiore bu cemaatin başkanıydı. Görevini öylesine ciddiye almıştı ki
yoksullar komisyonunun verdiği raporlara güvenmez, şahsen emin olmak ister,
acıları dindirmek, gözyaşlarını kurutmak konularıyla doğrudan ilgilenirdi.
Nitekim bir gün, sabah saat 10’dan öğleden sonra beşe kadar, merdivenleri
sürekli çıkıp inerek tam 112 yoksul Yahudi ailesini evlerinde ziyaret etmiş,
verilen raporların doğruluğundan emin olmak istemişti.
Buralarda
gördüğü manzara sefaletti.
Eve
döndüğünde cebinde bir kuruş bile kalmamıştı; bütün parasını yoksulların
yoksulu olanlara dağıtmıştı.
İnsanları
seven bu Yahudi, yüce ruhluluğunu başka mezhepten yardıma muhtaç kişilere de
göstermişti.
Montefiore
günün birinde kendisinden yardım dileyen bir mektup aldı. Bu mektupta bahtsız
biri, içinde bulunduğu çok sıkıntılı durumu anlatıyor ve hayatına son vermeye
kararlı olduğunu bildiriyordu. “Bir yabancıya, üstelik başka dinden biri olan
size, bir ricayla başvurduğum içim bağışlayınız. Fakat sizin iyi
kalpliliğinize ilişkin o kadar çok şey dinledim ki, benim şu son arzumu
gözardı etmeyeceğinizi ummak cüretini gösterdim: Benim zavallı karım ile çocuğumu
koruyunuz!”
Montefiore
durumu hemen soruşturdu ve mektubu yazanın sözlerinin doğru olduğu
anlaşılınca, dul kadını derhal himayesine aldı ve erkek olan çocuğunun da bir
yetimhaneye yerleştirilmesini sağladı. Bu kadarla da yetinmedi; 1200 İngiliz
lirası ödeyerek yetimhanenin yönetim meclisinde üye ve oy sahibi oldu; bunu da
çocuğa iyi bakılıp bakılmadığını daha etkili biçimde denetleyebilmek için yapmıştı.
Yoksulun
biri işyeri açmak için Montefiore’den 500 İngiliz lirası borç aldı. Girişiminde
de başarı sağladı; birkaç yıl sonra da borcunu ödemek üzere sevinçle
Montefiore’ye geldi. Fakat onun şu cevabıyla karşılaştı:
“Bu parayı
gönül rahatlığıyla geri götürebilirsiniz, sevgili dostum. Bir kuruluşun ortaya
çıkarılmasında size yardımcı olabildiğimi bilmek benim için yeterli bir geri
ödemedir!”
Altın
kalpli bu tutumunu Montefiore bütün insanlara göstermiş, yardımını dilemek için
yanına gelen ile onun korumasına hiç ihtiyaç duymayan arasında ayrım
yapmamıştır.
Bir gün
akşamın geç saatinde kapısı çalındı. Kimdir gelen? Bankada çalışan bir
stajyerdi ve kendisine verilen bir görevi yerine getirmek istemekteydi.
“Sabaha
kadar vakti yok mu bunun?” diye sordu Montefiore biraz isteksizce.
“Hayır,
inayetli efendim. Bana verilen herhangi bir görevi hâlâ yapmamışsam, günlük
işimi tamamlamamış olurum. Ertesi güne iş bırakmak yoktur benim çalışmamda.”
“Teşekkür
ederim size; gerçekten güvenebileceğim bir gençsiniz!”
Montefiore
bu gençle birkaç dakika daha görüşmüş ve gencin tiyatroya meraklı olduğunu
öğrenince, Shakespeare’in eserlerinden oluşan lüks baskılı bir takımı ona
hediye etmiştir.
Montefiore
tanıdığına ve tanımadığına her zaman hep nazik ve yardımseverce davranmıştır.
Londra ile
Ramsgate arasında özel bir salon vagonla gidip geliyordu. Öteki vagonların çok
dolu olduğunu gördüğü zaman, yolcuların kendi salonundan yararlanmalarına
gönüllü olarak izin verirdi. İstasyonda onu özel faytonu beklerdi. İstasyondan ayrılacağı
sırada yaşlı, sakat kimseler görürse, arabasına onları bindirir; kendisi ya bir
fayton tutar ya da yaya gitmeyi yeğlerdi.
Bu tür
yardımseverce davranışları, onu çok geçmeden tüm Londra’da en popüler
kişilerden biri yapmıştır.
Büyük
kentte yaz kış sürekli oturup aynı işi, aynı sıkıcı çalışma koşullarının
boyunduruğunda yapan, bir yandan da trafik keşmekeşi içinde bunalan kimse,
kasabalarda yaşayanlara gıpta ederek kırsal kesimde -çok küçük de olsa-bir ev
sahibi olmayı arzular.
*
“Ne mutlu
ona, övmeliyim sevinçle onu,
Kırların
sessizliğinde yaşayanı;
Karmaşık
çevrelerin hayatından uzaktadır,
Doğanın
koynunda çocuklar gibi yatmaktadır;
Dürtücü
tutkularını ünlerin ve şanın
Fırlatıp
atmıştın üstünden artık;
Geçici
hevesler ile hep istenen arzular,
Uyutulmuştur
huzur dolu göğsünde.!”
*
diyor
Schiller, “Messinalı Nişanlı” adlı eserinde.
Moses ve
Juditlı Montefiore, 1822 yılında Londra’nın batısındaki Ramsgate kasabasında,
deniz kıyısında, ormanın hışırtılarıyla çevrili yazlık evlerine ayak bastıkları
gün, gözlerine ilk çarpan, iki yanında süslü iki küçük kulenin yükseldiği, her
yanını yeşillikler kuşatmış beyaz bir bina oldu. Tek katlı ana binanın
cephesinde pek az pencere vardı; buna karşın zemin katındaki geniş bir veranda
ile bunun üzerinde yer almış kemerli üç camlı kapıyla çıkılan bir balkon, onları
adeta davet eder gibiydi.
“East Cliff
Lodge”ydi burası!
Küçüktü;
ama birbirlerine sevgiyle bağlı bulunduklarının bilincindeki iki insan
yeterince büyüktü.
Bu harikulade
görünümlü kır evini, yazlık olarak birkaç defa kiraladıktan sonra, 1832
yılında satın aldılar ve evliliklerinin yirminci yıldönümünde de buraya
taşındılar.
Canayakın
bu çift, son nefeslerine kadar burada yaşadı. Montefiore insan sevgisinin
hizmetinde elde ettiği ve yarattığı ne varsa, hepsini burada tasarlamış ve
burdan yönetmiştir. Ticari etkinlikleri ve resmi görevleri bir süre Londra’da
oturmasını gerektirince, “hayatın depdebeli muhitlerinden” yeniden “kırların
huzur dolu ortamına” dönebildiği günü, her seferinde bir bayrammış gibi
kutlamıştır.
Ramsgate’de
ne eğlence vardı, ne tiyatro, ne de konser. Montefiore çiftine bunlar gerekli
de değildi; çünkü günlük yaşayışları, birbirlerini sevgiyle kollamaları,
himayeleri altına aldıkları kimselerle ilgilenmeleri, araştırma çalışmaları,
akrabalarının sık sık kendilerini ziyaret etmesi onlara yeterince gönül şenliği
sağlıyordu.
Ramsgate’de
eksikliğini duydukları şey bir sinagogtu.
Bu nedenle
daha villanın satışıyla ilgili görüşmeleri yaparlarken, bir tapınağın inşasına
elverişli bir araziyi de aramışlardı. 9 Ağustos 1832’de de sinagogun temelini
attılar. Ertesi yıl tapınak bitmişti; dışarıdan pek gösterişsiz, üstelik
penceresiz bir yapıydı. -Işığını yukarıdan alıyordu. Montefiore’nin günlüğünde
belirttiğine göre, içeriden ise “bir cennet”ti.
Bu güzel
ibadet yerinin açılış töreni ne zaman yapılmış olabilir?
Bunu hemen
kestirebiliriz: Kurucu çiftin evlilik yıldönümünde elbette!
Tören,
“Tora tomarı”nın ([16]) villadan
sinagogun büyük kapısı önüne taşınmasıyla başladı. Burada Londra’dan gelmiş
bulunan Haham Dr. Hirschel tören alayının önünde dua etti:
“Bana
adalet kapılarını açın ki içeri gireyim ve Rabbe şükredeyim. Rabbin kapısıdır
bu; adil olanlar girecektir içeri.” (Mezmur 118,19 ve 20)
Sinagogun
büyük kapısı açıldı. Tören alayı, içerisi parlak ışıklarla aydınlanmış Tanrı
evinin eşiğine varınca haham, her Yahudi ayini başlarken söylenen duayı okudu:
“Çadırın ne
güzel senin, Yakup; senin evlerin İsrail...” (4. B.M. 24, 5) sonra da Kora
tomarı yedi defa dolaştırıldı; bu sırada iyi eğitilmiş bir koro da 84. mezmuru
söylüyordu:
“Konutların
ne kadar sevimli senin, ey Rabbim! Canım, Rabbin avlularını özlüyor, ona
kavuşmak istiyor; yüreğim ve ruhum Rabbime sevinçle sesleniyor. Ne mutlu onlara
ki hep senin evinde kalırlar. Ne mutlu onlara ki dayanaklarını sende bulur,
hayat yolları sana ulaşır!”
Tora
tomarı, kutsal mahfazasına konulduktan ve perdesi kapatıldıktan sonra
Montefiore mimbere çıkıp çok içtenlikli, uzun bir açılış duası yaptı. Koronun
tekrar ilahiler söylemesinin ardından haham, kral ailesi için, vatan için ve
tüm İsrail için dualar etti.
Tapınağın
açılışı şerefine Moses ve Judith Montefiore, ertesi akşam villanın bahçesinde
bir parti verdiler. Bahçedeki ağaçlara ve çalılara 4000 renkli lamba asılmıştı;
çok zengin bir şölen sofrası kurulmuştu. Şenlik bir konser ve baloyla
tamamlandı.
Şenlikler
neşe içinde kutlanırken ciddi mizaçlı kimseler, hemen her zaman hayatın
faniliğini ve türlü güçlüklerini düşünmeye yönelirler; Moses Montefiore de,
bahçede eğlenceler sürüp giderken, artık yaşayanlar arasında bulunmayacağı
zamanı düşündü. Orkestra neşeli bir marş çalar ve konuklar keyifle kadehlerini
tokuştururken Moses, karısını yanına alarak parkın içinde dolaşmaya çıktı ve
burada hayat arkadaşına, günü geldiğinde gömülmek istediği yeri gösterdi.
Aslında
sadece Yahudiler tarafından kutlanmış olan açılış şenliğinden kısa bir süre
sonra Kent Düşesi ile kızı Prenses Viktoria’nın gelişi ise tüm Ramsgate halkı
için büyük bir sevince vesile oldu.
Düşes ile prensesin
karşılanmasında Montefiore de hazır bulundu ve burjuva sınıfının diğer
temsilcileri gibi o da saray balosuna
davet edildi. Burada Saray Nazırı Sör John Conroy ile yapılan bir
görüşmeden, hanedandan hanımefendilerin Ramsgate’den hoşlandıklarını, fakat
gezintiye çıktıklarında meraklı gözlerden rahatsız olmayacakları bir parkın
eksikliğinden yakındıklarını öğrendi. East Cliff Lodge parkının anahtarını
derhal saray nazırına verdi. Ertesi gün düşes ile prensesin Montefiore’nin
arazisinde dolaştıkları görüldü; daha sonraki günlerde de bu gezintiler sürüp
gitti.
Genç
prenses kordelası renkli hazır şapkası kolunda, neşeli bir tasasızlıkla düşes
annesinin yanı sıra yürürken, iki yıl bile geçmeden erguvan renkli krallık
harmaniyesini narin vücuduna dolayacağından habersizdi.
Montefiore
çifti, incelik göstererek hanedandan bu yüksek kişilerle parkta karşılaşmaktan
kaçındılar. Onların bu çekingen davranışı, düşesi pek memnun etti ve
Montefiore’ler kendisine yaklaşmadığı için de, bu yaklaşmayı kendisi yapmak
istedi, bu amaçla da ilkin Moses’i yemeğe davet etti.
Montefiore
bu olayla ilgili olarak günlüğünde şunları yazmıştır: “Daha önceki hiçbir
davette, o gün hanedandan hanımefendilerin yanındaki kadar kendimi rahat
hissettiğimi hatırlamıyorum. Düşes hazretleri olağanüstü denilecek nitelikte
alçak gönüllüydü; masada oturanların hepsi son derecede güleryüzlü ve
konuşkandı. Özellikle de ‘Altes Hazretleri’nin bana göstermek lutfunda
bulunduğu’ iltifatlarla dolu davranıştan çok duygulandım.”
Ramsgate
sakin bir yerdi -belki de özellikle bundan dolayı- iki dostumuz orada
kendilerini pek mutlu hissediyorlardı. Yüz ölçümü 24 morgen ([17]) olan çok geniş
parkta harikulade gezintiler yapıyor, bunun için de çiy damlacıklarının otların
ve çanak yaprakların üstünde pırlantalar gibi parıldadığı, kuşların neşeli
şarkılarının göklere yükseldiği sabahın erken saatlerini seçiyorlardı.
Balkondan bakılınca, güneydoğuda bir kalenin gururuyla nöbet tutarcasına
yükselen “İngiltere’nin beyaz kayalıklarına” kadar uzanan yeşil bir bitki örtüsü
görülüyordu. Bayan Judith denizi seviyordu; ama deniz yolculuğunu asla. Bir
düşünelim niçin acaba? Gelgelelim Moses kendini hep güçlü hissediyor; bu yüzden
de deniz kokulu bir esinti, keskin soluğunu onun alnına sık sık üfleyip
durmaktaydı. Bunun sonucu olarak Bayan Judith kocasının hatırına bir özveride
bulundu ve onunla birlikte bir defa daha denizde bir gezinti yolculuğuna çıktı.
Bu eğlence
gezisi, onlar için yine büyük bir üzüntü kaynağı oldu.
Sakin bir
denizde Margate sahil kasabasına kadar gittiler. Fakat ertesi sabah eve
dönerlerken, koyu gri sis yığınları denizi kaplamış bulunuyordu. Sis öğleye
doğru açılır umuduyla bekledilerse de umutları boşa çıktı. Aksine sis daha da
yoğunlaştı. Bu yüzden de gemi -adı Magnet idi-bir kum bankına bindirdi ve ancak
iki saatlik bir uğraştan sonra yeniden yüzdürülebildi. Yanlarından sık sık vapurlar
geçmekteydi; bu siste, bunlardan biriyle çarpışmak tehlikesi çok yakındı; o
nedenle de sis düdüğünün boğuk sesi havada sürekli yankılanıyordu. Birden bir gümleme,
bir çatırdı duyuldu. “Magnet”, “Kızıl Korsan” adlı gemiye bindirmişti. Bu
gemi, Magnet yolcularının dehşetle açılmış gözleri önünde, birkaç dakika
içinde sulara gömüldü. İçindekiler tam zamanında “Magnet”e alınarak kurtarılmıştı.
Lâkin “Magnet” de toslamadan dolayı hayli zarar görmüştü. Pompalarını saatlerce
çalıştırmak zorunda kalındı. Bereket versin yakınlarda balıkçı tekneleri vardı;
bunlar sayesinde yolcular ve tayfalar esenliğe kavuşturuldu.
“Hayatımızda
bundan daha büyük bir ölüm tehlikesiyle hiç karşılaşmadık” diye yazıyor Moses,
“ve zavallı karımın yürekliliğine hiç bu kadar hayran olmamıştım”.
Deniz
kazasından sağ salim kurtulmaları, dostlarımız için 600 liralık bir bağışa
vesile oldu. Bu paradan İspanyol ve Alman cemaatlerinin yoksulları ellişer
lira, Filistin’deki fakir Yahudiler ise 500 lira aldı.
Moses’in
seyahat hevesi, bu olaydan sonra uzunca bir süre küllenmiştir sanılabilir.
Hayır, hiç de öyle olmadı. Şimdi eskisine oranla daha da hırsla yürüttükleri
dil öğrenme çalışmaları, eğer dışarıda kış fırtınaları uğulduyorsa, onlarda
daha çok yeniden seyahat planları tasarlamak isteği uyandırıyordu.
Bu sefer
İtalyanca öğreniyorlardı; ama hemen söyleyeyim: Bu
öğrenimde
Judith kocasından daha hızlıydı. Fakat Moses de, İtalya’da doğmuş biri olarak
onun kendisini geçmesine izin vermek istemiyordu.
“Benimle
bahse var mısın?” diye sordu Judith.
“İtalyanca
bir sınavı başarırsan yüz lira alırsın.”
“Sınavı sen
mi yapacaksın?”
“Elbette!
Başka kim olabilir?”
“Pekâlâ,
ben hazırım!”
Sınav
yapıldı. Judith soruların hepsini cevapladı ve ödülü kazandı.
Payeler ve Payeler
20
Haziran 1837 günü, sabah saat altıda Prenses Viktoria’ya, geçen gece kralın
dünyamızdan ayrıldığı ve artık kendisinin kraliçe olduğu bildirildi. Kraliçe
günlüğüne şunları yazmıştır:
“Henüz
çok gencim ve her alanda değilse bile, birçok konuda hiç deneyimim yok. Ama
doğru olanı yapmak iradesi gösterebilmekte, eminim, ancak pek az kişi benden
daha fazla iyiniyet ve daha fazla ciddiyet gösterebilecektir.”
Evet,
o gençti -18 yaşına daha yeni basmıştı-fakat “doğru olanın” ancak “adalet”
bulunan toprakta çiçek açtığını, bu adaletin ülkenin bütün evlatlarına inanç
ve sınıf farkı gözetilmeksizin gösterilmesi gerektiğinin bilincindeydi.
Devletin
başındaki kişinin böyle bir zihniyette olmasının hayırlı sonuçlarından
İngiltere Yahudileri de yararlandı.
Daha
önceki yıllarda düşünülmesi bile olanaksız bir durum şimdi gündemdeydi:
Şeriflik gibi yüksek düzeyde bir göreve Yahudilerin seçilmesiydi bu.
Hemşehrilerinin
güvenini kazanarak şerif seçilen kimse, bir yıl için, bir kontluğun bu en
yüksek sivil makamına atanır. Hükümet başkanı payesinde olur ve bir kontluk
bölgesinin adliye ve polisle ilgili bütün işlerini yönetir. Jürilerde yer
alacakların listelerini yapar, duruşma günlerini saptar, celp belgelerini
düzenler ve verilen cezaların uygulanmasını sağlar. Geliri şeriflik dairesiyle
bağlantılı değildir; buna karşın giderleri hayli fazladır. Çünkü şerif,
çevrede iyi izlenimler bırakmak zorundadır; yani davetler verecek, davetlere
gidecektir. Bundan da açıkça anlaşılır ki, ancak para keseleri tıkabasa dolu,
saygın yurttaşlar şerif seçilebilirler.
1837
güzünden 1838 güzüne kadar bizim Montefiore, Londra ile Middlesex Kontluğu’nun
şerifi oldu.
Bu
fahri görevi Moses, Şabbat ve bayram günlerinde hiçbir iş yapmamak koşuluyla
kabul etmişti. Her yıl için işleri aralarında bölüşecek ve gerektiğinde
birbirinin yerine bakacak iki şerifin seçilmesi, Moses’e ileri sürdüğü
koşullara göre hizmet görebilmesi olanağını vermiştir. Şan ve şöhret
basamaklarını böyle yukarıya doğru çıkarken, atalarının dininin buyruklarına
uymayı asla ihmal etmedi ve dostları, ona kendisi gibi yüksek mevkilere geçmiş
bazı dindaşlarının, Şabbat ve perhiz yasalarına uymakta pek titiz
davranmadığını söz konusu edince, Moses hep şu cevabı vermiştir:
“Başkalarının
ne yaptığı, beni ilgilendirmez; ama ben hep hoşuma giden şeylerin bana
yaptırılmasını isterim: Tanrı’ya karşı görevlerim ve kutsal dinimize olan
saygım, bütün öteki görevlerin üstündedir.” Yahudi şerifin dinine
gösterdiği bu tutkulu bağlılık, her zaman dindar olan Hıristiyan İngilizlerde
büyük bir saygı uyandırmıştı.
Onun
Yahudiliğe yüksekten bağlılığını, yüksek düzeydeki görevini yapmasına bir
engel olarak görmediler. Bu olgu, iki yeni şerifin takdim töreninde başsavcının
yaptığı konuşmada açıkça görülür: “Her ne kadar Bay Montefiore, hemşehrilerinin
çoğunluğunun bağlı bulunduğundan başka bir dine bağlıysa da, bizler onun üstlendiği
görevleri dürüstçe ve toplumun yararına yerine getireceğinden, bir an için
bile kuşkuyla düşmedik.”
Moses,
bu güveni hak etmiş midir? Bu soruya gönül rahatlığıyla evet cevabı
verebiliriz; görevinde yeterince gayretli olmuş ve hayli büyük bir iş yükünü
omuzlamıştır.
Bu
döneme ait günlük notlarına bir göz atacak olursak, onun göreviyle ilgili
işlerin kapsamı hakkında bir fikir edinebiliriz:
“8.30’da
evden hareket, 9’da ağır ceza mahkemesi; orada kahvaltı. Ceza yargısıyla
birlikte duruşma. Sonra cezaevi, burada ‘Beyaz Haç’ raporunu inceleme. Belediye
başkanını ziyaret; ivedi şikâyetler için toplantı. Saat yarımda tekrar ağır
ceza mahkemesi; burada ikinci kahvaltı (Lunclı). Saat 5’e kadar duruşmalar.
6.30’da Judith’le birlikte belediye sarayına gidiş, belediye başkanının
daveti. Saat l’de eve dönüş.”
Bütün
günleri, bazı ufak değişikliklerle hep böyle geçmiştir. Cezaevi yerine bazen
bir hayırseverler kurumunu veya cemaatin başkanlık oturumunu ya da “Allianz”
ve “Imperial” şirketlerine gitmiştir. Zaman zaman bir cezaevinin denetlenmesi o
kadar çok uzun sürmüştür ki, adliyede duruşmalara katılamamıştır. Böyle
denetlemelerde kasvetli binaları bodrumundan tavanarasına kadar dolaşır,
tutuklularla teker teker konuşur -bir seferinde bunların sayısı 428 idi-,
onların şikâyetlerini ve isteklerini öğrenirdi. Üstelik hapishanelerden ayrılırken
müdürlerine, hükümlülerin biraz daha rahat yaşaması için bir miktar para
bırakmayı da unutmazdı. Hapiste yatanların olduğu kadar, cezasını çekerek
dışarı çıkmış olanların da korunmasını, hayatı boyunca büyük bir şevkle
kendisine iş edinmiştir.
Bir
mahkûm, bizim iyi kalpli Moses’in bir süre başını ağrıttı: Rickie adında bir
katildi bu; içkiliyken subayını öldürmüş bir askerdi ve bundan dolayı da idam
cezasına çarptırılmıştı. Bu zavallı günahkâra acıyan Montefiore, idam
cezasının ömür boyu sürgüne dönüştürülmesi için her çareye başvurdu. Onun
isteğini, İçişleri Bakanı da uygun görerek özel bir at tavsiyesinde bulundu;
fakat krallık konseyi bu isteği kesinlikle reddetti ve her iki şerife
görevlerini yapmaları uyarısında bulundu; bu da idam gününün saptanması
demekti.
Montefiore
gerçekten çok üzülmüştü; herhalde bu üzüntü, onun tatlı canını kurtarmak için
birisinin böylesine zorlu bir uğraş verdiğinden haberi olmayan katilin
üzüntüsünden daha fazlaydı. Bu caninin affı için dostumuz, niçin böylesine
kararlı bir tutum izliyordu? Öncelikle insan sevgisinden kaynaklanıyordu bu;
fakat öte yandan şeriflik döneminin, bir yıllık görev süresi sırasında tek olay
olacak bir idamla anılmasından duyduğu korkunun da etkisi vardı. Bunun için son
bir çare olarak kraliçenin nedimelerinden Lady Harriet de Blanquiere’e
başvurdu, onun katili hücresinde ziyaretini sağladı ve ondan konuyu kraliçeye
arz edeceğine dair söz aldı.
Sözü
uzatmayalım: İdam cezası uygulanmadı.
Koruduğu
kişi için Montefiore’nin kraliçeye de bizzat ricada bulunduğu kesin; bu amaçla
-görev süresi boyunca birkaç defa yaptığı gibi- kraliçenin huzuruna çıkmıştır.
Böyle
törensel vesilelerde resmi giysisini giyerdi: Siyah kadifeden ceket, dizde
bağlanan pantolon, tokalı iskarpin, tüylü başlık, kılıç ve görev simgesi
madalyonlu zincir.
Bu
kılığı içinde, belediye başkanının seçilmesi şerefine düzenlenen tören alayına
at üstünde katıldığı ya da ülkenin yüksek dereceli görevlileriyle örneğin
Lord-Kanzler ([18]),
bakanlar, arada bir Londra’da toplanan piskoposlar ve yabancı devletlerin
elçileriyle birlikte sofraya oturmak olanağını bulduğu zaman kendini yücelmiş
gibi hissederdi.
Böyle
fırsatlarda Montefiore, birileriyle yakın ilişkiler kurmaktan hoşlanırdı; bu
çeşit yakınlıkların, daha sonraları yapacağı yardım etkinliklerinde, baskıya
uğramış dindaşlarının lehine büyük yararını görecekti.
Öte
yandan iki dostumuz, Londra’da Park Caddesi’ndeki görkemli konaklarında yüksek
aristokrasiden beyefendilerle hanımefendileri ve ülkenin en saygın
kişiliklerini karşılamak ve ağırlamak şerefine de defalarca ulaşmışlardır.
Montefiore’nin
göğsü, eşinin cana yakın görünüşü ve gerçekten çok zarif tavırlarıyla herkesin
kalbini kazandığını gördükçe gururlu bir sevinçle kabarırdı. İnce zekâsıyla
eşi, konuklarının her biri karşısında söylenecek en uygun sözü bulmasını
biliyor; ne doğuştan kentsoylu birinin önünde aşırı saygıyla divan duruyor, ne
para aristokrasisine, ne de ruhban sınıfından soylulara ayrıcalık tanıyordu.
Londra
sosyetesinin böyle davetlerinde hayır yapmak amacıyla sık sık para da
toplanırdı. Montefiore’nin bunlara seve seve ve yüklüce bağışlarla katıldığını
söylemeye gerek görmüyoruz. Bağış yapması için tek söz yeterli oluyor ve
Montefiore soruyordu: “Ne maran genemişon?” Sonra da hayli yüksek bir meblağı
bağış toplayanlara veriyordu.
Baronin
Hannalı von Rothschild’in -Judith’in kız kardeşievindeki partide o sırada
Napoli’de başgöstermiş kolera salgını konuşuluyordu. İngiliz hekimlerinden
oluşan bir kafile, yardım amacıyla Napoli’ye gitmeye hazır bekliyordu.
“Peki,
bu baylar niye yola çıkmıyorlar?” diye sordu Montefiore.
“Paraları
yokmuş!”
“Yolculuk
için ne kadar gerekiyor?”
“İki
yüz lira!”
“Bu
parayı ben veriyorum onlara!”
Topluma
yararlı bu nitelikteki etkinliklerin, krallığın takdirini kazanması gecikmedi.
Bir
akşam Montefiore bir başsağlığı ziyaretinden eve dönmüştü ki sokak kapısının
zili çaldı. Hiç de uygun olmayan böyle bir saatte gelen kimdi acaba? Önemli bir
nedeni olmalıydı.
Gelen
Mr. George Carrol’du. Montefiore ile şerifliğini paylaşan kişiydi. Önemli bir
haber getirmişti: Lord, Kanzler, kraliçeye LordMayor’a ([19]) baronluk, her iki
şerife de şövalyelik payesi verilmesini önermek niyetindeydi.
Bu
sevindirici haber gerçekleşti.
Lord-Mayor’un
göreve başlaması töreninde payelerin yükseltilişi ilan edildi. Montefiore
bugünü, “Gurur verici bir gün” diye adlandırır ve şunları yazar: “Bugün,
Ramsgate’de tapınağımızı açtığımız günü saymazsak en çok gurur duyduğum gün
oldu. Umarım, inayeti sonsuz kraliçemizin tevcih buyurdukları bu şeref bizler
için ve tüm İsrail için mutluluk müjdesi olur.”
Tören
alayında Lord-Mayor, şerifler, belediye meclisi üyeleri -hepsi de gala
üniformaları içinde-belediye binasından Guildhall’e ([20]) yürüdü. Burada
kraliçe, paye verilecek olanları beklemekteydi. Yapılan bir selamlama konuşmasından
sonra kraliçe, Lord-Mayor’un payesinin yükseltilişini duyurdu. Ardından her iki
şerif salona götürüldü. Törende hazır bulunanlar hep birlikte ayağa kalktılar.
Salonda tam bir sessizlik vardı. George Carrol diz çöktü ve kraliçenin ona
kılıçla dokunmasıyla şövalye oldu. Ondan sonra Montefiore diz çöktü. Kraliçe
kılıçla onun sol koluna hafifçe dokundu ve yüksek sesle:
“Ayağa
kalkın, Sör Moses!” dedi.
Moses,
gözlerini yukarıya doğru çevirip bakınca, kendisinin seçmiş olduğu süsün
bulunduğu şövalyelik sancağının başının üzerinde dalgalandığını gördü.
Tanrı’nın
sözlerinin tüm dünyaya yayıldığı ülkeyi düşünerek Montefiore, şövalyelik arması
olarak Lübnan’ın sedir ağacını seçmişti; ağaç, iki çiçek dağının (Monti di
Fiori) arasından yükselmekteydi. Arma levhasında bir yüz siperi, devekuşu
tüyleri ve taç yer alıyor; levhayı da bir yanından bir aslan, öbür yanından bir
geyik tutuyordu. Bu arma hayvanları, üstünde İbranice harfleriyle “jerrusalem”
yazan birer bayrak taşıyorlardı. Arma levhasının alt kısmına üstünde
Montefiore’nin sloganı bulunan bir bant dolanmıştı. Slogan şöyleydi: “Think and
Thank” (Düşün ve Şükret).
Arma
levhasının böyle anlamlı biçimde düzenlenmesinin kaynağında Kutsal Kitap’tan
sözler vardı:
“Dürüst
adam hurma ağacı gibi yeşil olacak, Lübnan’daki sedir ağacı gibi boy
atacaktır.” (Mezmurlar 92, 13)
“Gözlerimi
dağlara kaldırıyorum. Bana yardım nereden gelecek?” (Mezmurlar 121, 1)
“Bir
aslan gibi güçlü ol, göksel babanın isteklerini yerine getirmek için.”
(Babaların Sözleri V, 23)
“Bir
geyiğin suyu özlemesi gibi, benim ruhum da seni öyle özlüyor, ey sonsuz olan!”
(Mezmurlar 42, 2)
Montefiore
mutluydu. Mutluluğu, kazandığı bu yüksek şerefin gururunu okşamasından ileri
gelmiyordu; hayır, bundan hoşlanmayacak kadar alçak gönüllüydü-mutluydu; çünkü
karısının gözlerinde içten bir sevincin parıldadığını görmüştü ve mutluydu;
çünkü heyecanla çarpan kalbinde birden, “Benim yaşlı anacığım buna nasıl sevinecektir!”
düşüncesi canlanmıştı.
Bu,
aynı zamanda onun ilk ziyareti olacaktı.
“Eski
zamanların günlerini hatırına getir ve geçmiş kuşakların yılları üzerinde
düşün.” (5. B. M. 32, 7)
Dudaklarında
bu sözlerle Sör Moses ve Lady Judith, sekreterleri ve din danışmanları Haham
Dr. Löwe’yle birlikte, 1839 yılının güneşli bir Şubat gününde Roma’da, Forum
Romanum ([21])
harabelerinde dolaşıyorlardı.
Sezarların
sarayının mermer basamakları, üzerleri bezekli sütunların kalıntıları, bir
zamanların Roma’sının mutluluğunun ve yıkılışının dileriz tanıkları olarak
konuşmaktaydılar; onlar zaferle dönen komutanların tören alaylarını
görmüşlerdi.
Roma’nın
görkemi neredeydi şimdi, Roma’nın dünyayı titreten gücü neredeydi, Roma’nın
Tanrıları nerede kalmıştı?
Gezginlerimiz
bunları düşünerek Roma senatosunun, İmparator Titus’un (*) Yahudiler karşısında
kazandığı zaferin anısına yaptırdığı, kemer biçimindeki anıta yaklaştılar.
Kalpleri hızla çarpmaktaydı. Çünkü bu anıt, İsrail için bir zilletti. Ne var ki
bir zamanlar lejyonların önünde savaşlara ve zaferlere yürümüş Roma tozlara
gömülmüş, gür sesiyle yeri göğü inletmiş borazanlar susmuştu. Tutsak edilmiş
Yahudilerin taşımak zorunda kaldığı yedi kollu şamdanın kabartmasına da aynı
derin acıyla baktılar. Fakat bu şamdanın verdiği ışık, parlaklığını hiç
azaltmadan bugün hâlâ yanıyordu; onun için de bu şamdan bir inanca sadakatle
bağlanmanın ve bunu sürdürmeye cesaret etmenin simgesi olmuştu:
“Gençliğimden
beri bana çok sık sıkıntılar verdiler; fakat beni yenemediler.” (Mezmurlar 129,
2)
Yürümelerini
sürdürerek Vesta (*) tapınağının süslerle bezeli yuvarlak yapısının önünden
geçip miskince akan Tiber ırmağı boyunca gettoya doğru gittiler. Orada
gözleri, bir Tanrı evinin İbranice yazısına takıldı: “İyi olmayan yolda,
kendi düşünceleri peşinde yürüyen asi bir halka bütün gün ellerimi uzattım;
sürekli bende öfke uyandırmış bir halk bunlar.” (İşaya 65, 2-3)
(*)
Vesta, eski Roma’da aile ocağı tanrıçasıdır. Adına yuvarlak tapınaklar
yapılmıştır. Vestales denilen rahibe kızlar, bu tapınaklarda törenler
düzenlerdi. Eşek bu tanrıçaya adandığından bayramlarda süslenmiş eşekler
dolaştırılırdı.
Bir
sinagog muydu burası? Hayır, bir Katolik kilisesi: La chies della divina
pieta. Burada Yahudiler, fanatik papazların suçlayıcı vaazlarını
dinlemek zorunda kalmışlardı. Bir zillet anıtı daha! Bugün ise büyük giriş
kapısına çaprazlama konulmuş ağır bir demir kazık, kilisenin artık
kullanılmadığını bildirmektedir. Bir varmış bir yokmuş...
Fakat
bazen karanlık ortaçağdan kalma aşağılayıcı törelerin, zamanı şaşırmışçasına
19. yüzyılda karşımıza çıktığı da oluyor.
Montefiore’ler
böyle bir olayın tanığıdırlar.
Karnaval,
başıboş taşkınlıklar şenliği kutlanıyordu. Roma’nın ayak takımı, çılgınca
satışmalarını kimlere yapmaktan en çok hoşlanır? Elbette Yahudilere.
Karnaval
alayının geçeceği, baştanbaşa süslenmiş caddede, bağırıp çağrışan bir
kalabalık beklemektedir. Bu sırada Yahudi cemaatinin başkanları, başları öne
eğik bir halde, tasarımı Michelangelo’nun usta ellerinden çıkmış
merdivenlerden, bir yıl daha Roma’da oturabilmeleri için burada
konservatorlardan izin isteyeceklerdir.
Konservatorlar,
erguvan renkli kaftanları ve eskiçağdan kalma başlıklarıyla yüksek
koltuklarında yerlerini almışlardır. Verilen bir
işaretle
Yahudilerin yaşlıları içeri girer. Kısa bir söylevden sonra en kıdemli
konservator, cemaatin istediği himayenin bahsedildiğini; ancak bunun için
karnavalın giderlerinin cemaatçe karşılanması gerektiğini bildirir.
Yahudiler
bu koşulu yerine getirmeye hazır olduklarını açıklayıp şükranlarını göstermek
için de bir buket çiçek sunarlar. Para haracı ile at koşularını kazananların
armağanları, kent yöneticilerinin huzurunda verilir.
Bir
oranda yumuşak sayılacak şekline rağmen bu davranış, Roma Yahudileri için yine
de haysiyet kırıcıydı. Ne var ki o sırada Yahudiler, günün birinde bu ebedi
kentin yönetiminin bir Yahudi belediye başkanına (Ernesto Nathan, 1907’den
beri) bırakılacağını elbette bilemezlerdi.
Kısıtsız
eşit haklara kavuşulacak bir gelecek, o sırada henüz alaca karanlık bir seher
gibi belli belirsizdi. Bu hakları eksiksiz sağlamak, Montefiore nin ayak
bastığı her ülkede başlıca amacı oldu.
İlkin
Filistin’de işe koyuldu. Burada hükümetin uyguladığı baskılar, sözle
anlatılmaz bir ekonomik sefalete yol açmıştı.
Onun
için de dostlarımız, adımlarını Roma’dan ikinci kez kutsal topraklara çevirdiler.
Malta’da
onları vali törenle karşıladı. Moses, bütün nişanlarını takarak gala
üniformasını giymişti. Lâkin belli belirsiz sıkıntılı bir kara karşılama töreni
içtenliğe gölge düşürdü.
Ne
olmuştu?
Net
olmayan haberler geliyordu; Türkiye ile Mısır arasında bir savaş
kaçınılmaz görünüyordu; Kudüs’te veba vardı. Günde elli kişi ölmekteydi.
Kente giriş kesinlikle yasaklanmıştı; Filistin’den gelen İngiliz yolcular,
Beyrut limanında on sekiz günlük bir karantinaya alınmışlardı.
Bizim
gezginler için biraz cesaret kırıcı bir görünümdü bu.
Sör
Moses, ilk hac ziyaretlerinde çektikleri sıkıntıları düşündü. Karısını
kargaşanın ve hastalıkların kol gezdiği bir bölgenin tehlikeleriyle bir defa
daha karşılaştırmak ister miydi?
Hayır,
buna izin verilemezdi!
Bunun
tam tersi ise ne hoş olurdu; fakat bu da yapılamazdı, görev çağırıyordu onu:
İngiltere’de
Filistin’in yoksul Yahudileri için hayli yüksek miktarda para toplamıştı.
Şimdi ise niyeti, bu parayı kendi eliyle onlara dağıtmaktı. Her geçen gün
sefalet biraz daha artmaktaydı. Acele yardım gerekiyordu.
Tam
bu sırada Bay ve Bayan Freemantle, Malta’dan İngiltere’ye dönmek üzereydiler.
Lady Montefiore’nin kendilerine katılmasının bir şeref olduğunu düşünmüşlerdi.
Sör Moses söyleyince, karısı kendisini incitilmiş hissederek şöyle bağırdı:
“Sen
tehlikeyle karşılaşırsan, benim seni terk mi etmem gerekir? Asla! Senin
gittiğin yere, ben gitmeyecek miyim? Asla! Sen nereye gidersen, ben de oraya
giderim ve sen nerede yaşarsan, ben de orada yaşarım!”
Böylece
1839 Mayısı’nın başlarında, “Mağara” gemisiyle İskenderiye’ye, oradan da
Beyrut’a gittiler.
Yanlarında
çok para vardı; fakat bunlar şıngırdayan madeni para değildi. Varacakları yerde
banknotlarını verip madeni paralar almayı düşünmüşlerdi. Fakat o zamanlar
Kudüs’te henüz hiçbir banka yoktu; “Thos Cook & Son ”
firması da açılmamıştı. Bu yüzden para değişimini Beyrut’ta yapmak zorunda
kaldılar; çil çil paraların taşınması için on bir deri torbayı doldurmaları
gerekti.
Bir
kervan hazırlandı. Kervan, üç at (Sör Moses, Lady Judith ve Dr. Löwe için) ile
uşakların bindiği ve aralarında keten bezinden birkaç çadırın da bulunduğu
eşyaların yüklendiği on dört katırdan oluşuyordu.
Kervandakiler
iyi silahlanmıştı ve bu nedenle de güneşin parıldadığı bir bahar günü keyifle
yola koyuldular. Sidon’a, oradan da Safed’e giden yol Galile Denizi ile Lübnan
Dağları arasında, çok iyi işlenmiş, pek verimli, arpa, buğday tarlaları, incir
ve dut ağaçlarıyla kaplı bir bölgeden geçiyordu.
Doğanın
görkemli görünümü, yolcularımıza kişisel güvenliklerine ilişkin bütün
kaygıları unutturmuştu.
Güneş
topu, kan kırmızısı rengiyle denizde batıp da dağların doruklarını altın
kızılı pırıltılar sarınca, yolcularımız herhangi bir tehlikeyi umursamadan
çadırlarını kurdular: “Tanrı benimledir ve ben hiç korkmam. İnsan bana ne
yapabilir?” (Mezmurlar 118, 6)
Kervan
yönetimini üstlenmiş bulunan Dr. Löwe, iki dostumuzun güvenliği için kendini
sorumlu hissediyordu. Bu nedenle gece boyunca, onların çadırı önünde, elinde
tabancayla nöbet bekledi. Moses ile Judith silahlarını, ateşe hazır halde,
yastıklarının altına koymuşlardı -hiç de rahat olmayan bir dinlenme şekliydi
bu! Fakat yine de deliksiz bir uyku çekmişlerdi ve ertesi sabah Safed’e doğru
yola koyuldular.
Burada
ilk ziyaret, Alman-Yahudi cemaatinin saygıdeğer başkanı Haham Abraham Dob’a
yapılacaktı. Bu zat, önceki yıl, cemaati uğruna kendini feda etmenin yürek
paralayıcı bir örneğini vermişti.
Bunlar,
bir Suriye halkı olan Dürziler ([22]),
Yahudilere saldırıp her yeri talan etmişler. Ayrıca Yahudileri tehdit ederek
2.500 lira (50.000 mark) ödemelerini istemişler. Fakat bu kadar çok parayı
Yahudiler bulamayınca, hahamın ellerini, ayaklarını bağlayıp çok keskin bir
kılıcı başının üstünde tutmuşlar. “Parayı bulmazsan, seni derhal öldüreceğiz”
diye tehdit etmişler. Haham ise gözünü bile kırpmadan şu cevabı vermiş: “Beni
rahatça öldürebilirsiniz. Sadece bana birazcık su verin de ellerimi yıkayayım.
Tanrıma bir defa daha dua etmek istiyorum: ‘Ey benim Rabbim kayam ve
sığınağım! Senin her işin hatasızdır, senin yolların haktır!” (5.
B. 32, 4)
Onun
böylesine feragat göstermesi vahşi Bedevileri bile ürpertmiş. Utanarak
silahlarını indirip yaşlı hahamı serbest bırakmışlar.
Montefiore
bu hahamla ve cemaatin öteki ileri gelenleriyle Yahudi halka sürekli yardım
yapabilmenin yol ve yöntemini konuştu. Belirli miktarda dağıtılacak altın
paralar çok geçmeden harcanıp tükenecekti -peki, sonrası? Yoksullara, ancak
onlar devamlı gelir getirecek bir etkinlikte bulunurlarsa, sürekli bir yardım
yapılabilirdi. Bu etkinlik tanındı; üstelik zeytinlikleri, pınarları ve geniş
çayırlarıyla parlak önkoşullar sunan verimli bir arazi vardı.
Sör
Montefiore, Suriye’nin o zamanki hükümdarı Mısır Paşası Mehmed Ali’den ([23])
yüz ya da iki yüz köyü kapsayacak bir arazi şeridini tarım yapmak amacıyla
istemeyi kafasına koydu. Arazi elli yıl süreyle işlenecek ve her yıl ürünün
yüzde onu ile yirmisi tutarında vergisi ödenecekti. Buna karşılık büyük
araziler ve çiftlikler diğer vergilerden muaf tutulacak ve topraktan elde
edilen bütün ürünler, herhangi bir kısıtlamaya uğratılmadan her yere ihraç
edilebilecekti. Kurulacak bir “Filistin Tarım Ürünlerini Taşıma Şirketi”, bu
dev boyutlu girişime gerekli parasal desteği sağlayacaktı.
Sör
Moses’in ortaya çıkması, yaptığı cömertçe bağışlar ve insanları kayırmayı
amaçlayan planlarına ilişkin haberler tüm ülkeye yayıldı ve kentlerin hepsi bu
dindar hacıları davet için elçiler gönderdi.
Dostlarımızın
bir sonraki hedefi Tiberias’tı.
Yol,
nar ve incir ağaçlarının yoğun yeşiliyle kaplı, yumuşak eğimli tepelerin
arasından yılankavi uzanıyordu. Aşağıdaki vadide ise, pek umutsuz bir görünüm
vardı: Burada sadece küçük arazi parçaları ekiliydi, geride kalan geniş
topraklarda yabanotları beş-altı ayak yüksekliğe kadar boy atmışlardı.
Çalışkan
eller buralarda neler yapmazdı ki...
Tiberias’ta
Montefiore, Kutsal Topraklar’daki Yahudilerin durumu hakkında istatistik
bilgiler derletti; bu yola da önce yoksulların en düşkünlerine para
dağıtabilmek için başvurmuştu. Bağışın verilmesi saatlerce sürdü; yardım
alanlar sadece Yahudiler değildi, zor durumdaki Hıristiyanlar ile Müslümanlar
da bundan yararlandı.
Tiberias’tan
Kudüs’e gidildi.
Kutsal
kente yaklaşırlarken dostlarımızın kalpleri daha hızlı çarpmaktaydı. Fakat ah!
Karşılarına vebadan dolayı kentlerinden kaçmış, kapıldıkları dehşetten
benizlerinde renk kalmamış binlerce Kudüslü çıkmıştı.
Bu
koşullarda kente girmek düşünülemezdi. O nedenle de dostlarımız, “Çocuklarına
ağlayan yaşlı dulun” karşısında bir tepeye çadırlarını kurdular.
Vali,
hoş geldiniz demeye yanlarına gelerek tanışmalarını hâlâ zevkle hatırladığı
hacılara, kente birlikte bir tören alayıyla girmeleri önerisinde bulundu.
Ve
Kudüs’e törenle girildi.
Sör
Moses, parıltılı şerif üniformasını giymiş, boynuna da altın görev zincirini
takmış ve valinin hizmetine tahsis ettiği safkan bir Arap aygırına binmişti.
Bir yanında seçkin bir atın üstünde karısı, öbür yanında vali ve arkalarında
gösterişli giysileri içinde kalabalık maiyeti at sürüyordu. Bu alay, tören
üniformalarını giymiş askerlerin karşılıklı iki sıra halinde dizili durduğu
caddelerden geçti. Sevinç coşkusu içinde bir halk kalabalığı, bu saygın
yolculara “Yaşa” ve “Hoş geldin” diye bağırıyordu.
Montefiore,
Kudüs için Safed ve Tiberias’takilerden daha büyük ölçüde bir bağış ayırmıştı.
İnsanlara böyle aşağılayıcı biçimde sadakalar dağıtmak yerine, onların şerefli
ve soylu çalışmalara yönelmesini amaçlayan planını açıklayınca, burada da din
kardeşlerinin şükranıyla karşılaştı.
Montefiore
çifti, bu sefer Kudüs’te ilk seferkinden biraz daha uzun süre kaldılar. Bu
sefer kutsal yerlerin hepsini ziyaret ettiler. Buraları görmeleri, derin din
duygusuyla çarpan kalplerini, yeniden asla değişmeyecek Tanrı sevgisiyle
doldurdu. Burada, adakları olan, tüm hayatlarını Tanrı’nın şerefine ve
İsrail’in iyiliğine hizmete adama kararlarını güçlendirdiler.
Kafasını
tasarısına takmış bulunan Sör Moses, İskenderiye’de Mısır Paşası Mehmed
Ali’nin huzuruna kabul edilmek için başvurdu; Filistin’i kolonileştirme
planını paşaya benimsetmeyi düşünüyordu.
İnsan
sevgisinden kaynaklanan bu amacın uygulanması, Mısır ile Türkiye arasında çıkan
savaş yüzünden ertesi yıla ertelendi. Savaş, Mısırlıların Beyrut’ta yenilgiye
uğraması ve St. Jean d’Acre’nın (Akka) bombardıman edilmesiyle son buldu.
JL
|
1840
yılının bir Nisan sabahında Baron Rothschild, çalışma odasında kırmızı maroken
kaplı koltuğuna rahatça oturmuş, az önce getirilen mektuplara göz gezdiriyor,
bir yandan da sigarasından bir nefes çekip dumanını havaya savuruyordu.
Üstünde
birçok damga ve mühür bulunan kalın bir zarf gözüne çarptı.
“Yardım
dileyen biri olacak, hemen anladım” diye mırıldanarak zarfı, sekreterinin
inceleyeceği mektuplar yığınının üstüne fırlattı.
Ama
zarfın arkasındaki gönderici adı dikkatini çekmişti. Bu ad, baronun gözüne,
başka bir mektubu daha on beş dakika bile dolmadan oluşmuş zarf yığınının
üstüne koyarken çarpmıştı.
“Samuel
de Treves!” diye okudu adı hayretle “Konstantinopol’de sultanın saray bankeri
bu. Ne isteyebilir ki?” diye düşündü.
Baron
Rothschild zarfı çarçabuk yırtarak açtı. İçinden Konstantinopol’deki Yahudi
cemaatinin gönderdiği ve Rodos ile Şam’da baskılara uğratılmış Yahudilere
yardım edilmesini isteyen bir mektup çıktı; ayrıca orada yaşayan Yahudilerin
yürek paralayıcı bir dilekçesi de mektuba eklenmişti:
Ne
olmuştu?
Bunu
Şam’dan gelen mektup anlatıyor.
Bu
kentte, 1840 Şubatı’nda, Thomas adlı bir Katolik rahip, uşağıyla birlikte
ansızın ortadan kayboluyor. Peder Thomas kırk yıldan fazla bir zamandan beri
Şam’da oturmakta ve tıpla ilgili işler yapmaktadır; bu nedenle “Aşıcı”
lakabıyla tanınır ve her mezhepten insanın evine girerdi.
Kaybolan
bu iki kişinin en son Yahudi mahallesinde görüldüğü ve orada öldürüldüğü
söylentisi hızla yayılıyor. Bu da cinayet işleme şüphesinin Yahudilere
yönelmesine yetiyor. İşin en kolayı da budur; çünkü böylece resmi makamlar
başka yönlerde araştırma-soruşturma yapmak külfetinden kurtulmuş olurlar.
Fransa
konsolosu konuya el atıyor; Fransa’nın Doğu’daki Hıristiyanların hamisi olarak
iyice azalmış bulunan saygınlığını yeniden yükseltmek istemektedir.
Bunun
için de Şam valisinden herhangi bir engellemeyle karşılaşmadan dilediği gibi
araştırma yapabilme yetkisini alıyor. İlk kurbanı da bir Yahudi berber oluyor;
ifadesinde itirazlarda bulunması onu şüpheli kişi yapmıştır. Rahip öldürülmüş
müydü? Berber bilmiyordu bunu. Ama gerçeği söylemesi için yüz kırbaç vurulacağı
gözdağının verilmesi üzerine berber, daha fazla işkence görmekten kurtulmak
amacıyla kentin ileri gelen Yahudilerinden yedi kişinin, Peder Thomas’ı
öldürmesi karşılığında kendisine üç yüz kuruş teklif ettiklerini; çünkü
Yahudilerin Hamursuz Bayramı ekmeği için Hıristiyan kanına ihtiyaçları
olduğunu söylüyor. Berber bu teklifi öfkeyle reddetmiştir.
Suçlanmış
Yahudiler, cinayete azmettirmekten derhal tutuklandılar. Adamlar suçsuz
olduklarını tekrar tekrar ileri sürdüler. Yapılan işkencelere çok acı
çektikleri halde direndiler. İnsan kanı şöyle dursun, kanın her çeşidinin
kullanımını yasaklayan Kutsal Kitap’ı tanık gösterdiler. Bütün bunlar hiçbir
işe yaramadı. Tutuklu kaldılar.
Cemaat
adına bir Yahudi hekim, valiye kan yalanının hiçbir esasa dayanmadığını,
dünyevi ve uhrevi otoritelerin beyanlarını kanıt göstererek açıklıyor. Sonunda
da, “Bu biçare rahip kentten gizlice çekip gitmiş ya da Yahudi olmayan birileri
tarafından öldürülmüş olabilir” diyor.
“Öyle
mi? Başka birileri mi öldürmüş onu? Kim tarafından peki? Haydi çıkar baklayı
ağzından!”
Doktor
kimsenin adını veremeyince de zindana atılıyor.
Bundan
sonra da vali, beş-altı yüz kadar ayak takımı kalabalığın başında, Yahudi
mahallesinde kaybolan pederin cesedini arıyor. Hiçbir yerde ceset bulunamıyor.
Bu sefer de vali, tutuklananların hapishane koşullarını iyice ağırlaştırarak
onları itirafa zorlamayı deniyor. Ne var ki zavallı tutuklular, yapılan
işkencelerin son bulması için sadece bir an önce ölmek istemektedir.
“Artık
itiraf edecek misiniz?”
Bakın
şu işe: Onlar kendilerinden istenilen her şeyi “itiraf’ ediyorlar.
“Kanı
nereye bıraktınız?”
Kan,
Moses Abulafia’dadır. (Yedi tutukludan biri).
Abulafia
sorguya çekiliyor; ama hiçbir şey bilmemektedir. Kırbaçlanması da onu
konuşturamıyor. Ancak işkenceye uğratılınca, kanı küçük bir şişenin içinde,
komodinine koyduğunu söylüyor. Vali, adamın evinde arama yapıyor; komodini
açınca içinde bir miktar paradan başka bir şey bulamıyor ve parayı cebine
atıyor.
“Kan
nerede?”
Abulafia
kanın yerini gösteremiyor. Fakat yeniden işkenceye uğratılmaktan korktuğu için
Müslüman oluyor.
Öteki
altı Yahudi, araştırmalar ve keşiflerde bir adım olsun ileri gidilemediği halde
sürekli işkenceye uğratılıyor.
Şam
halkında yavaş yavaş zavallı tutukluların suçsuz olabileceği düşüncesi
belirginleşiyor; aynı zamanda Peder Thomas’ın öldürülüşünden birkaç gün önce
sokak ortasında katırcı bir Türkle sille tokat dövüştüğü de öğrenilince, bu
düşünce daha bir ağırlık kazanıyor.
Fransa
konsolosu suçlamasında yapayalnız kalıyor; ama suçladığı insanlar bu yüzden
hapishanede aylarca acı çekiyor.
Buna
benzer akıl almaz bir suçlama da, o zamanlar Türklerin egemenliğinde bulunan
Rodos Adası’nda Yahudilere karşı yapılıyor.
Burada
on yaşlarında bir erkek çocuk kayboluyor. Hemen suçlama yapılıyor: Çocuğu
Yahudiler öldürmüştür. Burada da Avrupa devletlerinin konsolosları -yalnızca
Fransa’nınki değil-nüfuzlarını kullanıp paşadan gerekli araştırmaları yapma
iznini alıyorlar. İki Rum kadın da, birkaç Yahudiyi kırsaldan şehre giderken
gördüğü, bunlardan birinin oğlan çocuğunu elinden tutarak götürdüğü yolunda
ifade veriyor.
Şüphe
edilen Yahudi bulunuyor. Adam, söz konusu olan gün şehre hiç gelmemiş olduğunu
kanıtlayabiliyor. Fakat bir işe yaramıyor bu; onu zincire vurup işkenceye
uğratıyorlar.
“Sen
çocuğu çaldın ve onu hahama götürdün. Canını seviyorsan, itiraf et!”
Konsolosların
kendilerini hiç ilgilendirmeyen bir olaya karışmalarındaki amaç, Yahudileri
Rodos Adası’ndan kovmak ya da onları derhal Hıristiyanlığa geçmeye zorlamaktı.
Ayrıca birçok hükümetin ve hükümdarın himayesinde çalışan “Yahudiler Arasında
İncil’i Yayma Birliği”nin amaçladığı utanç verici çirkin başarıları göz önünde
bulundurarak bütün bir Yahudi cemaatini Hıristiyanlığa “döndürmüş” olmakla
övünebilmek ayrıca söz konusuydu.
İşkence
uygulanınca suçlanan kişi hemen bir itirafta bulundu. Gelgelelim çocuğu teslim
etmek istediğini söylediği insanlar o sırada odada bulunmuyorlardı. Bundan da
adamcağızın işkenceden kurtulabilmek için böyle ifade verdiği anlaşılmıştı. Bu
sefer de adam başka Yahudilerin adlarını verdi; bu Yahudiler suçlamaları
kesinlikle yadsıdılar. Çocuğu da itirafçıyı da tanımadıklarına yemin ettiler.
Bütün bunlar bir işe yaramadı: Zindana atıldılar. Acıları bu kadarla da
kalmadı: Yahudi mahallesi kuşatıldı ve etrafına nöbetçiler konuldu; böylece
tutuklananların yazgısı hakkında kimse bir şey öğrenmesin istendi. Paşaya
sunulmak istenen bir dilekçe kabul edilmedi.
Derinlemesine
sarsılmış bir halde Baron Rothschild mektubun sayfalarını topladı, onları
cebine koyup ofisinden çıktı. Az önce öğrendiği olağanüstü acıklı olguların
etkisi altında sağlıklı düşünebilecek durumda değildi: Kalbi bahtsız din
kardeşlerinin yanındaydı artık, onların acı feryatları tüm huzurunu
kaçırmıştı.
Ayaklarının
elverdiği en son hızla dostu Montefiore’ye koştu. Postacı ona da Doğu’dan
mektuplar getirmişti. Korkunç olaylar hakkında bir görüşme yapmanın hiç gereği
yoktu. Sözle anlatılmaz acılarla iki arkadaş birbirlerine kardeşlik elini
uzattılar.
Daha
sakin olan Montefiore, çok geçmeden kendini toparladı. Kan ve gözyaşından bir
denize batmış Yahudi tarihi kalp gözünün önünden şöyle bir geçit resmi yaptı.
Ne kadar da sık, pınarları zehirlemek, papazların kutsal ekmeğini pisletmek,
Hıristiyan çocuklarını öldürmek bahaneleri sürülmüş ve bütün bu suçlamalar
İsrail’in tüm cemaatlerini yeryüzünden silip süpürmek için yapılmıştı.
Ortaçağa
özgü kan suçlaması şimdi, 19. yüzyılda, “aydınlanma çağı”nda yeniden ortaya
atılıyordu.
İmparatorların
ve papaların, üniversitelerin ve bilginlerin, Hıristiyanların ve Yahudilerin
saçmalık ve yalan diye nitelendirmiş olduğu şey, yeniden gerçek diye
açıklanıyor, buna inanılıyor ve bütün cemaatlerin varlığını koruması açısından
bir defa daha sorun oluyordu!
“Bunlar
her kuşakta ve her çağda karşımıza dikiliyor.”
Montefiore
gelip çatan bir felaket karşısında boşu boşuna yakınacak bir adam değildi. Ona
göre, bu olayın öteki acılı olaylardan bir farkı yoktu; en hızlı biçimde
müdahaleyi gerektiriyordu. Sadece tek bir düşüncesi vardı:
“Ben
ne yapabilirim?”
Bu
düşünceyi genişletmek ve Rothschild’le görüşmek istediği anda, göksel bir
vahiy gelmiş gibi zihninde bir şimşek çaktı ve tam bir güvenle peygamberin sözlerini
söyledi:
“Rabbin,
Tanrımın ruhu içimdedir. O gönderdi beni, yoksullara teselli vereyim ve kırık
kalpleri yüreklendireyim, tutsaklara özgürlüğü, bağlı olanlara kapıların
açıldığını bildireyim diye.” (İşaya 61, 1)
Şam’daki
tüyler ürperten olaylar tüm uygar dünyada haklı bir öfke fırtınası estirmişti.
Bütün
önyargılara ve köhneleşmiş kurumlara savaş açılan, siyasal açıdan coşkulu bu
zamanda Yahudilik, hemen bütün ülkelerde artık daha insaflı, daha adil bir
anlayışla nitelendiriliyor; ifadesini yasalar önünde Yahudileri, diğer
dinlerden insanlarla eşit sayan eğilimlerde bulan, eskiye oranla çok daha
ileri bir değerlendirmeye mazhar oluyordu.
Bu
eşitlik ilkesinin ise, hiçbir ülkede İngiltere’deki kadar etkili uygulanmadığını
da biliyoruz. O nedenledir ki Yahudiler, haysiyetleri için yaptıkları
mücadelede kendilerine, hiçbir yerde bu özgür ülkedeki gibi mert kavga
arkadaşları bulamamışlardır.
Londra’nın
ileri gelen Hıristiyanları bir protesto bildirisi hazırlayıp aşağıdaki yazıyla
Lord-Mayor’a sundular:
“Biz
Londra’nın aşağıda imzaları bulunan büyük tüccar, banker ve işadamları sizden
bir toplantı düzenlemenizi rica ediyoruz; bu toplantıda Şam’da Yahudilerin
uğradığı korkunç baskılardan dolayı duygularımızı ve içten üzüntülerimizi,
ayrıca gerçek canilerin mahkeme huzuruna çıkarılması umudunu dile getirmek
istiyoruz.”
Bu
satırları 210 imza izliyordu.
Önerilmiş
bulunan toplantı Londra belediye başkanının yönetiminde yapıldı. Ekmeğe kan
konulması suçlaması hezeyan olarak nitelendirilerek reddedildi ve İngiltere
hükümetinin, suçlanan Yahudiler lehine derhal girişimde bulunması istendi.
Bu
amaçla da Montefiore’nin önderliğinde bir heyet, Dışişleri Devlet Sekreteri
Lord Palmerston’a başvurdu. Ne gariptir ki bakan, öteden beri hep söylene gelen
atlatma sözlerinin arkasına saklanıp, “Üzgünüm; fakat biz yabancı bir devletin
içişlerine karışamayız” demedi. Hayır, Lord Palmerston, insanlık adına
diplomatik görüşmelere hazır olduğunu şu sözlerle açıkladı:
“Sizlere
haklı istediğinizde yardımcı olabilirsem, hiçbir şey bana bunun kadar gönül
rahatlığı vermeyecektir.”
Günümüzün
çok gelişmiş bilgi ve eğitim ortamına rağmen dünyada hâlâ böylesine
cahilliğin, avanaklığın ve barbarlığın var oluşunun karşısında hayret ediyor,
aynı zamanda insan olarak, Hıristiyan olarak da utanıyorum. Fakat olgular
şüpheye yer bırakmıyor; onun için de bu zulme son vermek amacıyla güçlerinin
yettiğince her şeyi yapmak artık uygar halkların görevi olmuştur.
Bu
zulüm ve adaletsizliğin devam etmesine karşı harekete geçmeleri için,
ellerinden gelen her şeyi yapabilmelerini sağlayacak tam yetkiler, derhal
Konstantinopol’de İngiliz Elçisi Lord Ponsonby ile İskenderiye’deki İngiliz
işgüderine verilecektir.”
İngiliz
hükümetinin böyle olumlu davranması, Yahudi halkın tüm zümrelerinde heyecanlı
bir hoşnutluk yaşatmıştı. Londra’daki çeşitli cemaatlerin, Şam Yahudilerini
savunma çarelerini görüşmek üzere, ana sinagogta yaptığı büyük toplantıda
hükümete teşekkür ve takdirin bildirilmesi yolunda bir karar oybirliğiyle alındı.
Paris’te
İsrail Merkez Komitesi’nin Adolphe Cremieux adlı bir avukatın, Şam’da suçlanmış
Yahudileri yerinde savunmak üzere görevlendirilmesinden sonra, Londra’da da
İngiliz Yahudilerinin saygın bir temsilcisinin bu avukatla birlikte ortaklaşa
etkinlikte bulunması arzusu yoğunluk kazandı.
Kovuşturmaya
uğramış kardeşleri savunmak için kim gönüllü olacaktı?
İnsan
sevgisinin ve adaletin hizmetinde hiçbir fedakârlık kendisine ağır gelmeyen
adam elbette: Sör Moses Montefiore.
Ona
öngörülen görevi, hangi sözlerle kabul ettiğini dinleyelim: “Baylar! Şu anda
komplimanlar yapmak ya da dinlemek için hiçbir neden yok. Ne derece onur
duyduğum konusunda ise en kestirme, en açık cevabım şu olacak: Beni görevi
üstlenebilecek yetenekte gördün, ben de her çeşidinden başka hesapları bir
yana bırakıyor ve de ‘Gidiyorum!’ diyorum.
Üzerime
aldığım sorumluluğun ağırlığı eziyor beni. Atacağım adımların dinsel
topluluğumuz için ne kadar önemli olduğunu da derinlemesine hissediyorum. Ama
kaygılarımı hafifleten bir şey var:
O da, parlak beceri ve bilgilerle
donanmış Bay Cremieux’nün, kapsam genişliğinin bilincinde olduğum bu görevi
benimle paylaşmış bulunmasıdır. Onunla birlikte gidiyoruz!
Gidiyoruz;
zulüm ve acı gören kardeşlerimizin şahsında hakarete uğramış insanlık davasını
savunmak için gidiyoruz. Eğer başarabilirsek şeytanca eylemlerin karanlık
labirentini aydınlatmak, komployu meydana çıkarmak, komplocuları da utandırmak
için gidiyoruz. Doğu’daki kardeşlerimizi şaibelerden temizlemek; dinimizin
üstüne atılmaya yeltenilmiş riyakârlık ve bağnazlık suçlamalarından arındırmak
için gidiyorum. Öncelikle de Doğu’nun hükümetlerine, yasa koyuculuğun ve
mahkemede insan yargılamanın batıl inançlardan ayıklanmış temel ilkelerini
teskin etmek; ayrıca bu hükümetleri işkenceyi kaldırmaya ve ebedi hukuku,
taraf tutan zorbalığın çok üzerinde bir yere oturtmaya yöneltmek istiyoruz.
İnşallah çabalarımız başarıyla sonuçlanır. İnşallah kardeşlerimizi dinsel
tören amaçlı cinayet gibi saçma bir iftiradan aklar ve Doğu’nun hükümetlerinin
kafasına, İngiltere’de hiçbir yüreğin kardeşlerimizin acılarına kayıtsız
kalmadığını, İngiltere’de konumuzu adaletsizlik ve zorbalık saymayan tek bir
sesin, tek bir görüşün bulunmadığını da sokarız.
Hoşça
kalın, baylar!
Atalarımızın
Tanrısına dua ediyorum, adımlarımızı yönlendirsin diye. Güvenliğimi onun eline
bırakıyor, onun her şeye kadir himayesine güveniyorum. Onun içindir ki,
dönüşümü şimdiden görüyorum; o zaman ‘Evrenlerin yargıcının davamıza zafer
nasip etti, krallar ve hükümdarlar onun iradesi önünde eğildi’ diyebileceğimi,
tam bir güvenle görüyorum. İsrail zamanın fırtınalarından yeniden güçlenmiş
olarak sıyrılacaktır: Rab senin halkına kudret bahşedecek, Rab senin halkını
barışla kutsayacaktır.” (Mezmurlar 29, 11)
Bu
iyimser sözleri coşkulu eylemler izledi.
Yanında
eşi, sekreteri Dr. Löwe ve iki Hıristiyan arkadaşı Dr. Madden ile Bay Wire
olduğu halde Montefiore, 1840 Temmuzu’nda Doğu yolculuğuna başladı. Dover’den
Boulogna’ya geçişlerinde
Kraliçe
Viktoria, bir kraliyet istimbotunu, Malta’dan İskenderiye’ye gidişlerinde de
bir hükümet vapurunu onların emrine verdi; bu olanaklardan Adolf Cremieux ile
ona refakat eden Bilgin Salomon Munk da yararlandılar.
Montefiore
ve Cremieux!
Bu
iki isim dillerde dolaşıyordu. Alışılmadık bir sertlikle bir zamanlar bütün
cemaatlerde, Yahudi ibadetinde çağa uygun bir reformun yapılması için mücadele
edilmişti. Şimdi ise “savaşın fırtınaları susmak zorunda”ydi: Çünkü tehlikede
olan, dinsel amaçlı cinayet suçlamasıyla çok ağır biçimde hakarete uğratılmış
Yahudilik şerefiydi. Kötülük yılanının başını ezmek için yola koyulmuş adamlar
için dindaşları, Avrupa’nın bütün sinegoglarında dua etmekteydi.
Bu
arada İngiliz hükümetinin diplomatik girişimleri bir başarı elde etmişti:
Sultan (*), Rodos Valisi Yusuf Paşa’yı görevden almıştı; çünkü o, gerçeği bir
mahkeme yoluyla ortaya çıkarmaktan kaçınmış, bunun yerine tutuklanan bir
Yahudinin düpedüz zorla alınmış ifadesine dayanarak birçok suçsuz insanı
hapishaneye koyarak onlara işkence yaptırmıştı. Yeni Vali Hacı Ali Paşa,
usulüne uygun biçimde bir dava açtırdı. Buna dayanarak yüksek mahkeme de,
çocuk çalmak ve çocuk öldürmekten sanık Yahudilerin suçsuz olduklarına karar
verdi.
(*)
Sultan Abdülmecit (1823-1861). Babası II. Mahmut’un ölümü üzerine 1839’da
padişah oldu.
Şam
Yahudilerinin suçsuzluğunu meydana çıkarmak hiç de bu kadar çabuk olmadı.
İskenderiye’ye
vardığı gün (4 Ağustos’tu) Montefiore, İngiliz, Konsolosu Albay Hodges
tarafından paşanın huzuruna çıkarıldı. Mehmed Ali onu eski bir dost gibi
selamladı. Sör Moses buna, dost olarak selamlanılışına sevindiğini, dost olarak
da davranılacağını umduğunu söyleyerek karşılık verdi.
“Bu
sefer sizi buralara getiren ne?”
“Paşam!
Arkadaşım ve ben buraya, suçsuz oldukları halde, Şam’da kovuşturmaya uğratılmış
kardeşlerimize yardım etmek için geldik; çünkü onları koruyan yoktur. Bu
nedenle de sizden bir ferman hazırlatmanızı rica ediyoruz; bu ferman, Şam’da
bize bu acıklı konuya ilişkin bilgi verebilecek herkesi, uygun göreceğimiz yer
ve zamanda sorguya çekebilmek hakkını, herhangi bir yanlış anlamaya yer
bırakmadan vermeli.
Bu
fermanın Şam’a vardığımızda sokaklara ve meydanlara asılmasını da rica
ediyoruz.”
Heyete
ilkin belirli bir cevap verilmedi. Davanın yeniden ele alınması ve temyizi
girişiminde bulunuldu. Daha önce bunlar hiç yapılmamıştı. Fakat girişim
İskenderiye’deki Fransız konsolosu tarafından engellendi; çünkü mahkemenin
Yahudiler için elverişli biçimde sonuçlanması, konsolosun Şam’daki
meslektaşını çok küçük düşürecekti.
Montefiore
ile Cremieux görevlerinin başarısından umut kesmişlerdi. Bu sırada Cremieux
Yahudilerin tahliye edilmelerini isteyen bir dilekçe yazarak bunu -Fransız
konsolosu dışında-dokuz konsolosa da imzalattı. Paşa bunu, haber aldı.
Görünüşü kurtarmak için yabancı devletlerin temsilcilerinden etkilenmiş gibi,
dilekçe kendisine getirilmeden, tutukluların serbest bırakılmasını emretti.
İki
dostumuz genel valinin bu konudaki fermanında, “Montefiore ve Cremieux adlı
baylar, benden tutuklu Yahudilerin bağışlanmasını ve serbest bırakılmasını rica
ettiler” sözlerini görünce pek şaşırdılar. “Bağışlamak” sözcüğü onları büyük
bir telaşa düşürmüştü.
Bu
sefer Muhammed Ali’nin huzuruna çıkmayı Cremieux üstlendi.
“Paşa
Hazretleri, bendenizin nasıl derin bir acıyla dolu olduğumu görüyorlardır,
bundan beni ancak siz kurtarabilirsiniz.”
“Nedir
arzunuz?”
“Hayırlı
bir iş, başka bir hayırlı işi zorunlu kılarmış. Paşa Hazretleri’nin
gerçekleştirdiği adalet eylemi, ölçülemez yücelikte hayırlı bir iştir; fakat
buna ikinci bir eylem eklemezseniz kesinlikle başarısız olacaktır.”
“Açıklayınız.”
“Paşa
Hazretleri’nin fermanında, Şam valisine hitap eden bir cümlede, ‘Montefiore ve
Cremieux adlı baylar benden tutukluların bağışlanmasını rica ettiler’
buyruluyor.
Bizde,
Avrupa’da bağışlanma sözünden suçlulara bahşedilmiş bir af anlaşılır. Oysa
yüksek malumunuzdur ki, gerek Sör Moses, gerekse bendeniz Şam’daki bahtsız
kardeşlerimizin suçlu olduklarını asla söylemiş değiliz.”
“Benim
fermanımda da onlara suçlu denmiyor ki.”
“Özür
dilerim, Paşa Hazretleri! Fakat cümlede, sizden onların bağışlanmasını
dilediğimiz söyleniyor. Böyle bir dilekte bulunmamız için onları önce suçlu
kabul etmemiz gerekirdi. Fakat onlar benim gözümde de, Sör Moses’in gözünde de
suçsuzdurlar. Paşa Hazretleri bizleri daha acı üzüntülere uğramaktan kurtarıp sevinçlere
gark edecek bir işlemde bulunmayı istemeyecek değillerdir herhalde.” “Hayır,
elbette istemem böyle bir şey. Fermanımda neyin değiştirilmesini
istiyorsunuz?”
“Hiçbir
şeyin Paşa Hazretleri; sadece tek bir sözcük, bağışlanmak sözcüğü...”
“Kaldırılabilir.”
“Bir
çeşit özür dileme olan bu düzeltmenin etkisi, iki elçimizi tutuklu
kardeşlerinin serbest bırakılmasından duydukları sevinçten çok daha büyük
sevinçlerle doldurmuştu.
Onların
suçsuz olduklarını Mısır hükümeti çoktan anlamıştı; yoksa “katilleri” asla
serbest bırakmaz, davayı da durdurmazdı.
Montefiore
ile Cremieux, gerçek katilin bulunması için Şam’a giderek mahkemeye başvurmak
arzusundaydılar. Fakat Mısır ile Türkiye arasında savaş çıktığından oraya
gitmekten vazgeçmek zorunda kaldılar. ([24]) Görevlerinin bu
bölümünü tamamlayamamışlardı; bu eksikliği, altı aylık bir ayrılıktan sonra,
evli kadınları kocalarına, çocukları babalarına kavuşturmanın; her şeyden önce
de İsrail adını kan cinayeti iftirası utancından arındırmanın keyfini yaşamakla
giderdiler.
ON
BİRİNCİ BÖLÜM
Montefiore,
Şam’daki tutuldular zindanın büyük kapısından dışarı çıkınca, görevini artık
sona ermiş olarak mı gördü?
Asla!
Suçsuz dindaşlarının bu şekilde kurtuluşu, Montefiore için kardeşlerinin
hayrına yeni eylemlere girişmesi için bir çıkış noktası oldu.
Bu
amaçla da yurduna dönmeyip Konstantinopol’e gitti. Lord Palmerston’un
tavsiyesi, orada Türk Dışişleri Bakanı Reşit Paşa’nın onu Sultan’ın huzuruna
çıkarmasını sağlayacak kadar etkili oldu.
Büyük
İngiliz İmparatorluğu’na duyulan saygıdan dolayı huzura kabul töreni, Doğu
ülkelerine özgü bir debdebe gösterisiyle yapıldı; bu gösteride askeri müzik de
eksik değildi.
Sör
Moses, usulüne uygun duruşma yaptırarak Rodoslu Yahudilerin suçsuzluğunu
kanıtlama ve böylece bir hukuk cinayetini önleme olanağını sağlayan Türk
hükümetinin takdire değer bu davranışından ötürü sultana teşekkürlerini
söyledi.
Sultan
cevap verdi:
“Şam’daki
olayları büyük üzüntüyle haber aldım; bundan dolayı da Rodos konusunda usulüne
uygun işlemler yapılmasını emrettim, böylece Yahudilik camiasına bir tarziye
vermeye çalıştım. İsrail dininden cemaatler, her zaman İmparatorluğumun öteki
tebaaları gibi aynı himaye ve aynı avantajdan yararlanacaktır. Heyetinizin
benden istediklerini kabul edeceğim; çünkü sizi bu başkente getirten insan
sever düşünceleri takdir etmeyi biliyorum.”
Sör
Moses’in başkanı olduğu heyet, sultanda ne istemiş olabilirdi? Yahudilerin,
Türkiye’de yaşayan öteki insanlarla eşit haklara sahip olmasından başka ne daha
fazla, ne daha az bir şey istiyor değillerdi.
Pervasızca
bir istek! Yabancı bir devletin işlerine görülmemiş biçimde karışmaktı bu -hem
de bunu resmi görevi olmayan biri yapıyordu.
Ne
var ki, adaletin ve insanlığın sesi, her türlü politik kavgayı bastırmaktaydı.
Onun içindir ki sultan şu fermanı yayınladı:
“Yahudiler
aleyhinde öteden beri söylenen bir önyargı vardır. Cahil kimseler, Yahudilerde
bir insanı kurban etmek ve kurbanın kanını Hamursuz Bayramı’nda sofrada
kullanmak geleneğinin bulunduğuna inanmaktadırlar. Bu önyargı yüzünden Şam ve
Rodos’ta -İmparatorluğumuzun tebaası olan- Yahudiler, başka dinden kimseler
tarafından baskılara uğratılmıştır. Onlara karşı yaygınlaştırılan iftiralar
ile yapılan kovuşturmalardan haberdar olduk. Bunun üzerine hayal ürünü bu
uydurma cürümden dolayı Rodos’ta suçlanmış birçok Yahudi, kısa süre önce, adı
geçen adadan Konstantinopol’e getirildi, burada yeni yasalara göre
yargılandılar ve tamamının suçsuz oldukları anlaşıldı.
Ayrıca,
Yahudilerin din kitapları da bilgin ilahiyatçılarca gözden geçirildi. Bu
inceleme sonunda, Yahudilerde, insan kanı şöyle dursun, hayvan kanının
kullanımının dahi yasak olduğu meydana çıktı. Bu da, onlara ve onların
inançlarına karşı yapılan suçlamaların saçma iftiralar olduğunu açıkça
kanıtlamaktadır.
Bu
nedenle ve de tüm tebaamıza beslediğimiz sevgiden ötürü, suçsuzluğu anlaşılmış
Yahudi halkının bundan böyle herhangi bir asılsız suçlamayla rahatsız
edilmesini yasaklıyoruz. Yahudi dininden olanlar, egemenliğimiz altında bulunan
diğer halklarla eşit biçimde, aynı haklardan yararlanacaklardır. Ve yine kesin
emirler verdik ki, Yahudiler, İmparatorluğumuzun her yerinde, Babıâli’nin diğer
tebaaları gibi korunsunlar; ibadetlerini serbestçe yapmalarına hiçbir şekilde
karışılmasın; güvenlikleri ve huzurları asılsız nedenlerle bozulmasın.”
O zamandan
beri Türkiye’de artık hiç kimse, Yahudilere karşı dinsel amaçlı cinayet
suçlaması yapmaya cesaret edememektedir. 1847 yılında Kudüs’te Yahudilerin bir
Hıristiyanı dinsel tören amacıyla öldürdüğü söylentisi yayılınca, Rum-Ortodoks
rahipleri kan suçlamasının gerçekliğini ispata kalkışmışlarsa da,
Montefiore’nin ricasıyla yayınlanmış bulunan ferman, tüm kuşkuları susturmuş,
herhangi bir adli kovuşturmayı da önlemiştir.
Şam’da
nefretin ve iftira hırsının saçmış olduğu kötü tohumlar, Yahudilere sultanın
öbür tebaasıyla tam bir hukuksal eşitlik sağlamasının dışında başka güzel
olanaklar da vermiştir.
Batı
Avrupa Yahudilerinin acıma ve üzülmeleriyle Doğu ülkelerindeki kardeşleriyle
kurdukları bağlantı, Montefiore’nin yurduna dönmesinden sonra da devam etti. Bu
bağlantı daha can ve gönülden oldukça, Montefiore ile Cremieux de Doğu’daki
dindaşlarının ekonomik ve kültürel düzeylerini yükseltmek için geniş çevreleri
daha çok heveslendirmeyi başardılar.
Cremieux,
bu yoksulluğu gidermenin en kestirme yolunun okullar kurmak olduğunun
bilincindeydi; çünkü nerede okul varsa, orada eğitim oluyor; nerede eğitim
varsa, orada da iş ve kazanç oluyordu. Bu nedenle Cremieux, İskenderiye ve
Kahire’de birer Yahudi ilkokulu kurulmasını sağlamadan Mısır’dan ayrılmadı; bu
okulların bakım ve giderlerini karşılamak için kendisine çok zengin bağışlar
yapılmıştır.
Cremieux’nün
burada hiçbir şefaati bulunmayan bir kişi olarak, mütevazı bir çerçevede
gerçekleştirdiği işi, daha sonraları tüm dünyada örgütlenen bir dernek, çok
daha büyük ölçeklerde sürdürmüştür. Her yerde Yahudilerin hukuksal eşitliği ve
moral yükselişi için çalışan; sırf Yahudi olduğu için acı çekmiş herkese etkili
yardımlar yapan bu dernek, 1860’ta kurulmuş “Alliance Israelite Üniverselle”dir.
Yarım
yüzyıldan beri Allianz, “Sevgi, adalet ve özgürlük adına yeryüzündeki tüm
İsrailoğullarını birleştirmeyi” amaçlayan bu örgüt, Avrupa, Asya ve Kuzey
Afrika’nın henüz uygarlaşmamış ülkelerinde İsrailli yaşlı ninelere reva görülmüş
barbarlık ve zulüm hırsının yaralarını sarmak için milyonları ve yeniden
milyonları toplamıştır. Binlerce parasız yatılı öğrenci, Allianz okullarında
aldıkları dersler sayesinde ekmeklerini namuslarıyla kazanmak olanağını elde
etmiş, böylece de insan toplumunun yararlı üyeleri olmuştur.
Cremieux’ten
esinlenerek Allianz’ın açtığı okulların sayısı 1909’da 144’e ulaşmıştır.
Bunlardan Fas’ta 22, Bulgaristan’da 10, Türkiye’nin
Avrupa
kesiminde 35, Küçükasya’da 16, Suriye’de 19, Mezopotamya’da 6, Trablusgarp’ta
2, Mısır’da 8, Tunus’ta 6, İran’da 16, Cezayir’de 4 okul bulunuyordu. Ayrıca
Allianz, Paris yakınında Auteuil’de zaman zaman bir öğretmen kursu açmakta;
Djedeida’da bir tarım okulunun, çeşitli kentlerde erkek çocuklar için 32 çırak
okulunun sürekli hizmet vermesini sağlamaktadır. Çırak okullarında yüzlerce
çocuğa değişik elsanatları dallarında çok iyi eğitim verilmiştir. Bu okullar
Yahudilerin ahlakının, beden yapılarının ve ekonomik güçlerinin olağanüstü
derecede bir iyileşme göstermesine yol açmıştır. Dünyanın üç kıtası üzerinde
yayılmış Allianz okullarında toplam 45.000 çocuğun eğitimi, giyimi-kuşamı ve
beslenmesi sağlanmıştır.
Allianz’ın
ana kucağından yetmişli yılların başlarında iki kuruluş çıktı. (Tam bir ayrılış
değildi bu, her iki kuruluş da Allianz’la olan gönül bağını hep sürdürmüştür.)
Bu kuruluşlardan biri, “Avusturya İsraeli Allianz”, diğeri “Anglo-Jetuish
Colorıization Association "dur. Sonunda Allianz 1902 yılında en
başarılı yardımcısı “Alman Yahudileri Yardımlaşma Birliği”nde yeniden dirildi.
Bu birlik, tıpkı “Alliance İsraelite Üniverselle” gibi, Doğu
ülkelerinde Yahudilerin eğitim düzeyinin yükselmesini ve ekonomik bakımdan
gelişmesini kolaylaştırmak için okullar kurmaya önem verdi.
Bu
yardım birliği, 1908 yılında, Doğu ülkelerinde şu enstitüleri; ya kendi
olanaklarıyla, ya da kısmen katkıda bulunarak yaşatmaktaydı:
12
çocuk yuvası, 13 kız ve erkek okulu,
1
ticaret Lisesi, 1 ev idaresi okulu,
2
kız yurdu, 1 tatbiki sanat okulu,
1
öğretmen kursu. Toplam 31 eğitim kurumu ve bunlardan yararlanan 5000 bakıma
muhtaç çocuk. Bu okulların giderlerinin karşılanması, keza çeşitli ülkelerde
dindaşlarımızın arasında hüküm süren yoksulluğun azaltılması için Yardım
Birliği, 1907/1908 yılında bir buçuk milyon mark harcamıştır.
Şam’daki
olaylar ve bu olaylar nedeniyle gerçekleştirilen yardım kampanyası -İngiltere
dışındahiçbir ülkede, inanç ve vicdan özgürlüğünün klasik ülkesi Kuzey
Amerika’daki kadar canlı bir yankı bulmamıştır.
Burada
-Lord Palmerston gibi düşünen-Amerika Birleşik Devletleri Başkanı (*), Şam’da
insanlığa karşı işlenmiş suçu protesto etmiş ve devletin Doğu’daki diplomatik
temsilcilerine durumun derhal düzeltilmesi için aracı olunması direktifini
vermiştir.
(*)
1837-1841 yıllarında ABD Başkanı Van Buren’di.
Böylesine
aydın ve adil bir hükümetin tutumundan cesaret alan Amerikan Yahudileri, dinsel
tören amaçlı cinayet yalanını şiddetle reddettiler ve hoşgörüsü kıt ülkelerde
yaşayan kardeşlerinin ileride uğramaları olası kovuşturmalara karşı etkili
biçimde harekete geçilmesini sağlamak amacıyla bir birlik kurdular. Bu birlik
aynı zamanda kendi yurdunda muhtaç duruma düşmüş olanlara, dünyanın neresinde
olursa olsun yardım etmeyi de amaçlıyor, insana yardım işlerini
kolaylaştırmayı zorunlu görüyordu; çünkü: Charity begirıs at home.
Bu birliğin kurucusu, kendisi için haklı olarak kötü tohumun asil meyvesi
diyebileceğimiz Henry Jones, Amerika’ya göç etmiş bir Alman makine
imalatçısıdır. Birliğin kuruluş günü de 13 Ekim 1843’tür. “Hayırseverlik,
Kardeş Sevgisi, Uyum” sloganları altında “Birliğin Çocukları” -B’nei B’riss-
bağımsız bir tarikatta bir araya geldiler; amaçladıkları yüce görevleri
şunlardı: İsrailoğullarını insanlığın en yüksek çıkarlarına ulaştırmak için
birleştirmek; soyumuzun ruhsal ve töresel karakterini daha da geliştirmek ve
yükseltmek; insan sevgisi, şeref ve vatanseverliğin en temiz ilkelerini
zihinlere nakşetmek; sanat ve bilimi korumak; yoksulların ve muhtaçların sıkıntısını
azaltmak; hastaları ziyaret etmek ve onlara bakmak; kovuşturma kurbanlarının
yardımına koşmak; dulları ve yetimleri gözetmek, onlara olanca güç ve şefkatle
yardım etmek.”
Her
ne kadar “B’nei B’riss” tarikatına, sadace erdemli yaşayış tarzıyla
başkalarına örnek oluşturabilecek, aynı zamanda da hayır işleri amacına büyük
miktarda para harcayabilecek ve harcamayı isteyecek durumda olan dindaşlar
alınmışsa da, tarikat ideali öylesine coşkulu bir rağbet gördü ki, 1881 yılına
kadar 25.000 saygın Amerikan Yahudisi “B’nei B’riss” bayrağı altında toplanıp
300 loca (şantiye) oluşturdu. O yıl (1881) tarikatın önderleri, Almanya
Yahudilerinin ileri gelenleriyle tarikatın bu ülkede örgütlenmesi amacıyla
görüşmelere başladılar.
Almanya’da
etkinliklerine yeni başlayan Yahudi düşmanı bir haraket, acıda ve inançta
yoldaş olanları birbirine yaklaştırdı. Bu da kardeş sevgisine dayanan bir
birliğin kurulması için çok elverişli bir ortam oluşturdu. Böylece 20 Mart
1882’de “Bağımsız B’nei B’riss Tarikatının (UOBB) ilk locası, “Alman
İmparatorluğu Locası” adıyla Almanya’da, Berlin’de tarikat yönetiminin gönderdiği
bir temsilcinin yaptığı törenle açıldı. Bir yıl dolmadan Alman İmparatorluğu
Locası’na yüzden fazla kardeş katılmış bulunuyordu. Bu durumda Berlin’de,
1883’te, ikinci bir loca, “Berthold Auerbach (*) Locası”nı açmak zorunlu oldu.
Bunu ertesi yıl, yine Berlin’de, “Montefiore Locasının” açılması izledi. Bu
locanın kurulması, kitapçığımızın kahramanı için -belki de son kezbüyük bir
sevinç kaynağı olmuştur.
(*)
Berthold Auerbach (1812-1882), sağlam g özlem e dayanan, eğlenceli öyküleriyle
büyük bir ün kazanmış bir yazardır.
Bu
arada tarikat düşüncesi Almanya’nın öteki kentlerinde de kök salmış ve Halle,
Beuthen, Stettin, Breslau localarının kurulmasına yol açmıştır. 1909
yılında “B’nei B’riss” tarikatının Almanya’da 70 locası ve bu locaların toplam
7000 üyesi bulunuyordu. Alman bölgesel localarının yönetimi
Berlin’deki büyük loca tarafından yapılıyor, bu locanın başında da “Büyük
Başkan” (Hukuk Danışmanı Timendorfer) bulunuyordu.
“B’nei
B’riss” tarikatı neler başardı; üyeleri üzerinde nasıl eğitici ve yüceltici
etkiler yaptı; sevecen değerli çalışmaları nasıl sonuçlara ulaşıp nelere yararı
dokundu; kardeşlik düşüncesi ve candan dostluk tarikatın tüm üyelerini nasıl
uzlaştırıcı bir bağla sardı, bütün bunları, bu tarikata katılanlar, çalışıp
hizmet ederek öğrendiler.
Yahudi
kardeşlik sevgisinin Montefiore’nin ideali doğrultusunda gerçekleşmesi için bu
birlikler etkili oldular. “Büyük Birlik”inde sinesinde doğan;
“Montefiore
Birlikleri” de ([25])
Montefiore’nin mirasçısı olarak sessiz, ciddi çalışmalarla gençlere kutsal
metinlerin bilgilerini ulaştırmak, böylece onlarda geleneksel inanca yönelik
sevgi uyandırmak amacına hizmet ettiler.
Başarısından
hoşnut bir halde Sör Moses, Konstantinopol’e denize açıldı. Malta Adası’nda yine
birkaç gün kaldı.
Onun
görevi hakkında gazeteler uzun haberler yayımlamışlardı. Bu bakımdan şimdi her
mezhepten insanların onu Malta’da ve her yerde asil bir insan sever olarak
kutlamasında şaşılacak bir taraf yoktu. Fakat o bütün iltifatları reddediyor
ve her çeşit övgüyü, “Ben görevimi yaptım sadece, o kadar” diyerek önlüyordu.
İnsanda yüce duygular uyandıran böylesi bir bilinçle yurduna dönmek üzereydi
ki, Malta’da kendisine ulaşan bir haber bu dönüşünü engellediği gibi, derhal
harekete geçmesini de zorunlu kıldı.
Şam’daki
o uğursuz olay yeniden canlanmıştı.
Burada
bir lağım çukurunda, süprüntü ve çamurun içinde kemikler bulunmuştu. Bunlar
elbette zavallı Peder Thomas’ın kemikleriydi. Başka kimin olabilirdi? Şam
kentinin saygın hekimleri bunların hayvan kemikleri olduğunu bildirmeleri,
Kapüsenlerin ([26])
bu kemikleri, sevgili yoldaşları Thomas’ın dünyasal bedeninin kalıntısı olarak
manastırlarının kilisesine defnetmelerini önlemedi. Üstelik bir kimse de çıkıp,
“Yaptığınız bu işle çok gülünç duruma düşüyorsunuz” demedi. Fakat mezar taşına
“Padre Tommaso... assassinato dagli Ebrei Peder Thomas... Yahudiler
tarafından öldürülmüştür” diye yazılmak herkeste bir öfke uyandırmıştı.
Montefiore
hemen Roma’ya koştu; mezartaşındaki bu doğruluğu asla kanıtlanmamış, gerçek
dışı yazıtın derhal kaldırılması için Papa nezdinde girişimde bulunacaktı.
Papanın huzuruna kabul edilmesi için aracı olmasını istediği ilk kişi, İngiliz
hükümetinin görevlisi Bay Aubin, bu konuda Sör Moses’in hiçbir başarı
kazanamayacağından korkuyordu; çünkü papa ile yakın çevresi, Peder Thomas’ın
öldürülmesinin Yahudilerin suçu olduğundan kesinlikle emindiler. Bu önyargıdan
onları kimse döndüremezdi; hatta dünyada bütün tanıklar bunun aksini söylese
bile.
Yine
de Montefiore bunu bir kere denemek istedi.
Papaya
hitaben bir dilekçe hazırlayıp bunu papalık mabeyincisi Monsignor Bruti’ye
verdi. Bu kardinal, şayet Sör Moses, Kapüsen tarikatının yönetici kişilerine
“tarikatın hayrına” bir miktar para bağışlamak lütfunda bulunursa yardımcı
olacağını söyledi.
Bu
uygunsuz teklifi Montefiore öfkeyle reddetti:
“Doğu’da amacına ulaşmam için tek
kuruş vermem gerekmemişti. Bunu burada Roma’da da yapmam. Gönlümde
gerçekleşmesi arzusu yatan şeyleri bu yüzden gerçekleştiremeyeceksem, varsın
gerçekleşmesinler. Burada Roma’da, para mı ödemem gerekecek. Asla! Görüşmeyi
sürdürmekten vazgeçerim daha iyi!”
Bunun
üzerine Kardinal Hazretleri derhal soğuk bir tavır takındı ve çarçabuk veda
etti. Sör Moses de bu konuda atılacak her adımın başarısız olacağını anlamış bulunuyordu.
Ne var ki bir yalan anıtı olan bu
mezar yazıtı, yirmi yıl sonra Müslümanların Suriyeli Hıristiyanlara öfkelenmesi
üzerine çıkan olaylarda, Şam’daki Kapüsen Manastırı yerle bir edilince ortadan
kaybolmuştur. ([27])
Şam
trajedisi hiçbir zaman açıklanamadı. Montefiore ile onun çağdaşlarından çoğu,
Peder Thomas’ın asla öldürülmediği, Şam’dan gizlice uzaklaşmak zorunda kaldığı,
sonra da Doğu ülkelerindeki Katolik manastırlarından birine kabul edildiği
kanısındaydılar.
Bu
tahmin doğru mudur, değil midir; Peder Thomas öldürülmüş müdür, yoksa doğal
ölümle mi ölmüştür; bütün bunlar bizi hiç mi hiç ilgilendirmeyebilirdi. Bizim
için yeterli olan, onun bu dünyadan ayrılmasında Yahudilerin hiçbir suçunun
bulunmadığının saptanmasıdır.
Doğu’ya
yaptığı yolculuğun mutlu bir başarıyla sonuçlanması Montefiore’yi ünlü bir adam
yapmıştı. Dindaşları ona, halkının haklı davasını zafere ulaştırmak için
firavunun karşısına çıkan yeni bir Musa gözüyle bakmaktaydı. Bu nedenle de onun
yurduna mutlu biçimde dönmesi, bütün sinagoglarda yapılan Tanrı’ya şükran
ayinleriyle kutlandı. Cemaatlerden hem Yahudiler hem Hıristiyanlar tarafından
imzalanmış yüzlerce teşekkürnameler gönderildi. İngiltere’de düzenlenen bir
bağış toplama kampanyasının geliriyle yaptırılan, 3.5 ayak boyunda, 1319 ons ([28])
ağırlığında, gümüş bir sanat eseri ona sunuldu. Bu eser, Davut’un aslanı
yenerek kuzuyu kurtarışını gösteriyordu. (1. Samuel 17, 34-35) Eserin
altlığının dört köşesinde Musa’nın, Esra’nın ve Şamlı iki Yahudinin heykelleri
yer alıyordu. İki Yahudiden biri, zincire vurulmuş ve üzgündü, öne doğru eğilmişti;
öbürü ellerini havaya kaldırmış teşekkür ediyordu. Bu dört heykelin arasındaki
düz yüzeylerin üstüne yapılmış kabartmalar ise şu olayları ebedileştirmekteydi:
Sör Moses ile yanındakilerin İskenderiye’de karaya çıkışı, sultanın huzuruna
çıkılması ve fermanın verilmesi, suçsuz tutukluların kurtuluşu ve son olarak
da Londra büyük Sinagogu’nda Sör Moses ile Lady Juditlı Montefiore’nin dönüşü
dolayısıyla yapılan bayram ayini.
Kraliçe
onu huzuruna kabul edip kendisine, “Doğu’da baskıya ve kovuşturmaya uğramış
kardeşlerinin yararına gösterdiği eşsiz çabalarının” takdiri belirtisi olarak
asma tutamacı ([29])
dolaştırma hakkı verdi; sadece kral hanedanından prenslere, en yüksek dereceli
şövalyelere ve krallığın en eski kansoylularına tanınan bir ayrıcalıktı bu.
Montefiore’nin
civanmertçe etkinlikleri, Almanya’da da minnettarlıkla takdir edildi.
Haham
Dr. Philipplıon, Magdeburg’da bir bağış kampanyası düzenledi; bağışçılardan on
gümüş groştan (*) fazla para alınmadı. 1500 taler (**) toplandı. Bu parayla çok
görkemli bir albüm hazırlandı; parşömen üstünde bir teşekkürnameyle
bağışçıların tümünün adları vardı içinde. Bağışçılar içinde birçok Hıristiyan,
hatta kansoylular, subaylar ve papazlar da bulunuyordu. Albümün paha biçilmez
değerdeki kapağında iki yağlıboya tablo yer almaktaydı. Ön kapaktaki “Babil’de
Yaslı Yahudiler” tablosuydu ve Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’nin ünlü
direktörü Sclıadow tarafından yapılmıştı. Arka kapakta ise “Eski Yahudi Aile
Yaşayışından Resimler”in yaratıcısı Profesör Oppenheim’in “Yuşa’nın Musa
Tarafından Atanması” tablosu vardı.
Şam
olayından birkaç yıl sonra Sör Moses, dindaşlarını haksızlık ve baskıdan
korumak için yine bir yolculuğa çıktı.
Bu
sefer Rusya’ya gitti.
Burada
I. Çar Nikolaus (***) zaten baskıcı olan Yahudiler yasasını daha da
ağırlaştırmış, Yahudilerin düzlük arazide oturmalarını yasaklamış, sınırın 50
(****) kadar uzağında bulunan arazi şeridinde oturan Yahudilerin ülkenin iç
kesimlerine yerleştirilmesini emretmişti. Bu emir uygulanacak olursa,
yüzlerce Yahudi ailesi ekonomik bakımdan mahvolacaktı.
(*)
1 groş, 10 peniklik madeni para.
(**)
1 taler, 3 mark değerinde para.
(***)
I. Nikolaus ya da I. Nikolay (1796-1855) 1825’te tahta geçti. Sosyal reformlara,
toprak köleliğinin kaldırılmasına karşı çıktı. Ülkede katı bir sansür uygulattı
ve aşırı baskıcı
yöntemler kullandı. Avrupa’da da kurulu düzeni kurmayı amaçladığından 1849’da,
Macar devriminin bastırılması için Avusturya'ya yardım etti. 1853-1856 Kırım
Savaşı’nda Osmanlı, İngiltere ve Fransa’ya karşı savaştı. Bozgunla biten bu
savaş sürerken öldü. Onun döneminde tüm engellemelere rağmen Rus edebiyatı
altın çağını yaşamıştır.
(****)
1 werst 1,067 km.’ye eşit uzunluk ölçüsü.
İngiliz
hükümeti yine dostumuzu, çarın ve en yüksek dereceli görevlilerin huzuruna
kolayca girebilmesi için tavsiye mektuplarıyla donatmıştı. St. Petersburg’da
ilk ziyaretini İçişleri Bakanı Kont Nesselrode’ye yaparak şunları söyledi:
“Benim buraya gelişimin iki amacı var:
Birincisi, Yahudi okulları kurmaktır; İkincisi de, Çar Hazretleri’ne Yahudileri
köylerden ve sınır kentlerinden uzaklaştıran emirnamesini geri çekmesi
ricasında bulunmaktır.”
Bakan,
Montefiore’nin okullar kurarak kardeşlerinin manevi yoksulluğunu gidermeye
yönelik niyetini onayladı ve bu konuda gereken her türlü yardımı yapacağına da
söz verdi.
Sör
Moses, bu sefer de Rus Yahudilerinin bir kısmını tarıma yöneltmeyi amaçlayan
planını açıkladı.
“Bunlarsa
eğer niyetiniz” diye kont büyük bir sevinçle bağırdı, “hükümetimizin
amaçlarıyla tam bir uyum içinde hareket ediyorsunuz demektir; çünkü biz de
Yahudileri insan toplumunun yararlı üyeleri yapmak ve onları aşağılık kaçak
öteberi ticaretinden uzaklaştırmak istiyoruz.”
Sör
Moses sesini biraz yükselterek: “Sayıları birkaç milyonu bulan Rusya ve
Polonya (Polonya, o tarihte Rusya’nın bir iliydi.) Yahudilerinin hepsi
de mi kaçakçılık yapıyor?” diye sordu; çünkü Kont Nesselrode gibi yüksek
rütbeli, aydın bir adamın, tek tek bazı Yahudilerin kötü eylemlerinden tüm
camiayı sorumlu kılmasına içerlemişti.
Bakan
bu soruya cevap veremedi. Bunun yerine görüşmeyi sona erdirdi; vedalaşırken de
Montefiore’ye amacına ulaşması için her yardımı yapacağına bir defa daha söz
verdi.
Kont
Nesselrode’nin iltiması sayesinde çar, dostumuzun huzura çıkma isteğini kabul
etti. Bu kabul yirmi dakika sürdü ve çok içtenlikli bir havası oldu. Sör
Moses, Rusya’daki kardeşlerinin acı yazgısını hafifletmeyi amaçlayan ricasını
söyleyince çar, “Şu anda Rusya Yahudilerinin durumunu iyileştirmekten başka bir
konuya hiçbir istek duymadığı” karşılığını verdi.
“Fakat
majesteleri bir ukasınız (Rus çarlarının fermanına Ukas adı verilir.) var; bu
ukas, Yahudileri sınır kentlerinden uzaklaştırmıyor mu?”
“Evet.
İllerimin birkaçından, özellikle de sınır boyu illerinden; buralarda Yahudi
nüfusu çok yoğun. Onun için de ben, Yahudileri kendi iyilikleri için
birbirlerinden biraz ayırmak istedim.”
Sör
Moses, bu sefer de Yahudi nüfusunun özellikle yoğun olduğu kentleri ziyaret
etmek, buralardaki kardeşlerinin istek ve ihtiyaçlarını bizzat öğrenmek için
izin rica etti. Çar bu konuda onu yüreklendirdi ve bir de ona, Rusya’daki
dindaşlarının “acayip alışkanlıklarını” bırakmaları konusunda etkilenmesi
öğüdünde bulundu.
Bu
öğüdüyle çarın ne demek istediğini dostumuz ilkin anlamadı. Bir an düşündükten
sonra kaşlarını çattı ve çara adeta:
“Majeste,
benim Rusya’daki dindaşlarımın kültür düzeyinin bu kadar düşük olmasından siz
ve sizin hükümetiniz doğrudan sorumludur!” diyormuş gibi baktı. Sonra da cevap
vermek yerine hiç istifini bozmadan, “Onlar sakin, sadık, çalışkan ve şerefli
yurttaşlardır” dedi.
“Evet,
eğer sizin gibi olabilirlerse!” diye bağırdı çar.
Çarın
Montefiore’yi pek dostça kabul etmiş olması, Rusya Yalıudilerinde kendilerine
uygulanan bunaltıcı özel yasaların baskısından kurtulacakları, barış içinde ve
rahatsız edilmeden işleriyle uğraşabilecekleri zamanın artık geldiği umudunu
doğurmuştu.
Ne
büyük yanılgı! Yıllar geçtikçe durumlarının daha da berbatlaşacağından henüz
habersizlerdi.
O
günlerde Rusya Yahudileri, Sör Moses Montefiore’yi kendilerini yoksulluktan
kurtaracak kişi olarak selamladılar. Onun önce St. Petersburg’dan Vilna’ya,
oradan da Varşova’ya yaptığı yolculuğu bir zafer alayına dönüştürdüler. Ülkenin
töresi gereği, ne kadar Yahudi birliği ve derneği varsa, tek tek hepsi, ona en
kaliteli çeşidinden şaraplar -bunlar yüzlerce şişe olmuştuve hoş geldin selamı
niyetine de çok nefis çörekler, kurabiyeler gönderdi. Sör Moses, bu hediyeleri
hastanelere verdi.
Bütün
bu bağlılık belirtileri, kahramanlarımızı derinlemesine duygulandırmıştı. Ah,
ne olurdu, din kardeşlerinin nice umutlarla ondan beklediği şeylerin hepsini
gerçekleştirebilseydi!
Fakat
pek parlak biçimde kabul görmesine, hükümet yetkililerinin kesin sözler
vermesine, Sör Moses’in kendi araştırmalarına dayanarak hazırladığı, Rus
Yahudilerinin korkunç sefaletini gösteren, geniş kapsamlı raporları çara ve
bakanlarına sunmasına rağmen her şey büyük ölçüde eskisi gibi kaldı.
Moses
Montefiore’nin yolculuğu, bu sefer anılmaya değer bir başarı elde edememişti.
Ne
var ki bu düşkırıklığı onun cesaretini kırmadı. Hayır, aksine şimdi kimi
uzaklarda kimi yakında yaşayan tüm kardeşlerini, eskisinden çok daha
içtenlikle seviyordu. Bu sevgisini, Vilna’da dindaşlarına veda ederken şu
sözlerle dile getirmişti:
“Kalbim
her zaman sizinledir. İsrail çocukları acı çekerse, üzüntüler doldurur içimi;
bir neden onları ağlatacak olursa, benim gözlerim de yaşlarla ıslanır.”
Montefiore’nin
dindaşlarının maddi ve manevi düzeylerini yükseltmek için harcadığı yorulmak
bilmez çabalara İngiliz hükümeti de değer vermekteydi. Bu konuda yardım ve
tavsiye gerektiğinde, devletin en yüksek dereceli yetkilileri, her zaman onun
lehinde konuşuyorlardı. Keza insanların yararına yeni bir iş başardığında, bu
soylu hayırsevere teşekkür edip onu öven ilk kurum da hep hükümet oluyordu.
Nitekim
Rusya’dan döndükten sonra sevindirici bir haberle onu şaşırtan da Başbakan Sör
Robert Peel oldu. Kraliçe, Sör Moses’i Baronet payesine yükseltmişti.
“Kraliyet
teveccühünün bu işaretiyle” diye yazıyor başbakan, “Kraliçe, Britanya
tebaasının sizinle aynı inancı paylaşan, krallığa sadık ve saygıdeğer bir
sınıfın içindeki seçkin yerinizi ve de âlicenaplığınızı kabul edip bunu
onaylamaktadır.”
Bu
arada hemşehrilerinin güveni, Sör Moses’i, fahri hizmet görmek üzere, devletin
yüksek makamlarına getirmiş bulunuyordu. Londra ve Middlesex şerifi olduğunu
biliyoruz. Daha sonra da Kent Kontluğu’nun başşerifi, Londra valilik komisyonu
üyesi, Middlesex sulh yargıcı, Kent Konluğu vali vekili ve beş liman kentinin
(Hastings, Sandwich, Dover, Romney, Hytlıe) sulh yargıcı oldu.
Fakat
İngiliz parlamentosu üyesi olmadı; olmak isteseydi de olamazdı zaten. Çünkü
yeni seçilen her üye görev yemini yaparken, “Doğru olan Hıristiyan inancı”
sözünü de söylemek zorundaydı ve belirli bir mezhebe dayanan bu yemin şekli
henüz ne değiştirilmiş ne de kaldırılmıştı.
Gerçi
Sör Moses kendi şahsı için milletvekili olmaya hiç hevesli değildi; ama İngiliz
Yalıudilerini, Hıristiyan kardeşlerinden hâlâ ayırmakta olan bu son engelin
kaldırılması için azimle mücadeleye koyuldu. Bu amaçla hükümete telkinde
bulunarak, söz konusu yemin biçiminin kaldırılması için bir yasa tasarısının
parlamentoya sunulmasını sağladı. İngiliz Yahudilerinin herkesçe kabul edilen
vatansever tutumları, Sör Moses Montefiore ve Sör David Salomun’un yüksek
makamlardayken toplum hizmetinde gösterdikleri dürüstlük, bu tasarının kabulüne
elverişli bir ortam hazırlamıştı. Fakat ancak 1858’de Londra kentinden
milletvekili seçilen Baron Lionel Rothschild, İngiliz parlamentosuna giren ilk
Yahudi oldu.
Yurdunun
hizmetinde, her zaman, seve seve tüm gücüyle çalışmış bulunan Sör Moses,
kendisine yapılan parlamento üyeliği teklifini, bu işi özenle yapabilmesi için
gerekli zamanı olmadığını ileri sürerek reddetti. Unutmayalım ki o bir
işadamıydı. Onlarca yıldan beri “Allianz” hayat sigortasını ve “Imperial” Kıta
Avrupası gaz şirketini yönetiyordu. Bundan başka devlet kent hizmetinde,
Yahudi cemaatlerinde birçok fahri görevi vardı; 1835’ten beri de
İngiliz-İsrail Cemaatleri Birliği’nin başkanıydı. (“Board of Deputies”)
Yahudilerin
parlamentoya alınması konusunun, tam da tüm canlılığıyla tartışıldığı sırada,
soylu dostumuz zor bir sorunla uğraşmaktaydı.
Şam’dan
yine bir imdat seslenişi duyulmuştu.
Burada,
1847 Nisanı’nda, bir Hıristiyan çocuk kaybolmuştu -bunun üzerine tabii
Yahudiler suçlanmıştı hemen. Yine dinsel tören amacıyla çocuk kaçırıp öldürme
suçlamasıydı bu. Osmanlı hükümetine, Yahudilere karşı sert önlemler alması
telkininde bulunan da yine Fransız konsolosuydu. Onun kışkırtmasıyla Türk Vali
Sefata Paşa, Yahudi mahallesinde aramalar yaptırmış, kuşku uyandıracak hiçbir
şey bulunmamasına rağmen birçok Yahudi tutuklanmıştı. Bu sırada kaybolmuş
erkek çocuk, sağ salim ailesinin yanına döndüğü halde, Yahudiler yine de
hapishanede kalmışlardı.
Doğu’da
yaşayan din kardeşlerini, Fransız diplomatlarının keyfi eylemlerine karşı
sürekli güvence altına almak için Sör Moses, Fransa Kralı Lovis-Philippe’in ([30])
huzuruna çıkarak ondan yardım rica etti. Kral, bu konuda üzüntüsünü
bildirmekle birlikte Fransa’nın Avrupa’da Yahudilere yurttaşlık haklarını
bahşeden ilk ülke olduğunu da belirtti ve Sör Moses’e dileğinin yerine
getirileceğine dair güvence verdi.
Gerçekten
de kısa süre sonra, Doğu’da görev yapan Fransız konsolosluk memurları, çok
sert biçimde azarlandılar. Ayrıca Şam konsolosunun davranışından dolayı
Başbakan Guizet de, Fransız hükümetinin yapılan bu kan suçlamasını “uydurma ve
iftira” olarak nitelendirdiğini belirterek üzüntülerini bildirdi.
O
zamandan beri Fransa, başka ülkelerde Yahudilere karşı önyargılar beslemeye ya
da telkin etmeye bir daha asla kalkışmamıştır. Şam’da yeniden huzur geri geldi
ve bura Yahudileri, bir daha dinsel tören amacıyla cinayet işlemek gibi kötü
niyetli bir suçla asla itham edilmediler.
Şam’daki
bu yeni olay, hoşa gidecek şekilde henüz yeni sona ermişti ki, yine Doğu’dan
üzücü bir haber Montefiore’nin kulağına geldi. Filistin’de açlık tehlikesi
başgöstermişti.
Filistin
Yahudilerinin büyük ölçüde Batı’daki dindaşlarının bağışlarıyla yaşadıklarını
daha önce öğrenmiştik. Bu destek yardımının yaklaşık dörtte üçü, Rusya ve
Polonya’dan geliyordu; çünkü tüm yeryüzünde on iki milyon tahmin edilen Yahudi
nüfusun yarısı bu ülkelerde yaşamaktaydı. Ellili yıllarda Rusya, Fransa ve
İngiltere’ye karşı korkunç bir savaşa girişince, Rusya, Yahudileri paralarını,
savaşın (*) kendilerine ve yurtlarına verdiği acıları azaltmak için kullanmak
zorunda kaldılar. Bundan dolayı da Kutsal Topraklar’daki din kardeşlerine
gönderilen bağışlar, büyük ölçüde kısıldı. Bu destek yardımın azaltılması,
eğer Filistin’de bir kolera salgını başlamasaydı ve burada koloniler
oluşturmuş bulunan çalışkan çiftçilerin yüzlercesi, verimsiz bir ürün
alınmasından ötürü nice zorluklarla işledikleri tarlalarından umdukları
kazançtan yoksun kalmasalardı, herhalde bu kadar hızla bir kıtlık ortamına
sürüklenilmezdi.
(*)
Söz konusu savaş, Kırım Savaşı’dır. Osmanlı, İngiliz, Fransız ve Piemonte
devletleri ile Rusya arasında Kırım’da yapılmış, Rusların yenilmesiyle son
bulmuştur.
“İsrail
ülkesi”nden imdat çağrısı bu yüzden yapılmıştı.
Moses
Montefiore derhal çok etkili bir yardım hareketi başlattı. Bu işte yardımcısı
olan Britanya İmparatorluğu’nun Başhahamı Dr. M. Adler, tüm Yahudi cemaatlerine
yolladığı bildiri niteliğindeki bir mektupla Filistin Yahudilerine çok ivedi
yardım yapılmasını istedi. Böylece de kısa sürede 400.000 mark toplanıverdi. Bu
meblağın oluşmasında birçok âlicenap Hıristiyanın bağışlarının da katkısı olmuştu;
bunda da kuşkusuz Sör Moses’in, Hıristiyanlık ya da vatan adına düzenlenen
bağış kampanyalarına, her zaman katılmaya hazır olmasının, minnettarlıkla
takdir edilmesinin katkısı vardı. Örneğin, savaşta can vermiş donanma ve ordu
askerlerinin dul ve yetimlerini korumak için kurulmuş “vatansever fon”a, kendi
cebinden 200 lira (4000 mark) bağışta bulunduğu gibi, “Allianz” ve “Imperial”
şirketlerinden de 600 lira verdirmişti.
Sör
Moses, bu kadar çok yardım parasının harcanmaya hazır olduğunun anlaşıldığı
yönetim kurulu toplantısını, başarıyı karısına haber vermek için etrafına
sevinç gülücükleri saçarak terk ettiğinde, Amerika’dan gelmiş resmi bir
mektubun kendisine verilmesi, çok daha büyük bir sevinç duymasına neden oldu:
Yuda Tuda Toura adında New Orleanslı hayırsever, zengin bir Yahudi, şahsen
tanımadığı halde Sör Moses Montefiore’ye vasiyetnamesiyle 50.000 dolar miras
bırakmıştı; Sör Moses bu parayı, Filistin Yahudilerinin yararına olmak
koşuluyla dilediği gibi harcayabilecekti.
Şimdi
miktarı 200.000 marka yükselmiş bulunan bu yardımla Sör Moses, uzun zamandır
planladığı fakat yeterli parasal olanağı bulamadığı için hep ertelediği bir
eseri artık gerçekleştirebilecekti: Kudüs’te bir hastane.
Bu
yüzden Sör Moses ile Lady Judith Montefiore’yi bir defa daha Doğu ülkelerine
doğru yola çıkmış görüyoruz.
Her
yerde cemaatler tarafından candan sevgiyle karşılanıp bazı kentlerde özel
bayram ayinleriyle onurlandırılan dostlarımız, bu sefer Köln, Dresden, Prag,
Adelsberg (burada onların şerefine ünlü mağara mumla aydınlatılmıştı), Laibach
üzerinden Trieste’ye geldiler; buradan da vapurlar Konstantinopol’e gittiler.
Sör
Moses, bir defa daha sultanın huzuruna törenle kabul edildi (Sultan Abdülmecit)
ve bu defa amacına ulaştı: Bir ferman ona, Kudüs’te bir Yahudi hastanesi inşa
etmek ve tarım yapmak payesiyle topraklar satın almak yetkisini verdi.
Kudüs’te
Sör Moses, kente gelişi şerefine düzenlenen bütün davetleri, bütün törenleri
ve diğer eğlenceli toplantıları reddederek bu sefer sadece hedefine erişmeye
çalıştı. Hastanenin temelini attı, bu yoksullar yurdunun inşası için
hazırlıkları tamamladı, Yahudi kızları için bir sanat okulunun açılışını yaptı.
Bu okula, bir hafta içinde hem ilkokul eğitimi görecek, hem de terzilik,
çamaşır dikimi ve nakış öğrenecek 400 kız öğrenci alındı. Sör Moses asıl
çabasını, Kutsal Topraklar’ın kolonileştirilmesi için harcadı. Ülkenin başlıca
cemaatlerinin temsilcileriyle yaptığı bir görüşme üzerine Sör Moses en nüfuzlu
etkin çiftçileri bir kurul halinde bir araya getirdi; bu kurul satın alınacak
toprakların ve iskân edilecek köylülerin seçiminde ona yardımcı olacaktı.
Böylece
kutsal denilen toprakların üstünde ilk Montefiore kolonileri sevinçle kuruldu.
Kudüs’ün batısında Yafa ve Zion yakınlarında 35, Safed dolayında Bekea’da 15,
Tiberias’ta 30 aile tarım yapmak üzere iskân edildi.
Montefiore
bugün hâlâ yaşasaydı, uçsuz bucaksız yer yuvarlığına dağılmış,
sıcakkanlılıkları inkâr edilmez büyük bir Yahudi kitlesi tarafından din
kardeşi olarak, özellikle de Filistin’de bir Yahudi devletini yeniden kurmayı
düşleyen erkekler ve kadınlar tarafından siyasal bakımdan coşkuyla kutlanırdı.
Gerçekten
de Montefiore’nin yedi defa ziyaret ettiği -son gelişinde doksan bir
yaşındaydıFilistin’e duyduğu sevgide, sonsuzlukla sınırlı bu coşkuda hemen göze
çarpan olağanüstü bir şeyler vardır. Eğer dini bütün bir Hıristiyanın,
peygamberlerin ve kilise babalarının dolaştığı bu kutsal ülkeyi “tüm ruhuyla
arzu ettiğini” ve kutsal mahallere yapılacak bir hac ziyaretine hayatının en
yüce ereği olarak göreceğini düşünürsek, o zaman dini bütün bir Yahudi’yi de,
burada tarihinin büyük anılarından kıvanç ve sevinç duyuyor, Mezmurlar şairinin
adağına uygun davranıyor, diye kınayamayız. Mezmur şöyle diyor çünkü: “Eğer
senin Küdüs’ünü anmazsam, eğer Kudüs’ü en yüce sevincim kılmazsam, dilim
damağıma yapışsın.” (Mezmurlar 137, 6)
Ne
var ki kutsal ülke, Montefiore’nin yalnızca “en yüce sevinci” değildi,
özlemlerle dolu umudunun da konusuydu...
Yarım
yüzyıl önce, kulağa hoş gelen Edgar Mortara adı dillerde dolaştı. İmparatorlar
ve krallar ondan söz ettiler; hükümetler onun için uzun uzun yazılar
hazırladılar. Edgar Mortara ne politika alanında sivrilmiş bir kişi, ne
hayranlıklar uyandıran bir mucit, ne de tehlikeli bir anarşistti; sadece anası
da babası da Yahudi olan altı yaşında bir çocuktu.
24
Haziran 1858 akşamı, o zamanlar Kilise Devleti’nin ([31]) bir kenti olan
Bologna’da, tüccar Salomon Mortara’nın evine papalık polisinin bir subayı ile
iki jandarma geldi. Gelenler, “Kutsal Offizium” adına küçük Edgar’ın derhal
kendilerine teslim edilmesini istediler. ([32]). Çocuğun annesiyle
babası kulaklarına inanamadılar.
“Edgar’ı,
bizim sevgili yavrumuzu teslim etmek mi? Kime peki?” “Az önce işittiniz ya:
Kutsal Offizium’a!”
“Kutsal
Offizium Katolikler içindir. Fakat biz Yahudiyiz.” “Özellikle de bundan dolayı.
Sizin oğlumuz Katoliktir ve biz de onu kilise için almak üzere geldik.”
“Baylar
yanılıyor. Oğlumuz bizim dinimizdendir, yani Yahudi dinindendir.”
Subay
konuya ilişkin başka bir bilgi veremiyordu. Fakat yüksek yerden verilmiş görevi
yapması gerekiyordu; bu nedenle, isteğinde direndi ve dehşete kapılmış anneyle
baba çocuklarını kendi istekleriyle vermeyince de, jandarmalara çocuğu
onlardan zorla almalarını emretmek zorunda kaldı.
O
zamanki kilise iktidarı göz önüne alınırsa, çocuğun anne ve babasından bir daha
geri dönmeyecek şekilde ayrıldığı kesinlikle söylenebilir. Kovmak, alay etmek,
kovuşturmak gibi yöntemler Yahudiliği ortadan kaldırmaya yetmediği için
kilise, arada sırada İsraili en güçlü kökünden hırpalamak amacıyla kutsal aile
bağını zorla koparmayı denemekte, yani Yahudi çocuklarını baba evinden zorla
çıkararak onları kendi vereceği eğitimle yetiştirmek istemekteydi. Bu bakımdan
çocuğun geriye verilmesini istemek doğrultusunda atılacak her adım boşuna
olacaktı.
“Kutsal
Offizium’un zavallı babanın başvurusuna verdiği cevapta, Edgar’ın -bir
yaşındayken-o zaman bakıcısı olan on dört yaşındaki Mina Morisi tarafından
gizlice vaftiz edildiği bildiriliyordu. Kız, bebeği vaftiz ettirerek -babanın kesinlikle
ifade ettiğine göre, hiçbir tehlikesi bulunmayan bir hastalıktan kurtarmak
istemiş. Beş yıl süreyle de kız ve vaftizi güya kimseye söylememiş; ancak
şimdi Engizisyon Mahkemesi’nin ([33])
günah çıkarma hücresinde olayı itiraf etmiş.
Papa
XIV. Benedikt’ini reşit olmayan İsrail çocuklarının ebeveynlerinin rızası
olmadan vaftiz edilmesini kesinlikle yasaklayan 28 Şubat 1747 tarihli fermanına
dayanarak Salomon Mortara, Papa IX. Pius’a başvurdu. Lâkin papa yalnızca
Engizisyon Mahkemesi’nin emrini uygun görmekle kalmadı, adeta alay edercesine
babaya ailesiyle birlikte Katolikliğe geçmesi, o zaman oğlunu kesinlikle geri
alacağı öğüdünü verdi.
Ailenin
kutsal haklarına yapılmış bu çirkin saldırının haberi tüm İtalya’ya yayılmış,
oradan da Avrupa’nın diğer ülkelerine geçmiş, hatta Kuzey Amerika’ya bile
ulaşmıştı. Haber Yahudiler arasında olduğu kadar Hıristiyanlar arasında da
haklı bir öfke uyandırmıştı.
“Evangelist
Birliği”nin
Londra’daki yıllık toplantısında, papalık kilisesinin bu keyfi davranışına
karşı sert itirazlar yapıldı ve Yahudilerden yana saygılı sempatinin
vurgulanacağı bir bildirinin yayınlanmasına oybirliğiyle karar verildi. Buna
ilişkin karar, Yahudiliğin cesur öncü savaşçısı Sör Moses Montefiore’ye de
gönderildi. “Protestan Birliği” ile “İskoç Reformasyon Derneği”, İngiliz
hükümetinden Mortara’nın ailesine geri verilmesini sağlamak amacıyla girişimde
bulunmasını istediler. Bu istek, Londra, New-York, Philadelphia’da ve daha
birçok şehirde düzenlenen protesto toplantılarında da dile getirildi.
Çocuğun
ailesinden zorla alınmasını, modern kültür açısından bir cürüm olarak
nitelendirenlerin hepsi, bir konuda aynı kanıdaydı: Gücü çok büyük kilise
kurumuna karşı yapılacak mücadelede, bir şeyler başarabilecek sadece bir kişi
vardı; o da altın yürekli, korkusuz ve sözü geçer bir aristokrat olan Sör
Moses Montefiore idi.
Bu
zorbaca harekete tüm Avrupa’nın gösterdiği canlı ilgi karşısında Sör Moses,
İngiliz-İsrail Cemaatleri Birliği’nin ricası üzerine, bu örgüt adına papaya
başvurmaya hazır olduğunu açıkladı.
İngiliz
hükümeti tarafından verilmiş resini tavsiye mektuplarıyla donatılmış olarak Sör
Moses ile Lady Judith, din kardeşlerinin duaları eşliğinde, 1859 Şubatı’nda
Roma’ya doğru yola çıktılar. Fakat sürüp giden hastalıklar yüzünden bu kente ancak
5 Nisan’da varabildiler.
Papalık
nezdinde İngiliz işgüderi -Sör Moses’in Konstantinopol’e gidişinde tanışmış
olduğuBay Oda Russell, Sör Moses’in papanın huzuruna çıkmasını sağlamak
amacıyla derhal harekete geçti. Ne var ki bu işi uygun biçimde başarabileceğinden
pek emin değildi.
İlkin
Devlet Sekreteri Kardinal Antonelli’ye başvurdu. Lâkin bu kardinal papanın bu
olayı “kapanmış” olarak görmesi nedeniyle reddetti. Fakat kendisinin Sör
Moses’i kabule ve Birlikler Konfederasyonu’nun dilekçesini papaya sunmak üzere
teslim almaya hazır olduğunu bildirdi.
Sör
Moses üstlendiği görevi başarıyla sonuçlandırmak için her çareye başvurmaktan
elbette kaçınmayacaktı.
Devlet
Sekreteri-Kardinal onu dostça karşılayıp dilekçeyi aldı. Sör Moses şöyle
konuştu:
“Kardinal
Hazretleri, ben sekiz gün daha Roma’da kalacağım. Umarım bu süre içinde bir
cevap elimize ulaşır.”
“Cevap
mı?” dedi kardinal omuzlarını silkerek. “Verilmesi olası bir cevabın size pek
yaran dokunmayacaktır, çünkü Mortara konusunda bir şeyler yapmak olanaksızdır.”
“Ya
çocuğun ağlaşan annesiyle babası?..”
“Onlara
acıyorum. İleride de bu çeşit nahoş olayların cereyan etmesini önlemek için
gerekli önlemler alınacaktı.”
“Kardinal
Hazretleri, bir çocuğun gaspedilmesi söz konusu bu olayda!” diye bağırdı Montefiore
sinirlenerek: Bunlara karşın kardinal çok sakin bir tavırla şöyle cevap verdi:
“Edgar
Montara Hıristiyandır ve Hıristiyan kalacaktır. Belki on yedi ya da on sekiz
yaşına geldiğinde kendi serbest iradesiyle dilediği gibi hareket edebileceğine
göre...”
“Ya
o zamana kadar?” diye, Sör Moses onun sözünü kesti.
“O
zamana kadar Roma’da San Pietro Manastırı’nda çok iyi bir eğitim alacaktır.
Ebeveyni ile kardeşleri, ne zaman isterlerse onu ziyaret edebilir. Ailesinin
yanına dönebilir mi? Hayır, hiçbir zaman!”
Bu
durumda Sör Moses görevin başarıya ulaşamayacağını anlamıştı. Derin üzüntüler
duyarak yüreğinden kopan bir iç çekişle ayağa kalkarak:
“Hepimiz
tek bir yüce babanın evlatları olduğumuz halde, bir arada barış içinde
yaşayamayışımız ne acı!” dedi.
Kardinal,
yine omuzlarını silkerek cevap olsun diye şunları söyledi:
“Mortara
olayı bizim için kesinlikle kapanmıştır.”
“Ben
yine de İngiliz-İsrail Birlikleri Konfederasyonu’nun bu dilekçesine verilecek
cevabı, burada Roma’da bekleyeceğim” dedi Montefiore.
“Cevap
yok, Sör Moses! Fransa, Hollanda ve Avusturya’nın dilekçeleri gibi, sizin de
Mortara ile ilgili dilekçenize cevap verilmeyecektir.”
Umutları
kırılmış bir halde Sör Moses, “Bu acıklı olay için son sözünüz bu mu?” diye
sordu.
Son
sözüm bu! Bir şey daha var: Size kesinlikle güvence veririm ki -herhalde bu
saptamanın sizce değeri olacaktır-papalık, kilise devleti sınırları içinde
yaşayan Yahudilere karşı çok hayırlı, çok iyicil düşünceler beslemektedir.”
“Hayırlı
düşüncelerini sevsinler!” diye düşündü Sör Moses. Ne var ki çok kibar
yetiştirilmiş bir adamdı. Kardinale, bir sistemin sadece maşası olan bu adama
sert cevap vermeyi ve Hıristiyanca insan sevgisi ile bu sevginin insanlara,
özellikle de Yahudilere karşı gerçekte uygulanışı arasındaki haşin çelişkiyi
onun gözleri önüne sermeyi içinden geçirdi bir an.
Montefiore
olağanüstü bir şevkle uğraş verdiği bu konuda yenilgiyi şimdilik kabul etmek
zorunda kalmıştı. Fakat çocuk Mortara’nın geri verilmesi amacıyla çabalarını
yıllarca sürdürdü. Bunun için Roma’daki Fransız Elçisi Dük Grammont’un
yardımını sağlayarak III. Napolyon’a ([34]) “Montefiore’nin
çalışmalarında olanakların elverdiği ölçüde korunmasını” isteyen emirler
verdirdi. Daha sonraları o sırada yeni kurulan “Alliance Israelite
Üniversellerin yardımını sağladı. Sonunda, hatta yeni Kral Viktor
Emanuel’e (*) şahsen başvurdu. Bütün bu çabalar sonuçsuz kaldı. Çocuk Mortara,
manastırda kaldı.
(*)
VII. Eduard (1841-1910), 1901 ’de İngiltere kralı oldu.
Onunla ilgili hiçbir haber
kamuoyuna sızmadı.
Kamuoyunun
bir defa daha ondan haberi olması, yıllarca sonraya rastlar. Yeniyetme bir
delikanlı olarak, başka gençlerle birlikte papaya takdim edildikleri zaman,
Papa IX. Pius’un, Edgar Mortara’ya hitaben yaptığı konuşmayla kamuoyu onu
yeniden hatırladı. Papa şunları söylemişti:
“Benim
için özellikle sen, çok aziz ve çok değerlisin, oğlum; çünkü ben seni çok
yüksek bir bedel ödeyerek Hıristiyanlık için kazandım. Senin için çok yüklü
bir fidye ödedim; çünkü senin yüzünden bana ve kutsal papalık makamına karşı
tam anlamıyla bir savaş kışkırtıldı. Hükümetler ve halklar, bu dünyada iktidar
sahipleri ve günümüzde gerçekten bir gücü temsil eden basından insanlar savaş
açtılar. Hatta krallar bu saldırının en önünde yer alıp bakanlarına, senin için
bana diplomatik notalar verilmesini emrettiler. Krallardan yakınmak
istemiyorum. Ben sadece tek tek pek çok kişinin bana yönelttiği hakaretlere,
iftiralar ve lanetlere dikkat çekmek istiyorum. Bu insanların kızdıkları
anlaşılıyor; onlar, sevgili Tanrı’nın, sana doğru inanca sahip olmayı
bahşetmesine ve seni ölüm karanlığından kurtarmasına kızıyorlar. Ne yazık ki
ailen hâlâ bu karanlığın içinde bocalayıp durmaktadırlar. En çok da senin
vaftiz edilerek yeniden doğmandan ve Tanrı’nın yüce lütfuyla sana bahşettiği
bilgileri öğrenmiş olmandan yakınıyorlar.”
Bu
söylevden kısa bir süre sonra Mortara törenle rahip oldu. Bugün hâlâ Roma’da
Vatikan Sarayı’nda rahat ve sıkıntısız bir hayat sürmektedir.
1859’da,
Hamursuz Bayramı sırasında Montefiore, Roma’da haklı bir davanın zafer
kazanmasına yardımcı olmak için, yüksek rütbeli papazların birinden öbürüne
seferler yaparken, kaderin ne garip cilvesidir ki olaylar, papalığın dünyasal
egemenliğinin sonunu, buna karşın İtalya Krallığı’nın da birliğini ve
bağımsızlığını hazırlıyordu. Bugünkü İtalya’da, bütün inançlara kısıtsız eşit
haklar tanıyan bu gerçek hoşgörü (tolerans) ülkesinde ise, küçük Mortara’nın
başına gelen gibi bir çocuk çalınması olayı hayal bile edilemezdi.
Ne
var ki o zamanlar papalık devletlerinde hâlâ ortaçağ koşulları egemendi.
Yahudiler hâlâ gettolarda yaşamak zorunda bırakılıyor ve haysiyet kırıcı özel
yasalara boyun eğiyorlardı. Montefiore, Roma gettosunu o kadar sık ziyaret etti
ki, ayak takımı tarafından rahatsız edilmesi tehlikesi belirdi. Üstelik papalık
subayları burada da bir “dinsel tören amacıyla insan öldürmek” oyunu sahnelemek
istediler; ama bereket versin tam zamanında foyaları meydana çıktı.
Montefiore
Roma’dan ayrılabildiği zaman sevindi. Yurduna ancak tek bir hoş anı
götürebilmişti: O sırada Roma’da bulunan Gal prensinin -şimdiki Kral VII.
Eduard -(*) başka saygın İngiliz ve İtalyanlarla birlikte onu da öğle yemeğine
davet etmesiydi bu. Lady Montefiore, sağlığının elverişsizliği nedeniyle
gelemeyeceğini bildirmek zorunda kalmıştı.
Aslında
Montefiore’nin de sağlığı pek yerinde değilmiş gibiydi. Buna da şaşmamak
gerekir; zira o sırada yetmiş beş yaşındaydı. Onu muayene eden seçkin bir
hekim, kalbini ve akciğerlerini zayıf bulmuş, sindirim organlarında birçok
aksaklık saptamış, kanında da bir kan zehirlenmesinin belirtilerini görmüştü.
Bedensel
çöküntünün, korku veren bu işaretleri, bizim iyi yürekli Montefioremizin
benzersiz bir vücut ve zihin tazeliği içinde, yüz yaşına kadar yaşamasını
engelleyememiştir.
Mortara
olayındaki başarısızlık dostumuzun şevkini kırmışa benziyordu. Nitekim “Board
of Deputies” başkanlığına yeniden seçilmeyi, bu sefer koşullar ileri
sürerek kabul etti ve ileri yaşının dikkate alınmasını, bu nedenle de yerini
alabilecek birinin bulunması ricasında bulundu.
Ne
var ki çalışma arkadaşları bu “ileri yaş”ın, onun dindaşları hayrına sürekli
aktif çalışmasını engellediğini fark edememişlerdi. Çünkü hâlâ iş başarıcıydı
ve hâlâ hiç azalmayan enerjisiyle etkili oluyordu. Çünkü onun için söz konusu
olan, yalnız dış ülkelerin acı çeken Yahudileri için değil, kendi yurdunun
Yahudileri için de daha çok iş başarmaktı.
Onun
eseri olan hayır işleri saymakla bitmez; başkalarına yaptığı teşvikler de öyle.
Gücünü ve zamanını harcayarak ilgilendiği kuruluşların hepsi, onun tavsiyeleri
sayesinde çalışmalarında hep verimli oldular. Ama o, başkalarının düşüncelerine
ve tavsiyelerine de açıktı; yapılan bir öneri, amaca kendi önerisinde daha
uygunsa, onu benimsemekten kaçınmazdı.
Sör
Moses bir noktada saplanıp kalmayı ve orada direnmeyi bilmezdi.
Montefiore’nin
geleneksel Yahudiliğin kurallarına uymakta katı davrandığını biliyoruz. Şabbat
ve dinsel bayram günlerini, binlerce yıldan beri yapılageldiği şekilleri içinde
kutlardı.
Kendisine
karşı da böyle katıydı, başkalarına karşı ise pek hoşgörülüydü. Fakat
Yahudiliğe kayıtsız davrananlara, ayinlerde reform isteyenlere karşı hiç
hoşgörüsü yoktu. Böyle bir reformun uygulanması halinde herhalde ayinlere asla
ayak basmazdı.
Ona
göre ne Ortodoks Yahudi vardı, ne de liberal Yahudi. İsrail’in Tanrısına
coşkuyla tapan bir cemaatin bulunduğu her yerde ibadetini yapabilirdi. O yerde
insanların bağrından tüm sıcaklığıyla çıkan ilahilerin söylenip söylenmemesi,
ya da -zamanın estetik duyguya uygun hale getirdiği-saygıya değer o eski tapınak
nağmelerinin, orgun ses dalgalarıyla göklere yükselip yükselmemesi de umurunda
olmazdı.
Sör
Moses’in reformdan yana eğilim göstermemesinin diğer bir nedeni de, kendine
özgü bir yüceliği bulunan güzelim Şabbat için ve de İbranice ibadet dili için korkmasıydı.
Bu ikisini savunmada çok büyük bir kararlılık göstermiştir; çünkü bunları, şu
geniş yer yuvarlağı üstündeki tüm Yahudileri -tıpkı çeşitli ülkelerde Latince
kilise dilinin tüm Katolikleri birleştirmesi gibi-birleştiren bir bağ olarak
görüyordu. Özellikle de Yahudi inancındaki dinsel içtenliğin, yerini
Yahudiliğin sırf akla dayanan, duygudan yana yoksul bir anlayışa bırakmasından
korkuyordu; böyle bir anlayış tarzı tam bir çöküntüye değilse bile, dine karşı
bir umursamazlığa götürebilirdi. Bunun için de kahramanımız inançtan zevk alan
bir kuşağın gelişmesine; onların felsefe yapan Tanrı-tanımazlar, durmadan
kusur bulan eliştiriciler kibirli ukalalar olarak değil de, Tanrı’yı benliğinin
derinliklerinde duyabilen, inancıyla coşan, ibadet eden Yahudiler olarak
yetişmesine dikkat etti.
Görüyoruz
ki ona göre, Yahudiliğin özünde Tanrı öğretisi ve Tanrı’ya ibaretin yanı sıra
hayır işleri yapmak bulunmaktadır. Bu hayır işleri ise ona hayatı boyunca en
büyük mutluluğu vermişti.
Romanya’da
-Roma İmparatorluğu’nun bir zamanlar suç işleyenleri sürmüş olduğu bu
ülkede-Yahudilere karşı zorbalıklar yapılınca Montefiore, dışişleri devlet
sekreteri Lord John Russell’e başvurarak Bükreş’te dava açtırtmıştı. Keza Yunan
Denizi’ndeki İyoniyen Adaları Yüksek Komiseri Gladson’a başvurarak orada
yürürlükte bulunan, Yahudilere özgü baskıcı yasalarda esaslı bir değişikliğe
gidilmesini ve Yahudilerin insan haklarından yararlandırılmasını istemişti. Sonuç
ne oldu? Hemen ertesi yıl (1861 ’de) Korfu metropoliti, bir emirname
yayınladı; bu emirde Yahudilere haksız davranışlarda bulunulmasını,
Hıristiyanlığın komşularını sevme ilkesi bakımından çok 96 sert
biçimde kınıyor ve onlara hoşgörü gösterilmesi uyarısında bulunuyordu. Bu
sayede Yahudilerle Yunanlılar arasındaki ilişkiler yıldan yıla hep daha iyiye
doğru gitti ve kardeşçe bir uzlaşma mertebesine yükseldi. Böyle bir olumlu
ortamın oluşması için yolu açan kimdi? Bizim cesur öncü savaşçımız Sör Moses
Montefiore!
Hıristiyanlar
ve Yahudiller kardeşlik birliği; Montefiore’nin ideali buydu. Bunu
gerçekleştirmek yolunda hiçbir fırsatı kaçırmamıştı.
1860
Haziran’ında bir akşam Montefiore eve geç gelmişti. Hayli yorgun olmasına
rağmen “Times” gazetesini okumaya koyuldu. Gazete üzücü haberler veriyordu:
Suriye’de Hıristiyanlar, Lübnan Dağı Dürzilerinin saldırısına uğramıştı. 20.000
Hıristiyan sürekli tehlike tehdidi altında dağlarda şaşkın bir halde
dolaşmaktaydı. Dayanılmaz bir sefalet içindeydiler. ([35])
Aynı
gece Montefiore hemen bir para bağışı kampanyası planladı. Kendisi 4000 mark
vererek ilk bağışı yaptı. Yine o gece saat birde “Times” yazı işlerine,
olabildiğince çabuk basılması uyarısıyla bir çağrı yazısı gönderdi. Bu çağrıda
şunları söylüyordu:
“Bu
ülkenin (Suriye’nin) doğasını ve halkın durumunu çok iyi bildiğim için -bunu
söylemek zorunda kalmam yeterince acı veriyor banabu bedbaht insanların
katlanmaya mecbur oldukları sefaleti ben, yüreğim parçalanarak benliğimde aynen
hissediyorum. Hemşehrilerimin ve ülkemin insanlarının ne kadar iyiliksever
olduklarını deneyimlerimden biliyorum. Bu nedenle de onların, büyük yıkımlara
uğramış bu saldırı kurbanlarının imdadına koşmak amacıyla, kalplerinin sesine
uyarak, çok çabuk bir fon kuracaklarını umuyorum.”
Bu
Yahudi hayırseverin düzenlediği bağış kampanyasında 22.500 sterling toplandı.
İşte
bir başarı daha!
Montefiore
bir kez daha bütün ülkelerde saygı ve takdirle anıldı. Sanki krallık ailesinin
ya da yüksek aristokrasinin birer üyeleriymiş gibi, günlük İngiliz gazeteleri,
onun ve eşinin yaptıklarını ve sağlık durumlarını haber yapıyordu.
Ne
var ki Lady Judith hakkında verdikleri haberler gerçekten üzücüydü. Onun
ömrünün günleri, doğanın saptadığı bitim çizgisine doğru hızla yaklaşıyordu.
Lâkin
giderek azalan bedensel gücüne ve buna bağlı olarak artan acılarına aldırış
etmeksizin, bu cesur kadın, kocasının yardıma muhtaç kardeşlerinin hayrına
yürüttüğü çalışmalara şevkle katılıyordu. Hiçbir “Board of Deputies”
toplantısı yoktu ki, yapılan görüşmeler hakkında kocası ona bilgi vermesin ve
yine hiçbir mektup yoktu ki, kocası ona göstermesin.
Sör
Moses çok yönlü etkinliklerinin bunca zahmetine katlanır, sevgili hayat
arkadaşı için tasalanıp korkarken, yaşlı çiftin benzersiz mutluluktaki
evliliklerinin ellinci yılını geride bırakacakları gün de yaklaşıyordu.
O
günü, 10 Haziran 1862 gününü Sör Moses nasıl da iple çekmişti! Gelgelelim
evlenmenin bu altın kutlama yıldönümü, bir üzüntü günü olmuştu; dayanılmaz
acılar içinde, ölümle pençeleşen hayat arkadaşı için üzülme günü olmuştu.
Yumuşak yaz mevsimi, parıldıyan güneşi ve çiçek kokularıyla ona geçici bir
iyileşme getirmişti. Fakat yapraklar sararıp da doğanan canlanmış hayatı, sıcak
güneş ışınlarının son bir öpüşüyle bitiverince, bu soylu kadının hayat güneşi
de battı.
Montefiore
ailesinin yakın dostu Dr. Löwe’nin anlattığına göre, Lady Judith’in acılar
içinde yattığı karyolanın etrafında duranların kederden sıkılmış yüreklerinden
kimi zaman bir inilti çıkmaktaydı. Bazılarının gözleri yaşlarla ıslanmıştı;
fakat can çekişen Lady sakindi. Semavi bir gülümsemeyle dostlarını selamlıyordu.
Hatta selamlamak amacıyla başını eğmek için bile kendini zorluyordu.
Akrabaları ve dostları serbest kalabildikleri her anı ona adamaktaydılar. Lâkin
Lady Judith onlara dinsel görevlerini hatırlatıyordu hep; çünkü Yahudi yılbaşı
bayramının arifesindeydiler; bu da herkese on gün sonra, sözle anlatılmaz
görkemli töreni ve çok katı ciddiyetiyle en kutsal bayram olan Yom Kippur’un
(*) geleceğini müjdeliyordu.
(*)
Yom Kippor: Yahudilerin perhiz günü. İbranice “tövbe günü” demektir.
Üstelik
Şabbat günüydü de. Bu nedenle yedi kollu Şabbat lambası yakılmıştı. Bu lamba
daha önceleri de kim bilir kaç defa yakılmış, tatlı ışıklarıyla iki mutlu
insanı aydınlatmıştı.
Yan
odada, evin küçük orkestrası, kutsal bayramın çok eski çağlardan günümüze
kadar gelmiş nağmelerinin, tüm yumuşaklığı ve törenselliğiyle çalmaktaydı.
Ayinden
sonra Sör Moses, her Şabbat akşamı yaptığı gibi, ellerini karısının başı üstüne
koydu ve göklerin rahmetini en bol şekilde lütfetmesini diledi. Bu sırada
konuklar yemek salonunda sofraya yeni oturmuşlardı. Montefiore onların yanına
gelip yemeğe başlama duasını henüz bitinnişti ki, hastanın yanında nöbet tutan
Dr. Hodgkin koşarak salona girdi ve dostumuza eşinin beklenmekte olan vefatını
bildirdi. Salonda bulunan herkes, SörMoses’in peşinden ölünün odasına giderek
onunla birlikte matem ayini yaptılar. Orada -göğsünün derinliklerinden gelen
hafif bir iç çekişle-Juditlı Montefiore, bu soylu, iyi ve gerçek anlamda
dindar kadın dünyadaki hayatından ayrılmıştı. (24 Eylül 1862)
Montefiore’nin
Judith’iyle neler yitirdiğini bir hayranına verdiği cevaptan öğreniyoruz:
“Ben
büyük bir adam değilim. Yaptığım, ya da daha çok yapmaya niyetlendiğim
birazcık iyilik için, her şeyden önce unutulmaz bir kadın olan eşime minnet
borçluyum. Onun yüceliği bulunan her şeye gösterdiği coşkulu ilgi ile dindar
tutumu, bütün eylemlerimde bana cesaret ve güç vermiştir.”
Şam’dan
döndüğünde verdiği söylevde de hayat arkadaşına teşekkür etmişti:
“Dinimiz
için gösterdiği çabalarda ve kardeşlerimize olan sevgisinde olağanüstüydü.
Zorluklarla mücadele etmem için beni yüreklendirir, düş kırıklıkları yaşadığım
zaman da beni teselli ederdi.”
Sör
Moses hayatının en mutlu saatlerinden birinde -Ramsgate’de sinagog
ayininde-eşine göstermiş olduğu yerde onun için bir anıtmezar yaptırdı; bunun
için de Kudüs’ten Bethlehem’e (Beytülrahim’e) giden yolda bulunan Rahel’in (*)
mezarı model alınmıştı.
(*)
Rahel, Peygamber Yakup’un ünlü sevgilisidir. Yakup bu kıza âşık olmuş, onunla
evlenebilmek için babasına yedi yıl hizmetkârlık yapmış. Sonunda evlenebildiği
bu kadından “Yusuf” ile “Bünyamin” doğmuş.
Ölenin
anısını yaşatmak amacıyla Sör Moses, Ramsgate’de “Lady Judith Montefiore
Teoloji Koleji”ni ([36])
kurdu; İngiliz İmparatorluğu’ndaki bütün sinagoglara ve Londra Yahudi Yetimler
Evi’ne zengin bağışlarda bulunduğu gibi çeşitli okullardaki muhtaç çocuklar
için de burslar ve ödüller verdi.
Böylece,
seven koca, Lady Montefiore’nin öbür dünyadayken de unutulmamasını sağladı.
Bütün kuşakların topluluklarında onun adı hep anılacak ve en uzak gelecekte
dahi övülecektir:
“Erdemli
davranan kızlar çoktur;
Fakat
sen hepsinden üstün oldun.”
(Süleyman’ın
Meselleri 31, 29)
Tanrı’nın
iradesine tevekkülle boyun eğen dini bütün Yahudi, en büyük acılar nedeniyle
dahi cesaretini yitirmez: “Bırak feryat etmeyi ve ağlamayı ve gözyaşı dökmeyi;
çünkü senin işin çok iyi ödüllendirilecektir” diyor Rab. (Yeramya 31, 16)
Demek
ki iş görmek, yası hafifletiyor, teselli veriyor. İşte bunun bilinciyle şimdi
artık yapayalnız kalmış bulunan ihtiyar adam, dindaşları için etkinliklerini
bir kat daha artırdı. Üstelik Kutsal Topraklardan gelen yazılı ve sözlü
raporlar, Filistin kırsalında kendisinin kurduğu tarım kolonilerinin ve öteki
hayır kurumlarının, söz verildiği gibi, verimli gelişmeler gösteremediği
yolunda onda kuşkular uyandırmıştı. Bu da onu, haberlerin doğruluk derecesinden
şahsen emin olmaya zorladı.
Montefiore,
Kudüs’e yeni bir hac yolculuğu için çarçabuk bir plan tasarladı.
Lâkin
bu sefer sadece Konstantinopol’e kadar gitti. Burada uzunca bir süre kalması
gerekmişti.
Sultan Abdülmecit ölmüştü ve Türk
İmparatorluğumda yaşayan Yahudiler, yeni hükümdar Abdülaziz’in kendilerine
karşı selefi kadar iyicil bir tavır takınmayacağından korkmaktaydılar.
Bu nedenlerdir ki Sör Moses,
Abdülaziz’den huzura kabulünü istedi. Yeni Sultan, Türkiye Yahudilerinin
koruması altında olduğuna dair güvence verdiği gibi 1840 tarihli fermanı da
onayladı; ayrıca Montefiore’nin Filistin’de satın aldığı ve satın almaya
niyetlendiği topraklara ilişkin olarak selefinin bahşetmiş bulunduğu tüm
hakları da kabul etti.
Moses
Montefiore İngiltere’ye yeni dönmüştü. Niyeti, şimdi nurlar içinde yatan
sevgili eşinin anılarına dalarak sakin bir hayat sürmekti; lâkin üzücü olaylar
onu yine bir başka ülkede, Fas’ta girişimlerde bulunmaya zorladı.
Fas,
bugün olduğu gibi, yarım yüzyıl önce de genel ilginin odak noktasında
bulunuyordu. O zaman da oradaki dindaşların yasal haklarından yoksunluk
şikâyetleri, tüm ülkelerde yankılanmaktaydı. Ne var ki bu şikâyetler, fedakâr
bir Yahudinin ruhuna ulaşıp da onun çabasıyla daha iyi ilişkiler kurulunca,
ortaya çıkan sevinç de o derecede büyük oldu.
Olay
aşağıdaki gibi cereyan etti:
Fas’ın
liman kenti Safi’de bir İspanyol gümrük tahsildarı, elli gün süren bir
hastalıktan sonra ölüyor. Tutulduğu hastalığın ne olduğunu kimse bilmiyor. Bir
zehirlenmeden söz ediliyor; en azından İspanya konsolosu bu zehirlenme
olasılığını iyice benimsiyor. Katilin de olsa olsa ölen adamın on dört
yaşındaki uşağı olabileceği düşünülüyor. Neden özellikle onu düşünüyorlar?
Çünkü o bir Yahudidir. Çocuk, hemen hemen her türlü haktan yoksun bir halk
sınıfından olduğu için de konsolos, Fas makamlarını kolayca harekete geçirebiliyor.
Yahudi çocuk tutuklanıyor, sorguya çekiliyor ve suçsuzluğunu söyleyip durunca
da işkence uygulanıyor. İşkence sırasında bir itirafta bulunursa acı çekmekten
kurtulacağına dair kendisine söz veriliyor. Bunun üzerine de çocuk “itiraf’
ediyor: İspanyol gerçekten zehirlenmiştir. On bir kişi tutuklanıyor; bunlardan
özellikle şüphe edilen üçü Tanca’ya götürülüyor. Orada bunlardan biri ile
küçük uşak başkaca hiçbir işlem yapılmaksızın idam ediliyor. Öteki ikisi de,
suçsuz olduklarına inanan Fas’ın yerli halkının idam edilmelerine karşı
çıkmalarına rağmen, yine de aynı yazgıyı paylaşmanın eşiğinde bulunmaktadır.
Tanca
Yahudi cemaati, durumu anlatan bir telgrafı Cebelitarık’taki dindaşlarına
çekiyor. Onlar da olayı Londra’ya, hayatını acı çeken kardeşleri için uğraş
vermeye adamış, yorulmak bilmez, saygın savaşçı Sör Moses Montefiore’ye
telgrafla bildiriyorlar. Birkaç saat sonra da aşağıdaki telgraf Londa’ya
geliyor:
“İspanya,
bakanlığının başkanı, az önce Tanca’daki İspanya elçisine, tam bir soruşturma
tamamlanıncaya kadar başka idamlar yapılmasına engel olunmak için telgrafla
emir vermiştir.”
Böyle
bir sonuca ulaşılmasıyla olay, Sör Moses için asla çözümlenmiş sayılmazdı.
Tanca ve Cebelitarık cemaatlerinden İngiliz-İsrail Cemaatler Birliği’ne gelen
haberler, Fas Yahudilerinin durumunun son derece endişe verici olduğunu
gösteriyordu.
Suçsuz
oldukları halde tutuklu bulunan dindaşları kurtarmak için şimdi yapılması
gereken çok iş varsa da, Fas Yahudilerinin ilerideki keyfi hareketlere ve daha
başka zorbalıklara karşı güvencelerini sağlamak çok daha önemli bir görev
halinde ortaya çıkmaktaydı.
Böyle
bir görev de ancak şahsen etkilemek yoluyla başarılabilirdi.
Fakat
henüz uygarlaşmamış bir ülkeye gitmek riskini kim üstlenecekti?
Şam
felaketinde, Rusya’da dindaşların uğradığı baskıda ve küçük Mortara’nın
kaçırılmasında olduğu gibi, bu sefer de tüm Yahudilerin bakışı yine Sör Moses’e
çevrilmişti. O sırada tam seksen yaşındaydı ve buna rağmen yola koyuldu. Ne
deniz yolculuğunun sıkıntıları ürkütüyordu onu, ne kum çölleri, ne de güneş
çarpması.
Cadix’te
hastalandı ve birkaç gün yatmak zorunda kaldı. Buradan Tanca’ya giderken de
kendini pek iyi hissetmiyordu. Bu yüzden de kendisine eşlik eden hekimi Dr.
Hodgkin’in Tanca’da onu karaya çıkabilmek için bazı önlemler alması gerekti.
Bunu Dr. Hodgkin mizahı bir dille şöyle anlatır:
“Sevgili
kaptanımızla subayları bazı halatları ve bir şilteyi kullanarak özene bezene
bir çeşit tahtırevan yapmışlardı. Karaya çıkmak için uygun bir yer olmadığından
Sör Moses bu tahtırevanla gemiden kıyıya taşındı. Taşıyıcıları ve onu görmeye
gelmiş, en alt sınıftan, hırpani kılıklı bir yığın Yahudi, sığ suyun içinde
kıyıya doğru bata çıka yürüyordu. Bizim Sör Moses, kurbağaları çağrıştıran
pejmürde giyimli insanların ortasında, suyun üzerinde öylesine yüksekte götürülüyordu
ki bana Tritonların omuzlarında Neptün’müş (*) gibi göründü.”
(*)
Tritonlar, eski Yunan mitolojisinde deniz Tanrılarıdır. Büyük deniz Tanrısı
Poseidon ile eşi Amphitrite’nin çocuklarıdır. Ellerinde zıpkın, deniz
kabukların dan borularını üfleyerek Poseidon’a ya da eşine eşlik ederler. Alt
kısmı balık kuyruğu şeklinde ve sakallı kişiler olarak temsil edilirler. Neptün
ise Poseidon’un Roma çoktanrılı dinindeki adıdır. Denizlerin ve suların
Tanrısı, denizcilerle balıkçıların koruyucusudur.
Tanca’da
Sör Moses, dışişleri bakanı nezdinde yaptığı girişimle burada hapiste bulunan
iki Yahudinin derhal serbest bırakılmasını sağladı. Öteki Yahudiler de usulüne
uygun biçimde mahkemeye çıkarıldılar. Duruşmalar bir süre sonra suçlananların
beraat etmesiyle sonuçlandı. Kazanılan başarının sevinciyle Sör Moses, Tanca’da
bir Yahudi kız okulu kurulmasına önayak olmak için 600 mark bağışta bulundu.
Ne
var ki asıl hedefine henüz ulaşabilmiş değildi.
Faslı
kardeşlerinin katı yazgısını biraz yumuşatmayı, ancak sultanla (*) şahsen
görüşürse sağlayabilirdi. Sultan ise Fas kentinde oturuyordu. Yaşlı hayırsever
insanın önünde şimdi, bir kısmı hiç açılmamış yollarda yapılacak hayli zorlu
bir yolculuk vardı.
(*).
O tarihte Fas sultanı, Muhammed ibn-i Abdurrahman idi ve Fas henüz Fransızların
denetimi altına girmemişti.
Montefiore
iki katırın sırtına yerleştirilmiş bir mahfe içinde yola koyuldu. Kalabalık bir
katırcılar ekibi, bu ağır taşıma aracına, inişli çıkışlı yerlerde ve dar
geçitlerde devrilmemesi için destek vermek zorunda kalıyordu. Taşıyıcıların
gösterdiği bunca özen ve gayrete rağmen, bu mahfenin içinde gerçekten çok
rahatsız bir yolculuk yapılmaktaydı; çünkü sürekli sallanma yolcuda bir çeşit
deniz tutmasına yol açıyordu.
Bereket
versin mahfe içinde yolculuk sadece sabah ve öğle öncesi saatlerinde
yapılmaktaydı. Öğleden sonra ise çadırlar kuruluyor ve dinlenmeye geçiliyordu.
O zaman da civardaki aşiretlerin şeyhleri çıkageliyor, yolculara “muna” ikram
ediyorlardı. Muna, koyun eti, tavuk eti, yumurta, kavun ve daha başka
yiyecek maddelerinden oluşan bir hoş geldiniz ikramıydı.
Sekiz
günlük yolculuktan sonra Sör Moses ile maiyeti, sultan tarafından
görevlendirilmiş bir şeref kıtasının eşliğinde Fas kentine girdi ve kendisi
için özel olarak hazırlanmış küçük saraya konuk edildi. Fas töresi uyarınca
Montefiore, sultan kendisini kabul edinceye kadar bu saraydan çıkamazdı.
Böylece altı gün geçti.
Böyle kabullere sultan bir ata binmiş
olarak geliyordu. Eğer keyfi yerindeyse kır bir ata, keyifsizce boz bir ata,
küskünse siyah bir ata biniyordu.
Kabulün
yapılacağı gün Sör Moses ile maiyeti, çok geniş bir avluya götürüldü. Burada
sultanın askerleri, tören üniformaları içinde selam töreni için beklemedeydi,
bir bandonun çaldığı müzik avluyu inletiyordu. Bütün gözler sultanın biraz
sonra içeriye gireceği kapıya çevrilmişti.
Sultan
acaba kır ata mı binmiş olacaktı?
Birden
büyük kapı açılıverdi ve sultan göründü, kar beyazı bir eşkin ata binmişti. Pek
neşeli görünüyordu, atını dört nala kaldırarak konuklarının yanı başına kadar
geldi.
Ayakta
bekleyen baylar üç adım kalıncaya kadar ona yaklaşıp önünde eğildiler. Sultan
yabancıları selamladı. İngiliz Konsolosu Mr. Reade, önce Sör Moses
Montefiore’yi, ardından maiyetini ve İngiliz konsolosluğu görevlilerini sultana
takdim etti. Sultan da Britanya İmparatorluğu’na duyduğu saygıdan söz etti ve
bu arada İngiliz üniformalarının görünüşünden çok hoşlandığını da belirtti.
Sonra da şerif üniformasını giymiş, göğsüne de Türklerin verdiği mecidiye nişanını
takmış bulunan Montefiore’ye yöneldi.
Sultan
onu da selamladı. “Siz benim yabancım değilsiniz” dedi. “Halkınızın iyiliği
için dünyanın çeşitli ülkelerine yapmış olduğunuz yolculukları bilmiyor
değiliz. Yardımseverliğinizin ve insan sevginizin sadece kendi dininizden
cemaatlerle sınırlı olmadığını, tüm acı çekenlerin ve tüm muhtaçların yararına olduğunu
da biliyoruz. Sizin için ne yapabilirim?”
Sör
Moses Montefiore şu cevabı verdi:
“Majesteleri
lütfedip bir emirname yayınlarlarsa, imparatorluğunuzun dört bir yanında
yaşayan Yahudiler ve Hıristiyanların korunmaları sağlanabilir; güvenlikleri ve
huzurlarıyla ilgili durumlarda hakarete uğramaları önlenebilir ve bu insanlar
majestelerinin öteki tebaalarıyla aynı haklardan yararlanabilir. Bu nitelikle
haklar, bendenizin telkini, rahmetli Türk Sultanı Majesteleri Abdülmecit tarafından 9 Kasım 1840 tarihli
fermanla bahsedilmiş ve geçen yılın Mayısı’nda şimdiki hükümdar Majesteleri
Sultan Abdülaziz tarafından da onaylanmıştır.”
Bunları
söyledikten sonra da Sör Moses, Fas Yahudilerinin arzularını içeren bir
dilekçeyi sultana sundu; sultan da kısa bir süre sonra şu fermanı yayınladı:
“Esirgeyen ve bağışlayan
Allah’ın adıyla!
Kudreti sonsuz yüce Allah’tan
başka buyuran yoktur. İşbu imparatorluğumuz fermanıyla birdiririz ki -Allah
bildirdiklerimizin hayırlısıyla uygulanmasını nasip etsin. İmparatorluğumuz
topraklarında oturan bütün Yahudiler için -Yüce Allah dilediğini dilediği yere
koyar-buyruğumuz odur ki valiler, tüm görevliler ve bütün öteki tebaamız eşit
haklara sahip olsunlar, böylece en küçük bir adaletsizlik dahi onlardan birine
yapılmasın ve de zorlayıcı önlemler alınmasın. Ne resmi makamlar, ne de tek
tek kişiler bundan böyle Yahudilerin şahıslarına da mülklerine de zarar
vermesin. Bizim gözümüzde bütün insanlar eşit hak ve hukuka sahiptir. Bu
nedenle bir kimse bir Yahudiyi incitir ya da yaralarsa, biz onu şiddetle
cezalandıracağız!”
Bu
fermanla Fas Yahudilerinin, halkın diğer kesimiyle hukuk açısından eşit duruma
geldiğini sanmak hata olur. Ne var ki uzun bir süreden beri Fas hükümeti,
Yahudilere karşı haksız davranışlardan ve keyfi eylemlerden dikkatle
kaçınmaktadır.
Fas
Yahudileri artık oldukça iyi bir güvenlik içindeydiler ve kanaatkârlıkları ile
çalışkanlıkları sayesinde de yüksek bir kültür düzeyine erişmişlerdi. Bu da
türlü zorluklar ve sıkıntılarla bir Fas yolculuğu yapan, unutulmaz hayırsever
Sör Moses Montefiore’nin bir başarısıydı.
İspanya
hükümeti Safi kenti olayına karıştığı ve olayın daha başka acılara yol
açmasını önlediği için Montefiore, Fas’tan dönüş yolculuğu sırasında Madrid’e
uğramayı yararlı gördü. Yabancı ülkelerde yaşayan Yahudilere ileride
yapılabilecek keyfi eylemlere engel olmak amacıyla Safi olaylarını Kraliçe
İsabella’ya (*) bizzat anlatıp ona Fas sultanının koruyucu fermanının bir
kopyasıyla İspanyolca çevirisini sundu.
(*)
İspanya hükümdarı II. İsabella (1830-1904), babası VII. Fernando’nun kadınların
tahta çıkmasını engelleyen yasayı kaldırması sayesinde, babasının varisi olarak
1833’te tahta çıktı. Kimi zaman sert, kimi zaman yumuşak bir yönetim tarzı
gösterdi; birkaç defa anayasa değiştirildi; birkaç defa ayaklanma oldu. Son bir
ayaklanmada Paris’e kaçmak zorunda kaldı. (1868) Oğlu XII. Alfonso lehine
tahttan çekildi.
Keza
Paris’e de gidip İmparator III. Napolyon’a fermanın Fransızca bir çevirisini
verdi; imparator bu belgeyi büyük bir memnuniyet göstererek aldı. Gerçi Fas
Yahudileri olayına Fransa doğrudan karışmamıştı; ama yine de III. Napolyon,
Yahudiler karşısında zedelenmiş bulunan adaletin zafer kazanması için
gösterilen bütün çabaları onaylanmış ve desteklemişti.
Londra’ya
döndüğünde dostumuz coşkuyla karşılandı ve kendisine büyük saygı gösterildi.
Guildhall’de
Lord-Mayer, onu Londra kenti adına selamladı. Windsor’da Kraliçe Viktoria, onu
özel törenle kabul etti. Yahudi cemaati ona bir minnettarlık belgesi verdi.
Ülkenin çeşitli yerlerinden gönderilen iki bin mektup, bu saygın ihtiyarın
yaptığı yolculuğun Yahudiler ve Hıristiyanlarca genel bir takdire değer
görüldüğünü kanıtlıyordu. Bu arada siyasal ve dinsel hiçbir etkinliği
bulunmayan bir örgüt, Londra Balık Tacirleri Derneği de, Baron Montefiore’yi
kutlayıp ona şeref üyeliği diploması verdi.
Fakat
çok sürmedi; hayırseverlik hizmetinde yorulmak bilmez azmi, onu bir defa daha
yeni bir yolculuğa çıkardı.
Romanya’da Yahudilerin durumu,
1856’daki ilk zorbaca saldırıdan bu yana düzelmediği gibi giderek daha da
kötüleşmişti. Ne var ki bunun nedeni dinsel olmayıp sadece ekonomikti.
Yüzlerce yıldan beri Yahudiler, bu ülkede ticaret ve el sanatlarıyla
uğraşmaktaydı. Bu zamana kadar sadece çiftçilik yapmış bulunan Romenler, şimdi
ticarete ve el sanatlarına yönelince Yahudi rekabeti onların ağırına gitmişti. Carmen
Sylva adıyla şiirler yazan Kraliçe Elisabeth ([37]),
Romanya’da Yahudilerden nefret edilmesinin nedenleri hakkında şunları yazıyor:
“Yahudilere
yapılan baskılar dinle değil, ırkla ilgilidir. Halklar, içlerindeki başka bir
halkın kendisinden çok daha güçlü olduğunu görmekten hoşlanmıyor. Ülkede
(Romanya’da) nüfus yoğun değildir, el sanatları tümüyle yabancıların (Yahudiler
kasdediliyor) elindedir.... Ne gariptir ki biz hepimiz Kutsal Kitap’la yaşıyor
ve besleniyor olmamıza karşın, kitapların kitabını ortaya koymuş bu halkın
aşağılanmasına izin veriyoruz. Yaptığımız herhalde onları hor görmek değil, aksine
daha çok korkmak; çünkü bu halkın gücünü seziyor, bu güç tarafından istilaya
ve baskılara uğramak korkusuyla kendimizi savunmak istiyoruz. Fakat
Hıristiyanlar niçin onlardan bir şey öğrenmiyor? Bizler Yahudilikten ortaya
çıktık; neden şimdi yüz çeviriyor ve kökenimizi inkâr ediyoruz? En azından
manevi kökümüz orada bizim, başka hiçbir yerde değil: Doğrudan doğruya
Filistin’de!”
O
zamanlar, yani 1867’de, bu “aşağılama”, Yahudilere yönelik korkunç bir
programda öfkesinin derecesini göstermiş, ayak takımı bir halk kalabalığı
diğerleriyle birlikte görkemli bir mimari anıt olan Bükreş Sinagogu’nu
yıkmıştır. Ama asıl bundan sonra cereyan eden bir olay, Romanya’da o zamanki
Yahudi düşmanı zorbalıkların hepsinin üstüne tüy dikmiştir.
Kalas
kentinde on Yahudi, güya yersiz yurtsuz Türk serserisi diye sınır dışı
ediliyor. Bir manga asker, onları Kalas’tan çıkarıp Tuna üzerindeki bataklık
bir adaya götürüyor ve yiyeceksiz, barınaksız olarak oraya bırakıyor. Bu
bedbahtlardan biri yürüyüş sırasında bataklıkta can veriyor, ötekiler ise
Türkler tarafından kurtarılıp Kalas’a geri götürülüyor. Fakat kente girecekleri
sırada Romen askerlerinin süngüleriyle Tuna’nın içine itiliyorlar; sonsuz
huzura bu zavallılar orada kavuşuyor.
Bu
barbarlık eylemi, tüm Yahudilerin yüreğini acıyla sızlatmıştı. Bir kez daha “Board
of Deputies”, çok ağır zulme uğratılmış Romanyalı dindaşlar için yardım çağrısı
yaptı ve bu sefer de Montefiore, Romen hükümetiyle bizzat görüşmeye hazır
olduğunu açıkladı:
“Kralların
huzurunda konuşmak istiyorum.” (Mezmurlar 119, 46)
Avrupa
büyük devletlerinin Bükreş’teki diplomatik temsilcileri, İngiliz Yahudilerinin
Romen hükümeti nezdinde yapacağı girişimin en enerjik biçimde desteklenmesi
yolunda direktifler almışlardı. İmparator III. Napolyon, kahramanımızın isteği
üzerine kendisini kabul etti ve insanlık adına yapılan bu girişimi alkışladığı
gibi yardım edeceğine dair de söz verdi.
Sör
Moses Bükreş’e gelir gelmez o zamanki Prens (şimdiki kral) I. Karol (*)
tarafından kabul edildi ve bu kabulü tamamlarcasına da öğle yemeğine
alıkonuldu.
(*)
I Karol (Carol) (1839-1914) Avrupa devletlerinin baskısıyla Romanya prenslik
olarak kurulunca, bu Alman prens 1866’da özellik III. Napolyon’un desteğiyle
tahta çıktı. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Rusların yanında savaşa girdi. Bu
sayede 1877’de Romanya’nın bağımsızlığını, 1881 ’de de krallığını ilan etti.
Prens
pek güleryüzlü ve konuşkandı. Yemekten sonra konuğunu parkta gezintiye götürdü,
bu sırada bir alay bandosu çalmaktaydı. Sonra da bahçede birlikte kahve içtiler
ve prens konuğuna purolar ve soğuk içecekler ikram etti. Lâkin Montefiore’nin
gelişinin asıl amacına ilişkin tek söz edilmedi.
Sör
Moses’in elde etmek istediği sadece Yahudilerin bundan böyle zorbaca
saldırılardan ve mallarının zarara uğratılmasından korunmalarını güvence
altına almaktı; ne bir eksik ne bir fazla. Şahsen
konuşmak
olanağı bulamayışı üzerine Sör Moses, Romanyalı kardeşlerinin sorunlarını
ayrıntılı biçimde anlatan bir muhtırayı prense sundu. Üç gün sonra da prensin
kendi elyazısıyla yazılmış şu mektubu aldı:
“Sayın
Baronum,
27
Ağustos tarihli mektubunuzu aldım ve derin bir ilgiyle okudum. Yahudilere
ilişkin kaygılar beni ve hükümetimi sürekli uğraştırmaktadır. Sizin Romanya’ya
gelişinize sevindim. Bir konuda kesinlikle emin olmalısınız ki, kötü
niyetlilerin bu kadar çok büyüttüğü şekilde bir dinsel baskı burada asla söz
konusu değildir. Yahudileri huzursuz eden olaylar ise, hep tek tek olaylardır;
bu nitelikteki olaylar da, hükümetimin sorumlu tutulması için bir gerekçe
oluşturmazlar. Din özgürlüğüne gereken saygıyı sağlamayı her zaman bir şeref
görevi sayacak ve Yahudilerin öteki Romenler gibi gerek şahıslarını, gerekse
mülklerini koruyan yasaların yürürlükte kalmasına sürekli dikkat edeceğim.
Bir
kez daha, Sayın Baron, en derin saygılarımın kabulünü rica ederim.”
Ne
yazık ki bu mektupta inkâr edilen dinsel baskının aslında var olduğunu Sör
Moses anlamakta gecikmedi.
Ülkeye
ayak bastığı zaman “Natiunea” gazetesi kışkırtıcı bir makale yayınlamıştı; şu
sözlerle başlıyordu:
“On
dört gün önce okurlarımıza Londralı zengin bir Yahudinin, Sör Moses
Montefiore’nin geleceğini bildirmiştik. Avrupa kabinelerinin tümünün
anahtarına sahip bu adam gerçekten başkentimize geldi. Duyduğumuza göre -şu
sırada henüz ortaya çıkmamışsa da-bu adamın peşinden Bay Gremieux’nün de
gelmesi bekleniyormuş. Romanyalı kardeşlerimize ilkin şunu söylememiz gerekir:
Bu insanlar bizim güzel ülkemizden ne istiyorlar? Uyanın Romenler! Yoksa
Romanya ikinci bir Filistin mi olsun ve özgür Hıristiyan Romenler, İbranilere
kölelik mi yapsın istiyorsunuz?”
Yazı
bu havada sürüp gidiyordu.
Etkisi
de hemen görüldü.
Akşamüzeri
bin kişilik bir kalabalık, baronun kaldığı Ottetelechano otelinin önünde
toplandı. Tehdit edercesine bir tutum içindeydiler; öyle ki otel personeli
telaşlanıp saygın müşterisini uyardı:
“Canınıza
kasdedecekler, Sayın Baron!”
Sör
Moses istifini hiç bozmadan hemen açık bir pencerenin önünde durup kalabalığa
hitap etti:
“İsterseniz
haydi vurun beni! Ben buraya sadece adalet ve insanlık adına geldim; suçsuz
yere zulüm görmüş olanların vekili olarak geldim!”
Ortalığı
birkaç saniye tam bir sessizlik kapladı. Bu kibar ihtiyarın vakur görünüşü, en
ham ruhta bile derin bir saygı uyandırmış olmalıydı. Fakat daha sonra
gürültüler, bağırıp çağırmalar giderek daha da arttı.
Bu
sırada “Alliance”ın Bükreş’teki yerel grubunun başkanı Halfon,
gözyaşları içinde Sör Moses’in yanına gelerek, “Hepimizi birden öldürecekler!”
dedi.
“Korkuyor
musunuz?” diye sordu Sör Moses. “Ben hiç korkmuyorum.”
“Kalabalığın
saldırgan halini görmüyor musunuz?”
“Ben
şimdi üstü açık bir arabayı otelin önüne getirtecek, kentin ana caddelerinde,
trafiğin yoğun olduğu yollarda, hatta kentin dışında gezeceğim. Herkes görmeli
beni. Kötü niyetlerle gelmedim ki ben buraya; aksine adalet ve insanlık adına
geldim. Ben Tanrı’ya güvenirim, beni koruyacaktır!”
Dediğini
de yaptı.
Araba
otelin önünden hareket etti; Sör Moses yanına sadece Dr. Löwe’yi almıştı.
Arabayla dolaşmak iki saat sürdü ve kimse de ona bir kötülük yapmayı göze
alamadı.
Fakat
tuhaf bir durum da vardı: Bir araba, arada belirli bir açıklığı koruyarak
peşlerinden hiç ayrılmamıştı. Caddelerden geçerken, şoselere sapılırken tek
atlı, fakir görünümlü bir araba hep arkalarındaydı. Bir saldırı mıydı acaba
niyeti?
Sör
Moses arabasını durdurdu.
Ortalık
zifiri karanlıktı. Sadece Montefiore’nin faytonunun iki fenerinden çıkan soluk
ışıklar vardı. Arkalarındaki araba şimdi yanlarına yaklaşmıştı.
“Ne
istiyorsunuz?” diye sordu Dr. Löwe Sprache.
O
zaman arabadaki adam aşağıya inip Sör Moses’in yanına geldi ve onunla Almanca
konuştu:
“Kusura
bakmayınız Sayın Baron, ben sadece sizden benim için Prens Hazretleri’ne ricada
bulunmanızı isteyecektim. Ne olur bana, sokaklardaki gaz lambalarını, yine
eskisi gibi yakmama izin verilsin.”
Adam,
Yahudi bir gece bekçisiydi; Yahudi düşmanı hareket sonucu lamba yakıcılığı
olan işini kaybetmekten korkuyordu.
Montefiore’nin
çabaları sayesinde Romanya Yahudileri ayak takımının tecavüzlerinden
kurtuldular. Zaman zaman parlamento olağanüstü durum yasaları çıkardı; 1878
Berlin Kongesi’nde Lord Beaconsfields’in önerisiyle bu yasalara itiraz
edilmiştir.
Bununla
birlikte Romanya, bugün hâlâ Rusya’yla, iki ülkeden hangisinin Yahudilerine
eziyet etmek konusunda daha üstün durumda olduğunu tartışmaktadır. Her iki
ülkede de bugün hâlâ zorbaca önlemler birbirini izlemektedir ve Romanya
Yahudilerinin de Rusya Yahudilerinin de acıklı yazgısının günün birinde
iyileşeceğini gösteren hiçbir işaret de yoktur.
Fakat
Rus Yahudilerinin oldukça iyi durumda yaşadıkları bir zaman da olmadı değil;
yumuşak ve adaletli bir çar olan II. Alexander’in (1855-1881) hükümdarlık
dönemidir bu. O nedenledir ki tüm ülkelerin Yahudileri, bu aydın çarı
minnettarlık dolu derin bir saygıyla anarlar.
Rusya
1872’de, Büyük Petro’nun doğumunun 200. yılını kutlamaya başlarken Sör Moses
Montefiore de St. Petersburg’a doğru yola çıktı; İngiliz Yahudilerinin bir
kutlama belgesini Çar Alexander’e sunacak ve Rus Yahudilerini koruyup
kolladığı için ona teşekkür edecekti.
Çar,
“Yüksek konuk” diye nitelendirdiği seksen sekiz yaşındaki Sör Moses’in
yorgunluğunu ve çabasını bir parça olsun azaltmak amacıyla, sırf dostumuzu
kabul edebilmek için ordunun manevralarını bırakıp St. Petersburg’a geldi.
“Kış
sarayından çıkarken” diye yazıyor Sör Moses, “kalbim minnettarlıkla dolup
taşmıştı. Çarın ve hükümet üyelerinin bana karşı gösterdikleri lütufkâr
yakınlığı ifade edebilecek sözler bulamıyorum. 112
Otelime
geldiğimde saraydan dönüşümü büyük bir sevinç içinde bekleyen yüzlerce kardeşim
tarafından selamlandım.”
Fakat
onu asıl çok sevindiren olgu, St. Petersburg’a ilk gelişinden bu yana Rus
kardeşlerinin ekonomik ve kültürel ilişkilerini çok önemli oranda iyileştirmiş
olduklarını görmesiydi. İnsanın yarattığı bütün iş alanlarında Yahudiler
başarıyla çalışmaktaydılar; öte yandan ibadetlerini de -Rusça veya
Almanca-koro ilahileri ve vaazlarla daha yüksek düzeyde bir ayin törenine
yükseltme, bilimsel eğitimde de çarlık ülkesinin öteki haklarının düzeyiyle
eşit duruma gelme çabası içindeydiler. Büyük bir sevinçle Sör Moses şunları
yazıyor: “Rus Yahudileri yirmi altı yıl önceki durumlarına dönüp bakacak ve onu
bugünle karşılaştıracak olurlarsa, o zaman neden çara teşekkür etmeleri
gerektiğini anlayacaklardır; çünkü sosyal yardımları büyük ölçüde ona
borçludurlar. Eğer onlara hâlâ birkaç kısıtlama uygulanıyorsa, giderek artan
aydınlanmayla bu son olağanüstü hal yasalarının da yakında yürürlükten
kalkacağını umut edebiliriz.”
Ne
ham hayal!
O
birkaç dediği “kısıtlamalar” dokuz yıl sonra III. Alexander’in ünü kötü “Mayıs
Yasaları” oluverdi; binlerce Yahudi varını yoğunu kaybederek dilenecek hale
geldi ve bunca emekle geliştirilmiş kültürleri de yok oldu. O zamandan bu yana
Rusya’da, dünya tarihinde şimdiye kadar benzeri görülmemiş nitelikte tüyler
ürpertirici Yahudi Programları (en son 1905 ve 1906’da) yapıldı.
Şu
koca yer yuvarlağı üstünde bütün Yahudilerin, Rusya’daki kardeşleri için
gösterdikleri bağlılık ve dayanışma hayranlığa değer nitelikledir; ama daha da
büyük bir hayranlığa değer olan, bu altı milyon Yahudinin gösterdiği sarsılmaz
metanet ve sadakatle Kutsal Kitap’ın şu sözünün uygulanmasıdır:
“Sen
güçlü ol ve yürekli ol!” (Yeşu 1, 18)
Seksen
iki yaşındayken Sör Moses günlüğüne şunları yazıyor:
“Gücümün
yavaş yavaş azaldığının farkındayım. Şimdiye kadar zengin lütfuyla beni sevindirmiş
olduğu için Rabbime şükrediyorum.”
Gücünün
günden güne azaldığının bilincinde bulunması, onun aynı yıl (1866’da) bir kez
daha (altıncı kez) kutsal ülkeye yolculuğa çıkmasına engel olmadı. Orada bir
çekirge saldırısı büyük zarara yol açmış, ardından da bir kolera salgını kısa
sürede Kudüs halkının yüzde on beşini kırmıştı. Bu felaketin duyulması üzerine
Sör Moses “Board of Deputies” ile birlikte hemen bir “Kutsal
Ülkeye Yardım Fonu” kurarak acele ihtiyaçların karşılanması için altmış bin
markın çok çabuk Filistin’e gönderilmesini sağladı. Daha sonraki bağışları ise
bizzat dağıtmayı düşünmüştü.
Montefiore’nin
Doğu’ya gelişinde, daha önceki ziyaretlerinde olduğu gibi yine aynı gösterişli
törenler yapıldı: Askeri birliklerin tantanasının eşliğinde vali onu
karşılamaya geldi; Kudüs’e de, sevinçli halk kalabalığı, eski Yahudi hoş geldin
selamını “Barulı haba” (gelişin hayırlı olsun) bağrışırken bir tören alayıyla
girdi. Yaşlı Sör Moses’i özellikle de bir yazar ve hayırsever olan Ludwig
August Frankl’ tarafından kurulmuş okuldan kırk erkek çocuğun saygılarını
sunmak üzere gelmesi pek sevindirdi. Keza valinin kutsal kentte kaldığı sürece
oturduğu evin önüne, sanki bir prens ya da çok yüksek rütbeli bir kumandan
orada kalıyormuş gibi çifte nöbetçi koydurması da gururunu çok okşamıştı.
Bu
sefer de Sör Moses törenlere, davetlere katılmak için gelmiş değildi; hayır,
çalışmak istiyordu; kardeşlerinin iyiliği için çalışmak.
Gelir
gelmez de bütün cemaatlere soru formları gönderdi; bu sorularla nüfus ve iş
durumlarını; ibadet, okul ve hayır kurumlarının çalışma koşullarını öğrenmek,
böylece de etkili bir yardım uygulaması için güvenilir bir dayanak elde etmek
istedi.
Kendisinin
kurmuş olduğu hastane ve yoksullar evini ziyaretinde, her iki kurumun da
amaçlanan hizmeti verdiği kanısına varınca sevincine diyecek yoktu. Hele
tarlalarda gayretli ellerin hevesle çalıştığını gördüğünde, iki bin yıl sonra
Filistinli kardeşlerinin yeniden tarımla uğraşmaya başlamalarını sağlayan
kendisi olduğu için pek mutlu oldu. İsrail ülkesinde tarım yapmak amacıyla yine
geniş araziler almak isterdi; fakat bu sefer yanındaki para bu isteği
gerçekleştirmeye yetecek miktarda değildi.
Sör
Moses ayrıca cüzzamlılar için çok zorunlu olan bir yurdun kurulması ve valinin
de onayıyla -çok eski zamanlardaki gibi-içme suyunu Süleyman’ın gölünden kutsal
kente getirecek yeni bir su şebekesinin yapımı için de temel sermayeyi
oluşturacak miktarda bir bağışta bulundu.
“Kudüs
aklınıza gelsin.” (Yeremya 51, 50)
Kutsal
Kitap’ın bu sözü onun için, peygamberlerin öğütlerini verdiği ve de bir Tanrı
adını ilk kez bildirdiği bu yerlerden kendisini dağlar ve denizler ayırsa da,
her eylem ve düşüncesini hep kutsal ülkenin hayrına yöneltmesinde rehberi
olmuştur. Günün birinde doksan bir yaşındaykendindaşları için yararlı olacak,
adını da sonsuza dek yaşatacak bir işler yapmak dürtüsünü içinde hissedince,
sihirli bir güç onu bir defa daha kutsal ülkeye çekti.
Yedinci
kez yaptığı bu Filistin seferi hakkında, şaşılacak derecede bir zihinsel
kıvraklıkla kaleme aldığı bir günlüğü vardı; bu günlük, “Kutsal Topraklarda
Kırk Gün” adıyla basılmıştır.
Bu
günlükte yolculuklarının çağında bir koruyucu melek gibi yanı başında yer
almış, tüm planlarına ve girişimlerine sevgi dolu katkılarda bulunmuş olanın
anıtmezarında, ona veda edişinin hüzünlü öyküsünü anlatır.
Bu
sefer yolculuğunu Venedik üzerinden yapar. Burada onun şerefine Portekizliler
Sinagogu’nda bir bayram ayini yapılır. İki sıralı dizilmiş okul çocukları
ilahiler söyler ve onların sesi ortalıkta yankılanırken onun gondolü büyük
kanala doğru ilerler. 1705 yılından kalma bir belge onu pek sevindirir. Bu
belge Londra’daki Portekizli Yahudiler cemaati haznedarının, Venedik’te “Yahudi
esirlerin fidye karşılığında kurtarılması kasasına” bir Malta gemisiyle
Venedik’e getirilmiş bulunan üç Yahudi kulenin kurtarılması için altmış duka
altını gönderdiğini gösteriyordu. Sör Moses bu konuda şöyle yazar: “Yahudi
cemaatlerinin acı çeken kardeşlerine karşı her çağda gösterdiği duygu ortaklığı
ve dayanışma artık atasözü haline gelmiştir. İsrail karakterinde en soylu
çizgilerden biridir bu; gelecekte de bu çizginin hep böyle kalacağını güvenle
umabiliriz.”
Açık
denizde de Sör Moses dinsel görevlerini eksiksiz yerine getirdi.
İskenderiye’den Yafa’ya gidilirken Şabbatını, sanki Londra’da ya da East’Cliff
Lodge’daymış gibi kutladı. Yedi kollu Şabbat lambası yine yakıldı. Montefiore
ailesinin sadık manevi danışmanı Haham Dr. Löwe, saygıya layık çok eski dualar
okudu ve kitabın Tora veya Peygamberler bölümlerine ilişkin yorumlara dayanarak
kutsal metin açıklamaları yaptı.
Bu
güzel Şabbat gecesinde gemi, kutsal ülkeye doğru yol almaktaydı. “Yolcuların
pek azı uyuyordu. Çoğu güvertede derin düşüncelere dalmıştı. Çevremizde tam
bir sessizlik vardı; öylesine bir sessizlikti ki bu, insan başkalarının
neredeyse kalp atışlarını duyabilecekti. Sanki bir soru, herkesin dilinin
uçundaydı: Acaba gözlerimiz ne zaman Kutsal Topraklar’ın ilk görüntüsüyle
sevinecek. Büyük şairimiz Yelıuda Halevi’nin, Kudüs’ün büyük kapısından içeri
girerken söylediği sözler geldi aklıma: ‘Putatapar devletler değişiyor ve sona
eriyor. Yalnızca senin şanın, ey Siyon ([38]), sonsuza kadar
sürecektir; çünkü Tanrı, ev için seni seçti. Ne mutlu o insana ki senin
ışığının parıltılar saçarak doğduğu yerde, tam bir inançla bu anı beklemiştir.”
Çok yaşlanmış olan kahramanımız için bu sefer de coşkulu bir karşılama töreni
hazırlandığını söylememize gerek yok. Ne var ki insan hayatı ölçülerine göre
Sör Moses, bu sefer özlemlerinin ülkesine herhalde son kez ayak basmaktaydı.
Çok
ileri yaşından dolayı Montefiore, daha önceki gelişlerinde olduğu gibi
gümbürtülü müzik eşliğinde, bağrışan halk kalabalığının arasından, hoş geldin
söylevleri dinleyerek Kudüs’e girmek istemedi. Onun için de hiçbir karşılama
töreni yapılmaması uyarısında bulundu ve geliş tarihini de gizli tuttu. Her
çeşit heyecandan kaçınmak amacıyla yolculuğunu birkaç defa gece yaptı.
Ay
ışığında yapılmış böyle bir yolculuğu şöyle anlatır:
“Mehtap
çıkıncaya kadar bekledik, sonra da saat biri yirmi geçe Bab-el-Vad’dan hareket
ettik. Vadilere inip dağlara tırmanırken ay, kayaların ardından kaybolup da
kumların üstüne uzun siyah gölgeler düşürünce, zaman zaman kaygılandığımız
oluyordu? Daha önceleri yolcular, Bedeviler ya da atlı haydutlar tarafından
tehdit edildiği için tehlikeleri de düşünmek zorundaydık. Ne var ki şimdi, çok
şükür, Türk hükümeti sıkı önlemler aldığı için, kendi halinde hacılara karşı
böyle saldırılar artık hiç duyulmaz oldu. Tam da bunları zihnimden
geçiriyordum ki ansızın iki Bedevi, bir kayanın ardından ortaya çıkıp hızlı
bir tırısla atlarını doğruca bizim arabaya sürdüler.
Aman
Tanrım, diye geçirdim içimden, az önce Türk polisini övmem yoksa biraz erken
mi olmuştu? Bu iki adam bizden ne istiyordu acaba?”
Dr.
Löwe arabadan aşağıya atladı. Fakat iki Bedeviye bakar bakmaz onları hemen
tanıdı; bunlar Kudüs’ten iki hahamdı. Dr. Löwe ikisini de Yahudi selamıyla ‘Şalom
alehem’ (Barış sizinle olsun Arapçası: Selamün aleyküm) diye selamladı.
Kudüs’te Şabbat günü biter bitmez bu hahamlar, Montefiore’nin hac kervanının
varış zaman ve saatini kervan henüz Yafa-Kudüs yolundayken öğrenmek için atla
yola çıkmışlar. Fakat Sör Moses törensel bir karşılamanın her çeşit
dağdağasından kesinlikle uzak durmak istediği için hahamlar tersyüz Kudüs’e
dönmek zorunda kaldılar.
Gelgelelim
Sör Moses, yine de caddelerde sevinçle bağrışan yoğun bir kalabalık buldu
karşısında. Bu sefer eksik olan sadece iki geçeli dizilmiş askerler ile
selamlamaya gelememiş olan valiydi. Buna karşın cemaatlerin dünyasal ve dinsel
bütün yöneticileri, hayır kurumlarının ve tarım kolenilerinin başkanları tam
kadro oradaydı; Montefiore daha önceki ziyaretlerinde yaptığı gibi onlarla yine
görüştü.
Bu
defaki Filistin seferinde bir konu üzerinde dikkatini yoğunlaştırmıştı: Kutsal
ülkede yaşayan din kardeşleri yardıma muhtaç ve layık mıydılar? “Board of
Deputies” Filistin Komisyonu’nda, Filistin Yahudilerinin çalışma heveslerinden
kuşku duyulmakta ve kutsal metin bilginlerinin Batılı dindaşlarınca himaye
görmesine itiraz edilmekteydi. İsrail ülkesi halkını yeniden tarımla uğraşmaya
yöneltmek isteği şimdi bütün Filistinlileri kapsamakta, sofuluk ve teolojik
bilginlik yoluyla çiftçilikten başka bir alanda yetenekli olduklarını
gösterenleri de içine almaktaydı.
Montefiore,
Filistin Yahudilerinin çalışma hevesi ve çalışma yetenekleri ile kutsal metin
bilginlerinin hizmet açısından amaca yatkınlık dereceleri hakkında bilgi
edindikten sonra “Kırk Gün”de şunları yazar:
“Onlar
yardıma muhtaç ve de layık mıdırlar? Kesinlikle.
Çalışmaya
istekli ve yetenekli midirler? Hiç şüphesiz.
Onlara
yardım etmeli miyiz? Kendi kutsal metinlerimiz bize yetmiyorsa, hayatlarını
Tanrı’ya ibadete adayan kimselerin yardımdan ne ölçüde pay almaya hakkı
bulunduğunu Yahudi olmayanlardan öğrenebiliriz. Hayır amaçlı kurumlar, vakıflar
ve görkemli dinsel tesisler (manastırlar) ele almış, sonra da buraların
yaşatılması için dünyanın her tarafından, üstelik hem kendi halinde sıradan
yurttaştan, hem de yeryüzünün hemen bütün iktidar sahiplerinden alınmış
bağışların yıllık payına bakılır. Biz İsrailoğulları, başka dinlerden olanların
biraz gerisinde durmalı ve şöyle demeliyiz: Bizler pratik hayatın insanlarıyız;
her Kudüslü çalışmak ister; bizim kitaplar üstünde habire kuluçkaya yatan,
sonra da bu şekilde hayatın kendisine yükümlü kıldığı görevi yaptığını
söyleyen, ama gerçekte bize gönderilen yardımları kapmak için pusuda bekleyen
insanların ortaklığına ihtiyacımız yoktur.
Kudüs
Yahudileri olsun, kutsal ülkenin diğer kesimlerindekiler olsun, hepsi de
gerçekten çalışıyor; hatta Avrupa’daki çoğu insandan daha da gayretlidirler.
Öyle olmasalardı, yaşamayı başaramazlardı zaten.
Fakat
eğer onların bu çalışmaları yeterince para kazandırtmazsa, ülkenin ürünleri
kolayca satılmazsa, halk hastalık, kıtlık veya başka felaketlere uğrarsa, o
zaman harekete geçip onlara yardım etmemiz gerekir.”
Montefiore
herhalde kutsal ülkeye yapılmış bağışların kullanımında hiçbir yakışıksız
durumun bulunmadığı kanısına varmış olmalıydı.
Filistin’de
bu sefer gördüğü ve işittiği şeyler, içini sevinç ve kıvanç dolu bir hoşnutluk
duygusuyla doldurmuştur. Üç inşaat şirketi Kudüs’ün büyük kapıları önünde
sağlıklı konutlar yapıyordu. Eskiden bomboş olan topraklarda şimdi güzel evler
ve gelişen bir tarım vardı. Kutsal kentin Yahudi nüfusu 11.000 (1908’de 40.000)
olmuştu; 28 sinagogda ders veriliyor ve halk aydınlatılıyordu. Sör Moses’in
bundan önceki gelişinde yaptırdığı yel değirmeni, öylesine zorunlu bir ihtiyacı
ortaya çıkarmıştı ki onun yanında iki değirmen daha çakıldamaya başlamıştı.
Sör
Moses bakışını ne yöne çevirse, ister tarlada zeytin ağacının gölgesinde, ister
bir okul binasının içinde ya da sessiz örgü odalarında gıcırdayan çıkrığın
veya zahmetli düğümlerin atıldığı halı tezgâhının yanında olsun, ister gelen
gidenin kaynaştığı pazar meydanında veya Tanrı’nın yüce sözlerini derin derin
düşünen ak sakallı bilginlerin inceleme odasında olsun, her yerde hep çalışma
ve çalışma sevinci görülüyordu.
Montefiore’nin
teşvikiyle pek çok şey yapılmıştı; birçok şey de yarım kalmış, tamamlanmayı
bekliyordu. Montefiore’nin başlattıklarını, Baron Edmund Rothschild candan
ilgi göstererek ve zengin olanaklarla devam ettirdi.
Yalnızca
-çoğu Rusya’dan gelmiş-göçmenler değil, Yafa ve Kudüs’ten de birçok kentli
insan tarımla uğraşmaktaydı; öyle ki ülkenin refah düzeyi -dolayısıyla da
kültürü-yıldan yıla yükseldi. Örneğin Yafa liman kentinin ihracatı son yirmi
yıl içinde dört kat artmıştı ve “Bu ihracat hemen hemen tümüyle tarım
ürünlerinden oluşuyordu; bu da, Filistin’in genel tarımsal gelişmesinde nereye
ulaştığını göstermektedir”.
Bugün
38.000 hektarlık bir alanı kaplayan otuz kolonide Yahudi çiftçi sapanının
başındadır. Kuşkusuz bu çalışma, buralara yerleşmiş insanları zenginliğe
götürmeyecektir; tutumlulukları ve sürekli çabaları onlara sadece mütevazı bir
geçim garantisi sağlamaktadır. Fakat hepsinin de yüzüne hoşnutluğun nurlu
parıltısı yayılmaktadır. Onlar kaygı nedir bilmiyorlar; çünkü:
“Toprağını
işleyen ekmeğe doyar.”
(Süleyman’ın
Meselleri 12, 11)
Sevdiğimiz
bir akraba, dost ya da tanışımızın sevinçli bir gününde duygularımızı onunla
paylaşmak istediğimizde, kutlamamızı, “Yüz yaşına kadar yaşayasın!” sözüyle
pekiştirmeyi severiz.
Lâkin
günümüz iş hayatının insanın gücünü çoğu kez zamanından çok önce tüketen zorlukları
karşısında, yüz yaşına kadar yaşama dileğinin bir insanda gerçekleşebileceğini
de pek sanmayız.
Bizim
vefalı Tanrı savaşçısı Montefiore için de yüz yıllık bir ömür dileği yeterince
sıklıkta söylenmiştir; herhalde kendisinin de böyle bir dilekte bulunduğu
olmuştur. Hem niye dilemesin ki bunu? Tanrı’nın rahmeti göze çarpan biçimde
onun üzerindeydi; çünkü “çok ileri yaşında gözü zayıflamadı ve gücü de
eksilmedi”. (5, B, 34, 7)
Bununla
birlikte hayatının son on yılında kamusal hizmetten giderek iyice çekildi. “Board
of Deputies” kurumunun başkanlığından istifa etti. Buranın yöneticisi
olarak kırk yıla yakın bir süre yaptığı başarılı hizmeti maddeten de
ödüllendirmek amacıyla çalışma arkadaşları, bir para bağışlama kampanyası
düzenlediler; 240.000 mark tutarında bir para toplandı. Bu armağan para,
dilediği gibi harcasın diye dostumuza verildi. Ne amaçla kullandı bunu acaba?
Nereye akıtıldı dersiniz bunca para? Hemen tahmin edebiliriz: Filistin’e elbette;
hem de ev inşaatı ile tarım işlerinde gereken krediyi verecek bir bankanın
kurulması için.
Görevlerinden
ayrılmasına rağmen Sör Moses, gerek Yahudi cemaatlerinin, gerekse yurdunun
sevincine ve acısına katılmayı sürdürdü. Bir yerden yardım çağrısı ulaşınca
kendisine, eskiden yaptığı gibi oraya hemen elini uzatıyor; hayır işleri
konusunda masasına konulan her mektuptaki sorun, mutlaka çözüme
ulaştırılıyordu. Tıpkı girişim şevkinin en canlı olduğu günlerdeki gibi -çok
ileri yaşına aldırmadan-din kardeşlerine derman olmaktaydı. Birliğini daha yeni
kurmuş Alman İmparatorluğu’nda Yahudi düşmanı hareketin yaygınlaşması,
Rusya’da Yahudilere korkunç zulümlerin uygulanması, Macaristan’da ortaçağdan
kalma bir suçlamanın, dinsel tören amacıyla insan öldürme suçlamasının
yapılması, onun ruhunda acı yankılara yol açıyordu.
Düzenli
biçimde okuduğu günlük iki gazeteden İngiltere ve Rusya’daki siyasal hayatın
gelişimini izlemekteydi.
Galler
Prensi -şimdiki Kral VII. Eduardhasta olup yatağa düşünce, Sör Moses sanki
ailesinden en değerli bir yakını hastalanmış gibi çok büyük kaygılara
kapılmıştı. Derin bir üzüntü içinde Kudüs baş hahamına telgraf çekerek
Filistin’in bütün sinagoglarında, İngiltere veliahtının bir an önce şifa
bulması için ayinler düzenlenmesini istemişti. Prens iyileşince de Sör Moses,
duyduğu sevinçle günlüğüne şunları yazmış:
“Yüce
Tanrı, majestelerinin milyonlarca sadık tebaasının, çok geniş imparatorluğun
her tarafından yükselen dualarını kabul etti. Galler Prensi’nin çok değerli
hayatı kurtuldu.”
Montefiore’nin
dostlarından biri de Canterbury Başpiskoposu Bay Tait idi. Yüksek makam sahibi
bu kilise görevlisi ölüm döşeğinde yatarken Sör Moses, onun sağlık durumunu
her gün telgrafla sormuştu. Fakat ah, haberler gittikçe kötüleşiyordu. Sonunda
ölüm, piskoposun acılar çektiren hastalığına son verince, Yahudi arkadaşı
üzüntüsünü şöyle haykırmıştı:
“Bana
bir hançer batırıldı sanki!”
1881
Martı’nda tüm dünya, Çar II. Alexander’e yapılan bombalı suikastle derinden
sarsılarken Montefiore, çok parlak bir kabul töreniyle kendisini onurlandırmış
olan bu hükümdarın ölümünden dolayı yas tuttu. Bu yaşına, Rusya’daki
kardeşlerinin durumunun şimdi yeniden kötüleşebileceği kaygısı da eklenmişti.
Bu nedenle de yeni çar III. Alexander’e taç giymesi vesilesiyle bir kutlama
yazısı gönderdiği bu yazıda hükümdardan egemenliği altında yaşayan İsrail
çocuklarına çarlık himayesini esirgememesini de rica ediyordu. Çar,
Montefiore’nin bu yazısını bizzat okudu ve bakanı aracılığıyla cevap da verdi.
Yurtiçindeki
ve dışındaki hayata hiç eksilmeyen bir ilgi gösterirken tam bir beden ve zihin
zindeliği içindeydi.
Tanrı’nın
inayetini lütfederek “yüz yıla kadar” ömür ve sağlık bahşetmesi, bu “İsrail
Prensi”nin hayırlı işlerini ne kadar yüksek derecede ödüllendirdiğini
gösterir.
Montefiore’de,
hiç kuşkusuz, Kutsal Kitap’ın şu sözü gerçekleşmişti. (Mezmurlar 92, 13-15):
“Doğru
adam bir hurma ağacı gibi yeşerecek; Lübnan’daki sedirağacı gibi büyüyecektir.
Rabbin evinde dikilmişlerdir; Tanrımızın avlularında çiçeklenecekler ve
yaşlandıkları zaman da yine çiçek açacak, meyve verecek ve taze kalacaklardır.”
Onu
hep böyle taze kılan neydi? Düzenli, basit yaşayış tarzı ile açık havada
-İngilizlere özgübedeni hareket ettirmek ve çalıştırmak merakı. Yüz yaşındaki
adam da her gün gezintisini yapıyordu. Bir de neşeli yarenliklerin meraklısıydı
ve “Gotik Kütüphanesinde konuklarıyla bir bardakçık şarap eşliğinde, bir saat
kadar sohbet etmekten pek hoşlanıldı.
Kamış
bayramının kutlandığı hafta boyunca gelenleri Sör Moses, kamış kulübesine
götürür, orada sekiz gün yemekler yenirdi. Kamışlarla örtülmüş, içi yedi kollu
gümüş avizeyle aydınlatılmış bu çardakta, bayram şerefine çiçeklerle süslenmiş
masanın etrafında Hıristiyan konukların da sık sık toplandığı olmuştur.
Oksford’dan
büyük bilgin Max Müller (•), bir defasında bu sevimli bayramda, akrabası iki
bayanla birlikte Sör Moses’in konuğu olmuştu. “Kamış kulübede oturmak” diye
tanımlanabilecek bu çok anlamlı Yahudi geleneğinin, Profesör Müller üzerinde
nasıl derinlemesine bir etki yaptığını onun şu teşekkür sözlerinden anlıyoruz:
“Sarayda Alman İmparatoru I. Wilhelm’in sofrasında otururken, içimde sanki
İmparator Büyük Karl’ın ([39])
meclisinde bulunuyormuşum düşüncesi, belirmişti. Burada, Sör Moses
Montefiore’nin kamış kulübesinde ise sanki İbrahim Peygamber’in yanında, onun
meleği konukseverlikle karşıladığı ve bütün ziyaretçilerin gönlünü hoş ettiği
çadırının içinde oturuyormuşum gibi bir duyguya kapıldım.”
8
Kasım 1883’te, Sör Moses’in yüzüncü yaşına bastığı gün Ramsgate kenti, şimdiye
kadar surları içinde hiç görmediği sayıda insanı bir araya gelmiş olarak gördü.
Kent
bayrammış gibi süslenmiş, caddelere taklar kurulmuş, bu taklara Montefiore’ye
saygıyı ve övgüleri dile getiren yazılar yazılmış, pencerelerden pencerelere
hevenkler uzatılmıştı. Limandaki gemilerin direkleri flamalarla donatılmıştı.
Müzik
başladı. Tören alayı hareket etti. Alayın yürüyüşü üç çeyrek saat sürdü. Uzak
ve yakın yerlerden yöneticiler, işçi birlikleri, posta ve polis memurları,
hayır kurumlan, itfaiye, okul çocukları, bütün mezheplerden din adamları,
Yahudi cemaatlerinin temsilcileri herkes selam verip sevinçle haykırarak
yurttaşları hayırseverin önünden geçerken; o da balkonda durmuş, başlığını
çıkarmış, elini sallıyor, sürekli teşekkür ederek bu saygı gösterisine karşılık
veriyordu. Yaşlı dedemiz en çok da kraliçenin gönderdiği telgrafa sevinmişti.
Telgrafı okur okumaz da, balkonun önünde ona seranat yapan şarkıcılardan ulusal
marşı söylemelerini rica etti. Marş söylenince de ülkenin iyi kalpli anası
için kalabalığın haykırdığı coşkulu yaşa sesleri ortalığı inletti.
Öğleden
sonra Londra Başlıahamlık temsilcisinin yüz yaşına basan insan için yaptığı
bir duayla başlayan bir bayram ayini gerçekleştirildi. Kutlamak amacıyla gelen
heyetler birbirini izledi; akşamın geç saatine kadar villa ziyaretçilerin
akınına uğradı. Karanlık bastırınca da Ramsgate kenti peri masallarındaki gibi
bir ışık seliyle donandı; bu sırada otellerde, kent yönetimi ile kilise
hesabına, tüm yoksullara ve hastalara ziyafet çekildi.
“Rabbin yarattığı gün budur.” (Mezmurlar 118,
24)
O
güne kadar resmi sıfatı olmayan sıradan bir adama hiç böylesine büyük saygı
gösterilmemişti. Hiçbir ölümlü de böylesine büyük saygıyı Sör Moses Montefiore
kadar hak etmemişti.
Bu
sevgi ve şükran gösterileri ertesi yıl da tekrarlandı. O yıl (1884’te) Sör
Moses, gönlünde Kutsal Topraklar’da Yahudi koloniler kurmak arzusunu yaşatan
pek çok Avrupalı Yahudinin “Siyon Dostları” adlı bir örgütte bir araya
geldiklerini görmek mutluluğunu yaşadı. Filistin sevgisini bu kadar çok kalpte
uyandırmış olmasının bilinci, belirgin bir gururla doldurdu içini.
“Otuz
yıl önce çok kimse Vaat Edilmiş Ülke’nin ([40]) sadece sözü
edildiğinde dahi gülüyordu. Bugün ise o gülenlerin bazıları, onun en cömert
bağışçıları arasında sayılıyor.”
Sör
Moses yüz yaşını tamamlarken ilk kez hasta olduğundan söz edildi. Zaman zaman
başgösteren şiddetli öksürük nöbetlerinden acı çekmekteydi. Bir hekim
çağrılmasını ise kesinlikle istemiyordu. Güçlü beden yapısı sayesinde, hâkim
yardımı olmaksızın da bütün nöbetleri atlatmıştı. Sadece tapınağa artık gidemediği
için üzülüyordu. Bu yüzden Şabbat günü vaaz vermesi için hahamı eve getirtti
ve ondan kolejde verdiği dinsel konferansların bir kopyasını istedi.
Sör
Moses’in yüz yaşında bir ihtiyar olarak artık dünyadan elini eteğini çektiğini
ve “sobanın arkasında yumuşak şiltesinde oturarak” yavaş yavaş kuruduğu
sanılmasın -büyük bir yanılgı olur bu! Şimdi o, yanında konuklar görmekten
daha da çok hoşlanıyor; onlarla benzersiz mutlulukta ve yığınla hayır işleyerek
geçmiş, yüce Tanrı’nın da açıkça rahmetini göstermiş olduğu hayatı hakkında
sohbetler ediyordu:
“Gittiğin
her yerde seninle birlikte oldum ve sana dünyadaki büyüklerin adı gibi bir ad
yaptım.” (1. Tarihler 17, 8)
İyilikseverliği
de hiç değişmemişti. Sanatına düşkün bir ressam gibi, tablosu üzerinde çalışmasını
tek bir gün dahi aksatmamış, gerçekten de -Şabbat ve bayram günleri dışındabir
Yahudi veya Hıristiyan kurumu, okulu veya hayır derneği yararına ya da
sıkıntıya düşmüş bir kişi için çek yazmadığı tek bir günü olmamıştır. Her gün
sadık sekreteri Dr. Löwe’ye şöyle sormuştur:
“Yapılacak
başka bir şey var mı? Varsa yapalım. Bir çek daha yazmam gerekiyorsa, gücüm
yettiği sürece yazmak isterim.”
“Şimdilik
yok bir şey, Sör Moses. Gerekirse size hatırlatırım.” “Şükürler olsun Rabbime,
bunca zamandır bana iyilikler yapma olanağı verdiği için.”
Bu
eşsiz adamın birçok dostu ve hayranı, mutlaka şu arzuyu içlerinden
geçirmişlerdir: “Ah, ne olur, sonsuza dek yaşayabilse!” Gelgeldim insanoğlunun
en iyisi ve en soylusu, Tanrı’nın en sevgili kulu da doğanın değişmez, ebedi
yasasına uymak zorundaydı. Montefiore de.
Yüzüncü
doğum gününü izleyen kışı oldukça sağlıklı geçirdi. Fakat 1885 Nisanı’nda
gazeteler, onun gittikçe artan dermansızlığına ilişkin haberler vermeye
başladı. Mayısta yeniden toparladı kendini, kraliçenin doğum gününde dostlarına
bir yemek verdi ve Ramsgate’deki yoksullar ile Londra’da Yahudi çocuk
yuvalarında bulunan öksüzleri de birer ziyafetle ağırladı. Haziranda da durumu
iyiydi. Fakat temmuzun sonlarında halsizlik başladı; hem öylesine kaygı uyandıracak
ölçüdeydi ki, en kötü ihtimale hazırlıklı olunmasını haber veriyor gibiydi.
Dr.
Löwe hep onun yanındaydı ve dış dünyada olup biten her şeyi ona bildiriyordu.
Sör Moses’in zihni tam bir berraklık içindeydi. İkide bir de, “Yapılacak başka
bir şey var mı?” diye soruyor ve bu sırada eliyle de sanki bir çek imzalamak
istiyormuş gibi bir hareket yapıyordu. Akrabaları, dostları, hahamlar, sinagog
görevlileri, sadık hizmetkârları... hepsi de gözyaşları içindeydi ve sonsuz
yolculuğuna hazırlanan iyi yürekli efendileriyle vedalaşmak için gelmişlerdi.
Sabah
duası zamanıydı.
Bu
soylu dedenin hasta yatağı etrafında durmakta olan herkes, yarı yüksek bir
sesle dua etti:
“Tanrım!
Bana vermiş olduğun ruh temizdir. Onu sen yarattın; onu benim içime sen üfledin
ve içimdeyken de sen korudun. Günün birinde onu benden alacak ve sonsuz
rahmetinin parçası yapacaksın...”
Birden
sustular:
Sör
Moses Montefiore artık yoktu!
Tanrı’nın
bu sadık kulu kavgasız, tüm uysallığıyla ve huzur içinde tanrı evine dönmüştü.
(28 Temmuz 1885)
***********
Moses Morıtefiore'de yürek
Sevgiyle
sevecenlikle çarptı hep,
Acı
çekenler için, çaresizler için
Tasalanmaktan
bıkmadı hiç.
Onun
adı, övülerek kahramanlığı
Taştan
da topraktan da
Çok
daha uzun süre yaşayacak!
Bu adı
yüzyıllar yüzyıllara
Vefalı
Yahudi yüreğinde saklayarak
Aktaracak.
******************
Binlerce yıldır dolaşır
Minik bir söz dudaklarında,
Kâh alaylı kâh saygıyla...
Ama oldu hep dayanağı halkımızın!
Horlanırken, vurulmuşken zincirlere!
Ve de perişanken insanlarımız
Türlü çilelerin pençesinde...
Hep yaşadı, ölmedi asla:
Vefalı Yahudi yüreğiydi bu.
**
Kâh ürkek ve çekingen
Bir güvercin gibi;
Kâh dişi bir aslan kadar
Atak ve kudretli,
Yavrularının yanındaydı hep
En gaddar yağmalarda bile.
El ayağı tutmasa da
Engin bir ruh doldururdu içini.
İnce bir kamıştır, eğilir rüzgârda;
Köklü bir ağaçtır, yükselir bulutlara...
Böylesine benzersiz, hem sert hem yumuşak,
Bu sensin işte, ey vefalı Yahudi yüreği!
**
Eğer överse başkaları atalarını,
Karanlık zamanlarda yaptıklarını,
Gururla kalkan parmakları gösterirse
Kimi savaşların kanlı planlarını,
O zaman vuruşturma sözlerle bizi,
Ne şakası gerek bize lafın ne ciddisi,
Bırak sadece tek bir şey
Arasın sessizce hakkını
Yaralı Yahudi yüreği!
**
Benim halkım kim öğretti sana
Ağlamayı çaresizlerin acılarına?
Felaket çökünce kardeşinin ocağına
Bir bayrak altında toplaşmayı kim?
Kim öğretti teselli etmeyi,
Hastalara bakmayı,
Başkalarının tasalarına
Gönülden katılmayı?
Cömertçe bağışlarda bulunmayı kim?
Hep o senin vefalı
Yahudi yüreğin değil mi?
**
Kim öğretti sana dalgalandırmayı
Dört bir yanda korkmadan bayrağını?
Kutsal güçlerle yoğrulmuş sözleri,
Sözlerin en kudretlisini “Dinle İsrail!”
demeyi kim?
Ya böyle coşkuyla haykırırken
Gözlerini de gökyüzüne dikmeyi?
Her şeyin en harikası
Anaların dindar Yahudi yüreği
Değil mi?
Leopold
Kompert
Moses Montefiore’de yürek
Sevgiyle sevecenlikle çarptı hep,
Acı çekenler için, çaresizler için
Tasalanmaktan bıkmadı hiç.
Onun adı, övülerek kahramanlığı
Taştan da topraktan da
Çok daha uzun süre yaşayacak!
Bu adı yüzyıllar yüzyıllara
Vefalı Yahudi yüreğinde saklayarak
Aktaracak.
Eugen
Wolbe
Kaynak:
Dünyanın En Ünlü Yahudisi-Sör Moses MontefioreBir Yaşamöyküsü, Yazan: Dr. Eugen
Wolbe Çeviren: Esat Nermi Erendor, Temmuz 2000, İstanbul
[1] Tanrıların habercisi, eski Yunan mitolojisinde Hermes adlı Tanrı
’dır. Hırsızların ve tüccarların da koruyucusudur. Romalılar ona Merkür
derler.
[2] Yahudiler İspanya ve Portekiz’den, son İslam devleti Beni Ahmer
devletinin Î492’de yıkılması üzerine kovuldular. 711’de İspanya ve Portekiz’de
başlayan İslam egemenliği sırasında Yahudiler, bu ülkede baskıya uğramadan yaşamıştı.
Kovulan Yahudilerin bir kısmı Kuzey Afrika’ya ve İtalya’ya gitti; bir kısmını
da Osmanlı Sultanı II. Beyazıt özel gemiler göndererek ülkesine getirtti.
[3] Mediciler, 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar Floransa ’da saltanat
sürmüş bir banker ve tüccar ailesidir. Adlarını 13. yüzyıldan itibaren
duyurmuşlar, ticaret yoluyla büyük servet edinmişlerdi. Egemenlikler sırasında
Livorno Limanı’nı kurdular. Bu aileden papa, Fransa kraliçesi, düka olan
kişiler de vardı.
[4] Mezmuh kutsal şiirdir. Çoğulu Mezamir’dir. Makamla okundukları
için bunlara ilahi de denir. Bu şarkılar eski İbranilerin Zebur adı verilen
kutsal kitabından yer almıştır. Zebur, Tanrı tarafından Peygamber Davut’a
gönderildiğine inanılan kitaptır. Müslüman inancı da bu doğrultudadır.
[5] Şabat (Şabbat) günü, Tanrı’nın Musa’ya bildirdiği on buyruktan
birine göre, Yahudilerin dinlenme zorunda oldukları haftanın yedinci günü,
Cumartesi günüdür. Sofu Yahudiler evlerinde bile iş görmezler, dua ve ibadetle
vakit geçirirler.
[6] Kudüs Tapınağı’nın Yahudi Peygamber-kralı Süleyman tarafından
yaptırıldığına inanıldığından bir adı da Süleyman tapmağıdır. MÖ 10. yüzyılda
yapıldığı sanılıyor. MÖ 586’da Yahudi Krallığı çöktü, on binlerce Yahudi
Babil’e sürüldü Kudüs Tapınağı da yıkıldı. 538’de Yahudilerin yurtlarına
dönmelerine i- zin verilince Kudüs’te ikinci bir tapınak inşa edildi. Bu
tapınak MS 70’te Romalılar tarafından yakıldı. Bugün sadece temel
duvarlarından bir parçası bulunmaktadır ve Ağlama Duvarı diye adlandırılır.
[7] “Diaries of Sör Moses and Lady Montefiore”,
by Dr. L. Love, Londra 1890. Bu eser Montefiore’nin Hayat Öyküsü için ana
kaynak olmuştur.
[8] Getto, eskiden özellikle Doğu Avrupa kentlerinde Yahudilerin
oturduğu mahallenin adıdır. Yahudiler dinsel varlıklarını korumak için,
belirli bir yerde topluca yaşamayı gelenek haline getirmişlerdi.
Hıristiyanlıkla birlikte bu durum bir çeşit dışlamaya dönüştürüldü. İkinci
Dünya Savaşı’nda Nazi/er gettoların çevresini yüksek duvarlarla kapatarak buraları
hapishaneye çevirdiler.
[9] Birçok ülkede Yahudiler, özel işaretler taşımak zorunda
bırakılmıştır. Bu işaret günümüzde İsrail bayrağında bulunmaktadır. Hitler
Almanyası’nda her Yahudi bu işareti bir pazubant üzerinde taşımakla yükümlüydü.
Benzeri uygulamalar Avrupa’da ortaçağdan bu yana yapılagelmiştir.
[10] Rothschild ailesi, Avrupa’nın ünlü banker ailesidir. 18. ve 19.
yüzyıllarda Avrupa’nın ekonomik ve politik tarihi üzerinde etkili oldular.
Avrupa’nın başlıca kentlerinde bankalar kurdular.
[11] Kutsal Kitap: Kitab-ı Mukaddes de denilen kitap, Ahd-i Atik (eski
antlaşma) ve Ahd-i Cedid (yeni antlaşma) diye iki bölümden oluşur. Yahudiler
Ahd-i Atik’i, Hıristiyanlar her iki bölümü kutsal sayarlar. Ahd-i Atik,
İbranice yazılmıştır ve üç bölümdür. Birinci bölüm beş kitaptan oluşur,
“Tevrat” adını taşır. Yahudilerin asıl kutsal kitabı olan bu bölüme
“Musa’nın Beş Kitabı” da denir.
[14] Nauarino Savaşı: Osmanlı Devleti’ne karşı Mora’da ayaklanan
Yunanlılar 1822’de bağımsızlıklarını ilan ettiler. İsyanı bastırmak isteyen Osmanlı-Mısır
ordusu 1827’de Atina’ya girdi. Bunun üzerine İngiltere, Fransa ve Rusya, Londra’da
bir antlaşma imzaladılar. Bu antlaşma Yunanistan’ın bağımsızlığını kabul
ediyor ve bunu tanımadığı takdirde Osmanlı Devleti’ne baskı uygulanmasını
öngörüyordu. Osmanlı Devleti bu öneriyi kabul etmedi. Bunun üzerine üç devlet,
Osmanlıları kabule zorlamak amacıyla Amiral Codringten komutasındaki
donanmalarını Doğu Akdeniz’e yolladı. Aslında bir gövde gösterisi amacını
taşıyan bu hareket, Yunanistan’ın güneyinde Navarino limanında demirli duran
Osmanlı-Mısır donanmasına ateş açılmasıyla savaşa dönüştü. Gafil avlanan
Osmanlı-Mısır donanmasından 57 gemi yandı ve 6000 denizci şehit oldu. Müttefik
donanması hiç kayıp vermedi. Bu olayın ardından Rusya Osmanlı Devleri’ne savaş
açtı. Osmanlı 14 Eylül 1829’da Edirne Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldılar; diğer koşulların yanı sıra Yunanistan’ın
bağımsızlığını da kabul ettiler.
[15] Şerif (Sheriff) İngiltere’de her kontlukta kralı temsil eden
yöneticidir. Bir çeşit validir; hem idari hem adli yetkileri vardır.
[16] Tora, İbranice yasa anlamındadır. Tora sözcüğünün Arapçalaşmış
şekli Tevrat’tır. Yahudilerin kutsal kitabı Ahd-i Atik’in birinci bölümüdür.
Musa’nın beş kitabından oluşur. Bu kitaplar “Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar
ve Tesniye” adlarını taşır. İkinci bölüm “Peygamberler” ile üçüncü bölüm
“Ketubim”, asıl Tora’nın geliştirilmesidir. İlk beş kitaptan oluşan Tora,
Yahudi vaizler tarafından büyük bir özenle ve elyazısıyla parşömenlere
yazılmıştır. Bu parşömenler, birer tomar halinde, kutsal emanet olarak
sinagoglarda saklanır ve ayinlerde kullanılır.
[21]
Forum, eski Roma’da halkın kamusal ve özel işlerini görüşmek için toplandığı,
aynı zamanda pazar yeri olan alandır. Zamanla pazar yeri özelliğini yitirdiler.
Forumların en
ünlüsü Roma Forumu’dur. (Forum
Romanum) MÖ 6. yüzyılda kuruldu; MÖ 2. yüzyıldan başlayarak heykeller,
anıtlar, tapınaklar, devlet daireleri ile çevrilerek Roma kent yaşamının
merkezi oldu.
[22]
Dürziler, Suriye ve Lübnan’da yaşayan, Müslümanlığın Fatımi-Alevi kolundan
ayrılma bir inanca bağlı topluluktur. 11. yüzyılda Suriye’de ortaya çıkan bu
inanç, kurucusu “Anustğin Derezi”nin adını taşımaktadır. Fatımi Halifesi Hakim
Biemrillah’ın kişiliğinde Tanrı’nın yeryüzüne indiğine inanırlar. 1516’da
Osmanlı egemenliğine girmişler ve sık sık ayaklanmışlardır. Bu ayaklanmaların
hepsi Osmanlılarca bastırılmıştır. 1918’de Fransız mandasına girdiler. 1936
yılına kadar süren Cebel-i Dürüz Emirliği bu tarihte kaldırıldı, Suriye ve
Lübnan’a bağlandı.
[23]
Kavalalı Mehmet Ali Paşa (1769-1898), bir birliğin komutan yardımcısı olarak
Mısır’a 1797’de gitti, Fransız saldırısının sona ermesi üzerine yönetime el
koydu ve 1805’te Mısır valiliğine atandı. Mısır’da nüfuzları büyük Kölemen
beylerini öldürterek durumunu güçlendirdi (1811). Hicaz’ı ve Sudan’ı ele geçirdi.
Oğlu için Suriye valiliğini istedi. Bu isteği kabul edilmeyince Suriye’ye saldırdı,
Akka’yı aldı (1831). Üzerine gönderilen Osmanlı ordularından Şam, Halep ve
Adana’yı yenerek Kütahya’ya kadar ilerledi (1833). Nizir Savaşı’nda
Osman/j
ordusunu tekrar yendi (1839).
Fakat büyük devletlerin de desteğiyle Osmanlı yönetimi Mehmet Ali’yi
sıkıştırdı. Burada söz konusu edilen savaş sonunda Padişah Abdülmecit, Mehmet
Ali Paşa’nın Mısır valisi olarak egemenliğini ve bu egemenliğin daha sonra
oğullarına geçmesini kabul etti. Mehmet Ali Paşa da Suriye’den çekilmeyi, her
yıl vergi vermeyi ve Osmanlı egemenliğine bağlı kalmayı kabul etti (1841).
[24]
Mısır ile Osmanlı Devleti’nin arasındaki son savaş. Mısır, Suriye ve Filistin’den
çekildi. Sultan Abdülmecit de, Mehmet Ali Paşa ve hanedanının Mısır’daki
egemenliğini onayladı.
[25]
Frankfurt, a.M.’de bulunan “Montefiore
Birliği”, bu birlikler içinde en önemli olanıydı; 1300 üyesi vardı.
[26]
Kapüsen, 13. yüzyılda Asisli Francesco tarafından kurulmuş ve Hıristiyanlığın
dilenci gibi yoksulluğu gerektirdiğini ileri süren Fransisken tarikatının bir
koludur. Bu
tarikatın keşişleri dilenerek dolaşırlar.
[27]
27 Mayıs 1860’ta Hıristiyan Maruniler, bir Dürzi köyünü basınca, karşı
baskınlar yapıldı. Çatışmalar Lübnan ve Suriye’de şiddetlendi. 300 köy, 40
manastır, 30 okul yakıldı, on binden fazla insan öldü. Beyrut’ta Hıristiyanların
Müslümanlara saldırması ve soykırıma kalkışması, Şam’da çoğunluğu Müslüman olan
halkın Hıristiyanlara saldırmasına yol açtı. İçlerinde Amerika ve Hollanda
konsoloslarının da bulunduğu binlerce Hıristiyan öldürüldü, olay uluslararası
bir krize dönüştü. Dışişleri Bakanı Fuat Paşa, Suriye’ye geldi. İngiltere ve
Fransa’nın müdahalesini önerdi. Yapılan anlaşmayla Lübnan özerlik kazandı.
[30]
Louis-Philippe (1755-1824) Fransız Devrimi’nde kafası kesilen XVI. Louis’nin
kardeşidir. 1814’te Napolyon, Elbe Adası’na sürülünce Paris’e gelerek XVIII. Louis
adıyla tahta geçti. Napolyon, Elbe’den dönünce yine Fransa’dan kaçtı. 1815’te
kesin olarak Fransa tahtına oturdu ve 1824’e kadar krallık yaptı. Onun
döneminde papazlar ve kansoylular eski ayrıcalıklarına yeniden kavuşmak
istedilerse de başarılı olamadılar. Tersine kral, burjuva sınıfının çıkarlarını
gözeten bir anayasayı yürürlüğe koydu. Bu nedenle de “Burjuva Kral” diye
anılır.-
[31]
Kilise Devleti: Katolik mezhebinin en büyük rahibi papanın dünyasal egemenliğindeki
devlettir. 754 yılında Frank Kralı Pippi’nin fethettiği topraklardan Roma
kenti ile civarını Papa II. Stephan’a bağışlamasıyla kuruldu. Napolyon,
İtalya’yı istila edince bu devlete son verdi. Fakat 1815’te devlet aynı
topraklar üzerinde yeniden kuruldu. 1870’te birliğini sağlayan İtalya’da Roma,
yeni krallığın başkenti oluncu papanın Vatikan Sarayı’nda hükümdar olması
kabul edildi ve el konan topraklarına karşılık papaya maaş bağlandı. 1929’da
İtalya hükümetiyle yapılan antlaşmayla papalık, Vatikan Kilise Devleti adıyla
bağımsız oldu. Bu devletin egemenliği Vatikan Sarayı’yla sınırlıydı.
[33]
Engizisyon Mahkemesi: Katolik ülkelerde din sapkınlarını bulmak ve cezalandırmak
amacıyla kurulmuş mahkemedir. Bir adı da Kutsal Kurul’dur. Din inançlarına ve
ilkelerine karşı gelenler, yalnızca kilisenin değil, devletin de düşmanı
sayıldı. İlk mahkeme 1184’te kuruldu ve her piskoposluk bölgesinde bir
Engizisyon Mahkemesi’nin bulunması töre oldu. Engizisyon Mahkemesi, halkın
içinde kırbaçlanma, müebbet hapis, mallara el koyma, yakılarak öldürme
cezaları verirdi. Duruşmalarda suçlanan kimsenin avukatı ya da kendisini
savunacak bir sözcüsü
olmazdı. Bu mahkemeler kimi
zaman önemini yitirerek, kimi zaman ise dehşet saçarak 19. yüzyıl başlarına
kadar varlığını sürdürdü.
[34]
III. Napolyon (1808-1873): Ünlü Napolyon’un kardeşi Louis Bonaparte’ın oğludur.
1848’de Fransa’ya dönebildi. Amcasının ününden yararlanarak Cumhurbaşkanı
seçildi; fakat 1852’de bir darbeyle imparator oldu. Onun döneminde Fransa’da
kapitalizm ve sömürgecilik çok gelişti. 1870’te Almanlara Sedan Savaşı’nda
yenilince imparatorluğu sona erdi. Fransa’da cumhuriyet ilan edildi. III.
Napolyon, İngiltere’de öldü.
[36]
Teoloji Koleji üniversite değildir. Museviliğin dinsel belgelerinin incelenmesiyle
uğraşan ve hayatın birtakım sıkıntılarından arınmış, kitab-ı mukaddesi (Kutsal
Kitap) inceleyen on bilim adamının bulunduğu bir öğretim yeridir.
[37]
Kraliçe Elisabeth (1843-1916), 1881’de Romanya kralı olan Hohenzollerin
hanedanından Prens Kari ile 1869’da evlendi. “Bir Kraliçenin Düşünceleri” ve
“Romen Şiirleri” adlı eserleri vardır.
[38]
Siyon: Kudüs’te bir zamanlar üstünde Süleyman Tapınağı’nın bulunduğu dağın
adıdır. Daha sonraları Kudüs’te eşanlamlı olmuştur. Yahudilerce kutsal
sayıldığı için Filistin’de bağımsız bir Yahudi devleti kurmayı amaçlayan
hareket de Siyonizm adını almakla bu kutsal dağa bağlılığını göstermiştir.
Siyonizm u- zun yıllar süren bir uğraştan sonra 1948’de İsrael devletini
kurarak amaçladığı hedefe varmayı başarmıştır.
[39]
Büyük Kari (742-814). Bizim tarihimizde Şarlman diye anılır. 768’de Frankların
kralı oldu. Üst üste zaferler kazanarak bugünkü Fransa, İtalya ve Almanya
topraklarını içine alan büyük bir devlet kurdu. 800 yılında imparatorluk tacını
giydi. Ispanya’yı fethe kalkıştıysa da Müslümanlar karşısında ağır yenilgiye
uğradı. Avarlara Hıristiyanlığı kabul ettirdi. İmparatorluk sınırları içinde
bir devlet düzeni kurmaya çalışması “Büyük” diye anılmasında etken olmuştur.-
[40]
Vaat Edilmiş Ülke, Filistin’dir. Kutsal Kitap’a göre Tanrı, önce İbrahim’e,
“Bütün Kenan diyarını sonsuz mülk olarak soyuna vereceğim” buyurmuş, aynı sözü
İbrahim’in oğlu İshak’a da vermiştir. Sonra Musa’ya göründüğünde de, “Sizleri
Mısır’ın sıkıntısından kurtaracak, Kenanlı ve Hitti ve Amori ve Perizzi ve
Yebusilerin diyarına, süt ve bal akan diyara çıkaracağım.” buyurmuştu.
Musa
halkını oraya götürdü. Orada kurulan devlet yıkıldı. Yahudiler yeryüzünün her
yanına dağıldılar; ama kendilerine vaat edilmiş topraklara günün birinde
dönebilmek ülküsünü de hep içlerinde taşıdılar. Sör Moses Montefiore’nin çabası
Siyonizmle gelişti ve sonunda İsrail Devleti’nin kurulmasıyla bu ülkü gerçek
oldu.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar