Print Friendly and PDF

DÜNYANIN EN ÜNLÜ YAHUDİSİ-Sör Moses Montefiore

Bunlarada Bakarsınız



Yahudi tarihi onun ölmez adını saygıyla ve gururla anar. Onun yaşamöyküsü "dersler­le" doludur...
24 Ekim 1784'te Livorno'da doğdu. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Parayla satın alınamayacak manevi zenginliğe sahip bir ailede büyüdü. Goethe'nin söylediği, "Ba­balarından sana miras kalana sahip olmak için onu kazanmalısın!" cümlesindeki "öz"e ulaşmak için çalıştı, çalıştı... Sonunda, bir Yahudi aydını olarak dünyaya ölmez bir isim bıraktı...
Kazandıklarını kendisi için saklamadı. Her şeyini paylaştı... Yaşamını iyilik yapmaya adadı. Yoksullara ve ihtiyacı olanlara yardımları servetiyle aynı oranda arttı. Yardım elini dünyanın pek çok yerine uzattı: Güney Amerika. Filistin, Suriye, Fas, Bulgaristan, Rusya, Türkiye'de yaşayan Yahudilerle ilgilendi. Bu tutkusundan son nefesini verene ka­dar vazgeçmedi. Çünkü huzuru ve yaşama sevincinin kaynağı "yardım"dı...
İlk kez bir Yahudi Londra belediye başkanı oldu: Bu Sör Moses Montefiore'ydi... Kral ve Kraliçe Viktorya tarafından onurlandırılarak "Sör" unvanı verilen ilk Yahudi de oy­du. Günümüzde de kendi alanında ilk sıralarda yer alan ve dünyanın en eski sigorta şirketi olan Allianz'ı kurdu. Okullar açtı...
Sıradan bir Yahudi olarak geldiği dünyadan; yardımseverliği, cömertliği, insanlığı, ça­lışkanlığı, adilliği, dürüstlüğü ve "iyilik tutkusu”yla saygıyla anılan" bir isim bırakarak ayrıldı...
Sör Moses Montefiore 1885'te dünyaya gözlerini yumduğunda bile son sözleri şunlar oldu: "Yapılacak başka bir şey var mı? Varsa yapahm. Bir çek daha yazmam gerekiyorsa, gücüm yettiği sürece yazmak isterim. Şükürler olsun Allah’ıma, bana bun­ca zamandır iyilikler yapma olanağı verdiği için..."
Eugen Wolbe


Çam ağaçlarının karanlıklaştırdığı bir ormandan geçerken ortalık yavaş yavaş aydınlandı ve uzakta, güneş altında parıldayarak göğe doğru yükselen bir doruk göründü. O zaman yolcunun -antikçağ Tanrılarının habercisi ([1]) gibi-sanki ayaklarına kanatlar takıldı, gözle­ri sevinçle parladı. Haydi ileri, “kızılımsı ışınlar saçan doruğa doğru!” Böyle bir dağ her insanın gözleri önünde yükselir. Herkes olabil­diğince en az çabayla ona tırmanmak, sonra da zafer kazanmış ol­manın gururuyla tepesinden aşağılara bakmak ister: Evet, güneşli bir yaşta kim erişmek istemez buna?
İsrail’in inancı hem çok yaşlı, hem çok dinç harika bir armağan, bununla adil olanlara ve dindarlara sonsuzluk ihsan edildi. Ve fakat bir sınır da çekildi: “Hayatımız yetmiş yıl sürecek ve eğer daha da uzarsa seksen yıl olacak.”
O halde bir faniye göklerin teveccühü ne kadar büyük olmalı ki, onun bu sınırı aşmasına, gerek bedence gerekse zihince zindeli­ğini koruyarak doksan yaşına, sonra da hatta yüz yaşına kadar yaşa­masına olanak vermiştir.
Yüce yaradanın seçtiği bu kişi, “Sör Moses Montefiore”dir; İsra­il’in bir kralı, bir kahramanıdır. Sadece yumruğu demirden bir kah­raman, sadece yaratıcı deha sahibi bir kahraman değildi o, “Yahudi yüreğinin” bir kahramanıdır.
Yahudi tarihi onun ölmez adını saygıyla ve gururla anar.
Bu bakımdan onun yaşamöyküsünün sonraki kuşaklara anlatıl­ması, hiç kuşkusuz bir zorunluluk olmuştur.
Montefiore (Türkçesi: Çiçekdağı) ailesi, bu adı İtalya’da Asedi-Piceno ilindeki Montefiore kasabasından almıştır. Aile, Yahudilerin İs­panya ve Portekiz’den kovulmasından ([2]) sonra bu kasabaya 16. yüzyılda gelip yerleşmiştir. Aristokratik şövalyeliğin belirleyici bir karakter özelliği olması ve İspanya Yahudilerinde yaygın biçimde görülen Tanrı’ya ibadetin İspanyolca yapılmasına kesinlikle bağlı kalınması, Montefiore ailesinin kökenini gösteren işaretlerdir.
17. ve 18. yüzyıllarda aileyi, Adriyatik Denizi kıyısında Pesaro ve Ancona kentlerinde buluyoruz, daha sonra da o zamanlar Akde­niz’de zengin ticaret kenti olan Livorno’da. Burada Yahudiler, Medici hükümdar ([3]) hanedanınca özel koruma altına alınmıştı; Mediciler Yahudileri aşağılamayı amaçlayan olağanüstü yasalara en olumlu anlamda karşı çıkmışlardır. Bu ünlü hükümdar ailesi, hoşgörülü tu­tumundan hiçbir zaman pişmanlık da göstermemiştir. Liverno’nun 17. yüzyılın sonlarında sayıları on bine ulaşmış bulunan çalışkan Yahudilerinin de, bu kentin İtalya’nın en büyük ticaret merkezlerin­den biri haline gelmesinde katkıları hiç de az olmamıştır.
Monte Piore’ler de tüccardı. Floransa’nın ünlü hasır eşyalarının, özellikle de şapkalarının ithalat ve ihracatını yapıyorlardı. İngiltere tacirleriyle sürdürülen çok canlı ticaret ilişkileri, 18. yüzyılın ortala­rında Moses Vita Montefiore ile eşi Esther’in Londra’ya göç etmeleri­ne yol açtı. Fakat onların güneşli İtalya’dan ayrılmaları sadece bir yer değiştirmeden ibaretti; Liverno’daki akraba ve dostlarla eski sa­mimi ilişkiler, mektuplaşmalar ve karşılıklı tekrarlanan ziyaretlerle hep canlı tutuldu.
Moses Vita’nın büyük oğlu Joseph, Londralı bir kıza, hem güzel hem dindar Rahel Mocatta’ya evlilik bağı için elini uzatınca, genç evliler ilk gezilerini de, üzerinde masmavi bir gökyüzünün sürekli gülümsediği ülkeye yaptılar.
Joseph, karısını ailenin Livorno’daki büyük evine götürebildiği için kim bilir ne kadar derin bir heyecan duymuştur? Hele Montefio­re ailesinin en yaşlı başkanı elini Livorno’da 24 Ekim 1784’te, bir pazar günü dünyaya gelen erkek evladın başına koyduğu zaman bu olay tümüyle nasıl da mutluluk habercisi sayılmıştı?
Bu çocuk Moses Montefiore idi.
Bir insanın doğduğu ülkenin onun kişiliği üzerinde özellikle et­kisi olduğu söylenir. Nitekim Montefiore’de de güney ülkelerinin sıcakkanlı-neşeli meşrebiyle İngilizlerin pratik zekâsı ve kibar çekin­genliği birleşmiştir. Bu özelliklerin oluşmasında hiç kuşkusuz baba­sının etkisi vardı; zira babası hayatı olabilecek haliyle değil de, ol­duğu haliyle kabul ederdi.
Joseph Montefiore zengin bir adam değildi. Aksine hayatı bo­yunca hep çok çalışmak zorunda kalmıştır. Hele evliliği, yıllar geç­tikçe iki oğul ve beş kız evlatla donanınca, çabalarını daha da artır­ması gerekmiştir.
Montefiore ailesinin uzun yıllar boyunca oturduğu, Dauxlıall semtinde, Kennington Terasse 5 numaradaki mütevazı evin kapısını zaman zaman tasaların, hatta üzüntülerin bile çaldığı olmuştur. Fa­kat asla içeri girmek olanağını bulamamıştır. Çünkü ailenin haya­tı dinin ateşiyle ısınıyordu; çünkü nerede inanç varsa, orada gü­ven olur ve nerede güven varsa, orada neşeyle dolu cesaret olur.
“Ben ve benim evimin halkı, biz Tanrı’ya hizmet etmek istiyoruz” (Yuşa 24, 15). (*) Josehp Montefiore’nın yaşayış tarzını tümüyle yönlendiren işte bu sözdü.
(*) Yuşa veya Yeşu, Yahudi peygamberidir. Dört büyük Yahudi peygamberin­den biri sayılır. Tevrat’ta Musa’ya bağlanan ilk beş kitaptan sonra en önemli ki­tap onun kitabıdır. Birçok mucizeleri vardır.

Onun için Yahudi inancı, sadece bir ahlak öğretisi değildi, onu daha çok kusursuz, tertemiz bir hayatın ilk şartı olarak görüyordu. Öte yandan bir Yahudi-dinsel dünya görüşünün tüm içeriği de de­ğildi bu. Ona göre ahlak tek başına, “Rabbin avlularına özlem çe­ken, bu özlemle yanan bir ruha” (Mezmur 84, 3) ([4]) yeterli huzuru veremezdi.
Böylece dinin emirlerini bozmadan, asıl değerli özünü hiç ek­siltmeden çocuklarına aktararak Joseph, onlarda çok küçük yaşlar­dan itibaren Yahudiliğin dinsel göreneklerine, yani dinin soylu kılı­fına karşı sevgi uyandırırdı. Eğer bunlar olmasaydı dinin değerli özü, binlerce yıl boyunca varlığını koruyamazdı. Dinin dış kılıfına ilişkin çok anlamlı bu geleneklerin uygulanması, inançlı Yahudiye bir iç huzuru sağlıyor, o zaman Tanrı’nın hoşuna gidecek bir iş yaptığını düşünüyor, özellikle de baskılara ve kovuşturmalara uğra­yanlar, çektikleri acıların, gördükleri hakaretlerin tesellisini bunda buluyordu.
Cuma akşamları Şabat günü ([5]) başlarken, babanın çocuklarını teker teker kutsaması, insanı nasıl etkileyen yüce bir andır; sonra da bembeyaz örtüler serili masanın üzerinde Şabat mumları tatlı ışıklar saçarken ekmek ve şaraba ilişkin hayır duasını etmesi de öyledir; ya da Pesah Bayramı (••*) akşamlarında babanın çocuklarıyla birlikte Mısır’dan göçü anlatırken gecenin geç saatlerine kadar Tanrı’ya şükrediş ilahileri söylenmesi de öyledir.
Kutsal günlerdeki ibadetlerde, bir zamanlar Kudüs Tapınağı’nda ([6]) hahamların söylemiş oldukları duayı tören korosu halinde söyle­mek ve bu sırada -İspanya-Portekiz Yahudileri töresine göreher ai­le reisinin oğullarını ve torunlarını etrafına toplayıp onların sevimli başları üzerine, bir yandan kutsayarak “talet” denilen dua kaftanını yayması, gençlerin kalplerini bir daha asla unutamayacakları derin­likte etkilemez mi?
Böylesine duygulandırıcı anlarda Moses’in de kalbi mutlulukla coşarak çarpmış, bir bayram bitince öbür bayramı heyecanla bekle­miştir.
Çocuğun kalbinde din ateşini alevlendirmek için babası, yapabi­leceklerini en iyi şekilde yapmıştır. Oğulun sorusunu da İsrail’in, yüce öğretisine derinlemesine nüfuz etmek, aynı zamanda buradan dinsel göreneklerin önemini kavramaya ulaşmak, bu ısıtıcı ateşi canlı olarak sürdürmek, onu umursamazlığın ve hoş görmenin ze­hirli soluğundan korumaktı.
“Babalarından sana miras kalana sahip olmak için onu kazanmalı­sın!” (Goethe)
Moses Montefiore’nin aldığı dinsel eğitim, genel eğitimin çeşitli dallarındaki öğrenimiyle yan yana yürütüldü.
Okul ona geniş kapsamlı bilgiler verebilmiş değildi. Zaten İngi­lizce okul öğretiminin de böyle bir hedefi ve amacı yoktu. Bununla birlikte öğrenciler, ilgi duydukları ya da gelecekteki meslekleri için gerekli gördükleri dallarda özel eğitimle kendilerini yetiştirme ve geliştirme olanağına da sahiptiler. Örneğin, okulda, yaşayan yabancı diller öğretilmiyordu; ama Montefiore böyle bilgileri özel yoldan edinmeye başlamıştı.
İngiliz şairleri de okulda öğretilmiyordu. Ne var ki onlar, dostla­rımız sayesinde meçhul kalmadılar. Defterlere kaydedilmiş geniş kapsamlı şiir derlemeleri bunun somut tanığıdır. Bu defterler içerik zenginliği ve hayatı içtenlikle yansıtması bakımından özellikle ilgisi­ni çekmiş pek çok şairden alıntılarla doludur. Bu tür defterleri, daha sonra günü gününe tutulmuş notların yer aldığı defterleriyle birleşti­rir. Günlüklerinde, yaptıkları ve düşündükleriyle ilgili olarak hesap verircesine bir tutum göze çarpar. Sayıları kırk sekiz olan günlük defterleri 70 yıllık bir zaman dilimini kapsar. Montefiore ailesinin bir dostu tarafından özet halinde yayınlanmıştır. ([7])
Moses, ilköğrenimini bitirdikten sonra, kendisini mesleğine ha­zırlayacak yüksekokula girmiştir.
Yükseköğrenimini hevesle yapar. Fakat o zamanlar ülkede, bu­gün olduğu gibi, her inançtan insanlara eşit haklar tanınmış değildi; daha çok da Yahudilere birçok kısıtlamalar uygulanıyordu. Gerçi İngiltere Yahudileri gettolarda ([8]) yaşamak zilletine asla uğratılmamış ve hiçbir zaman da aşağılayıcı özel işaretler ([9]) taşımak zorunda bı­rakılmamıştır. Fakat 19. yüzyıla kadar subaylık, öğretmenlik, yargıç­lık ve avukatlık gibi meslekleri yapmaları yasaklanmıştı. Tıp öğreni­mine de ancak büyük zorluklar çıkarılarak izin veriliyordu. Buna rağmen Hıristiyanlığa geçen Yahudiler çok enderdi; bir görev, bir makam elde etmek uğruna hemen hiç kimse kutsal inancından dönmüyordu.
Böylece Moses Montefiore tüccar oldu ve çalışma alanı olarak da bankacılığı seçti.
“Çıraklık yılları beylik yılları olmaz” diyen atasözünün doğrulu­ğunu Moses de öğrenmiştir. Daha sonraları ulaştığı refaha şükretti­ğinde, bunun kökeninde kötü aydınlatılmış, daracık odalarda, ağır çalışma koşulları içinde yetişmiş olması bulunduğunu hep hatırla­mıştır. Bu çalışmalar, onu gayretli, enerjik ve titiz olmaya alıştırmış, unutulmaz mareşalimiz Moltke (*) gibi Moses de, çok ileri yaştay­ken, kendisine bu kadar uzun süre yaşamış olmasının nedeni sorul­duğunda aynı cevabı vermiştir: “Öncelikle çok zor geçmiş olan gençlik yıllarımdır” demiştir.
Çok geçmeden Moses sessiz yazı odasını gürültülü borsayla de­ğiştirdi ve burada devlet tahvilleriyle diğer değerli kâğıtların simsar­lığını yapmaya başladı. O zamanlar Londra Borsası’nda yalnızca on iki Yahudiye simsarlık izni verilmekteydi. Güvenirlik öngören bu işin göstergesi sayılan madalyonları belediye başkanının elinden al­mak için de ona, kuşkusuz hayli yüklüce bir para ödemek zorunda kalmışlardı.
Moses, ticari işlerini yoğun tempoda yürütürken, öte yandan bilgisini genişletmek ve iç dünyasını yönlendirmek için yeterince zaman da bulabilmiştir. Yakın ilgi duyduğu alan botanik (bitkibilim) oldu. Bu konuya ilgisi çocuk yaşlarındayken babasının teşvi­kiyle başlamıştı. Ayrıca “Tartışmacı Gençlik Kulübü” adlı bir der­neğe de girmişti; bu kulübün üyeleri, daha sonra üzerinde düşünce değiş tokuşu yapacakları bir konuda sırayla konuşmak zorundaydı­lar. Montefiore burada mizacından kaynaklanan çekingenliğini aş­mayı, bir dinleyici kalabalığı karşısında, önceden hazırlık yapma­dan ve herhangi bir yazılı taslak olmadan akıcı ve duru konuşmayı öğrendi.
Böyle toplantılardan, özellikle de siyasal bir konu genç insanla­rın yüreklerini ateşlemişse, Moses’in nasıl heyecan içinde eve gel­miş olabileceğini gözümüzün önünde canlandırabiliriz. Ne var ki baba evinde kendisini bekleyen sevgi bolluğu karşısında herhalde bütün heyecanlarından ve sıkıntılarından silkinmiş olmalıdır; hele gün bir Şabat günüyse, bunlardan tümüyle arınmıştır.
Sevinçle selamlanan barış ve huzur meleği, günün birinde aile­nin küçük evi bir yangın felaketine uğrayınca, kim bilir ne kadar çok kaygılanmış, ne kadar çok gözyaşı dökmüştür. Nice değerli eş­ya, güzel anıların nice yadigârı alevlerin kurbanı olmuştu. O an için acı bir yaşantıydı bu! Fakat aile, dumanları hâlâ tüten yıkıntının önünde yeniden bir araya gelince, çok daha büyük, telafisi müm­kün olmayan bir kayba uğradıklarını saptadılar: On beş yaşındaki kızları Esther alevlerin içinde hayatını kaybetmişti. Anneyle babanın ve kardeşlerin acısını kim sözlerle anlatabilir?
“Babam,” diye anlatıyor Moses, “her zaman neşeli ve her zaman hayatından memnun bir insandı; fakat Esther’in yangında ölmesin­den sonra onu asla gülümserken gören olmadı.”
Joseph Montefiore evladını kaybettikten sonra uzun süre yaşa­madı. İşten elini eteğini çekti; üstelik işte onun yönetimi mutlaka gerekirken bunu yaptı. O sırada Moses gurur duyduğu oğlukendi 14 işinin başındaydı. Bir banka kunnuştu; bir süre sonra kardeşi Abraham da bu bankaya ortak oldu.
Sahiplerinin titiz dürüstlüğü, işbirliği ve akıllıca davranışları, “Montefiore Kardeşler” bankasına yoğun bir rağbete yol açtı. Yahu­di cemaatinden saygın kişiler, onlarla iş ilişkileri kurdular. Bunlar arasında Rothschild ailesi de ([10]) vardı. Rothschild’lerin bu ilişkisi za­manla dostluğa dönüştü.
Nathaniel Mener Rothschild, Moses’i kayınpederi Levi Berent Cohen’in ailesiyle tanıştırdı; Amsterdam’dan göç etmiş varlıklı bir ailey­di bu. Böyle bir tanışma Moses için hayatının dönüm noktalarından biri oldu; çünkü burada ailenin genç kızı Judith’i gördü ve ona âşık oldu; bunda kızın göz kamaştıran güzelliğinden çok dindar tutumu etkili olmuştur.
Kız, Tanrı’nın bir sevgilisiydi. Montefiore gibi Judith’in kendisi de bunu, “Ben Tanrı’nın özellikle koruması altındayım!” diye dile getirirdi.
Juditlı çok küçük bir kızken iki kat yukarıdan evin koridoruna düşüyor. Böylesi bir düşüş mutlaka ölümle sonuçlanacağı için evin içinde feryatlar kopuyor. Her yandan korku dolu, “Neredesin Juditlı!” diye seslenişler yükseliyordu.
Aynı soruyu Juditlı de, sanki hiçbir şey olmamış gibi taşbebeğine sormaktadır. Zira küçük kızın hiçbir yeri acımamıştır.
Juditlı olağanüstü denilecek bir eğitim görmüştü.
Anne-babası, kızlarının çok küçük yaştan itibaren anadili İngiliz­ceden başka Almanca, Fransızca ve İtalyanca öğrenmesi, resim ve müzik eğitimi görmesine önem vermişlerdi. Fakat en az bunlar ka­dar değerli gördükleri bir dil de İbraniceydi. Kızları bunu da öğren­di; hem de anasıyla babasını memnun etmek için değil, hayır aksi­ne, duaları ve Kutsal Kitabı ([11]) anlamayı bir an önce öğrenmek, dinsel ayinlere dindar yüreğini ibadet coşkusuyla doldurmuş olarak katılabilmek için büyük bir hevesle girişti bu işe.
Cohen ailesinde Yahudilik sadece öğrenilmiyor, aynı zamanda yaşanıyordu. Burada uyulmak istenen dinsel buyruklar arzuya gö­re seçilmiyordu; başkaları eskimiştir diye bunları bir kenara bıra­kırken, burada hepsine uyuluyordu; çünkü onlar binlerce yıllık kullanımlarıyla kutsallaşmışlardı. Böylece Cohen’in çocukları, ör­neğin yalnızca Yom Kiput’u (*) kutlamakla yetinmiyor, Kudüs’un yıkılışını anma gününü de perhiz, dua ve dinsel murakabeyle kut­luyorlardı.
Böyle bir anma gününde genç kızlar yas kılıkları içinde alçak taburelere oturmuş “Yeremya’nın Ağıtları”nı (**) okuyorlardı. Tam bu sırada sokakta yaklaşan bir arabanın sesi duyuldu. Araba Cohen’lerin evinin kapısı önünde durdu. Sırma şeritli bir muhafız arabacı yerinden aşağıya atlayıp arabanın kapısını açtı. Başka za­man genç bayanlar merakla pencereye koşardı; fakat bu sefer iba­det duruşlarını değiştirmediler. Uşak geleni haber verdi: “Ekselans Amiral Sör Sidney Smith!” Ardından da -ailenin bir dostu olan-amiral yanında birkaç deniz subayı olduğu halde odadan içeri gir­di.
(*) Yom Kiput: Yahudilerin Perhiz günüdür. İbranice “tövbe günü” demek­tir. Ekim ayı sonuna rastlayan Yahudi takviminin Tişri ayının onuncu günü­dür.
(**) Yeremya: Yahudilerin dört büyük peygamberinden biridir. Jeremia ve Ermiya biçimlerinde de yazılıp söylenir. Kutsal Kitap’taki iki kitap onundur. Bu kitaplardan biri “Yeremya”, diğeri “Yeremya’nın Ağıtları” adını taşır. Onun za­manında Kudüs, iki kez Kalddeliler tarafından alınmış ve İsrailliler de tutsak edilerek Babil’e gönderilmiştir. Ağıtlar bu felaket için söylenmiştir.
Kız kardeşleri ayağa kalktıkları halde Miss Judith yerinden kımıl­damadı, sakince oturmasını sürdürdü ve şaşırmış bulunan çok önemli konuktan şöyle özür diledi:
“Ekselansları, ayağa kalkmadığım ve her zamanki gibi kendilerini selamlamadığım için beni bağışlasınlar; fakat bugün Kudüs’ün yıkı-
İkinci bölüm, “Peygamberler” adını taşır ve Musa’dan sonra gelen Yahudi pey­gamberlerin kitaplarını kapsar. Üçüncü bölüm, “Ketubim” adıyla anılır, “Davut’un Şiirleri”, “Süleyman’ın Özdeyişleri”, “Eyyub’un Öyküsü” gibi metinler­den meydana gelmişti.
lış gününü anma ayini yapıyorduk ve biz Yahudiler için bir yaş gü­nüdür bu...”
“Anlıyorum bunu ve geçmiş zamanların acıklı anılarına gösterilen bağlılığa da saygı duyuyorum; ama sizin şimdi yeni bir yurdunuz yok mu?”
Judith Cohen şu cevabı veriyor: “Bugünkü anma töreninden çı­kardığımız bir ders var, ekselans: Atalarımız bir zamanlar Kutsal Topraklarda, en kutsal değerleri uğruna yaptıkları kavgada, bu de­ğerlerine sadık kalmakta son nefeslerine kadar nasıl direnmişlerse, bizim de onların izinden giderek doğup büyüdüğümüz ve bizleri koruyup kollamış olan sevgili yurdumuza da aynı Tanrı korkusuyla aynı sadakati göstermemiz gerekir.”
Amiral bu açıklamadan memnun olmuşa benziyordu. Evet, Judith’le Yahudi inancı üzerine yaptığı söyleşinin sıcaklığı, onu daha da rahatlatmış ve Cohen ailesine duyduğu saygıyı biraz daha artır­mıştı.
İşte bu erdemli, duygulu kızla Moses Montefiore, 10 Haziran 1812’de törenle evlendi.

Erdemli Kadının Şarkısı
“Süleyman’ın Özdeyişlerine göre”
Erdemli kadının bağlandığı er kişi,
Bulmuş demektir en değerli mücevheri.
Kocası yürekten güvenebilir ona,
Hiç eksilmeyecektir artık evin bereketi.
Erkeğine göstermeyecek sıkıntının yüzünü,
Hep sevgiyle dolu geçiştirecektir ona günleri.
Neşe dolu coşkuyla yönelir işlere,
İşler yün ve keteni hevesle elleri.
Tüccar gemisi gibidir tıpkı,
Çok uzaktan getirir ekmekleri.
Gün doğmadan kalkar döşekten,
Hizmetçilerle ev için hazırlar yiyecekleri.
Çabasının gelişiyle tarla alır kendine,
Şaraba dönüşür bağında alın terleri.
Zaferler özlerce beline dolar kuşağını,
Neler başarır asla yorulmayan elleri.
Zenginlik, başarısıyla güçlenir yeniden,
Geceleyin hiç sönmeden yanar kandilleri.
Çarçabuk kavrar elleriyle örekeyi,
Ustaca bir çeviklikle döndürür iğleri.
Rahatlatır darda kalanı dostça bağışlarla,
Malından artanı vererek sevindirir fakirleri.
Ev halkı için hiç korkmaz kardan
Vardır herkesin kırmızı kumaştan giysileri.
İnce ketendendir kaftanı, erguvandır rengi;
Tanır herkes kocasını, hem de sayar,
Akıl danışır ona kentin yaşlı erkekleri.
Keteni işler, değerli giysiler yapar;
Satar tüccarlara pahalı kemerleri.
Güzellik ve gücüyle öne çıkar hep,
Gönlü rahattır beklerken gelecekleri.
Bildirir sevgi öğretisini herkese,
Söyler insanlara anlayışla bilgelikleri.
Evin gelişsin diye uğraşır tüm dikkatiyle,
Kınar her çeşidinden tembellikleri.
Çocukları minnetle baştacı eder kadını,
Övgü şarkısıdır mutlu kocasının söyledikleri:
“Pek çok kadın erdemiyle göstermiştir kendini;
Ama sen hepsinin üstünde aşmışsın.”
Boştur naz ve işve, soluverir güzellik,
Dindar bir ruhtur sadece kadının süsleri.
Yararlandırın onu çalışmasının ürününden,
Adını dillerde dolaştırsın hayırlı eylemleri!
Eduard Baneth

Genç evlilerin taşındığı Neuhof 4 numaradaki ev, inanç ve sevgi üstüne kurulmuş en saf bir mutluluğun yuvası oldu. Bu yuvanın mükemmelliğini yalnızca çocukların eksikliği gölgeliyordu. Bu ek­sikliği de onlar, elli yıl süren ortak hayatlarını ateşleyen yüce bir sevgiyle giderdiler.
Birleşmelerinin dinsel törenle kutsandığı günü, her yıl yüce bir bayrammış gibi kutlamışlardır. Moses ne zaman önemli bir girişime başlasa ya da ibadete veya insan sevgisine hizmet verecek bir bina­nın temelini atsa, tören için çoğu kez 10 Haziran gününü saptardı. Batı inanç kökenli bir davranış değildi bu; hayatındaki sevinilecek her olayı birbirine bağlamayı, kendi değişiyle, “Dünyadaki hayatına göksel bir cennet biçimi vermeyi” amaçlıyordu.
Evlenmelerinin 42. yıldönümünde Montefiore günlüğüne şöyle yazar: “Yeryüzünün hiçbir yerinde benim Judith’imden daha iyi, da­ha sevecen bir kadın yoktur; onun tek bir gayesi vardır: Kocasını mutlu ve memnun etmek. Tanrı ona tüm mutlulukları ihsan etsin!”
Judith kocasının gerçekten bir yardımcısıydı; onun akıllıca tavsi­yelerini, Moses bütün girişimlerinde hep dikkate almak gereğini duymuştur. Evliliklerinin ilk yılında Moses, her yıl altı hafta sürecek bir askeri eğitime katılmak zorunluluğuyla karşılaştı. Ona her sabah kılıcıyla eşarbını taktırtan, sonra onun göreve gitmesini pencereden mutluluk dağıtan bakışlarıyla seyreden yine karısıydı.
Montefiore ve askerlik? Nasıl olmuştu bu?
Moses’in Judith’le nişanlandığı sırada I. Napolyon kudretinin doruğundaydı, birçok devleti ve ülkeyi egemenliği altına almıştı. Fransız-İspanyol donanmasının 1805’te, Trafalgar deniz savaşında İngilizlere yenilmesi üzerine Napolyon, İngiltere’ye karşı bir kıta ambar­gosu uygulattı; böylece de adamın Avrupa ülkeleriyle tüm ticaretini ve ilişkisini kesti. Napolyon’un İngiltere’ye saldırması tehlikesine karşı İngiltere kralı ([12]) bir milis ordusu kurdurdu, eli silah tutan bü­tün yurttaşlar bu orduya seve seve katıldı. Moses’in birliği, üçüncü yurt savunma alayıydı, burada dört yıl süren hizmetinin sonunda rütbesi yüzbaşılığa yükseltildi.
Bu askerlik hizmetinin, Moses’in mesleki çalışmalarına pek bir zararı dokunmuştur. Rothschild ailesiyle akrabalık ilişkisi kurduktan sonra, bunların bankasında para ticaretine katılmak olanağını bul­muştu. Bu iş, Napolyon savaşlarının etkisiyle çok büyük bir genişli­ğe ulaşmış bulunuyordu; çünkü her yerde olduğu gibi İngiltere’de de para darlığı vardı. Bankaların problemi, şimdi devlete borçlarını ödeyebilmesi, giderlerini karşılayabilmesi ve memurlarına ücretlerini verebilmesi için olanaklar sağlamaktı. N. M. Rothschild bu doğrultuda kolları sıvayanlardan biri oldu, kıta Avrupası’ndaki akrabalarının da güçlü parasal desteğine sahipti. Henüz telgraf icat edilmemişti; ama o akrabalarıyla bir çeşit telgraf aracılığıyla haberleşiyor ve hatta posta güvercinleri kullanıyordu. Bu sayede de öteki İngilizlerden önce bazı bilgiler ona ulaşıyordu; örneğin Napolyon’un Elbe Adası’na kaçtığını ve Waterloo savaşını müşterilerine herkesten önce bildirebilmişti.
Savaş tehlikesi giderilip de ekonomik kriz atlatılınca, Montefiore yorucu borsacılık işinden çekildi.
Başka planlarla uğraşmaya koyuldu.
Gemiler ve mallar eskiçağdan beri sigorta ettiriliyordu. 1666 yı­lında 13.000 ev ve 89 kiliseyi küle çeviren büyük Londra yangının­dan sonra bir yangın sigortası şirketi de kurulmuştu. Lâkin sigorta yaptıranlar yıllarca taksitlerini ödedikleri halde onlara, ödül niteliğinde, herhangi bir prim verilmesi gereği duyulmuyordu. Bu durum Montefiore’de, sigorta olacaklara ya da onların varislerine mutlaka çıkar sağlayacak bir sigorta modeli düşünmesine yol açtı ve bir “ha­yat sigortası” şirketi kurmaya karar verdi.
Rothschild de planı onayladı; böylece 1824 yılında ilk büyük İn­giliz hayat sigortası kurumu “Allianz” çalışmalarına başladı.
Pek çok Yahudi, Allianz’ın listelerine kaydoldu. O dönemin Ya­hudileri törelere çok katı biçimde bağlı ve ölçülü davranmaları so­nucu özellikle çok ileri yaşlara ulaştıkları, sigorta olanlara da parala­rı hayatlarının sonunda ödendiği için, Allianz’ın önemli kazançlar elde etmesini ve Allianz’la birlikte ölünceye kadar genel müdürlü­ğünü yapan kurucusu Montefiore’nin bu kazançtan pay almasını doğal karşılamak gerekir.
Dünya çapında geniş kapsamlı başka bir girişim de doğuşunu ve gelişmesini Moses’e borçludur.
Her ne kadar daha 18. yüzyılın başlarında taşkömürünün kurulu borular döşenmek suretiyle dağıtım şebekesi kurulmuş ve aydınlat­mada kullanılmaya başlanılmışsa da yüzyıl sonra dahi, bu yeni ışık­tan sokakların aydınlatılmasında yararlanmaya hâlâ karşı çıkılmak­taydı. Ancak 1808’de Avusturyalı Winz’ler, Londra sokaklarını gazla aydınlatma iznini alabildi. Fazla aydınlatılma 1814’e kadar İngilte­re’nin bütün kentlerinde gerçekleşince, kıta Avrupası da bu tür so­kak aydınlatmasını öğrendi; bunu sağlayan da “Imperial” adında bir gaz şirketi oldu.
Kurucusu kimdi bu şirketin, yöneticisi kimdi?
Dostumuz Moses Montefiore!
Ne var ki kıta Avrupası da gaz ışığını başlangıçta İngiltere’de oldu­ğu gibi kuşkuyla karşıladığı için yeni şirket “Imperial” yıllarca zararına çalıştı. Böyle bir girişim çok paraya mal olduğu ve kendisine defalar­ca şirketi feshetmesi söylendiği halde Montefiore bunu yapmadı. Ese­rinin eninde sonunda başarıya ulaşacağı inanandaydı. Olaylar onu haklı çıkardı: 1826’da Berlin ve Hannover olumlu karara vardı. Havagazıyla aydınlatılmayı benimseyen kıta Avrupası’nın ilk kentleri oldu­lar. Onları başka kentler izledi; her yerde “Imperial” gaz tesisleri ku­ruldu. Şirket şimdi, az bir çabayla binlerle para kazanmaktaydı artık.
Avrupa’nın her tarafında şirketin hizmetinde çalışan binlerce gö­revli vardı. Montefiore bu kentlere gidince, şirket hesap defterleri çok sıkı denetimden geçiyordu. Fakat akşam olunca şirkette çalışan­ların hepsini, neşeli bir ziyafette etrafına topluyordu; çünkü teker teker herkesle tanışmaya ve tüm personeli birbirleriyle çok iyi an­laşmış halde görmeye büyük önem vermekteydi.
İngiliz Yahudileri, Moses Montefiore’nin iş hayatındaki başarıları­nı gururlu bir sevinçle izliyorlardı. Moses koyu dindarlığı, dürüst hakseverliği, güven veren kibar davranışıyla onlara, İngiliz Yahudi­lerinin haklarını koruma etkinliklerinde temsilcileri olmaya layık kişi gibi göründü. Böylece de -henüz genç olmasına rağmen-dindaşları arasında önemli bir rol oynamaya başladı: Londra’daki İspanya-Portekiz Yahudileri cemaatinin başkanlığına seçildi. Bu sıfatıyla da gi­derlerinin çoğunu kendisi karşılayarak bir cemaat hastanesi kurdu. Keza, yoksul gelinlere çeyiz sağlayan bir derneği de hayata geçirdi.
Ama onun asıl önemli katkısı, cemaatin okullarına kendisini ada­masında görülür. Okullara yakın ilgi göstermekten hoşlanıyordu. Bu ilgi, Konukka Bayramı ([13]) kutlanırken okullarda görünmek, sınavla­rında hazır bulunarak dönem sonunda öğrencilere yararlı armağan­lar vermekle sınırlı kalmıyordu.
Her yıl Purim Bayramı’nda (*) “Gate of Hope” (Umut Kapısı) ad­lı okulu ziyaret ediyordu; buranın yatılı öğrencileri genellikle fakir insanların çocuklarıydı. Burada her çocuk Purim bahşişi olarak en az bir mark alırdı; -bu bahşiş çocuğun ailesinin yoksulluk derecesi­ne göre belirleniyordu-böylece bazı çocuklar dört veya beş mark da alabiliyordu. Çocukların, içinde para bulunan küçük zarfları, okulun önünde bekleyen annelerine sevinçle vermelerini seyretmek, keyif veren bir manzaraydı gerçekten.
Ama Montefiore sadece, yolunu yüzleri sevinçle parlayarak göz­leyenlerin bulunduğu yerlerin konuğu değildi; hayır, cemaatinin ev­lerinin birinde, ölüm ailenin değerli bir bireyini alıp götürmüşse oraya da hemen koşardı. O zamanlar büyük kentlerde cemaatler henüz çok küçüktü; bu bakımdan ölen biri için son saygı hizmeti­nin yönetimi, para karşılığında bu işi gören yardımcı elemanlara bı­rakılmıyordu. Cemaat üyeleri, cenazeyi defnetmek için gerekli ha­zırlıklara yardım etmeyi boyunlarının borcu bir görev sayıyorlardı; böylece de erkekler basit tabutlar yapıyor, kadınlar kefen dikiyordu. Montefiore de, bir aristokrat, bir zengin, bir cemaat başkanı olduğu halde, Yahudi kardeşlik sevgisinin bu görevlerinden kaçınmamış; keza karısı da, Moses’in planladığı ve yarattığı her işe olduğu gibi bu etkinliğe de anlayış göstererek katılmıştır.
Öte yandan o, kocasının gerek iş hayatında, gerekse fahri hiz­metlerinde çok yoğun bir çalışma temposu içinde bulunmasına rağ­men, yine de asla savsaklamadığı bilgilenme çabalarına da katılmış­tır. Akşamları, şöminedeki ateş tatlı tatlı çıtırdarken mutlu çift, Fransızca, İtalyanca, İbranice çalışır ya da coğrafya ve etnoloji kitapları okurdu. Harita üzerinde şu ya da bu ünlü bir yeri arayıp da bulduk­ları zaman ise, uzun bir gezinin önsezisiyle dolarak bir süre suskun kalırlardı. Ne var ki, henüz Londra ile yakın çevresinden daha öteye gidebilmiş değildiler. Fakat çok yakında Moses ve Juditlı Montefio­re, yolculuk keyfiyle dolu Alman şairinin şu sözünü gerçekleştire­ceklerdi:
“Tanrı birini gerçekten kayırmak isterse, onu uzak dünyalara gönde­rir.”
Günümüzde Kutsal Topraklar’a gitmek isteyen kimse, hızlı bir vapur ve ekspres trenle -her türlü rahatı da sağlanmış olarak-en geç sekiz günde hedefine ulaşmaktadır.
Moses ve Juditlı Montefiore, 1827 yılında, Filistin’e ilk seyahatle­rini yaptıklarında, yolculukları hiç de böyle hızlı olmadı; birkaç ay uğraşmak zorunda kaldılar.
Montefiore, Paris’te, 4072 franka bir seyahat arabası yaptırttı. Bu araba Dover’de gemiye yüklendi, Kalais’te karaya çıkartıldı. Fransa bu arabayla geçildi ve Mont Tenis üzerinden İtalya’ya gelindi.
Montefiore çifti Napoli’de, Malta Adası’na gitmek üzere tekrar ge­miye bindi.
Malta’ya gelişleri Montefiore’ler için hem ziyaret hem ticaretti. Burada İngiliz ipek şirketinin ipek çiftlikleri vardı; şirketin başkanı da Moses Montefiore idi. Şirkette çalışanlarla şirket için çalışanları toplam yüz kırk kişiyibir şölene davet etti; burada herkes canının istediği gibi yemek ve içmek olanağını buldu.
Dostlarımızın Malta’da az daha hiç arzu etmeyecekleri kadar uzun bir süre kalmaları zorunlu olacaktı; çünkü her an bir Türk-Yunan sa­vaşının çıkmasından korkuluyordu. Bunun sonucu olarak da hiçbir kaptan, Montefiore çiftini İskenderiye ve Yafa’ya götürmeye yanaş­mıyordu. Sonunda bir kaptan bulundu; ama yolculuk ücreti olarak da 400 sterling ödemek zorunda kaldılar. Bindikleri “Leonides” adlı yata, “Gamett” savaş gemisiyle dört gemi daha eşlik ediyordu.
İskenderiye’de Montefiore çifti dostça karşılandı. İskenderiye li­manında yatan İngiltere’nin Akdeniz filosu komutanı Amiral Codringten ile İngiliz konsolosuna verilen tavsiye mektupları seyyahlarımıza büyük-küçük bütün kapıları açtırmıştı. Kahire’ye kadar da git­tiler ve amiralin aracılığıyla Muhammet Ali Paşa’nın huzuruna kabul edildiler; paşa, daha sonra konuklarını birer fincan kahve içmek ve rahatça sohbet etmek için yanında bir süre alıyordu.
Montefiore’ler Moses’ın liman kentinde yılbaşını ve tövbe günü­nü geçirdiler. Filistin’e gitmek üzere yola çıkmak istediklerinde, hiç hesapta olmayan bir yığın zorluk karşılarına dikildi.
Akka’da veba ortalığı kavuruyordu; Suriye’de iç savaş vardı, bu­ranın Hıristiyanları güvenliklerini sağlamak için dağlara çekilmek zorunda kalmışlardı. Sivrisinek musibeti bu yıl her zamankinden çok daha fazla rahatsız ediciydi. Yunan korsanlar denizi güvensiz bir hale sokmuşlardı. Bayan Judith ateşlenip hastalandı, Moses de kendini pekiyi hissetmiyordu.
Bütün bu olumsuzluklar, çok iyi tasarlanmış seyahat programının üzerine kalın bir çizgi çekmişti.
“Atalarımızınkinden çok daha büyük bir hevesle Moses’dan çık­mak istiyorduk; Tanrı’nın yardımıyla tekrar yurdumuza dönünce, Fesah Bayramı’nda, Mısır’dan çıkış için hiç kimse bizim kadar coş­kulu bir kalple Tanrı’ya şükredemeyecektir” diye yazar Montefiore günlüğüne.
Sonunda Yafa’ya gitmeyi göze aldılar. Güvenli olsun diye yolcu­larımız Türkler gibi giyinmişti; bu sayede yolculuk boyunca hiç ra­hatsız edilmediler. Uzun uzadıya görüşmelerden sonra Filistin’in kutsal toprağına girme iznini aldılar.
17 Ekim günü, öğleden sonra saat 5’te Moses ile Judith, Davut kapısından Kudüs’e girdiler.
Kutsal kenti gördüklerinde atlarından inmişlerdi. Çünkü ataları­nın bir zamanlar kanlarıyla suladıkları ve İsrail’den dünyanın dört bir yanına dağılırken üzerinde yürümüş oldukları patikalardan, at sırtında yüksekte değil -yas tutanlar gibi-yayan geçmek istemişlerdi.
Bu yüce kentin bir zamanki görkeminin hazin anıları yüreklerini doldururken, öte yandan şu anda, yer yuvarlağı üstünde milyonlar­ca Hıristiyanın ve Yahudinin gönüllerinde sımsıcak özlemini duydu­ğu bu kentte bulunmanın bilinciyle de mutlu oldular. Bundan dola­yı da kalpleri minnettarlıkla dolu olarak dua ettiler:
 “Sana şükürler olsun ey ebedi olan, ey Rabbimiz, evrenin hü­kümdarı; bize hayat ve sağlık bahşettin, bize buralara kadar gelmeyi nasip ettin!”
Ne var ki hayal kırıklığına uğradılar.
Kral Davut’un “rahiplerden bir devlete” egemen olduğu bu yer­de, Bilge Süleyman’ın türlü görkemlerdeki sarayının bulunduğu bu yerde şimdi “yanmış, yıkılmış, viraneye dönmüş bir kent” bulmuş­lardı. Bunda şaşılacak bir taraf yoktu: Kudüs on altı defa fethedil­miş, yedi defa yerle bir edilmişti. Kutsal Topraklar’ın 19. yüzyılın sonlarında, iki bin yıllık uykusundan uyanmaya başlayacağını o günlerde kimse sezinleyemezdi.
Kentin durumu ne kadar umutsuzsa, halkı da o kadar yoksuldu. Genellikle başka ülkelerdeki dindaşlarının bağışlarıyla yaşamaktay­dılar. Bu yolla elde edebildikleri birazcık geliri de, düşük ücret olan Türk memurlar onlardan alıyorlardı.
Montefiore, şubat günü İspanyol Yahudileri Sinagogu’na gelince, cemaatine yüklüce bir para bağışında bulunmak istedi. Cemaat baş­kanı hemen böyle bir şey yapmamasını tavsiye etti: “Şayet kent yö­neticilerimiz bunu öğrenirlerse, vergilerimizi artırırlar!”
“Ağlama Duvarı”na yakın evlerin sahibi Yahudiler yılda 300 lisa -6000 mark-ödemek zorundaydılar; bu parayı da sırf bir zamanların tapınağının bu son kalıntısı önünde Kudüs’ün düşmesine duydukla­rı acıyla ağlamak hakkı için veriyorlardı.
Duvarın önünde dua eden dindaşlarının görüntüsü, iki dostumuzu derinlemesine sarsmıştı. Fakat yine de Tanrı’nın yüce takdirine şükretti­ler; Yahudilerin başka halkların arasında kaybolup gitmesine izin ver­mediği, aksine sadık kulları olarak onların bunca acı ve baskı altında dahi varlıklarını en harika şekilde korumalarını sağladığı içindi şükranları.
Filistin Yahudilerinin acı yazgısını biraz yumuşatmak istemek, Kudüs’te Türk validen Montefiore’lerin tek ricası oldu. Valinin ken­dilerini kabul etmesi sırasında Doğu ülkelerinde konaklama ilişkileri söz konusu oldu.
“Burada kalmakta olduğunuz yerden memnun musunuz?” diye sordu vali:
“Çok memnunum.”
“Sahi mi? Peki, nerede kalıyorsunuz?”
“Bay Amzalak’ın evinde.”
“Nasıl? Bir Yahudinin yanında mı?” diye bağırdı Doğulu yönetici öfkeyle. “Rum manastırında kalmak istemediyseniz, size kentin için­de bir ev tahsis ederdim; ama bir Yahudinin yanında kalmak, bir Yahudi’nin!..”
“Ekselans!” diye karşılık verdi Montefiore çok sakin bir tavırla. “Yahudi din kardeşlerimden başka hiç kimsenin yanında yaşamak ve ölmek istemem!”
Vali biraz sıkıntılı bir duruma düşmüştü. Gösterdiği apaçık bağ­nazlıktan dolayı utanmıştı. Hemen, İsrail cemaatine karşı önyargılı davranmayı veya nefret duymayı asla düşünmediğini belirtti. Aksine kendisi, İslami inancından her kişi gibi, Yahudileri, dost ve kardeş olarak görmekteydi. Sonra da, “İslamın on iki yüzyıllık tarihi boyun­ca Yahudilere uygulanmış herhangi bir baskı gösterebilir misiniz?” dedi.
Montefiore böyle bir baskıyı hatırlamıyordu.
Bu kadarı yeterdi; valinin makamındaki sohbet çok samimi bir mecraya dökülüvermişti.
Sonunda vali -dostum diye hitap ettiği-Moses’e çok saygılı sözcük­lerle yazılmış bir izin mektubu verdi; bu mektup kutsal yerleri ziyareti­ni kolaylaştıracak, hatta bazı yerlere ancak bu sayede girebilecekti.
Kutsal Topraklar’daki Yahudilerin ekonomik sefaletini azaltmak, valinin iktidarında olan bir iş değildi. Burada mutlaka tüm dünya Yahudilerinin katkıda bulunacağı bir yardım yönetimi kurulmalıydı. Bunun için de iki seyyahımız, yoksul Filistinli dindaşlarının yararına tesisler kurmak olanağını düşündüler. Bu amaçla da Kudüs cemaati­nin ileri gelenleriyle birçok görüşme yaptılar.
Bazı işler planlandı; iki dostumuzun Kutsal Topraklar’da kalışı birdenbire tehlikeye girmeseydi, bu işleri gerçekleştireceklerdi de. Gelgelelim bazı söylentiler ortalığı kaplamıştı, gelen haberler eskisi­ne oranla çok daha inandırıcı ve huzur bozucuydu; bunlara göre Yunanistan ile Türkiye arasında düşmanca girişimler şimdi gerçek­ten başlamak üzereydi.
Dostlarımız bu yüzden kutsal kenti alelacele terk edip Yafa’da bir İngiliz gemisine binerek denize açıldılar. Fakat ansızın etraflarının ye­di Türk savaş gemisiyle kuşatıldığını görünce, kapıldıkları dehşeti kimse sözle anlatamaz. Silahlar patladı, imdat çığlıkları yankılandı -İngiliz gemisi beyaz bayrak çekmişti; fakat ancak uzun görüşmelerden sonra, sabah şafak sökerken, bir yanlış anlama olduğu açıklandı: Türkler iki direkli İngiliz yelkenlisini, Yunan savaş gemisi sanmışlardı.
Ne var ki iki dostumuzun dert küpü, bu sıkıntıyla henüz dolmuş değildi.
İskenderiye limanına girdiklerinde burası Türk savaş gemileriyle dolmuş bulunuyordu. Birdenbire parlak bir yangın alevi akşam gö­ğünü kızıla boyayıverdi ve gök gürültüsünü andıran sesler havayı titretti.
Ne olmuştu?
Bir Türk kaptan korvetini iki yüz tayfasıyla birlikte havaya uçur­muştu, bunu da çıkartılmak istendiği askeri mahkemeye çıkmamak için yapmıştı.
İngiliz gemisi bu patlamadan hiçbir zarar görmemişti. Fakat yeni tehlikelerin tehdidi altındaydılar. İskenderiye’de dostlarımız karaya ayak basınca, halkın çok büyük bir heyecan içinde olduğunu gör­düler: Kısa süre önce Navarino savaşının haberi gelmişti.
Bir savaş ilanı söz konusu olmadığı için kimse böyle bir çatışma­yı beklemiyordu. Hayli zamandır korkusu çekilen şey böylece ger­çekleşmiş oluyordu.
Savaşın nedeni, Yunanistan’ın Türk egemenliğinden kurtulmak için yıllardan beri yürüttüğü zorlu çabalardı. İngiltere, Fransa ve Rusya bu çabaları destekliyordu; fakat bunu Yunanistan’ın Türk ege­menliğini tanıması ve sultanın da her yıl haraç ödemesi koşuluyla yapmaktaydılar. Lâkin Türkiye bundan hoşnut değildi. Müttefik dev­letler ise Balkan Yarımadası’nda yeniden barış ortamının kurulması­na büyük önem veriyorlardı. Bu amaçla da derhal bir ateşkes yapıl­masını isteyerek filolarını Akdeniz’in doğusuna gönderdiler; niyetleri Türk filosunun müttefiki olan Moses filosuyla birleşmesini önlemek­ti. Fakat bu birleşme olmuştu. Bu sırada bir top atışı oldu. Topu ki­min ateşlediği bugüne kadar anlaşılamadı. Bunu herhalde Türkler yapmış olacaktı. Birden gemilerin hepsinde alarm verildi. Bir saatten kısa bir zaman için savaş tüm şiddetiyle başladı. Akşam karanlığı çökmeden önce Navarino’da hilalli bayrağın altında birleşmiş do­nanmanın tamamı yok edilmiş bulunuyordu. (20 Ekim 1827) ([14])
Her an yeni bir çatışma olabilirdi; buna rağmen Montefiore çifti bir Fransız guletine binerek dönüş yolculuğunu göze aldılar.
Bir tehlikeyle karşılaşmadan hayli yol aldılar. Derken Malta gö­ründü. Kıyıdaki ışıklar çok net görülmekteydi; en geç iki saat içinde limana varılabilirdi. Fakat vakit geçti; karanlıkta kıyıya yanaşmak ise tehlikesiz bir iş değildi. “Ne zararı var? Geceyi gemide geçirelim. Sa­bah ola hayır ola!”
Birden rüzgâr döndü. Fırtına halini aldı; hayır, fırtına denmezdi buna, bir kadırgaydı; küçük gemiyi çalkalanan denizin üstünde oradan oraya savuruyordu. Her an tekneyi batırabilirdi.
Şiddetli fırtına bir türlü dinmek bilmiyordu. Tehlike her geçen dakika biraz daha artmaktaydı. Tan yeri ağarırken gemi Malta’dan beş İngiliz mili açığa sürüklenmiş bulunuyordu.
Kabaran dalgalar yavaş yavaş düzleşti, gulet doğru rotasını yeni­den buldu ve kıyıya yanaşmak hiçbir zorlukla karşılaşılmadan ger­çekleşti. Yurda dönüş yolculuğunun bundan sonraki kısmı güzel geçti. Fakat açık denizde Bayan Judith’in deniz tutmasından ötürü, çektikleri sözle anlatılır gibi değildi.
Bizim Moses’in ise, çok sıkıntılı deniz yolculuğundan gözü hiç de yılmış değildi. Aksine yeni yolculuklar için planlar yapmaya baş­lamıştı bile. Viyana’ya gitmek istiyordu; Berlin, Rotterdam, Cenev­re’yi ve gaz şirketinin öteki şubelerini ziyaret edecekti.
Buna karşın Bayan Judith bir yolcuğun, en azından bir deniz yolculuğunun lafını bile artık ettirmedi. Daha sonraları evinin balko­nundan, fırtınanın kamçıladığı denize baktığı zamanlar, tüyleri ürpererek hep o korkunç geceyi hatırlar ve yurttaşlarının şu sözleriyle dua ederdi:
“Oh, hear us, when we cry to Thee
For those in perils on the sea.”
Biz de bunu şöyle söyleyebiliriz:
“Tanrım, kurtar, ölümden ve tehlikeden
Vahşi dalgalar içinde çırpınanı!”
Moses’in hayalini kurduğu yeni yolculukların hiçbiri gerçekleşti­rilemedi. Avrupa başkentlerini ziyaretten çok daha önemli işler, Montefiore’nin Londra’da bulunmasını zorunlu kılmıştı.
Etkileyici, saygın durumu, zenginliği, özellikle de güven verici centilmen kişiliği, ona kentte ve devlet katında makam sahibi bir­çok kimsenin dostluğunu kazandırmıştı. Hatta, Amiral SörEdward Codrington’un tavsiye mektubu üzerine Dük Clarence ile tanışması sayesinde saraya da girmeyi başarmıştı. Bir süre sonra kralın da (*) huzuruna kabul edildi. Bu kabul biraz da Dük Norfolk sayesinde gerçekleşti; bu zat eylemlerinden dolayı dostumuzu takdir ediyordu ve tıpkı Yahudiler gibi hukuksal eşitlik için uğraş veren İngiliz Katoliklerinin önderiydi.
Fakat Moses’in, bütün bu ilişkilerden yararlanarak rütbeler ve makamlar elde etmeye çalışmasının, sadece kendi çıkarı için oldu­ğunu sanmak bir yanılgıdır. Kral saraylarının odalarına ayak basmak olanağını elde ettiği ilk günden itibaren ulaşmak istediği tek bir ere­ği vardı: Tüm nüfuzunu dindarlarının yararına kullanmaktı bu.
Ne var ki, İngiliz Yahudileri hâlâ çeşitli kısıtlamaların baskısı al­tındaydı. Gerçi bunlar tüm keskinliğiyle uygulanmıyordu; ama yine de gerek Yahudiler, gerekse ön yargısız Hıristiyanlarca özgür bir ül­keye yasaklamalar olarak nitelendirilmekteydiler. Örneğin, hiçbir Yahudi toprak sahibi olamazdı; alt ya da üst meclise (**) girmesin­den geçtik parlamento seçimlerine bile katılamazdı.
(*) Kral Hannovar hanedanından IV. William’dır. (1830-1837)
(**) Alt meclis, İngiltere halkının seçtiği milletvekilleri meclisidir. Ülkemizde Avam Kamarası diye tanınır. Yasama organıdır. Kuruluşu 13. yüzyıla kadar uzanır. Önem kazanması 17. ve 18. yüzyılda olmuştur. 1642-1648 iç savaşı, parlamentonun kralın yetkilerini sınırlandırması için yapıldı ve sonunda kralın kafası kesildi. Avam kamarasının hayatına canlılık getiren partiler kuruldu ve 1688 devrimi patlak verdi. Hannover hanedanından krallar avam kamarasının önem kazanmasına katkıda bulundular. 1832 reformu seçme-seçilme haklarını genişletti. Fakat kadınlara oy hakkı ancak 1928 de tanındı.
Üst meclis, kentsoyluların meclisidir. Ülkemizde lordlar kamarası diye tanınır. Avam kamarasıyla birlikte 13. yüzyılda kuruldu. 18. yüzyıldan itibaren avam karamasının yanında önemi ikinci plana düştü. Viktoria çağında, ülkenin sanayileşmesi karşısında zamanı geçmiş bir toprak aristokrasisinin temsilcisi olan lordlar kamarasının gerilemesi daha da belirginleşti. 1911’de çıkarılan yasayla lordlar kamarasının yasama yetkisi elinden alındı. O tarihten beri kamaranın sadece yasa tasarılarını erteleyici bir veto hakkı vardır. Bir şeref kurulu haline gelmişti. Montefiore’nin zamanında henüz yasama yetkisine sahip bulunuyor­du.

Bu nedenle Montefiore ile Rothschild hukuksal eşitlik adına bü­tün kısıtlayıcı yasaların yürürlükten derhal kaldırılmasını öngören bir dilekçeyi parlamentoya sundular. Norfolk ve St. Alban dükleri, Lord Bexley, ülkenin piskoposları, özellikle de büyük tarihçi Macaulay (***) en sıcak şekilde Yahudileri desteklediler. Buna karşın Dük Wellington bu desteği göstermedi. (Napolyon’un yenilgiye uğratıldı­ğı Waterloo Savaşı’nda komutayı Mareşal Blücher’le paylaşmış bulu­nan) Bu dük, Yahudilerin haklı isteklerinin aleyhinde de konuşma­dı; kendisi Yahudilere parlamentoya seçilme hakkı verilmesinden yana değildi.
(***) Sör Thomas Macaulay (1800-1859) İngiliz siyaset adamı ve tarihçisidir. 15 ciltlik “İngiltere Tarihi’ en önemli eseridir. İngiliz dilinin ustalarından biri sayılır.
Yahudilerin dilekçesi başarı elde etti. Yahudi yasalarının kaldırıl­masına ilişkin tasarı, alt mecliste hiçbir itirazla karşılaşmadan kabul edildi. Böylece hakkaniyet ilkesi, kökleşmiş önyargılar karşısında bir zafer kazanmış oluyordu. Bu zaferin kazanılmasında Macaulay’in aralıksız sürdürdüğü çabaların etkisi hiç de az değildir. “Yahudilerin yurttaşlığının yetersizliği üzerine” adlı bir yazısında, Yahudilere reva görülen haksızlıkları, çok etkileyici bir dille tüm İngilizlerin gözleri önüne sermişti.
Tasarı, yasa olarak kesinlik kazanabilmesi için, görüşülmek üze­re, üst meclise gönderileceği sırada, bakanlık aykırı bir tavır takına-
rak bundan vazgeçildiğini bildirdi. Bu yüzden Montefiore bir defa daha dilekçe verdi.
Bu defa da alt meclis söz konusu tasarıyı 137 çoğunluk oyuyla kabul etti. Fakat Dük Saffex, bu tasarıyı Westminster semtinden aynı görüşteki 7000 kişinin imzaladığı bir dilekçeyle birlikte üst meclise verince, dilekçe reddedildi.
Ne var ki Montefiore ile dindaşları, eşit haklar için yürüttükleri mücadeleden vazgeçmediler. Bu arada kısıtlamalar öngören madde­ler şeklen kaldırılmamış olduğu halde, 1835 yılında David Salomon adında bir Yahudi Londra ve Middlesex Şerifi ([15]) seçildi.
Kraliçe Viktoria’nın (*) 1837’de tahta çıkmasıyla İngiltere için umulmadık bir gelişme çağı, İngiliz Yahudileri için de baskılar ve geriye itilmeler çemberinden kurtulma dönemi başladı.
(*) Viktoria (1819-1901), İngiltere Kraliçesi ve Hindistan İmparatoriçesi. 1837’de amcası IV. William ’dan sonra tahta çıktı. Belçika Kralı’nın oğlu Prens Albert’le evlendi. 64 yıl süren yönetimi boyunca, güçlenen burjuva sınıfı karşısında monarşiye yeniden değer kazandırdı ve yıkılmaktan korudu. Radikal, liberal ve muhafazakâr siyasal akımlara karşı tarafsız tutumuyla örnek bir devlet başkanı oldu. Onun zamanında İngiltere, dünyanın en önemli devleti oldu.
Onun yönetimi altında, insanlığın iş yaratma alanlarının tümünde Yahudilerin serbestçe etkinliğini sınırlayıcı son kısıtlamalar da kalk­tı. O zamandan beri İngiltere’nin Yahudileri, özgür büyük vatanları­nın refahını sağlamak ve artırmak yolunda, Hıristiyan kardeşleriyle birlikte yoğun bir yarışma coşkusu içindedir. Devlet ve kent yöneti­mi hizmetinde, orduda ve donanmada, sanatta ve bilimde, ticaret ve sanayide -kısacası her alanda-Yahudiler en yüksek mevkilerde üs­tün başarılar gösterdiler ve fakat -çok acı olan da budur-yazılı ol­mayan yasalar onların yeteneklerini değerlendirmelerini, güçlerini geliştirmelerini engellemişti.
Yahudilerin Hıristiyan hemşehrileriyle eşit haklara sahip yurttaş­lar haline gelmesi uğraşında Montefiore’nin hizmetleri tartışılmaz sa­yılıyordu. Çevresinde büyük takdir görüyordu. Köleliğin kaldırılması şimdiye kadar gerçekleştirilememişti; çünkü köleleri çalıştıranlara, köleleri satın alırken ödedikleri paralan vermek olanağı bulunamı­yordu.
Bu zararları karşılama parası toplam on beş milyon Sterlingden (üç yüz milyon mark) fazla tutuyordu.
Devlete kim avans verdi?
Montefiore ile Rothschild. Bunlar borcu üstlendiler ve böylece de yalnız vatandaşlarına değil, tüm insanlığa büyük bir hizmette bu­lundular.
Montefiore’nin saygınlığı her geçen gün biraz daha artmaktaydı. Ne var ki o, bütün bu siyasal etkinliklerinde, cemaatine yararlı olma ilkesini bir an bile gözardı etmiyordu.
İngiliz Yahudileri kendilerini inançları başka yurttaşlarından ayı­ran kısıtlamaların kalktığını görünce, İngiliz halkıyla kaynaşmaları yolunda karşılarında duran -dilde ve töredeki-yüzeysel engelleri de ortadan kaldırdılar.
Londra’da İspanyol Yahudileri cemaatinde vaazlar hâlâ İspanyol­ca veriliyordu. Cemaat makamlarının yazışmaları bir dilde yapıldığı gibi, alınan kararlar üyelere yine bu dilde bildiriliyordu. 1492 yılın­da İspanya’dan kovulan Yahudiler, gittikleri her yerde İspanyolca konuşarak eskiden yurtları olmuş olan İspanya’ya bağlılıklarını sür­dürmüşler, böylece de tarihte benzeri bulunmayan bir sadakat örne­ği göstermişlerdir. Sonraki kuşaklar, özellikle de Balkan Yarımadası ülkelerinde yaşayanlar, günümüzde dahi, İspanyolcayı ana dilleri olarak konuşmaktadırlar.
Buna karşın 19. yüzyılın başlarında, Londra İspanyol Yahudileri çevresinde yetişen kuşaklar, İspanyolcayı yadırgadılar. İngilizcenin cemaatin dili olması doğrultusunda çok güçlü bir hareket başladı. Bu hareketin öncüsü Montefiore idi. Dinsel buyrukların yerine getirilme­sinde gösterdiği ateşli çabayı, İspanyolca vaazların tümünün İngiliz­ceye çevrilmesi girişiminde de gösterdi. Sözleri çok değerli olduğun­dan zaferi güç olmadı. İspanyol Yahudileri cemaati bu değişime rağ­men varlığını korudu ve bugün hâlâ gelişmesini sürdürmektedir.
Bildiğimiz gibi Montefiore bu cemaatin başkanıydı. Görevini öy­lesine ciddiye almıştı ki yoksullar komisyonunun verdiği raporlara güvenmez, şahsen emin olmak ister, acıları dindirmek, gözyaşlarını kurutmak konularıyla doğrudan ilgilenirdi. Nitekim bir gün, sabah saat 10’dan öğleden sonra beşe kadar, merdivenleri sürekli çıkıp inerek tam 112 yoksul Yahudi ailesini evlerinde ziyaret etmiş, veri­len raporların doğruluğundan emin olmak istemişti.
Buralarda gördüğü manzara sefaletti.
Eve döndüğünde cebinde bir kuruş bile kalmamıştı; bütün para­sını yoksulların yoksulu olanlara dağıtmıştı.
İnsanları seven bu Yahudi, yüce ruhluluğunu başka mezhepten yardıma muhtaç kişilere de göstermişti.
Montefiore günün birinde kendisinden yardım dileyen bir mek­tup aldı. Bu mektupta bahtsız biri, içinde bulunduğu çok sıkıntılı durumu anlatıyor ve hayatına son vermeye kararlı olduğunu bildiri­yordu. “Bir yabancıya, üstelik başka dinden biri olan size, bir ricay­la başvurduğum içim bağışlayınız. Fakat sizin iyi kalpliliğinize iliş­kin o kadar çok şey dinledim ki, benim şu son arzumu gözardı et­meyeceğinizi ummak cüretini gösterdim: Benim zavallı karım ile ço­cuğumu koruyunuz!”
Montefiore durumu hemen soruşturdu ve mektubu yazanın söz­lerinin doğru olduğu anlaşılınca, dul kadını derhal himayesine aldı ve erkek olan çocuğunun da bir yetimhaneye yerleştirilmesini sağla­dı. Bu kadarla da yetinmedi; 1200 İngiliz lirası ödeyerek yetimhane­nin yönetim meclisinde üye ve oy sahibi oldu; bunu da çocuğa iyi bakılıp bakılmadığını daha etkili biçimde denetleyebilmek için yap­mıştı.
Yoksulun biri işyeri açmak için Montefiore’den 500 İngiliz lirası borç aldı. Girişiminde de başarı sağladı; birkaç yıl sonra da borcunu ödemek üzere sevinçle Montefiore’ye geldi. Fakat onun şu cevabıy­la karşılaştı:
“Bu parayı gönül rahatlığıyla geri götürebilirsiniz, sevgili dostum. Bir kuruluşun ortaya çıkarılmasında size yardımcı olabildiğimi bil­mek benim için yeterli bir geri ödemedir!”
Altın kalpli bu tutumunu Montefiore bütün insanlara göstermiş, yardımını dilemek için yanına gelen ile onun korumasına hiç ihtiyaç duymayan arasında ayrım yapmamıştır.
Bir gün akşamın geç saatinde kapısı çalındı. Kimdir gelen? Ban­kada çalışan bir stajyerdi ve kendisine verilen bir görevi yerine ge­tirmek istemekteydi.
“Sabaha kadar vakti yok mu bunun?” diye sordu Montefiore bi­raz isteksizce.
“Hayır, inayetli efendim. Bana verilen herhangi bir görevi hâlâ yapmamışsam, günlük işimi tamamlamamış olurum. Ertesi güne iş bırakmak yoktur benim çalışmamda.”
“Teşekkür ederim size; gerçekten güvenebileceğim bir gençsi­niz!”
Montefiore bu gençle birkaç dakika daha görüşmüş ve gencin ti­yatroya meraklı olduğunu öğrenince, Shakespeare’in eserlerinden oluşan lüks baskılı bir takımı ona hediye etmiştir.
Montefiore tanıdığına ve tanımadığına her zaman hep nazik ve yardımseverce davranmıştır.
Londra ile Ramsgate arasında özel bir salon vagonla gidip geli­yordu. Öteki vagonların çok dolu olduğunu gördüğü zaman, yolcu­ların kendi salonundan yararlanmalarına gönüllü olarak izin verirdi. İstasyonda onu özel faytonu beklerdi. İstasyondan ayrılacağı sırada yaşlı, sakat kimseler görürse, arabasına onları bindirir; kendisi ya bir fayton tutar ya da yaya gitmeyi yeğlerdi.
Bu tür yardımseverce davranışları, onu çok geçmeden tüm Lond­ra’da en popüler kişilerden biri yapmıştır.
Büyük kentte yaz kış sürekli oturup aynı işi, aynı sıkıcı çalışma koşullarının boyunduruğunda yapan, bir yandan da trafik keşmeke­şi içinde bunalan kimse, kasabalarda yaşayanlara gıpta ederek kırsal kesimde -çok küçük de olsa-bir ev sahibi olmayı arzular.
*
“Ne mutlu ona, övmeliyim sevinçle onu,
Kırların sessizliğinde yaşayanı;
Karmaşık çevrelerin hayatından uzaktadır,
Doğanın koynunda çocuklar gibi yatmaktadır;
Dürtücü tutkularını ünlerin ve şanın
Fırlatıp atmıştın üstünden artık;
Geçici hevesler ile hep istenen arzular,
Uyutulmuştur huzur dolu göğsünde.!”
*
diyor Schiller, “Messinalı Nişanlı” adlı eserinde.
Moses ve Juditlı Montefiore, 1822 yılında Londra’nın batısındaki Ramsgate kasabasında, deniz kıyısında, ormanın hışırtılarıyla çevrili yazlık evlerine ayak bastıkları gün, gözlerine ilk çarpan, iki yanında süslü iki küçük kulenin yükseldiği, her yanını yeşillikler kuşatmış beyaz bir bina oldu. Tek katlı ana binanın cephesinde pek az pen­cere vardı; buna karşın zemin katındaki geniş bir veranda ile bunun üzerinde yer almış kemerli üç camlı kapıyla çıkılan bir balkon, on­ları adeta davet eder gibiydi.
“East Cliff Lodge”ydi burası!
Küçüktü; ama birbirlerine sevgiyle bağlı bulunduklarının bilin­cindeki iki insan yeterince büyüktü.
Bu harikulade görünümlü kır evini, yazlık olarak birkaç defa ki­raladıktan sonra, 1832 yılında satın aldılar ve evliliklerinin yirminci yıldönümünde de buraya taşındılar.
Canayakın bu çift, son nefeslerine kadar burada yaşadı. Montefi­ore insan sevgisinin hizmetinde elde ettiği ve yarattığı ne varsa, hepsini burada tasarlamış ve burdan yönetmiştir. Ticari etkinlikleri ve resmi görevleri bir süre Londra’da oturmasını gerektirince, “ha­yatın depdebeli muhitlerinden” yeniden “kırların huzur dolu orta­mına” dönebildiği günü, her seferinde bir bayrammış gibi kutlamış­tır.
Ramsgate’de ne eğlence vardı, ne tiyatro, ne de konser. Montefi­ore çiftine bunlar gerekli de değildi; çünkü günlük yaşayışları, bir­birlerini sevgiyle kollamaları, himayeleri altına aldıkları kimselerle ilgilenmeleri, araştırma çalışmaları, akrabalarının sık sık kendilerini ziyaret etmesi onlara yeterince gönül şenliği sağlıyordu.
Ramsgate’de eksikliğini duydukları şey bir sinagogtu.
Bu nedenle daha villanın satışıyla ilgili görüşmeleri yaparlarken, bir tapınağın inşasına elverişli bir araziyi de aramışlardı. 9 Ağustos 1832’de de sinagogun temelini attılar. Ertesi yıl tapınak bitmişti; dı­şarıdan pek gösterişsiz, üstelik penceresiz bir yapıydı. -Işığını yu­karıdan alıyordu. Montefiore’nin günlüğünde belirttiğine göre, içeri­den ise “bir cennet”ti.
Bu güzel ibadet yerinin açılış töreni ne zaman yapılmış olabilir?
Bunu hemen kestirebiliriz: Kurucu çiftin evlilik yıldönümünde el­bette!
Tören, “Tora tomarı”nın ([16]) villadan sinagogun büyük kapısı önüne taşınmasıyla başladı. Burada Londra’dan gelmiş bulunan Ha­ham Dr. Hirschel tören alayının önünde dua etti:
“Bana adalet kapılarını açın ki içeri gireyim ve Rabbe şükrede­yim. Rabbin kapısıdır bu; adil olanlar girecektir içeri.” (Mezmur 118,19 ve 20)
Sinagogun büyük kapısı açıldı. Tören alayı, içerisi parlak ışıklarla aydınlanmış Tanrı evinin eşiğine varınca haham, her Yahudi ayini başlarken söylenen duayı okudu:
“Çadırın ne güzel senin, Yakup; senin evlerin İsrail...” (4. B.M. 24, 5) sonra da Kora tomarı yedi defa dolaştırıldı; bu sırada iyi eği­tilmiş bir koro da 84. mezmuru söylüyordu:
“Konutların ne kadar sevimli senin, ey Rabbim! Canım, Rabbin avlularını özlüyor, ona kavuşmak istiyor; yüreğim ve ruhum Rabbime sevinçle sesleniyor. Ne mutlu onlara ki hep senin evinde kalır­lar. Ne mutlu onlara ki dayanaklarını sende bulur, hayat yolları sana ulaşır!”
Tora tomarı, kutsal mahfazasına konulduktan ve perdesi kapatıl­dıktan sonra Montefiore mimbere çıkıp çok içtenlikli, uzun bir açılış duası yaptı. Koronun tekrar ilahiler söylemesinin ardından haham, kral ailesi için, vatan için ve tüm İsrail için dualar etti.
Tapınağın açılışı şerefine Moses ve Judith Montefiore, ertesi ak­şam villanın bahçesinde bir parti verdiler. Bahçedeki ağaçlara ve ça­lılara 4000 renkli lamba asılmıştı; çok zengin bir şölen sofrası kurul­muştu. Şenlik bir konser ve baloyla tamamlandı.
Şenlikler neşe içinde kutlanırken ciddi mizaçlı kimseler, hemen her zaman hayatın faniliğini ve türlü güçlüklerini düşünmeye yöne­lirler; Moses Montefiore de, bahçede eğlenceler sürüp giderken, ar­tık yaşayanlar arasında bulunmayacağı zamanı düşündü. Orkestra neşeli bir marş çalar ve konuklar keyifle kadehlerini tokuştururken Moses, karısını yanına alarak parkın içinde dolaşmaya çıktı ve bura­da hayat arkadaşına, günü geldiğinde gömülmek istediği yeri gös­terdi.
Aslında sadece Yahudiler tarafından kutlanmış olan açılış şenli­ğinden kısa bir süre sonra Kent Düşesi ile kızı Prenses Viktoria’nın gelişi ise tüm Ramsgate halkı için büyük bir sevince vesile oldu.
Düşes ile prensesin karşılanmasında Montefiore de hazır bulun­du ve burjuva sınıfının diğer temsilcileri gibi o da saray balosuna  davet edildi. Burada Saray Nazırı Sör John Conroy ile yapılan bir görüşmeden, hanedandan hanımefendilerin Ramsgate’den hoşlan­dıklarını, fakat gezintiye çıktıklarında meraklı gözlerden rahatsız ol­mayacakları bir parkın eksikliğinden yakındıklarını öğrendi. East Cliff Lodge parkının anahtarını derhal saray nazırına verdi. Ertesi gün düşes ile prensesin Montefiore’nin arazisinde dolaştıkları görül­dü; daha sonraki günlerde de bu gezintiler sürüp gitti.
Genç prenses kordelası renkli hazır şapkası kolunda, neşeli bir tasasızlıkla düşes annesinin yanı sıra yürürken, iki yıl bile geçme­den erguvan renkli krallık harmaniyesini narin vücuduna dolayaca­ğından habersizdi.
Montefiore çifti, incelik göstererek hanedandan bu yüksek kişi­lerle parkta karşılaşmaktan kaçındılar. Onların bu çekingen davranı­şı, düşesi pek memnun etti ve Montefiore’ler kendisine yaklaşmadı­ğı için de, bu yaklaşmayı kendisi yapmak istedi, bu amaçla da ilkin Moses’i yemeğe davet etti.
Montefiore bu olayla ilgili olarak günlüğünde şunları yazmıştır: “Daha önceki hiçbir davette, o gün hanedandan hanımefendilerin yanındaki kadar kendimi rahat hissettiğimi hatırlamıyorum. Düşes hazretleri olağanüstü denilecek nitelikte alçak gönüllüydü; masada oturanların hepsi son derecede güleryüzlü ve konuşkandı. Özellikle de ‘Altes Hazretleri’nin bana göstermek lutfunda bulunduğu’ iltifat­larla dolu davranıştan çok duygulandım.”
Ramsgate sakin bir yerdi -belki de özellikle bundan dolayı- iki dostumuz orada kendilerini pek mutlu hissediyorlardı. Yüz ölçümü 24 morgen ([17]) olan çok geniş parkta harikulade gezintiler yapıyor, bunun için de çiy damlacıklarının otların ve çanak yaprakların üs­tünde pırlantalar gibi parıldadığı, kuşların neşeli şarkılarının göklere yükseldiği sabahın erken saatlerini seçiyorlardı. Balkondan bakılın­ca, güneydoğuda bir kalenin gururuyla nöbet tutarcasına yükselen “İngiltere’nin beyaz kayalıklarına” kadar uzanan yeşil bir bitki örtü­sü görülüyordu. Bayan Judith denizi seviyordu; ama deniz yolculu­ğunu asla. Bir düşünelim niçin acaba? Gelgelelim Moses kendini hep güçlü hissediyor; bu yüzden de deniz kokulu bir esinti, keskin soluğunu onun alnına sık sık üfleyip durmaktaydı. Bunun sonucu olarak Bayan Judith kocasının hatırına bir özveride bulundu ve onunla birlikte bir defa daha denizde bir gezinti yolculuğuna çıktı.
Bu eğlence gezisi, onlar için yine büyük bir üzüntü kaynağı ol­du.
Sakin bir denizde Margate sahil kasabasına kadar gittiler. Fakat ertesi sabah eve dönerlerken, koyu gri sis yığınları denizi kaplamış bulunuyordu. Sis öğleye doğru açılır umuduyla bekledilerse de umutları boşa çıktı. Aksine sis daha da yoğunlaştı. Bu yüzden de gemi -adı Magnet idi-bir kum bankına bindirdi ve ancak iki saatlik bir uğraştan sonra yeniden yüzdürülebildi. Yanlarından sık sık va­purlar geçmekteydi; bu siste, bunlardan biriyle çarpışmak tehlikesi çok yakındı; o nedenle de sis düdüğünün boğuk sesi havada sürek­li yankılanıyordu. Birden bir gümleme, bir çatırdı duyuldu. “Mag­net”, “Kızıl Korsan” adlı gemiye bindirmişti. Bu gemi, Magnet yolcu­larının dehşetle açılmış gözleri önünde, birkaç dakika içinde sulara gömüldü. İçindekiler tam zamanında “Magnet”e alınarak kurtarıl­mıştı. Lâkin “Magnet” de toslamadan dolayı hayli zarar görmüştü. Pompalarını saatlerce çalıştırmak zorunda kalındı. Bereket versin yakınlarda balıkçı tekneleri vardı; bunlar sayesinde yolcular ve tay­falar esenliğe kavuşturuldu.
“Hayatımızda bundan daha büyük bir ölüm tehlikesiyle hiç karşı­laşmadık” diye yazıyor Moses, “ve zavallı karımın yürekliliğine hiç bu kadar hayran olmamıştım”.
Deniz kazasından sağ salim kurtulmaları, dostlarımız için 600 li­ralık bir bağışa vesile oldu. Bu paradan İspanyol ve Alman cemaat­lerinin yoksulları ellişer lira, Filistin’deki fakir Yahudiler ise 500 lira aldı.
Moses’in seyahat hevesi, bu olaydan sonra uzunca bir süre küllenmiştir sanılabilir. Hayır, hiç de öyle olmadı. Şimdi eskisine oranla daha da hırsla yürüttükleri dil öğrenme çalışmaları, eğer dışarıda kış fırtınaları uğulduyorsa, onlarda daha çok yeniden seyahat planları tasarlamak isteği uyandırıyordu.
Bu sefer İtalyanca öğreniyorlardı; ama hemen söyleyeyim: Bu
öğrenimde Judith kocasından daha hızlıydı. Fakat Moses de, İtal­ya’da doğmuş biri olarak onun kendisini geçmesine izin vermek is­temiyordu.
“Benimle bahse var mısın?” diye sordu Judith.
“İtalyanca bir sınavı başarırsan yüz lira alırsın.”
“Sınavı sen mi yapacaksın?”
“Elbette! Başka kim olabilir?”
“Pekâlâ, ben hazırım!”
Sınav yapıldı. Judith soruların hepsini cevapladı ve ödülü kazan­dı.

Payeler ve Payeler
20 Haziran 1837 günü, sabah saat altıda Prenses Viktoria’ya, ge­çen gece kralın dünyamızdan ayrıldığı ve artık kendisinin kraliçe ol­duğu bildirildi. Kraliçe günlüğüne şunları yazmıştır:
“Henüz çok gencim ve her alanda değilse bile, birçok konuda hiç deneyimim yok. Ama doğru olanı yapmak iradesi gösterebil­mekte, eminim, ancak pek az kişi benden daha fazla iyiniyet ve da­ha fazla ciddiyet gösterebilecektir.”
Evet, o gençti -18 yaşına daha yeni basmıştı-fakat “doğru ola­nın” ancak “adalet” bulunan toprakta çiçek açtığını, bu adaletin ül­kenin bütün evlatlarına inanç ve sınıf farkı gözetilmeksizin gösteril­mesi gerektiğinin bilincindeydi.
Devletin başındaki kişinin böyle bir zihniyette olmasının hayırlı sonuçlarından İngiltere Yahudileri de yararlandı.
Daha önceki yıllarda düşünülmesi bile olanaksız bir durum şimdi gündemdeydi: Şeriflik gibi yüksek düzeyde bir göreve Yahudilerin seçilmesiydi bu.
Hemşehrilerinin güvenini kazanarak şerif seçilen kimse, bir yıl için, bir kontluğun bu en yüksek sivil makamına atanır. Hükümet başkanı payesinde olur ve bir kontluk bölgesinin adliye ve polisle ilgili bütün işlerini yönetir. Jürilerde yer alacakların listelerini yapar, duruşma günlerini saptar, celp belgelerini düzenler ve verilen ceza­ların uygulanmasını sağlar. Geliri şeriflik dairesiyle bağlantılı değil­dir; buna karşın giderleri hayli fazladır. Çünkü şerif, çevrede iyi izle­nimler bırakmak zorundadır; yani davetler verecek, davetlere gide­cektir. Bundan da açıkça anlaşılır ki, ancak para keseleri tıkabasa dolu, saygın yurttaşlar şerif seçilebilirler.
1837 güzünden 1838 güzüne kadar bizim Montefiore, Londra ile Middlesex Kontluğu’nun şerifi oldu.
Bu fahri görevi Moses, Şabbat ve bayram günlerinde hiçbir iş yapmamak koşuluyla kabul etmişti. Her yıl için işleri aralarında bö­lüşecek ve gerektiğinde birbirinin yerine bakacak iki şerifin seçil­mesi, Moses’e ileri sürdüğü koşullara göre hizmet görebilmesi ola­nağını vermiştir. Şan ve şöhret basamaklarını böyle yukarıya doğru çıkarken, atalarının dininin buyruklarına uymayı asla ihmal etmedi ve dostları, ona kendisi gibi yüksek mevkilere geçmiş bazı dindaşla­rının, Şabbat ve perhiz yasalarına uymakta pek titiz davranmadığını söz konusu edince, Moses hep şu cevabı vermiştir:
“Başkalarının ne yaptığı, beni ilgilendirmez; ama ben hep hoşuma giden şeylerin bana yaptırılmasını isterim: Tanrı’ya karşı görevlerim ve kutsal dinimize olan saygım, bütün öteki görevlerin üstündedir.” Yahudi şerifin dinine gösterdiği bu tutkulu bağlılık, her zaman dindar olan Hıristiyan İngilizlerde büyük bir saygı uyandırmıştı.
Onun Yahudiliğe yüksekten bağlılığını, yüksek düzeydeki göre­vini yapmasına bir engel olarak görmediler. Bu olgu, iki yeni şerifin takdim töreninde başsavcının yaptığı konuşmada açıkça görülür: “Her ne kadar Bay Montefiore, hemşehrilerinin çoğunluğunun bağlı bulunduğundan başka bir dine bağlıysa da, bizler onun üst­lendiği görevleri dürüstçe ve toplumun yararına yerine getireceğin­den, bir an için bile kuşkuyla düşmedik.”
Moses, bu güveni hak etmiş midir? Bu soruya gönül rahatlığıyla evet cevabı verebiliriz; görevinde yeterince gayretli olmuş ve hayli büyük bir iş yükünü omuzlamıştır.
Bu döneme ait günlük notlarına bir göz atacak olursak, onun gö­reviyle ilgili işlerin kapsamı hakkında bir fikir edinebiliriz:
“8.30’da evden hareket, 9’da ağır ceza mahkemesi; orada kahval­tı. Ceza yargısıyla birlikte duruşma. Sonra cezaevi, burada ‘Beyaz Haç’ raporunu inceleme. Belediye başkanını ziyaret; ivedi şikâyetler için toplantı. Saat yarımda tekrar ağır ceza mahkemesi; burada ikin­ci kahvaltı (Lunclı). Saat 5’e kadar duruşmalar. 6.30’da Judith’le bir­likte belediye sarayına gidiş, belediye başkanının daveti. Saat l’de eve dönüş.”
Bütün günleri, bazı ufak değişikliklerle hep böyle geçmiştir. Ce­zaevi yerine bazen bir hayırseverler kurumunu veya cemaatin baş­kanlık oturumunu ya da “Allianz” ve “Imperial” şirketlerine gitmiştir. Zaman zaman bir cezaevinin denetlenmesi o kadar çok uzun sür­müştür ki, adliyede duruşmalara katılamamıştır. Böyle denetlemeler­de kasvetli binaları bodrumundan tavanarasına kadar dolaşır, tutuklularla teker teker konuşur -bir seferinde bunların sayısı 428 idi-, onların şikâyetlerini ve isteklerini öğrenirdi. Üstelik hapishanelerden ayrılırken müdürlerine, hükümlülerin biraz daha rahat yaşaması için bir miktar para bırakmayı da unutmazdı. Hapiste yatanların olduğu kadar, cezasını çekerek dışarı çıkmış olanların da korunmasını, ha­yatı boyunca büyük bir şevkle kendisine iş edinmiştir.
Bir mahkûm, bizim iyi kalpli Moses’in bir süre başını ağrıttı: Rickie adında bir katildi bu; içkiliyken subayını öldürmüş bir askerdi ve bundan dolayı da idam cezasına çarptırılmıştı. Bu zavallı günah­kâra acıyan Montefiore, idam cezasının ömür boyu sürgüne dönüş­türülmesi için her çareye başvurdu. Onun isteğini, İçişleri Bakanı da uygun görerek özel bir at tavsiyesinde bulundu; fakat krallık konse­yi bu isteği kesinlikle reddetti ve her iki şerife görevlerini yapmaları uyarısında bulundu; bu da idam gününün saptanması demekti.
Montefiore gerçekten çok üzülmüştü; herhalde bu üzüntü, onun tatlı canını kurtarmak için birisinin böylesine zorlu bir uğraş verdi­ğinden haberi olmayan katilin üzüntüsünden daha fazlaydı. Bu ca­ninin affı için dostumuz, niçin böylesine kararlı bir tutum izliyordu? Öncelikle insan sevgisinden kaynaklanıyordu bu; fakat öte yandan şeriflik döneminin, bir yıllık görev süresi sırasında tek olay olacak bir idamla anılmasından duyduğu korkunun da etkisi vardı. Bunun için son bir çare olarak kraliçenin nedimelerinden Lady Harriet de Blanquiere’e başvurdu, onun katili hücresinde ziyaretini sağladı ve ondan konuyu kraliçeye arz edeceğine dair söz aldı.
Sözü uzatmayalım: İdam cezası uygulanmadı.
Koruduğu kişi için Montefiore’nin kraliçeye de bizzat ricada bu­lunduğu kesin; bu amaçla -görev süresi boyunca birkaç defa yaptığı gibi- kraliçenin huzuruna çıkmıştır.
Böyle törensel vesilelerde resmi giysisini giyerdi: Siyah kadifeden ceket, dizde bağlanan pantolon, tokalı iskarpin, tüylü başlık, kılıç ve görev simgesi madalyonlu zincir.
Bu kılığı içinde, belediye başkanının seçilmesi şerefine düzenle­nen tören alayına at üstünde katıldığı ya da ülkenin yüksek dereceli görevlileriyle örneğin Lord-Kanzler ([18]), bakanlar, arada bir Lon­dra’da toplanan piskoposlar ve yabancı devletlerin elçileriyle birlik­te sofraya oturmak olanağını bulduğu zaman kendini yücelmiş gibi hissederdi.
Böyle fırsatlarda Montefiore, birileriyle yakın ilişkiler kurmaktan hoşlanırdı; bu çeşit yakınlıkların, daha sonraları yapacağı yardım et­kinliklerinde, baskıya uğramış dindaşlarının lehine büyük yararını görecekti.
Öte yandan iki dostumuz, Londra’da Park Caddesi’ndeki gör­kemli konaklarında yüksek aristokrasiden beyefendilerle hanıme­fendileri ve ülkenin en saygın kişiliklerini karşılamak ve ağırlamak şerefine de defalarca ulaşmışlardır.
Montefiore’nin göğsü, eşinin cana yakın görünüşü ve gerçekten çok zarif tavırlarıyla herkesin kalbini kazandığını gördükçe gururlu bir sevinçle kabarırdı. İnce zekâsıyla eşi, konuklarının her biri karşı­sında söylenecek en uygun sözü bulmasını biliyor; ne doğuştan kentsoylu birinin önünde aşırı saygıyla divan duruyor, ne para aris­tokrasisine, ne de ruhban sınıfından soylulara ayrıcalık tanıyordu.
Londra sosyetesinin böyle davetlerinde hayır yapmak amacıyla sık sık para da toplanırdı. Montefiore’nin bunlara seve seve ve yük­lüce bağışlarla katıldığını söylemeye gerek görmüyoruz. Bağış yap­ması için tek söz yeterli oluyor ve Montefiore soruyordu: “Ne maran genemişon?” Sonra da hayli yüksek bir meblağı bağış toplayanlara veriyordu.
Baronin Hannalı von Rothschild’in -Judith’in kız kardeşievinde­ki partide o sırada Napoli’de başgöstermiş kolera salgını konuşulu­yordu. İngiliz hekimlerinden oluşan bir kafile, yardım amacıyla Na­poli’ye gitmeye hazır bekliyordu.
“Peki, bu baylar niye yola çıkmıyorlar?” diye sordu Montefiore.
“Paraları yokmuş!”
“Yolculuk için ne kadar gerekiyor?”
“İki yüz lira!”
“Bu parayı ben veriyorum onlara!”
Topluma yararlı bu nitelikteki etkinliklerin, krallığın takdirini ka­zanması gecikmedi.
Bir akşam Montefiore bir başsağlığı ziyaretinden eve dönmüştü ki sokak kapısının zili çaldı. Hiç de uygun olmayan böyle bir saatte gelen kimdi acaba? Önemli bir nedeni olmalıydı.
Gelen Mr. George Carrol’du. Montefiore ile şerifliğini paylaşan kişiydi. Önemli bir haber getirmişti: Lord, Kanzler, kraliçeye LordMayor’a ([19]) baronluk, her iki şerife de şövalyelik payesi verilmesini önermek niyetindeydi.
Bu sevindirici haber gerçekleşti.
Lord-Mayor’un göreve başlaması töreninde payelerin yükseltilişi ilan edildi. Montefiore bugünü, “Gurur verici bir gün” diye adlandı­rır ve şunları yazar: “Bugün, Ramsgate’de tapınağımızı açtığımız gü­nü saymazsak en çok gurur duyduğum gün oldu. Umarım, inayeti sonsuz kraliçemizin tevcih buyurdukları bu şeref bizler için ve tüm İsrail için mutluluk müjdesi olur.”
Tören alayında Lord-Mayor, şerifler, belediye meclisi üyeleri -hepsi de gala üniformaları içinde-belediye binasından Guildhall’e ([20]) yürüdü. Burada kraliçe, paye verilecek olanları beklemekteydi. Yapılan bir selamlama konuşmasından sonra kraliçe, Lord-Mayor’un payesinin yükseltilişini duyurdu. Ardından her iki şerif salona götü­rüldü. Törende hazır bulunanlar hep birlikte ayağa kalktılar. Salon­da tam bir sessizlik vardı. George Carrol diz çöktü ve kraliçenin ona kılıçla dokunmasıyla şövalye oldu. Ondan sonra Montefiore diz çöktü. Kraliçe kılıçla onun sol koluna hafifçe dokundu ve yüksek sesle:
“Ayağa kalkın, Sör Moses!” dedi.
Moses, gözlerini yukarıya doğru çevirip bakınca, kendisinin seç­miş olduğu süsün bulunduğu şövalyelik sancağının başının üzerin­de dalgalandığını gördü.
Tanrı’nın sözlerinin tüm dünyaya yayıldığı ülkeyi düşünerek Montefiore, şövalyelik arması olarak Lübnan’ın sedir ağacını seçmiş­ti; ağaç, iki çiçek dağının (Monti di Fiori) arasından yükselmekteydi. Arma levhasında bir yüz siperi, devekuşu tüyleri ve taç yer alıyor; levhayı da bir yanından bir aslan, öbür yanından bir geyik tutuyor­du. Bu arma hayvanları, üstünde İbranice harfleriyle “jerrusalem” yazan birer bayrak taşıyorlardı. Arma levhasının alt kısmına üstünde Montefiore’nin sloganı bulunan bir bant dolanmıştı. Slogan şöyleydi: “Think and Thank” (Düşün ve Şükret).
Arma levhasının böyle anlamlı biçimde düzenlenmesinin kayna­ğında Kutsal Kitap’tan sözler vardı:
“Dürüst adam hurma ağacı gibi yeşil olacak, Lübnan’daki sedir ağacı gibi boy atacaktır.” (Mezmurlar 92, 13)
“Gözlerimi dağlara kaldırıyorum. Bana yardım nereden gelecek?” (Mezmurlar 121, 1)
“Bir aslan gibi güçlü ol, göksel babanın isteklerini yerine getir­mek için.” (Babaların Sözleri V, 23)
“Bir geyiğin suyu özlemesi gibi, benim ruhum da seni öyle özlü­yor, ey sonsuz olan!” (Mezmurlar 42, 2)
Montefiore mutluydu. Mutluluğu, kazandığı bu yüksek şerefin gururunu okşamasından ileri gelmiyordu; hayır, bundan hoşlanma­yacak kadar alçak gönüllüydü-mutluydu; çünkü karısının gözlerinde içten bir sevincin parıldadığını görmüştü ve mutluydu; çünkü heye­canla çarpan kalbinde birden, “Benim yaşlı anacığım buna nasıl se­vinecektir!” düşüncesi canlanmıştı.
Bu, aynı zamanda onun ilk ziyareti olacaktı.
“Eski zamanların günlerini hatırına getir ve geçmiş kuşakların yıl­ları üzerinde düşün.” (5. B. M. 32, 7)
Dudaklarında bu sözlerle Sör Moses ve Lady Judith, sekreterleri ve din danışmanları Haham Dr. Löwe’yle birlikte, 1839 yılının gü­neşli bir Şubat gününde Roma’da, Forum Romanum ([21]) harabelerin­de dolaşıyorlardı.
Sezarların sarayının mermer basamakları, üzerleri bezekli sütun­ların kalıntıları, bir zamanların Roma’sının mutluluğunun ve yıkılışı­nın dileriz tanıkları olarak konuşmaktaydılar; onlar zaferle dönen komutanların tören alaylarını görmüşlerdi.
Roma’nın görkemi neredeydi şimdi, Roma’nın dünyayı titreten gücü neredeydi, Roma’nın Tanrıları nerede kalmıştı?
Gezginlerimiz bunları düşünerek Roma senatosunun, İmparator Titus’un (*) Yahudiler karşısında kazandığı zaferin anısına yaptırdı­ğı, kemer biçimindeki anıta yaklaştılar. Kalpleri hızla çarpmaktaydı. Çünkü bu anıt, İsrail için bir zilletti. Ne var ki bir zamanlar lejyon­ların önünde savaşlara ve zaferlere yürümüş Roma tozlara gömül­müş, gür sesiyle yeri göğü inletmiş borazanlar susmuştu. Tutsak edilmiş Yahudilerin taşımak zorunda kaldığı yedi kollu şamdanın kabartmasına da aynı derin acıyla baktılar. Fakat bu şamdanın ver­diği ışık, parlaklığını hiç azaltmadan bugün hâlâ yanıyordu; onun için de bu şamdan bir inanca sadakatle bağlanmanın ve bunu sür­dürmeye cesaret etmenin simgesi olmuştu:
“Gençliğimden beri bana çok sık sıkıntılar verdiler; fakat beni yenemediler.” (Mezmurlar 129, 2)
Yürümelerini sürdürerek Vesta (*) tapınağının süslerle bezeli yu­varlak yapısının önünden geçip miskince akan Tiber ırmağı boyun­ca gettoya doğru gittiler. Orada gözleri, bir Tanrı evinin İbranice ya­zısına takıldı: “İyi olmayan yolda, kendi düşünceleri peşinde yürü­yen asi bir halka bütün gün ellerimi uzattım; sürekli bende öfke uyandırmış bir halk bunlar.” (İşaya 65, 2-3)
(*) Vesta, eski Roma’da aile ocağı tanrıçasıdır. Adına yuvarlak tapınaklar yapılmıştır. Vestales denilen rahibe kızlar, bu tapınaklarda törenler düzenlerdi. Eşek bu tanrıçaya adandığından bayramlarda süslenmiş eşekler dolaştırılırdı.
Bir sinagog muydu burası? Hayır, bir Katolik kilisesi: La chies della divina pieta. Burada Yahudiler, fanatik papazların suçlayıcı vaazlarını dinlemek zorunda kalmışlardı. Bir zillet anıtı daha! Bugün ise büyük giriş kapısına çaprazlama konulmuş ağır bir demir kazık, kilisenin artık kullanılmadığını bildirmektedir. Bir varmış bir yok­muş...
Fakat bazen karanlık ortaçağdan kalma aşağılayıcı törelerin, za­manı şaşırmışçasına 19. yüzyılda karşımıza çıktığı da oluyor.
Montefiore’ler böyle bir olayın tanığıdırlar.
Karnaval, başıboş taşkınlıklar şenliği kutlanıyordu. Roma’nın ayak takımı, çılgınca satışmalarını kimlere yapmaktan en çok hoşla­nır? Elbette Yahudilere.
Karnaval alayının geçeceği, baştanbaşa süslenmiş caddede, ba­ğırıp çağrışan bir kalabalık beklemektedir. Bu sırada Yahudi cema­atinin başkanları, başları öne eğik bir halde, tasarımı Michelangelo’nun usta ellerinden çıkmış merdivenlerden, bir yıl daha Roma’da oturabilmeleri için burada konservatorlardan izin isteyecek­lerdir.
Konservatorlar, erguvan renkli kaftanları ve eskiçağdan kalma başlıklarıyla yüksek koltuklarında yerlerini almışlardır. Verilen bir

işaretle Yahudilerin yaşlıları içeri girer. Kısa bir söylevden sonra en kıdemli konservator, cemaatin istediği himayenin bahsedildiğini; an­cak bunun için karnavalın giderlerinin cemaatçe karşılanması gerek­tiğini bildirir.
Yahudiler bu koşulu yerine getirmeye hazır olduklarını açıklayıp şükranlarını göstermek için de bir buket çiçek sunarlar. Para haracı ile at koşularını kazananların armağanları, kent yöneticilerinin huzu­runda verilir.
Bir oranda yumuşak sayılacak şekline rağmen bu davranış, Roma Yahudileri için yine de haysiyet kırıcıydı. Ne var ki o sırada Yahudi­ler, günün birinde bu ebedi kentin yönetiminin bir Yahudi belediye başkanına (Ernesto Nathan, 1907’den beri) bırakılacağını elbette bi­lemezlerdi.
Kısıtsız eşit haklara kavuşulacak bir gelecek, o sırada henüz ala­ca karanlık bir seher gibi belli belirsizdi. Bu hakları eksiksiz sağla­mak, Montefiore nin ayak bastığı her ülkede başlıca amacı oldu.
İlkin Filistin’de işe koyuldu. Burada hükümetin uyguladığı baskı­lar, sözle anlatılmaz bir ekonomik sefalete yol açmıştı.
Onun için de dostlarımız, adımlarını Roma’dan ikinci kez kutsal topraklara çevirdiler.
Malta’da onları vali törenle karşıladı. Moses, bütün nişanlarını ta­karak gala üniformasını giymişti. Lâkin belli belirsiz sıkıntılı bir kara karşılama töreni içtenliğe gölge düşürdü.
Ne olmuştu?
Net olmayan haberler geliyordu; Türkiye ile Mısır arasında bir savaş kaçınılmaz görünüyordu; Kudüs’te veba vardı. Günde elli kişi ölmek­teydi. Kente giriş kesinlikle yasaklanmıştı; Filistin’den gelen İngiliz yol­cular, Beyrut limanında on sekiz günlük bir karantinaya alınmışlardı.
Bizim gezginler için biraz cesaret kırıcı bir görünümdü bu.
Sör Moses, ilk hac ziyaretlerinde çektikleri sıkıntıları düşündü. Karısını kargaşanın ve hastalıkların kol gezdiği bir bölgenin tehlike­leriyle bir defa daha karşılaştırmak ister miydi?
Hayır, buna izin verilemezdi!
Bunun tam tersi ise ne hoş olurdu; fakat bu da yapılamazdı, gö­rev çağırıyordu onu:
İngiltere’de Filistin’in yoksul Yahudileri için hayli yüksek miktar­da para toplamıştı. Şimdi ise niyeti, bu parayı kendi eliyle onlara dağıtmaktı. Her geçen gün sefalet biraz daha artmaktaydı. Acele yardım gerekiyordu.
Tam bu sırada Bay ve Bayan Freemantle, Malta’dan İngiltere’ye dönmek üzereydiler. Lady Montefiore’nin kendilerine katılmasının bir şeref olduğunu düşünmüşlerdi. Sör Moses söyleyince, karısı ken­disini incitilmiş hissederek şöyle bağırdı:
“Sen tehlikeyle karşılaşırsan, benim seni terk mi etmem gerekir? Asla! Senin gittiğin yere, ben gitmeyecek miyim? Asla! Sen nereye gidersen, ben de oraya giderim ve sen nerede yaşarsan, ben de ora­da yaşarım!”
Böylece 1839 Mayısı’nın başlarında, “Mağara” gemisiyle İskende­riye’ye, oradan da Beyrut’a gittiler.
Yanlarında çok para vardı; fakat bunlar şıngırdayan madeni para değildi. Varacakları yerde banknotlarını verip madeni paralar almayı düşünmüşlerdi. Fakat o zamanlar Kudüs’te henüz hiçbir banka yok­tu; “Thos Cook & Son ” firması da açılmamıştı. Bu yüzden para deği­şimini Beyrut’ta yapmak zorunda kaldılar; çil çil paraların taşınması için on bir deri torbayı doldurmaları gerekti.
Bir kervan hazırlandı. Kervan, üç at (Sör Moses, Lady Judith ve Dr. Löwe için) ile uşakların bindiği ve aralarında keten bezinden birkaç çadırın da bulunduğu eşyaların yüklendiği on dört katırdan oluşuyor­du.
Kervandakiler iyi silahlanmıştı ve bu nedenle de güneşin parılda­dığı bir bahar günü keyifle yola koyuldular. Sidon’a, oradan da Safed’e giden yol Galile Denizi ile Lübnan Dağları arasında, çok iyi iş­lenmiş, pek verimli, arpa, buğday tarlaları, incir ve dut ağaçlarıyla kaplı bir bölgeden geçiyordu.
Doğanın görkemli görünümü, yolcularımıza kişisel güvenlikleri­ne ilişkin bütün kaygıları unutturmuştu.
Güneş topu, kan kırmızısı rengiyle denizde batıp da dağların do­ruklarını altın kızılı pırıltılar sarınca, yolcularımız herhangi bir tehli­keyi umursamadan çadırlarını kurdular: “Tanrı benimledir ve ben hiç korkmam. İnsan bana ne yapabilir?” (Mezmurlar 118, 6)

Kervan yönetimini üstlenmiş bulunan Dr. Löwe, iki dostumuzun güvenliği için kendini sorumlu hissediyordu. Bu nedenle gece bo­yunca, onların çadırı önünde, elinde tabancayla nöbet bekledi. Mo­ses ile Judith silahlarını, ateşe hazır halde, yastıklarının altına koy­muşlardı -hiç de rahat olmayan bir dinlenme şekliydi bu! Fakat yine de deliksiz bir uyku çekmişlerdi ve ertesi sabah Safed’e doğru yola koyuldular.
Burada ilk ziyaret, Alman-Yahudi cemaatinin saygıdeğer başka­nı Haham Abraham Dob’a yapılacaktı. Bu zat, önceki yıl, cemaati uğruna kendini feda etmenin yürek paralayıcı bir örneğini vermiş­ti.
Bunlar, bir Suriye halkı olan Dürziler ([22]), Yahudilere saldırıp her yeri talan etmişler. Ayrıca Yahudileri tehdit ederek 2.500 lira (50.000 mark) ödemelerini istemişler. Fakat bu kadar çok parayı Yahudiler bulamayınca, hahamın ellerini, ayaklarını bağlayıp çok keskin bir kılıcı başının üstünde tutmuşlar. “Parayı bulmazsan, seni derhal öl­düreceğiz” diye tehdit etmişler. Haham ise gözünü bile kırpmadan şu cevabı vermiş: “Beni rahatça öldürebilirsiniz. Sadece bana biraz­cık su verin de ellerimi yıkayayım. Tanrıma bir defa daha dua et­mek istiyorum: ‘Ey benim Rabbim kayam ve sığınağım! Senin her işin hatasızdır, senin yolların haktır!” (5. B. 32, 4)
Onun böylesine feragat göstermesi vahşi Bedevileri bile ürpert­miş. Utanarak silahlarını indirip yaşlı hahamı serbest bırakmışlar.
Montefiore bu hahamla ve cemaatin öteki ileri gelenleriyle Yahu­di halka sürekli yardım yapabilmenin yol ve yöntemini konuştu. Be­lirli miktarda dağıtılacak altın paralar çok geçmeden harcanıp tüke­necekti -peki, sonrası? Yoksullara, ancak onlar devamlı gelir getire­cek bir etkinlikte bulunurlarsa, sürekli bir yardım yapılabilirdi. Bu etkinlik tanındı; üstelik zeytinlikleri, pınarları ve geniş çayırlarıyla parlak önkoşullar sunan verimli bir arazi vardı.
Sör Montefiore, Suriye’nin o zamanki hükümdarı Mısır Paşası Mehmed Ali’den ([23]) yüz ya da iki yüz köyü kapsayacak bir arazi şeridini tarım yapmak amacıyla istemeyi kafasına koydu. Arazi elli yıl süreyle işlenecek ve her yıl ürünün yüzde onu ile yirmisi tutarın­da vergisi ödenecekti. Buna karşılık büyük araziler ve çiftlikler diğer vergilerden muaf tutulacak ve topraktan elde edilen bütün ürünler, herhangi bir kısıtlamaya uğratılmadan her yere ihraç edilebilecekti. Kurulacak bir “Filistin Tarım Ürünlerini Taşıma Şirketi”, bu dev bo­yutlu girişime gerekli parasal desteği sağlayacaktı.
Sör Moses’in ortaya çıkması, yaptığı cömertçe bağışlar ve insan­ları kayırmayı amaçlayan planlarına ilişkin haberler tüm ülkeye ya­yıldı ve kentlerin hepsi bu dindar hacıları davet için elçiler gönder­di.
Dostlarımızın bir sonraki hedefi Tiberias’tı.
Yol, nar ve incir ağaçlarının yoğun yeşiliyle kaplı, yumuşak eğimli tepelerin arasından yılankavi uzanıyordu. Aşağıdaki vadide ise, pek umutsuz bir görünüm vardı: Burada sadece küçük arazi parçaları ekiliydi, geride kalan geniş topraklarda yabanotları beş-altı ayak yüksekliğe kadar boy atmışlardı.
Çalışkan eller buralarda neler yapmazdı ki...
Tiberias’ta Montefiore, Kutsal Topraklar’daki Yahudilerin durumu hakkında istatistik bilgiler derletti; bu yola da önce yoksulların en düşkünlerine para dağıtabilmek için başvurmuştu. Bağışın verilmesi saatlerce sürdü; yardım alanlar sadece Yahudiler değildi, zor du­rumdaki Hıristiyanlar ile Müslümanlar da bundan yararlandı.
Tiberias’tan Kudüs’e gidildi.
Kutsal kente yaklaşırlarken dostlarımızın kalpleri daha hızlı çarp­maktaydı. Fakat ah! Karşılarına vebadan dolayı kentlerinden kaçmış, kapıldıkları dehşetten benizlerinde renk kalmamış binlerce Kudüslü çıkmıştı.
Bu koşullarda kente girmek düşünülemezdi. O nedenle de dost­larımız, “Çocuklarına ağlayan yaşlı dulun” karşısında bir tepeye ça­dırlarını kurdular.
Vali, hoş geldiniz demeye yanlarına gelerek tanışmalarını hâlâ zevkle hatırladığı hacılara, kente birlikte bir tören alayıyla girmeleri önerisinde bulundu.
Ve Kudüs’e törenle girildi.
Sör Moses, parıltılı şerif üniformasını giymiş, boynuna da altın görev zincirini takmış ve valinin hizmetine tahsis ettiği safkan bir Arap aygırına binmişti. Bir yanında seçkin bir atın üstünde karısı, öbür yanında vali ve arkalarında gösterişli giysileri içinde kalabalık maiyeti at sürüyordu. Bu alay, tören üniformalarını giymiş askerlerin karşılıklı iki sıra halinde dizili durduğu caddelerden geçti. Sevinç coşkusu içinde bir halk kalabalığı, bu saygın yolculara “Yaşa” ve “Hoş geldin” diye bağırıyordu.
Montefiore, Kudüs için Safed ve Tiberias’takilerden daha büyük ölçüde bir bağış ayırmıştı. İnsanlara böyle aşağılayıcı biçimde sada­kalar dağıtmak yerine, onların şerefli ve soylu çalışmalara yönelme­sini amaçlayan planını açıklayınca, burada da din kardeşlerinin şük­ranıyla karşılaştı.
Montefiore çifti, bu sefer Kudüs’te ilk seferkinden biraz daha uzun süre kaldılar. Bu sefer kutsal yerlerin hepsini ziyaret ettiler. Buraları görmeleri, derin din duygusuyla çarpan kalplerini, yeniden asla değişmeyecek Tanrı sevgisiyle doldurdu. Burada, adakları olan, tüm hayatlarını Tanrı’nın şerefine ve İsrail’in iyiliğine hizmete ada­ma kararlarını güçlendirdiler.
Kafasını tasarısına takmış bulunan Sör Moses, İskenderiye’de Mı­sır Paşası Mehmed Ali’nin huzuruna kabul edilmek için başvur­du; Filistin’i kolonileştirme planını paşaya benimsetmeyi düşünüyor­du.
İnsan sevgisinden kaynaklanan bu amacın uygulanması, Mısır ile Türkiye arasında çıkan savaş yüzünden ertesi yıla ertelendi. Savaş, Mısırlıların Beyrut’ta yenilgiye uğraması ve St. Jean d’Acre’nın (Akka) bombardıman edilmesiyle son buldu.
JL
Suriye de bir Türk ili oldu.
1840 yılının bir Nisan sabahında Baron Rothschild, çalışma oda­sında kırmızı maroken kaplı koltuğuna rahatça oturmuş, az önce getirilen mektuplara göz gezdiriyor, bir yandan da sigarasından bir nefes çekip dumanını havaya savuruyordu.
Üstünde birçok damga ve mühür bulunan kalın bir zarf gözüne çarptı.
“Yardım dileyen biri olacak, hemen anladım” diye mırıldanarak zarfı, sekreterinin inceleyeceği mektuplar yığınının üstüne fırlattı.
Ama zarfın arkasındaki gönderici adı dikkatini çekmişti. Bu ad, baronun gözüne, başka bir mektubu daha on beş dakika bile dol­madan oluşmuş zarf yığınının üstüne koyarken çarpmıştı.
“Samuel de Treves!” diye okudu adı hayretle “Konstantinopol’de sultanın saray bankeri bu. Ne isteyebilir ki?” diye düşündü.
Baron Rothschild zarfı çarçabuk yırtarak açtı. İçinden Konstantinopol’deki Yahudi cemaatinin gönderdiği ve Rodos ile Şam’da bas­kılara uğratılmış Yahudilere yardım edilmesini isteyen bir mektup çıktı; ayrıca orada yaşayan Yahudilerin yürek paralayıcı bir dilekçesi de mektuba eklenmişti:
Ne olmuştu?
Bunu Şam’dan gelen mektup anlatıyor.
Bu kentte, 1840 Şubatı’nda, Thomas adlı bir Katolik rahip, uşa­ğıyla birlikte ansızın ortadan kayboluyor. Peder Thomas kırk yıldan fazla bir zamandan beri Şam’da oturmakta ve tıpla ilgili işler yap­maktadır; bu nedenle “Aşıcı” lakabıyla tanınır ve her mezhepten in­sanın evine girerdi.
Kaybolan bu iki kişinin en son Yahudi mahallesinde görüldüğü ve orada öldürüldüğü söylentisi hızla yayılıyor. Bu da cinayet işle­me şüphesinin Yahudilere yönelmesine yetiyor. İşin en kolayı da budur; çünkü böylece resmi makamlar başka yönlerde araştırma-soruşturma yapmak külfetinden kurtulmuş olurlar.
Fransa konsolosu konuya el atıyor; Fransa’nın Doğu’daki Hıristi­yanların hamisi olarak iyice azalmış bulunan saygınlığını yeniden yükseltmek istemektedir.
Bunun için de Şam valisinden herhangi bir engellemeyle karşı­laşmadan dilediği gibi araştırma yapabilme yetkisini alıyor. İlk kur­banı da bir Yahudi berber oluyor; ifadesinde itirazlarda bulunması onu şüpheli kişi yapmıştır. Rahip öldürülmüş müydü? Berber bilmiyordu bunu. Ama gerçeği söylemesi için yüz kırbaç vurulacağı gözdağının verilmesi üzerine berber, daha fazla işkence görmekten kurtulmak amacıyla kentin ileri gelen Yahudilerinden yedi kişinin, Peder Thomas’ı öldürmesi karşılığında kendisine üç yüz kuruş teklif ettiklerini; çünkü Yahudilerin Hamursuz Bayramı ekmeği için Hıris­tiyan kanına ihtiyaçları olduğunu söylüyor. Berber bu teklifi öfkeyle reddetmiştir.
Suçlanmış Yahudiler, cinayete azmettirmekten derhal tutuklandı­lar. Adamlar suçsuz olduklarını tekrar tekrar ileri sürdüler. Yapılan işkencelere çok acı çektikleri halde direndiler. İnsan kanı şöyle dur­sun, kanın her çeşidinin kullanımını yasaklayan Kutsal Kitap’ı tanık gösterdiler. Bütün bunlar hiçbir işe yaramadı. Tutuklu kaldılar.
Cemaat adına bir Yahudi hekim, valiye kan yalanının hiçbir esa­sa dayanmadığını, dünyevi ve uhrevi otoritelerin beyanlarını kanıt göstererek açıklıyor. Sonunda da, “Bu biçare rahip kentten gizlice çekip gitmiş ya da Yahudi olmayan birileri tarafından öldürülmüş olabilir” diyor.
“Öyle mi? Başka birileri mi öldürmüş onu? Kim tarafından peki? Haydi çıkar baklayı ağzından!”
Doktor kimsenin adını veremeyince de zindana atılıyor.
Bundan sonra da vali, beş-altı yüz kadar ayak takımı kalabalığın başında, Yahudi mahallesinde kaybolan pederin cesedini arıyor. Hiçbir yerde ceset bulunamıyor. Bu sefer de vali, tutuklananların hapishane koşullarını iyice ağırlaştırarak onları itirafa zorlamayı de­niyor. Ne var ki zavallı tutuklular, yapılan işkencelerin son bulması için sadece bir an önce ölmek istemektedir.
“Artık itiraf edecek misiniz?”
Bakın şu işe: Onlar kendilerinden istenilen her şeyi “itiraf’ edi­yorlar.
“Kanı nereye bıraktınız?”
Kan, Moses Abulafia’dadır. (Yedi tutukludan biri).
Abulafia sorguya çekiliyor; ama hiçbir şey bilmemektedir. Kır­baçlanması da onu konuşturamıyor. Ancak işkenceye uğratılınca, kanı küçük bir şişenin içinde, komodinine koyduğunu söylüyor. Vali, adamın evinde arama yapıyor; komodini açınca içinde bir mik­tar paradan başka bir şey bulamıyor ve parayı cebine atıyor.
“Kan nerede?”
Abulafia kanın yerini gösteremiyor. Fakat yeniden işkenceye uğ­ratılmaktan korktuğu için Müslüman oluyor.
Öteki altı Yahudi, araştırmalar ve keşiflerde bir adım olsun ileri gidilemediği halde sürekli işkenceye uğratılıyor.
Şam halkında yavaş yavaş zavallı tutukluların suçsuz olabileceği düşüncesi belirginleşiyor; aynı zamanda Peder Thomas’ın öldürülü­şünden birkaç gün önce sokak ortasında katırcı bir Türkle sille tokat dövüştüğü de öğrenilince, bu düşünce daha bir ağırlık kazanıyor.
Fransa konsolosu suçlamasında yapayalnız kalıyor; ama suçladığı insanlar bu yüzden hapishanede aylarca acı çekiyor.
Buna benzer akıl almaz bir suçlama da, o zamanlar Türklerin egemenliğinde bulunan Rodos Adası’nda Yahudilere karşı yapılıyor.
Burada on yaşlarında bir erkek çocuk kayboluyor. Hemen suçla­ma yapılıyor: Çocuğu Yahudiler öldürmüştür. Burada da Avrupa devletlerinin konsolosları -yalnızca Fransa’nınki değil-nüfuzlarını kullanıp paşadan gerekli araştırmaları yapma iznini alıyorlar. İki Rum kadın da, birkaç Yahudiyi kırsaldan şehre giderken gördüğü, bunlardan birinin oğlan çocuğunu elinden tutarak götürdüğü yolun­da ifade veriyor.
Şüphe edilen Yahudi bulunuyor. Adam, söz konusu olan gün şehre hiç gelmemiş olduğunu kanıtlayabiliyor. Fakat bir işe yaramı­yor bu; onu zincire vurup işkenceye uğratıyorlar.
“Sen çocuğu çaldın ve onu hahama götürdün. Canını seviyorsan, itiraf et!”
Konsolosların kendilerini hiç ilgilendirmeyen bir olaya karışmala­rındaki amaç, Yahudileri Rodos Adası’ndan kovmak ya da onları derhal Hıristiyanlığa geçmeye zorlamaktı. Ayrıca birçok hükümetin ve hükümdarın himayesinde çalışan “Yahudiler Arasında İncil’i Yay­ma Birliği”nin amaçladığı utanç verici çirkin başarıları göz önünde bulundurarak bütün bir Yahudi cemaatini Hıristiyanlığa “döndür­müş” olmakla övünebilmek ayrıca söz konusuydu.
İşkence uygulanınca suçlanan kişi hemen bir itirafta bulundu. Gelgelelim çocuğu teslim etmek istediğini söylediği insanlar o sı­rada odada bulunmuyorlardı. Bundan da adamcağızın işkenceden kurtulabilmek için böyle ifade verdiği anlaşılmıştı. Bu sefer de adam başka Yahudilerin adlarını verdi; bu Yahudiler suçlamaları kesinlik­le yadsıdılar. Çocuğu da itirafçıyı da tanımadıklarına yemin ettiler. Bütün bunlar bir işe yaramadı: Zindana atıldılar. Acıları bu kadarla da kalmadı: Yahudi mahallesi kuşatıldı ve etrafına nöbetçiler konul­du; böylece tutuklananların yazgısı hakkında kimse bir şey öğren­mesin istendi. Paşaya sunulmak istenen bir dilekçe kabul edilmedi.
Derinlemesine sarsılmış bir halde Baron Rothschild mektubun sayfalarını topladı, onları cebine koyup ofisinden çıktı. Az önce öğ­rendiği olağanüstü acıklı olguların etkisi altında sağlıklı düşünebile­cek durumda değildi: Kalbi bahtsız din kardeşlerinin yanındaydı ar­tık, onların acı feryatları tüm huzurunu kaçırmıştı.
Ayaklarının elverdiği en son hızla dostu Montefiore’ye koştu. Postacı ona da Doğu’dan mektuplar getirmişti. Korkunç olaylar hak­kında bir görüşme yapmanın hiç gereği yoktu. Sözle anlatılmaz acı­larla iki arkadaş birbirlerine kardeşlik elini uzattılar.
Daha sakin olan Montefiore, çok geçmeden kendini toparladı. Kan ve gözyaşından bir denize batmış Yahudi tarihi kalp gözünün önünden şöyle bir geçit resmi yaptı. Ne kadar da sık, pınarları ze­hirlemek, papazların kutsal ekmeğini pisletmek, Hıristiyan çocukla­rını öldürmek bahaneleri sürülmüş ve bütün bu suçlamalar İsrail’in tüm cemaatlerini yeryüzünden silip süpürmek için yapılmıştı.
Ortaçağa özgü kan suçlaması şimdi, 19. yüzyılda, “aydınlanma çağı”nda yeniden ortaya atılıyordu.
İmparatorların ve papaların, üniversitelerin ve bilginlerin, Hıristi­yanların ve Yahudilerin saçmalık ve yalan diye nitelendirmiş olduğu şey, yeniden gerçek diye açıklanıyor, buna inanılıyor ve bütün ce­maatlerin varlığını koruması açısından bir defa daha sorun oluyor­du!
“Bunlar her kuşakta ve her çağda karşımıza dikiliyor.”
Montefiore gelip çatan bir felaket karşısında boşu boşuna yakı­nacak bir adam değildi. Ona göre, bu olayın öteki acılı olaylardan bir farkı yoktu; en hızlı biçimde müdahaleyi gerektiriyordu. Sadece tek bir düşüncesi vardı:
“Ben ne yapabilirim?”
Bu düşünceyi genişletmek ve Rothschild’le görüşmek istediği an­da, göksel bir vahiy gelmiş gibi zihninde bir şimşek çaktı ve tam bir güvenle peygamberin sözlerini söyledi:
Rabbin, Tanrımın ruhu içimdedir. O gönderdi beni, yoksullara te­selli vereyim ve kırık kalpleri yüreklendireyim, tutsaklara özgürlüğü, bağlı olanlara kapıların açıldığını bildireyim diye.” (İşaya 61, 1)
Şam’daki tüyler ürperten olaylar tüm uygar dünyada haklı bir öf­ke fırtınası estirmişti.
Bütün önyargılara ve köhneleşmiş kurumlara savaş açılan, siyasal açıdan coşkulu bu zamanda Yahudilik, hemen bütün ülkelerde artık daha insaflı, daha adil bir anlayışla nitelendiriliyor; ifadesini yasalar önünde Yahudileri, diğer dinlerden insanlarla eşit sayan eğilimlerde bu­lan, eskiye oranla çok daha ileri bir değerlendirmeye mazhar oluyordu.
Bu eşitlik ilkesinin ise, hiçbir ülkede İngiltere’deki kadar etkili uygulanmadığını da biliyoruz. O nedenledir ki Yahudiler, haysiyet­leri için yaptıkları mücadelede kendilerine, hiçbir yerde bu özgür ülkedeki gibi mert kavga arkadaşları bulamamışlardır.
Londra’nın ileri gelen Hıristiyanları bir protesto bildirisi hazırla­yıp aşağıdaki yazıyla Lord-Mayor’a sundular:
“Biz Londra’nın aşağıda imzaları bulunan büyük tüccar, banker ve işadamları sizden bir toplantı düzenlemenizi rica ediyoruz; bu toplantıda Şam’da Yahudilerin uğradığı korkunç baskılardan dolayı duygularımızı ve içten üzüntülerimizi, ayrıca gerçek canilerin mah­keme huzuruna çıkarılması umudunu dile getirmek istiyoruz.”
Bu satırları 210 imza izliyordu.
Önerilmiş bulunan toplantı Londra belediye başkanının yöneti­minde yapıldı. Ekmeğe kan konulması suçlaması hezeyan olarak ni­telendirilerek reddedildi ve İngiltere hükümetinin, suçlanan Yahudi­ler lehine derhal girişimde bulunması istendi.
Bu amaçla da Montefiore’nin önderliğinde bir heyet, Dışişleri Devlet Sekreteri Lord Palmerston’a başvurdu. Ne gariptir ki bakan, öteden beri hep söylene gelen atlatma sözlerinin arkasına saklanıp,  “Üzgünüm; fakat biz yabancı bir devletin içişlerine karışamayız” de­medi. Hayır, Lord Palmerston, insanlık adına diplomatik görüşmele­re hazır olduğunu şu sözlerle açıkladı:
“Sizlere haklı istediğinizde yardımcı olabilirsem, hiçbir şey bana bunun kadar gönül rahatlığı vermeyecektir.”
Günümüzün çok gelişmiş bilgi ve eğitim ortamına rağmen dün­yada hâlâ böylesine cahilliğin, avanaklığın ve barbarlığın var olu­şunun karşısında hayret ediyor, aynı zamanda insan olarak, Hıristi­yan olarak da utanıyorum. Fakat olgular şüpheye yer bırakmıyor; onun için de bu zulme son vermek amacıyla güçlerinin yettiğince her şeyi yapmak artık uygar halkların görevi olmuştur.
Bu zulüm ve adaletsizliğin devam etmesine karşı harekete geç­meleri için, ellerinden gelen her şeyi yapabilmelerini sağlayacak tam yetkiler, derhal Konstantinopol’de İngiliz Elçisi Lord Ponsonby ile İskenderiye’deki İngiliz işgüderine verilecektir.”
İngiliz hükümetinin böyle olumlu davranması, Yahudi halkın tüm zümrelerinde heyecanlı bir hoşnutluk yaşatmıştı. Londra’daki çeşitli cemaatlerin, Şam Yahudilerini savunma çarelerini görüşmek üzere, ana sinagogta yaptığı büyük toplantıda hükümete teşekkür ve takdirin bildirilmesi yolunda bir karar oybirliğiyle alındı.
Paris’te İsrail Merkez Komitesi’nin Adolphe Cremieux adlı bir avukatın, Şam’da suçlanmış Yahudileri yerinde savunmak üzere gö­revlendirilmesinden sonra, Londra’da da İngiliz Yahudilerinin say­gın bir temsilcisinin bu avukatla birlikte ortaklaşa etkinlikte bulun­ması arzusu yoğunluk kazandı.
Kovuşturmaya uğramış kardeşleri savunmak için kim gönüllü olacaktı?
İnsan sevgisinin ve adaletin hizmetinde hiçbir fedakârlık kendisi­ne ağır gelmeyen adam elbette: Sör Moses Montefiore.
Ona öngörülen görevi, hangi sözlerle kabul ettiğini dinleyelim: “Baylar! Şu anda komplimanlar yapmak ya da dinlemek için hiç­bir neden yok. Ne derece onur duyduğum konusunda ise en kestir­me, en açık cevabım şu olacak: Beni görevi üstlenebilecek yetenek­te gördün, ben de her çeşidinden başka hesapları bir yana bırakıyor ve de ‘Gidiyorum!’ diyorum.
Üzerime aldığım sorumluluğun ağırlığı eziyor beni. Atacağım adımların dinsel topluluğumuz için ne kadar önemli olduğunu da derinlemesine hissediyorum. Ama kaygılarımı hafifleten bir şey var:
O         da, parlak beceri ve bilgilerle donanmış Bay Cremieux’nün, kap­sam genişliğinin bilincinde olduğum bu görevi benimle paylaşmış bulunmasıdır. Onunla birlikte gidiyoruz!
Gidiyoruz; zulüm ve acı gören kardeşlerimizin şahsında hakarete uğramış insanlık davasını savunmak için gidiyoruz. Eğer başarabilir­sek şeytanca eylemlerin karanlık labirentini aydınlatmak, komployu meydana çıkarmak, komplocuları da utandırmak için gidiyoruz. Doğu’daki kardeşlerimizi şaibelerden temizlemek; dinimizin üstüne atılmaya yeltenilmiş riyakârlık ve bağnazlık suçlamalarından arındır­mak için gidiyorum. Öncelikle de Doğu’nun hükümetlerine, yasa koyuculuğun ve mahkemede insan yargılamanın batıl inançlardan ayıklanmış temel ilkelerini teskin etmek; ayrıca bu hükümetleri iş­kenceyi kaldırmaya ve ebedi hukuku, taraf tutan zorbalığın çok üzerinde bir yere oturtmaya yöneltmek istiyoruz. İnşallah çabaları­mız başarıyla sonuçlanır. İnşallah kardeşlerimizi dinsel tören amaçlı cinayet gibi saçma bir iftiradan aklar ve Doğu’nun hükümetlerinin kafasına, İngiltere’de hiçbir yüreğin kardeşlerimizin acılarına kayıt­sız kalmadığını, İngiltere’de konumuzu adaletsizlik ve zorbalık say­mayan tek bir sesin, tek bir görüşün bulunmadığını da sokarız.
Hoşça kalın, baylar!
Atalarımızın Tanrısına dua ediyorum, adımlarımızı yönlendirsin diye. Güvenliğimi onun eline bırakıyor, onun her şeye kadir hima­yesine güveniyorum. Onun içindir ki, dönüşümü şimdiden görüyo­rum; o zaman ‘Evrenlerin yargıcının davamıza zafer nasip etti, kral­lar ve hükümdarlar onun iradesi önünde eğildi’ diyebileceğimi, tam bir güvenle görüyorum. İsrail zamanın fırtınalarından yeniden güç­lenmiş olarak sıyrılacaktır: Rab senin halkına kudret bahşedecek, Rab senin halkını barışla kutsayacaktır.” (Mezmurlar 29, 11)
Bu iyimser sözleri coşkulu eylemler izledi.
Yanında eşi, sekreteri Dr. Löwe ve iki Hıristiyan arkadaşı Dr. Madden ile Bay Wire olduğu halde Montefiore, 1840 Temmuzu’nda Doğu yolculuğuna başladı. Dover’den Boulogna’ya geçişlerinde
Kraliçe Viktoria, bir kraliyet istimbotunu, Malta’dan İskenderiye’ye gidişlerinde de bir hükümet vapurunu onların emrine verdi; bu ola­naklardan Adolf Cremieux ile ona refakat eden Bilgin Salomon Munk da yararlandılar.
Montefiore ve Cremieux!
Bu iki isim dillerde dolaşıyordu. Alışılmadık bir sertlikle bir za­manlar bütün cemaatlerde, Yahudi ibadetinde çağa uygun bir refor­mun yapılması için mücadele edilmişti. Şimdi ise “savaşın fırtınaları susmak zorunda”ydi: Çünkü tehlikede olan, dinsel amaçlı cinayet suçlamasıyla çok ağır biçimde hakarete uğratılmış Yahudilik şerefiy­di. Kötülük yılanının başını ezmek için yola koyulmuş adamlar için dindaşları, Avrupa’nın bütün sinegoglarında dua etmekteydi.
Bu arada İngiliz hükümetinin diplomatik girişimleri bir başarı el­de etmişti: Sultan (*), Rodos Valisi Yusuf Paşa’yı görevden almıştı; çünkü o, gerçeği bir mahkeme yoluyla ortaya çıkarmaktan kaçın­mış, bunun yerine tutuklanan bir Yahudinin düpedüz zorla alınmış ifadesine dayanarak birçok suçsuz insanı hapishaneye koyarak on­lara işkence yaptırmıştı. Yeni Vali Hacı Ali Paşa, usulüne uygun bi­çimde bir dava açtırdı. Buna dayanarak yüksek mahkeme de, çocuk çalmak ve çocuk öldürmekten sanık Yahudilerin suçsuz olduklarına karar verdi.
(*) Sultan Abdülmecit (1823-1861). Babası II. Mahmut’un ölümü üzerine 1839’da padişah oldu.

Şam Yahudilerinin suçsuzluğunu meydana çıkarmak hiç de bu kadar çabuk olmadı.
İskenderiye’ye vardığı gün (4 Ağustos’tu) Montefiore, İngiliz, Konsolosu Albay Hodges tarafından paşanın huzuruna çıkarıldı. Mehmed Ali onu eski bir dost gibi selamladı. Sör Moses buna, dost olarak selamlanılışına sevindiğini, dost olarak da davranılacağı­nı umduğunu söyleyerek karşılık verdi.
“Bu sefer sizi buralara getiren ne?”
“Paşam! Arkadaşım ve ben buraya, suçsuz oldukları halde, Şam’da kovuşturmaya uğratılmış kardeşlerimize yardım etmek için geldik; çünkü onları koruyan yoktur. Bu nedenle de sizden bir fer­man hazırlatmanızı rica ediyoruz; bu ferman, Şam’da bize bu acıklı konuya ilişkin bilgi verebilecek herkesi, uygun göreceğimiz yer ve zamanda sorguya çekebilmek hakkını, herhangi bir yanlış anlamaya yer bırakmadan vermeli.
Bu fermanın Şam’a vardığımızda sokaklara ve meydanlara asıl­masını da rica ediyoruz.”
Heyete ilkin belirli bir cevap verilmedi. Davanın yeniden ele alınması ve temyizi girişiminde bulunuldu. Daha önce bunlar hiç yapılmamıştı. Fakat girişim İskenderiye’deki Fransız konsolosu tara­fından engellendi; çünkü mahkemenin Yahudiler için elverişli bi­çimde sonuçlanması, konsolosun Şam’daki meslektaşını çok küçük düşürecekti.
Montefiore ile Cremieux görevlerinin başarısından umut kesmiş­lerdi. Bu sırada Cremieux Yahudilerin tahliye edilmelerini isteyen bir dilekçe yazarak bunu -Fransız konsolosu dışında-dokuz konso­losa da imzalattı. Paşa bunu, haber aldı. Görünüşü kurtarmak için yabancı devletlerin temsilcilerinden etkilenmiş gibi, dilekçe kendisi­ne getirilmeden, tutukluların serbest bırakılmasını emretti.
İki dostumuz genel valinin bu konudaki fermanında, “Montefiore ve Cremieux adlı baylar, benden tutuklu Yahudilerin bağışlanmasını ve serbest bırakılmasını rica ettiler” sözlerini görünce pek şaşırdılar. “Bağışlamak” sözcüğü onları büyük bir telaşa düşürmüştü.
Bu sefer Muhammed Ali’nin huzuruna çıkmayı Cremieux üstlen­di.
“Paşa Hazretleri, bendenizin nasıl derin bir acıyla dolu olduğu­mu görüyorlardır, bundan beni ancak siz kurtarabilirsiniz.”
“Nedir arzunuz?”
“Hayırlı bir iş, başka bir hayırlı işi zorunlu kılarmış. Paşa Hazretleri’nin gerçekleştirdiği adalet eylemi, ölçülemez yücelikte hayırlı bir iştir; fakat buna ikinci bir eylem eklemezseniz kesinlikle başarısız olacaktır.”
“Açıklayınız.”
“Paşa Hazretleri’nin fermanında, Şam valisine hitap eden bir cümlede, ‘Montefiore ve Cremieux adlı baylar benden tutukluların bağışlanmasını rica ettiler’ buyruluyor.
Bizde, Avrupa’da bağışlanma sözünden suçlulara bahşedilmiş bir af anlaşılır. Oysa yüksek malumunuzdur ki, gerek Sör Moses, gerek­se bendeniz Şam’daki bahtsız kardeşlerimizin suçlu olduklarını asla söylemiş değiliz.”
“Benim fermanımda da onlara suçlu denmiyor ki.”
“Özür dilerim, Paşa Hazretleri! Fakat cümlede, sizden onların ba­ğışlanmasını dilediğimiz söyleniyor. Böyle bir dilekte bulunmamız için onları önce suçlu kabul etmemiz gerekirdi. Fakat onlar benim gözümde de, Sör Moses’in gözünde de suçsuzdurlar. Paşa Hazretleri bizleri daha acı üzüntülere uğramaktan kurtarıp sevinçlere gark edecek bir işlemde bulunmayı istemeyecek değillerdir herhalde.” “Hayır, elbette istemem böyle bir şey. Fermanımda neyin değişti­rilmesini istiyorsunuz?”
“Hiçbir şeyin Paşa Hazretleri; sadece tek bir sözcük, bağışlanmak sözcüğü...”
“Kaldırılabilir.”
“Bir çeşit özür dileme olan bu düzeltmenin etkisi, iki elçimizi tu­tuklu kardeşlerinin serbest bırakılmasından duydukları sevinçten çok daha büyük sevinçlerle doldurmuştu.
Onların suçsuz olduklarını Mısır hükümeti çoktan anlamıştı; yok­sa “katilleri” asla serbest bırakmaz, davayı da durdurmazdı.
Montefiore ile Cremieux, gerçek katilin bulunması için Şam’a gi­derek mahkemeye başvurmak arzusundaydılar. Fakat Mısır ile Tür­kiye arasında savaş çıktığından oraya gitmekten vazgeçmek zorun­da kaldılar. ([24]) Görevlerinin bu bölümünü tamamlayamamışlardı; bu eksikliği, altı aylık bir ayrılıktan sonra, evli kadınları kocalarına, ço­cukları babalarına kavuşturmanın; her şeyden önce de İsrail adını kan cinayeti iftirası utancından arındırmanın keyfini yaşamakla gi­derdiler.
ON BİRİNCİ BÖLÜM
Montefiore, Şam’daki tutuldular zindanın büyük kapısından dışa­rı çıkınca, görevini artık sona ermiş olarak mı gördü?
Asla! Suçsuz dindaşlarının bu şekilde kurtuluşu, Montefiore için kardeşlerinin hayrına yeni eylemlere girişmesi için bir çıkış noktası oldu.
Bu amaçla da yurduna dönmeyip Konstantinopol’e gitti. Lord Palmerston’un tavsiyesi, orada Türk Dışişleri Bakanı Reşit Paşa’nın onu Sultan’ın huzuruna çıkarmasını sağlayacak kadar etkili oldu.
Büyük İngiliz İmparatorluğu’na duyulan saygıdan dolayı huzura kabul töreni, Doğu ülkelerine özgü bir debdebe gösterisiyle yapıldı; bu gösteride askeri müzik de eksik değildi.
Sör Moses, usulüne uygun duruşma yaptırarak Rodoslu Yahudilerin suçsuzluğunu kanıtlama ve böylece bir hukuk cinayetini önle­me olanağını sağlayan Türk hükümetinin takdire değer bu davranı­şından ötürü sultana teşekkürlerini söyledi.
Sultan cevap verdi:
“Şam’daki olayları büyük üzüntüyle haber aldım; bundan dolayı da Rodos konusunda usulüne uygun işlemler yapılmasını emrettim, böylece Yahudilik camiasına bir tarziye vermeye çalıştım. İsrail di­ninden cemaatler, her zaman İmparatorluğumun öteki tebaaları gibi aynı himaye ve aynı avantajdan yararlanacaktır. Heyetinizin benden istediklerini kabul edeceğim; çünkü sizi bu başkente getirten insan sever düşünceleri takdir etmeyi biliyorum.”
Sör Moses’in başkanı olduğu heyet, sultanda ne istemiş olabilirdi? Yahudilerin, Türkiye’de yaşayan öteki insanlarla eşit haklara sahip olmasından başka ne daha fazla, ne daha az bir şey istiyor değillerdi.
Pervasızca bir istek! Yabancı bir devletin işlerine görülmemiş bi­çimde karışmaktı bu -hem de bunu resmi görevi olmayan biri yapı­yordu.
Ne var ki, adaletin ve insanlığın sesi, her türlü politik kavgayı bastırmaktaydı. Onun içindir ki sultan şu fermanı yayınladı:
“Yahudiler aleyhinde öteden beri söylenen bir önyargı vardır. Cahil kimseler, Yahudilerde bir insanı kurban etmek ve kurbanın kanını Hamursuz Bayramı’nda sofrada kullanmak geleneğinin bu­lunduğuna inanmaktadırlar. Bu önyargı yüzünden Şam ve Rodos’ta -İmparatorluğumuzun tebaası olan- Yahudiler, başka dinden kimse­ler tarafından baskılara uğratılmıştır. Onlara karşı yaygınlaştırılan ifti­ralar ile yapılan kovuşturmalardan haberdar olduk. Bunun üzerine hayal ürünü bu uydurma cürümden dolayı Rodos’ta suçlanmış bir­çok Yahudi, kısa süre önce, adı geçen adadan Konstantinopol’e ge­tirildi, burada yeni yasalara göre yargılandılar ve tamamının suçsuz oldukları anlaşıldı.
Ayrıca, Yahudilerin din kitapları da bilgin ilahiyatçılarca gözden geçirildi. Bu inceleme sonunda, Yahudilerde, insan kanı şöyle dur­sun, hayvan kanının kullanımının dahi yasak olduğu meydana çıktı. Bu da, onlara ve onların inançlarına karşı yapılan suçlamaların saç­ma iftiralar olduğunu açıkça kanıtlamaktadır.
Bu nedenle ve de tüm tebaamıza beslediğimiz sevgiden ötürü, suçsuzluğu anlaşılmış Yahudi halkının bundan böyle herhangi bir asılsız suçlamayla rahatsız edilmesini yasaklıyoruz. Yahudi dininden olanlar, egemenliğimiz altında bulunan diğer halklarla eşit biçimde, aynı haklardan yararlanacaklardır. Ve yine kesin emirler verdik ki, Yahudiler, İmparatorluğumuzun her yerinde, Babıâli’nin diğer tebaaları gibi korunsunlar; ibadetlerini serbestçe yapmalarına hiçbir şekilde karışılmasın; güvenlikleri ve huzurları asılsız nedenlerle bo­zulmasın.”
O      zamandan beri Türkiye’de artık hiç kimse, Yahudilere karşı dinsel amaçlı cinayet suçlaması yapmaya cesaret edememektedir. 1847 yılında Kudüs’te Yahudilerin bir Hıristiyanı dinsel tören ama­cıyla öldürdüğü söylentisi yayılınca, Rum-Ortodoks rahipleri kan suçlamasının gerçekliğini ispata kalkışmışlarsa da, Montefiore’nin ricasıyla yayınlanmış bulunan ferman, tüm kuşkuları susturmuş, her­hangi bir adli kovuşturmayı da önlemiştir.
Şam’da nefretin ve iftira hırsının saçmış olduğu kötü tohumlar, Yahudilere sultanın öbür tebaasıyla tam bir hukuksal eşitlik sağla­masının dışında başka güzel olanaklar da vermiştir.
Batı Avrupa Yahudilerinin acıma ve üzülmeleriyle Doğu ülkele­rindeki kardeşleriyle kurdukları bağlantı, Montefiore’nin yurduna dönmesinden sonra da devam etti. Bu bağlantı daha can ve gönül­den oldukça, Montefiore ile Cremieux de Doğu’daki dindaşlarının ekonomik ve kültürel düzeylerini yükseltmek için geniş çevreleri daha çok heveslendirmeyi başardılar.
Cremieux, bu yoksulluğu gidermenin en kestirme yolunun okul­lar kurmak olduğunun bilincindeydi; çünkü nerede okul varsa, ora­da eğitim oluyor; nerede eğitim varsa, orada da iş ve kazanç olu­yordu. Bu nedenle Cremieux, İskenderiye ve Kahire’de birer Yahudi ilkokulu kurulmasını sağlamadan Mısır’dan ayrılmadı; bu okulların bakım ve giderlerini karşılamak için kendisine çok zengin bağışlar yapılmıştır.
Cremieux’nün burada hiçbir şefaati bulunmayan bir kişi olarak, mütevazı bir çerçevede gerçekleştirdiği işi, daha sonraları tüm dün­yada örgütlenen bir dernek, çok daha büyük ölçeklerde sürdürmüş­tür. Her yerde Yahudilerin hukuksal eşitliği ve moral yükselişi için çalışan; sırf Yahudi olduğu için acı çekmiş herkese etkili yardımlar yapan bu dernek, 1860’ta kurulmuş “Alliance Israelite Üniversel­le”dir.
Yarım yüzyıldan beri Allianz, “Sevgi, adalet ve özgürlük adına yeryüzündeki tüm İsrailoğullarını birleştirmeyi” amaçlayan bu örgüt, Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’nın henüz uygarlaşmamış ülkelerinde İsrailli yaşlı ninelere reva görülmüş barbarlık ve zulüm hırsının ya­ralarını sarmak için milyonları ve yeniden milyonları toplamıştır. Binlerce parasız yatılı öğrenci, Allianz okullarında aldıkları dersler sayesinde ekmeklerini namuslarıyla kazanmak olanağını elde etmiş, böylece de insan toplumunun yararlı üyeleri olmuştur.
Cremieux’ten esinlenerek Allianz’ın açtığı okulların sayısı 1909’da 144’e ulaşmıştır. Bunlardan Fas’ta 22, Bulgaristan’da 10, Türkiye’nin
Avrupa kesiminde 35, Küçükasya’da 16, Suriye’de 19, Mezopotam­ya’da 6, Trablusgarp’ta 2, Mısır’da 8, Tunus’ta 6, İran’da 16, Ceza­yir’de 4 okul bulunuyordu. Ayrıca Allianz, Paris yakınında Auteuil’de zaman zaman bir öğretmen kursu açmakta; Djedeida’da bir ta­rım okulunun, çeşitli kentlerde erkek çocuklar için 32 çırak okulu­nun sürekli hizmet vermesini sağlamaktadır. Çırak okullarında yüz­lerce çocuğa değişik elsanatları dallarında çok iyi eğitim verilmiştir. Bu okullar Yahudilerin ahlakının, beden yapılarının ve ekonomik güçlerinin olağanüstü derecede bir iyileşme göstermesine yol açmış­tır. Dünyanın üç kıtası üzerinde yayılmış Allianz okullarında toplam 45.000 çocuğun eğitimi, giyimi-kuşamı ve beslenmesi sağlanmıştır.
Allianz’ın ana kucağından yetmişli yılların başlarında iki kuruluş çıktı. (Tam bir ayrılış değildi bu, her iki kuruluş da Allianz’la olan gönül bağını hep sürdürmüştür.) Bu kuruluşlardan biri, “Avusturya İsraeli Allianz”, diğeri “Anglo-Jetuish Colorıization Association "dur. Sonunda Allianz 1902 yılında en başarılı yardımcısı “Alman Yahudileri Yardımlaşma Birliği”nde yeniden dirildi. Bu birlik, tıpkı “Alliance İsraelite Üniverselle” gibi, Doğu ülkelerinde Yahudilerin eğitim düzeyinin yükselmesini ve ekonomik bakımdan gelişmesini kolay­laştırmak için okullar kurmaya önem verdi.
Bu yardım birliği, 1908 yılında, Doğu ülkelerinde şu enstitüleri; ya kendi olanaklarıyla, ya da kısmen katkıda bulunarak yaşatmak­taydı:
12 çocuk yuvası, 13 kız ve erkek okulu,
1 ticaret Lisesi, 1 ev idaresi okulu,
2 kız yurdu, 1 tatbiki sanat okulu,
1 öğretmen kursu. Toplam 31 eğitim kurumu ve bunlardan ya­rarlanan 5000 bakıma muhtaç çocuk. Bu okulların giderlerinin kar­şılanması, keza çeşitli ülkelerde dindaşlarımızın arasında hüküm sü­ren yoksulluğun azaltılması için Yardım Birliği, 1907/1908 yılında bir buçuk milyon mark harcamıştır.
Şam’daki olaylar ve bu olaylar nedeniyle gerçekleştirilen yardım kampanyası -İngiltere dışındahiçbir ülkede, inanç ve vicdan özgür­lüğünün klasik ülkesi Kuzey Amerika’daki kadar canlı bir yankı bul­mamıştır.
Burada -Lord Palmerston gibi düşünen-Amerika Birleşik Devlet­leri Başkanı (*), Şam’da insanlığa karşı işlenmiş suçu protesto etmiş ve devletin Doğu’daki diplomatik temsilcilerine durumun derhal dü­zeltilmesi için aracı olunması direktifini vermiştir.
(*) 1837-1841 yıllarında ABD Başkanı Van Buren’di.
Böylesine aydın ve adil bir hükümetin tutumundan cesaret alan Amerikan Yahudileri, dinsel tören amaçlı cinayet yalanını şiddetle reddettiler ve hoşgörüsü kıt ülkelerde yaşayan kardeşlerinin ileride uğramaları olası kovuşturmalara karşı etkili biçimde harekete geçil­mesini sağlamak amacıyla bir birlik kurdular. Bu birlik aynı zaman­da kendi yurdunda muhtaç duruma düşmüş olanlara, dünyanın ne­resinde olursa olsun yardım etmeyi de amaçlıyor, insana yardım iş­lerini kolaylaştırmayı zorunlu görüyordu; çünkü: Charity begirıs at home. Bu birliğin kurucusu, kendisi için haklı olarak kötü tohumun asil meyvesi diyebileceğimiz Henry Jones, Amerika’ya göç etmiş bir Alman makine imalatçısıdır. Birliğin kuruluş günü de 13 Ekim 1843’tür. “Hayırseverlik, Kardeş Sevgisi, Uyum” sloganları altında “Birliğin Çocukları” -B’nei B’riss- bağımsız bir tarikatta bir araya gel­diler; amaçladıkları yüce görevleri şunlardı: İsrailoğullarını insanlı­ğın en yüksek çıkarlarına ulaştırmak için birleştirmek; soyumuzun ruhsal ve töresel karakterini daha da geliştirmek ve yükseltmek; in­san sevgisi, şeref ve vatanseverliğin en temiz ilkelerini zihinlere nakşetmek; sanat ve bilimi korumak; yoksulların ve muhtaçların sı­kıntısını azaltmak; hastaları ziyaret etmek ve onlara bakmak; kovuş­turma kurbanlarının yardımına koşmak; dulları ve yetimleri gözet­mek, onlara olanca güç ve şefkatle yardım etmek.”
Her ne kadar “B’nei B’riss” tarikatına, sadace erdemli yaşayış tar­zıyla başkalarına örnek oluşturabilecek, aynı zamanda da hayır işleri amacına büyük miktarda para harcayabilecek ve harcamayı isteye­cek durumda olan dindaşlar alınmışsa da, tarikat ideali öylesine coş­kulu bir rağbet gördü ki, 1881 yılına kadar 25.000 saygın Amerikan Yahudisi “B’nei B’riss” bayrağı altında toplanıp 300 loca (şantiye) oluşturdu. O yıl (1881) tarikatın önderleri, Almanya Yahudilerinin ileri gelenleriyle tarikatın bu ülkede örgütlenmesi amacıyla görüşme­lere başladılar.
Almanya’da etkinliklerine yeni başlayan Yahudi düşmanı bir haraket, acıda ve inançta yoldaş olanları birbirine yaklaştırdı. Bu da kardeş sevgisine dayanan bir birliğin kurulması için çok elverişli bir ortam oluşturdu. Böylece 20 Mart 1882’de “Bağımsız B’nei B’riss Tarikatının (UOBB) ilk locası, “Alman İmparatorluğu Locası” adıyla Almanya’da, Berlin’de tarikat yönetiminin gönderdiği bir temsilcinin yaptığı törenle açıldı. Bir yıl dolmadan Alman İmparatorluğu Locası’na yüzden fazla kardeş katılmış bulunuyordu. Bu durumda Ber­lin’de, 1883’te, ikinci bir loca, “Berthold Auerbach (*) Locası”nı aç­mak zorunlu oldu. Bunu ertesi yıl, yine Berlin’de, “Montefiore Loca­sının” açılması izledi. Bu locanın kurulması, kitapçığımızın kahra­manı için -belki de son kezbüyük bir sevinç kaynağı olmuştur.
(*) Berthold Auerbach (1812-1882), sağlam g özlem e dayanan, eğlenceli öyküleriyle büyük bir ün kazanmış bir yazardır.
Bu arada tarikat düşüncesi Almanya’nın öteki kentlerinde de kök salmış ve Halle, Beuthen, Stettin, Breslau localarının kurulmasına yol açmıştır. 1909 yılında “B’nei B’riss” tarikatının Almanya’da 70 locası ve bu locaların toplam 7000 üyesi bulunuyordu. Alman bölgesel locaları­nın yönetimi Berlin’deki büyük loca tarafından yapılıyor, bu locanın başında da “Büyük Başkan” (Hukuk Danışmanı Timendorfer) bulunu­yordu.
“B’nei B’riss” tarikatı neler başardı; üyeleri üzerinde nasıl eğitici ve yüceltici etkiler yaptı; sevecen değerli çalışmaları nasıl sonuçlara ulaşıp nelere yararı dokundu; kardeşlik düşüncesi ve candan dost­luk tarikatın tüm üyelerini nasıl uzlaştırıcı bir bağla sardı, bütün bunları, bu tarikata katılanlar, çalışıp hizmet ederek öğrendiler.
Yahudi kardeşlik sevgisinin Montefiore’nin ideali doğrultusunda gerçekleşmesi için bu birlikler etkili oldular. “Büyük Birlik”inde si­nesinde doğan;
“Montefiore Birlikleri” de ([25]) Montefiore’nin mirasçısı olarak ses­siz, ciddi çalışmalarla gençlere kutsal metinlerin bilgilerini ulaştır­mak, böylece onlarda geleneksel inanca yönelik sevgi uyandırmak amacına hizmet ettiler.
Başarısından hoşnut bir halde Sör Moses, Konstantinopol’e deni­ze açıldı. Malta Adası’nda yine birkaç gün kaldı.
Onun görevi hakkında gazeteler uzun haberler yayımlamışlardı. Bu bakımdan şimdi her mezhepten insanların onu Malta’da ve her yerde asil bir insan sever olarak kutlamasında şaşılacak bir taraf yok­tu. Fakat o bütün iltifatları reddediyor ve her çeşit övgüyü, “Ben görevimi yaptım sadece, o kadar” diyerek önlüyordu. İnsanda yüce duygular uyandıran böylesi bir bilinçle yurduna dönmek üzereydi ki, Malta’da kendisine ulaşan bir haber bu dönüşünü engellediği gi­bi, derhal harekete geçmesini de zorunlu kıldı.
Şam’daki o uğursuz olay yeniden canlanmıştı.
Burada bir lağım çukurunda, süprüntü ve çamurun içinde ke­mikler bulunmuştu. Bunlar elbette zavallı Peder Thomas’ın kemikle­riydi. Başka kimin olabilirdi? Şam kentinin saygın hekimleri bunların hayvan kemikleri olduğunu bildirmeleri, Kapüsenlerin ([26]) bu ke­mikleri, sevgili yoldaşları Thomas’ın dünyasal bedeninin kalıntısı olarak manastırlarının kilisesine defnetmelerini önlemedi. Üstelik bir kimse de çıkıp, “Yaptığınız bu işle çok gülünç duruma düşüyorsu­nuz” demedi. Fakat mezar taşına “Padre Tommaso... assassinato dagli Ebrei Peder Thomas... Yahudiler tarafından öldürülmüştür” diye yazılmak herkeste bir öfke uyandırmıştı.
Montefiore hemen Roma’ya koştu; mezartaşındaki bu doğruluğu asla kanıtlanmamış, gerçek dışı yazıtın derhal kaldırılması için Papa nezdinde girişimde bulunacaktı. Papanın huzuruna kabul edilmesi için aracı olmasını istediği ilk kişi, İngiliz hükümetinin görevlisi Bay Aubin, bu konuda Sör Moses’in hiçbir başarı kazanamayacağından korkuyordu; çünkü papa ile yakın çevresi, Peder Thomas’ın öldü­rülmesinin Yahudilerin suçu olduğundan kesinlikle emindiler. Bu önyargıdan onları kimse döndüremezdi; hatta dünyada bütün tanık­lar bunun aksini söylese bile.
Yine de Montefiore bunu bir kere denemek istedi.
Papaya hitaben bir dilekçe hazırlayıp bunu papalık mabeyincisi Monsignor Bruti’ye verdi. Bu kardinal, şayet Sör Moses, Kapüsen ta­rikatının yönetici kişilerine “tarikatın hayrına” bir miktar para bağış­lamak lütfunda bulunursa yardımcı olacağını söyledi.
Bu uygunsuz teklifi Montefiore öfkeyle reddetti:
“Doğu’da amacına ulaşmam için tek kuruş vermem gerekmemişti. Bunu burada Roma’da da yapmam. Gönlümde gerçekleşmesi ar­zusu yatan şeyleri bu yüzden gerçekleştiremeyeceksem, varsın ger­çekleşmesinler. Burada Roma’da, para mı ödemem gerekecek. Asla! Görüşmeyi sürdürmekten vazgeçerim daha iyi!”
Bunun üzerine Kardinal Hazretleri derhal soğuk bir tavır takındı ve çarçabuk veda etti. Sör Moses de bu konuda atılacak her adımın başarısız olacağını anlamış bulunuyordu.
Ne var ki bir yalan anıtı olan bu mezar yazıtı, yirmi yıl sonra Müslümanların Suriyeli Hıristiyanlara öfkelenmesi üzerine çıkan olaylarda, Şam’daki Kapüsen Manastırı yerle bir edilince ortadan kaybolmuştur. ([27])
Şam trajedisi hiçbir zaman açıklanamadı. Montefiore ile onun çağdaşlarından çoğu, Peder Thomas’ın asla öldürülmediği, Şam’dan gizlice uzaklaşmak zorunda kaldığı, sonra da Doğu ülkelerin­deki Katolik manastırlarından birine kabul edildiği kanısındaydılar.
Bu tahmin doğru mudur, değil midir; Peder Thomas öldürülmüş müdür, yoksa doğal ölümle mi ölmüştür; bütün bunlar bizi hiç mi hiç ilgilendirmeyebilirdi. Bizim için yeterli olan, onun bu dünyadan ayrılmasında Yahudilerin hiçbir suçunun bulunmadığının saptanma­sıdır.
Doğu’ya yaptığı yolculuğun mutlu bir başarıyla sonuçlanması Montefiore’yi ünlü bir adam yapmıştı. Dindaşları ona, halkının haklı davasını zafere ulaştırmak için firavunun karşısına çıkan yeni bir Musa gözüyle bakmaktaydı. Bu nedenle de onun yurduna mutlu bi­çimde dönmesi, bütün sinagoglarda yapılan Tanrı’ya şükran ayinle­riyle kutlandı. Cemaatlerden hem Yahudiler hem Hıristiyanlar tara­fından imzalanmış yüzlerce teşekkürnameler gönderildi. İngiltere’de düzenlenen bir bağış toplama kampanyasının geliriyle yaptırılan, 3.5 ayak boyunda, 1319 ons ([28]) ağırlığında, gümüş bir sanat eseri ona sunuldu. Bu eser, Davut’un aslanı yenerek kuzuyu kurtarışını gösteriyordu. (1. Samuel 17, 34-35) Eserin altlığının dört köşesinde Musa’nın, Esra’nın ve Şamlı iki Yahudinin heykelleri yer alıyordu. İki Yahudiden biri, zincire vurulmuş ve üzgündü, öne doğru eğil­mişti; öbürü ellerini havaya kaldırmış teşekkür ediyordu. Bu dört heykelin arasındaki düz yüzeylerin üstüne yapılmış kabartmalar ise şu olayları ebedileştirmekteydi: Sör Moses ile yanındakilerin İsken­deriye’de karaya çıkışı, sultanın huzuruna çıkılması ve fermanın ve­rilmesi, suçsuz tutukluların kurtuluşu ve son olarak da Londra bü­yük Sinagogu’nda Sör Moses ile Lady Juditlı Montefiore’nin dönüşü dolayısıyla yapılan bayram ayini.
Kraliçe onu huzuruna kabul edip kendisine, “Doğu’da baskıya ve kovuşturmaya uğramış kardeşlerinin yararına gösterdiği eşsiz çabala­rının” takdiri belirtisi olarak asma tutamacı ([29]) dolaştırma hakkı ver­di; sadece kral hanedanından prenslere, en yüksek dereceli şövalye­lere ve krallığın en eski kansoylularına tanınan bir ayrıcalıktı bu.
Montefiore’nin civanmertçe etkinlikleri, Almanya’da da minnet­tarlıkla takdir edildi.
Haham Dr. Philipplıon, Magdeburg’da bir bağış kampanyası dü­zenledi; bağışçılardan on gümüş groştan (*) fazla para alınmadı. 1500 taler (**) toplandı. Bu parayla çok görkemli bir albüm hazırlandı; par­şömen üstünde bir teşekkürnameyle bağışçıların tümünün adları var­dı içinde. Bağışçılar içinde birçok Hıristiyan, hatta kansoylular, subay­lar ve papazlar da bulunuyordu. Albümün paha biçilmez değerdeki kapağında iki yağlıboya tablo yer almaktaydı. Ön kapaktaki “Babil’de Yaslı Yahudiler” tablosuydu ve Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’nin ünlü direktörü Sclıadow tarafından yapılmıştı. Arka kapakta ise “Eski Yahudi Aile Yaşayışından Resimler”in yaratıcısı Profesör Oppenheim’in “Yuşa’nın Musa Tarafından Atanması” tablosu vardı.
Şam olayından birkaç yıl sonra Sör Moses, dindaşlarını haksızlık ve baskıdan korumak için yine bir yolculuğa çıktı.
Bu sefer Rusya’ya gitti.
Burada I. Çar Nikolaus (***) zaten baskıcı olan Yahudiler yasasını daha da ağırlaştırmış, Yahudilerin düzlük arazide oturmalarını ya­saklamış, sınırın 50 (****) kadar uzağında bulunan arazi şeridinde oturan Yahudilerin ülkenin iç kesimlerine yerleştirilmesini emret­mişti. Bu emir uygulanacak olursa, yüzlerce Yahudi ailesi ekonomik bakımdan mahvolacaktı.
(*) 1 groş, 10 peniklik madeni para.
(**) 1 taler, 3 mark değerinde para.
(***) I. Nikolaus ya da I. Nikolay (1796-1855) 1825’te tahta geçti. Sosyal re­formlara, toprak köleliğinin kaldırılmasına karşı çıktı. Ülkede katı bir sansür uygulattı ve aşırı baskıcı yöntemler kullandı. Avrupa’da da kurulu düzeni kurmayı amaçladığından 1849’da, Macar devriminin bastırılması için Avusturya'ya yardım etti. 1853-1856 Kırım Savaşı’nda Osmanlı, İngiltere ve Fransa’ya karşı savaştı. Bozgunla biten bu savaş sürerken öldü. Onun döneminde tüm engelle­melere rağmen Rus edebiyatı altın çağını yaşamıştır.
(****) 1 werst 1,067 km.’ye eşit uzunluk ölçüsü.
İngiliz hükümeti yine dostumuzu, çarın ve en yüksek dereceli görevlilerin huzuruna kolayca girebilmesi için tavsiye mektuplarıyla donatmıştı. St. Petersburg’da ilk ziyaretini İçişleri Bakanı Kont Nesselrode’ye yaparak şunları söyledi:
 “Benim buraya gelişimin iki amacı var: Birincisi, Yahudi okulları kurmaktır; İkincisi de, Çar Hazretleri’ne Yahudileri köylerden ve sı­nır kentlerinden uzaklaştıran emirnamesini geri çekmesi ricasında bulunmaktır.”
Bakan, Montefiore’nin okullar kurarak kardeşlerinin manevi yok­sulluğunu gidermeye yönelik niyetini onayladı ve bu konuda gere­ken her türlü yardımı yapacağına da söz verdi.
Sör Moses, bu sefer de Rus Yahudilerinin bir kısmını tarıma yö­neltmeyi amaçlayan planını açıkladı.
“Bunlarsa eğer niyetiniz” diye kont büyük bir sevinçle bağırdı, “hükümetimizin amaçlarıyla tam bir uyum içinde hareket ediyorsu­nuz demektir; çünkü biz de Yahudileri insan toplumunun yararlı üyeleri yapmak ve onları aşağılık kaçak öteberi ticaretinden uzaklaştırmak istiyoruz.”
Sör Moses sesini biraz yükselterek: “Sayıları birkaç milyonu bu­lan Rusya ve Polonya (Polonya, o tarihte Rusya’nın bir iliydi.) Yahudilerinin hepsi de mi kaçakçılık yapı­yor?” diye sordu; çünkü Kont Nesselrode gibi yüksek rütbeli, aydın bir adamın, tek tek bazı Yahudilerin kötü eylemlerinden tüm camia­yı sorumlu kılmasına içerlemişti.
Bakan bu soruya cevap veremedi. Bunun yerine görüşmeyi sona erdirdi; vedalaşırken de Montefiore’ye amacına ulaşması için her yardımı yapacağına bir defa daha söz verdi.
Kont Nesselrode’nin iltiması sayesinde çar, dostumuzun huzura çıkma isteğini kabul etti. Bu kabul yirmi dakika sürdü ve çok içten­likli bir havası oldu. Sör Moses, Rusya’daki kardeşlerinin acı yazgısı­nı hafifletmeyi amaçlayan ricasını söyleyince çar, “Şu anda Rusya Yahudilerinin durumunu iyileştirmekten başka bir konuya hiçbir is­tek duymadığı” karşılığını verdi.
“Fakat majesteleri bir ukasınız (Rus çarlarının fermanına Ukas adı verilir.) var; bu ukas, Yahudileri sınır kentlerinden uzaklaştırmıyor mu?”
“Evet. İllerimin birkaçından, özellikle de sınır boyu illerinden; buralarda Yahudi nüfusu çok yoğun. Onun için de ben, Yahudileri kendi iyilikleri için birbirlerinden biraz ayırmak istedim.”
Sör Moses, bu sefer de Yahudi nüfusunun özellikle yoğun oldu­ğu kentleri ziyaret etmek, buralardaki kardeşlerinin istek ve ihtiyaç­larını bizzat öğrenmek için izin rica etti. Çar bu konuda onu yürek­lendirdi ve bir de ona, Rusya’daki dindaşlarının “acayip alışkanlıkla­rını” bırakmaları konusunda etkilenmesi öğüdünde bulundu.
Bu öğüdüyle çarın ne demek istediğini dostumuz ilkin anlamadı. Bir an düşündükten sonra kaşlarını çattı ve çara adeta:
“Majeste, benim Rusya’daki dindaşlarımın kültür düzeyinin bu kadar düşük olmasından siz ve sizin hükümetiniz doğrudan sorum­ludur!” diyormuş gibi baktı. Sonra da cevap vermek yerine hiç istifi­ni bozmadan, “Onlar sakin, sadık, çalışkan ve şerefli yurttaşlardır” dedi.
“Evet, eğer sizin gibi olabilirlerse!” diye bağırdı çar.
Çarın Montefiore’yi pek dostça kabul etmiş olması, Rusya Yalıudilerinde kendilerine uygulanan bunaltıcı özel yasaların baskısından kurtulacakları, barış içinde ve rahatsız edilmeden işleriyle uğraşabi­lecekleri zamanın artık geldiği umudunu doğurmuştu.
Ne büyük yanılgı! Yıllar geçtikçe durumlarının daha da berbatlaşacağından henüz habersizlerdi.
O günlerde Rusya Yahudileri, Sör Moses Montefiore’yi kendileri­ni yoksulluktan kurtaracak kişi olarak selamladılar. Onun önce St. Petersburg’dan Vilna’ya, oradan da Varşova’ya yaptığı yolculuğu bir zafer alayına dönüştürdüler. Ülkenin töresi gereği, ne kadar Yahudi birliği ve derneği varsa, tek tek hepsi, ona en kaliteli çeşidinden şa­raplar -bunlar yüzlerce şişe olmuştuve hoş geldin selamı niyetine de çok nefis çörekler, kurabiyeler gönderdi. Sör Moses, bu hediye­leri hastanelere verdi.
Bütün bu bağlılık belirtileri, kahramanlarımızı derinlemesine duygulandırmıştı. Ah, ne olurdu, din kardeşlerinin nice umutlarla ondan beklediği şeylerin hepsini gerçekleştirebilseydi!
Fakat pek parlak biçimde kabul görmesine, hükümet yetkilileri­nin kesin sözler vermesine, Sör Moses’in kendi araştırmalarına daya­narak hazırladığı, Rus Yahudilerinin korkunç sefaletini gösteren, ge­niş kapsamlı raporları çara ve bakanlarına sunmasına rağmen her şey büyük ölçüde eskisi gibi kaldı.
Moses Montefiore’nin yolculuğu, bu sefer anılmaya değer bir ba­şarı elde edememişti.
Ne var ki bu düşkırıklığı onun cesaretini kırmadı. Hayır, aksine şimdi kimi uzaklarda kimi yakında yaşayan tüm kardeşlerini, eski­sinden çok daha içtenlikle seviyordu. Bu sevgisini, Vilna’da dindaş­larına veda ederken şu sözlerle dile getirmişti:
“Kalbim her zaman sizinledir. İsrail çocukları acı çekerse, üzün­tüler doldurur içimi; bir neden onları ağlatacak olursa, benim gözle­rim de yaşlarla ıslanır.”

Montefiore’nin dindaşlarının maddi ve manevi düzeylerini yükselt­mek için harcadığı yorulmak bilmez çabalara İngiliz hükümeti de de­ğer vermekteydi. Bu konuda yardım ve tavsiye gerektiğinde, devletin en yüksek dereceli yetkilileri, her zaman onun lehinde konuşuyorlar­dı. Keza insanların yararına yeni bir iş başardığında, bu soylu hayırse­vere teşekkür edip onu öven ilk kurum da hep hükümet oluyordu.
Nitekim Rusya’dan döndükten sonra sevindirici bir haberle onu şaşırtan da Başbakan Sör Robert Peel oldu. Kraliçe, Sör Moses’i Ba­ronet payesine yükseltmişti.
“Kraliyet teveccühünün bu işaretiyle” diye yazıyor başbakan, “Kraliçe, Britanya tebaasının sizinle aynı inancı paylaşan, krallığa sa­dık ve saygıdeğer bir sınıfın içindeki seçkin yerinizi ve de âlicenap­lığınızı kabul edip bunu onaylamaktadır.”
Bu arada hemşehrilerinin güveni, Sör Moses’i, fahri hizmet gör­mek üzere, devletin yüksek makamlarına getirmiş bulunuyordu. Londra ve Middlesex şerifi olduğunu biliyoruz. Daha sonra da Kent Kontluğu’nun başşerifi, Londra valilik komisyonu üyesi, Middlesex sulh yargıcı, Kent Konluğu vali vekili ve beş liman kentinin (Hastings, Sandwich, Dover, Romney, Hytlıe) sulh yargıcı oldu.
Fakat İngiliz parlamentosu üyesi olmadı; olmak isteseydi de ola­mazdı zaten. Çünkü yeni seçilen her üye görev yemini yaparken, “Doğru olan Hıristiyan inancı” sözünü de söylemek zorundaydı ve belirli bir mezhebe dayanan bu yemin şekli henüz ne değiştirilmiş ne de kaldırılmıştı.
Gerçi Sör Moses kendi şahsı için milletvekili olmaya hiç hevesli değildi; ama İngiliz Yalıudilerini, Hıristiyan kardeşlerinden hâlâ ayırmakta olan bu son engelin kaldırılması için azimle mücadeleye koyuldu. Bu amaçla hükümete telkinde bulunarak, söz konusu ye­min biçiminin kaldırılması için bir yasa tasarısının parlamentoya su­nulmasını sağladı. İngiliz Yahudilerinin herkesçe kabul edilen va­tansever tutumları, Sör Moses Montefiore ve Sör David Salomun’un yüksek makamlardayken toplum hizmetinde gösterdikleri dürüstlük, bu tasarının kabulüne elverişli bir ortam hazırlamıştı. Fakat ancak 1858’de Londra kentinden milletvekili seçilen Baron Lionel Rothschild, İngiliz parlamentosuna giren ilk Yahudi oldu.
Yurdunun hizmetinde, her zaman, seve seve tüm gücüyle çalış­mış bulunan Sör Moses, kendisine yapılan parlamento üyeliği tekli­fini, bu işi özenle yapabilmesi için gerekli zamanı olmadığını ileri sürerek reddetti. Unutmayalım ki o bir işadamıydı. Onlarca yıldan beri “Allianz” hayat sigortasını ve “Imperial” Kıta Avrupası gaz şirke­tini yönetiyordu. Bundan başka devlet kent hizmetinde, Yahudi ce­maatlerinde birçok fahri görevi vardı; 1835’ten beri de İngiliz-İsrail Cemaatleri Birliği’nin başkanıydı. (“Board of Deputies”)
Yahudilerin parlamentoya alınması konusunun, tam da tüm can­lılığıyla tartışıldığı sırada, soylu dostumuz zor bir sorunla uğraşmak­taydı.
Şam’dan yine bir imdat seslenişi duyulmuştu.
Burada, 1847 Nisanı’nda, bir Hıristiyan çocuk kaybolmuştu -bu­nun üzerine tabii Yahudiler suçlanmıştı hemen. Yine dinsel tören amacıyla çocuk kaçırıp öldürme suçlamasıydı bu. Osmanlı hüküme­tine, Yahudilere karşı sert önlemler alması telkininde bulunan da yi­ne Fransız konsolosuydu. Onun kışkırtmasıyla Türk Vali Sefata Pa­şa, Yahudi mahallesinde aramalar yaptırmış, kuşku uyandıracak hiç­bir şey bulunmamasına rağmen birçok Yahudi tutuklanmıştı. Bu sı­rada kaybolmuş erkek çocuk, sağ salim ailesinin yanına döndüğü halde, Yahudiler yine de hapishanede kalmışlardı.
Doğu’da yaşayan din kardeşlerini, Fransız diplomatlarının keyfi eylemlerine karşı sürekli güvence altına almak için Sör Moses, Fran­sa Kralı Lovis-Philippe’in ([30]) huzuruna çıkarak ondan yardım rica et­ti. Kral, bu konuda üzüntüsünü bildirmekle birlikte Fransa’nın Avru­pa’da Yahudilere yurttaşlık haklarını bahşeden ilk ülke olduğunu da belirtti ve Sör Moses’e dileğinin yerine getirileceğine dair güvence verdi.
Gerçekten de kısa süre sonra, Doğu’da görev yapan Fransız kon­solosluk memurları, çok sert biçimde azarlandılar. Ayrıca Şam kon­solosunun davranışından dolayı Başbakan Guizet de, Fransız hükü­metinin yapılan bu kan suçlamasını “uydurma ve iftira” olarak nite­lendirdiğini belirterek üzüntülerini bildirdi.
O zamandan beri Fransa, başka ülkelerde Yahudilere karşı ön­yargılar beslemeye ya da telkin etmeye bir daha asla kalkışmamıştır. Şam’da yeniden huzur geri geldi ve bura Yahudileri, bir daha dinsel tören amacıyla cinayet işlemek gibi kötü niyetli bir suçla asla itham edilmediler.
Şam’daki bu yeni olay, hoşa gidecek şekilde henüz yeni sona er­mişti ki, yine Doğu’dan üzücü bir haber Montefiore’nin kulağına geldi. Filistin’de açlık tehlikesi başgöstermişti.
Filistin Yahudilerinin büyük ölçüde Batı’daki dindaşlarının bağış­larıyla yaşadıklarını daha önce öğrenmiştik. Bu destek yardımının yaklaşık dörtte üçü, Rusya ve Polonya’dan geliyordu; çünkü tüm yeryüzünde on iki milyon tahmin edilen Yahudi nüfusun yarısı bu ülkelerde yaşamaktaydı. Ellili yıllarda Rusya, Fransa ve İngiltere’ye karşı korkunç bir savaşa girişince, Rusya, Yahudileri paralarını, sa­vaşın (*) kendilerine ve yurtlarına verdiği acıları azaltmak için kul­lanmak zorunda kaldılar. Bundan dolayı da Kutsal Topraklar’daki din kardeşlerine gönderilen bağışlar, büyük ölçüde kısıldı. Bu des­tek yardımın azaltılması, eğer Filistin’de bir kolera salgını başlama­saydı ve burada koloniler oluşturmuş bulunan çalışkan çiftçilerin yüzlercesi, verimsiz bir ürün alınmasından ötürü nice zorluklarla iş­ledikleri tarlalarından umdukları kazançtan yoksun kalmasalardı, herhalde bu kadar hızla bir kıtlık ortamına sürüklenilmezdi.
(*) Söz konusu savaş, Kırım Savaşı’dır. Osmanlı, İngiliz, Fransız ve Piemonte devletleri ile Rusya arasında Kırım’da yapılmış, Rusların yenilmesiyle son bulmuştur.


“İsrail ülkesi”nden imdat çağrısı bu yüzden yapılmıştı.
Moses Montefiore derhal çok etkili bir yardım hareketi başlattı. Bu işte yardımcısı olan Britanya İmparatorluğu’nun Başhahamı Dr. M. Adler, tüm Yahudi cemaatlerine yolladığı bildiri niteliğindeki bir mektupla Filistin Yahudilerine çok ivedi yardım yapılmasını istedi. Böylece de kısa sürede 400.000 mark toplanıverdi. Bu meblağın oluşmasında birçok âlicenap Hıristiyanın bağışlarının da katkısı ol­muştu; bunda da kuşkusuz Sör Moses’in, Hıristiyanlık ya da vatan adına düzenlenen bağış kampanyalarına, her zaman katılmaya hazır olmasının, minnettarlıkla takdir edilmesinin katkısı vardı. Örneğin, savaşta can vermiş donanma ve ordu askerlerinin dul ve yetimlerini korumak için kurulmuş “vatansever fon”a, kendi cebinden 200 lira (4000 mark) bağışta bulunduğu gibi, “Allianz” ve “Imperial” şirketle­rinden de 600 lira verdirmişti.
Sör Moses, bu kadar çok yardım parasının harcanmaya hazır ol­duğunun anlaşıldığı yönetim kurulu toplantısını, başarıyı karısına haber vermek için etrafına sevinç gülücükleri saçarak terk ettiğinde, Amerika’dan gelmiş resmi bir mektubun kendisine verilmesi, çok daha büyük bir sevinç duymasına neden oldu: Yuda Tuda Toura adında New Orleanslı hayırsever, zengin bir Yahudi, şahsen tanıma­dığı halde Sör Moses Montefiore’ye vasiyetnamesiyle 50.000 dolar miras bırakmıştı; Sör Moses bu parayı, Filistin Yahudilerinin yararına olmak koşuluyla dilediği gibi harcayabilecekti.
Şimdi miktarı 200.000 marka yükselmiş bulunan bu yardımla Sör Moses, uzun zamandır planladığı fakat yeterli parasal olanağı bula­madığı için hep ertelediği bir eseri artık gerçekleştirebilecekti: Ku­düs’te bir hastane.
Bu yüzden Sör Moses ile Lady Judith Montefiore’yi bir defa daha Doğu ülkelerine doğru yola çıkmış görüyoruz.
Her yerde cemaatler tarafından candan sevgiyle karşılanıp bazı kentlerde özel bayram ayinleriyle onurlandırılan dostlarımız, bu se­fer Köln, Dresden, Prag, Adelsberg (burada onların şerefine ünlü mağara mumla aydınlatılmıştı), Laibach üzerinden Trieste’ye geldi­ler; buradan da vapurlar Konstantinopol’e gittiler.
Sör Moses, bir defa daha sultanın huzuruna törenle kabul edildi (Sultan Abdülmecit) ve bu defa amacına ulaştı: Bir ferman ona, Kudüs’te bir Yahu­di hastanesi inşa etmek ve tarım yapmak payesiyle topraklar satın almak yetkisini verdi.
Kudüs’te Sör Moses, kente gelişi şerefine düzenlenen bütün da­vetleri, bütün törenleri ve diğer eğlenceli toplantıları reddederek bu sefer sadece hedefine erişmeye çalıştı. Hastanenin temelini attı, bu yoksullar yurdunun inşası için hazırlıkları tamamladı, Yahudi kızları için bir sanat okulunun açılışını yaptı. Bu okula, bir hafta içinde hem ilkokul eğitimi görecek, hem de terzilik, çamaşır dikimi ve na­kış öğrenecek 400 kız öğrenci alındı. Sör Moses asıl çabasını, Kutsal Topraklar’ın kolonileştirilmesi için harcadı. Ülkenin başlıca cemaatlerinin temsilcileriyle yaptığı bir görüşme üzerine Sör Moses en nü­fuzlu etkin çiftçileri bir kurul halinde bir araya getirdi; bu kurul sa­tın alınacak toprakların ve iskân edilecek köylülerin seçiminde ona yardımcı olacaktı.
Böylece kutsal denilen toprakların üstünde ilk Montefiore kolo­nileri sevinçle kuruldu. Kudüs’ün batısında Yafa ve Zion yakınların­da 35, Safed dolayında Bekea’da 15, Tiberias’ta 30 aile tarım yap­mak üzere iskân edildi.
Montefiore bugün hâlâ yaşasaydı, uçsuz bucaksız yer yuvarlığına dağılmış, sıcakkanlılıkları inkâr edilmez büyük bir Yahudi kitlesi ta­rafından din kardeşi olarak, özellikle de Filistin’de bir Yahudi devle­tini yeniden kurmayı düşleyen erkekler ve kadınlar tarafından siya­sal bakımdan coşkuyla kutlanırdı.
Gerçekten de Montefiore’nin yedi defa ziyaret ettiği -son gelişin­de doksan bir yaşındaydıFilistin’e duyduğu sevgide, sonsuzlukla sınırlı bu coşkuda hemen göze çarpan olağanüstü bir şeyler vardır. Eğer dini bütün bir Hıristiyanın, peygamberlerin ve kilise babaları­nın dolaştığı bu kutsal ülkeyi “tüm ruhuyla arzu ettiğini” ve kutsal mahallere yapılacak bir hac ziyaretine hayatının en yüce ereği olarak göreceğini düşünürsek, o zaman dini bütün bir Yahudi’yi de, burada tarihinin büyük anılarından kıvanç ve sevinç duyuyor, Mezmurlar şairinin adağına uygun davranıyor, diye kınayamayız. Mezmur şöyle diyor çünkü: “Eğer senin Küdüs’ünü anmazsam, eğer Ku­düs’ü en yüce sevincim kılmazsam, dilim damağıma yapışsın.” (Mezmurlar 137, 6)
Ne var ki kutsal ülke, Montefiore’nin yalnızca “en yüce sevinci” değildi, özlemlerle dolu umudunun da konusuydu...

Yarım yüzyıl önce, kulağa hoş gelen Edgar Mortara adı dillerde dolaştı. İmparatorlar ve krallar ondan söz ettiler; hükümetler onun için uzun uzun yazılar hazırladılar. Edgar Mortara ne politika alanın­da sivrilmiş bir kişi, ne hayranlıklar uyandıran bir mucit, ne de tehli­keli bir anarşistti; sadece anası da babası da Yahudi olan altı yaşın­da bir çocuktu.
24 Haziran 1858 akşamı, o zamanlar Kilise Devleti’nin ([31]) bir ken­ti olan Bologna’da, tüccar Salomon Mortara’nın evine papalık polisi­nin bir subayı ile iki jandarma geldi. Gelenler, “Kutsal Offizium” adı­na küçük Edgar’ın derhal kendilerine teslim edilmesini istediler. ([32]). Çocuğun annesiyle babası kulaklarına inanamadılar.
“Edgar’ı, bizim sevgili yavrumuzu teslim etmek mi? Kime peki?” “Az önce işittiniz ya: Kutsal Offizium’a!”
“Kutsal Offizium Katolikler içindir. Fakat biz Yahudiyiz.” “Özellikle de bundan dolayı. Sizin oğlumuz Katoliktir ve biz de onu kilise için almak üzere geldik.”
“Baylar yanılıyor. Oğlumuz bizim dinimizdendir, yani Yahudi dinindendir.”
Subay konuya ilişkin başka bir bilgi veremiyordu. Fakat yüksek yerden verilmiş görevi yapması gerekiyordu; bu nedenle, isteğinde direndi ve dehşete kapılmış anneyle baba çocuklarını kendi istekle­riyle vermeyince de, jandarmalara çocuğu onlardan zorla almalarını emretmek zorunda kaldı.
O zamanki kilise iktidarı göz önüne alınırsa, çocuğun anne ve babasından bir daha geri dönmeyecek şekilde ayrıldığı kesinlikle söylenebilir. Kovmak, alay etmek, kovuşturmak gibi yöntemler Ya­hudiliği ortadan kaldırmaya yetmediği için kilise, arada sırada İsraili en güçlü kökünden hırpalamak amacıyla kutsal aile bağını zorla ko­parmayı denemekte, yani Yahudi çocuklarını baba evinden zorla çı­kararak onları kendi vereceği eğitimle yetiştirmek istemekteydi. Bu bakımdan çocuğun geriye verilmesini istemek doğrultusunda atıla­cak her adım boşuna olacaktı.
“Kutsal Offizium’un zavallı babanın başvurusuna verdiği cevap­ta, Edgar’ın -bir yaşındayken-o zaman bakıcısı olan on dört yaşın­daki Mina Morisi tarafından gizlice vaftiz edildiği bildiriliyordu. Kız, bebeği vaftiz ettirerek -babanın kesinlikle ifade ettiğine göre, hiçbir tehlikesi bulunmayan bir hastalıktan kurtarmak istemiş. Beş yıl sü­reyle de kız ve vaftizi güya kimseye söylememiş; ancak şimdi Engi­zisyon Mahkemesi’nin ([33]) günah çıkarma hücresinde olayı itiraf et­miş.
Papa XIV. Benedikt’ini reşit olmayan İsrail çocuklarının ebe­veynlerinin rızası olmadan vaftiz edilmesini kesinlikle yasaklayan 28 Şubat 1747 tarihli fermanına dayanarak Salomon Mortara, Papa IX. Pius’a başvurdu. Lâkin papa yalnızca Engizisyon Mahkemesi’nin emrini uygun görmekle kalmadı, adeta alay edercesine babaya aile­siyle birlikte Katolikliğe geçmesi, o zaman oğlunu kesinlikle geri alacağı öğüdünü verdi.
Ailenin kutsal haklarına yapılmış bu çirkin saldırının haberi tüm İtalya’ya yayılmış, oradan da Avrupa’nın diğer ülkelerine geçmiş, hatta Kuzey Amerika’ya bile ulaşmıştı. Haber Yahudiler arasında ol­duğu kadar Hıristiyanlar arasında da haklı bir öfke uyandırmıştı.
“Evangelist Birliği”nin Londra’daki yıllık toplantısında, papalık kili­sesinin bu keyfi davranışına karşı sert itirazlar yapıldı ve Yahudilerden yana saygılı sempatinin vurgulanacağı bir bildirinin yayınlanması­na oybirliğiyle karar verildi. Buna ilişkin karar, Yahudiliğin cesur ön­cü savaşçısı Sör Moses Montefiore’ye de gönderildi. “Protestan Birliği” ile “İskoç Reformasyon Derneği”, İngiliz hükümetinden Mortara’nın ailesine geri verilmesini sağlamak amacıyla girişimde bulunmasını is­tediler. Bu istek, Londra, New-York, Philadelphia’da ve daha birçok şehirde düzenlenen protesto toplantılarında da dile getirildi.
Çocuğun ailesinden zorla alınmasını, modern kültür açısından bir cürüm olarak nitelendirenlerin hepsi, bir konuda aynı kanıdaydı: Gücü çok büyük kilise kurumuna karşı yapılacak mücadelede, bir şeyler başarabilecek sadece bir kişi vardı; o da altın yürekli, korku­suz ve sözü geçer bir aristokrat olan Sör Moses Montefiore idi.
Bu zorbaca harekete tüm Avrupa’nın gösterdiği canlı ilgi karşı­sında Sör Moses, İngiliz-İsrail Cemaatleri Birliği’nin ricası üzerine, bu örgüt adına papaya başvurmaya hazır olduğunu açıkladı.
İngiliz hükümeti tarafından verilmiş resini tavsiye mektuplarıyla donatılmış olarak Sör Moses ile Lady Judith, din kardeşlerinin duala­rı eşliğinde, 1859 Şubatı’nda Roma’ya doğru yola çıktılar. Fakat sü­rüp giden hastalıklar yüzünden bu kente ancak 5 Nisan’da varabil­diler.
Papalık nezdinde İngiliz işgüderi -Sör Moses’in Konstantinopol’e gidişinde tanışmış olduğuBay Oda Russell, Sör Moses’in papanın huzuruna çıkmasını sağlamak amacıyla derhal harekete geçti. Ne var ki bu işi uygun biçimde başarabileceğinden pek emin değildi.
İlkin Devlet Sekreteri Kardinal Antonelli’ye başvurdu. Lâkin bu kar­dinal papanın bu olayı “kapanmış” olarak görmesi nedeniyle red­detti. Fakat kendisinin Sör Moses’i kabule ve Birlikler Konfederasyonu’nun dilekçesini papaya sunmak üzere teslim almaya hazır oldu­ğunu bildirdi.
Sör Moses üstlendiği görevi başarıyla sonuçlandırmak için her çareye başvurmaktan elbette kaçınmayacaktı.
Devlet Sekreteri-Kardinal onu dostça karşılayıp dilekçeyi aldı. Sör Moses şöyle konuştu:
“Kardinal Hazretleri, ben sekiz gün daha Roma’da kalacağım. Umarım bu süre içinde bir cevap elimize ulaşır.”
“Cevap mı?” dedi kardinal omuzlarını silkerek. “Verilmesi olası bir cevabın size pek yaran dokunmayacaktır, çünkü Mortara konu­sunda bir şeyler yapmak olanaksızdır.”
“Ya çocuğun ağlaşan annesiyle babası?..”
“Onlara acıyorum. İleride de bu çeşit nahoş olayların cereyan et­mesini önlemek için gerekli önlemler alınacaktı.”
“Kardinal Hazretleri, bir çocuğun gaspedilmesi söz konusu bu olayda!” diye bağırdı Montefiore sinirlenerek: Bunlara karşın kardi­nal çok sakin bir tavırla şöyle cevap verdi:
“Edgar Montara Hıristiyandır ve Hıristiyan kalacaktır. Belki on yedi ya da on sekiz yaşına geldiğinde kendi serbest iradesiyle dile­diği gibi hareket edebileceğine göre...”
“Ya o zamana kadar?” diye, Sör Moses onun sözünü kesti.
“O zamana kadar Roma’da San Pietro Manastırı’nda çok iyi bir eğitim alacaktır. Ebeveyni ile kardeşleri, ne zaman isterlerse onu zi­yaret edebilir. Ailesinin yanına dönebilir mi? Hayır, hiçbir zaman!”
Bu durumda Sör Moses görevin başarıya ulaşamayacağını anla­mıştı. Derin üzüntüler duyarak yüreğinden kopan bir iç çekişle aya­ğa kalkarak:
“Hepimiz tek bir yüce babanın evlatları olduğumuz halde, bir arada barış içinde yaşayamayışımız ne acı!” dedi.
Kardinal, yine omuzlarını silkerek cevap olsun diye şunları söy­ledi:
“Mortara olayı bizim için kesinlikle kapanmıştır.”
“Ben yine de İngiliz-İsrail Birlikleri Konfederasyonu’nun bu di­lekçesine verilecek cevabı, burada Roma’da bekleyeceğim” dedi Montefiore.
“Cevap yok, Sör Moses! Fransa, Hollanda ve Avusturya’nın dilek­çeleri gibi, sizin de Mortara ile ilgili dilekçenize cevap verilmeye­cektir.”
Umutları kırılmış bir halde Sör Moses, “Bu acıklı olay için son sö­zünüz bu mu?” diye sordu.
Son sözüm bu! Bir şey daha var: Size kesinlikle güvence veririm ki -herhalde bu saptamanın sizce değeri olacaktır-papalık, kilise devleti sınırları içinde yaşayan Yahudilere karşı çok hayırlı, çok iyi­cil düşünceler beslemektedir.”
“Hayırlı düşüncelerini sevsinler!” diye düşündü Sör Moses. Ne var ki çok kibar yetiştirilmiş bir adamdı. Kardinale, bir sistemin sa­dece maşası olan bu adama sert cevap vermeyi ve Hıristiyanca in­san sevgisi ile bu sevginin insanlara, özellikle de Yahudilere karşı gerçekte uygulanışı arasındaki haşin çelişkiyi onun gözleri önüne sermeyi içinden geçirdi bir an.
Montefiore olağanüstü bir şevkle uğraş verdiği bu konuda yenil­giyi şimdilik kabul etmek zorunda kalmıştı. Fakat çocuk Mortara’nın geri verilmesi amacıyla çabalarını yıllarca sürdürdü. Bunun için Roma’daki Fransız Elçisi Dük Grammont’un yardımını sağlayarak III. Napolyon’a ([34]) “Montefiore’nin çalışmalarında olanakların elverdiği ölçüde korunmasını” isteyen emirler verdirdi. Daha sonraları o sıra­da yeni kurulan “Alliance Israelite Üniversellerin yardımını sağladı. Sonunda, hatta yeni Kral Viktor Emanuel’e (*) şahsen başvurdu. Bütün bu çabalar sonuçsuz kaldı. Çocuk Mortara, manastırda kaldı.
(*) VII. Eduard (1841-1910), 1901 ’de İngiltere kralı oldu.
Onunla ilgili hiçbir haber kamuoyuna sızmadı.
Kamuoyunun bir defa daha ondan haberi olması, yıllarca sonra­ya rastlar. Yeniyetme bir delikanlı olarak, başka gençlerle birlikte papaya takdim edildikleri zaman, Papa IX. Pius’un, Edgar Mortara’ya hitaben yaptığı konuşmayla kamuoyu onu yeniden hatırladı. Papa şunları söylemişti:
“Benim için özellikle sen, çok aziz ve çok değerlisin, oğlum; çünkü ben seni çok yüksek bir bedel ödeyerek Hıristiyanlık için ka­zandım. Senin için çok yüklü bir fidye ödedim; çünkü senin yüzün­den bana ve kutsal papalık makamına karşı tam anlamıyla bir savaş kışkırtıldı. Hükümetler ve halklar, bu dünyada iktidar sahipleri ve günümüzde gerçekten bir gücü temsil eden basından insanlar sa­vaş açtılar. Hatta krallar bu saldırının en önünde yer alıp bakanlarına, senin için bana diplomatik notalar verilmesini emrettiler. Krallar­dan yakınmak istemiyorum. Ben sadece tek tek pek çok kişinin ba­na yönelttiği hakaretlere, iftiralar ve lanetlere dikkat çekmek istiyo­rum. Bu insanların kızdıkları anlaşılıyor; onlar, sevgili Tanrı’nın, sa­na doğru inanca sahip olmayı bahşetmesine ve seni ölüm karanlı­ğından kurtarmasına kızıyorlar. Ne yazık ki ailen hâlâ bu karanlığın içinde bocalayıp durmaktadırlar. En çok da senin vaftiz edilerek ye­niden doğmandan ve Tanrı’nın yüce lütfuyla sana bahşettiği bilgileri öğrenmiş olmandan yakınıyorlar.”
Bu söylevden kısa bir süre sonra Mortara törenle rahip oldu. Bu­gün hâlâ Roma’da Vatikan Sarayı’nda rahat ve sıkıntısız bir hayat sürmektedir.
1859’da, Hamursuz Bayramı sırasında Montefiore, Roma’da haklı bir davanın zafer kazanmasına yardımcı olmak için, yüksek rütbeli papazların birinden öbürüne seferler yaparken, kaderin ne garip cil­vesidir ki olaylar, papalığın dünyasal egemenliğinin sonunu, buna karşın İtalya Krallığı’nın da birliğini ve bağımsızlığını hazırlıyordu. Bugünkü İtalya’da, bütün inançlara kısıtsız eşit haklar tanıyan bu gerçek hoşgörü (tolerans) ülkesinde ise, küçük Mortara’nın başına gelen gibi bir çocuk çalınması olayı hayal bile edilemezdi.
Ne var ki o zamanlar papalık devletlerinde hâlâ ortaçağ koşulları egemendi. Yahudiler hâlâ gettolarda yaşamak zorunda bırakılıyor ve haysiyet kırıcı özel yasalara boyun eğiyorlardı. Montefiore, Roma gettosunu o kadar sık ziyaret etti ki, ayak takımı tarafından rahatsız edilmesi tehlikesi belirdi. Üstelik papalık subayları burada da bir “dinsel tören amacıyla insan öldürmek” oyunu sahnelemek istediler; ama bereket versin tam zamanında foyaları meydana çıktı.
Montefiore Roma’dan ayrılabildiği zaman sevindi. Yurduna an­cak tek bir hoş anı götürebilmişti: O sırada Roma’da bulunan Gal prensinin -şimdiki Kral VII. Eduard -(*) başka saygın İngiliz ve İtal­yanlarla birlikte onu da öğle yemeğine davet etmesiydi bu. Lady Montefiore, sağlığının elverişsizliği nedeniyle gelemeyeceğini bildir­mek zorunda kalmıştı.
Aslında Montefiore’nin de sağlığı pek yerinde değilmiş gibiydi. Buna da şaşmamak gerekir; zira o sırada yetmiş beş yaşındaydı. Onu muayene eden seçkin bir hekim, kalbini ve akciğerlerini zayıf bulmuş, sindirim organlarında birçok aksaklık saptamış, kanında da bir kan zehirlenmesinin belirtilerini görmüştü.
Bedensel çöküntünün, korku veren bu işaretleri, bizim iyi yürek­li Montefioremizin benzersiz bir vücut ve zihin tazeliği içinde, yüz yaşına kadar yaşamasını engelleyememiştir.
Mortara olayındaki başarısızlık dostumuzun şevkini kırmışa ben­ziyordu. Nitekim “Board of Deputies” başkanlığına yeniden seçilme­yi, bu sefer koşullar ileri sürerek kabul etti ve ileri yaşının dikkate alınmasını, bu nedenle de yerini alabilecek birinin bulunması rica­sında bulundu.
Ne var ki çalışma arkadaşları bu “ileri yaş”ın, onun dindaşları hayrına sürekli aktif çalışmasını engellediğini fark edememişlerdi. Çünkü hâlâ iş başarıcıydı ve hâlâ hiç azalmayan enerjisiyle etkili oluyordu. Çünkü onun için söz konusu olan, yalnız dış ülkelerin acı çeken Yahudileri için değil, kendi yurdunun Yahudileri için de da­ha çok iş başarmaktı.
Onun eseri olan hayır işleri saymakla bitmez; başkalarına yaptığı teşvikler de öyle. Gücünü ve zamanını harcayarak ilgilendiği kuru­luşların hepsi, onun tavsiyeleri sayesinde çalışmalarında hep verimli oldular. Ama o, başkalarının düşüncelerine ve tavsiyelerine de açık­tı; yapılan bir öneri, amaca kendi önerisinde daha uygunsa, onu be­nimsemekten kaçınmazdı.
Sör Moses bir noktada saplanıp kalmayı ve orada direnmeyi bil­mezdi.
Montefiore’nin geleneksel Yahudiliğin kurallarına uymakta katı davrandığını biliyoruz. Şabbat ve dinsel bayram günlerini, binlerce yıldan beri yapılageldiği şekilleri içinde kutlardı.
Kendisine karşı da böyle katıydı, başkalarına karşı ise pek hoş­görülüydü. Fakat Yahudiliğe kayıtsız davrananlara, ayinlerde reform isteyenlere karşı hiç hoşgörüsü yoktu. Böyle bir reformun uygulan­ması halinde herhalde ayinlere asla ayak basmazdı.
Ona göre ne Ortodoks Yahudi vardı, ne de liberal Yahudi. İsrail’in Tanrısına coşkuyla tapan bir cemaatin bulunduğu her yerde ibadetini yapabilirdi. O yerde insanların bağrından tüm sıcaklığıyla çıkan ilahilerin söylenip söylenmemesi, ya da -zamanın estetik duy­guya uygun hale getirdiği-saygıya değer o eski tapınak nağmeleri­nin, orgun ses dalgalarıyla göklere yükselip yükselmemesi de umu­runda olmazdı.
Sör Moses’in reformdan yana eğilim göstermemesinin diğer bir nedeni de, kendine özgü bir yüceliği bulunan güzelim Şabbat için ve de İbranice ibadet dili için korkmasıydı. Bu ikisini savunmada çok büyük bir kararlılık göstermiştir; çünkü bunları, şu geniş yer yuvarlağı üstündeki tüm Yahudileri -tıpkı çeşitli ülkelerde Latince kilise dilinin tüm Katolikleri birleştirmesi gibi-birleştiren bir bağ olarak görüyordu. Özellikle de Yahudi inancındaki dinsel içtenliğin, yerini Yahudiliğin sırf akla dayanan, duygudan yana yoksul bir an­layışa bırakmasından korkuyordu; böyle bir anlayış tarzı tam bir çö­küntüye değilse bile, dine karşı bir umursamazlığa götürebilirdi. Bu­nun için de kahramanımız inançtan zevk alan bir kuşağın gelişmesi­ne; onların felsefe yapan Tanrı-tanımazlar, durmadan kusur bulan eliştiriciler kibirli ukalalar olarak değil de, Tanrı’yı benliğinin derin­liklerinde duyabilen, inancıyla coşan, ibadet eden Yahudiler olarak yetişmesine dikkat etti.
Görüyoruz ki ona göre, Yahudiliğin özünde Tanrı öğretisi ve Tanrı’ya ibaretin yanı sıra hayır işleri yapmak bulunmaktadır. Bu ha­yır işleri ise ona hayatı boyunca en büyük mutluluğu vermişti.
Romanya’da -Roma İmparatorluğu’nun bir zamanlar suç işleyen­leri sürmüş olduğu bu ülkede-Yahudilere karşı zorbalıklar yapılınca Montefiore, dışişleri devlet sekreteri Lord John Russell’e başvurarak Bükreş’te dava açtırtmıştı. Keza Yunan Denizi’ndeki İyoniyen Adala­rı Yüksek Komiseri Gladson’a başvurarak orada yürürlükte bulunan, Yahudilere özgü baskıcı yasalarda esaslı bir değişikliğe gidilmesini ve Yahudilerin insan haklarından yararlandırılmasını istemişti. So­nuç ne oldu? Hemen ertesi yıl (1861 ’de) Korfu metropoliti, bir emir­name yayınladı; bu emirde Yahudilere haksız davranışlarda bulu­nulmasını, Hıristiyanlığın komşularını sevme ilkesi bakımından çok 96 sert biçimde kınıyor ve onlara hoşgörü gösterilmesi uyarısında bulu­nuyordu. Bu sayede Yahudilerle Yunanlılar arasındaki ilişkiler yıl­dan yıla hep daha iyiye doğru gitti ve kardeşçe bir uzlaşma merte­besine yükseldi. Böyle bir olumlu ortamın oluşması için yolu açan kimdi? Bizim cesur öncü savaşçımız Sör Moses Montefiore!
Hıristiyanlar ve Yahudiller kardeşlik birliği; Montefiore’nin ideali buydu. Bunu gerçekleştirmek yolunda hiçbir fırsatı kaçırmamıştı.
1860 Haziran’ında bir akşam Montefiore eve geç gelmişti. Hayli yorgun olmasına rağmen “Times” gazetesini okumaya koyuldu. Ga­zete üzücü haberler veriyordu: Suriye’de Hıristiyanlar, Lübnan Dağı Dürzilerinin saldırısına uğramıştı. 20.000 Hıristiyan sürekli tehlike tehdidi altında dağlarda şaşkın bir halde dolaşmaktaydı. Dayanılmaz bir sefalet içindeydiler. ([35])
Aynı gece Montefiore hemen bir para bağışı kampanyası planla­dı. Kendisi 4000 mark vererek ilk bağışı yaptı. Yine o gece saat birde “Times” yazı işlerine, olabildiğince çabuk basılması uyarısıyla bir çağrı yazısı gönderdi. Bu çağrıda şunları söylüyordu:
“Bu ülkenin (Suriye’nin) doğasını ve halkın durumunu çok iyi bil­diğim için -bunu söylemek zorunda kalmam yeterince acı veriyor banabu bedbaht insanların katlanmaya mecbur oldukları sefaleti ben, yüreğim parçalanarak benliğimde aynen hissediyorum. Hem­şehrilerimin ve ülkemin insanlarının ne kadar iyiliksever olduklarını deneyimlerimden biliyorum. Bu nedenle de onların, büyük yıkımlara uğramış bu saldırı kurbanlarının imdadına koşmak amacıyla, kalple­rinin sesine uyarak, çok çabuk bir fon kuracaklarını umuyorum.”
Bu Yahudi hayırseverin düzenlediği bağış kampanyasında 22.500 sterling toplandı.
İşte bir başarı daha!
Montefiore bir kez daha bütün ülkelerde saygı ve takdirle anıldı. Sanki krallık ailesinin ya da yüksek aristokrasinin birer üyeleriymiş gibi, günlük İngiliz gazeteleri, onun ve eşinin yaptıklarını ve sağlık durumlarını haber yapıyordu.
Ne var ki Lady Judith hakkında verdikleri haberler gerçekten üzücüydü. Onun ömrünün günleri, doğanın saptadığı bitim çizgisi­ne doğru hızla yaklaşıyordu.
Lâkin giderek azalan bedensel gücüne ve buna bağlı olarak ar­tan acılarına aldırış etmeksizin, bu cesur kadın, kocasının yardıma muhtaç kardeşlerinin hayrına yürüttüğü çalışmalara şevkle katılıyor­du. Hiçbir “Board of Deputies” toplantısı yoktu ki, yapılan görüşmeler hakkında kocası ona bilgi vermesin ve yine hiçbir mektup yoktu ki, kocası ona göstermesin.
Sör Moses çok yönlü etkinliklerinin bunca zahmetine katlanır, sevgili hayat arkadaşı için tasalanıp korkarken, yaşlı çiftin benzersiz mutluluktaki evliliklerinin ellinci yılını geride bırakacakları gün de yaklaşıyordu.
O günü, 10 Haziran 1862 gününü Sör Moses nasıl da iple çek­mişti! Gelgelelim evlenmenin bu altın kutlama yıldönümü, bir üzün­tü günü olmuştu; dayanılmaz acılar içinde, ölümle pençeleşen hayat arkadaşı için üzülme günü olmuştu. Yumuşak yaz mevsimi, parıldıyan güneşi ve çiçek kokularıyla ona geçici bir iyileşme getirmişti. Fakat yapraklar sararıp da doğanan canlanmış hayatı, sıcak güneş ışınlarının son bir öpüşüyle bitiverince, bu soylu kadının hayat gü­neşi de battı.
Montefiore ailesinin yakın dostu Dr. Löwe’nin anlattığına göre, Lady Judith’in acılar içinde yattığı karyolanın etrafında duranların kederden sıkılmış yüreklerinden kimi zaman bir inilti çıkmaktaydı. Bazılarının gözleri yaşlarla ıslanmıştı; fakat can çekişen Lady sakin­di. Semavi bir gülümsemeyle dostlarını selamlıyordu. Hatta selamla­mak amacıyla başını eğmek için bile kendini zorluyordu. Akrabaları ve dostları serbest kalabildikleri her anı ona adamaktaydılar. Lâkin Lady Judith onlara dinsel görevlerini hatırlatıyordu hep; çünkü Ya­hudi yılbaşı bayramının arifesindeydiler; bu da herkese on gün son­ra, sözle anlatılmaz görkemli töreni ve çok katı ciddiyetiyle en kut­sal bayram olan Yom Kippur’un (*) geleceğini müjdeliyordu.
(*) Yom Kippor: Yahudilerin perhiz günü. İbranice “tövbe günü” demektir.
Üstelik Şabbat günüydü de. Bu nedenle yedi kollu Şabbat lambası yakılmıştı. Bu lamba daha önceleri de kim bilir kaç defa yakılmış, tatlı ışıklarıyla iki mutlu insanı aydınlatmıştı.
Yan odada, evin küçük orkestrası, kutsal bayramın çok eski çağ­lardan günümüze kadar gelmiş nağmelerinin, tüm yumuşaklığı ve törenselliğiyle çalmaktaydı.
Ayinden sonra Sör Moses, her Şabbat akşamı yaptığı gibi, ellerini karısının başı üstüne koydu ve göklerin rahmetini en bol şekilde lütfetmesini diledi. Bu sırada konuklar yemek salonunda sofraya ye­ni oturmuşlardı. Montefiore onların yanına gelip yemeğe başlama duasını henüz bitinnişti ki, hastanın yanında nöbet tutan Dr. Hodgkin koşarak salona girdi ve dostumuza eşinin beklenmekte olan ve­fatını bildirdi. Salonda bulunan herkes, SörMoses’in peşinden ölü­nün odasına giderek onunla birlikte matem ayini yaptılar. Orada -göğsünün derinliklerinden gelen hafif bir iç çekişle-Juditlı Montefi­ore, bu soylu, iyi ve gerçek anlamda dindar kadın dünyadaki haya­tından ayrılmıştı. (24 Eylül 1862)
Montefiore’nin Judith’iyle neler yitirdiğini bir hayranına verdiği cevaptan öğreniyoruz:
“Ben büyük bir adam değilim. Yaptığım, ya da daha çok yapma­ya niyetlendiğim birazcık iyilik için, her şeyden önce unutulmaz bir kadın olan eşime minnet borçluyum. Onun yüceliği bulunan her şe­ye gösterdiği coşkulu ilgi ile dindar tutumu, bütün eylemlerimde bana cesaret ve güç vermiştir.”
Şam’dan döndüğünde verdiği söylevde de hayat arkadaşına te­şekkür etmişti:
“Dinimiz için gösterdiği çabalarda ve kardeşlerimize olan sevgi­sinde olağanüstüydü. Zorluklarla mücadele etmem için beni yürek­lendirir, düş kırıklıkları yaşadığım zaman da beni teselli ederdi.”
Sör Moses hayatının en mutlu saatlerinden birinde -Ramsgate’de sinagog ayininde-eşine göstermiş olduğu yerde onun için bir anıt­mezar yaptırdı; bunun için de Kudüs’ten Bethlehem’e (Beytülrahim’e) giden yolda bulunan Rahel’in (*) mezarı model alınmıştı.
(*) Rahel, Peygamber Yakup’un ünlü sevgilisidir. Yakup bu kıza âşık olmuş, onunla evlenebilmek için babasına yedi yıl hizmetkârlık yapmış. Sonunda evlenebildiği bu kadından “Yusuf” ile “Bünyamin” doğmuş.
Ölenin anısını yaşatmak amacıyla Sör Moses, Ramsgate’de “Lady Judith Montefiore Teoloji Koleji”ni ([36]) kurdu; İngiliz İmparatorluğu’ndaki bütün sinagoglara ve Londra Yahudi Yetimler Evi’ne zengin bağışlarda bulunduğu gibi çeşitli okullardaki muhtaç çocuklar için de burslar ve ödüller verdi.
Böylece, seven koca, Lady Montefiore’nin öbür dünyadayken de unutulmamasını sağladı. Bütün kuşakların topluluklarında onun adı hep anılacak ve en uzak gelecekte dahi övülecektir:
“Erdemli davranan kızlar çoktur;
Fakat sen hepsinden üstün oldun.”
(Süleyman’ın Meselleri 31, 29)
Tanrı’nın iradesine tevekkülle boyun eğen dini bütün Yahudi, en büyük acılar nedeniyle dahi cesaretini yitirmez: “Bırak feryat etmeyi ve ağlamayı ve gözyaşı dökmeyi; çünkü senin işin çok iyi ödüllen­dirilecektir” diyor Rab. (Yeramya 31, 16)
Demek ki iş görmek, yası hafifletiyor, teselli veriyor. İşte bunun bilinciyle şimdi artık yapayalnız kalmış bulunan ihtiyar adam, din­daşları için etkinliklerini bir kat daha artırdı. Üstelik Kutsal Toprak­lardan gelen yazılı ve sözlü raporlar, Filistin kırsalında kendisinin kurduğu tarım kolonilerinin ve öteki hayır kurumlarının, söz verildi­ği gibi, verimli gelişmeler gösteremediği yolunda onda kuşkular uyandırmıştı. Bu da onu, haberlerin doğruluk derecesinden şahsen emin olmaya zorladı.
Montefiore, Kudüs’e yeni bir hac yolculuğu için çarçabuk bir plan tasarladı.
Lâkin bu sefer sadece Konstantinopol’e kadar gitti. Burada uzun­ca bir süre kalması gerekmişti.
Sultan Abdülmecit ölmüştü ve Türk İmparatorluğumda yaşayan Yahudiler, yeni hükümdar Abdülaziz’in kendilerine karşı selefi ka­dar iyicil bir tavır takınmayacağından korkmaktaydılar.
Bu nedenlerdir ki Sör Moses, Abdülaziz’den huzura kabulünü is­tedi. Yeni Sultan, Türkiye Yahudilerinin koruması altında olduğuna dair güvence verdiği gibi 1840 tarihli fermanı da onayladı; ayrıca Montefiore’nin Filistin’de satın aldığı ve satın almaya niyetlendiği topraklara ilişkin olarak selefinin bahşetmiş bulunduğu tüm hakları da kabul etti.
Moses Montefiore İngiltere’ye yeni dönmüştü. Niyeti, şimdi nur­lar içinde yatan sevgili eşinin anılarına dalarak sakin bir hayat sür­mekti; lâkin üzücü olaylar onu yine bir başka ülkede, Fas’ta girişim­lerde bulunmaya zorladı.
Fas, bugün olduğu gibi, yarım yüzyıl önce de genel ilginin odak noktasında bulunuyordu. O zaman da oradaki dindaşların yasal haklarından yoksunluk şikâyetleri, tüm ülkelerde yankılanmaktaydı. Ne var ki bu şikâyetler, fedakâr bir Yahudinin ruhuna ulaşıp da onun çabasıyla daha iyi ilişkiler kurulunca, ortaya çıkan sevinç de o derecede büyük oldu.
Olay aşağıdaki gibi cereyan etti:
Fas’ın liman kenti Safi’de bir İspanyol gümrük tahsildarı, elli gün süren bir hastalıktan sonra ölüyor. Tutulduğu hastalığın ne olduğu­nu kimse bilmiyor. Bir zehirlenmeden söz ediliyor; en azından İs­panya konsolosu bu zehirlenme olasılığını iyice benimsiyor. Katilin de olsa olsa ölen adamın on dört yaşındaki uşağı olabileceği düşü­nülüyor. Neden özellikle onu düşünüyorlar? Çünkü o bir Yahudidir. Çocuk, hemen hemen her türlü haktan yoksun bir halk sınıfından olduğu için de konsolos, Fas makamlarını kolayca harekete geçire­biliyor. Yahudi çocuk tutuklanıyor, sorguya çekiliyor ve suçsuzluğu­nu söyleyip durunca da işkence uygulanıyor. İşkence sırasında bir itirafta bulunursa acı çekmekten kurtulacağına dair kendisine söz veriliyor. Bunun üzerine de çocuk “itiraf’ ediyor: İspanyol gerçek­ten zehirlenmiştir. On bir kişi tutuklanıyor; bunlardan özellikle şüp­he edilen üçü Tanca’ya götürülüyor. Orada bunlardan biri ile küçük uşak başkaca hiçbir işlem yapılmaksızın idam ediliyor. Öteki ikisi de, suçsuz olduklarına inanan Fas’ın yerli halkının idam edilmeleri­ne karşı çıkmalarına rağmen, yine de aynı yazgıyı paylaşmanın eşi­ğinde bulunmaktadır.
Tanca Yahudi cemaati, durumu anlatan bir telgrafı Cebelitarık’ta­ki dindaşlarına çekiyor. Onlar da olayı Londra’ya, hayatını acı çeken kardeşleri için uğraş vermeye adamış, yorulmak bilmez, saygın sa­vaşçı Sör Moses Montefiore’ye telgrafla bildiriyorlar. Birkaç saat son­ra da aşağıdaki telgraf Londa’ya geliyor:
“İspanya, bakanlığının başkanı, az önce Tanca’daki İspanya elçisine, tam bir soruşturma tamamlanıncaya kadar başka idamlar yapıl­masına engel olunmak için telgrafla emir vermiştir.”
Böyle bir sonuca ulaşılmasıyla olay, Sör Moses için asla çözüm­lenmiş sayılmazdı. Tanca ve Cebelitarık cemaatlerinden İngiliz-İsrail Cemaatler Birliği’ne gelen haberler, Fas Yahudilerinin durumunun son derece endişe verici olduğunu gösteriyordu.
Suçsuz oldukları halde tutuklu bulunan dindaşları kurtarmak için şimdi yapılması gereken çok iş varsa da, Fas Yahudilerinin ilerideki keyfi hareketlere ve daha başka zorbalıklara karşı güvencelerini sağlamak çok daha önemli bir görev halinde ortaya çıkmaktaydı.
Böyle bir görev de ancak şahsen etkilemek yoluyla başarılabilir­di.
Fakat henüz uygarlaşmamış bir ülkeye gitmek riskini kim üstle­necekti?
Şam felaketinde, Rusya’da dindaşların uğradığı baskıda ve küçük Mortara’nın kaçırılmasında olduğu gibi, bu sefer de tüm Yahudilerin bakışı yine Sör Moses’e çevrilmişti. O sırada tam seksen yaşındaydı ve buna rağmen yola koyuldu. Ne deniz yolculuğunun sıkıntıları ür­kütüyordu onu, ne kum çölleri, ne de güneş çarpması.
Cadix’te hastalandı ve birkaç gün yatmak zorunda kaldı. Bura­dan Tanca’ya giderken de kendini pek iyi hissetmiyordu. Bu yüz­den de kendisine eşlik eden hekimi Dr. Hodgkin’in Tanca’da onu karaya çıkabilmek için bazı önlemler alması gerekti. Bunu Dr. Hodgkin mizahı bir dille şöyle anlatır:
“Sevgili kaptanımızla subayları bazı halatları ve bir şilteyi kulla­narak özene bezene bir çeşit tahtırevan yapmışlardı. Karaya çıkmak için uygun bir yer olmadığından Sör Moses bu tahtırevanla gemiden kıyıya taşındı. Taşıyıcıları ve onu görmeye gelmiş, en alt sınıftan, hırpani kılıklı bir yığın Yahudi, sığ suyun içinde kıyıya doğru bata çıka yürüyordu. Bizim Sör Moses, kurbağaları çağrıştıran pejmürde giyimli insanların ortasında, suyun üzerinde öylesine yüksekte götü­rülüyordu ki bana Tritonların omuzlarında Neptün’müş (*) gibi gö­ründü.”
(*) Tritonlar, eski Yunan mitolojisinde deniz Tanrılarıdır. Büyük deniz Tanrısı Poseidon ile eşi Amphitrite’nin çocuklarıdır. Ellerinde zıpkın, deniz kabukların dan borularını üfleyerek Poseidon’a ya da eşine eşlik ederler. Alt kısmı balık kuyruğu şeklinde ve sakallı kişiler olarak temsil edilirler. Neptün ise Poseidon’un Roma çoktanrılı dinindeki adıdır. Denizlerin ve suların Tanrısı, denizci­lerle balıkçıların koruyucusudur.
Tanca’da Sör Moses, dışişleri bakanı nezdinde yaptığı girişimle burada hapiste bulunan iki Yahudinin derhal serbest bırakılmasını sağladı. Öteki Yahudiler de usulüne uygun biçimde mahkemeye çı­karıldılar. Duruşmalar bir süre sonra suçlananların beraat etmesiyle sonuçlandı. Kazanılan başarının sevinciyle Sör Moses, Tanca’da bir Yahudi kız okulu kurulmasına önayak olmak için 600 mark bağışta bulundu.
Ne var ki asıl hedefine henüz ulaşabilmiş değildi.
Faslı kardeşlerinin katı yazgısını biraz yumuşatmayı, ancak sul­tanla (*) şahsen görüşürse sağlayabilirdi. Sultan ise Fas kentinde oturuyordu. Yaşlı hayırsever insanın önünde şimdi, bir kısmı hiç açılmamış yollarda yapılacak hayli zorlu bir yolculuk vardı.
(*). O tarihte Fas sultanı, Muhammed ibn-i Abdurrahman idi ve Fas henüz Fran­sızların denetimi altına girmemişti.
Montefiore iki katırın sırtına yerleştirilmiş bir mahfe içinde yola koyuldu. Kalabalık bir katırcılar ekibi, bu ağır taşıma aracına, inişli çıkışlı yerlerde ve dar geçitlerde devrilmemesi için destek vermek zorunda kalıyordu. Taşıyıcıların gösterdiği bunca özen ve gayrete rağmen, bu mahfenin içinde gerçekten çok rahatsız bir yolculuk ya­pılmaktaydı; çünkü sürekli sallanma yolcuda bir çeşit deniz tutması­na yol açıyordu.
Bereket versin mahfe içinde yolculuk sadece sabah ve öğle ön­cesi saatlerinde yapılmaktaydı. Öğleden sonra ise çadırlar kuruluyor ve dinlenmeye geçiliyordu. O zaman da civardaki aşiretlerin şeyhle­ri çıkageliyor, yolculara “muna” ikram ediyorlardı. Muna, koyun eti, tavuk eti, yumurta, kavun ve daha başka yiyecek maddelerinden oluşan bir hoş geldiniz ikramıydı.
Sekiz günlük yolculuktan sonra Sör Moses ile maiyeti, sultan ta­rafından görevlendirilmiş bir şeref kıtasının eşliğinde Fas kentine girdi ve kendisi için özel olarak hazırlanmış küçük saraya konuk edildi. Fas töresi uyarınca Montefiore, sultan kendisini kabul edince­ye kadar bu saraydan çıkamazdı. Böylece altı gün geçti.
 Böyle kabullere sultan bir ata binmiş olarak geliyordu. Eğer keyfi yerindeyse kır bir ata, keyifsizce boz bir ata, küskünse siyah bir ata biniyordu.
Kabulün yapılacağı gün Sör Moses ile maiyeti, çok geniş bir av­luya götürüldü. Burada sultanın askerleri, tören üniformaları içinde selam töreni için beklemedeydi, bir bandonun çaldığı müzik avluyu inletiyordu. Bütün gözler sultanın biraz sonra içeriye gireceği kapı­ya çevrilmişti.
Sultan acaba kır ata mı binmiş olacaktı?
Birden büyük kapı açılıverdi ve sultan göründü, kar beyazı bir eşkin ata binmişti. Pek neşeli görünüyordu, atını dört nala kaldıra­rak konuklarının yanı başına kadar geldi.
Ayakta bekleyen baylar üç adım kalıncaya kadar ona yaklaşıp önünde eğildiler. Sultan yabancıları selamladı. İngiliz Konsolosu Mr. Reade, önce Sör Moses Montefiore’yi, ardından maiyetini ve İngiliz konsolosluğu görevlilerini sultana takdim etti. Sultan da Britanya İmparatorluğu’na duyduğu saygıdan söz etti ve bu arada İngiliz üni­formalarının görünüşünden çok hoşlandığını da belirtti. Sonra da şerif üniformasını giymiş, göğsüne de Türklerin verdiği mecidiye ni­şanını takmış bulunan Montefiore’ye yöneldi.
Sultan onu da selamladı. “Siz benim yabancım değilsiniz” dedi. “Halkınızın iyiliği için dünyanın çeşitli ülkelerine yapmış olduğunuz yolculukları bilmiyor değiliz. Yardımseverliğinizin ve insan sevgini­zin sadece kendi dininizden cemaatlerle sınırlı olmadığını, tüm acı çekenlerin ve tüm muhtaçların yararına olduğunu da biliyoruz. Sizin için ne yapabilirim?”
Sör Moses Montefiore şu cevabı verdi:
“Majesteleri lütfedip bir emirname yayınlarlarsa, imparatorluğunu­zun dört bir yanında yaşayan Yahudiler ve Hıristiyanların korunmala­rı sağlanabilir; güvenlikleri ve huzurlarıyla ilgili durumlarda hakarete uğramaları önlenebilir ve bu insanlar majestelerinin öteki tebaalarıyla aynı haklardan yararlanabilir. Bu nitelikle haklar, bendenizin telkini, rahmetli Türk Sultanı Majesteleri Abdülmecit tarafından 9 Kasım 1840 tarihli fermanla bahsedilmiş ve geçen yılın Mayısı’nda şimdiki hü­kümdar Majesteleri Sultan Abdülaziz tarafından da onaylanmıştır.”
Bunları söyledikten sonra da Sör Moses, Fas Yahudilerinin arzu­larını içeren bir dilekçeyi sultana sundu; sultan da kısa bir süre son­ra şu fermanı yayınladı:
“Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla!
Kudreti sonsuz yüce Al­lah’tan başka buyuran yoktur. İşbu imparatorluğumuz fermanıyla birdiririz ki -Allah bildirdiklerimizin hayırlısıyla uygulanmasını nasip etsin. İmparatorluğumuz topraklarında oturan bütün Yahudiler için -Yüce Allah dilediğini dilediği yere koyar-buyruğumuz odur ki vali­ler, tüm görevliler ve bütün öteki tebaamız eşit haklara sahip olsun­lar, böylece en küçük bir adaletsizlik dahi onlardan birine yapılma­sın ve de zorlayıcı önlemler alınmasın. Ne resmi makamlar, ne de tek tek kişiler bundan böyle Yahudilerin şahıslarına da mülklerine de zarar vermesin. Bizim gözümüzde bütün insanlar eşit hak ve hu­kuka sahiptir. Bu nedenle bir kimse bir Yahudiyi incitir ya da yara­larsa, biz onu şiddetle cezalandıracağız!”
Bu fermanla Fas Yahudilerinin, halkın diğer kesimiyle hukuk açı­sından eşit duruma geldiğini sanmak hata olur. Ne var ki uzun bir süreden beri Fas hükümeti, Yahudilere karşı haksız davranışlardan ve keyfi eylemlerden dikkatle kaçınmaktadır.
Fas Yahudileri artık oldukça iyi bir güvenlik içindeydiler ve ka­naatkârlıkları ile çalışkanlıkları sayesinde de yüksek bir kültür düze­yine erişmişlerdi. Bu da türlü zorluklar ve sıkıntılarla bir Fas yolcu­luğu yapan, unutulmaz hayırsever Sör Moses Montefiore’nin bir başarısıydı.
İspanya hükümeti Safi kenti olayına karıştığı ve olayın daha baş­ka acılara yol açmasını önlediği için Montefiore, Fas’tan dönüş yol­culuğu sırasında Madrid’e uğramayı yararlı gördü. Yabancı ülkeler­de yaşayan Yahudilere ileride yapılabilecek keyfi eylemlere engel olmak amacıyla Safi olaylarını Kraliçe İsabella’ya (*) bizzat anlatıp ona Fas sultanının koruyucu fermanının bir kopyasıyla İspanyolca çevirisini sundu.
(*) İspanya hükümdarı II. İsabella (1830-1904), babası VII. Fernando’nun kadın­ların tahta çıkmasını engelleyen yasayı kaldırması sayesinde, babasının varisi olarak 1833’te tahta çıktı. Kimi zaman sert, kimi zaman yumuşak bir yönetim tarzı gösterdi; birkaç defa anayasa değiştirildi; birkaç defa ayaklanma oldu. Son bir ayaklanmada Paris’e kaçmak zorunda kaldı. (1868) Oğlu XII. Alfonso lehine tahttan çekildi.
Keza Paris’e de gidip İmparator III. Napolyon’a fermanın Fransız­ca bir çevirisini verdi; imparator bu belgeyi büyük bir memnuniyet göstererek aldı. Gerçi Fas Yahudileri olayına Fransa doğrudan karış­mamıştı; ama yine de III. Napolyon, Yahudiler karşısında zedelen­miş bulunan adaletin zafer kazanması için gösterilen bütün çabaları onaylanmış ve desteklemişti.
Londra’ya döndüğünde dostumuz coşkuyla karşılandı ve kendisi­ne büyük saygı gösterildi.
Guildhall’de Lord-Mayer, onu Londra kenti adına selamladı. Windsor’da Kraliçe Viktoria, onu özel törenle kabul etti. Yahudi ce­maati ona bir minnettarlık belgesi verdi. Ülkenin çeşitli yerlerinden gönderilen iki bin mektup, bu saygın ihtiyarın yaptığı yolculuğun Yahudiler ve Hıristiyanlarca genel bir takdire değer görüldüğünü kanıtlıyordu. Bu arada siyasal ve dinsel hiçbir etkinliği bulunmayan bir örgüt, Londra Balık Tacirleri Derneği de, Baron Montefiore’yi kutlayıp ona şeref üyeliği diploması verdi.
Fakat çok sürmedi; hayırseverlik hizmetinde yorulmak bilmez azmi, onu bir defa daha yeni bir yolculuğa çıkardı.
Romanya’da Yahudilerin durumu, 1856’daki ilk zorbaca saldırıdan bu yana düzelmediği gibi giderek daha da kötüleşmişti. Ne var ki bu­nun nedeni dinsel olmayıp sadece ekonomikti. Yüzlerce yıldan beri Yahudiler, bu ülkede ticaret ve el sanatlarıyla uğraşmaktaydı. Bu za­mana kadar sadece çiftçilik yapmış bulunan Romenler, şimdi ticarete ve el sanatlarına yönelince Yahudi rekabeti onların ağırına gitmişti. Carmen Sylva adıyla şiirler yazan Kraliçe Elisabeth ([37]), Romanya’da Yahudilerden nefret edilmesinin nedenleri hakkında şunları yazıyor:
“Yahudilere yapılan baskılar dinle değil, ırkla ilgilidir. Halklar, iç­lerindeki başka bir halkın kendisinden çok daha güçlü olduğunu gör­mekten hoşlanmıyor. Ülkede (Romanya’da) nüfus yoğun değildir, el sanatları tümüyle yabancıların (Yahudiler kasdediliyor) elindedir.... Ne gariptir ki biz hepimiz Kutsal Kitap’la yaşıyor ve besleniyor olma­mıza karşın, kitapların kitabını ortaya koymuş bu halkın aşağılanma­sına izin veriyoruz. Yaptığımız herhalde onları hor görmek değil, ak­sine daha çok korkmak; çünkü bu halkın gücünü seziyor, bu güç ta­rafından istilaya ve baskılara uğramak korkusuyla kendimizi savun­mak istiyoruz. Fakat Hıristiyanlar niçin onlardan bir şey öğrenmiyor? Bizler Yahudilikten ortaya çıktık; neden şimdi yüz çeviriyor ve köke­nimizi inkâr ediyoruz? En azından manevi kökümüz orada bizim, başka hiçbir yerde değil: Doğrudan doğruya Filistin’de!”
O zamanlar, yani 1867’de, bu “aşağılama”, Yahudilere yönelik korkunç bir programda öfkesinin derecesini göstermiş, ayak takımı bir halk kalabalığı diğerleriyle birlikte görkemli bir mimari anıt olan Bükreş Sinagogu’nu yıkmıştır. Ama asıl bundan sonra cereyan eden bir olay, Romanya’da o zamanki Yahudi düşmanı zorbalıkların hep­sinin üstüne tüy dikmiştir.
Kalas kentinde on Yahudi, güya yersiz yurtsuz Türk serserisi di­ye sınır dışı ediliyor. Bir manga asker, onları Kalas’tan çıkarıp Tuna üzerindeki bataklık bir adaya götürüyor ve yiyeceksiz, barınaksız olarak oraya bırakıyor. Bu bedbahtlardan biri yürüyüş sırasında ba­taklıkta can veriyor, ötekiler ise Türkler tarafından kurtarılıp Kalas’a geri götürülüyor. Fakat kente girecekleri sırada Romen askerlerinin süngüleriyle Tuna’nın içine itiliyorlar; sonsuz huzura bu zavallılar orada kavuşuyor.
Bu barbarlık eylemi, tüm Yahudilerin yüreğini acıyla sızlatmıştı. Bir kez daha “Board of Deputies”, çok ağır zulme uğratılmış Romanyalı dindaşlar için yardım çağrısı yaptı ve bu sefer de Montefi­ore, Romen hükümetiyle bizzat görüşmeye hazır olduğunu açıkla­dı:
“Kralların huzurunda konuşmak istiyorum.” (Mezmurlar 119, 46)
Avrupa büyük devletlerinin Bükreş’teki diplomatik temsilcileri, İngiliz Yahudilerinin Romen hükümeti nezdinde yapacağı girişimin en enerjik biçimde desteklenmesi yolunda direktifler almışlardı. İm­parator III. Napolyon, kahramanımızın isteği üzerine kendisini ka­bul etti ve insanlık adına yapılan bu girişimi alkışladığı gibi yardım edeceğine dair de söz verdi.
Sör Moses Bükreş’e gelir gelmez o zamanki Prens (şimdiki kral) I. Karol (*) tarafından kabul edildi ve bu kabulü tamamlarcasına da öğle yemeğine alıkonuldu.
(*) I Karol (Carol) (1839-1914) Avrupa devletlerinin baskısıyla Romanya prens­lik olarak kurulunca, bu Alman prens 1866’da özellik III. Napolyon’un deste­ğiyle tahta çıktı. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Rusların yanında savaşa girdi. Bu sayede 1877’de Romanya’nın bağımsızlığını, 1881 ’de de krallığını ilan etti.

Prens pek güleryüzlü ve konuşkandı. Yemekten sonra konuğunu parkta gezintiye götürdü, bu sırada bir alay bandosu çalmaktaydı. Sonra da bahçede birlikte kahve içtiler ve prens konuğuna purolar ve soğuk içecekler ikram etti. Lâkin Montefiore’nin gelişinin asıl amacına ilişkin tek söz edilmedi.
Sör Moses’in elde etmek istediği sadece Yahudilerin bundan böyle zorbaca saldırılardan ve mallarının zarara uğratılmasından ko­runmalarını güvence altına almaktı; ne bir eksik ne bir fazla. Şahsen
konuşmak olanağı bulamayışı üzerine Sör Moses, Romanyalı kar­deşlerinin sorunlarını ayrıntılı biçimde anlatan bir muhtırayı prense sundu. Üç gün sonra da prensin kendi elyazısıyla yazılmış şu mek­tubu aldı:
“Sayın Baronum,
27 Ağustos tarihli mektubunuzu aldım ve derin bir ilgiyle oku­dum. Yahudilere ilişkin kaygılar beni ve hükümetimi sürekli uğraş­tırmaktadır. Sizin Romanya’ya gelişinize sevindim. Bir konuda kesin­likle emin olmalısınız ki, kötü niyetlilerin bu kadar çok büyüttüğü şekilde bir dinsel baskı burada asla söz konusu değildir. Yahudileri huzursuz eden olaylar ise, hep tek tek olaylardır; bu nitelikteki olaylar da, hükümetimin sorumlu tutulması için bir gerekçe oluştur­mazlar. Din özgürlüğüne gereken saygıyı sağlamayı her zaman bir şeref görevi sayacak ve Yahudilerin öteki Romenler gibi gerek şa­hıslarını, gerekse mülklerini koruyan yasaların yürürlükte kalmasına sürekli dikkat edeceğim.
Bir kez daha, Sayın Baron, en derin saygılarımın kabulünü rica ederim.”
Ne yazık ki bu mektupta inkâr edilen dinsel baskının aslında var olduğunu Sör Moses anlamakta gecikmedi.
Ülkeye ayak bastığı zaman “Natiunea” gazetesi kışkırtıcı bir ma­kale yayınlamıştı; şu sözlerle başlıyordu:
“On dört gün önce okurlarımıza Londralı zengin bir Yahudinin, Sör Moses Montefiore’nin geleceğini bildirmiştik. Avrupa kabineleri­nin tümünün anahtarına sahip bu adam gerçekten başkentimize geldi. Duyduğumuza göre -şu sırada henüz ortaya çıkmamışsa da-bu adamın peşinden Bay Gremieux’nün de gelmesi bekleniyormuş. Romanyalı kardeşlerimize ilkin şunu söylememiz gerekir: Bu insan­lar bizim güzel ülkemizden ne istiyorlar? Uyanın Romenler! Yoksa Romanya ikinci bir Filistin mi olsun ve özgür Hıristiyan Romenler, İbranilere kölelik mi yapsın istiyorsunuz?”
Yazı bu havada sürüp gidiyordu.
Etkisi de hemen görüldü.
Akşamüzeri bin kişilik bir kalabalık, baronun kaldığı Ottetelechano otelinin önünde toplandı. Tehdit edercesine bir tutum içindeydiler; öyle ki otel personeli telaşlanıp saygın müşterisini uyardı:
“Canınıza kasdedecekler, Sayın Baron!”
Sör Moses istifini hiç bozmadan hemen açık bir pencerenin önünde durup kalabalığa hitap etti:
“İsterseniz haydi vurun beni! Ben buraya sadece adalet ve insan­lık adına geldim; suçsuz yere zulüm görmüş olanların vekili olarak geldim!”
Ortalığı birkaç saniye tam bir sessizlik kapladı. Bu kibar ihtiyarın vakur görünüşü, en ham ruhta bile derin bir saygı uyandırmış olma­lıydı. Fakat daha sonra gürültüler, bağırıp çağırmalar giderek daha da arttı.
Bu sırada “Alliance”ın Bükreş’teki yerel grubunun başkanı Halfon, gözyaşları içinde Sör Moses’in yanına gelerek, “Hepimizi bir­den öldürecekler!” dedi.
“Korkuyor musunuz?” diye sordu Sör Moses. “Ben hiç korkmu­yorum.”
“Kalabalığın saldırgan halini görmüyor musunuz?”
“Ben şimdi üstü açık bir arabayı otelin önüne getirtecek, kentin ana caddelerinde, trafiğin yoğun olduğu yollarda, hatta kentin dışın­da gezeceğim. Herkes görmeli beni. Kötü niyetlerle gelmedim ki ben buraya; aksine adalet ve insanlık adına geldim. Ben Tanrı’ya güvenirim, beni koruyacaktır!”
Dediğini de yaptı.
Araba otelin önünden hareket etti; Sör Moses yanına sadece Dr. Löwe’yi almıştı. Arabayla dolaşmak iki saat sürdü ve kimse de ona bir kötülük yapmayı göze alamadı.
Fakat tuhaf bir durum da vardı: Bir araba, arada belirli bir açıklı­ğı koruyarak peşlerinden hiç ayrılmamıştı. Caddelerden geçerken, şoselere sapılırken tek atlı, fakir görünümlü bir araba hep arkalarındaydı. Bir saldırı mıydı acaba niyeti?
Sör Moses arabasını durdurdu.
Ortalık zifiri karanlıktı. Sadece Montefiore’nin faytonunun iki fe­nerinden çıkan soluk ışıklar vardı. Arkalarındaki araba şimdi yanla­rına yaklaşmıştı.
“Ne istiyorsunuz?” diye sordu Dr. Löwe Sprache.
O zaman arabadaki adam aşağıya inip Sör Moses’in yanına geldi ve onunla Almanca konuştu:
“Kusura bakmayınız Sayın Baron, ben sadece sizden benim için Prens Hazretleri’ne ricada bulunmanızı isteyecektim. Ne olur bana, sokaklardaki gaz lambalarını, yine eskisi gibi yakmama izin veril­sin.”
Adam, Yahudi bir gece bekçisiydi; Yahudi düşmanı hareket so­nucu lamba yakıcılığı olan işini kaybetmekten korkuyordu.
Montefiore’nin çabaları sayesinde Romanya Yahudileri ayak takı­mının tecavüzlerinden kurtuldular. Zaman zaman parlamento olağa­nüstü durum yasaları çıkardı; 1878 Berlin Kongesi’nde Lord Beaconsfields’in önerisiyle bu yasalara itiraz edilmiştir.
Bununla birlikte Romanya, bugün hâlâ Rusya’yla, iki ülkeden hangisinin Yahudilerine eziyet etmek konusunda daha üstün du­rumda olduğunu tartışmaktadır. Her iki ülkede de bugün hâlâ zor­baca önlemler birbirini izlemektedir ve Romanya Yahudilerinin de Rusya Yahudilerinin de acıklı yazgısının günün birinde iyileşeceğini gösteren hiçbir işaret de yoktur.
Fakat Rus Yahudilerinin oldukça iyi durumda yaşadıkları bir za­man da olmadı değil; yumuşak ve adaletli bir çar olan II. Alexander’in (1855-1881) hükümdarlık dönemidir bu. O nedenledir ki tüm ülkelerin Yahudileri, bu aydın çarı minnettarlık dolu derin bir say­gıyla anarlar.
Rusya 1872’de, Büyük Petro’nun doğumunun 200. yılını kutlama­ya başlarken Sör Moses Montefiore de St. Petersburg’a doğru yola çıktı; İngiliz Yahudilerinin bir kutlama belgesini Çar Alexander’e su­nacak ve Rus Yahudilerini koruyup kolladığı için ona teşekkür ede­cekti.
Çar, “Yüksek konuk” diye nitelendirdiği seksen sekiz yaşındaki Sör Moses’in yorgunluğunu ve çabasını bir parça olsun azaltmak amacıyla, sırf dostumuzu kabul edebilmek için ordunun manevrala­rını bırakıp St. Petersburg’a geldi.
“Kış sarayından çıkarken” diye yazıyor Sör Moses, “kalbim min­nettarlıkla dolup taşmıştı. Çarın ve hükümet üyelerinin bana karşı gösterdikleri lütufkâr yakınlığı ifade edebilecek sözler bulamıyorum. 112
Otelime geldiğimde saraydan dönüşümü büyük bir sevinç içinde bekleyen yüzlerce kardeşim tarafından selamlandım.”
Fakat onu asıl çok sevindiren olgu, St. Petersburg’a ilk gelişinden bu yana Rus kardeşlerinin ekonomik ve kültürel ilişkilerini çok önemli oranda iyileştirmiş olduklarını görmesiydi. İnsanın yarattığı bütün iş alanlarında Yahudiler başarıyla çalışmaktaydılar; öte yan­dan ibadetlerini de -Rusça veya Almanca-koro ilahileri ve vaazlarla daha yüksek düzeyde bir ayin törenine yükseltme, bilimsel eğitim­de de çarlık ülkesinin öteki haklarının düzeyiyle eşit duruma gelme çabası içindeydiler. Büyük bir sevinçle Sör Moses şunları yazıyor: “Rus Yahudileri yirmi altı yıl önceki durumlarına dönüp bakacak ve onu bugünle karşılaştıracak olurlarsa, o zaman neden çara teşek­kür etmeleri gerektiğini anlayacaklardır; çünkü sosyal yardımları bü­yük ölçüde ona borçludurlar. Eğer onlara hâlâ birkaç kısıtlama uy­gulanıyorsa, giderek artan aydınlanmayla bu son olağanüstü hal ya­salarının da yakında yürürlükten kalkacağını umut edebiliriz.”
Ne ham hayal!
O birkaç dediği “kısıtlamalar” dokuz yıl sonra III. Alexander’in ünü kötü “Mayıs Yasaları” oluverdi; binlerce Yahudi varını yoğunu kaybederek dilenecek hale geldi ve bunca emekle geliştirilmiş kül­türleri de yok oldu. O zamandan bu yana Rusya’da, dünya tarihinde şimdiye kadar benzeri görülmemiş nitelikte tüyler ürpertirici Yahudi Programları (en son 1905 ve 1906’da) yapıldı.
Şu koca yer yuvarlağı üstünde bütün Yahudilerin, Rusya’daki kardeşleri için gösterdikleri bağlılık ve dayanışma hayranlığa değer nitelikledir; ama daha da büyük bir hayranlığa değer olan, bu altı milyon Yahudinin gösterdiği sarsılmaz metanet ve sadakatle Kutsal Kitap’ın şu sözünün uygulanmasıdır:
“Sen güçlü ol ve yürekli ol!” (Yeşu 1, 18)
Seksen iki yaşındayken Sör Moses günlüğüne şunları yazıyor:
“Gücümün yavaş yavaş azaldığının farkındayım. Şimdiye kadar zengin lütfuyla beni sevindirmiş olduğu için Rabbime şükrediyo­rum.”
Gücünün günden güne azaldığının bilincinde bulunması, onun aynı yıl (1866’da) bir kez daha (altıncı kez) kutsal ülkeye yolculuğa çıkmasına engel olmadı. Orada bir çekirge saldırısı büyük zarara yol açmış, ardından da bir kolera salgını kısa sürede Kudüs halkının yüzde on beşini kırmıştı. Bu felaketin duyulması üzerine Sör Moses “Board of Deputies” ile birlikte hemen bir “Kutsal Ülkeye Yardım Fonu” kurarak acele ihtiyaçların karşılanması için altmış bin markın çok çabuk Filistin’e gönderilmesini sağladı. Daha sonraki bağışları ise bizzat dağıtmayı düşünmüştü.
Montefiore’nin Doğu’ya gelişinde, daha önceki ziyaretlerinde ol­duğu gibi yine aynı gösterişli törenler yapıldı: Askeri birliklerin tan­tanasının eşliğinde vali onu karşılamaya geldi; Kudüs’e de, sevinçli halk kalabalığı, eski Yahudi hoş geldin selamını “Barulı haba” (geli­şin hayırlı olsun) bağrışırken bir tören alayıyla girdi. Yaşlı Sör Moses’i özellikle de bir yazar ve hayırsever olan Ludwig August Frankl’ tarafından kurulmuş okuldan kırk erkek çocuğun saygılarını sunmak üzere gelmesi pek sevindirdi. Keza valinin kutsal kentte kaldığı sürece oturduğu evin önüne, sanki bir prens ya da çok yük­sek rütbeli bir kumandan orada kalıyormuş gibi çifte nöbetçi koy­durması da gururunu çok okşamıştı.
Bu sefer de Sör Moses törenlere, davetlere katılmak için gelmiş değildi; hayır, çalışmak istiyordu; kardeşlerinin iyiliği için çalışmak.
Gelir gelmez de bütün cemaatlere soru formları gönderdi; bu so­rularla nüfus ve iş durumlarını; ibadet, okul ve hayır kurumlarının çalışma koşullarını öğrenmek, böylece de etkili bir yardım uygula­ması için güvenilir bir dayanak elde etmek istedi.
Kendisinin kurmuş olduğu hastane ve yoksullar evini ziyaretin­de, her iki kurumun da amaçlanan hizmeti verdiği kanısına varınca sevincine diyecek yoktu. Hele tarlalarda gayretli ellerin hevesle ça­lıştığını gördüğünde, iki bin yıl sonra Filistinli kardeşlerinin yeniden tarımla uğraşmaya başlamalarını sağlayan kendisi olduğu için pek mutlu oldu. İsrail ülkesinde tarım yapmak amacıyla yine geniş ara­ziler almak isterdi; fakat bu sefer yanındaki para bu isteği gerçekleş­tirmeye yetecek miktarda değildi.
Sör Moses ayrıca cüzzamlılar için çok zorunlu olan bir yurdun kurulması ve valinin de onayıyla -çok eski zamanlardaki gibi-içme suyunu Süleyman’ın gölünden kutsal kente getirecek yeni bir su şe­bekesinin yapımı için de temel sermayeyi oluşturacak miktarda bir bağışta bulundu.
“Kudüs aklınıza gelsin.” (Yeremya 51, 50)
Kutsal Kitap’ın bu sözü onun için, peygamberlerin öğütlerini ver­diği ve de bir Tanrı adını ilk kez bildirdiği bu yerlerden kendisini dağlar ve denizler ayırsa da, her eylem ve düşüncesini hep kutsal ülkenin hayrına yöneltmesinde rehberi olmuştur. Günün birinde doksan bir yaşındaykendindaşları için yararlı olacak, adını da sonsuza dek yaşatacak bir işler yapmak dürtüsünü içinde hissedin­ce, sihirli bir güç onu bir defa daha kutsal ülkeye çekti.
Yedinci kez yaptığı bu Filistin seferi hakkında, şaşılacak derece­de bir zihinsel kıvraklıkla kaleme aldığı bir günlüğü vardı; bu gün­lük, “Kutsal Topraklarda Kırk Gün” adıyla basılmıştır.
Bu günlükte yolculuklarının çağında bir koruyucu melek gibi ya­nı başında yer almış, tüm planlarına ve girişimlerine sevgi dolu kat­kılarda bulunmuş olanın anıtmezarında, ona veda edişinin hüzünlü öyküsünü anlatır.
Bu sefer yolculuğunu Venedik üzerinden yapar. Burada onun şerefine Portekizliler Sinagogu’nda bir bayram ayini yapılır. İki sıralı dizilmiş okul çocukları ilahiler söyler ve onların sesi ortalıkta yankı­lanırken onun gondolü büyük kanala doğru ilerler. 1705 yılından kalma bir belge onu pek sevindirir. Bu belge Londra’daki Portekizli Yahudiler cemaati haznedarının, Venedik’te “Yahudi esirlerin fidye karşılığında kurtarılması kasasına” bir Malta gemisiyle Venedik’e ge­tirilmiş bulunan üç Yahudi kulenin kurtarılması için altmış duka altı­nı gönderdiğini gösteriyordu. Sör Moses bu konuda şöyle yazar: “Yahudi cemaatlerinin acı çeken kardeşlerine karşı her çağda gösterdiği duygu ortaklığı ve dayanışma artık atasözü haline gelmiş­tir. İsrail karakterinde en soylu çizgilerden biridir bu; gelecekte de bu çizginin hep böyle kalacağını güvenle umabiliriz.”
Açık denizde de Sör Moses dinsel görevlerini eksiksiz yerine ge­tirdi. İskenderiye’den Yafa’ya gidilirken Şabbatını, sanki Londra’da ya da East’Cliff Lodge’daymış gibi kutladı. Yedi kollu Şabbat lamba­sı yine yakıldı. Montefiore ailesinin sadık manevi danışmanı Haham Dr. Löwe, saygıya layık çok eski dualar okudu ve kitabın Tora veya Peygamberler bölümlerine ilişkin yorumlara dayanarak kutsal metin açıklamaları yaptı.
Bu güzel Şabbat gecesinde gemi, kutsal ülkeye doğru yol almak­taydı. “Yolcuların pek azı uyuyordu. Çoğu güvertede derin düşünce­lere dalmıştı. Çevremizde tam bir sessizlik vardı; öylesine bir sessiz­likti ki bu, insan başkalarının neredeyse kalp atışlarını duyabilecekti. Sanki bir soru, herkesin dilinin uçundaydı: Acaba gözlerimiz ne za­man Kutsal Topraklar’ın ilk görüntüsüyle sevinecek. Büyük şairimiz Yelıuda Halevi’nin, Kudüs’ün büyük kapısından içeri girerken söyle­diği sözler geldi aklıma: ‘Putatapar devletler değişiyor ve sona eri­yor. Yalnızca senin şanın, ey Siyon ([38]), sonsuza kadar sürecektir; çünkü Tanrı, ev için seni seçti. Ne mutlu o insana ki senin ışığının parıltılar saçarak doğduğu yerde, tam bir inançla bu anı beklemiştir.” Çok yaşlanmış olan kahramanımız için bu sefer de coşkulu bir karşılama töreni hazırlandığını söylememize gerek yok. Ne var ki insan hayatı ölçülerine göre Sör Moses, bu sefer özlemlerinin ülkesi­ne herhalde son kez ayak basmaktaydı.
Çok ileri yaşından dolayı Montefiore, daha önceki gelişlerinde olduğu gibi gümbürtülü müzik eşliğinde, bağrışan halk kalabalığı­nın arasından, hoş geldin söylevleri dinleyerek Kudüs’e girmek iste­medi. Onun için de hiçbir karşılama töreni yapılmaması uyarısında bulundu ve geliş tarihini de gizli tuttu. Her çeşit heyecandan kaçın­mak amacıyla yolculuğunu birkaç defa gece yaptı.
Ay ışığında yapılmış böyle bir yolculuğu şöyle anlatır:
“Mehtap çıkıncaya kadar bekledik, sonra da saat biri yirmi geçe Bab-el-Vad’dan hareket ettik. Vadilere inip dağlara tırmanırken ay, kayaların ardından kaybolup da kumların üstüne uzun siyah gölge­ler düşürünce, zaman zaman kaygılandığımız oluyordu? Daha önce­leri yolcular, Bedeviler ya da atlı haydutlar tarafından tehdit edildiği için tehlikeleri de düşünmek zorundaydık. Ne var ki şimdi, çok şü­kür, Türk hükümeti sıkı önlemler aldığı için, kendi halinde hacılara karşı böyle saldırılar artık hiç duyulmaz oldu. Tam da bunları zih­nimden geçiriyordum ki ansızın iki Bedevi, bir kayanın ardından or­taya çıkıp hızlı bir tırısla atlarını doğruca bizim arabaya sürdüler.
Aman Tanrım, diye geçirdim içimden, az önce Türk polisini öv­mem yoksa biraz erken mi olmuştu? Bu iki adam bizden ne istiyor­du acaba?”
Dr. Löwe arabadan aşağıya atladı. Fakat iki Bedeviye bakar bak­maz onları hemen tanıdı; bunlar Kudüs’ten iki hahamdı. Dr. Löwe ikisini de Yahudi selamıyla ‘Şalom alehem’ (Barış sizinle olsun Arapçası: Selamün aleyküm) diye selamladı. Kudüs’te Şabbat günü biter bitmez bu hahamlar, Montefiore’nin hac kervanının varış za­man ve saatini kervan henüz Yafa-Kudüs yolundayken öğrenmek için atla yola çıkmışlar. Fakat Sör Moses törensel bir karşılamanın her çeşit dağdağasından kesinlikle uzak durmak istediği için ha­hamlar tersyüz Kudüs’e dönmek zorunda kaldılar.
Gelgelelim Sör Moses, yine de caddelerde sevinçle bağrışan yo­ğun bir kalabalık buldu karşısında. Bu sefer eksik olan sadece iki geçeli dizilmiş askerler ile selamlamaya gelememiş olan valiydi. Buna karşın cemaatlerin dünyasal ve dinsel bütün yöneticileri, hayır kurumlarının ve tarım kolenilerinin başkanları tam kadro oradaydı; Montefiore daha önceki ziyaretlerinde yaptığı gibi onlarla yine gö­rüştü.
Bu defaki Filistin seferinde bir konu üzerinde dikkatini yoğunlaş­tırmıştı: Kutsal ülkede yaşayan din kardeşleri yardıma muhtaç ve la­yık mıydılar? “Board of Deputies” Filistin Komisyonu’nda, Filistin Yahudilerinin çalışma heveslerinden kuşku duyulmakta ve kutsal metin bilginlerinin Batılı dindaşlarınca himaye görmesine itiraz edil­mekteydi. İsrail ülkesi halkını yeniden tarımla uğraşmaya yönelt­mek isteği şimdi bütün Filistinlileri kapsamakta, sofuluk ve teolojik bilginlik yoluyla çiftçilikten başka bir alanda yetenekli olduklarını gösterenleri de içine almaktaydı.
Montefiore, Filistin Yahudilerinin çalışma hevesi ve çalışma yete­nekleri ile kutsal metin bilginlerinin hizmet açısından amaca yatkın­lık dereceleri hakkında bilgi edindikten sonra “Kırk Gün”de şunları yazar:
“Onlar yardıma muhtaç ve de layık mıdırlar? Kesinlikle.
Çalışmaya istekli ve yetenekli midirler? Hiç şüphesiz.
Onlara yardım etmeli miyiz? Kendi kutsal metinlerimiz bize yet­miyorsa, hayatlarını Tanrı’ya ibadete adayan kimselerin yardımdan ne ölçüde pay almaya hakkı bulunduğunu Yahudi olmayanlardan öğrenebiliriz. Hayır amaçlı kurumlar, vakıflar ve görkemli dinsel te­sisler (manastırlar) ele almış, sonra da buraların yaşatılması için dünyanın her tarafından, üstelik hem kendi halinde sıradan yurttaş­tan, hem de yeryüzünün hemen bütün iktidar sahiplerinden alınmış bağışların yıllık payına bakılır. Biz İsrailoğulları, başka dinlerden olanların biraz gerisinde durmalı ve şöyle demeliyiz: Bizler pratik hayatın insanlarıyız; her Kudüslü çalışmak ister; bizim kitaplar üs­tünde habire kuluçkaya yatan, sonra da bu şekilde hayatın kendisi­ne yükümlü kıldığı görevi yaptığını söyleyen, ama gerçekte bize gönderilen yardımları kapmak için pusuda bekleyen insanların or­taklığına ihtiyacımız yoktur.
Kudüs Yahudileri olsun, kutsal ülkenin diğer kesimlerindekiler olsun, hepsi de gerçekten çalışıyor; hatta Avrupa’daki çoğu insandan daha da gayretlidirler. Öyle olmasalardı, yaşamayı başaramaz­lardı zaten.
Fakat eğer onların bu çalışmaları yeterince para kazandırtmazsa, ülkenin ürünleri kolayca satılmazsa, halk hastalık, kıtlık veya başka felaketlere uğrarsa, o zaman harekete geçip onlara yardım etmemiz gerekir.”
Montefiore herhalde kutsal ülkeye yapılmış bağışların kullanı­mında hiçbir yakışıksız durumun bulunmadığı kanısına varmış ol­malıydı.
Filistin’de bu sefer gördüğü ve işittiği şeyler, içini sevinç ve kı­vanç dolu bir hoşnutluk duygusuyla doldurmuştur. Üç inşaat şirketi Kudüs’ün büyük kapıları önünde sağlıklı konutlar yapıyordu. Eski­den bomboş olan topraklarda şimdi güzel evler ve gelişen bir tarım vardı. Kutsal kentin Yahudi nüfusu 11.000 (1908’de 40.000) olmuş­tu; 28 sinagogda ders veriliyor ve halk aydınlatılıyordu. Sör Moses’in bundan önceki gelişinde yaptırdığı yel değirmeni, öylesine zorunlu bir ihtiyacı ortaya çıkarmıştı ki onun yanında iki değirmen daha ça­kıldamaya başlamıştı.
Sör Moses bakışını ne yöne çevirse, ister tarlada zeytin ağacının gölgesinde, ister bir okul binasının içinde ya da sessiz örgü odala­rında gıcırdayan çıkrığın veya zahmetli düğümlerin atıldığı halı tez­gâhının yanında olsun, ister gelen gidenin kaynaştığı pazar meyda­nında veya Tanrı’nın yüce sözlerini derin derin düşünen ak sakallı bilginlerin inceleme odasında olsun, her yerde hep çalışma ve çalış­ma sevinci görülüyordu.
Montefiore’nin teşvikiyle pek çok şey yapılmıştı; birçok şey de yarım kalmış, tamamlanmayı bekliyordu. Montefiore’nin başlattıkla­rını, Baron Edmund Rothschild candan ilgi göstererek ve zengin olanaklarla devam ettirdi.
Yalnızca -çoğu Rusya’dan gelmiş-göçmenler değil, Yafa ve Ku­düs’ten de birçok kentli insan tarımla uğraşmaktaydı; öyle ki ülke­nin refah düzeyi -dolayısıyla da kültürü-yıldan yıla yükseldi. Örne­ğin Yafa liman kentinin ihracatı son yirmi yıl içinde dört kat artmıştı ve “Bu ihracat hemen hemen tümüyle tarım ürünlerinden oluşuyor­du; bu da, Filistin’in genel tarımsal gelişmesinde nereye ulaştığını göstermektedir”.
Bugün 38.000 hektarlık bir alanı kaplayan otuz kolonide Yahudi çiftçi sapanının başındadır. Kuşkusuz bu çalışma, buralara yerleşmiş insanları zenginliğe götürmeyecektir; tutumlulukları ve sürekli çaba­ları onlara sadece mütevazı bir geçim garantisi sağlamaktadır. Fakat hepsinin de yüzüne hoşnutluğun nurlu parıltısı yayılmaktadır. Onlar kaygı nedir bilmiyorlar; çünkü:
“Toprağını işleyen ekmeğe doyar.”
(Süleyman’ın Meselleri 12, 11)

Sevdiğimiz bir akraba, dost ya da tanışımızın sevinçli bir günün­de duygularımızı onunla paylaşmak istediğimizde, kutlamamızı, “Yüz yaşına kadar yaşayasın!” sözüyle pekiştirmeyi severiz.
Lâkin günümüz iş hayatının insanın gücünü çoğu kez zamanın­dan çok önce tüketen zorlukları karşısında, yüz yaşına kadar yaşa­ma dileğinin bir insanda gerçekleşebileceğini de pek sanmayız.
Bizim vefalı Tanrı savaşçısı Montefiore için de yüz yıllık bir ömür dileği yeterince sıklıkta söylenmiştir; herhalde kendisinin de böyle bir dilekte bulunduğu olmuştur. Hem niye dilemesin ki bunu? Tanrı’nın rahmeti göze çarpan biçimde onun üzerindeydi; çünkü “çok ileri yaşında gözü zayıflamadı ve gücü de eksilmedi”. (5, B, 34, 7)
Bununla birlikte hayatının son on yılında kamusal hizmetten gi­derek iyice çekildi. “Board of Deputies” kurumunun başkanlığından istifa etti. Buranın yöneticisi olarak kırk yıla yakın bir süre yaptığı başarılı hizmeti maddeten de ödüllendirmek amacıyla çalışma arka­daşları, bir para bağışlama kampanyası düzenlediler; 240.000 mark tutarında bir para toplandı. Bu armağan para, dilediği gibi harcasın diye dostumuza verildi. Ne amaçla kullandı bunu acaba? Nereye akıtıldı dersiniz bunca para? Hemen tahmin edebiliriz: Filistin’e el­bette; hem de ev inşaatı ile tarım işlerinde gereken krediyi verecek bir bankanın kurulması için.
Görevlerinden ayrılmasına rağmen Sör Moses, gerek Yahudi ce­maatlerinin, gerekse yurdunun sevincine ve acısına katılmayı sürdür­dü. Bir yerden yardım çağrısı ulaşınca kendisine, eskiden yaptığı gibi oraya hemen elini uzatıyor; hayır işleri konusunda masasına konulan her mektuptaki sorun, mutlaka çözüme ulaştırılıyordu. Tıpkı girişim şevkinin en canlı olduğu günlerdeki gibi -çok ileri yaşına aldırmadan-din kardeşlerine derman olmaktaydı. Birliğini daha yeni kurmuş Al­man İmparatorluğu’nda Yahudi düşmanı hareketin yaygınlaşması, Rusya’da Yahudilere korkunç zulümlerin uygulanması, Macaristan’da ortaçağdan kalma bir suçlamanın, dinsel tören amacıyla insan öldür­me suçlamasının yapılması, onun ruhunda acı yankılara yol açıyordu.
Düzenli biçimde okuduğu günlük iki gazeteden İngiltere ve Rus­ya’daki siyasal hayatın gelişimini izlemekteydi.
Galler Prensi -şimdiki Kral VII. Eduardhasta olup yatağa düşün­ce, Sör Moses sanki ailesinden en değerli bir yakını hastalanmış gibi çok büyük kaygılara kapılmıştı. Derin bir üzüntü içinde Kudüs baş hahamına telgraf çekerek Filistin’in bütün sinagoglarında, İngiltere veliahtının bir an önce şifa bulması için ayinler düzenlenmesini iste­mişti. Prens iyileşince de Sör Moses, duyduğu sevinçle günlüğüne şunları yazmış:
“Yüce Tanrı, majestelerinin milyonlarca sadık tebaasının, çok ge­niş imparatorluğun her tarafından yükselen dualarını kabul etti. Gal­ler Prensi’nin çok değerli hayatı kurtuldu.”
Montefiore’nin dostlarından biri de Canterbury Başpiskoposu Bay Tait idi. Yüksek makam sahibi bu kilise görevlisi ölüm döşeğin­de yatarken Sör Moses, onun sağlık durumunu her gün telgrafla sormuştu. Fakat ah, haberler gittikçe kötüleşiyordu. Sonunda ölüm, piskoposun acılar çektiren hastalığına son verince, Yahudi arkadaşı üzüntüsünü şöyle haykırmıştı:
“Bana bir hançer batırıldı sanki!”
1881 Martı’nda tüm dünya, Çar II. Alexander’e yapılan bombalı suikastle derinden sarsılarken Montefiore, çok parlak bir kabul töre­niyle kendisini onurlandırmış olan bu hükümdarın ölümünden do­layı yas tuttu. Bu yaşına, Rusya’daki kardeşlerinin durumunun şimdi yeniden kötüleşebileceği kaygısı da eklenmişti. Bu nedenle de yeni çar III. Alexander’e taç giymesi vesilesiyle bir kutlama yazısı gön­derdiği bu yazıda hükümdardan egemenliği altında yaşayan İsrail çocuklarına çarlık himayesini esirgememesini de rica ediyordu. Çar, Montefiore’nin bu yazısını bizzat okudu ve bakanı aracılığıyla cevap da verdi.
Yurtiçindeki ve dışındaki hayata hiç eksilmeyen bir ilgi gösterir­ken tam bir beden ve zihin zindeliği içindeydi.
Tanrı’nın inayetini lütfederek “yüz yıla kadar” ömür ve sağlık bahşetmesi, bu “İsrail Prensi”nin hayırlı işlerini ne kadar yüksek de­recede ödüllendirdiğini gösterir.
Montefiore’de, hiç kuşkusuz, Kutsal Kitap’ın şu sözü gerçekleş­mişti. (Mezmurlar 92, 13-15):
“Doğru adam bir hurma ağacı gibi yeşerecek; Lübnan’daki sedirağacı gibi büyüyecektir. Rabbin evinde dikilmişlerdir; Tanrımızın avlularında çiçeklenecekler ve yaşlandıkları zaman da yine çiçek açacak, meyve verecek ve taze kalacaklardır.”
Onu hep böyle taze kılan neydi? Düzenli, basit yaşayış tarzı ile açık havada -İngilizlere özgübedeni hareket ettirmek ve çalıştır­mak merakı. Yüz yaşındaki adam da her gün gezintisini yapıyordu. Bir de neşeli yarenliklerin meraklısıydı ve “Gotik Kütüphanesinde konuklarıyla bir bardakçık şarap eşliğinde, bir saat kadar sohbet et­mekten pek hoşlanıldı.
Kamış bayramının kutlandığı hafta boyunca gelenleri Sör Moses, kamış kulübesine götürür, orada sekiz gün yemekler yenirdi. Ka­mışlarla örtülmüş, içi yedi kollu gümüş avizeyle aydınlatılmış bu çardakta, bayram şerefine çiçeklerle süslenmiş masanın etrafında Hıristiyan konukların da sık sık toplandığı olmuştur.
Oksford’dan büyük bilgin Max Müller (•), bir defasında bu se­vimli bayramda, akrabası iki bayanla birlikte Sör Moses’in konuğu olmuştu. “Kamış kulübede oturmak” diye tanımlanabilecek bu çok anlamlı Yahudi geleneğinin, Profesör Müller üzerinde nasıl derinle­mesine bir etki yaptığını onun şu teşekkür sözlerinden anlıyoruz: “Sarayda Alman İmparatoru I. Wilhelm’in sofrasında otururken, içimde sanki İmparator Büyük Karl’ın ([39]) meclisinde bulunuyormuşum düşüncesi, belirmişti. Burada, Sör Moses Montefiore’nin ka­mış kulübesinde ise sanki İbrahim Peygamber’in yanında, onun me­leği konukseverlikle karşıladığı ve bütün ziyaretçilerin gönlünü hoş ettiği çadırının içinde oturuyormuşum gibi bir duyguya kapıldım.”
8 Kasım 1883’te, Sör Moses’in yüzüncü yaşına bastığı gün Ramsgate kenti, şimdiye kadar surları içinde hiç görmediği sayıda insanı bir araya gelmiş olarak gördü.
Kent bayrammış gibi süslenmiş, caddelere taklar kurulmuş, bu taklara Montefiore’ye saygıyı ve övgüleri dile getiren yazılar yazıl­mış, pencerelerden pencerelere hevenkler uzatılmıştı. Limandaki gemilerin direkleri flamalarla donatılmıştı.
Müzik başladı. Tören alayı hareket etti. Alayın yürüyüşü üç çey­rek saat sürdü. Uzak ve yakın yerlerden yöneticiler, işçi birlikleri, posta ve polis memurları, hayır kurumlan, itfaiye, okul çocukları, bütün mezheplerden din adamları, Yahudi cemaatlerinin temsilcileri herkes selam verip sevinçle haykırarak yurttaşları hayırseverin önünden geçerken; o da balkonda durmuş, başlığını çıkarmış, elini sallıyor, sürekli teşekkür ederek bu saygı gösterisine karşılık veri­yordu. Yaşlı dedemiz en çok da kraliçenin gönderdiği telgrafa se­vinmişti. Telgrafı okur okumaz da, balkonun önünde ona seranat yapan şarkıcılardan ulusal marşı söylemelerini rica etti. Marş söyle­nince de ülkenin iyi kalpli anası için kalabalığın haykırdığı coşkulu yaşa sesleri ortalığı inletti.
Öğleden sonra Londra Başlıahamlık temsilcisinin yüz yaşına ba­san insan için yaptığı bir duayla başlayan bir bayram ayini gerçek­leştirildi. Kutlamak amacıyla gelen heyetler birbirini izledi; akşamın geç saatine kadar villa ziyaretçilerin akınına uğradı. Karanlık bastı­rınca da Ramsgate kenti peri masallarındaki gibi bir ışık seliyle do­nandı; bu sırada otellerde, kent yönetimi ile kilise hesabına, tüm yoksullara ve hastalara ziyafet çekildi.
 “Rabbin yarattığı gün budur.” (Mezmurlar 118, 24)
O güne kadar resmi sıfatı olmayan sıradan bir adama hiç böylesine büyük saygı gösterilmemişti. Hiçbir ölümlü de böylesine büyük saygıyı Sör Moses Montefiore kadar hak etmemişti.
Bu sevgi ve şükran gösterileri ertesi yıl da tekrarlandı. O yıl (1884’te) Sör Moses, gönlünde Kutsal Topraklar’da Yahudi koloniler kurmak arzusunu yaşatan pek çok Avrupalı Yahudinin “Siyon Dost­ları” adlı bir örgütte bir araya geldiklerini görmek mutluluğunu ya­şadı. Filistin sevgisini bu kadar çok kalpte uyandırmış olmasının bi­linci, belirgin bir gururla doldurdu içini.
“Otuz yıl önce çok kimse Vaat Edilmiş Ülke’nin ([40]) sadece sözü edildiğinde dahi gülüyordu. Bugün ise o gülenlerin bazıları, onun en cömert bağışçıları arasında sayılıyor.”
Sör Moses yüz yaşını tamamlarken ilk kez hasta olduğundan söz edildi. Zaman zaman başgösteren şiddetli öksürük nöbetlerinden acı çekmekteydi. Bir hekim çağrılmasını ise kesinlikle istemiyordu. Güçlü beden yapısı sayesinde, hâkim yardımı olmaksızın da bütün nöbetleri atlatmıştı. Sadece tapınağa artık gidemediği için üzülüyor­du. Bu yüzden Şabbat günü vaaz vermesi için hahamı eve getirtti ve ondan kolejde verdiği dinsel konferansların bir kopyasını istedi.
Sör Moses’in yüz yaşında bir ihtiyar olarak artık dünyadan elini ete­ğini çektiğini ve “sobanın arkasında yumuşak şiltesinde oturarak” ya­vaş yavaş kuruduğu sanılmasın -büyük bir yanılgı olur bu! Şimdi o, ya­nında konuklar görmekten daha da çok hoşlanıyor; onlarla benzersiz mutlulukta ve yığınla hayır işleyerek geçmiş, yüce Tanrı’nın da açıkça rahmetini göstermiş olduğu hayatı hakkında sohbetler ediyordu:

“Gittiğin her yerde seninle birlikte oldum ve sana dünyadaki bü­yüklerin adı gibi bir ad yaptım.” (1. Tarihler 17, 8)
İyilikseverliği de hiç değişmemişti. Sanatına düşkün bir ressam gibi, tablosu üzerinde çalışmasını tek bir gün dahi aksatmamış, ger­çekten de -Şabbat ve bayram günleri dışındabir Yahudi veya Hıris­tiyan kurumu, okulu veya hayır derneği yararına ya da sıkıntıya düşmüş bir kişi için çek yazmadığı tek bir günü olmamıştır. Her gün sadık sekreteri Dr. Löwe’ye şöyle sormuştur:
“Yapılacak başka bir şey var mı? Varsa yapalım. Bir çek daha yazmam gerekiyorsa, gücüm yettiği sürece yazmak isterim.”
“Şimdilik yok bir şey, Sör Moses. Gerekirse size hatırlatırım.” “Şükürler olsun Rabbime, bunca zamandır bana iyilikler yapma olanağı verdiği için.”
Bu eşsiz adamın birçok dostu ve hayranı, mutlaka şu arzuyu iç­lerinden geçirmişlerdir: “Ah, ne olur, sonsuza dek yaşayabilse!” Gel­geldim insanoğlunun en iyisi ve en soylusu, Tanrı’nın en sevgili ku­lu da doğanın değişmez, ebedi yasasına uymak zorundaydı. Monte­fiore de.
Yüzüncü doğum gününü izleyen kışı oldukça sağlıklı geçirdi. Fa­kat 1885 Nisanı’nda gazeteler, onun gittikçe artan dermansızlığına ilişkin haberler vermeye başladı. Mayısta yeniden toparladı kendini, kraliçenin doğum gününde dostlarına bir yemek verdi ve Ramsgate’deki yoksullar ile Londra’da Yahudi çocuk yuvalarında bulunan öksüzleri de birer ziyafetle ağırladı. Haziranda da durumu iyiydi. Fa­kat temmuzun sonlarında halsizlik başladı; hem öylesine kaygı uyandıracak ölçüdeydi ki, en kötü ihtimale hazırlıklı olunmasını ha­ber veriyor gibiydi.
Dr. Löwe hep onun yanındaydı ve dış dünyada olup biten her şeyi ona bildiriyordu. Sör Moses’in zihni tam bir berraklık içindeydi. İkide bir de, “Yapılacak başka bir şey var mı?” diye soruyor ve bu sırada eliyle de sanki bir çek imzalamak istiyormuş gibi bir hareket yapıyordu. Akrabaları, dostları, hahamlar, sinagog görevlileri, sadık hizmetkârları... hepsi de gözyaşları içindeydi ve sonsuz yolculuğuna hazırlanan iyi yürekli efendileriyle vedalaşmak için gelmişlerdi.
Sabah duası zamanıydı.
Bu soylu dedenin hasta yatağı etrafında durmakta olan herkes, yarı yüksek bir sesle dua etti:
“Tanrım! Bana vermiş olduğun ruh temizdir. Onu sen yarattın; onu benim içime sen üfledin ve içimdeyken de sen korudun. Gü­nün birinde onu benden alacak ve sonsuz rahmetinin parçası yapa­caksın...”
Birden sustular:
Sör Moses Montefiore artık yoktu!
Tanrı’nın bu sadık kulu kavgasız, tüm uysallığıyla ve huzur için­de tanrı evine dönmüştü. (28 Temmuz 1885)
Ama İsrail bu en iyi oğlunun tabutu başında yas tutuyordu.
***********
Moses Morıtefiore'de yürek
Sevgiyle sevecenlikle çarptı hep,
Acı çekenler için, çaresizler için
Tasalanmaktan bıkmadı hiç.
Onun adı, övülerek kahramanlığı
Taştan da topraktan da
Çok daha uzun süre yaşayacak!
Bu adı yüzyıllar yüzyıllara
Vefalı Yahudi yüreğinde saklayarak
Aktaracak.
******************
Binlerce yıldır dolaşır
Minik bir söz dudaklarında,
Kâh alaylı kâh saygıyla...
Ama oldu hep dayanağı halkımızın!
Horlanırken, vurulmuşken zincirlere!
Ve de perişanken insanlarımız
Türlü çilelerin pençesinde...
Hep yaşadı, ölmedi asla:
Vefalı Yahudi yüreğiydi bu.
**
Kâh ürkek ve çekingen
Bir güvercin gibi;
Kâh dişi bir aslan kadar
Atak ve kudretli,
Yavrularının yanındaydı hep
En gaddar yağmalarda bile.
El ayağı tutmasa da
Engin bir ruh doldururdu içini.
İnce bir kamıştır, eğilir rüzgârda;
Köklü bir ağaçtır, yükselir bulutlara...
Böylesine benzersiz, hem sert hem yumuşak,
Bu sensin işte, ey vefalı Yahudi yüreği!
**
Eğer överse başkaları atalarını,
Karanlık zamanlarda yaptıklarını,
Gururla kalkan parmakları gösterirse
Kimi savaşların kanlı planlarını,
O zaman vuruşturma sözlerle bizi,
Ne şakası gerek bize lafın ne ciddisi,
Bırak sadece tek bir şey
Arasın sessizce hakkını
Yaralı Yahudi yüreği!
**
Benim halkım kim öğretti sana
Ağlamayı çaresizlerin acılarına?
Felaket çökünce kardeşinin ocağına
Bir bayrak altında toplaşmayı kim?
Kim öğretti teselli etmeyi,
Hastalara bakmayı,
Başkalarının tasalarına
Gönülden katılmayı?
Cömertçe bağışlarda bulunmayı kim?
Hep o senin vefalı
Yahudi yüreğin değil mi?
**
Kim öğretti sana dalgalandırmayı
Dört bir yanda korkmadan bayrağını?
Kutsal güçlerle yoğrulmuş sözleri,
Sözlerin en kudretlisini “Dinle İsrail!” demeyi kim?
Ya böyle coşkuyla haykırırken
Gözlerini de gökyüzüne dikmeyi?
Her şeyin en harikası
Anaların dindar Yahudi yüreği
Değil mi?
Leopold Kompert
Moses Montefiore’de yürek
Sevgiyle sevecenlikle çarptı hep,
Acı çekenler için, çaresizler için
Tasalanmaktan bıkmadı hiç.
Onun adı, övülerek kahramanlığı
Taştan da topraktan da
Çok daha uzun süre yaşayacak!
Bu adı yüzyıllar yüzyıllara
Vefalı Yahudi yüreğinde saklayarak
Aktaracak.
Eugen Wolbe
Kaynak: Dünyanın En Ünlü Yahudisi-Sör Moses MontefioreBir Yaşamöyküsü, Yazan: Dr. Eugen Wolbe Çeviren: Esat Nermi Erendor, Temmuz 2000, İstanbul




[1] Tanrıların habercisi, eski Yunan mitolojisinde Hermes adlı Tanrı ’dır. Hırsız­ların ve tüccarların da koruyucusudur. Romalılar ona Merkür derler.
[2] Yahudiler İspanya ve Portekiz’den, son İslam devleti Beni Ahmer devleti­nin Î492’de yıkılması üzerine kovuldular. 711’de İspanya ve Portekiz’de baş­layan İslam egemenliği sırasında Yahudiler, bu ülkede baskıya uğramadan ya­şamıştı. Kovulan Yahudilerin bir kısmı Kuzey Afrika’ya ve İtalya’ya gitti; bir kısmını da Osmanlı Sultanı II. Beyazıt özel gemiler göndererek ülkesine getirt­ti.
[3] Mediciler, 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar Floransa ’da saltanat sürmüş bir banker ve tüccar ailesidir. Adlarını 13. yüzyıldan itibaren duyurmuşlar, ticaret yoluyla büyük servet edinmişlerdi. Egemenlikler sırasında Livorno Limanı’nı kurdular. Bu aileden papa, Fransa kraliçesi, düka olan kişiler de vardı.
[4] Mezmuh kutsal şiirdir. Çoğulu Mezamir’dir. Makamla okundukları için bun­lara ilahi de denir. Bu şarkılar eski İbranilerin Zebur adı verilen kutsal kitabın­dan yer almıştır. Zebur, Tanrı tarafından Peygamber Davut’a gönderildiğine inanılan kitaptır. Müslüman inancı da bu doğrultudadır.
[5] Şabat (Şabbat) günü, Tanrı’nın Musa’ya bildirdiği on buyruktan birine gö­re, Yahudilerin dinlenme zorunda oldukları haftanın yedinci günü, Cumartesi günüdür. Sofu Yahudiler evlerinde bile iş görmezler, dua ve ibadetle vakit geçi­rirler.
[6] Kudüs Tapınağı’nın Yahudi Peygamber-kralı Süleyman tarafından yaptırıl­dığına inanıldığından bir adı da Süleyman tapmağıdır. MÖ 10. yüzyılda yapıl­dığı sanılıyor. MÖ 586’da Yahudi Krallığı çöktü, on binlerce Yahudi Babil’e sü­rüldü Kudüs Tapınağı da yıkıldı. 538’de Yahudilerin yurtlarına dönmelerine i- zin verilince Kudüs’te ikinci bir tapınak inşa edildi. Bu tapınak MS 70’te Ro­malılar tarafından yakıldı. Bugün sadece temel duvarlarından bir parçası bu­lunmaktadır ve Ağlama Duvarı diye adlandırılır.
[7]  “Diaries of Sör Moses and Lady Montefiore”, by Dr. L. Love, Londra 1890. Bu eser Montefiore’nin Hayat Öyküsü için ana kaynak olmuştur.
[8] Getto, eskiden özellikle Doğu Avrupa kentlerinde Yahudilerin oturduğu ma­hallenin adıdır. Yahudiler dinsel varlıklarını korumak için, belirli bir yerde top­luca yaşamayı gelenek haline getirmişlerdi. Hıristiyanlıkla birlikte bu durum bir çeşit dışlamaya dönüştürüldü. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi/er gettoların çevre­sini yüksek duvarlarla kapatarak buraları hapishaneye çevirdiler.
[9] Birçok ülkede Yahudiler, özel işaretler taşımak zorunda bırakılmıştır. Bu işaret günümüzde İsrail bayrağında bulunmaktadır. Hitler Almanyası’nda her Yahudi bu işareti bir pazubant üzerinde taşımakla yükümlüydü. Benzeri uygu­lamalar Avrupa’da ortaçağdan bu yana yapılagelmiştir.
[10] Rothschild ailesi, Avrupa’nın ünlü banker ailesidir. 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa’nın ekonomik ve politik tarihi üzerinde etkili oldular. Avrupa’nın başlı­ca kentlerinde bankalar kurdular.
[11] Kutsal Kitap: Kitab-ı Mukaddes de denilen kitap, Ahd-i Atik (eski antlaşma) ve Ahd-i Cedid (yeni antlaşma) diye iki bölümden oluşur. Yahudiler Ahd-i Atik’i, Hıristiyanlar her iki bölümü kutsal sayarlar. Ahd-i Atik, İbranice yazıl­mıştır ve üç bölümdür. Birinci bölüm beş kitaptan oluşur, “Tevratadını taşır. Yahudilerin asıl kutsal kitabı olan bu bölümeMusa’nın Beş Kitabı” da denir.
[12] İngiltere Kralı III. George, 1760-1820 arasında 60I tahtta kalmıştır.
[13] Konukka (Hanuka) Bayramı: Kudüs Tapınağının yeniden ibadete açılışını an­ma bayramıdır.
[14] Nauarino Savaşı: Osmanlı Devleti’ne karşı Mora’da ayaklanan Yunanlılar 1822’de bağımsızlıklarını ilan ettiler. İsyanı bastırmak isteyen Osmanlı-Mısır ordusu 1827’de Atina’ya girdi. Bunun üzerine İngiltere, Fransa ve Rusya, Lon­dra’da bir antlaşma imzaladılar. Bu antlaşma Yunanistan’ın bağımsızlığını ka­bul ediyor ve bunu tanımadığı takdirde Osmanlı Devleti’ne baskı uygulanması­nı öngörüyordu. Osmanlı Devleti bu öneriyi kabul etmedi. Bunun üzerine üç devlet, Osmanlıları kabule zorlamak amacıyla Amiral Codringten komutasında­ki donanmalarını Doğu Akdeniz’e yolladı. Aslında bir gövde gösterisi amacını taşıyan bu hareket, Yunanistan’ın güneyinde Navarino limanında demirli du­ran Osmanlı-Mısır donanmasına ateş açılmasıyla savaşa dönüştü. Gafil avlanan Osmanlı-Mısır donanmasından 57 gemi yandı ve 6000 denizci şehit oldu. Müt­tefik donanması hiç kayıp vermedi. Bu olayın ardından Rusya Osmanlı Devleri’ne savaş açtı. Osmanlı 14 Eylül 1829’da Edirne Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldılar; diğer koşulların yanı sıra Yunanistan’ın bağımsızlığını da kabul ettiler.
[15] Şerif (Sheriff) İngiltere’de her kontlukta kralı temsil eden yöneticidir. Bir çe­şit validir; hem idari hem adli yetkileri vardır.
[16] Tora, İbranice yasa anlamındadır. Tora sözcüğünün Arapçalaşmış şekli Tev­rat’tır. Yahudilerin kutsal kitabı Ahd-i Atik’in birinci bölümüdür. Musa’nın beş kitabından oluşur. Bu kitaplar “Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye” ad­larını taşır. İkinci bölüm “Peygamberler” ile üçüncü bölüm “Ketubim”, asıl Tora’nın geliştirilmesidir. İlk beş kitaptan oluşan Tora, Yahudi vaizler tarafından büyük bir özenle ve elyazısıyla parşömenlere yazılmıştır. Bu parşömenler, birer tomar halinde, kutsal emanet olarak sinagoglarda saklanır ve ayinlerde kullanı­lır.
[17] Bir morgen, 25-36 ar arası bir arazi ölçüsüdür.
[18] Lord-Kanzler, İngiltere’nin en yüksek dereceli yargıcıydı.
[19] Lord-Mayor: Londra Belediye Başkanı
[20] Guildhall: 1411-31 yıllarında inşa edilmiş Londra Belediye Sarayı.
[21] Forum, eski Roma’da halkın kamusal ve özel işlerini görüşmek için toplan­dığı, aynı zamanda pazar yeri olan alandır. Zamanla pazar yeri özelliğini yitir­diler. Forumların en ünlüsü Roma Forumu’dur. (Forum Romanum) MÖ 6. yüz­yılda kuruldu; MÖ 2. yüzyıldan başlayarak heykeller, anıtlar, tapınaklar, devlet daireleri ile çevrilerek Roma kent yaşamının merkezi oldu.
[22] Dürziler, Suriye ve Lübnan’da yaşayan, Müslümanlığın Fatımi-Alevi kolun­dan ayrılma bir inanca bağlı topluluktur. 11. yüzyılda Suriye’de ortaya çıkan bu inanç, kurucusu “Anustğin Derezi”nin adını taşımaktadır. Fatımi Halifesi Hakim Biemrillah’ın kişiliğinde Tanrı’nın yeryüzüne indiğine inanırlar. 1516’da Osmanlı egemenliğine girmişler ve sık sık ayaklanmışlardır. Bu ayak­lanmaların hepsi Osmanlılarca bastırılmıştır. 1918’de Fransız mandasına girdi­ler. 1936 yılına kadar süren Cebel-i Dürüz Emirliği bu tarihte kaldırıldı, Suriye ve Lübnan’a bağlandı.
[23] Kavalalı Mehmet Ali Paşa (1769-1898), bir birliğin komutan yardımcısı ola­rak Mısır’a 1797’de gitti, Fransız saldırısının sona ermesi üzerine yönetime el koydu ve 1805’te Mısır valiliğine atandı. Mısır’da nüfuzları büyük Kölemen beylerini öldürterek durumunu güçlendirdi (1811). Hicaz’ı ve Sudan’ı ele geçir­di. Oğlu için Suriye valiliğini istedi. Bu isteği kabul edilmeyince Suriye’ye sal­dırdı, Akka’yı aldı (1831). Üzerine gönderilen Osmanlı ordularından Şam, Ha­lep ve Adana’yı yenerek Kütahya’ya kadar ilerledi (1833). Nizir Savaşı’nda Os­man/j ordusunu tekrar yendi (1839). Fakat büyük devletlerin de desteğiyle Osmanlı yönetimi Mehmet Ali’yi sıkıştırdı. Burada söz konusu edilen savaş sonun­da Padişah Abdülmecit, Mehmet Ali Paşa’nın Mısır valisi olarak egemenliğini ve bu egemenliğin daha sonra oğullarına geçmesini kabul etti. Mehmet Ali Pa­şa da Suriye’den çekilmeyi, her yıl vergi vermeyi ve Osmanlı egemenliğine bağlı kalmayı kabul etti (1841).
[24] Mısır ile Osmanlı Devleti’nin arasındaki son savaş. Mısır, Suriye ve Filis­tin’den çekildi. Sultan Abdülmecit de, Mehmet Ali Paşa ve hanedanının Mı­sır’daki egemenliğini onayladı.
[25] Frankfurt, a.M.’de bulunan “Montefiore Birliği”, bu birlikler içinde en önemli olanıydı; 1300 üyesi vardı.
[26] Kapüsen, 13. yüzyılda Asisli Francesco tarafından kurulmuş ve Hıristiya­nlığın dilenci gibi yoksulluğu gerektirdiğini ileri süren Fransisken tarikatının bir koludur. Bu tarikatın keşişleri dilenerek dolaşırlar.
[27] 27 Mayıs 1860’ta Hıristiyan Maruniler, bir Dürzi köyünü basınca, karşı baskınlar yapıldı. Çatışmalar Lübnan ve Suriye’de şiddetlendi. 300 köy, 40 manastır, 30 okul yakıldı, on binden fazla insan öldü. Beyrut’ta Hıristiyanla­rın Müslümanlara saldırması ve soykırıma kalkışması, Şam’da çoğunluğu Müslüman olan halkın Hıristiyanlara saldırmasına yol açtı. İçlerinde Amerika ve Hollanda konsoloslarının da bulunduğu binlerce Hıristiyan öldürüldü, olay uluslararası bir krize dönüştü. Dışişleri Bakanı Fuat Paşa, Suriye’ye geldi. İngil­tere ve Fransa’nın müdahalesini önerdi. Yapılan anlaşmayla Lübnan özerlik kazandı.
[28] 1 ons, 28.35 gram ağırlığa eşittir.
[29] Bu armadan ve arma tutamacı yedinci bölümün sonlarında anlatılmıştır.
[30] Louis-Philippe (1755-1824) Fransız Devrimi’nde kafası kesilen XVI. Louis’nin kardeşidir. 1814’te Napolyon, Elbe Adası’na sürülünce Paris’e gelerek XVIII. Louis adıyla tahta geçti. Napolyon, Elbe’den dönünce yine Fransa’dan kaçtı. 1815’te kesin olarak Fransa tahtına oturdu ve 1824’e kadar krallık yaptı. Onun döneminde papazlar ve kansoylular eski ayrıcalıklarına yeniden kavuşmak istedilerse de başarılı olamadılar. Tersine kral, burjuva sınıfının çıkarlarını gözeten bir anayasayı yürürlüğe koydu. Bu nedenle de “Burjuva Kral” diye anılır.-
[31] Kilise Devleti: Katolik mezhebinin en büyük rahibi papanın dünyasal ege­menliğindeki devlettir. 754 yılında Frank Kralı Pippi’nin fethettiği topraklar­dan Roma kenti ile civarını Papa II. Stephan’a bağışlamasıyla kuruldu. Napolyon, İtalya’yı istila edince bu devlete son verdi. Fakat 1815’te devlet aynı topraklar üzerinde yeniden kuruldu. 1870’te birliğini sağlayan İtalya’da Ro­ma, yeni krallığın başkenti oluncu papanın Vatikan Sarayı’nda hükümdar ol­ması kabul edildi ve el konan topraklarına karşılık papaya maaş bağlandı. 1929’da İtalya hükümetiyle yapılan antlaşmayla papalık, Vatikan Kilise Dev­leti adıyla bağımsız oldu. Bu devletin egemenliği Vatikan Sarayı’yla sınırlı­ydı.
[32] Kutsal Offizium: Kilise Devleti’nin polis örgütü.
[33] Engizisyon Mahkemesi: Katolik ülkelerde din sapkınlarını bulmak ve ceza­landırmak amacıyla kurulmuş mahkemedir. Bir adı da Kutsal Kurul’dur. Din inançlarına ve ilkelerine karşı gelenler, yalnızca kilisenin değil, devletin de düşmanı sayıldı. İlk mahkeme 1184’te kuruldu ve her piskoposluk bölgesinde bir Engizisyon Mahkemesi’nin bulunması töre oldu. Engizisyon Mahkemesi, halkın içinde kırbaçlanma, müebbet hapis, mallara el koyma, yakılarak öldür­me cezaları verirdi. Duruşmalarda suçlanan kimsenin avukatı ya da kendisini savunacak bir sözcüsü olmazdı. Bu mahkemeler kimi zaman önemini yitire­rek, kimi zaman ise dehşet saçarak 19. yüzyıl başlarına kadar varlığını sürdür­dü.
[34] III. Napolyon (1808-1873): Ünlü Napolyon’un kardeşi Louis Bonaparte’ın oğludur. 1848’de Fransa’ya dönebildi. Amcasının ününden yararlanarak Cum­hurbaşkanı seçildi; fakat 1852’de bir darbeyle imparator oldu. Onun dönemin­de Fransa’da kapitalizm ve sömürgecilik çok gelişti. 1870’te Almanlara Sedan Savaşı’nda yenilince imparatorluğu sona erdi. Fransa’da cumhuriyet ilan edil­di. III. Napolyon, İngiltere’de öldü.
[35] Olay hakkında on iki bölümdeki açıklamaya bakınız.
[36] Teoloji Koleji üniversite değildir. Museviliğin dinsel belgelerinin incelen­mesiyle uğraşan ve hayatın birtakım sıkıntılarından arınmış, kitab-ı mukaddesi (Kutsal Kitap) inceleyen on bilim adamının bulunduğu bir öğretim yeridir.
[37] Kraliçe Elisabeth (1843-1916), 1881’de Romanya kralı olan Hohenzollerin hanedanından Prens Kari ile 1869’da evlendi. “Bir Kraliçenin Düşünceleri” ve “Romen Şiirleri” adlı eserleri vardır.
[38] Siyon: Kudüs’te bir zamanlar üstünde Süleyman Tapınağı’nın bulunduğu dağın adıdır. Daha sonraları Kudüs’te eşanlamlı olmuştur. Yahudilerce kutsal sayıldığı için Filistin’de bağımsız bir Yahudi devleti kurmayı amaçlayan hareket de Siyonizm adını almakla bu kutsal dağa bağlılığını göstermiştir. Siyonizm u- zun yıllar süren bir uğraştan sonra 1948’de İsrael devletini kurarak amaçladığı hedefe varmayı başarmıştır.
[39] Büyük Kari (742-814). Bizim tarihimizde Şarlman diye anılır. 768’de Frankların kralı oldu. Üst üste zaferler kazanarak bugünkü Fransa, İtalya ve Almanya topraklarını içine alan büyük bir devlet kurdu. 800 yılında imparatorluk tacını giydi. Ispanya’yı fethe kalkıştıysa da Müslümanlar karşısında ağır yenilgiye uğradı. Avarlara Hıristiyanlığı kabul ettirdi. İmparatorluk sınırları içinde bir devlet düzeni kurmaya çalışması “Büyük” diye anılmasında etken olmuştur.-
[40] Vaat Edilmiş Ülke, Filistin’dir. Kutsal Kitap’a göre Tanrı, önce İbrahim’e, “Bütün Kenan diyarını sonsuz mülk olarak soyuna vereceğim” buyurmuş, aynı sözü İbrahim’in oğlu İshak’a da vermiştir. Sonra Musa’ya göründüğünde de, “Sizleri Mısır’ın sıkıntısından kurtaracak, Kenanlı ve Hitti ve Amori ve Perizzi ve Yebusilerin diyarına, süt ve bal akan diyara çıkaracağım.” buyurmuştu.
Musa halkını oraya götürdü. Orada kurulan devlet yıkıldı. Yahudiler yeryüzü­nün her yanına dağıldılar; ama kendilerine vaat edilmiş topraklara günün birin­de dönebilmek ülküsünü de hep içlerinde taşıdılar. Sör Moses Montefiore’nin çabası Siyonizmle gelişti ve sonunda İsrail Devleti’nin kurulmasıyla bu ülkü gerçek oldu.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar