DÜNYAYI SARSAN KONUŞMALAR-NEJAT MUALLİMOĞLU
Bana Arşimet'in
manivelasından bahsetme.
O, riyazi bir tahayyül gücüne sahip unutkan bir adamdı.
Matematiğe hürmet ederim, ama benim makinelerle hiçbir ilgim yok.
Sen bana, yerinde ve doğru bir kelimeyi ve hatâsız vurguyu ver;
ben, dünyayı yerinden oynatayım.
O, riyazi bir tahayyül gücüne sahip unutkan bir adamdı.
Matematiğe hürmet ederim, ama benim makinelerle hiçbir ilgim yok.
Sen bana, yerinde ve doğru bir kelimeyi ve hatâsız vurguyu ver;
ben, dünyayı yerinden oynatayım.
Joseph Conrad
Dünyada
alelâdeliğin tahammül edilemeyeceği yerler;
şiir, musiki, resim ve hitabettir...
şiir, musiki, resim ve hitabettir...
La Bruyere
Büyük düşünürler
yaşarken bin verir, bir alır;
ölünce bir verir
bin alırlar.
Prof. Dr. Erol Manisalı
(Attila İlhan’ın cenaze törenindeki
konuşmasından)
Türk'ün millî hatibi Hamdullah Suphi
Tanrıöver'in ruhuna...
Dil, yalnız ses ve
söz değil. Dil, sayısız milletlerin biribirine devrettiği kopmaz bir yaşayış,
zaman içinde tarihin, mekân içinde coğrafyanın, iman içinde dinin el ele vererek,
biribirini destekleyerek, yeraltı ve yerüstü suları gibi, görünür ve görünmez
kanallarla diller arasında aktarmalar yapa yapa, geniş çaplı bir alışveriş
âlemi içinde, başlı başına, mantık ve ferman dinlemeksizin, kendine mahsus
kanunlarıyle, tabiatın en karışık uzviyetlerinden daha dipdiri bir varlıktır.
Dile akıl öğretilmez; akıl, ancak dilden ders alır.
Her şeyin üstünde
mukaddes varlık ki vatandır, fakat yalnız toprak, dağ, tarla değil, yâni vatan,
yalnız coğrafyanın gölgesi değil; vatan, ki milletin yarattığı mefharetler
mecmuasıdır [övünülen şeylerin toplanmasıdır]; gövdeye can gibi, vatanı yaratan
milletse, milleti yapan da dildir. DiJin vatandan daha mukaddes olduğunu
anlamak için tarihe bakmak yeter. Giden milletler, dilleri diri kalmış
milletler tarafından tekrar kurtarıldı, fakat dili giden milletlerin ne vatanı
kaldı, ne kendileri. Bu bahisle son söz, vatanın mukaddesliği gibi, dilin ne
kudsiyetler kudsiyeti olduğunu aklımızdan çıkarmamaktır. Dille oynayanlar,
neyle oynadıklarını iyi bilmeli.
İsmail Habip Sevük
Dil Dâvası
John Greenleaf
adındaki bir Amerikan şairi, “Her kriz, hitabesini ve hareketini beraberinde
getirir," diyor.
İnsanlık tarihi,
aslında, büyük hitabelerin etkisi altındaki önemli ve dramatik hâdiselerin
belgeleridir. Eski Yunanistan ve Roma’dan günümüze gelinceye kadar, hitabet ve
devlet adamlığı el ele yürüdü. Kılıcı çok iyi kullanan insanların pek çoğu,
aynı zamanda, belâgatli sözleriyle kütleleri harekete getirmesini de bilen
insanlardı.
Hitabet tarihi
binlerce sene öncesine kadar uzanıyor. Belki de kalabalık önünde yapılan
konuşmalar, cenazelerde söylenen hitabelerle başladı. Topluluklar geliştikçe,
söz söyleme ihtiyacı da arttı. Halk önünde iyi ve tesirli konuşan armağanlı
hatipler, kanun yapıcılığı ve liderlik mevkilerine yükseldiler. Yunan
medeniyeti zirvesine eriştiği zaman, hitabet, hükümet etme ve kültürün bir
güzel sanatı hâlinde ele alındı. Hitabet, Batı’da, bugün de bir güzel sanat
olarak ele alınıyor, bir güzel sanat olarak gelecek nesillere bırakılması için
üzerinde titizlikle duruluyor.
Eski çağlardan bu
yana hitabet teknikleri pek değişmemekle birlikte konuşma sanatının tarzı
değişti. Günümüzün hatiplerinin, fikirlerini ve söylemek istediklerini, eski
üslûpta, “oratory” denen mübalâğalı tarz yerine normal konuşma tarzı, günlük
muhavere tarzı ile sunmaları isteniyor. Hitabet sanatını, yine de, ister eski
zamanların, ister günümüzün anlayış tarzları ile ele alalım, bir
Demosten’in, Çiçero’nun, Abraham Lincoln’ün, Churchill’in, Hamdullah Suphi
Tanrıöver’in, Atatürk’ün hitabelerini dikkatle okuduğumuz zaman, bu güzel
sanata beslediğimiz saygı ve sevginin azalmadığını görüyoruz.
Okuyacağınız
hitabeler size, hatiplerin, karşılaştıkları meseleleri ve bu meselelerin
üstesinden nasıl geldiklerini incelemek fırsatını verecek. Bu hitabeleri
dikkatle okuduğunuz takdirde, hatiplerin önlerinde hâl çareleri bekleyen
meselelerin, neler olduklarını göreceksiniz: Hazırlanan malzemenin
organizasyonu, belirli bir dinleyici önünde nasıl hareket edileceği,
kelimelerin seçilişi ve inanışların dinleyicilere sunuluşu.
Hatibin,
konuşmasını gerektiren durum ve dinleyiciler kadar, dinleyicilerin de, hatibi
nasıl gördüklerinin, onun hakkında neler düşündüklerinin, bir hatibin
konuşmasına nasıl tesir edeceğini de düşünün: Sokrat, kendisini ölüme mahkum
eden jüriye hitap ediyor; Çiçero, Katiline’nin kendisini öldürmeye teşebbüs
etmesinden sonra, Roma Senatosu’nda Katiline’nin yüzüne karşı onun bir hain
olduğunu söylüyor; Churchill, İkinci Dünya Harbi’nin en karanlık günlerinde,
milletinin savaş azmini canlı tutmaya çalışıyor; Kennedy, Amerikan halkının
düşünce ve hareket tarzlarında değişiklik istiyor: Halide Edip (Adıvar) ve
Hamdullah Suphi (Tanrıöver), İstanbul’un işgal altında bulunduğu sıralarda,
Sultan Ahmet Meydanı’nı dolduran iki-yüz-bine yakın yaslı insana, karanlık
bulutların mutlaka dağılacağını, güneşin bütün haşmet ve şaşaası ile Türkiye
ufuklarında yeniden parlayacağını söylüyorlar; Atatürk, millî mücadelenin devam
ettiği bir sırada, kendisini vatandaşlıktan çıkarmak isteyecek kadar hücumlarını
ileri götürenlere cevap veriyor.
Hitabetin gayesi
hatibin, üzerinde durduğu düşüncelerin haklı, kendisinin âdil ve samimi bir
kimse olduğunu dinleyicilerine inandırmaktır. Burada, bir hatipte aranan
vasıflara bir tanesi daha ekleniyor; hatip, inandıklarında samimi olmalı.
Aristo, iyi bir hatibin, aynı zamanda temiz ve iyi ahlâklı bir insan olması
gerektiğini söyledi. Bu, bugün de doğru ve geçerli. Temiz bir vicdan, hitabetin
gerektirdiği fikrî berraklığı ve doğruluğu sağlar.
Hatipleri üç
sınıfta toplayabiliriz: (1) Anadilini iyi
bilmesine ve konuşmasını iyi hazırlamasına rağmen, söyleyiş tarzı cansız ve
sönük olan hatip; (2) Alelâde bir kafaya sahip olmasına, iyi bir tahsilden
geçmemesine rağmen, iyi bir söyleyiş tarzına sahip olan hatip, ve (3) Yüksek
vasıflı düşüncelerini tesirli bir konuşma tarzı ile birleştiren hatip.
Dünyanın en iyi hatipleri, genellikle, bu son ideale yaklaşanlardır.
Victor Hugo,
böylesine bir hatip olmasaydı Voltaire’in ölümünün yüzüncü yıldönümünde
yapılan törende sözlerini şu unutulmaz kelimelerle bitirebilir miydi:
“O büyük ölüye, o
büyük ruha dönelim. O, hürmet edilen mezar önünde eğilelim. İnsanlar için
faydalı hayatının yüz sene önce sona erdiği, fakat eserlerinin ölmeyeceği bu
insanla tanışalım. Bu muhteşem Voltaire'in yardımcıları, öteki güçlü
mütefekkirlerle de, Jean Jacques'la, Diderot'yla, Montesquieu'yle de tanışalım.
Bu büyük seslere seslenelim. Beşer kanının akıtılmasını durduralım. Despotlar,
yeter! Ah, barbarlık hâlâ sürüyor! O halde, medeniyet de gazaba gelsin. On
sekizinci asır on dokuzuncu yüzyıla yardım etsin. Filozoflar, bizden önce
gelenler, hakikat havarileri idiler. O muhteşem gölgelerden niyaz edelim;
onlar önce gelenler, hakikat havârileri idiler. O muhteşem gölgelerden niyaz
edelim; onlar, harp tasarlayan hanedanlara, insanların yaşama haklarını,
vicdan hürriyetlerini, aklın hâkimiyetini, emeğin kutsallığını, barışın
azizliğini ilân etsinler; ve gece karanlıkları, nasıl tahtlardan çıkıyorsa,
ışık da mezarlardan yükselsin.”
Amerikan Harp
Akademisi subay adaylarına hitap eden 82 yaşındaki Gen. MacArthur da, yüksek
vasıflı düşüncelerini tesirli bir konuşma tarzı ile birleştiren büyük bir
hatipti:
"Vazife,
şeref, ülke... Bilgiçlik taslayan herkes, her demagog, her sinik, her riyakâr,
ortalığı karıştırmak isteyen herkes ve maalesef değişik karakterde olan diğer
bazıları, onları, onlarla alay edecek kadar aşağılayacaklar.
Ama onların
yaptıkları bazı şeyler şunlar: Size temel bir karakter kazandırırlar. Sizi,
ülkenin savunmasından sorumlu insanlar olarak istikbaldeki rolleriniz için hazırlarlar.
Onlar, zayıf olduğunuzu bildiğiniz zaman sizi güçlü ve korktuğunuz zaman da,
sizi, korkunuzu karşınıza alacak kadar güçlü yaparlar.
Onlar, size,
samimi başarısızlıklarda gururlu olmanızı, eğilmemenizi, ama başarılı
olduğunuz zaman da, mütevazı ve nazik olmanızı öğretirler; lâf değil, harekete
geçilmesini öğretirler; rahat yolu seçmenizi değil, güçlüklerin ve meydan
okunmasının zorluk ve gerginliklerini karşınıza almanızı öğretirler; diğerleri
üzerinde üstünlük kurmadan önce, kendi üzerinizde üstünlük kurmanızı öğretirler;
temiz bir kalbe sahip ölmemizi, yüksek bir hedef seçmenizi öğretirler;
istikbale uzanmanız, ama maziyi asla ihmal etmemeniz gerektiğini öğretirler;
ciddi olmanızı, ama kendinizi asla önemli biri görmemenizi öğretirler, gerçek
büyüklüğün basitliğini öğrenmeniz için mütevazı olmanızı öğretirler; gerçek
bilginin açık kafalılığını ve gerçek kuvvetin alçakgönüllülüğünü
öğretirler."
Hamdullah Suphi Tanrıöver, Türkçe’yi çok iyi bildiği ve konuştuğu,
derin düşüncelerini mükemmel hitabet tarzı ile birleştirdiği içindir ki, dünya
durdukça okunacak, ders alınacak bir Türk hatibidir. Türk’ün yetiştirdiği en
büyük hatip Hamdullah Suphi Tanrıöver'i dünyanın büyük hatipleri arasına
çıkaran özellik işte budur. Türkiye’nin derin bir ahlâki uçuruma yuvarlanmakta
olduğunu söyleyen Erzurum Mebusu Ziya Efendiye, ancak onun gibi bir hatip şu
cevabı verebilir:
"Arkadaşlar;
Bugün Türkiye yükselmiştir; kıyas kabul etmeyecek derecede maziden daha
kuvvetlidir. Bir memleket ki susmuştur, korkuyor, başındaki adamların dinî,
siyasi, zümrevî veya ailevî tazyikine karşı dalkavukluktan başka bir şey yapmıyor,
o ahlâken mütereddidir [gerilemiştir], aşağıdadır. Bir devir ki, hükümetini tenkit
ve murakabe eder, kanaatim matbuatında, kürsüsünde ve her yerde söyler, onun
ahlâkı yükselmiştir. Siyasetin en geniş şekli, yükselen ahlâktan doğmuştur.
Eski terbiye içimizde yaşasa idi, bu terbiye devam etse idi, memleketimizde Cumhuriyet
olamazdı—çünkü büyükler karşısında susmak esastır, göz göze bakmamak esastır.
Saray'ın gölgesi ve korkusu içinde sizi kamçı ile, kement ile, nefy [sürgün]
ile idare eden eski hükümet yaşardı. Teceddüt [yenilik], bize hürriyet aşkını
veren yeni terbiyemizdir. Yeni şekl-i idare, yükselen ahlâkımızın bir
mükâfatıdır.”
Kitaptaki
hitabeleri, yukarıda sıraladığımız faktörleri göz önünde tutarak okuyunuz;
zihnî ve hissî özelliklerin, hatibin şahsiyeti ile nasıl örüldüğünü görmeye
çalışınız.
Şunu da unutmayınız
ki, kültür ve teknolojinin tarih boyunca değişmesi ile beraber resmî
nutuklardan beklenen ölçü de değişti. Eski Yunanistan ve Roma'da, nutuklar açık
meydanlarda söylendi; ve bir hatipten beklenen ilk şey, güçlü bir sese sahip
olması idi. Göreceğiniz gibi, Roma ve Yunan hitabet tarzları, konuşmaların
uzun, zaman zaman anlaşılmayan zor ve mağlak cümlelerle söylenmesini
gerektiriyordu. Günümüzde, televizyon ve radyo, dinleyici gruplarının
boyutlarını muazzam bir şekilde değiştirdi ise de, mikrofon, bu büyük
kütlelere hitap etme fırsatını sağladı. Maamafih, bu ortamların malî ve teknik
gerekçelerinden ötürü de, zaman, çok önemli bir faktör oldu. Daha da önemlisi,
günümüzün dinleyicileri, sessiz sedasız oturup saatlerce nutuk dinleyecek
insanlar değiller. Günümüzün hatiplerinden, söyleyeceklerini açık, berrak ve
kısa sözlerle ifade etmeleri istenir ki, buna riayet etmeyen bir kimsenin de
dinleyici bulması çok güçtür.
Kitaptaki hitabeler
şu düşüncelerle seçildi: (1) Hitabe, hatibi temsil ediyor muydu?
(2) Nutkun söylenmesini gerektiren durum,
hatibin hayat ve mesleğinde önemli bir safha mıydı?
(3) Hitabetin hitabî, edebî, veya felsefî bir
değeri var mıydı?
(5) Beşerî [İnsanî] bir belge olarak, bir
değeri var mıydı?
Bilgi dağarcığınızı
bir hayli genişleteceğini ve zevkle okuyacağınızı umduğum bu nutuklar üzerinde
dururken, bir nutkun, okunmak için değil, işitilmek için söylendiğini
aklınızdan çıkarmamanız gerekir. Bir nutuk, sessiz okunduğu zaman—vasat bir
okuyucu, oldukça kısa bir süre içinde çok sayıda fikri
hazmedemeyeceğinden—fikir muhtevası yoğun olmayan nutuklar, zaman zaman
entelektüellerce zayıf görünebilir. Eğer onları sesli okursanız, daha fazla
takdir edeceksiniz.
Tarihte iz bırakan,
nesiller boyunca hatırlanan büyük hatipler, genellikle, ülkelerinin tehlike
içinde bulundukları zamanlarda ortaya çıktılar. Fransız İhtilâli’nin hatipleri
gibi, Hitler gibi, Mussolini gibi demagogların da zirveye çıkışlarında hitabet
güçleri büyük rol oynadı ise de, önünde sonunda dışa vuran gerçek karakterleri,
hitabet güçlerine rağmen, onların sonunu hazırladı. Artık onların nutukları,
ilham almak için değil, ibret almak için okunan tarihî belgelerden öteye
geçemezler.
Öte yanda,
ülkelerinin büyük tehlikelerle karşılaştığı karanlık zamanlarda ortaya çıkan,
hitabet güçleri kadar karakterleri de sağlam olan yüce hatiplerin çocukları,
milliyetçiliğin, vatan uğrunda fedakârlığın ne olduğunu öğrenmek istedikleri
zaman, onların nutuklarını okur, şevk, heyecan ve ilhamlarını o nutuklardan
alırlar.
Eski Yunanistan’ın
Atina milliyetçiliği, Demosten’i, Roma’ya yöneltilen hıyanet, Çiçero'yu,
Amerika’daki İngiliz sömürgeciliğinin şiddeti, Patrick Henry’yi, Amerikan
Dahilî Harbi, Abraham Lincoln'ü ve İngiltere’nin İkinci Dünya Harbi
sırasındaki karanlık ve ızdıraplı günleri Churchill’i ortaya çıkardı.
Milletlerin istiklâl ve hürriyet aşkını, azim ve iradelerini bu insanlar canlı
tuttular; halk, karanlık bulutların dağılacağını, yepyeni şafakların doğacağını
bu insanların nutuklarından öğrendi, onların sözleri ile cesaretlendi, geleceğe
ümitle baktı.
Bütün dünyanın ve
içimizdeki birçoklarının da, “Hasta adam nihayet ölüyor," dedikleri
bir sırada, Türk’ün, hiçbir zaman ölmeyeceğini var gücü ile haykıran ve başına
geçtiği kahraman milletinin biribiri ardına kazandığı zaferlerle Türk’ün
ölmeyeceğini bütün dünyaya kabul ettiren büyük Atatürk’ün milletine beslediği
derin inancını, yeni Türkiye'nin temeline yerleştirmek istediği inkılâp ruhunu,
vatan sathında aşılayacak bir "dil"e, bir “ses’e ihtiyacı vardı. İşte
bu “dil,” bu “ses,” Hamdullah Suphi Tanrıöver'in dili, Hamdullah Suphi
Tanrıöver’in sesi idi.
Varsın, artık diğerlerinin
bir Demosten’i, bir Çiçero’su, bir Patrick Henry’si, bir Abraham Lincoln’ü,
veya bir Churchill’i bulunsun; bizim de Türk’e, bin sene sonra da ışık tutacak,
heyecanlandıracak, şevklendirecek ve ilham verecek Hamdullah Suphi
Tanrıöver’imiz var.
Nejat Muallimoğlu
Sh: 7-11
***************************
Öküz yuları ile güdülür, insan kelimeleri
ile.
Malay Atasözü
Arapça bir dildir; Farsça bir tatlı; Türkçe
ise bir sanat.
İran Atasözü
Kelimeler, insanları hür yapar. Kim olursa olsun,
düşüncelerini ifade edemeyen insan köledir. Konuşma, bir hürriyet
hareketidir-kelimeler de hürriyetin kendisi.
Ludwig Feuerbach
Hazreti İsa aleyhisselâm
İsa Peygamberin,
aşağıda okuyacağınız en önemli hitabesi, bu yazar tarafından The New Testament
in Modern English adlı Incil'den tercüme edildi. İsa Peygamber, M.S. l'inci
asırda yaşadı.
ZEYTİNDAĞI VAAZI
İsa, büyük bir
kalabalığı görünce tepeye çıktı ve oturduktan sonra, şakirtleri yanına
geldiler.
Sonra, konuşmaya başlayarak
şunları öğretti:
Ne mutlu mütevazı insanlara, zira göklerin
hükümranlığı onlarındır!
Ne mutlu kederin ne olduğunu bilenlere, zira
kendilerine cesaret verilecek ve huzura kavuşacaklar!
Ne mutlu hiçbir şey istemeyen o insanlara,
zira bütün yeryüzü onların olacak!
Ne mutlu merhametli insanlara, zira onlara
merhamet edilecek!
Ne mutlu tertemiz yürekli insanlara, zira
onlar Allah’ı görecekler!
Ne mutlu barış yapanlara, zira onlar
Allah'ın oğulları diye bilinecekler!
Ne mutlu doğruluk uğrunda eza çekenlere,
zira Cennet'in hükümranlığı onlarındır!
Benim uğruma insanlar sizleri suçlar ve kötü
muamele ederlerse ve her türlü iftira atarlarsa ne büyük mutluluğa
kavuşacaksınız! O zaman sevinin, evet, son derece sevinin, zira Cennet'teki
mükâfatınız şaheser olacak. Sizin zamanınızdan önce yaşayan peygamberlere de
aynen böyle eza çektirdiler.
Sizler, yeryüzünün tuzusunuz. Fakat tuz
tadını yitirirse, onu tekrar tuz haline getirecek bir şey var mı?
Artık
kapı dışarı atılıp, ayaklar altında çiğnenmekten başka hiç bir işe yaramaz.
Sizler dünyanın ışığısınız; tepe üzerinde
kurulmuş bir şehir gizlenemez. İnsanlar da bir lâmbayı yaktıktan sonra bir
kovanın altına koymazlar. Onu bir şamdana koyarlar ki, evdeki herkese ışık
versin.
Sizin ışığınız da insanların önünde böyle
parlasın. Yaptığınız iyi işleri görsünler ve Cennetteki Rabb’ınıza hamd etsinler.
Sanmayasınız ki, ben Peygamberlerin Kanununu
ortadan kaldırmaya geldim; ben onları kaldırmak için değil, tamamlamak için
geldim. Gerçekte, sizi temin ederim ki, gökyüzü ve yeryüzü var oldukları
müddetçe, gönderilme maksatları hasıl oluncaya kadar, o Kanunun tek bir
noktası veya virgülü kaybolmayacak. Bu demektir ki, bu emirlerin en küçüğünü
bile yumuşatanlar ve diğerlerinin de öyle yapmasını isteyenler, Cennet'in
hükümranlığında da küçük olarak anılacak. Fakat o emirleri öğreten ve
uygulayanlar da, Cennet'in hükümranlığında büyük olarak anılacak. Çünkü size
şunu söylemek isterim ki, Cennet'in hükümranlığına ayak basmadan önce,
vak'anüvistlerden ve Farisiler'den çok daha iyi ve doğru insanlar olmalısınız!
Eski zamanlarda insanlara, 'Katletmeyeceksin,'
denildiğini duydunuz ve kim katlederse, mahkemede hesabını vermelidir. Fakat
ben size diyeceğim ki, kardeşine [diğerlerine] kızgınlık besleyen biri de,
yargılanmalı; her kim ki, tepeden baktığı kardeşine salak der, yüce divanın
hükmüne müstahak olmalı; ve her kim ki, kardeşine kaybolmuş bir ruh diye
tepeden bakarsa, mahvolmanın ateşine doğru gidecektir.
Öyle ki, hediyeni mihraba bırakacağın
sırada, kardeşinin senin aleyhinde düşüncelere sahip olduğunu hatırlarsan, hediyeni,
mihrabın önünde bırak ve ayrıl. Önce kardeşinle barış, ondan sonra gel ve
hediyeni sun. Elinde fırsat varken muhalifinle barış, yoksa o seni dâva
edebilir ve hâkim de zindana atılman için seni mahkemenin görevlisine teslim
edebilir. Bana inan, cebindeki son meteliği ödemedikçe oradan çıkamazsın!
Eski zamanlarda insanlara, 'Zina
etmeyeceksin’ dendiğini duydunuz. Ama ben size diyeceğim ki, her kim ki bir
kadına şehvetle bakar, o kadınla, kalben, zina etmiş sayılır.
Evet, sağ gözün seni yanlış yola sürüklerse,
onu kes ve kaldırıp at; bütün vücudun çöplüğe atılmaktansa, organlarından bir
tanesini kaybetmen daha iyidir.
Yine, karısını boşayan bir kimsenin, ona
bir boşanma belgesi vermesi gerektiği söylendi. Ama ben size diyeceğim ki,
kendisine sadakat dışında herhangi bir sebeple karısını boşayan biri, onu
zinaya sürüklemiş olur. Ve boşanmış bir kadınla evlenen biri de, yine zina
etmiş sayılır.
Yine eski zamanlarda insanlara, 'Yalan
yere yemin etmeyeceksin, fakat yeminlerini Allah'ın üzerine yerine
getireceksin' dendiğini duydunuz. Fakat ben sizlere diyorum ki: Hiç yemin
etmeyin. Cennet üzerine yemin etmeyin, çünkü orası Allah'ın tahtıdır; yeryüzü
üzerine yemin etmeyin, çünkü orası Allah'ın ayak taburesidir; Kudüs üzerine
yemin etmeyin, çünkü orası büyük Kralın şehridir. Hayır, kendi başınızın üzerine
de yemin etmeyin, çünkü tek bir saçını dahi, ak veya kara yapamazsın! Söylemek
istediğin ne varsa, ’evet'in basit bir 'evet' ve 'hayır'ın da basit bir 'hayır'
olsun, bundan fazlasında bir kötülük lekesi vardır.
'Göze göz, dişe diş,' dendiğini duydunuz, fakat ben size diyeceğim
ki: Size zarar vermek isteyene karşı koymaya çalışmayın. Sağ yanağına tokat
atana, sol yanağını da çevir. Eğer bir kimse sırtındaki ceketin için seni dâva
ederse, bırak alsın ve isterse paltonu da alsın. Eğer bir kimse sizi,
kendisiyle bir kilometre gitmeye zorlarsa, siz iki kilometre gidin. Sizden
herhangi bir şey isteyene, verin ve borç isteyeni de geri çevirmeyin.
'Komşunu seveceksin ve düşmanına kin
besleyeceksin,' dendiğini duydunuz.
Fakat ben size diyeceğim ki: Düşmanlarınızı da seviniz ve size eza edenler
için dua ediniz ki Cennet'teki Rabb’nın oğulları olasınız. Çünkü o güneşini,
iyi insanların üzerine olduğu kadar, kötü insanların da üzerine doğdurur ve
yağmurunu, hiçbir fark gözetmeksizin, hem iyi hem kötü insanların üzerine
yağdırır.
Zira şayet sadece, sizi sevenleri
severseniz, bu size ne gibi bir itibar kazandırır?
Vergi
tahsildarları da aynı şeyi yapmıyorlar mı! Ve şayet sadece, kendi
çevrenizdekilerle selâmlaşırsanız, istisnaî bir şey mi yapmış oluyorsunuz?
O
kadarını putperestler de yapıyor. Hayır, Semavî Rabb’ınızın mükâfatına lâyık
görülmeyeceksiniz.
Şu halde, diğerlerine iyilik yaptığınız
zaman, kendilerine hayranlık beslendiğini göstermek için havralardaki ve sokaklardaki
aktörlerin yaptıkları gibi, önünüzde yürümesi için bir borazancı kiralamayın.
Bana inanın; onların bütün mükâfatı o! Hayır, muhtaç olanlara yardım ettiğin
zaman, bu yaptığın iyiliğin gizli kalması için, sağ elinin yaptığını sol eline
bile gösterme.
Ve dua ettiğiniz zaman da, oyunlardaki
aktörler gibi hareket etmeyiniz. Onlar, diğerlerinin kendilerini görmeleri
için havralarda ve köşebaşlarında durup dua etmeye bayılırlar. Bana inanın;
onların bütün mükafatı o! Dua edeceğiniz zaman, odanıza çekilin, kapıyı
kapayın ve Rabb’ınıza mahremiyette dua edin. Ve dua ederken de, pek çok sayıda
kelimeye yer verdikleri için işitileceklerini sanan putperestler gibi ağızlarınızda
uzun dualar gevelemeyin. Onlar gibi olmayın. Unutmayın ki, Allah sizin
Rabb’ınızdır, ve siz daha ondan dilemeden, o sizin nelere ihtiyacınız olduğunu
bilir. Şöyle dua edin:
'Semavî Rabb’mız, adınız şereflendirilsin;
'Senin hükümranlığın yeryüzüne de gelsin ve
Cennet'te olduğu gibi, burada da senin iraden hükümran olsun!
'Bugün ihtiyacımız olan ekmeği bize ver,
'Bize borçlu olanları bağışladığımız gibi,
sana olan borçlarımızdan ötürü, sen de bizi bağışla.
'Bizi iğvalardan (azdırılmaktan) uzak tut ve
kötülüklerden koru.'
Çünkü diğerlerinin kusurlarını bağışlarsan,
Semavî Rabb’ın da seni bağışlayacak. Ama sen diğerlerini bağışlamazsan, Semavî
Rabb’ın da ne seni ne de senin kusurlarını bağışlar.
Oruç tuttuğunuz zaman da, kendinizi,
oyunlardaki sefil aktörlere benzetmeyin. Onlar, oruç tuttuklarını diğerlerinin
görmesi için, kasten suratlarının şeklini değiştiriyorlar. Bana inanın;
onların görüp görecekleri bütün mükâfat bu. Hayır, oruç tuttuğun zaman, oruç
tuttuğunu kimsenin bilmemesi için, saçını başını düzelt ve yüzünü yıka ki,
kendinle Rabb’ın arasında bir gizlilik olarak kalsın.
"Yeryüzünde hazine üzerine hazine
yığmayın; böcekler yer, paslanır ve bozulur, ve hırsızlar çalıp götürür.
Hâzineni Cennet’te tut; orada ne böcekler vardır ne de paslanır ve ne de hırsızlar
çalıp götürür. Zira hâzineni nereye koymuşsan, kalbinin de orada bulunacağına
hiç şüphen olmasın!
Vücudunun lâmbası gözündür. Gözün iyi
olursa, bütün vücudun da ışığa gark olur. Fakat gözünde kötülük varsa, bütün
vücudun karanlıklara gömülür. Eğer karanlıktan başka ışığın yoksa, o zaman
dünyan gerçekten karanlıktır.
Hiç kimse, iki efendiye kulluk edemez. Ya
birinden nefret edecek ve diğerini sevecek veya birini destekleyecek ve ötekinden
lânetle bahsedecektir. Hem Allah'a hem de paranın gücüne kulluk edemezsin. İşte
bunun için de ben size diyorum ki: Ne yiyeceğim, ne içeceğim veya ne giyeceğim
diye düşünerek hayatını endişe içinde geçirme. Unutma ki, hayat
yiyip-içmekten, vücudunuz da sırtınızdakilerden daha önemli. Havadaki kuşlara
bakın. Onlar, ne eker, ne biçer ve ne de ambarlara yığar, ama yine de Semavî
Rabb onları doyurur. Siz onun indinde kuşlardan daha değerli değil misiniz?
Aranızdan
herhangi biri, istediği kadar üzülsün, boyunu bir santim uzatabilir mi?
Hem
ne giyeceğim diye niye kaygılanıyorsunuz?
Yabani çiçeklerin nasıl büyüdüklerini düşünün.
Onlar ne çalışır ne dokurlar, ama bütün şaşaasına rağmen, Süleyman
(Peygamber) bile bu çiçeklerden biri gibi giyindirilip kuşandırılmıştı! Ve
Allah, bugün açan ve yarın sobada yakılan kır çiçeklerini bile böyle
giyindirirse, ey imanları tam olanlar, sizi daha iyi giyindirmez mi?
Demek ki, üzülmeyin ve şunları söylemeyin:
'Ne yiyeceğiz, ne içeceğiz veya ne giyeceğiz?
’ Putperestlerin her zaman istedikleri
bunlar; Semavî Babanız onların hepsine ihtiyacımz olduğunu biliyor. Kalbinizi
onun hükümranlığına ve onun iyiliklerine verin ve o zaman, vakti saatinde bütün
bu şeyler size de gelecek.
Şu halde, yarın ne olacak, diye üzülmeyin.
Yarın, kendi derdine çare bulur! Bir günün müşkülleri bir gün için yeter.
Halkı tenkit etmeyin ki, siz de tenkit
edilmeyesiniz. Zira sizin hakkınızdaki hüküm, diğerlerini nasıl tenkit
ettiğinize göre verilecek ve başkalarını değerlendirdiğiniz ölçülerle de siz
değerlendirileceksiniz.
Kardeşinin gözündeki çöpü görüyorsun da,
kendi gözündeki merteği niye görmüyorsun?
Kendi
gözündeki bir mertek dururken, kardeşine, 'Gel, gözündeki çöpü alayım,' nasıl
diyebilirsin?
Seni
sahtekâr, seni! Önce kendi gözündeki merteği çıkar ki, kardeşinin gözündeki
çöpü açıkça görebilesin.
Kutsal şeyleri köpeklere vermemen gerektiği
gibi, incilerinizi de domuzların önüne dökmeyin ki, onları, ayaklan altında
çiğneyip, dönüp size saldırmasınlar.
Dileyin ki, verilsin. Arayın ki, bulasınız.
Kapıyı çalın ki, açılsın. Çünkü, dileyene her zaman verilir; arayan her zaman
bulur ve kapıyı çalana da kapı açılır.
Eğer içinizden herhangi birinin çocuğu
sizden ekmek istese, ona bir taş verir misiniz, veya sizden bir balık istese,
ona bir yılan mı verirsiniz?
Şu
halde, içinizdeki bütün kötülüklere rağmen, çocuklarınıza tabiî olarak iyi
şeyleri verirseniz, kendisinden istendiği vakit, Semavî Rabb’ınızın iyi şeyleri
vermesi çok daha fazla muhtemel değil midir?
Kendinize nasıl davranılmasını istiyorsanız,
diğerlerine de öyle davranınız—bütün hakikî dinlerin özü budur.
içeriye dar kapıdan girin. Zira büyük kapı,
felâkete götüren geniş bir yola açılır ki, pek çokları o yolda gidiyor. Dar kapı
ve sert yol, hayata götürür ki, onu bulanlar da pek az.
"Sahtekâr vaizlerden sakının; onlar
koyun gibi giyinirlerse de, gerçekte aç kurtlardırlar. Onları meyvalarından
tanıyacaksınız. Bir çalılıktan bir salkım üzüm veya bir yığın dikenden incir
toplanabilir mi?
İyi
olan her ağaç da iyi meyva veremez. İyi meyva veremeyen ağacı keser ve
yakarlar. Bundan böyle, insanlar da meyvalarıyla bilinir.
Bana, 'Ya Rab, Ya Rab' diyen herkes,
Cennet'in hükümranlığına girecek değil, oraya girecek olan, benim Semavî
Rabb’ımın isteklerini yerine getirenlerdir.
'O gün' geldiği zaman pek çokları bana
diyecek ki: 'Ya Rab, Ya Rab, biz vaazlarımızı senin adına vermedik mi, şeytanları
senin adına aramızdan atmadık mı ve senin adına daha pek çok büyük işler
yapmadık mı?
' Ben, o zaman onlara açıkça diyeceğim ki:
'Ben sizi hiç tanımıyorum. Gidin yanımdan; siz kötülüklerin safında çalıştınız.’
Bu sözlerimi işitip uygulayanlar, evini, bir
kaya üzerinde kuran makûl bir insan gibidir. Yağmur yağıp seller her tarafı
götürdü ve fırtınalar onun evi üzerinde kükredi—ama ev yıkılmadı, çünkü temeli
kaya üzerindeydi.
Ve bu sözlerimi işitip de onları
uygulamayanlar, evini, kum üzerine kuran ahmak insan gibidirler. Yağmur yağıp
seller her tarafı götürdüğü ve fırtınalar, onun evi üzerinde kükrediği zaman,
evi, büyük bir gürültü ile yıkıldı."
Sh: 3-9
***********************
Akıllı konuşur, çünkü
onun söylemek istedikleri var; aptal konuşur, zira bir şey söylemek
mecburiyetinde olduğunu zanneder.
Platon
Meleklerin bile
yürümekten korktuğu yere aptallar koşarak giderler.
Alexander Pope
Aptallara teşekkür
etmeliyiz, çünkü bizler başarılarımızı onlara borçluyuz.
Mark Twain
Sokrat, yazılı hiçbir
şey bırakmadı; kendinden sonra gelenlere Platon (Eflâtun) vasıtasıyle hitap
etti. Sokrat’ın yargılanmasını, o zaman genç olan Platon, günü gününe takip
etti, not aldı. Sokrat’ın kendini savunması “Platon'un Diyaloglarında
yayımlandı. Otoriteler, Platonun, Sokrat’ın kendisini savunurken
söylediklerine sadık kaldığını söylüyorlar.
MAHKEMEDEKİ SAVUNMA
Atinalılar, çok geçmeyecek, bilge insan
Sokrat'ı ölüme mahkûm ettiğiniz için bu şehiri lekelemek isteyenlerin
lânetlerine maruz kalacaksınız.
Sizi lekelemek isteyenlere benim, bilge bir
insan olduğumu söyleyeceksiniz ki, ben, aslında hiç de bilge değilim. Biraz
beklemiş olsaydınız, bu iş kendiliğinden vuku bulacaktı, zira yaşıma
bakarsanız, çok yaşlanmış, bir ayağı çukurda biri olduğumu göreceksiniz. Ben
bunu, hepinize değil, sadece beni ölüme mahkûm edenlere söylüyorum. Ve aynı
insanlara şunu da söylemek istiyorum: Atmalılar, belki, cezalandırılmamı önlemek
ve sizleri ikna etmek için söylemem gerekenlerin hiçbirini söylemediğim için
mahkûm edildiğimi düşünüyorsunuz. Hiç de değil: Ben, kendimi savunacak tarzda
konuşmadığım için değil, cezalandırılmam istendiği için cezalandırıldım;
cüret ve küstahlığım yüzünden, sizlerin işitmekten hoşlanacağınız şeyleri
söylemediğim, pişman olduğumu söyleyerek ve ağlayıp sızlayarak, diğerlerinden
işitmeye alışık olduğunuz tarzda, kendi şeref ve haysiyetimle bağdaşamayacak
şeyler söylemediğim için cezalandırıldım.
Fakat tehlikeden kaçınmak için hür bir
insana yaraşmayacak herhangi bir şeyi yapmayı aklımdan geçirmediğim gibi,
kendimi, böyle savunduğum için de pişman değilim; o şekilde yaşamaktansa,
böyle savunduğum için ölmeyi çok daha tercih ederim. Zira, ister bir mahkemede
olsun ister bir savaş alanında, benim veya herhangi bir kimsenin ölümden kaçması
için her çareye başvurması doğru değildir; çünkü, bir savaşta sık sık görüldüğü
üzere, bir kimse, elindeki silâhları yere bırakıp kendisini savaştığı
insanların merhametine terk etmekle ölümden kurtulabilir. Ve yine bir kimsenin,
her şeyi yapmaktan ve her şeyi söylemekten kaçınmadığı takdirde, her tehlikeyi,
ölümle karşı karşıya kalmadan atlatabilmesi için daha pek çok yol vardır.
Fakat Atmalılar, ölümden kaçmak zor bir şey
değil; çok daha zor olan şey, doğru yoldan ayrılmaktır ki, bu da insanı,
ölümden daha çabuk yakalar. Ve ben artık yaşlandığım ve yavaşladığımdan, o iki
şeyden birincisi bana yetişti; ama beni itham edenler ise, güçlü-kuvvetli ve
faal insanlar olduklarından, onları, birincisinden daha hızlı ve daha kötü
olanı yakaladı. Ve şimdi, sizlerin ölüme mahkûm ettiği ben, ayrılıyorum; ama
hakikat, onları, haksızlık ve adaletsizlikle mahkûm etti; ben cezamı çekmeye
razıyım; onlar da kendi cezalarını çekmeye razı. Belki sonunun böyle tecelli
etmesi gerekiyordu ve böyle neticelenmesi de, sanırım, en iyi bir yol.
Şimdi, beni mahkûm edenlere, onları ne gibi
bir kaderin kendilerini beklediğini söylemek kehanetinde bulunacağım; zira, ben
şimdi, insanların çok defa kehanette bulundukları bir durumda, yâni ölmek
üzereyim.
Atinalılar, beni ölüme mahkûm edenler,
ölümümden hemen sonra Jüpiter [Jüpiter eski Romalıların baş tanrısı idi] sizi,
bana lâyık gördüğünüzden çok daha şiddetli bir cezaya çarptıracak. Çünkü siz,
bana bu cezayı, kendi hayatınızın hesabını vermekten kurtulacağınızı sandığınız
için verdiniz.
Sizi temin ederim ki, başınıza, bunun tam
karşıtı gelecek.
Sizleri—sizin sezmemenize rağmen, şimdiye
kadar dizginlediğim—çok daha fazla sayıda insan itham edecek ve onlar, genç
insanlar olduklarından, çok daha sert hareket edecekler ve bu da sizi, daha
fazla kızgınlığa sevkedecek. İyi bir hayat sürmediğiniz için beni ölüme mahkûm
etmekle, sizi kınayacak ve suçlayacak olanları da engellediğinizi sanıyorsanız,
fena halde yanılıyorsunuz. Zira böylesine bir sıyrılış ne mümkündür ne de
şerefli bir yol.
En şerefli ve en kolay yol, diğerlerinin
hareketlerini dizginlememek ve insanın, kendisini mükemmelliğe götürecek yolu
kendisinin bulması imkânını sağlamaktır. Beni ölüme mahkûm edenlerin başına
neler geleceğini böylece söyledikten sonra, onlardan ayrılıyorum.
Şimdi de, hâkimlerin meşgul oldukları şu
sırada ve öleceğim yere de henüz götürülmediğimden, benim beraatımı
isteyenlere, şimdiye kadar olup bitenleri memnuniyetle anlatacağım. O halde,
Atmalılar, beni biraz daha dinleyin, zira izin verildiği takdirde, beraberce
sohbet etmemizi hiçbir şey engelleyemez ve ben, dostlarım olan sizlere, başıma
gelen şeyin ne olduğunu anlatmak istiyorum: Hâkimlerim—sizlere hâkimler diye
hitap etmekle doğru bir söz söylüyorum—bana garip bir şey oldu. Benim koruyucu
meleğimin alışageldiğim kehanetli sözleri, her fırsatta, hattâ en önemsiz
işlerde dahi, yanlış bir şey yapmak üzere idi isem, beni ikaz etti, fakat şimdi
başıma gelen bu hâlde, herkesin başıma gelebilecek en büyük bir kötülük
olacağını sanmalarına rağmen, sizin de gördüğünüz gibi, bu sabah evden
ayrıldığım zaman ve yargılanmanın yürütüldüğü buraya geldiğim ve konuşmam
sırasında bir şey söyleyeceğim zaman, tanrının, bu dizginleyici sesi ikaz ve
ihtar etmedi; halbuki, diğer zamanlarda, konuşmalarımın ortasında beni sık sık
dizginliyordu. Fakat şimdi bütün bu işlem sırasında, ister bir şey yapmış ister
söylemiş olayım, hiçbir zaman bana karşı çıkmadı. O halde, bunun sebebi ne
olmalı?
Söyleyeyim: Başıma gelen şeyle, gazap yüzünden
rahmete kavuştuğum anlaşılıyor da ondan; ve ölümün bir kötülük olduğunu
sandığımız zaman da, doğru düşünmek mümkün olamaz. Bunun en kesin delili de şu
gerçektir ki, eğer kendimi bazı iyi şeylerle karşı karşıya görmüş olmayacak
idi isem, alıştığım o sesin bana karşı çıkmaması mümkün değildi.
Bundan da ölümün bir nimet olduğu büyük
ümidini çıkarabiliriz. Çünkü ölmek şu iki şeyden biridir: Ceset, ya hiçbir
hissi kalmazcasına yok olur gider, veya, söylendiği gibi, ölüm, ruhun, belirli
bir değişiklik neticesinde başka bir yere göçmesidir. Ve eğer ölüm, âdeta
rüyasız bir uyku gibi, bütün hislerin kaybolduğu bir hâl ise, fevkalâde bir
kazanç olur. Eğer bir kimse, rüya görmeden, deliksiz uyuduğu bir geceyi seçse
ve o geceyi hayatının diğer gece ve gündüzleri ile mukayese ettikten sonra,
bütün hayatı boyunca o geceden daha iyi ve daha hoş kaç gün ve gece geçirdiğini
düşünse, bana öyle geliyor ki, sadece bir vatandaş değil, koca bir kral dahi
öyle bir gece ile mukayese edebileceği gündüz ve gecelerinin parmakla sayılacak
kadar az olduğunu görürdü. Şu halde, ölüm böyle bir şey ise, ben bunun bir
kazanç olduğunu söyleyeceğim; zira bütün gelecek tek geceden ibaretmiş gibi
görünecektir.
Fakat ölüm, öte yanda, buradan başka bir
yere götürülme ise ve bütün ölülerin orada bulunduğu söylendiği doğru ise,
hâkim beyler, bundan daha büyük bir nimet düşünübilir mi?
Çünkü
kendilerinin hâkim olduklarını sananlardan kurtulup Hades'e [Yunan
mitolojisinde ölülerin toplandıkları yer] ulaşan biri ise, gerçek hâkimleri ve
orada hâkimlik yaptıkları söylenen Minos'u, Rhadamanthus'u, Aekus'u ve
Triptolemus'a, ve hayatta iken âdil hareket eden öteki yarıtanrılar görecektir
ki, bu şimdi hazin bir göçüş mü sayılır?
Orpheus ve Musaeus'la Hesiod ve Homer'le bir
görüşmeye, bir karşılıklı konuşmaya paha biçilebilir mi?
Eğer
bütün bunlar doğru ise, ben tekrar tekrar ölmeye razıyım. Benim için zamanımı
orada geçirip Palamedes'le, ve Telamon’un oğlu Ajax'la ve adaletsiz cezaların
öldürdüğü diğer bütün eski insanlarla tanışmak ne büyük bir nimet olur. Benim
ızdıraplarımı, onların çektikleriyle karşılaştırmak hiç de nâhoş bir iş
olmayacaktır.
Fakat benim için en büyük zevk, tıpkı
şimdiye kadar burada yaptığım gibi, kimlerin bilge olduklarıyla ve kimlerin,
bilge olmamalarına rağmen kendilerini bilge sananları sınava çekmekle sarf
edeceğim zamanlar olacaktır. Hâkim beyler, Troy seferinin büyük kumandanını,
veya Ulysses'i, veya Sisyphus'u ve kadınlı erkekli on binlerce diğerlerini
sınava çekmek fırsatını ele geçirmeye paha biçilebilir mi?
Onlarla sohbet etmek, işbirliği yapmak, onlara
sualler yöneltmek tasavvur edilemez bir mutluluk olmaz mı?
Şüphesiz,
böyle şeyler için oradaki hâkimler, insanı ölüme mahkûm etmezler, zira diğer
hususlarda, buradakilerden daha mutludurlar ve bundan böyle, eğer söylenenler
doğru ise, ölümsüzdürler.
Şu halde hâkim beyler, ölüm üzerinde
düşündüğünüz zaman, kalbinizden iyi ümitler geçsin ve şu hakikat üzerinde fikir
yürütün ki, iyi bir insana ne hayatta iken ne de öldüğü zaman hiçbir kötülük
yapılmayacağı gibi, onun düşünce ve endişelerine de tanrılar sırt çevirmezler.
Benim başıma gelen, hiç de tesadüfi bir şey değil ve şimdi benim için şu berrak
bir gerçek ki, artık ölmek ve bütün endişe ve sıkıntılardan kurtulmak benim
için daha iyi. Bu hususta ikaz ve engelleme, beni hiçbir zaman yolumdan
ayırmadı ve ben, beni mahkûm edenlere veya itham edenlere kırgın ve gücenmiş de
değilim. Gerçi onlar, beni itham ve mahkûm ederlerken bu neticeyi değil de,
bana sadece zarar vermeyi düşünüyorlardı ki, bu noktada, onların suçlu
gösterilmeleri gerekir.
Maamafih, onlardan şunu istirham ediyorum:
Eğer oğullarım büyüdükleri zaman, faziletli insanlar olmaktan ziyade zenginlik
ve diğer şeyler üzerinde dururlarsa, siz de onlara acı çektirin ve onları
cezalandırın ve hiçbir şey olmadıkları hâlde kendilerini bir şey sanırlarsa,
yapmaları gerekenler üzerinde durmayıp, hiçbir değerleri olmadıkları halde kendilerini
büyük görürlerse, benim sizlere yaptığım gibi, siz de onları kınayın, haşlayın.
Bunu yaptığınız takdirde, bana ve oğullarıma âdilce hareket etmiş olacaksınız.
Artık ayrılmak zamanı geldi—ben öleceğim,
sizler yaşayacaksınız. Ama hangimizin durumunun daha iyi olacağını da tanrıdan
başka kimse bilmez.
Meraklısına Not: Atinalı filozof Sokrat (yaşının,
yargılanması sırasında kendisince tahmininden anlaşıldığı üzere) M.O. 470'de
doğdu ve 399'da da zehir içerek öldü. Sokrat, çağının tanınmış hocalarından
ders aldı; astronomi ve geometri sahasında bilhassa bilgili idi; Perikles'in
çevresindeki bilgin ve filozoflar grubuna dahil oldu. Muhtelif cephelerde
savaştı, fakat fiilî politika ile hemen hemen hiç ilgilenmedi; politika ile
vicdan arasındaki ihtilâf ve çatışmanın kendisini, süratle ölüme
sürükleyeceğine inanıyordu. Hayatı, şehrin sokaklarında geçti; her iş ve
meslekteki insanlarla, gençlerle, şairlerle ve politikacılarla onların
meslekleri, iyilik ve kötülük anlayışları üzerinde durdu, konuştu, tartıştı.
Kendisinin Tanrı (Apollo) tarafından bilgi edinmek üzere görevlendirildiğini
sandı; bilgiye giden yolun, insanın kendi cehaletini idrak etmesi ile
başladığını söyledi. Bu sözlerine rağmen, bir ülkenin mutluluğunun, ferdin
mutluluğu gibi, nelerin iyi olduğunu idrak ettiğine dayandığını bildiğinden ve
politikacılar da bunu idrak etmediklerinden, kendisinin, "devlet
adamı" sıfatına lâyık bir Atinalı olduğunu söyledi. Suçluların
affedilmesini öngören kanuna rağmen, iki ayrı suçu işlediği ileri sürülerek,
399'da tutuklandı. İtham edildiği suçlardan biri, "gençlerin ahlâkını bozmak"
ve diğeri, "şehrin ibâdet ettiği mâbutlara karşı yeni dinî inanışlar"
yayması idi.
Sh:
33-38
Voltaire'in ölümünün
yüzüncü yılında, ünlü Fransız yazarı ve şairi Vıctor Marie Hugo, bu büyük
Fransız nüktedanı, dramatisti ve filozofu hakkında aşağıda metni verilen
belâgatli hitabeyi yaptı.
“VOLTAIRE”
Yüz sene önce bugün bir adam öldü. O ölümsüz
adam, senelerin ağırlığı altında, eserlerinin ağırlığı altında, en şaşaalı ve
en ürkütücü sorumlulukların ağırlığı altında, aydınlanmış ve ıslah edilmiş
insanlık vicdanı sorumluluğunun ağırlığı altında, bu dünyadan göçtü. O,
lânetlenmiş ve kutsanmış olarak bu dünyadan göçtü; mazinin lânetlemesi ve
istikbalin takdis etmeleriyle göçtü; ve bunlar da, şaşaanın haşmetli iki
şekli. Bir tarafında, çağdaşlarının ve istikbalin alkışları; öte yanında,
yatıştırılamayan amansız mazinin, kendisi ile mücadele edenlerin armağan
ettiği nefret ve yuh haykırışları ile ölümsüzlüğe erişti. Voltaire, insandan
da fazla bir insandı; o bir çağ idi. Onun bir fonksiyonu ve yerine getirdiği
görevi vardı. O, gayet açık ki, kendisini, tabiatın kanunlarında olduğu gibi,
kaderin kanunlarında da gözle görülürcesine belli eden İlâhi Varlığın, belirli
işleri yapması için seçtiği insandı.
Bu adamın yaşadığı seksen dört yıl,
zirvesinde Hanedanlığın ve dibinde İhtilâlin bulunduğu bir devreyi kaplar. Doğduğu
zaman, XIV. Louis hâlâ hükümranlık ediyordu; öldüğü zaman da, taç On altıncı
Louis’nin başında idi; böylece Voltaire'in beşiği büyük tahtın son huzmelerini
ve tabutu da, büyük uçurumun ilk ışınlarını gördü.
Burada, daha da ileri gitmeden uçurum
kelimesiyle ne söylendiğini anlamaya çalışalım. İyi uçurumlar da vardır;
şeytanlığın gömüldüğü uçurum gibi.
Kendi sözlerimi kendim kestiğim için,
düşüncelerimi tamamlamama müsaade ediniz. Burada, gelişigüzel veya geçersiz
bir kelime kullanmayacağım. Biz, burada medeniyetin bir sahnesini icra etmek
için toplandık. Biz, burada gelişmeyi onaylamak, felsefe uğrunda felsefecilere
beslediğimiz hürmeti belirtmek, on sekizinci asrı on dokuzuncu yüzyıla
getirmek, yüce ruhlu savaşçıları ve ülkenin iyi hizmetkârlarım şereflendirmek,
halkın, sanayinin ve ilmin asil gayretlerini, gelişme yolunda kahramanca
ilerleyişini, insanlık barışım pekiştirme yolundaki gayretleri kutlamak için,
bir kelime ile, o yüce ve evrensel barışı kutlamak için toplandık. Barış, medeniyetin
fazileti, suçu ise harptir. Biz, şu ulu anda, bu heybetli saatte, ahlâkî kanun
önünde dinî bir şevkle eğilerek, Fransa'nın şu sözleri işittiğini bütün dünyaya
söylemek için toplandık: Sadece bir güç vardır—adalet hizmetindeki vicdan; ve
sadece bir şaşaa vardır—hakikat hizmetindeki deha. Bu, böylece söylendiğinden,
sözlerime devam ediyorum.
İhtilâlden önce sosyal yapı şöyle idi:
Tabanda halk;
Halkın üstünde, ruhban sınıfının temsil
ettiği din;
Dinin yanında da, hükümetin hâkimlerinin
temsil ettiği adalet.
Ve, insanlık âleminin o devresinde, halk
nasıldı?
Cehalet içindeydi. Din nasıldı?
Müsamahasızlıktı. Adalet nasıldı?
Adaletsizlikti. Kelimelerimde çok mu ileri
gidiyorum?
Karar
verin.
İki gerçeği, fakat iki kesin gerçeği
belirtmekle yetineceğim.
Toulouse'da, 13 Ekim 1761’de, bir evin alt
katında bir gencin asılmış cesedi bulundu. Halk toplandı, papazlar kızdı, köpürdü,
hâkimler araştırdı. Genç intihar etmişti; onlar ise, katledildiğini söylediler.
Kimin çıkarı için?
Dinin çıkarı için.
Ve kimi suçladılar?
Gencin babasını! Adam bir Huguenot idi [Huguenot'lar,
John Calvin’in yolunda giden Fransız Protestanları idiler.] ve oğlunun Katolik
olmasını engellemek istiyordu. Burada ahlâkî bir canavarlık ve mümkün
olamayacak bir şey vardı, ama bunların hiç önemi yoktu! Bu baba oğlunu
öldürmüştü; bu ihtiyar adam oğlunu asmıştı. Adalet mekanizması işledi ve
netice de bu oldu. Böylece, 1762 Martında, Jean Calas adındaki beyaz saçlı
adam, başı aşağı sarkık, çırılçıplak bir tekerleğe bağlanmış olarak bir
meydana getirildi. Darağacın kurulduğu plâtformda üç kişi vardı: Cenazenin
yerine getirilmesine nezaret etmekle görevli David adındaki bir hâkim, elinde
haç tutan bir papaz ve elinde demir bir çubuk bulunan cellat. Dehşet içinde
kendini kaybetmiş adam, papaza değil de cellâta bakar. Cellat elindeki demir
çubuğu havaya kaldırır ve adamın bir kolunu kırar. İniltili sesler çıkaran
kurban bayılır. Hâkim öne çıkar; ölüme mahkûm edilmiş adama tuz yutturur; adam
tekrar canlanır. Ardından celladın demir çubuğu ikinci defa indirişi ve yeni
iniltiler. Calas kendisini kaybeder, ayıltırlar ve cellat yeniden işe koyulur;
ve adamın kolları ve bacakları iki yerinden kırılmadan önce demir çubuk iki
defa indirilir, yâni adama sekiz defa ceza uygulanır. Sekizinci bayılıştan
sonra, papaz, öpmesi için putu adamın önüne getirir; Calas başını çevirir ve
cellat da bu yaşlı adama coup de grâce'i [acıya son vermek için
indirilen son darbe] uygular; yâni, elindeki demir çubuğun kalın ucu ile adamın
göğüs kemiklerini kırar. Jean Calas böyle ölür.
Ölümü iki saat sürdü. Ölümünden sonra
intiharın delilleri açıklandı. Fakat biri katledilmişti. Kimler katletmişti?
Hâkimler!
Bir diğer gerçek. Üç sene sonra, 1765'te,
Abbeville'de, bir gece şiddetli rüzgârdan sonra, bir köprünün kaldırımında böceklerin
yedikleri çürümüş tahta bir haç bulundu; haç, üç asır, alçak bir duvara
tutturulmuş duruyordu.
Haçı kim fırlatıp atmıştı?
Dine
karşı bu büyük suçu kim işlemişti?
Bilinmiyor. Belki yoldan geçen biri. Belki
rüzgâr.
Suçlu kimdi?
Amiens Başpapazı bir monitoire
yayınladı. [Monitoire, halka nasihat veren, onları kötülüklerden
uzaklaştırmaya yönelik bir çeşit bildiri demektir.] Ama başpapazın monitoire'ı
aslında bir monitoire değildi. Bu, bütün halk için bir emirdi. Onlar,
bu konuda bildiklerini veya bildiklerini zannettiklerini söylemezlerse,
cehennemin bütün azabının başlarına yıkılacağını ikaz eden bir emir,
fanatizmden, cahillere yöneltildiği takdirde, ölüm saçan bir emir. Amiens
Başpapazınınmonitoire'ı beklenen sonucu doğurdu; kasabada, böyle bir
suçu kimlerin işleyebileceği dedikoduları derhal her tarafa yayıldı. Adaletin
keşfettiği, keşfettiğini sandığı gerçek şu: Haçın fırlatıldığı gece, iki kişi,
birinin adı La Barre, diğerinin D'Etallonde olan iki bekçi, sarhoş bir halde
Abbeville Köprüsünden geçerlerken bekçi odalarında söylenen şarkıyı
söylüyorlardı. Abbeville Mahkemesi toplandı. Bu Mahkeme, Toulouse Mahkemesi'nin
tıpatıp aynı idi. İkisinin tutuklanması için emir çıktı. La Barre yakalandı,
D'Etallonde kaçtı. Mahkeme, La Barre'ı haçı yere atmakla suçladı. La Barre,
köprüden geçmediğini söyledi; şarkı söylediğini itiraf etti. Abbeville Mahkemesi,
kendisini ölüme mahkûm etti; La Barre, Paris'teki Parlamentoya başvurdu.
Kendisini Paris'e götürdüler. Parlamento, Abbeville Mahkemesinin kararım
onayladı. La Barre, zincire bağlanarak Abbeville'e getirildi. Vahşet saati
başladı. La Barre'ı, suç ortaklarını söyletmek için, alelâde ve olağanüstü
işkencelere başlandı. Hangi işteki suç ortakları?
Köprüden geçerken şarkı söylediği zamanki suç
ortaklarını mı?
İşkence sırasında, cellâtlar onun bir dizini
kırdılar. Kemiklerinin kırıldığını anlayan La Barre bayıldı. Ertesi günü, 5
Haziran 1776'da, La Barre, Abbeville'de, suçluların yakıldıkları büyük meydana
getirildi. Mahkemenin hükmü La Barre'ı okundu. Sonra bir elini kestiler,
ardından demir kerpetenle dilini kopardılar, nihayet, merhamet hisleri kabaran
cellatlar, kafasını keserek ateşe attılar. İşte, Şövalye La Barre böyle öldü.
On dokuz yaşında idi.
Ve işte o zaman, bu vahşet karşısında
Voltaire'in sesi yükseldi; onun ebedî şaşaası olan sesi!
Voltaire, sen, daha sonra, mazinin bu dehşet
uyandıran mahkemesinin kararı üzerine, dehşet saçan zalimlere ve canavarlara
karşı insan ırkının savunmasını yüklendin ve başarılı da oldun. Sen, ebediyen
takdis edilecek büyük bir insansın!
Belirttiğim bu dehşet saçıcı hâdiseler,
terbiyeli ve nazik bir cemiyetin ortasında vuku buluyordu. Bu, huzur içinde geçen
neşe dolu bir hayattı. Herkes işinde gücünde idi; halk gözlerini, ne
kendilerinden yukarıdakilere ne de alttakilere çeviriyordu. Onların bu
umursamazlığı dikkatsizlik olmuş; Saint Aulaire, Boufflers, Gentil-Bernard gibi
zarif şairler güzel mısralar yazıyorlardı; yüksek sosyete hayatı hep bayramdı;
Varsailles [kralların yaşadıkları Versay Sarayı] fevkalâde idi; Paris, olup
bitenlere sırtını dönmüştü. İşte o zaman, dinî vahşetin kışkırttığı hâkimler,
ihtiyar bir adamı tekerlekte öldürdüler ve bir papaz da, şarkı söylediği için
bir çocuğun dilini koparttı.
Bu saçma, bu sathî, bu kasvetli cemiyet
ortasında gözlerini, tek başına o birleşmiş güçlere, mahkemelere, asalete, hükümet
merkezine; o vicdansız güce, o kara kalabalığa, o vatandaşlara dehşet saçan,
efendileri önünde iki büklüm olan, kralın önünde dizlerine çöken o vicdansız
hâkimlere, riya ve fanatizm karışımı iğrenç papazlara gözlerini diken Voltaire,
tekrar edeyim, sadece Voltaire, sosyal adaletsizlik koalisyonuna, o muazzam ve
dehşetli dünyaya karşı harp ilân etti ve onlarla savaşmayı kabul etti.
Onun elindeki silâh ne idi?
Rüzgâr kadar hafif ve şimşek kadar güçlü bir
silâh; bir kalem.
O silâhla çarpıştı; o silâhla fethetti.
Onun hâtırasını selâmlayalım.
Voltaire fethetti; Voltaire'in harbi şaheser
bir harpti; bir kişinin, herkese karşı giriştiği harp, yâni, büyük bir harp.
Maddeye karşı düşüncenin savaşı, önyargılara karşı aklın savaşı, haksızlığa
karşı hakkın savaşı, ezenlere karşı ezilenlerin, iyiliğin, şefkatin savaşı.
Onda, bir kadının şefkat ve yumuşaklığı ve bir kahramanın gazabı vardı. O,
büyük bir akıl ve muazzam bir kalpti.
O, eski kanun ve davranış şekillerini, eski
dogma'ları ezdi. O, derebeyini, Gotik hâkimini, Papanın papazını ezdi.
Kalabalıkları, soylu bir halk hâline getirdi. Öğretti, yatıştırdı ve
medenileştirdi. O, Calas ve La Barre için olduğu kadar, Sirven ve Montbailly
için de çarpıştı; bütün tehditlere, bütün kızgınlıklara, bütün zulümlere,
iftiralara ve sürülmeye göğüs gerdi. O, yorulmak nedir bilmeyen, yerinden
oynatılamayan biri idi. Şiddeti bir gülümseme ile despotluğu, iğneleyici ve
küçümseyici sözleri ile yanılmazlığı [o zamanlarda Papanın yanılmaz olduğuna
inanılıyordu], ince alayları ile inatçılığı, hakikatle cehaleti ezdi.
Burada gülümseme kelimesini
kullandım. Burada duraklıyorum. Gülümseme! O, Voltaire idi.
O gülümseme, bazen kahkaha olur, fakat
felsefî üzgünlük onu yumuşatır: Voltaire'in şahsında, sonunda bir denge her
zaman kendisini belli eder. Bu denge, güçlüye karşı alay etmedir; güçsüze
karşı ise, okşama. Ezeni susturur, ezilene güvence verir. Büyükler karşısında
alay yolu ile şaka, küçükler karşısında ise, şefkat ve merhamet. Ama biz o
gülümseme, ile hareket edelim! O gülümsemede, şafağın ışık demetleri vardı. O
gülümseme doğruyu, haklıyı, iyiyi, faydalı ve değerli olan her şeyi
aydınlattı. Hurafelerin içini aydınlattı. O çirkin şeylerin içinde neler
bulunduğunu gösterdi. O aydınlatıcı gülümseme meyva verici bir gülümseme idi
de. Yeni cemiyet, eşitlik arzusu ve imtiyaz ve kendisini hoşgörü, karşılıklı
iyi niyet diye adlandıran kardeşlik, insanların ve onların sahip oldukları
hakların tasdiki, aklın en yüce otorite kabul edilmesi, önyargıların ve reçete
fikirlerin yok edilmesi, ruhların huzuru, müsamaha, affetme, ahenk ve barış
ruhu, hepsi o büyük gülümsemeden doğdu!
İnsanlığın, biribirinden bin sekiz yüz yıl
ara ile yaşamış iki hizmetkârı arasında esrarengiz bir bağlantı var.
Eski Museviler’in riyakârlıkları ile
mücadele etmek; sahtekârların yüzlerindeki maskeyi kaldırmak, zalimleri,
halkın malını gasp edenleri, önyargıları, hurafeleri yıkmak; yeniden inşa etmek
için eski mâbedi yerle bir etmek, yâni, sahtesinin yerine hakikisini koymak;
papazların sığınağı zalim hâkimlere saldırmak; eline bir kamçı alarak tefecileri
mâbedden kapı dışarı etmek; mirasçıların haklarını korumak; zayıfı, fakiri,
ızdırap çekeni, ezileni korumak, onlar için mücadele etmek; İsa Peygamber'in
giriştiği harp bu idi! Ve o harbi kim yürüttü?
Voltaire.
Ruhanî işin tamamlanması felsefî iştir;
şefkat ruhu başladı, hoşgörü ruhu devam etti. Derin bir hürmet hissi ile söyleyelim:
İsa Peygamber ağladı; Voltaire gülümsedi. O İlahî gözyaşları ve o İnsanî
gülümseme de, şimdiki medeniyetimizin tatlılığını oluşturdu.
Voltaire, her zaman gülümsedi mi?
Hayır. O çok defa kızgındı. Konuşmamın ilk
kelimelerinde buna dikkat ettiniz.
Şüphesiz, ölçü, ihtiyatlı hareket, aklın
yüce kanunlarıdır. Ilımlılık, filozofun nefes alıp verişidir, diyebiliriz. Akil
bir insanın gayreti, felsefenin oluştuğu bütün takribîlikleri bir tür berrak
kesinlik içinde toplamak olmalıdır. Fakat belirli anlarda, hakikat uğrundaki
hırs ve tutku, güçlü ve şiddetli bir tarzda yükselir ve temizleyen, saflaştıran
şiddetli rüzgârlar gibi, böyle hareket etmek de onun hakkıdır. Herhangi âkil
bir insanın, sosyal emeğin yüce desteklerini, adalet ve ümidi hiçbir zaman
sarsmayacağını ısrarla söylemek isterim; ve adaleti, kendi benliğinde
cisimleştirmiş ise, herkes hâkime hürmet eder ve ümidi temsil ediyorsa, herkes
papaza saygı besler. Fakat hâkimler işkence vasıtaları olurlarsa ve eğer Kilise,
Engizisyona dönüştürülürse o zaman insanlık onların önüne dikilir ve hâkime der
ki: “Senin kanunlarının
hiçbirini kabul etmiyorum!” Ve papaza da der ki: “Senin dogmalarının hiçbirini kabul
etmiyorum!” O ateşin yeryüzünü
yakıp kavurmasına ve o cehennemin de istikbali örtmesine müsaade etmeyeceğim!
O zaman felsefe, kızgınlıkla ayağa kalkar ve hâkimi tutukluyarak adaletin, ve
papazı tutuklayarak Allah'ın önüne getirir!
Voltaire'in yaptığı bu idi. Şaheser bir iş.
Voltaire'in kim olduğunu söyledim. Şimdi,
nasıl bir çağda yaşadığına geçeceğim.
Büyük insanlar nadiren yalnız gelirler; ulu
ağaçlar, bir ormanda üstünlük kurdukları zaman, daha da büyük görünürler; ve
işte o zaman, kendi "ev"lerindedirler. Voltaire'in çevresinde
kafalardan oluşan bir orman vardı; bu orman on sekizinci yüzyıl idi. Bu
kafalar arasında zirveler vardı: Montesquieu, Buffon, Beaumarchais. . . Ve
diğerleri arasında da, Voltaire'den sonra en yüksekliğe erişmiş iki kişi:
Rousseau ve Diderot. Bu fikir adamları, insanlara, akıllarını kullanmasını
öğrettiler. Aklın iyi kullanılması iyi hareketlere götürür; âdil kafalar, âdil
kalpler yaratır. Gelişmenin bu emekçileri faydalı bir şekilde çalıştılar.
Buffon naturalism'i [Yalnız tabiata dayanan ahlâk ve din veya felsefe] kurdu;
Beaumarchais, Moliere'in dışında, o zamana kadar hemen hemen bilinmeyen bir
komedi türünü, sosyal komediyi icat etti; Montesquieu, kanunda öylesine derin
kazılar yaptı ki, Hak'kı mezardan çıkardı. Rousseau'ya, Diderot’ya gelince, bu
isimleri ayrı olarak ele alalım. Diderot, bu engin zekâ ve merak, bu müşfik
kalp, bu adalete susamışlık, gerçek fikirlerin temellerini nelerin
oluşturduğunu anlatmak istedi ve ansiklopediyi kurdu. Rousseau ise tamamladı,
beşiğin bu iki heybetlisini, anneyi ve hastabakıcıyı yan yana getirerek
kadınlarda hayranlık uyandıran bir hizmette bulundu. Rousseau, bu belâgatli bu
patatik [dokunaklı] yazar, bu, bir hatibe yaraşan derin bir hayalcilik, siyasî
hakikati çok defa ilâhileştirerek ilân etti. Onun ideali, çok defa gerçekle
sınırdaş; o, kendisini Fransa'da ilk defa bir vatandaş olarak ilân etmenin
şaşaasına erişti. Rousseau'da, vatandaşlık dokusu titriyor; Voltaire'de
titreyen ise, evrensel doku. Şunu söyleyebiliriz ki, meyva verici On sekizinci
asırda, Rousseau halkı temsil etti; Voltaire ise, daha da genişini, İnsanı
temsil etti. Bu güçlü yazarlar kayboldular, fakat bize ruhlarını
bıraktılar—İhtilâl i bıraktılar.
Evet, Fransız İhtilâli onların ruhu idi.
İhtilâl, onların şaşaalı bildirileri idi. İhtilâl onlardan geldi; maziyi
tamamlayan ve istikbali açan o takdis edilmiş ve muhteşem felâketin her
yerinde onları görüyoruz. İhtilâllere mahsus o berrak ışıkta ve ihtilâlin
ötesinde sebep oldukları neticelerde, birinci plânın ardında İkincisini,
Danton'un gerisinde Diderot'yu, Robespierre'in gerisinde Rousseau'yu ve
Mirabeau'nun gerisinde de Voltaire'i görüyoruz. Bunlar, onları oluşturdular.
Çağları bir çeşit İnsanî şekle büründürmek için kişi adları ile anmak, sadece
üç ülkenin halkı tarafından yapıldı: Yunanistan, İtalya, Fransa. Biz Perikles
Çağı, Augustus çağı, Onuncu Leo Çağı, On dördüncü Louis Çağı Voltaire Çağı
diyoruz. Bu tür adlandırmaların büyük önemi var. Çağlan adlandırma
imtiyazı—sadece Yunanistan’a, İtalya'ya, Fransa'ya ait olan bu
imtiyaz—medeniyetin en yüce işaretidir. Voltaire'e gelinceye kadar, bu çağlar,
devlet başkanlan ile adlandırıldı. Voltaire, devlet başkanlarından da fazla bir
şeydi—fikirlerin başkam. Voltaire'le birlikte yeni bir çağ başlar. Bu yeni çağ
ile hükümetin yüce otoritesinin düşürüldüğünü hissediyoruz. Medeniyet, kuvvete
boyun eğdi; ideale de boyun eğecek. O, hükümdarlık asası idi; kırılan kılıcın
yerini ışığın huzmeleri aldı; başka bir ifade ile, otorite, hürriyete dönüştü.
Artık, halk için yapılan kanunların ve ferdin vicdanının üstünde bir hâkimiyet
yoktu. Her birimiz için, gelişmenin iki yönü, biribirinden açıkça ayrılıyor ve
onlar da şunlar: Herkesin, kendi hakkını kullanması, yâni bir insan olması; ve
herkesin, üzerine düşen vazifeyi yapması, yâni bir vatandaş olması.
İşte, Voltaire Çağı kelimelerinin önemi
budur; o muhteşem hâdisenin, Fransız İhtilâlinin mânası budur.
On sekizinci yüzyıldan önce gelen iki asır
anılmaya değer. On sekizinci yüzyılı bu iki asır hazırladı. Rabelais, Gargantua
adlı eserinde hanedanlığı, Moliere de Tartuffe'ünde Kilise'yi uyardılar.
Bu iki ünlü ruhta, kuvvete başvurulmasının nefretle karşılandığını ve insan
haklarına hürmet edildiğini görüyoruz.
Günümüzde kim ki, “güç insanı haklı yapar.”
der, Ortaçağa mahsus bir hareket icra edip, zamanlarından üçyüz yıl geride
kalmış insanlara hitap etmiş olur.
On dokuzuncu yüzyıl on sekizinci asrı
yüceltiyor. On sekizinci asır teklif etti, on dokuzuncu yüzyıl tamamladı. Ve
benim son kelimelerim de sakin, fakat eğilmez gelişme üzerine olacak.
Zamanı geldi. İnsan haklan kendi formülünü
buldu: insan federasyonu.
Günümüzde kuvvete başvurma hükmü, şiddet
olarak adlandırılıyor; harp tutuklanıyor. İnsan ırkının şikâyeti üzerine
medeniyet, mahkemelerin harekete geçmesini emrediyor, fatihleri ve onların
kaptanlarını büyük suçlarla itham ediyor. Şahit olarak da tarih çağırılıyor.
Gerçekler ortaya çıkıyor. Sahte parlaklık dağıtılıyor. Pek çok durumda,
kahraman görünen, aslında bir katilden başka bir şey değil. Halk, artık
anlıyor ki, bir suçun çok işlenmesi onun küçültülmesini gerektirmez; yâni,
öldürmek bir suç ise, pek çoklarım öldürmek, suçun büyüklüğünü hafifletmez;
yâni, hırsızlık utanç verici bir şey ise, istilâ yüceltilmez; yâni, Te Deums
[Allah'a şükrediş, İlâhiler], burada pek önemli değildir; yâni, katletme
katletmedir; yâni, kan dökme kan dökmedir; yâni, biri için Sezar veya Napoleon
demek bir şey ifade etmez; yâni, ezeli ve ebedî Allah'ın gözünde, başına
darağacı takkesi yerine imparatorun tacı konulmakla katil şeklini değiştirmez.
Ah! Mutlak hakikatleri ilân edelim. Harbi
şerefsizlendirelim. Hayır, şaşaalı bir harp yoktur. Hayır, harp iyi bir şey değildir;
cesetler yaratmak faydalı bir şey değildir. Hayır, hayatın doğum sancıları
ölüm için değildir. Hayır, beni burada çevreleyen anneler, hayır, harbin, o
haydutun, çocuklarınızı sizden ayırmasına müsaade edemeyiz. Hayır, anneler, acı
çekmek için çocuk doğurmamalı, insanlar dünyaya gelmeli, insanlar sapanla
sürmeli ve ekmeli, çiftçiler tarlalarını gübrelemeli, işçiler şehri zenginleştirmeli,
sanayi harikalar yaratmalı, dâhiler dâhileri yaratmalı, bu yıldızlı gökyüzü
altındaki engin insan faaliyeti, bütün bu faaliyetlerin hepsi, harp sahası
denilen o ürkütücü fuarın gösterdiklerinin gerçekleşmemesi için gayret ve
eserlerini kat kat arttırmalı.
Bakınız, gerçek harp sahası burası.
[Paris’te bu sırada Expositiorı denilen bir sergi vardı. Sultan
Abdülaziz de bu sergi münasebetiyle Paris'e davet edilmişti.] Gerçek harp
sahası, Paris’in bu anda dünyaya takdim ettiği insan emeğinin şaheserlerinin
randevu yerinde. Gerçek zafer Paris'in zaferidir.
Ah! Fakat hayranlık ve hürmet uyandıran şu
ânın bile üzücü yönleri bulunduğunu kendimizden gizleyemeyiz. Ufukta, hâlâ
bulutlar var; halkın trajedisi sona ermedi, harp, lânetlenmiş harp, hâlâ orada
ve bu muhteşem barış festivalinin ortasında küstahla başını yükseltiyor.
Krallar, son iki yıldır, hâlâ öldürücü anlaşmazlıklara inatla sarılıyor;
onların anlaşmazlıkları, bizim barış ve ahengimiz için bir engel ve bu
çelişkiyi ifade ettiğimiz için onların bizi suçlamaya hakları yok.
Bu anlaşmazlık bizi tekrar Voltaire'e
götürsün. Bu tehdit edici imkânlar ortasında, her zamankinden fazla açık konuşalım.
O büyük ölüye, o büyük hayata, o büyük ruha dönelim. O hürmet edilen mezar önünde
eğilelim. İnsanlar için faydalı hayatının yüz sene önce sona erdiği, fakat
eserlerinin ölmeyeceği bu insanla danışalım. Bu muhteşem Voltaire’in
yardımcıları öteki güçlü fikir adamlarına da, Jean Jacques'a, Diderot'ya,
Montesquieu'ye de danışalım. Bu büyük seslere seslenelim. Beşer kanının
akıtılmasını durduralım. Despotlar, yeter! Ah, barbarlık hâlâ sürüyor! O halde, medeniyet
de gazaba gelsin. On sekizinci asır on dokuzuncu yüzyıla
yardım etsin. Filozoflar, bizden önce gelenler, hakikat havârileri idiler. O
muhteşem gölgelerden niyaz edelim; onlar, harp tasarlayan hanedanlara,
insanların yaşama haklarını, vicdan hürriyetlerini, aklın hâkimiyetini, emeğin
kutsallığını, barışın azizliğini ilân etsinler; ve gece karanlıkları nasıl
tahtlardan çıkıyorsa, ışık da mezarlardan yükselsin.
Sh: 93-103
Türk milleti, Balkan Harbinden sonra dahil olduğu grupla hemen katıldığı
Birinci Dünya Harbinde mağlûp olmuş; Osmanlı Devleti, Mondros Mütarekesi ve
ardından Damat Ferit Hükümeti'nin kabul ettiği Sevr Antlaşması ile
parçalanmıştı.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, Batılı devletlerin teşviki ile 15 Mayıs,
1919 da Yunan ordusu İzmir'e çıktı. Büyük Harp'te dört yıl kahramanca ve pek
çok mahrumiyet içinde dövüşen Türk milleti, yorgun ve perişan olmakla beraber,
bağımsızlık ve hürriyeti uğruna her şeyi yapmaya, gerektiğinde ölmeye hazırdı.
İzmir'in işgali ile başlayan felâketli günlerde, Türk'e reva görülen haksızlıkların
bir tepkisi olarak, yurdun çeşitli şehir ve kasabalarında protesto mitingleri,
camilerde toplantılar yapıldı. Bu arada İzmir, Maraş, Gaziantep ve Adana'da
silâhlı çatışmalar başladı.
İstanbul'daki lânetleme mitinglerinin iki kahramanı, hiç şüphesiz ki,
Halide Edip (Adıvar) ve Hamdullah Suphi (Tanrıöver) idi.
Türk edebiyatı, Halide Edip ölçüsünde bir kadın romancı yetiştirmedi.
Ateşten Gömlek, Kalp Ağrısı, Zeyno'nun Oğlu, Handan, Raik'in Annesi, Sinekli
Bakkal, Vurun Kahpeye birer millî romandırlar.
Kalemi ile, kafası ile İttihat ve Terakki Cemiyeti nde faal bir rol oynayan
Halide Edip, millî hizmetlerini Anadolu'daki büyük mücadeleye katılarak devam
ettirdi.
Aşağıda, Halide Edip Adıvar'ın, o karanlık ve matemli günlerimizde
İstanbullular'ı coşturan, bağımsızlık ümit ve aşkını onların kalplerinde yerleştiren
konuşmalarının metinlerini göreceksiniz.
Halide Edip Adıvar, aşağıdaki ilk hitabesini 19 Mayıs 1919 Pazartesi günü
Fatih'te Belediye dairesi önünde yapılan mitingte söyledi. Mitinge 50 bin kişi
katılmıştı.
FATİH NUTKU- (19 Mayıs 1919)
Müslümanlar, Türkler: Türk ve Müslüman bugün en karanlık gününü yaşıyor.
Gece, karanlık bir gece. Fakat insanın hayatında sabah olmayan gece yoktur.
Yarın, bu korkunç geceyi yırtıp şaşaalı bir sabah yaratacağız. Yalnız, ışık
geldiği vakit gözümüzü güneşe, karanlığa göre baykuşlar gibi açmayalım. Işık
geldiği vakit hayatı karşılayacak, karşılayabilecek insanlar hâlinde bulunalım.
Millet, iyi ve fena günler gördü. Günah dakikaları ve şanlı dakikalar yaşadı.
Fakat kardeşler, bugün ufak günahlarımızın üzerine öyle ateşin (coşkulu) bir
kan akmıştır ki, bu kan dünyanın günahını yıkayacak kadar temiz ve mebzuldur
[boldur]. O kan, bizim vazifemizi tayin etti, bize bir vazife bıraktı.
Hanımlar, bugün elimizde top, tüfek denilen âlet yok, fakat ondan büyük,
ondan kuvvetli bir silâhımız var: Hak ve Allah var. [Alkışlar] Top ve tüfek
düşer, Hak ve Allah bâkîdir. Topun yüzüne tükürecek kadar evlâtlar, analar,
kalbimizde aşk ve îman, milliyet duygusu var. Biz, dünyada millet sınıfına
lâyık bir millet olduğumuzu erkek, kadın, hattâ çocuklarımıza kadar ispat
ettik.
Bugün memleketimiz, taksim edilmek tehlikesi karşısında. Adım, adım, kendi
dûnumuzdaki [alçak, aşağı] milletleri başımıza efendi yapmak istiyorlar. Bugün, İzmir,
yarın Konya, öbür gün İstanbul, sonra Müslüman dünyasının başı olan Türk
susturulmuş olacaktır.
Buna karşı ne silâhımız var?
Kurşun, top, bomba mı?
Bir top bebeklerimizi öldürebilir. Bizim bundan da kavî [dayanıklı, güçlü,
zorlu] silahlarımız var. Sesimizi dünya mutlak işitecektir. İşitmek ve
işittirmek için bugün, kuvvetli ve metin [dayanıklı] bir millet hâlinde bulunmalıyız.
Bugün Türkler, dâvalarını halledinceye kadar, nasıl kurun-ı vusta'da
[ortaçağda] haftada üç gün Allah mütarekesi yapıldı idiyse, öyle Allah
mütarekesi aktedilmelidir.
Arkadaşlar, Müslümanlar, Türkler! Bugün burada toplanan şu halk kütlesinin
bir tek isteği var; o da, en tabiî haklarının kendisinden alınmamasıdır.
İstediğimiz basit, yüksek, ve ulvî bir haktır. Bizim sözümüzü onlar
dinlemeyebilirler. Fakat biz padişahımızdan babalık etmesini rica ederiz. Biz,
erkeklerimizle beraber, milletin kalbinden gelen en kuvvetli, en akıllı, en
cesur, milleti en çok temsil edecek bir kabine isteriz. Padişahımıza, halkın
hissiyatını tebliğ eder ve deriz ki: İşte kara bir gün yaşıyoruz, bugün herkes
susmuştur, bugün Türk ve Müslüman, Padişahın etrafında toplanmıştır.
Hanımlar, efendiler!
Bugün, bunun beş misli bir miting de yapmış olsak, bunun semeresini
göremeyiz. Fakat yarın var, çocuklarımız var. Buradaki Türk, Müslüman âleminin
kalbidir; siz de düşdüğünüz vakit birçok şeyler düşecektir. Kadınlar,
silâhsız ve zayıf, fakat kalbi gayet metindir. Bütün âlemi İslâm, hep
kardeşimizdir. Bundan dönen Türk kadını değildir. Yaşasın milletimiz!
ÖĞRETMENLER TOPLANTISINDAKİ NUTKU- (21
Mayıs 1919)
Müslümanların tarihinde bugünkü heyecan kadar heyecan görülmemiştir.
Titreyen kalplerin aksi, Müslüman âleminin her noktasında hissediliyor. Bizim
dâvamız bir Türk dâvası değil, Müslüman âleminin dâvasıdır.
Yalnız bir nokta var. Bugünkü Osmanlı Türkiye'si, mevkii itibariyle
İslâmlığın dimağıdır, kalbidir; Türkiye ezilir ezilmez, Müslüman âleminin
istiklâli örtülmüş ve gömülmüştür. Yedi yüz senelik ananeye malik [geleneğe
sahip] bir devlet üzerine 100 senelik bir millet oturamaz diyorlar. Bunlar, mitinglerde
söylenebilir; fakat biz muallime ve muallimler [öğretmenler] kendimizi
aldatmayalım. Ben, maddî nokta-i nazardan bedbinim [karamsar]. Fakat manevî
sermayemize o kadar îmanım var ki, yapayalnız kalsam bile, yarın için bir
Müslüman ve Türk âlemi doğacağına îman ederim. Nikbin [iyimser] olurken
hesabımızı iyi tutalım. Arkadaşlar, tarihte Çanakkale Muharebesi gibi bir
muharebeye sahip olan bir millet mahvedilemez.
Hayattan bugün için hak istemeye, muallimlerin hakkı yoktur, fakat yaşarken
onu elde edecektir. Muharebeden sonra silâhsız, fakat kalbi çok kıymetli
Türkiye vardır. Müslüman âleminde, bugünkü uyanmış heyecanı zinhar [sakın]
unutmayınız.
. . . Dâvamızın doğruluğuna itikadımız [inanç] vardır. Emin olalım, bizi
isteyenlerin arkalarında milletleri vardır. O milletler, ölen ve ihtilâl yapan
bir millete lâkayt [ilgisiz] kalamazlar. Bu içtimâda [toplantıda] hepimiz gibi,
hepimiz kadar ölmeye hazır olanlar yanlış bir şey düşündüler. Bir kaleye
bayrak dikmekle orası bayrak sahibine ait olamaz, dediler. Yunan bayrağı İzmir
üzerinde dikilmeyecektir. Bu, can damarımız üzerine yapılan ilk ve son
tecrübedir.
En kıymetli kuvvetlerimizi israf etmeyelim. En gür sesimizle bugünkü
heyecanın kuvvetini ve neler yapacağımızı göstererek susmamalıyız. Tâ ki, kâğıt
üzerinde değil, hakikatte bilfiil arzumuzun Türk olduğunu ispat edinceye
kadar. Bazı tüfekler önünde insanın kalbi titrer, fakat bugün o devir geçti.
Vatan aşkı için, insanın heyecanı tükenmez; bu heyecanı idâme [devam
ettirmek], dimağ hâlinde olan muallimlerin vazifesidir.
KADIKÖY NUTKU-(22 Mayıs 1919)
O gün Kadıköy'de durmaksızın yağan yağmur altında 20 bin kişi Belediye
binası önünde heyecanla toplanmıştı. O günlerde, İstanbul'da yapılan mitinglerde
konuşan hatiplerin bazı sözlerinin gazetelerde yayınlanmasına sansür müsaade
etmedi. Tasviriefkâr ve Vakit gazetelerinden derlediği konuşma metinlerini,
“Millî Mücadele’de İstanbul Mitingleri” (1951) adlı kitabında toplayan Kemal
Arıburunu diyor ki: "Bu hitabelerin çoğu irticalen [doğaçlama] söylenmiş
olduğundan dolayı, cümlelerde bazı noksanlıklar ve kelime hatâları mevcut ise
de, bu noksanlıkların esas maksat ve ruha tesiri olmadığı görülmüş ve aynen
bırakılmıştır. Kitapta acı bir hakikat olarak görülmektedir ki, sansürün
müdahalesiyle, bu toprağın öz çocuklarının konuşmaları efkârı umumiyeye
duyurulmak istenmemiştir. Metinler arasında görülen sıralı noktalar sansürün
çizdiği kısımlardır."
Müslümanlar, Türkler!
Müslüman ve Türk dünyası en siyah bir
matemle dalgalanıyor. Bugünkü heyecan emin olunuz ki, Müslüman âlemini bir
dalga gibi sarsıyor............................
Biliniz ki, küçük görünen Türkiye ve Türkler, Müslüman dünyasının kalbidir,
başıdır. Türkler'e indirilmek istenen darbe, bütün Müslüman dünyasının kafasını
koparmak içindir. Emin olunuz ki, Harbi Umumi'de, birçok Müslüman düşmanlarımızla
beraber kan döktü. Galiçya’da, Çanakkale'de, Irak'ta makam-ı hilafete karşı
harp ederken, onlar adalet için, beşeriyet [insanlık] için harp ettiler,
öldüler. Emin olunuz, aldandılar.
Bugün aldanmayalım. Hissedilen bir heyecan var. Bunu söndürmek için icat
edilen haberlere inanmayalım. [İnanmıyoruz sedaları] Daha dün, âlemi titreten
Almanya, bugün başı önünde geziyor. Kendilerinin olmayan toprakları âleme tevzi
etmek [dağıtmak] isteyenler, hakkın sedası önünde eğilecekler ve hakkı teslim
edeceklerdir. Dostu Venizelos'a bir hediye veren Mösyü Clemenceau'nun
arkasında, milletlerin hak ve adaleti için harbetmiş Fransız milleti vardır.
Yunan parasıyla çıkan Fransız gazetelerinden bir kaçından maadası, bütün bu
hareketleri şayanı takbih [kınanmaya değer] buluyorlar. Türk milletini ve
Türkiye’yi parçalamak isteyen Llyod George'in arkasında bir İngiliz milleti
vardır. Clemenceau, Llyod George ve bunlardan mürekkep olan dörtler meclisinin
arkasından uyanacak, emin olunuz, büyük harpler vardır.
Dün, İstanbul'a gelmek isteyen Çarlık vardı. O Çarlığın yerinde bugün
yeller esiyor. Niçin?
Biz o Çarlığın nefesini Çanakkale'de
boğduk. Burada devrilen yalnız Çarlık değildir; adaletsizliktir.
Bu adaletsizlik muvakkattir [geçici]. Belki biz de adaletin geldiğini
göremeyeceğiz. Fakat o gecikmeyecektir. Bütün adaletlerin üstünde bir adaleti
İlâhî vardır ki, o gelecek ve bütün milletleri sarsarak üzerinden geçecektir.
Zinhar heyecanlarınızı unutmayınız. Yarın dünyanın son tarihî perdeleri
oynandıktan sonra, Türkler ne yaptı diye bize bakacaklardır. Ve Çarlığı boğup
adaleti kurtardığımızdan dolayı bizi alkışlayacaklardır. Milletlerin üzerinde
hâkim olan adalet, Türk milleti, nihayet senin de hakkını verecektir.
SULTAN AHMET NUTKU- (30 Mayıs 1919)
O zaman 35 yaşlarında bulunan Halide Edip Adıvar o günkü hislerini şöyle
anlatır:
Sultan Ahmet Meydanına Fuat Paşa Türbesi sokağından girdim. Yanımda kaç
kişi vardı, beni kim götürüyordu, bilemiyorum. Kalbim o kadar atıyordu ki,
yürürken sallanıyordum. Fakat meydanın başına gelip de kalabalığı görünce,
bana sükûnet geldi. Sultan Ahmet Camii'nin minareleri, mavi boşluğa yükselen
İlâhî bir sanatkârın elinden çıkmış beyaz neyler gibiydi. Minarelerin dar
şerefelerinden, siyah bayraklar havada dalgalanıyordu. Camiinin önünde, yerde,
yüksek bir kürsü vardı. O da siyah bir örtü ile kapalıydı. Kürsünün önünde
[Amerika Cumhurbaşkanı] Wilson'un on ikinci prensibini temsil eden bir yazı
vardı.[1] Sade meydanda değil, tâ Ayasofya'ya
kadar insan doluydu. Halk o kadar sıkışmıştı ki, hareket edemeyecek bir halde
idi. Askerler, kalabalığın iki yüz bin kişi olduğunu söylüyorlardı.
Bu, kımıldanamayacak kadar sıkı olan kalabalıktan başka, camiin demir
parmaklıkları, damlar, cami kubbeleri dahi insanla doluydu. Nasıl o kürsüye
yaklaşabildim, farkında değilim. İki yanımda, iki önümde dört süngülü asker,
bana yol açıyordu. Bunların gösterdiği bir kardeş sevgi ve itinasını ömrüm
oldukça unutamayacağım. Acaba, bunlardan, beni oraya götürmeleri istenmiş
miydi?
Yoksa, kendi kendilerine mi
gelmişlerdi, bilmiyorum. Kürsünün önüne geldiğim zaman, hayatımın en önemli
dakikalarından birini hissettim. Vücudumun her zerresi elektriklenmiş gibiydi.
Bu hal, herhangi bir zamanda beni derhal öldürebilecek kudretteydi. Fakat o an
benim için unutulmaz bir tecrübedir. Çünkü hiç sesi çıkmayan bu iki yüz bin
kişinin ızdırabını bana aşılamıştı.
İnanıyorum ki, Sultan Ahmet'deki Halide, hergünkü Halide değildi. Bazen en
mütevazı ve tanınmamış bir insanın büyük, bir milletin büyük idealini temsil
edebileceğine inanıyordum. O günkü Halide'nin kalbi, bütün Türk kalplerinden
gelen hisle atıyor ve Halide 'ye gelecek yılların faciasını duyuruyordu.
Minarelerden gelen seslere, kalabalık arasındaki yüzlerce ulema, Müslümanlığın
bir nakaratı olan "Allahu Ekber, Lâilâhe illallah, Vallahu Ekber,
Allahu Ekber Velillâhilhamd" ile bu seslere katılıyordu. Halide, bu
harikulade teraneyi [ezgi] dinlerken kendi kendine şunları söylüyordu:
“İnsanların kardeşliğini ve barışı ifade eden İslâmiyet ebedîdir. Bâtıl
inançlar ve dar görüşler İslâmiyet değil. Allah'tan gelir, gerçek İslâmiyet.
Ben, bugün onun en yüksek noktasını ifade etmeye mecburum. Türkiye, benim
zulme uğramış milletim de ebedîdir. O, öteki milletlerde olan kusur ve
faziletlere sahip olmakla beraber, hiçbir maddî kuvvetin yok edemeyeceği manevî
bir kudrete de sahiptir. Ben bugün onun zirvesini anlatmalı, insanlığın
kardeşliğini ifade eden ruhunu vermeye çalışmalıyım."
Halide'nin sesinin belli bir noktadan öteye geçmediğine eminim. Bu yüz
binlerce halk için, o sadece kara bir noktadan ibaret kalmıştır. Fakat, bu insan
denizi içinde, insanı ürküten mutlak bir sükût vardı. Belki, herkes kendi
içinden gelen sesi dinliyordu. Halide ise, o günün, kelimesiz gelen bir mesajının
bir medyumundan ibaretti.
Önce minarelere hitap ederek onlardan şanlı tarihimizin devam ettirilmesini
istiyordum. Bu konuşmamın bir cümlesi millet arasında vecize yerini aldı:
"Milletler dostumuz, hükümetler düşmanımızdır." Bunu söylerken Halide,
demokrat esaslara bağlı hakiki bir Müslüman milletin hissini ifade ediyordu.
Nihayet, Halide, onların aşağıda söyleyeceğim esaslara bağlı kalacaklarına iki
defa yemin etmelerini teklif etti: (1) İnsanlık adalet ve esaslarına sadık
kalmak, (2) Herhangi bir şart altında olursa olsun, hiçbir kuvvete boyun
eğmemek.
Binlerce ses, bir uğultu halinde, "Yemin ediyoruz," diye cevap verdi.
Gök gürlemesini andıran insan sesleri yükseliyor ve Halide'nin ayaklarının altındaki
kürsüyü sarsıyordu. Aynı zamanda, İtilâf Kuvvetlerine bağlı uçaklar,
minarelerin arasında uçuyor, kalabalığı teftiş eden bir polis vazifesini
görüyordu. Adeta bir dev an gibi vızıldayan bu makineler, bizi korkutmak
istiyordu. Fakat hiç kimse maddî bir kuvvetten haberdar değildi. Herhangi bir
halkın yüreğine ölüm korkusu üstünde bir his gelebilir. İnanıyorum ki, o gün,
şayet uçaklar ateş açmış olsaydı, bu yeni mücadele ruhu ile kendinden geçen
halk bundan haberdar olmayacaktı.
Nihayet, Halide, kürsüden aşağı baktığı zaman, önünde, bir sakat asker
kalabalığı gördü. Hepsi, itina ile giyinmişlerdi. İçlerinden bir genç grup kürsünün
önünü almış, kalabalığın oraya girmesine mâni oluyordu. Bu kürsüye en yakın
olan yarım insan dairesinin arasında Fransız üniformalı, yakışıklı, ince yüzlü
bir adam vardı. Bu, General Foulon'du. Fransız doğan bu adamın yüreği, o gün
Türk'tü ve bütün Türk gençleriyle birlikte onun da gözlerinden yaşlar akıyordu.
Bu gerginlik, aşağıdaki genç bir Darülfünunlunun [üniversitelinin] sesiyle
kırıldı. Birden bire, "Milletim, zavallı milletim!" diye bağırarak
hıçkırmaya başladı ve birden düşüp bayıldı. Bu olayı, Halide'yi içinden
düştüğü vecitten [kendinden geçme] çıkardı ve kürsüden inerek o da yardıma
koştu.
“Kardeşlerim, evlâtlarım! Ruhu göklerde olan yedi yüz senelik şanlı
tarihimiz bu minarelerden bugün, Osmanlı tarihinin faciasını seyrediyor. Bu
muazzam, bu tarihî meydanda, zafer alayları tertip eden ecdadımızın ruhu bizi
seyrediyor. Dünyaların öbür ucuna at süren nâmağlûp erlerin evlâtları önünde
baş eğiyor ve yemin ediyorum: Ben, Müslüman tarihinin bedbaht bir kızıyım.
Bugün de dünkü kadar kahraman ve talihsiz Türk milletinin anasıyım. Millet
nâmına, ecdadımızın bizi seyreden ruhlarına yemin ediyorum. Bugün, kolları
kesilmiş olan Türk'ün kalbi, eski cesaret ve şecaatini [yiğitlik]
kaybetmemiştir. Yemin ediyorum ki, Osmanlı sancağına, tarihine hıyanet
etmeyeceğim. Allah'a, hakka, milletlerin İlâhî hakkına dayanan Türk milleti,
bütün Müslüman ve Türk dünyasına ilân ediyorum. Dâvamızı ilân ediyorum .
Türkler'e zalim diyenler öyle günah işliyorlar ki, tarihin karşısında
onların günahlarını, bütün denizlerin bitmez tükenmez suları bile
yıkayamayacaktır.
Bugün karşımızda yükselen ses, Müslüman kardeşlerin sesidir. Esaret
boyunduruğu can damarlarına geçmiş olan milletler, bizim felâketimiz karşısında
gür sesleriyle bağırıyorlar. Ben, kardeş Müslüman dünyalarına, sizin nâmınıza
hitap ediyorum. Dâvamız şudur: Zaten elinden tutanları kalmayan, ellerini,
bacaklarını kaybeden gazilerimiz, şehitlerimiz nâmına dâvamızı ilân ediyorum.
Bu dâvamız da, Türkler'in hak ve istiklâlidir. Türkler, Türkiye'nin ebedî
haklarına asla dokundurmayacaklar; yarın, Hakk’ın mahkemei kübrası [en büyük
mahkeme] önünde zalimlerin hepsi mahkemeye çekilecek, onlara, bizim
kanlarımızı döktürdünüz, diyecekler. İşte kardeşlerim, işte evlâtlarım,
dâvanızdan kaçmayınız. O gün size hak verecekler. Bugün iki dostunuz vardır:
Birisi, kalbi, mâbedleri bizimle beraber olan Müslüman dünyası; diğeri,
zalimleri yakasından sürükleyecek büyük milletlerdir.
Kardeşlerim, evlâtlarım!
Osmanlı toprağında böyle muazzam, böyle tarihî bir gün, belki bir daha
idrak etmeyeceğiz. Evlâtlarım, öyle bir gün olur da bir daha toplanamazsak, içimizde
ölenler olursa, Türk'ün istiklâl bayrağı ile mezarı üzerine geliniz.
Eski tarihimizin, bu muazzam minarelerin bahşettiği tarihimizin en asîl,
en terbiyeli vekarımızı asla unutmayacağız! Yemin ediniz. [Vallahi sesleri]
Yedi yüz senelik minareler, mavi semalarıyle bize baktığı bu günlerde,
Osmanlı bayrağı, Osmanlı hakkı için can vermekten çekinmeyeceğinize yemin
ediniz! [Vallahi sesleri]
Meraklısına Not: Gazeteci ve yazar Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu,
Halide Edip Adıvar’ın bu nutku hakkında der ki: "İstanbul'un 1919'daki Sultan Ahmet
şahlanışında ben, rahmetli Halide Edip'in konuştuğu kürsünün hemen önünde idim.
Aralarına gerilmiş urganlarda yaslı bayraklarımızın dalgalandığı minarelerin
şerefelerinden ’salâ' sesleri gamlı göklere uçuşurken, kara ipekten bir çarşafa
bürünmüş bir Halide Edip de, tül peçesi ve kara kâkülleri rüzgâra uçuşan mat
yüzlü, alev gibi yanan kapkara gözlü savaşçı genç kadın olarak tarihe
yükselmişti.
"Halide edip, ömrü boyunca başka bir şey yapmamış olsaydı, bu vatana
hiçbir hizmette bulunmamış, hiçbir eser yazmamış olsaydı bile, sırf o gün, bu
Sultan Ahmet Meydanı'nı, bu Ayasofya Meydanı’nı ve Sultan Ahmet Camii'nin
avlusuna ve meydanlara ulaşan bütün yolları doldurmuş olan, 150 binden çok
fazla, 200 binden az eksik olan insanı 'Tek Türk ve Müslüman' kalıbına sokan o
içli, ateşli hitabesi ’azizeleşmesi'ne de yeterdi.
''Halide, o gün bambaşka bir mahlûktu. Mitingi kontrol etmek ve kim bilir,
belki de mitingde konuşacak hatipleri mimlemek ve sonra tutuklamak amacıyla
oraya gelmiş olan İtilâf Devletleri Müşterek Jandarma Komutanı Fransız albay
Korsikalı Sekaldi bile, Halide Edip'in o boğuk sesle: 'Allah var, Allah!' diye
meydanı inlettiği anda gözyaşlarını tutamamıştı."
Yayıncının Notu: Halide Edip, hayatı boyunca modern Türk kadını misyonunun ilk
savunucularından biri olarak tarihe geçmekle kalmamış; bir asker, bir
edebiyatçı, bir kahraman ve çok iyi bir hatip olarak yaşadığı dönemin akışına
yön vermiştir.
1908 yılında gazetelere yazmaya başladığı kadın haklarıyla ilgili
yazılarından ötürü gerici grupların düşmanlığını kazandı. 1920 yılında
Anadolu’ya kaçarak katıldığı Kurtuluş Savaşı’nda kendisine önce onbaşı, daha
sonra da üstçavuş rütbesi verildi.
Konferanslar vermek üzere önce Amerika’ya, daha sonra Mohandas Gandi
tarafından Hindistan’a çağrıldı. 1940 yılında İstanbul Üniversitesi İngiliz
Filolojisi Başkanı oldu.
Bir yanda Osmanlı-İslam geleneklerine göre ev kadını olarak yetiştirilmiş
basit ve cahil kadın, öte yanda ise Batılılaşmış, köklerinden kopmuş, değerini
şaşırmış, namus anlayışı kuşku uyandıran bir kadın. Adıvar romanlarında kadını
Batılılaşmış, milli değerlere bağlı kalmış, hem serbest, hem namus konusunda
çok titiz, sağlam ahlaklı kadın olarak işlerdi.
Eserleri İngiliz, Fransız, Alman, Rus, Macar, Fin, Urdu, Sırp, Portekiz dillerine
çevrilmiş olan Halide Edip, modern Türkiye’nin bugün bile ihtiyaç duyduğu bir
misyonun ilk temsilcilerinden olarak sonsuza dek saygı ile anılacaktır.
Sh: 259-267
Konuşmalarından “Bütün Yönleri ile Hitabet” kitabımızda örnekler verdiğimiz
Hamdullah Suphi Tanrıöver'in İstiklâl mücadelemiz ve Yeni Türkiye ile ilgili
büyük nutuklarından bazılarını aşağıda göreceksiniz.
Hamdullah Suphi Tanrıöver'in hitabeleri, Dağ Yolu adlı kitabında ilk defa
yayımlandığı vakit, Türk basınında büyük bir ilgi uyandırdı. Orhan Seyfi
(Orhon) Hâkimiyet-i Milliye'nin 16 Ağustos 1928 tarihli sayısında, "Dağ
Yolu" başlığı altında şunları yazdı:
Hamdullah Suphi'nin Dağ Yolundaki şimşekli gürültüleri andıran hitabelerini
okuduktan sonra düşünmeye başladım: Yazık ki içimizde, onun gibi yüksek bir
hatib, gerçek bir mefkûre [ideal] adamı da çok az.
Dosdoğru hedefine ulaşan bir ok gibi, hiç yolundan şaşmayan onun asil
kalbi, bir az yüzümüzü kızartsa yeridir. Kaç fikir adamı, kaç sanatkâr, kaç
milletsever, kaç yazar ve kaç hatib, bu kadar uzak zamanlara ait sözlerini bir
araya topladığı zaman çelişkiler, biribirini tutmazlıklar karşısında kalmaz?
Bir an gözlerimi yumup her meslekden
tanıdığım kimseleri on beş yıllık bir devir içinde izledim. Her biri en aşağı
üç-dört biçimde göründü:
Dün sakallı, evvelki gün sarıklı, daha önce koyu bir mutaassıb [hiç bir
yenilik kabul etmez] olan aşırı teceddütperverler [yenilik taraftarları] ile
karşılaştık. Öyle Cumhuriyetçiler gözümün önüne geldi ki, on yıl önce ateşli
Saltanat taraflısıydı; öyle Türkçüler tanıdım ki, Beyazıd’daki Türk Ocağı binasının
önünden geçiremezdim. İngilizlerle mücadelenin bir delilik olduğunu söyleyen
milliyetçiler, kurtuluş yolunun bir Manda altına girmekten ibaret olduğunu ileri
süren istiklâl tarafdarlarını hatırladım.
. . . Yüzünün çok sevimli çizgilerini taşıyan o necîb sımanın yirmi yıldır
heyecanla titreyen dudaklarından Türklük için, Halkçılık için, Inkılâb için bir
tek yabancı kelime çıktığını duyduk mu?
"
Midhat Cemal (Kuntay) "Başka bir Türkçe" başlığı altında
Cumhuriyet'te (29 Ağustos 1928) dedi ki:
Hatiplerden utanıyorduk: Konferans ilânlarından sürekli olarak habersiz
görünür, bunları bilmemezlikten gelirdik. Saray'ın tarih hocasına ve gazeteye
emir tebliğ ettiği sükûta daüssıla [yurt özlemi] duyanlarımız vardı. Dilin, bu
kadar haksızlığa uğradığı ve utanılmayı gerektirdiği bir sırada, Türk Ocağına
hatib dinlemeye gittim. Utanmaya, kızmaya ve nutkun bir yerinde kaçmağa
hazırlanarak! Fakat hitabe bitince kendimi mütehayyir [şaşırmış] buldum.
Türkçe bu kadar güzel mi?
Sesi, gözleri
karşısındaki dinleyenin tarafsızlığım bozan, dili büyüleyen hatib Hamdullah
Suphi idi. Artık ben o hatibindim. Bu dokunaklı söz söyleyenin içyüzünü merak
ettim. Fakat hokkabazın peygambere benzediği günlerdeydik. Bundan ötürü,
merakıma rağmen hatibin içine bakmaktan aylarca kendimi men ettim; çünkü hatibi
o kadar sevmiştim ve zamanı da o derece iyi tanıyordum. Aramıza her vakit
mesafe soktum. Onu her zaman, bile bile öğrenmedim. Korkuyordum, heykelin
içinden çıkacak şey, teneke ellerini biribirine çarparak günün kuvvetlerini
alkışlayan bir kukla mı acaba?
Fakat zaman geçtikçe, adım adım
sokularak her tarafına daha yakından baktığım hatibin, gördüm ki, çehresi
kendisinindir ve bir tanedir. Maskesiz adamı sükût ederek sevdim . . . ben
senelerce ona haber vermeden onun dostu oldum. O, açığa vurulmayan sessiz ve
sedasız sevgilere lâyıktı. Fakat nasıl oluyordu da Türk Ocağı, İttihad ve
Terakki Cemiyeti'nin vahdaniyetini [tekliğini, birliğini, yegâneliğini]
rahatsız etmiyordu?
Nasıl oldu da Harbiye, Hamdullah
Suphi'yi hatiplikten, meş'ale olmaktan azletmedi'?
Nasıl oldu da Ocağı, Sinop'a
sürmediler?
Beyazıd'daki evde kopan kıyâmet,
heyecan, iman nasıl oldu da Harp Divânı'na çağrılmadı?
Demek kendisinin davasına inanan
adam, bir kişi de olsa, o kadar korkunç, evet, o kadar kahraman! Çünkü kurduğu
kubbeyi, îmanı ve haykırması ile dolduran hatip, sırmadan, paradan, parlayan
şeylerden haberi olmayan bu olağandışı kimseydi. Çünkü o, zamanın
gurbet-zedesi [yurtdışında kalmışı] idi. Çünkü o, kendisini, sımasını hiçbir
zaman inkâr etmedi. Çünkü hayatı dâvasını, dâvası hayatım kucaklayarak sürdü,
gitti. Bu yüzdendir ki, Dağ Yolundan çıkarken, tepeden uzaktan gördüğümüz büyük
karaltı, cebhe kadar geniş ve ordu gibi kalabalık olmakla beraber tek adamdır.
Dikkat edin, o başka Türkçe konuşuyor. Çünkü, şahsının lisanını söyledi. Eşsizdir,
çünkü kendisi örnektir. Geçmişi olmayan bir meslekde, yeni başlayan bir sanatta
varılabilecek en son mertebedekilere nasîb olan olgunluğu gösteren bu şifahi
Türkçe'yi onbeş yıldan beri aynı şaşkınlıkla, ne eksilen, ne eskiyen bir
özlemle dinledim. . . Hamdullah'ın kitabı, kütübhanemizi ve başımızı ölünceye
kadar teşkil edecek."
Celâl Nuri (İleri) 14 Ağustos 1924 tarihli İkdam gazetesinde "Dağ
Yolunda Bir Ziyafet” başlıklı yazısında dedi ki:
"Balta Limanından verilen bir emir üzerine, Malta Adasında Polverista
Hapishânesi'nde iki yıla yakın tutuklu kalmak şerefine eriştikden sonra, yeni
doğan Millî Hükümeti'min teşebbüsleri sayesinde, arkadaşlarımla birlikte vatan
sahiline, inebolu'ya iade edilmiştim. . .
. . . Pek yükseklerdeydik. Ovanın ortasında bir dağlar silsilesi. Bunun
üzerinde de bir küçük ova, zarif bir yayla gözümüze çarptı. Bütün Anadolu'ya
bakan bir kürsü! O noktaya yaklaştıkça, garip bir bina görünmeye başladı.
Üslûbu eski değildi.. . kuzeye, doğuya, güneye, batıya dönük dört minareli bu
Ocak nedir?
Sualimize köylüler cevap verdi:
"Burası bir tekkedir."
"Tekke mi?
Ne tekkesi?
Mevlevi mi, Rifai mi, Nakşî mi,
Bektaşi mi?
"
"Hayır, efendi. Bu tarikatın adı 'Millî ’dir."
"Tarikat-ı Aliye-i Milliye! Pekâlâ, bu dergâhın post-nişini var mı?
"
"Var, efendi. Kendisine 'Şeyh Hamdullah' derler."
"Bu noktanın adı nedir?
"
"Dağ Yolu."
. . . Tepeyi tırmandık. Tekke, bildiğimiz dergâhlara benzemiyor. Modern
stil . . . binanın gerek cephesi, gerek sütunları, gerek minareleri türlü türlü
tasvirlerle bezenmişti.
içeri girdik. Her tarafta büyük bir konfor görülüyor. Parkeler cilâlı. Salonlar
nefis tablolarla süslenmiş. Kütüphane düzenli ve heykel gibi. Anadolu'nun
ortasında bu modern tekke gerçekten hayretimizi çekti. Bizi Selçuk tarzında
döşenmiş bir salona aldılar. . .
. . . Henüz kırkma yaklaşmış, fazla tasavvuf ve murakabeden [iç dünyasına çekilmiş
olmaktan] saçları gümüş rengini almış, lâkin genç şimali, güler yüzlü bir
şeyh. Hazret, üstad elinden çıkma bir simokin giyinmişti. Güleç yüzüyle bize
çok iltifat etti. Fakat iyice dikkat ettim; milli tarikatın çelebisi bizim
gibi konuşmuyor, sözleri daima vezinli ve kafiyeli olmamakla beraber hep şiir.
Sesi gür. Hitabetten başka bir vâdi tanımıyor. Her sözü bir nutuk, bir hitabe.
Coştukça coştu. Meğer Şeyh Hazretleri, her sabah gün doğarken, sıra ile bu
minarelere çıkar, yüksek sesle ezan okur ve tabiatta bulunan "radyo"
kuvveti, onun sözlerini dört tarafa nakledermiş.
Tekkede bir ziyafet. Çok acıkmıştık. Şerefimize hazırlanan yemeklerin de
nev 'i pek garip! Affınıza güvenerek listeyi arz edeceğim. Çorba sandığımız bir
hoşafmış. Sırasıyla şunlar geldi: Baklava, tel kadayıfı, yassı-kadayıfı,
ekmek-kadayıfı, muhallebi, revani, keşkül-ü fukara, sütlaç, plümpudin, komposto,
helva, elmâsiye.
. . . Edebiyatımızda hitabe vâdisi yok gibi. Zaten eski devirlerimizde edebiyatın
böylesi olmazdı. Bu itibarla, Dağ Yolu ile düşünce alanımıza bir tür daha
ekleniyor. Bence, kitap ve yazı şeklini almış bu nutukların seçkin özelliği,
okunurken de dinleniyormuş gibi bir his vermesidir. Daha açık ifade edeyim ki,
bu sayfaları okuduğunuz zaman, bunların sıradan yazılar olmaktan çok, bir
hitabe olduklarını hemen anlarsınız.
Bütün bu nutuklarda bir tarikat kokusu sezilir. Hamdullah Suphi'de de, bir
havari [peygamberlerin fikirlerini yaymada yardımcı] kılık ve vasıfları var.
Aziz dostum Mehmed Emin [Yurdakul] Bey efendi'nin buyurduğu gibi, bu kuruluş da
mabedi andırmakta. Şimdi, dededen, babadan zarifliğe, nükteye alışkın olan
muhterem Meclis arkadaşımın kendisine yakıştırdığım Şeyhlik unvanını hoş
göreceklerini zan ve nutuklarını tasnif ettiklerinden dolayı da tebrik ederim.
Dağ Yolu dergâhında verdikleri hep tatlıdan oluşan ziyafetlerine tekrar
teşekkür etmeyi bir vazife bilirim.
Türk edebiyatı tarihçisi Nihad Sâmi Banarlı da, Dağ Yolu ve Hamdullah Suphi
Tanrıöver'in muhtelif gazete ve dergilerde çıkan makalelerini topladığı Güne
Bakan (1929) adlı eseri hakkında şunları yazdı:
Bu kitaplarda toplanan yazılar, tarihe gizlenen Türk'ü, yaşayan Türk'ü
tanıtmaktadır; ve Türk gençliğine, Türk milletinin hürriyeti ve saadeti için
çalışmak yolunda kuvvetli telkinler ve örnekler veren, millî edebiyatımızın gür
sesli yazıları arasındadır.
Hikmet Şevki, Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin 12 Ağustos 1928 tarihli
sayısında şunları yazdı:
Başka Türk gençlerini bilmem. Fakat ben, ilk defa onun sesini duyduktan
sonra, heyecanla tanıştım. Onun güzel cümlelerini görünce, günlerce hafızamda
sakladım. Fakat gün geçtikçe anladım ki, hafızamda saklı sandığım cümleler,
gönlümde yer bulmuş, ruhuma hâkim olmuş. Onun sesi, ruhlarda fırtınalar
koparır, gönüllerde yeni ufuklar açar. Bir gencin başarıdan başarıya
sürüklenmesine başlıca sebep, yeni ufukların belirmesi, sonsuz isteklerin
canlanmasıdır.
Nitekim Hamdullah Suphi Bey de, eserinin önsözünde bu noktaya temas ederek
diyor ki: "Tesellim odur ki, sen bunlardan çok güzelini söyleyecek ve beni
bir baba kalbi ile gururlandıracaksın, aziz Ocaklı. Yol daha uzundur. Yapılacak
şey yapılandan daha büyüktür. Fakat tarihinin ufuklarından gelen ve senin genç
ciğerlerini şişiren bir rüzgâr, büyük ateşleri yakar."
... O, yıllarca Ocak çatısının altında şahsî istek ve emellerini unutmuş
muhterem bir şahsiyettir. Türk gençliği, Dağ Yolunu vücuda getiren büyüksek
şahsiyetten bu mükâfatını esirgemeyecek, onun göğsünü sevinçle kabartacak
birçok Hamdullah'lar onu şahitlik etmeye çalışacaktır.
Haşan Cemil (Çambel) îkdam gazetesinin 7 Ağustos 1928 tarihli sayısında
şunları yazdı:
"Eğer Jüpiter bütün insanların anlayacağı bir dil kullanmak isteseydi,
mutlaka Eflâtun [Platon] gibi söz söylerdi:"
Hamdullah Suphi Beyefendinin, çok değerli bir define gibi, millî kültürümüze
armağan ettiği Dağ Yolunu okuduğumuz zaman, Çiçero'nun bu sözünü hatırladık.
. . . Acaba Türk'ün millî hatibi Hamdullah Suphi'nin mektebi neresi ve
üstâdı kimdir?
Bu sualin karşılığını bulmak için
Dağ Yolunu, Türk sanatının bu bâkir [el değmemiş] âbidesini okuyunuz; ve
nutukları mümkünse hatibin kendi dilinden dinleyiniz.. . Bu nutuklarda, Türk
düşüncesinin asil yeni karakterini, Türk vatanının büyüleyici güzelliklerini,
Türk Cumhuriyeti'hin haşmetli destanını ve zihne aydınlık saçan o zengin,
kudret dolu hayal kuruculuğunun patlayışını görüyoruz. O, bu nutuklarda, kendi
ruhunun iradesini, kendi mefkûresinin heyecanını akıtıyor. Onda, ruhları
kararsızlıktan, parçalanma ve dağılmadan kurtaran tarifi imkânsız bir kudret,
güç vardır.
. . . Lessing der ki: "Eğer Tanrı bana sorsaydı ve deseydi ki, işte
sağımda, gerçek, kemal ve ideal var; solumda ise, bunlara doğru, fakat
hatâlarınla, doğru yoldan sapmalarınla bir arada sürekli bir tırmanış ve
yükseliş var. Hangisini istersen onu al." İşte Tanrı bana böyle sorsaydı
ve beni seçmeyi kendime bıraksaydı, ben Onun soluna yönelir ve Ona derdim ki,
'Gerçek, kemal ve ideal ve bunlara sahip olma, bunları kullanma, sana
mahsustur. Bırak beni, ben her ne kadar hatâ, işleye işleye, her ne kadar
şakaklarım kanaya kanaya olsa, daima, daima onlara tırmanayım ve her gün biraz
daha yükseleyim..' "
. . . işte Hamdullah Suphi Bey, dil ve edebiyatımıza değerli ve üstün bir
edebi türü getirdi ve bu engeli ve tırmanmayı anlatan "dağ"ı
seçmesindeki düşünce ve felsefe budur.
İbrahim Alâeddin (Gövsa) 11 Ağustos 1928 tarihli İkdam gazetesinde dedi
ki:
Edebiyatımıza on beş yirmi yıl öncesine kadar tamamiyle yabancı bir çığırı,
bir edebî türü Hamdullah Suphi Bey getirmişti. Dağ Yolu, hitabet denen bu edebî
çığırın yapraklara geçmiş ilk örneği, ilk eseridir.
Hitabet, hareket dili ile konuşma dilini birleştiren, kelimelere sesin, cümlelere
gözlerin ve yüzün pürüzsüz mânasını da ekleyerek, ruhun bütün siluetini
sergilemeye en elverişli sanattır. Gerçi bir hitabetin sahifelerdeki aksi,
ancak bir gölgedir. Fakat buna karşılık, zekâlarda ve kalblerle bıraktığı iz
sürekli olur ve bazen bir hatibin bir cümlesi dudaktan dudağa ve gönülden
gönüle geçerek devirler içinde yaşar.
...işte Hamdullah Suphi Bey, dil ve edebiyatımıza değerli ve üstün bir
edebî türü getirdi ve bu vasıtayı Türk gençliğine sevdirmek ve tanıtmak aşkı
ile kullandı.
...Türkçe'yi çok güzel söyleyen, şaşılacak bir becerilik ile Dağ Yolcusu,
hazırlanmadığı zamanlarda, âni vesilerle de müsveddesiz, şiir yaratan ve okuyan
biri gibidir.
...On yedi yıl önce eski bir İstanbul evinin iki odasında kurduğu birinci
Türk Ocağı, biraz ilk Hıristiyanların ve ilk Müslümanların gizli ibâdet yerlerine
benzerdi. Oraya girip çıkarken çevreden bir nevi korku, çekinme duyduğumu
hatırlarım. Ocağın gayeleri ile devletin siyaseti arasında açık bir terslik
vardı. Osmanlı İmparatorluğunun merkezinde bütün unsurların, kendilerinin millî
dâvalarını güttüğü bir devirde, Türk milliyetseverliğini hatırlatmak, o zamanın
birçok bilgin ve düşünür geçinenleri için bile siyasî bir basiretsizlik
sayılıyordu. Öteki unsurları azdırmamak için Türk'ü büsbütün uyuşturmak
lâzımdı. Hamdullah Bey'in, Türk dâvasına ait heyecanlı hitabetlerini ilk
dinleyen bir avuç Türk aydını arasında bile kendisine bir rüya ve kuruntu
arkasında koşan biri gibi acıyanlar, Ocağı hafife alan, Ocak mefkuresini
memleket ve millet için yanlış ve zararlı bulan Türk gazeteleri ve Türk
yazarları çoğunluktaydı. Dağ Yolunun, gerçekten ne kadar çetin olduğunu takdir
için on yedi, on sekiz yıldan beri geçen zamanların, alman mesafelerin bütün
durum ve şartlarını göz önünde bulundurmak gerekir.
Hakkı Sühâ (Gezgin) de Vakit gazetesinin 13 Ağustos 1928 tarihli sayısında
dedi ki:
Dağ Yolu için çok şey yazıldı. Fakat yazılanların ve yazılacakların ona
yeni bir şey ekleyeceğine inanmıyorum. O, başlı başına yükselen, yol ile beraber
yürüyen bir yolcudur. Ne dost ellerin uzattığı alkış değneklerine dayanır, ne
düşman bileklerin gereceği zincirler karşısında durur.
Yıllar var ki, edebiyatımızda, zengin sanat kervanlarının konakladığı serin
gölgeli bir vâha manzarası görmek nasib olmuyor. Bu, kuyuları kurumuş,
yeşillikleri sâm rüzgârlarıyle kavrulmuş çölden zaman zaman tek başına cesur
bir atlı geçiyor. Keskin güneşle kıvılcımlanan nallar üstünde, harmânisi rüzgâr
ve süratle dolu, uçan bu atlının belki şanlı bir görünüş ve güzelliği var;
fakat bu geniş ufuk ve derin gökler bu kadarla kanmıyor, içimizde bitmeyen bir
ateş, sonu gelmeyen bir susayış tutuşurken, bunlar azdır. Bütün sanat eserleri
böyle: Edebiyat kekeliyor, resim doğurmuyor, musiki dilsiz.
Dağ Yolu, işte böyle bir zamanda çıktı ve bu eseri ile Hamdullah Suphi,
kıvılcım bulutlan üstünde uçan o cesur ve tek atlılardan bindir.
. . . izlerinde yürüdüğüm bu eser, beni üç ayrı şahsiyetle karşılaştırdı:
Sanatkâr ve hatib Hamdullah Suphi, idealist Hamdullah Suphi ve inkılâpçı
Hamdullah Suphi. Bu üç ayrı kişinin her biri Dağ Yolunda ayrı ayrı birer
tepedir. Tepelere çıkmak için içinizde eğer kartalların kabarmaz safrası yoksa
ve eğer ruhunuzda milli îmanın ışığı yanmamışsa, boş yere uğraşmayınız. Derin
bir yorgunluk, uzun bir diz titremesinden başka elinizde bir şey kalmayacak.
. . . Erzurum Mebusu Ziya Efendiye cevabı, Inkılab Ordusunun fikir alanında
en yüksek ve en başarılı saldırısıdır. Zamanımızı geçmiş günlerle ölçen
sayfalarda onun dudakları, kartal gagalarının keskin makası gibi, düşman
iftiralarını kesip parçalıyordu. Şu satırları kim bilir kaç kere okudum:
"Bir memleketin siyasetine bakınız: Ahlâkı orada görürsünüz. Bir memleket
ki susmuştur, korkuyor, başındaki adamların dinî, siyasî, zümrevî veya ailevî
baskısına karşı dalkavuklukdan başka bir şey yapmıyor, o, ahlâken geridir,
aşağıdır.
"Bir devir ki hükümeti eleştirir ve kontrol eder; görüşünü basınında,
kürsüsünde ve her yerde söyler, onun ahlâkı yükselmiştir. Siyasetin bu geniş
şekli, yükselen o ahlâktan doğmuştur."
Hamdullah, yirmi yıldır giriştiği mücadelede en geniş ses hürriyetini
inkılâb yıllarında buldu ve inkılâb kürsüsünden, göğsünün bütün kuvveti ile
haykırmaktaki mukaddes zevki tattı. Okurken bizi vecde kadar yükselten bu güzel
sözler, kim bilir dinleyenleri ne hâle koymuştu?
Ben şimdi en çok bu mahrumiyetin
acısını duyuyorum.
Dağ Yolu' nun büyük ana hatlarından biri de edebî değeridir. Uğultulu
rüzgârlar, granit kayaları nasıl aşındırmaz, cilalarsa, milli kütüphânemize
yeni ve ödenmez bir kıymet bağışlayan bu eser üstünde zaman da öyle parıltılı
bir iz bırakarak geçecektir.
Ve nihayet Atatürk, Hamdullah Suphi Tannöver'e armağan ettiği bir fotoğrafını
şu kelimelerle imzaladı: "Nutuklarını, yalnız fikir değil, aynı zamanda
şiir ve musiki olarak dinlediğim kardeşim. . ."
Türk'ün millî hatibi Hamdullah Suphi Tanrıöver, İstanbul Meclis-i
Meb'usânı'nın 22 Ocak 1919 tarihli gizli oturumunda aşağıda metni verilen
konuşmayı söyledi.
. . . Osmanlı devrinden başlayarak maziye doğru yaklaştıkça görürsünüz ki,
Türk kavimleri, daima kendilerini bir devlet müessesesi etrafında toplamış olan
kimselerin isimlerini taşırlar. Osmanlılar, Timurlar, Selçuklular, Harzemliler,
Gazneliler gibi. Bu, bir tesadüf değildir. Türk ruhunu tetkik edenler, binlerce
sene zarfında tekerrür eden bu hâdisenin mânasını anlamaya mecburdurlar. Türk,
ferde ve ferdiyete daima kıymet vermiştir. Toplayıcı ve idareci reislerin bir
millet için haiz olduğu kıymeti, çok derin bir sezişle anlamıştır. Tehlike
zamanlarında, dağınık ruhlara istikamet veren, iradeleri muayyen bir cereyana
sokan Türk halkını, yabancı ellerin kahrı altında perişan olmaktan kurtaran
bir silsile büyük kahraman vardır ki, Türk tarihi, onların isimleri altında ve
onların gölgelerinde cereyan etmiştir. Son günlerde, Anadolu'da millî
tarihimizin aynı tecellisine şahit oluyoruz. Türk, kendisine lâyık bir baş
bulduğu vakit kavidir, iradesi her müşkülü yener; kendi ananevi şöhretine lâyık
görünür. Fakat başa geçen veya geçenler zayıfsa, liyakatsizse Türk halkı,
tanınmaz bir hale gelir. Bunun uzakta, yakında bir çok misâllerine tesadüf
ederiz. Bugün millî dâvanın başındaki genç kahraman, bütün hayatında talihi, emrine
râm etmiş [boyun eğdirmiş] olan daima muvaffak bir sîmadır. Milletin aslî
vasıflan ile baştaki devlet adamının vasıflan, seciyeleri biribirine lâyık oldu
mu, netice, millî tarihin değişmez bir hakikat olarak gösterdiği aynı ezelî
netice olacaktır: Türk toplanacak, kuvvetlenecek, yenecek ve kurtulacaktır.
Arkadaşlar: Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin bize gönderdikleri Misak-ı
Millî [Millî Sözleşme, Antlaşma] metnini Hüsrev Beyefendi okudular. Aramızda,
müzakereye başlamadan evvel bir noktanın tasrihini [açık surette ifade etmek]
elzem addediyorum. Osmanlı tarihinde şüphesiz ki, ölüm tehlikesi geçirdiğimiz
birçok devirler olmuştur. Bu memleket, kaç defa çok feci buhranlara uğramış ve
buhranlann içinden arazice, nüfusça, servetçe çok ağır zayiat vermek suretiyle
çıkabilmiştir. Zannetmiyorum ki, aramızda bir fert, üzerimize çöken son felâket
kadar mühlik [öldürücü] ve meş'um bir bâdireye [ansızın meydana gelen tehlikeli
durum] vaktiyle de maruz kaldığımızı iddia edebilsin. Her taraftan gelen elîm
[acınacak, acıklı] haberler, memleketin yer yer uğradığı istilâ, büyük
muharebenin belli başlı bütün kuvvetlerimizi tüketmiş olması, içinde
yaşadığımız günlere müstesna bir mahiyet veriyor. Biz müzakerelerimize
başlamadan evvel, sözlerimizin ve kararlanmızm neye istinat ettiğim memlekete
ve dünyaya göstermek mecburiyetindeyiz.
Türk vatanı aleyhinde tertip edilen suikastın, mutlak bir esaret hâlinde
karşımıza çıkacağını bildiren deliller çoktur.
Biz kimleriz?
Sözlerimizin kıymeti neden
ibarettir?
Bunlan tayin edecek en esaslı şartı
temin etmeden, ne desek beyhudedir, ziyandır. Bu gibi buhran ve felâket
günlerinde, vatanî vazifeler deruhte [üzerine almak, yüklenmek] edenler, en evvel
kendisinin kuvvetlerini tanımak, onları toplayıp, tanzim etmek mecburiyetindedirler.
Biz, burada yalnız yüz elli, yüz altmış kişiden ibaretiz. Bir memleket
nâmına söz söylemek için bu kâfi değildir. Cihan Harbinde mezbahadan mezbahaya
koşturulan zavallı delikanlılarımızın kanları ve kemikleri mecnunâne bir
surette israf edildiği için, bugün memleket müdafaasında kullanılabilecek bir
orduya malik değiliz. Devlet ordusu gibi, devlet teşkilâtı da umumi bir buhran
ve teşevvüç [karışıklık] içindedir. Nereye baksak, gafletle sevk ve idare
edilmiş bir mücadelenin vücuda getirdiği nihayetsiz harabe ve sefaletten başka
bir şey görünmüyor. Böyle zamanlarda toplanan Millet Meclisleri, her çareye
başvurarak memleketin ne kadar işe yarar hayat, servet ve kuvveti varsa
hepsinden istifade etmekle mükelleftir. Evet, soruyorum:
Biz kimiz?
Neyi temsil ediyoruz?
Kuvvetimiz nerededir?
Müdafaa ettiğimiz fikirleri kabul
ettirmek için elimizde ne gibi vasıtalar vardır?
Müsaadenizle, bütün acılığına rağmen arz edeyim ki, bu kapıdan başını
içeriye uzatacak bir İngiliz çavuşu, bizi, istediği tarafa sürükleyip götürmek
iktidarına maliktir.
Arkadaşlar, her şeyden evvel kabul edilmesi zarurî olan bir karar vardır.
Onu size teklif ediyorum. Anadolu'da vatan müdafaası için ortaya çıkmış olan
Kuvay-ı Milliye’yi tanıdığımızı, millî hareketi tasvip ettiğimizi ve bu
harekete istinat etmekte olduğumuzu dünyaya karşı ilân etmeliyiz. Şüphe yok ki,
koskoca bir memleketin içinde, her düşüncede adama tesadüf olunabilir. Fakat
Türk milleti, esareti kabul etmediğini ve etmeyeceğini, herkesin anlamaya mecbur
olduğu fiilî, beliğ [apaçık] ve mutantan [azametli, şatafatlı, ihtişamlı] bir
lisan ile ifade etmiştir.
İçimizi dinlediğimiz vakit, kendimiz nereye tutunuyoruz?
Bize ümit nereden geliyor?
Bunu itiraf etmek lâzımdır.
Dağınık sürüye yol gösterecek çoban yıldızı, millî bir ümit hâlinde Anadolu
topraklarının üzerinde doğup yükselmiştir. Bugünkü vazifesi, vatan
müdafaasından ibaret olan Millet Meclisi, bu müdafaada yalnız olmadığını, son
vazife için yeni bir mücadelenin lüzum gösterdiği bütün fedakârlıklara razı
olarak, mücadele ve istiklâl bayrağını çeken Anadolu hareketi ile, bizim
aramızdaki iştirak ve vahdeti [birlik, beraberlik] kayt ve ilân etmelidir.
Ancak bundan sonra söylemek, müzakere etmek, karar vermek hakkını haiz oluruz.
Arkadaşlar, fevkalâde vaziyetlerin, iltizam [bir tarafı tutma, kayırma,
gerekli bulma] ettiği fevkalâde tedbirleri ittihaz [sayma, tutma] etmeye
müsait bir heyet olduğumuzu gösterecek böyle bir karar, müstakbel [gelecekteki,
istikbaldeki] mesaimizi mümkün kılacak yegâne karardır.
Size, ben her şeyden evvel, bu kararı teklif ediyorum.
Türkiye, Ermenistan, Azerbeycan ve Gürcistan Antlaşması görüşülürken (16
Mart, 1922) Hamdullah Suphi Tanrıöver aşağıda metni verilen konuşmayı yaptı.
Arkadaşlar! Üçüncü Sultan Selim zamanında idi. Napoleon, Tilsit'de Rus Çan
ile mülâkatta bulunuyordu. İstanbul sarayında bir ihtilâl olmuş, Üçüncü Sultan
Selim şehit düşmüştü. O zaman bu haberi Tilsit'e yetiştiren mektubu Napoleon,
parmakları arasında buruşturduktan sonra dedi ki: "Türkiye’nin son günleri
gelmiştir. Şark İmparatorluğu parçalanıyor. Biz kendi gözlerimizle
göreceğiz."
Avrupa üzerinde şamil [kaplayan, içine alan] bir saltanat kurmuş olan
Napoleon, Saint Helena adasında esir olarak gözlerini kapadı. Kurduğu
imparatorluk, yüksekten düşen bir cam gibi parça parça oldu. Türk imparatorluğu
yaşamakta devam etti.
Figaro gazetesi, bir zaman âdet edinmişti. Yüz yıl öncesi Times
gazetesinden o günün en belli başlı haberini alır ve neşrederdi. Ben bir
çocuktum. Figaro da bir asır evvele ait bir fıkra okudum:
"Anadolu'nun her tarafında isyanlar başlamış, derebeylik, hükümetsizlik
vücuda getirmiş, Tepedelenli Mehmet Ali Paşa payitahtı tanımıyor." Times
m. İstanbul'da bulunan muhabiri gazetesine yazdığı mektupta diyor ki:
"Aradan bir sene geçer geçmez Osmanlı İmparatorluğunun büsbütün çöktüğünü
öğreneceksiniz." Figaro, aynen naklettiği bu haberin altına
bir cümle ilâve ediyor: "Ne dikkate değerdir ki, bir sene zarfında
öleceği, mahvolacağı haber verilen bu imparatorluk hâlâ yaşamakta devam
ediyor."
Petersburg’da, 1853 senesinde Çarskoveselo Sarayında İmparator Nikola,
İngiliz sefiri Lord Seymour'u yanına çağırdı ve dedi ki: "Şarktan aldığım
haberler bize gösteriyor ki, 'Hasta Adam' ölmek üzeredir. (Hasta adam, bu
uğursuz tâbir, o geceki mülâkattan yadigâr kalmıştır.) Geliniz, hükümetinizle,
ölünün birdenbire kollarımızın üstüne düşmemesi için anlaşalım."
Biz, bu görüşmeden sonra Kırım Muharebesini yaptık. "Ölüyor, mirası
hakkında konuşalım," denilen adam, Silistre'de, Kırım'da, Çar ordularını
yendi, ölü mirasçısına mükemmel bir dayak attı. Türk imparatorluğu yaşamakta
devam etti.
Biz, Abdülhamid Han devri gibi çok uğursuz ve çok dar bir devir idrâk etti.
Bütün memleket baştan başa bir ölü sessizliğine dalmıştı. Uzaktan bakanlar,
Türkiye’nin ölümünü bekleyen bütün dünya bir gün gördü ki, burada Meşrutiyet
hareketi başlıyor. Neue Freie Presse nin yazdığı bir makaleyi
hatırlıyorum. Diyordu ki: "Biz, mezarlık gibi seyrettiğimiz o memlekette,
inanılmayacak kadar feyizli bir bahar fışkırdı. Bu, meşrutiyet hareketi, ölümü
beklenilen Türkiye’nin bütün âleme ve asırlara karşı, 'Ben yaşayacağım,’ diye
haykırmasından ibaret bir hayat belirtisidir."
Türkiye yaşamakta devam etti; üzerimize dikilmiş ne kadar bencil, ne kadar
vahşi göz var ise, "Türkiye kurtuluyor, kendini toplamaya vakit
bırakmadan evvel üstüne çökelim," diye fırsat aradı. Balkan
Muharebesini büyük devletler hazırladı ve küçüklerini üzerimize musallat
ettiler. Bildiğiniz felâketlerden sonra, memleket, hakikaten bitiyor manzarası
göstermişti. Fakat Türkiye, yaralarını sarmadan mücadelelerin en büyüğü olan
Cihan Harbine girdi. Memleketin gençleri, en büyük kahramanlıkla çarpıştılar.
On iki mezbahada, vatanın kendi çocuklarından çok kan isteyen mihrabı önünde,
titremeksizin canlarını verdiler. Türkiye, artık ölmüş görünüyordu, halbuki
Türkiye yaşıyordu. Sevr’de, içlerinde ecdat sesi susmuş birkaç adam, bizim
idam berâtımızı imzaladı, fakat Türkiye yaşamakta devam edecekti.
Efendiler, Almanya gibi, yeryüzünü çökertecek kadar ağır ve kuvvetli
görünen bir memleket, bugün galiplerin önünde diz çökmüş bir vaziyet aldığı
halde; Avusturya gibi, Türkiye'nin taksimi için asırlarca çalışmış bir
memleket, çok kudretli ve çok zengin bir memleket, bütün dünyaya Türkler'i
hakir görmeyi şeref bilen küçük fakat mağrur bir millet, hâkimlerinin,
fâtihlerinin önünde diz çökmüş durduğu halde, Anadolu'nun içinden fışkıran
hayat sesi, vatanseverlik hareketi, dünyaya karşı ölümü haber verilen
Türkiye'nin yaşamakta devam edeceğini hayret veren bir açıklıkla gösterdi.
Arkadaşlar, cihan haritasına bir defa bakacak olursanız, geçmişin uzak
günlerinden beri biribirine karşı daima biribirine düşman vaziyette kıtalar
görürsünüz. Zavallı bir Afrika kıtası vardır; coşkun bir güneş altında, gözleri
kamaşmış insanları ile, baştan başa esir bir âlem manzarası gösterir. Bir
Amerika kıtası vardır; o yeni bir Avrupa'dır; Batının yeni bir parçası diye
bilinir. Fakat Asya, bütün semavî dinlerin ufuklarına doğduğu Asya, eski, yeni
birçok medeniyetlerin üstünde şaşaa ile doğduğu Asya, geçmişi unutmayan ve
izzet-i nefsini [onur duygusunu] kaybetmeyen, yabancılar elinde esir olmak
istemeyen Asya, daima zulme karşı âsi, daima diri, daima mazisine sadık ve
engin Asya kıt'ası, binlerce seneden beri Avrupa ile boğuşuyor. Biz bugün, onun
umumi bir uyanıklığı karşısındayız.
Bu sebeple ben diyorum ki: İstanbul'da, 16 Mart’ta, bundan üç sene evvel
çapulcuların, üzerine vaziyet etmek istediği memleket, derece derece, hayat ve
kuvvet kaynaklarını artırarak kurtuluşa doğru gidiyor. Evvelce olduğu gibi,
bundan sonra da, her tehlikeyi yenerek yaşamakta devam edecektir.
Bursa'nın Yunan işgalinden temizlenmesi münasebetiyle Türkiye Büyük Millet
Meclisi nin eski binası önünde yapılan törende (12 Eylül 1922), Hamdullah
Suphi Tanrıöver şunları söyledi:
Hanımlar! Bu kadar acıdan sonra, bu kadar ayrılıktan sonra, yan yana
çektiğimiz bu kadar hasretten sonra, kurtuluş günleri geldi. Siz, bu kurtuluş
günlerini bize kazandıran aziz şehitlerin, gazilerin anaları, arkadaşları, kız
kardeşleri! Artık sevinin, sevinmek hakkınızdır; bayram edin, en büyük bayrama
erdiniz. Büyük bayramınız mübarek olsun!
Anadolu kadınları! Bu gazâ diyarında, bin seneden beri, ateş ve cenk
yerlerine oğullarını koşturan Anadolu kadınları, bin senedir oğulları daima
uzak yerlerde ölen, yetiştirdikleri oğullarının mezarları nerededir bilmeyen
Anadolu kadınları! Kurtuluş günleri geldi; kavuşma günleri geldi. Sevinin, bayram
edin.
Cihan Harbinden beri ardı arası gelmeyen bir cenk için, ağızdan bir şikâyet
sözü çıkmadan, nesi varsa hepsini veren Anadolu kadınları! Erkekleri, kan ve
ateş yerlerinde savaşırken, uzak denizlerin kıyılarından orta yaylalara doğru,
günlerce, haftalarca çıplak ayakları, giyimsiz sırtlarıyla kurşunlan, top
mermilerini taşıyan Anadolu kadınları! Batıda, doğuda, kıblede, bütün
cephelerin arkasında memleketi işleten, tarlaları yeşerten, sayısız yetim
çocukları yetiştiren, büyüten sensin, ey Anadolu kadını!
Sırası gelince cephaneyi, yaralıyı taşımak sana yetmedi; silâha sen de
sanidin, düşman önünde, sen de nöbet bekledin, ateşlere sen de girdin, sen de
gazâ ettin. "Erkek aslan olur da, dişi aslan olmaz mı?" diyen sensin.
Erkeğinle beraber, zafere erdirdiğin gazân mübarek olsun. Zafere eren gazânın
büyük bayramı mübarek olsun.
Subaylar: Dünyanın hiçbir ordusunun yüklenemeyeceği kadar ağır bir vazifeyi
genç omuzlan üstünde taşıyan subaylarımız! Baba ocaklarının gölgesi altında
değil, cenk yerlerinin güneşi ve ateşi altında yetişen subaylarımız! Birçok muharebelerin
ateşinden, demir kasırgalardan geçen yırtık, yanık gazâ bayrakları gibi,
düşman kurşunlan ile vücutları delik deşik olan subaylarımız! Milyonlarca
delikanlılarımızın, yolunda can verdikleri vatanı siz düşünüp sezmediniz; siz
onu haritalar üstünde, kitaplar içinde öğrenmediniz. Siz, onu adım adım
gezdiniz, her avuç toprağını kanınızla suladınız.
Ey, Türk subayı! Senin gözlerinin içinde cenubun kızgın çölleri tutuşup
duruyor. Senin gözlerinin içinde, Kafkas'ın buzlu dağlan buruşup duruyor. Senin
gözlerinin içinde Malazgirt ovaları, Pasin ovaları serilip duruyor; vatan,
senin içinde yaşıyor.
En büyük askerimiz diyordu ki: "Subay muharebeleri yapıyoruz."
Zâbit muharebeleri, yâni fikir muharebeleri yapıyoruz. Sen bir fikirsin.
Gevşemez, vazgeçmez, sarp, yalçın bir fikirsin. Türklük ve istiklâl fikrinin
bayrağım, yangın kızıltısı içinde, demir kasırgası ortasında yücelten sensin.
Düşmanın milliyet fikrine, milliyet fikrinle karşı çıktın; seninki elindekinden
üstündü. Her biri, ayrı ayrı kaç adamın ömrünü doldurmaya kâfi, o kadar acı,
tatlı hâtıralarla dolu olan genç başın, bugün zaferin sabah aydınlığı içinde
duruyor. Bugün mesutsun, mağrursun. Kimin bu saadete, bu gurura senden
doğmuştur. Fakat Garb uleması, din buhranını hâlletmek için nâzırlann,
vekillerin emrinden istianeye [yardım isteme] lüzum görmemişlerdir. En yakın
günlerde, yeni bir tecrübesine şahit olduğumuz üzere, memlekette olduğu gibi,
maarifimizde de dinî şikâyetleri izale edecek [ortadan kaldıracak] tedbir
nâzırlann emrinden gelmeyecektir. Ana dil, hakikî ilim, yüksek belâgat [güzel
ve etkili söz söyleme], bedii [estetik] cazibeler, külfetsizlik, başka
memleketlerde hasıl ettiği mesut neticeleri, bizim memleketimizde de verebilir.
Fakat, menfi gayretlerden uzaklaşarak buhranın menbalarına [bunalımın
kaynaklarına] kadar çıkacak âlimlerimiz nerede?
Aşağıda okuyacağınız yazı, Hamdullah Suphi Tanrıöver'in 17 Kasım 1922'de
Ankara Muallimler Cemiyeti Kongresi’ndeki konuşmasının metnidir.
. . . Yüz seneden beri memleketi yeni ihtiyaçlara göre sevketmek için
uğraşan münevverlerimiz, mütemadi aksülamellere [tepkilere] çarparak yollanndan
geri kalıyorlar. Her sahada olduğu gibi, maarif sahasında da, biribirleriyle
boğuşan fikirleri kendi isimleriyle yâd edelim: Biri, koyu, anut [inatçı] bir
muhafazakârlık, daha doğrusu, her çâreyi, her rehayı [kurtulma, iyileşme]
mazide arayan görenek ve an'ane zihniyetidir. Zavallı Namık Kemal, bu zihniyeti
kastederek, "Eğer hilkat gözlerimizi daima maziye çevirmek isteseydi, onları
alnımızda değil, ensemizde yaratırdı," demişti.
Diğeri, dünyanın bütün ilim cereyanlarını [akımlarını] benimseyen, Garp
medeniyetini, beşerî [İnsanî] bir medeniyet tanıyan, hiçbir sahada tecerrüdü
[her şeyden uzak kalmak] kabul etmeyen teceddüd perverlerin [yenilik severlerin]
zihniyetidir.
Evvelki zihniyet, dar muhafazakârlık, Garp'ten aldığımız müesseselerden,
fikirlerden, usullerden dolayı perişan olduğumuza kanidir [inanır],
Muhafazakârlann en kuvvetli zamanı, memleketin felâket günleridir.
Topraklarımız bir istilâya uğradı mı, ağır bir belâ milletin başına musallat
oldu mu, onun sesi yükselir, meydana çıkar ve geriye doğru çekmeye başlar.
Memleket birazcık kuvvetlendi mi, ortadan kaybolduğunu görürsünüz. Fakat
yalnız pusuya yatmıştır. Bir fırsat kollayacak, günün birinde, müsait
zannettiği bir saatte tekrar üstünüze atılacaktır.
Efendiler, içtima ettiğimiz bu salonun içinde, ben kendim, seksen beş,
doksan arkadaşımla beraber, o düşüncede birinin, maarifimizde en mühim mevkie
çıkardığımız bir adamın, bu milletin başına ne kadar felâket geldi ise hepsi
münevverlerin yüzünden gelmiştir, diye haykırdığını işittik. Onu alkışlayanlar
da vardı. Meclis kürsüsünde—ki ismini zikretmiyorum, çünkü tekrar edeceğim cümlesiyle
kendisine kâfi ve kötü bir şöhret temin etmiştir—"Bugünkü mektepler,
millet nezdinde menfurdur [nazarında, fikrinde iğrençtir, lânet edilir]"
demekten çekinmiyordu. Bu cümleyi aynen zabıtnâmelerde okuyabilirsiniz. Bu
sözler, bu sesler, 31 Mart gününde aynen söylenmemiş miydi?
Bu adamlar biraz fırsat bulur
bulmaz, resim dersi yerine çizgi dersini, yalnız cansız şeylere âit olmak
kayd-ı mahsusiyle ikame etmekten [özel kaydıyla koymaktan] çekinmediler.
Bilmiyorlardı ki, Türk milletinin altmış seneden beri teessüs etmiş bir
muasır [çağdaş] ressamlığı vardı. Garbın en meşhur koleksiyonları, müzeleri ve
belediyelerine eserlerini kabul ettirmiş bir millî ressamlığı vardır.
Düşünmüyorlardı ki, Türk milletinin, yarım asra yakın bir zamandan beri
memleket çocuklarına resim, heykeltıraşlık, mimarî, hâk [taş veya tahta
üzerinde oymacılık ve kabartmacılık] öğreten bir Sanayii Nefise Mektebi vardır.
Musiki yerine İlâhi dersi koydular. Terbiye ve tedrisin en makûl ve en müsmir
[faydalı] yardımcısı olan temsilî resmi men etmek için tamimler [genelge]
yaptılar. . .
Ne gariptir ve ne acıdır ki, Yunan istilâsı altına düşen memleketlerimizde
câmi kürsülerinden ahaliye aynı fikirler telkin ediliyordu. Burada nutukla,
şiirle neşredilen mektep husumeti [düşmanlığı] gibi, Kütahya'da, Bursa'da, Ulu
Câmi'nin minberinde Ömer Fevzi Efendi gibi adamlar, "Bu mektepler
ortada durdukça, bize felâh [kurtuluş] yoktur," diye
haykırıyorlardı.
Benim kanaatim odur ki, İslâm memleketleri tecerrütten [her şeyden
sıyrılma] dolayı inkıraza [çökme, kaybolma] uğramış, taraf taraf istilâ altına
düşmüştür. İktisadımız cihan iktisadı ile, askerliğimiz bütün cihandaki askerî
meselelerle, tababetimiz medenî âlemin her köşesinde münakaşa edilen tıp
meseleleri ile alâkadar olmalıdır. Eğer zabitlerimiz harp tecrübeleriyle, yeni
askerî nazariyelere dair mütehassıslar tarafından neşredilen kitapları okumaz,
belli başlı manevraları takip etmez, kendi askerliğimizin çerçevesi içine gömülüp
kalırsa, ordumuz uzun bir zaman geçmeden tekrar bir Yeniçeri ordusu olur.
Tababetimiz, tıp kongrelerini, Garp'ta neşredilen tıp mecmualarını,
kitaplarını, bir kelime ile, medenî âlemin bu sahadaki tetkikat ve
tecrübelerinden istifadeyi ihmal ederse, döner dolaşır, kurşun dökücülük,
macunculuk, kocakarı tedavisi derecesine iner.
Terbiye ve tedrisatımız da böyledir. Bütün medenî âlem, terbiye ve tedris
[eğitim] müesseselerini daimî bir tetkik ve münakaşaya tâbi tutmaktadır.
Milletin terbiye ve tedris işini, kendi göreneklerimiz içinde hâlletmek
iddiasında bulunanlayız; bunda da Garp âleminin irşad [yol gösterme] ve delâletinden
[yardım] azamî istifadeye mecburuz. Sübyan mektepleri gibi, Garp tesirlerinden
tamamiyle uzak kalmış olan mekteplerimizin hâli, doğru usulün, doğru anlayışın
ne tarafta olduğunu göstermeye kifayet eder. . . .
Bugünkü hayatımızı ve son zaferimizi ancak bu [Batılı esaslara göre
kurulmuş] mekteplere medyunuz [borçluyuz]. Eğer biz de asırlardan beri tekrar
edilen, her şeyi kalıp haline sokan ezberci ve kelimeci medrese tahsili içinde
kalsaydık, çoktan tarihimizin son sayfası kapanmış olurdu. Unutmayınız ki,
geçen sene [1921] Buhara'da mektep çocuklarını sıralara oturtmak isteyenlerle
oturtmamak isteyenler arasında kanlı bir mukatele [vuruşma, çarpışma;
muharebe] oldu, yüzlerce adam öldü.
İlk defa Sultan Abdülmecit zamanında Darülmuallimîn'e resim albümlerini ve
coğrafya haritalarını sokmak bid'atını irtikap eden [dince kötü sayılan bir şey
yapan] Maarif Nâzırı Ahmed Kemal Paşa, tekfire [lanet, küfür etme] uğradı,
memleketten kaçarak canını kurtarmaya mecbur oldu.
Hamdullah Suphi Tanrıöver, 1923'te Ankara Erkek Muallim [Öğretmen]
Mektebinde "Milliyet Düsturları [ilkeleri]” başlıklı bir konferans verdi.
Konferans, Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde altı gün tefrika edildi. Aşağıda bu
konuşmanın son kısımlarını göreceksiniz.
Türk kimdir?
Biz, Türklük çerçevesi içine kimleri
alacağız ve kimleri almayacağız?
Kim bizdendir ve kim bizden ayrıdır?
Bütün milletler, çevreden merkeze
doğru bir hareket yaparlar. Yörelerden toplayıp kendilerine çekerler; biz bir
merkezden bir çevreye hareket yaparız, kendimizden alır, koparır,
uzaklaştırırız. Biri Karadeniz sahillerinden geldi mi, o Laz'dır. Halbuki
Lazlık, Rize'den daha öte, Kemer Burnundan daha sonra başlar. İki üç nahiyeden
ibaret bir halktır. Koskoca Karadeniz Türklüğünün bu kadar yanlış anlaşılması,
en hafif bir tâbir ile söylüyorum, fecidir. Biri cenuptan geldi mi, Arap’tır.
Lisan hudutlarında yaşadıkları için Türklük hissini, en hakikî bir ateşle
duyan Maraş, Birecik, Ayıntap ve bütün Antakya Türkleri zorla, Türk kalmaktaki
bütün ısrarlarına, milliyetlerindeki bütün aşk ve kuvvete rağmen sanki
Arap'tırlar.
Biz, onları Araplığa doğru iteriz. Doğu vilâyetlerinden gelenler
Kürt'türler; hele Rumeli'den geldiniz mi, Arnavut olmaktan kurtulamazsınız.
Milliyetleri böyle arazi bölümlerine göre ayıran kimselere sorsak, Türk nerede
oturur?
Bu yeri belli etseler de, hep oraya
gitsek olmaz mı?
Galiba Türk'e, Anadolu ortasında üç
vilayetten başka yer kalmayacak.
Efendiler, şüphe yok ki bunlar gülünçtür. Biz kısaca, bir cümle içinde bir
düstur hâlinde Türk’ü tarif etmenin mümkün olduğunu düşünüyoruz. Dilleri ve
dinleri bizden olduğu halde, kalpleri yabancı olanlar bizden değildir.
Topraklarımızın içinde iğreti bir adam durumunda oturarak, ilk felâkette nesi
varsa toplayacak, Türk vatanının dışında kendisine bir vatan arayabilecek
olanlar bizden değildir. Uzak ve yakın geçmişlerinde, Türk milleti ve Türk
vatanı aleyhinde düşündüklerini sözleri ile veya işleri ile gösterenler,
hususi bir milliyet için çalıştıklarını, her ne suretle olursa olsun açıklamış
olanlar bizden değillerdir.
Fakat efendiler, dili ile, dini ile bizden olduğu gibi, emeli ile de bizden
olduğunu bütün geçmişi ile gösteren bir kimseye, nasıl, seni reddediyoruz, diyebiliriz?
Bizim aramızda yerleşerek evinde
Türkçe konuşan, çocuklarını Türk mekteplerinde okutan, kızını, oğlunu
Türklerle evlendiren ve en hâlis Türk'ten beklediğimiz memleket sadakatim kendi
hayatında gösteren adama, soy sop düşüncesi ile nasıl yabancılık edebiliriz?
Bu yollara gittik mi, kendi
kuvvetimizi biz dağıtıyor, bizden olanları biz uzaklaştırıyoruz demektir. Şimdi
tekrar soralım: Türk kimdir ve Türk’te ne arıyoruz?
Türkçe konuşan, Müslüman olan ve Türklük sevgisi taşıyan Türk'tür. Biz
onda dil birliği, din birliği ve dilek birliği arıyoruz.
Burada, şahsımla ilgili bir hususu belirtmek için araya girdiğimden,
okuyucularımın affını rica ediyorum. Türk Ocakları'nın, Ankara Resim ve Heykel
Müzesinin konferans salonunda, Türk Ocağının kurucularından ve yıllarca genel
başkanlığını yapmış Hamdullah Suphi Tanrıöver'in, yüzyıllar boyunca aynı gurur,
aynı şevk ve aynı heyecanla okunacak büyük nutuklarından bazılarım verdiği bu
aynı salonda yaptığı büyük kongresinde (15 Nisan 1999), "Hamdullah Suphi
Tanrıöver Türk Ocakları Kültür Armağanı" şahsıma bahşedildi. Salonu baştan
başa kaplayan büyük bir kalabalık önünde, hayatımın en çok gurur verici, en
çok sevindirici, en çok heyecanlandırıcı anlarını yaşadım ve kitaplığımda
muhafaza edilen bu armağana baktıkça, aynı gururu, aynı sevinci, aynı heyecanı
tekrar tekrar yaşıyorum ve hayatımın sonuna kadar da yaşayacağım.
O gün, şahsıma bahşedilen armağan vesilesiyle duyduğum gurur ve sevinçten
de belki daha fazlasını, Türk Ocakları Genel Yönetim Kurulu üyelerinin ve
kongre için yurdun her tarafından gelen yüzlerce "Ocaklı"nın Atatürk'ün,
Türk Ocağı hakkındaki bazı sözlerini kalplerinde ve dimağlarında
yerleştirdiklerini, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde büyük rol oynamış Ocak’ın
kutsal adına, hiçbir şekilde leke getirilmesine asla müsaade edilmeyeceğini,
hiçbir parti, zümre, veya şahsa bağlanmaksızın sadece ve sadece Türklük için
çalıştıklarını görmem oldu. Büyük Kurtarıcı, ebedî istirahatgâhında rahat
uyusun: Günümüzün Türk Ocakları, onun gösterdiğin yoldan bir santim daha
ayrılmayacaklarım tekrar tekrar ifade ettiler. Atatürk, Türk Ocakları ndan şu
kelimelerle bahsetti:
"Benim bildiğime göre, memleketimizde çok yıllardan beri açılmış ve
el'an kutlu ateşlerle yanan ve alevi ona bağlı olanların kalp ve vicdanını aydınlatan
Türk Ocakları'nın esas gayesi, millete . . . müsbet bir karakter vermektir.
Türk Ocakları, milletin kültürü üzerinde ehemmiyetli tesirler yapmalıdır.
Zaten bunu yapıyorlar ve daha çok yapacaklardır. Biz, milliyet, düşüncelerini uygulamakta
çok gecikmiş ve çok savsaklamış bir milletiz. Bunun zararlarını fazla
çalışmakla kapatmaya çalışmalıyız.”
Günümüzün "Ocaklılar'ı da, Atatürk'ün işaret ettiği bu yolda gururla,
azimle, şevk ve heyecanla yürüyorlar.
N.M.
Sh: 287-355
********************
Hayat kutsal olduğundan homicide [birini öldürmek] menedilmiştir. Dil de
hayat gibi mukaddestir. Bundan böyle bir kelimeyi, onun gerçek manâsını,
hayatını değiştirip, ölümüne sebep olabilecek bir vahşetle kullanmak da men
edilmiştir.
Dr. Oliver Wendell Holmes
Atinalı devlet adamı Perikles, zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya
geldi ve çağının en iyi eğitiminden geçti. M.Ö. 443'ten 429'a kadar "Başkumandan
"lık görevini yürüten Perikles, Atina halk meclisinin en faal üyesi idi.
Onun liderliği zamanında Atina, askerî, ticari ve kültürel sahalarda altın
çağını yaşadı. "Attik” denilen duvar süslemeleri onun zamanında zirveye
erişti; mimarlar, sanatkârlar teşvik edildi. Perikles'in dahilî siyaseti, Atina'yı,
halkın yönettiği bir devlet haline getirmekti. Perikles, jürilerde hizmet
görenlere maaş bağladı; fakir halkın kültür faaliyetlerine katılabilmesi için
özel bir vakıf kurdu. Dış siyaseti, Yunan şehir devletleri arasında Atina'nın
üstünlüğünü tesis etmekti, fakat bu uğurdaki gayretlerinde, kendisine çok
sayıda düşman da kazandı. Atina, 447'deki bir mağlûbiyetinden sonra gerilemeye
başladı. Perikles, İsparta ile 445'te 30 yıllık bir barış antlaşması imzaladı
ise de, iki ülke arasındaki münasebetler tekrar bozuldu ve 431'de de
Peloponezya Harbi başladı. Perikles'in düşmanları onu devirmeye çalıştılarsa
da, ancak, şehirde başgösteren veba salgını ve halkın huzursuzluğu neticesinde
mevkiinden alındı. Fakat kısa bir müddet sonra, yeniden aynı mevkiye getirildi
ve 429'da öldü.
Perikles, çok sayıda hitabet hocasının dünyanın en büyük cenaze hitabelerinden
biri, dedikleri konuşmasını, düşmanları, onu devirmeye çalıştıkları sırada, 430
da söyledi. Hitabe, halkın moralini güçlendirdi ve Perikles de, kısa bir
müddet için de olsa, liderliğini pekiştirmek imkânını buldu. Nutuk, Peloponezya
Harbi'nde ölen ilk Atinalı askerin hâtırasına ithaf edilmişti.
CENAZE NUTKU
Bu gibi hâllerde benden önce konuşan pek çokları, hayatını ülkesi uğrunda
feda edenlerin şerefine nutuk söylenmesini bir kanunla yerleştiren insandan
takdir ve övgüyle bahsettiler. Bana kalırsa, fazilet ve sadakatlarını
hareketleri ile ispat edenlerin, onlara lâyık bir törenle ve bu törene katılan
halkın minnettarlık hisleri ile şereflendirilmeleri yeterlidir; ve herhangi bir
kimsenin bu münasebetle söyleyeceği iyi veya kötü bir hitabe üzerindeki
yorumlar pek çoklarının fazilet ve sadakatlarına gölge düşürmemeli. Gerçekte,
muhtemel bir hakikatin bile zor kabul ettireceği bir konuyu akıl ve muhakeme
ile ele almak kolay değil. Onları, uzun bir dostluğun neticesi sıcak bir sevgi
ile hatırlayanlar, kendilerinin bildikleri, onlar hakkında söylenmesini arzu
ettikleri şeylerle bağdaşmayabileceğinden, derhal, burada söylenenlerin gerçeği
aksettirmediğini söyleyecekler; ve bir yabancı ise, onların kahramanlıklarını
kıskandığından ve kendi başarılarının çok üstünde olduğunu bildiğinden, burada
söylenenlerin mübalâğalı olduğunu ifade edecektir. Şu halde insanlar, fedakârlık
ve maharet gerektiren bu işleri kendilerinin de yapabileceklerine inandıkları,
başkalarının bu işleri yaptıklarını bildikleri zaman, diğerleri üzerine
yağdırılan övgüleri benimseyebilir; kendilerinin o işleri yapamayacaklarını
bildikleri zaman da, kıskançlıklarından, derhal, bu sözlerin sahte olduğunu
söyleyeceklerdir. Fakat bu vakarlı ve heybetli tören, atalarımızca
yerleştirildiğinden, kanuna hürmet etmek ve elimden geldiği kadar,
dinleyicilerimin iyi niyet ve tasvibini temin etmeye çalışmak benim
vazifemdir.
Bundan böyle, ilkin atalarımızla başlayacağım, çünkü adalet ve terbiye, bu
tören münasebeti ile onların hürmetle yâd edilmesini gerektiriyor. Onlar, bu
ülkemizde sağlamca yerleştiler ve kendi kahramanlıkları ile kurdukları bu ülkeyi,
karşılığında hiçbir şey beklemeksizin kendilerinden sonra gelen nesillere
bıraktılar. Onlar, gerçekten, bu övgülerimize hak kazandılar; ve bizim
övgülerimize onlardan daha fazla hak kazananlar, bize en yakın olan
babalarımızdır, zira kendi babalarından tevarüs ettikleri mirası büyüterek,
bugün sahibi bulunduğumuz geniş bir imparatorluk hâline getirip, kendi gayret
ve çalışmalarının bu mahsulünü bize, oğullarına bırakanlar onlar oldular.
Fakat burada, onların başarılarını böylece şükran İlişlerimizle takdir etmekle
beraber, Atinamızı asilce geliştiren, onu, harbin ve barışın gerektirdikleri
karşısında kendisine yeterli bir hâle getirenler de bizler olduk. Burada, bu
gayelere varılması için nasıl cengâverce çarpışıldığını veya kendimizin ve
babalarımızın, Barbarların [“Barbar”
kelimesi çok eski zamanlarda Yunanlı olmayanlar için kullanılıyordu.] ve Yunanların dehşet
saçıcı tecavüzleri karşısında azimle nasıl savunduğumuzu anlatacak değilim;
bunları, sizler de bildiğinizden, uzun ayrıntılara gerek yok. Ama önce, bu şaşaa
ve güç zirvesine hangi metotlarla yükseldiğimizi ve ne gibi bir hükümet şekli
ve davranışlarımızla böylece yüceldiğimizi göstermeye çalışacak ve ardından
ölenleri öveceğim. Bunlar, fikrimce, bu tören münasebeti ile yersiz ve gereksiz
konular sayılamaz; bunların üzerinde durulması, buradaki Atinalılar ve
yabancılar için faydalı olacaktır.
Biz, komşularımızın kanunlarına gıpta etmeyen kendimizin hükümet
şeklimizle mutluyuz, çünkü bizim hükümet tarzımız, diğerleri için bir model
oldu, ama onun kaynağı Atina'dır. Ve kendisini az sayıda insanlara değil,
bütün halka adayan bu hükümet tarzına da Demokrasi denir. Özel
yeteneklerimizle ne kadar farklı olursak olalım, kanunlar, hepimize eşitliği
bahşetmiş ve üstün başarıların şereflendirileceğim belirtmiştir. Halkın yönetimi,
belirli bir aileye bırakılmış değildir; fazilet ve değeri ile onu hak eden
herkese açıktır. Fakirlik bir engel teşkil etmez, çünkü ülkesine hizmet etmeye
muktedir hiç kimse bu hâlinden ötürü engellenmez. Devlet kademelerinde
yükselirken biribirimize engel olmayız; ve özel hayatımızda biribirimizden
şüphe etmeksizin karşılıklı sevgi ve saygı hisleri içinde beraberce yaşar;
kendi istediği hayatı sürdüren bir komşumuzun hâlini beğenmezsek de, onu
cezalandıramayacağımızdan, kızgınlığımızı dışarı vurmayız; böylece, özel
hayatımızda, biribirimizden çekinmeksizin veya biribirimize zarar vermeyi
düşünmeksizin biribirimizle görüşür, ama hâkimlere ve bilhassa haksızlığa uğrayanları
korumak için çıkarılan kanunlara ve çiğnenmelerinin utanç verici bir hâl olarak
düşünüldüğü yazılı olmayan davranış kurallarına hürmet ettiğimizden, kamuya
karşı suç işlemeyi aklımızdan geçirmeyiz. Sonra, kanunlarımız, yıl boyunca,
kendilerine özgü debdebe ve zarafetle icra olunan, seyredenleri neşelendirerek
melankoliyi giderecek festivallere zemin hazırlamakla, kafa ve ruhun da
gıdalanmasını sık sık sağlıyor. Atinamızın şaşaası bütün dünyanın ürettiklerinin
buraya ithaline yol açtı ki, öteki milletlerin yetiştirdiklerini, kendi
yetiştirdiklerimizden daha fazla zevk duyarak tüketmiyorsak da, yine de zevkle
tüketiyoruz.
Harpte, bizim metotlarımızın tam zıddını uygulayan düşmanlarımıza üstünlük
sağlıyoruz. Çünkü Atina herkese açıktır ve düşmanlarımızın, hiçbir şeyin
gizlenmediği ülkemizde bize zarar vermelerini önlemek için, kendisini
geliştirmek veya merak saikası ile aramıza gelen herhangi bir yabancıyı dahi
sürgün etmeyi düşünmeyiz. Ruhlarımızın kendilerine has ateşi bizi harekete sevk
ettiğinden, harp hazırlığı ve oyunlarına pek güvenmeyiz. Eğitime gelince, diğer
ülkelerin gençleri zor ve zahmetli işlerle erişkin insanların yaptıklarına
alıştırılırken, siz, rahat ve zarif hayat tarzımıza rağmen, harbin bütün
tehlikelerine onlar kadar cesaretle karşı koyuyorsunuz. Bu, şu gerçekle ispat
edilebilir ki, Lakedemonyalılar, ülkemizi istilâ etmek istedikleri zaman,
kendilerinin güçleri ile değil, bütün müttefiklerinin birleşik güçleri ile bunu
başarmaya teşebbüs ediyorlar. Fakat biz, komşularımızın topraklarını istilâ
ettiğimiz zaman, onların, kendi topraklarını savunmak için çarpışmalarına
rağmen, onları, kendi ülkelerinde, ekseriya, pek güçlük çekmeden mağlûp
ediyoruz. Bizim askeri gücümüze hiçbir düşmanımız sahip değildir, çünkü bizim
bu gücümüz, deniz kuvvetlerine de bölündüğü gibi, karada da aynı anda muhtelif
yerlerde çarpışılabilecek tarzda düzenlenmiştir. Ve eğer onlar, kuvvetlerimizin
küçük bir parçasını mağlûp ederlerse—ki onlar, bunun mutlak bir mağlûbiyet
olduğunu gururla söylerler—bizim birleşik gücümüz, onların hakkından gelir.
Pekâlâ, zahmetli egzersizlerden ziyade hareketsizlikle veya çalışmakla elde
edilmekten ziyade kendi tabiî kahramanlığımız ile, tehlikelere karşı koymayı
nasıl öğreniyoruz?
Onların, bize öğrettikleri şu ki,
muhtemel talihsizliklerin endişesi bizi hiçbir zaman yıldırmaz, ve tehlike ile
karşı karşıya kaldığımız zaman da, tehlikelere alıştırılarak yetiştirilenlerden
hiç de daha az cesur değiliz. Bu hususlarda, ve üzerinde duracağımız diğer
pekçoklarında, bütün topluluğumuz, haklı olarak kendisine hayranlık duyulmayı
hak etmiştir.
Kendi hayat tarzımızda, tutumlulukla pekiştirilmiş zarafet ve inceliğimizi
belli ederiz tembellik etmeksizin felsefe üzerinde dururuz. Zenginliğimizi,
kibir ve gösterişimizden ötürü değil, diğerlerine yardım ettiğimiz zaman teşhir
ederiz. Bir kimsenin fakir olduğunu itiraf etmesi ona hiç bir leke getirmediği
gibi, fakirlikten kurtulmak için girişilen herhangi bir gayrete de tepeden
bakmayız. Halkımız, kendilerini ilgilendiren özel işlerine ilgi gösterdikleri
kadar, kamunun işleri ile de ilgilenir; ve emek gerektiren işlerin olduğu
kadar, hükümetin işlerinin de maharetle yürütüldüğü görülür. Çünkü, devletin
işleri ile ilgilenmeyenlerin, tembel ve uyuşuk değil de, hiçbir işe yaramaz
insanlar olduklarını ilân eden tek ülke biziz. Ve biz, en makul kararlar
çıkarıyoruz, çünkü eşyayı ve hâdiseleri gerektiği şekillerde çabucak
görüyoruz; kelimelerin, şu veya bu şekilde bizi harekete zorlayabileceğini
düşünmüyor, bir şeye karar vermeden önce, önceki tartışmalarımızla bu mesele
üzerinde yeterince durup durmadığımızı düşünüyoruz. Bizi diğerlerinden ayıran
üstünlüğümüz işte burada: Zamanı geldiğinde, çok büyük bir cesaretle harekete
geçirebiliyorsak, sebebi, böyle bir hareketin yerinde olup olmadığı üzerinde
daha önce tartıştığımız içindir. Diğerlerinin cesareti, cahilliklerinin
neticesi; düşünmek, tartışmak, onları korkak yapıyor. Ve bunun içindir ki,
harbin fecaatini ve barışın tatlılıklarını derinden hissetmelerine rağmen,
tehlike ile karşılaşmaktan zerrece çekinmeyen insanların ruhları en yüce
ruhlardır.
Hayır işlerimizde de biz, pek çoklarından farklıyız. Biz, dostlarımızı,
onlardan bir şeyler almakla değil, vermekle, onlara mecburiyetler yüklemekle
muhafaza ederiz. Zira, birine bir iyilik yapan kimsenin, minnettarlığından
ötürü, iyilik gördüğü için kendini borçlu sayan insan üzerinde avantajı vardır.
Diğerine minnettarlık besleyen biri, oyunun zevk vermeyen kısmını oynamaya
mecbur, çünkü kendisine yapılan iyiliğe, iyilikle mukabele etmenin bir vazife
değil, bir borç ödeme olduğunu bilir. Ve bütün insanlar arasında, diğerlerine
en fazla yardım etmek isteyen biziz ve bu cömertliğimizin sebebi de, kendi
çıkarımızı düşünerek kendimize itibar sağlamak değildir. Bu konuda söylenecek
diğer sözleri özetleyerek diyeceğim ki, Atinamız, genellikle bütün
Yunanistan’ın okuludur ve aramızdaki her Atinalı, kendi şahsî özelliklerinden
ötürü, en zarif tavır ve hareketleri ile faal bir hayatın her safhası için
mükemmelce hazırlanmıştır.
Bu hitabemde, görkemli kelimelere yer vermedimse; çünkü, böylesine tavır ve
hareketlerimiz [alçakgönüllülüğümüz] devletimizin, şimdiki zirvesine erişmiş
olmasının inkâr edilemeyecek bir ispatıdır. Geçirdiğimiz tecrübelerden ötürü,
hakkında yazılanlardan daha büyük tek millet biziz; mütecaviz düşmanın
hücumlarını püskürttükten sonra onlarda, mağlûp olmanın doğurduğu kızgınlığı
hissettirmediğimiz gibi, insanları köle hâline getirerek onlar üzerinde
hâkimiyet kurmanın, insanlığa yakışmayan bir şey olduğunu gösterircesine,
düşmanlarımıza yardım edenlere de hiçbir kötü niyet beslemeyiz. Bugünkü gücümüzü
hak ettiğimizi delillerle ispat etmek mecburiyetinde değiliz. Bunun, büyük ve
görünen bir delili, günümüzün ve gelecek çağların hayranlığını kazanmayı hak
etmiş olduğumuzdur. Bizim, zaferlerimizi müjdeleyecek Homer'e, hoş mısralarla
bir tarih kitabı yazacak bir şaire ihtiyacımız yok. Donanmamız, bize her denizi
açtı, düşmanlık ve dostluklarımızla, her ülkeye nüfuz ettik.
İşte, böyle bir devletin âdil savunmasında, devlete yöneltilmiş
tehlikeleri küçümseyerek tepeden bakıp, yılmadan çarpışan ve kahramanca ölen bu
insanlar, kendi cesaret ve kahramanlıklarının kurbanları oldular. Ve ben,
hayatta kalan herkesin böyle bir dâva uğruna hayatını feda etmeye hazır
olduğuna inanıyorum. Bu sebepten ötürü, içinde bulunduğumuz harbin, kamu
hayatındaki yeri çok önemli olmayan insanlardan çok daha fazla önem
taşımadığını, konuşmama konu olan bu insanların ne büyük bir şerefe lâyık
olduklarını göstermek için, millî noktalar üzerinde uzun uzadıya durdum.
Çünkü övgülerle, kasidelerle, kutladığımız bu devlet, bu insanların ve onlar
gibilerin kahramanlıkları ile kazanıldı. Herhangi bir Yunanlı hakkında
söylendiği takdirde mübalâğalı denilecek bu övgü ve minnettarlıklara, ancak bu
insanlar lâyıktır. Bu kahraman ruhların, şimdi indirgenmiş oldukları ölüm
safhası, onların büyüklük ve değerlerinin en belirli delilidir—-öyle bir delil
ki, onlar hayatta iken ortaya çıktı ve ölümleri ile sona erdi. Kahramanlıkları
dışında, faziletin hiçbir sahasında diğerlerine üstün olmayan bu insanlara, hayatlarını,
ülkeleri uğrunda çarpışmaya adayan bu insanlara, üstün şeref bahşetmek bizim
borcumuzdur. Onların, ülkelerine yaptıkları bu son hizmetleri, kamu hayatı ile
ilgili bütün kusurlarını sildi, affettirdi; özel hayatlarındaki tavır ve hareketlerini
de ancak birkaç kişi biliyordu. Barış içindeki müreffeh bir hayatın
sağlayacağı şeyleri bilmelerine rağmen, onların hiçbiri tehlikeyi görünce
ürkmedi, kaçmadı; onlar da hayattan zevk almak istiyorlardı, onlar da, maddî
arzularım tatmin etmek istiyorlardı, onlar da, fakirliğin, sonunda zenginlikle
yer değiştirebileceğini düşünüyorlardı. Ama onların kafalarındaki bir hırs,
onların bütün bu düşüncelerinden kuvvetli idi: Düşmanlardan intikam almak.
Bunu, tehlikelerin en şerefli bir mükâfatı olarak düşündüklerinden, ikinci
derecedeki hırslarını tatmin etmeden önce, intikam uğrunda cesaretle ileri
fırladılar. Sonunun nasıl tecelli edeceğini bilmedikleri hâdise,
hayallerindeki gibi gerçekleşmişti; açık gözleri, kendilerini savunmanın ve
ölmenin boyun eğmek ve yaşamaktan çok daha şaşaalı olacağını düşündüklerini gösteriyordu.
Evet, kendilerinin korkaklıkla itham edilmelerinden korktular, ama savaşın
darbelerine vücutları ile katıldılar; korku hissetmeksizin, zafer ümitleri ile
dolu oldukları bir anda, sonunun şüpheli olacağı bir hücumda âniden düştüler
ve böylece, cesur insanların ülkelerine olan borçlarını ödediler.
Şimdi, hayatta kalan sizlere gelince, daha iyi bir kader için dua etmeniz
gerekecek. Ama bu nutukta işittiklerinize göre hüküm vermeksizin—sizlerin ve
sizlere hitap eden kimsenin de gayet iyi bildiği gibi, herhangi bir kimse,
biribiri ardına söylediği kelimelerle düşmanlarınıza karşı çarpışmanın ne
büyük avantajlar sağlayacağını anlatabilir—düşmanlarınıza karşı aynı ruh ve
cesareti muhafaza etmenin, her geçen gün, bu topluluğun şaşaasını artırmanın ve
her geçen gün, ona daha çok âşık olmanın da sizin vazifeniz olduğunu bilmelisiniz.
Ve bu hedef, sizin tasavvur edemeyeceğiniz kadar büyük göründüğü zaman da, bu
ihtişamın ve büyüklüğün, cesur ve kahraman insanlar sayesinde, vazifelerinin
ne olduğunu bilen insanlar sayesinde ve hareket zamanı geldiği zaman utanma
hissinin ne olduğunu bilerek teşebbüslerinde başarılı olamadıkları takdirde,
ülkelerine leke sürdürmemek için kahramanlıkları ile bize en parlak armağanı
miras bırakanlar sayesinde gerçekleştiğini düşünmelisiniz. Hayatlarını,
böylece ülkelerine feda etmekle, onların her biri, hiçbir zaman unutulmayacak
minnettarlığımızı kazandı; her biri, en gösterişli bir mezara
gömülecek—kemiklerinin küflenip toprak olacağı mezarlara değil, şerefin, ister
kelimelerle ister hareketlerle, ebediyen hatırlanacağı her fırsatta bizimle beraber
bulunmaları için, şöhretlerinin muhafaza edileceği mezarlara. Şanlı ve şerefli
insanlar için, bütün dünya bir mezardır; onların değerleri, sadece doğup
büyüdükleri topraklardaki sütunlara isimlerinin kazınması ile belirtilmez;
hâfızalarda daima canlı tutulan hâtıraları ile belirtilir ki, her yabancı
ülkede, evrensel hatırlama hâzinelerine bırakılmış bu isimler, kendi
mezarlarına kazınacak bütün yazıtlardan iyidir. Bu andan itibaren, bu asil
ölçüleri kendinizde yerleştirmeye çalışarak, mutluluğunuzu hürriyete ve
hürriyeti de kahramanlığa bağlamak sureti ile, harbin bütün tehlikelerine karşı
koymaya hazırlanın. Zira talihsizliğin sefalet ve ümitsizliğe indirgediği,
veya başarısız bir teşebbüs neticesinde iyi bir hayatın sağladığı bütün
rahatlık ve zevkleri kaybeden biri için, bolluk içindeki bir hayat, artık
eskisi gibi asil bir hayat değildir. Rahatlık ve bolluk içinde geçen bir
hayattan sonra karşılaşılan zorluk ve sıkıntılar, bir kimseyi, canlı bir hayatın
ortasında ve halkın kendisinden bir şeyler ümit ettiği sırada, o kimsenin
beklenmeyen bir şekilde ölmesinin yarattığı acı ve ızdıraptan daha fazla
maddeten ve mânen çökertir.
Bu sebeptendir ki, aramızdan ayrılanların ebeveynlerine—şu anda aramızda
bulunan ebeveynlerine—onlar için ağlamayacağımı, ama kendilerini huzura
kavuşturmaya çalışacağımı söyleyeceğim. Dünyaya geldikleri andan itibaren her
zaman, beklenmedik kazalarla karşı karşıya kalınacağı ve mutluluğun da, sizi
kedere boğmakla beraber, hayatlarının en şaşaalı safhasına erişenlere nasip
olacağı biliniyordu—hayatta iken kendilerinden beklenenleri verenler, onları
devam ettirmekle mutluluk duyanlar, kendilerinden beklenenlerin sona ermesiyle
de aynı mutluluğu duyuyorlar. Diğerlerinin mutluluklarını gördükçe,
kendilerinin de bir zamanlar nelerden zevk aldıklarını hatırladıkça, kendi
evlâtlarım hatırlayacak insanları huzura kavuşturmaya çalışmanın zor bir iş olduğunu
biliyorum. Ve keder de, kendimizin henüz sahip olmadığımız iyi şeylerin mevcut
olmayışından değil, alıştığımız şeylerin elimizden kaybolup gitmesinden doğar.
Çocuk dünyaya getirecek çağı henüz aşmamış olanlar, daha fazla çocuk
doğurmaları söylenerek huzura kavuşturulmaya çalışılmalı. Henüz doğmamış
çocuklar, bazılarına, kaybettiklerini unutturmaya çalışmak suretiyle özel bir
yarar sağlarken, ülkelerine de, onu, ıssızlık ve viranelikten kurtaracaklarından
ve ülkenin güvenliğini sağlayacaklarından iki misli faydalı olurlar. Çünkü
ülkenin güvenliği için tehlikeler karşısına çıkacak çocukları olmayanlar,
herkesin benimsediği müşterek adalet esaslarına göre, toplulukta, halkın
indinde eşit değere sahip kimseler olarak düşünülemez. Ve siz, ilerlemiş yaşta
olanlar, hayatınızın uzun yıllarının size kazandırdıklarını düşünerek
duyduğunuz mutluluğu hatırlayın ve bundan sonra kısa olmasını isteyeceğiniz
hayatınızın geri kalan yıllarını, kaybedilenlerle kazanılan
şaşaa ile aydınlatın. Hiçbir zaman yaşlanmayan şey, sadece ruhun büyüklüğü
olduğu gibi, bazılarının çok şerefli bir şey sanmalarına rağmen, bir kimsenin
hayatının son safhasına zevk katan şey de servet değildir.
Sizler, ölenlerin oğulları ve kardeşleri, burada kaçınızın bulunduğunu
bilmemekle beraber, kendinizi sıkı bir mücadele içinde bulacaksınız. Artık
aramızda bulunmayan bir kimseyi herkes över; öyle ki, ne kadar yükselirseniz
yükselin, hiçbir zaman onların eşitleri olarak kabul edilmeyecek, her zaman
onların belirli bir derecede altında insanlar olarak düşünüleceksiniz. Hayat
devam ettiği müddetçe, bir rakipten kıskançlıkla bahsedilir, ama ölüm rekabete
son verdiği zaman da, sizi alkışlayan sevgiler sınır tanımaz.
Ve şimdi, bütün bu sözlerimden sonra, Sizler, dul kalan siz kadınlar için
de bir şeyler söylemem gerekirse, kadınlığın fazileti üzerine kısa bir ikazda
bulunacağım: Sizin kendi cinsinize has faziletinizden hiçbir şey kaybetmemek ve
erkeklerin, sizin davranışlarınız üzerinde, iyi veya kötü, konuşmalarına
mümkün olduğu kadar az vesile olmanız, sizin en büyük şerefiniz olacaktır.
Kanunların bana tanıdığı ölçüler içinde, bu topluluk için yerinde olduğunu
sandığım sözleri böylece söyledim. Aramızdan ayrılmış yakınlarımız, aslında,
aramızdan ayrılmış olmakla, şereflendirildiler. Onların çocukları, bugünden
itibaren yetişkinliğe erişinceye kadar, bu gibi haller ve gelecekteki bütün
yarışmalar için mükâfatlar takdim edecek devlet tarafından okutulacaktır. En
büyük vatanseverler, faziletin iyi bir şekilde mükâfatlandırıldığı zamanlarda
ortaya çıkarlar.
Şimdi herkes, bu dünyadan ayrılan yakınlarının elemini vakarlı bir tarzda
içinde hissetsin ve evlerine dönsün.
Sh: 23-31
Kaynak: Nejat MUALLİMOGLU, Dünyayı Sarsan Konuşmalar, Avcıol
Basım Yayın, 2007, İstanbul
[1] Madde 12. Osmanlı İmparatorluğu nun Türk unsurunun hâkimiyeti temin
edilmeli, fakat onların idaresinde olan azınlıkların her nevi inkişafları
[gelişmeleri] emniyet altında olmalıdır. Çanakkale, bütün milletlerin gemilerine
ve ticaretlerine, milletlerarası teminatla açık bulundurulacaktır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar