Print Friendly and PDF

DÜNYAYI SARSAN KONUŞMALAR-NEJAT MUALLİMOĞLU




Bana Arşimet'in manivelasından bahsetme.
O, riyazi bir tahayyül gücüne sahip unutkan bir adamdı.
Matematiğe hürmet ederim, ama benim makinel­erle hiçbir ilgim yok.
Sen bana, yerinde ve doğru bir kelimeyi ve hatâsız vur­guyu ver;
ben, dünyayı yerinden oynatayım.
Joseph Conrad
Dünyada alelâdeliğin tahammül edilemeyeceği yerler;
şiir, musiki, resim ve hitabettir...
La Bruyere
Büyük düşünürler yaşarken bin verir, bir alır;
ölünce bir verir bin alırlar.
Prof. Dr. Erol Manisalı
(Attila İlhan’ın cenaze törenindeki konuşmasından)
Türk'ün millî hatibi Hamdullah Suphi Tanrıöver'in ruhuna...
Dil, yalnız ses ve söz değil. Dil, sayısız milletlerin biribirine devrettiği kopmaz bir yaşayış, zaman içinde tarihin, mekân içinde coğrafyanın, iman içinde dinin el ele vere­rek, biribirini destekleyerek, yeraltı ve yerüstü suları gibi, görünür ve görünmez kanallarla diller arasında aktarmalar yapa yapa, geniş çaplı bir alışveriş âlemi içinde, başlı başı­na, mantık ve ferman dinlemeksizin, kendine mahsus kanunlarıyle, tabiatın en karışık uzviyetlerinden daha dipdiri bir varlıktır. Dile akıl öğretilmez; akıl, ancak dilden ders alır.
Her şeyin üstünde mukaddes varlık ki vatandır, fakat yalnız toprak, dağ, tarla değil, yâni vatan, yalnız coğrafyanın gölgesi değil; vatan, ki milletin yarattığı mefharetler mecmuasıdır [övünülen şeylerin toplanmasıdır]; gövdeye can gibi, vatanı yaratan milletse, milleti yapan da dildir. DiJin vatandan daha mukaddes olduğunu anlamak için tarihe bakmak yeter. Giden milletler, dilleri diri kalmış milletler tarafından tekrar kurtarıldı, fakat dili giden milletlerin ne vatanı kaldı, ne kendileri. Bu bahisle son söz, vatanın mukaddesliği gibi, dilin ne kudsiyetler kudsiyeti olduğunu ak­lımızdan çıkarmamaktır. Dille oynayanlar, neyle oynadıkla­rını iyi bilmeli.
İsmail Habip Sevük
Dil Dâvası


John Greenleaf adındaki bir Amerikan şairi, “Her kriz, hitabesini ve hare­ketini beraberinde getirir," diyor.
İnsanlık tarihi, aslında, büyük hitabelerin etkisi altındaki önemli ve dra­matik hâdiselerin belgeleridir. Eski Yunanistan ve Roma’dan günümüze gelinceye kadar, hitabet ve devlet adamlığı el ele yürüdü. Kılıcı çok iyi kullanan insanların pek çoğu, aynı zamanda, belâgatli sözleriyle kütleleri harekete getirmesini de bilen insanlardı.
Hitabet tarihi binlerce sene öncesine kadar uzanıyor. Belki de kalaba­lık önünde yapılan konuşmalar, cenazelerde söylenen hitabelerle başladı. Topluluklar geliştikçe, söz söyleme ihtiyacı da arttı. Halk önünde iyi ve te­sirli konuşan armağanlı hatipler, kanun yapıcılığı ve liderlik mevkilerine yükseldiler. Yunan medeniyeti zirvesine eriştiği zaman, hitabet, hükümet etme ve kültürün bir güzel sanatı hâlinde ele alındı. Hitabet, Batı’da, bu­gün de bir güzel sanat olarak ele alınıyor, bir güzel sanat olarak gelecek nesillere bırakılması için üzerinde titizlikle duruluyor.
Eski çağlardan bu yana hitabet teknikleri pek değişmemekle birlikte konuşma sanatının tarzı değişti. Günümüzün hatiplerinin, fikirlerini ve söylemek istediklerini, eski üslûpta, “oratory” denen mübalâğalı tarz ye­rine normal konuşma tarzı, günlük muhavere tarzı ile sunmaları isteniyor. Hitabet sanatını, yine de, ister eski zamanların, ister günümüzün anlayış tarzları ile ele alalım, bir Demosten’in, Çiçero’nun, Abraham Lincoln’ün, Churchill’in, Hamdullah Suphi Tanrıöver’in, Atatürk’ün hitabelerini dikkat­le okuduğumuz zaman, bu güzel sanata beslediğimiz saygı ve sevginin azalmadığını görüyoruz.
Okuyacağınız hitabeler size, hatiplerin, karşılaştıkları meseleleri ve bu meselelerin üstesinden nasıl geldiklerini incelemek fırsatını verecek. Bu hitabeleri dikkatle okuduğunuz takdirde, hatiplerin önlerinde hâl çareleri bekleyen meselelerin, neler olduklarını göreceksiniz: Hazırlanan malze­menin organizasyonu, belirli bir dinleyici önünde nasıl hareket edileceği, kelimelerin seçilişi ve inanışların dinleyicilere sunuluşu.
Hatibin, konuşmasını gerektiren durum ve dinleyiciler kadar, dinleyi­cilerin de, hatibi nasıl gördüklerinin, onun hakkında neler düşündükleri­nin, bir hatibin konuşmasına nasıl tesir edeceğini de düşünün: Sokrat, kendisini ölüme mahkum eden jüriye hitap ediyor; Çiçero, Katiline’nin kendisini öldürmeye teşebbüs etmesinden sonra, Roma Senatosu’nda Katiline’nin yüzüne karşı onun bir hain olduğunu söylüyor; Churchill, İkin­ci Dünya Harbi’nin en karanlık günlerinde, milletinin savaş azmini canlı tutmaya çalışıyor; Kennedy, Amerikan halkının düşünce ve hareket tarz­larında değişiklik istiyor: Halide Edip (Adıvar) ve Hamdullah Suphi (Tanrıöver), İstanbul’un işgal altında bulunduğu sıralarda, Sultan Ahmet Meydanı’nı dolduran iki-yüz-bine yakın yaslı insana, karanlık bulutların mutla­ka dağılacağını, güneşin bütün haşmet ve şaşaası ile Türkiye ufuklarında yeniden parlayacağını söylüyorlar; Atatürk, millî mücadelenin devam et­tiği bir sırada, kendisini vatandaşlıktan çıkarmak isteyecek kadar hücum­larını ileri götürenlere cevap veriyor.
Hitabetin gayesi hatibin, üzerinde durduğu düşüncelerin haklı, kendisi­nin âdil ve samimi bir kimse olduğunu dinleyicilerine inandırmaktır. Bura­da, bir hatipte aranan vasıflara bir tanesi daha ekleniyor; hatip, inandıkların­da samimi olmalı. Aristo, iyi bir hatibin, aynı zamanda temiz ve iyi ahlâklı bir insan olması gerektiğini söyledi. Bu, bugün de doğru ve geçerli. Temiz bir vicdan, hitabetin gerektirdiği fikrî berraklığı ve doğruluğu sağlar.
Hatipleri üç sınıfta toplayabiliriz: (1) Anadilini iyi bilmesine ve konuş­masını iyi hazırlamasına rağmen, söyleyiş tarzı cansız ve sönük olan ha­tip; (2) Alelâde bir kafaya sahip olmasına, iyi bir tahsilden geçmemesine rağmen, iyi bir söyleyiş tarzına sahip olan hatip, ve (3) Yüksek vasıflı dü­şüncelerini tesirli bir konuşma tarzı ile birleştiren hatip. Dünyanın en iyi hatipleri, genellikle, bu son ideale yaklaşanlardır.
Victor Hugo, böylesine bir hatip olmasaydı Voltaire’in ölümünün yü­züncü yıldönümünde yapılan törende sözlerini şu unutulmaz kelimelerle bitirebilir miydi:
“O büyük ölüye, o büyük ruha dönelim. O, hürmet edilen mezar önünde eği­lelim. İnsanlar için faydalı hayatının yüz sene önce sona erdiği, fakat eserlerinin öl­meyeceği bu insanla tanışalım. Bu muhteşem Voltaire'in yardımcıları, öteki güçlü mütefekkirlerle de, Jean Jacques'la, Diderot'yla, Montesquieu'yle de tanışalım. Bu büyük seslere seslenelim. Beşer kanının akıtılmasını durduralım. Despotlar, yeter! Ah, barbarlık hâlâ sürüyor! O halde, medeniyet de gazaba gelsin. On sekizinci asır on dokuzuncu yüzyıla yardım etsin. Filozoflar, bizden önce gelenler, hakikat hava­rileri idiler. O muhteşem gölgelerden niyaz edelim; onlar önce gelenler, hakikat havârileri idiler. O muhteşem gölgelerden niyaz edelim; onlar, harp tasarlayan ha­nedanlara, insanların yaşama haklarını, vicdan hürriyetlerini, aklın hâkimiyetini, emeğin kutsallığını, barışın azizliğini ilân etsinler; ve gece karanlıkları, nasıl tahtlar­dan çıkıyorsa, ışık da mezarlardan yükselsin.”
Amerikan Harp Akademisi subay adaylarına hitap eden 82 yaşındaki Gen. MacArthur da, yüksek vasıflı düşüncelerini tesirli bir konuşma tarzı ile birleştiren büyük bir hatipti:
"Vazife, şeref, ülke... Bilgiçlik taslayan herkes, her demagog, her sinik, her ri­yakâr, ortalığı karıştırmak isteyen herkes ve maalesef değişik karakterde olan diğer bazıları, onları, onlarla alay edecek kadar aşağılayacaklar.
Ama onların yaptıkları bazı şeyler şunlar: Size temel bir karakter kazandırırlar. Sizi, ülkenin savunmasından sorumlu insanlar olarak istikbaldeki rolleriniz için ha­zırlarlar. Onlar, zayıf olduğunuzu bildiğiniz zaman sizi güçlü ve korktuğunuz zaman da, sizi, korkunuzu karşınıza alacak kadar güçlü yaparlar.
Onlar, size, samimi başarısızlıklarda gururlu olmanızı, eğilmemenizi, ama ba­şarılı olduğunuz zaman da, mütevazı ve nazik olmanızı öğretirler; lâf değil, hare­kete geçilmesini öğretirler; rahat yolu seçmenizi değil, güçlüklerin ve meydan okunmasının zorluk ve gerginliklerini karşınıza almanızı öğretirler; diğerleri üzerin­de üstünlük kurmadan önce, kendi üzerinizde üstünlük kurmanızı öğretirler; temiz bir kalbe sahip ölmemizi, yüksek bir hedef seçmenizi öğretirler; istikbale uzanmanız, ama maziyi asla ihmal etmemeniz gerektiğini öğretirler; ciddi olmanızı, ama kendinizi asla önemli biri görmemenizi öğretirler, gerçek büyüklüğün basitliğini öğrenmeniz için mütevazı olmanızı öğretirler; gerçek bilginin açık kafalılığını ve gerçek kuvvetin alçakgönüllülüğünü öğretirler."
Hamdullah Suphi Tanrıöver, Türkçe’yi çok iyi bildiği ve konuştuğu, de­rin düşüncelerini mükemmel hitabet tarzı ile birleştirdiği içindir ki, dünya durdukça okunacak, ders alınacak bir Türk hatibidir. Türk’ün yetiştirdiği en büyük hatip Hamdullah Suphi Tanrıöver'i dünyanın büyük hatipleri arası­na çıkaran özellik işte budur. Türkiye’nin derin bir ahlâki uçuruma yuvar­lanmakta olduğunu söyleyen Erzurum Mebusu Ziya Efendiye, ancak onun gibi bir hatip şu cevabı verebilir:
"Arkadaşlar; Bugün Türkiye yükselmiştir; kıyas kabul etmeyecek derecede ma­ziden daha kuvvetlidir. Bir memleket ki susmuştur, korkuyor, başındaki adamların dinî, siyasi, zümrevî veya ailevî tazyikine karşı dalkavukluktan başka bir şey yapmı­yor, o ahlâken mütereddidir [gerilemiştir], aşağıdadır. Bir devir ki, hükümetini ten­kit ve murakabe eder, kanaatim matbuatında, kürsüsünde ve her yerde söyler, onun ahlâkı yükselmiştir. Siyasetin en geniş şekli, yükselen ahlâktan doğmuştur. Eski terbiye içimizde yaşasa idi, bu terbiye devam etse idi, memleketimizde Cum­huriyet olamazdı—çünkü büyükler karşısında susmak esastır, göz göze bakmamak esastır. Saray'ın gölgesi ve korkusu içinde sizi kamçı ile, kement ile, nefy [sürgün] ile idare eden eski hükümet yaşardı. Teceddüt [yenilik], bize hürriyet aşkını veren yeni terbiyemizdir. Yeni şekl-i idare, yükselen ahlâkımızın bir mükâfatıdır.”
Kitaptaki hitabeleri, yukarıda sıraladığımız faktörleri göz önünde tuta­rak okuyunuz; zihnî ve hissî özelliklerin, hatibin şahsiyeti ile nasıl örüldü­ğünü görmeye çalışınız.
Şunu da unutmayınız ki, kültür ve teknolojinin tarih boyunca değişme­si ile beraber resmî nutuklardan beklenen ölçü de değişti. Eski Yunanistan ve Roma'da, nutuklar açık meydanlarda söylendi; ve bir hatipten bekle­nen ilk şey, güçlü bir sese sahip olması idi. Göreceğiniz gibi, Roma ve Yu­nan hitabet tarzları, konuşmaların uzun, zaman zaman anlaşılmayan zor ve mağlak cümlelerle söylenmesini gerektiriyordu. Günümüzde, televiz­yon ve radyo, dinleyici gruplarının boyutlarını muazzam bir şekilde değiş­tirdi ise de, mikrofon, bu büyük kütlelere hitap etme fırsatını sağladı. Maamafih, bu ortamların malî ve teknik gerekçelerinden ötürü de, zaman, çok önemli bir faktör oldu. Daha da önemlisi, günümüzün dinleyicileri, sessiz sedasız oturup saatlerce nutuk dinleyecek insanlar değiller. Günü­müzün hatiplerinden, söyleyeceklerini açık, berrak ve kısa sözlerle ifade etmeleri istenir ki, buna riayet etmeyen bir kimsenin de dinleyici bulması çok güçtür.
Kitaptaki hitabeler şu düşüncelerle seçildi: (1) Hitabe, hatibi temsil edi­yor muydu?
 (2) Nutkun söylenmesini gerektiren durum, hatibin hayat ve mesleğinde önemli bir safha mıydı?
 (3) Hitabetin hitabî, edebî, veya felse­fî bir değeri var mıydı?
 (5) Beşerî [İnsanî] bir belge olarak, bir değeri var mıydı?
Bilgi dağarcığınızı bir hayli genişleteceğini ve zevkle okuyacağınızı umduğum bu nutuklar üzerinde dururken, bir nutkun, okunmak için de­ğil, işitilmek için söylendiğini aklınızdan çıkarmamanız gerekir. Bir nutuk, sessiz okunduğu zaman—vasat bir okuyucu, oldukça kısa bir süre içinde çok sayıda fikri hazmedemeyeceğinden—fikir muhtevası yoğun olmayan nutuklar, zaman zaman entelektüellerce zayıf görünebilir. Eğer onları ses­li okursanız, daha fazla takdir edeceksiniz.
Tarihte iz bırakan, nesiller boyunca hatırlanan büyük hatipler, genellik­le, ülkelerinin tehlike içinde bulundukları zamanlarda ortaya çıktılar. Fran­sız İhtilâli’nin hatipleri gibi, Hitler gibi, Mussolini gibi demagogların da zirveye çıkışlarında hitabet güçleri büyük rol oynadı ise de, önünde sonunda dışa vuran gerçek karakterleri, hitabet güçlerine rağmen, onların sonunu hazırladı. Artık onların nutukları, ilham almak için değil, ibret al­mak için okunan tarihî belgelerden öteye geçemezler.
Öte yanda, ülkelerinin büyük tehlikelerle karşılaştığı karanlık zaman­larda ortaya çıkan, hitabet güçleri kadar karakterleri de sağlam olan yüce hatiplerin çocukları, milliyetçiliğin, vatan uğrunda fedakârlığın ne ol­duğunu öğrenmek istedikleri zaman, onların nutuklarını okur, şevk, heye­can ve ilhamlarını o nutuklardan alırlar.
Eski Yunanistan’ın Atina milliyetçiliği, Demosten’i, Roma’ya yöneltilen hıyanet, Çiçero'yu, Amerika’daki İngiliz sömürgeciliğinin şiddeti, Patrick Henry’yi, Amerikan Dahilî Harbi, Abraham Lincoln'ü ve İngiltere’nin İkin­ci Dünya Harbi sırasındaki karanlık ve ızdıraplı günleri Churchill’i ortaya çıkardı. Milletlerin istiklâl ve hürriyet aşkını, azim ve iradelerini bu insan­lar canlı tuttular; halk, karanlık bulutların dağılacağını, yepyeni şafakların doğacağını bu insanların nutuklarından öğrendi, onların sözleri ile cesaretlendi, geleceğe ümitle baktı.
Bütün dünyanın ve içimizdeki birçoklarının da, “Hasta adam nihayet ölüyor," dedikleri bir sırada, Türk’ün, hiçbir zaman ölmeyeceğini var gücü ile haykıran ve başına geçtiği kahraman milletinin biribiri ardına kazandığı zaferlerle Türk’ün ölmeyeceğini bütün dünyaya kabul ettiren büyük Atatürk’ün milletine beslediği derin inancını, yeni Türkiye'nin temeline yerleştirmek istediği inkılâp ruhunu, vatan sathında aşılayacak bir "dil"e, bir “ses’e ihtiyacı vardı. İşte bu “dil,” bu “ses,” Hamdullah Suphi Tanrıöver'in dili, Hamdullah Suphi Tanrıöver’in sesi idi.
Varsın, artık diğerlerinin bir Demosten’i, bir Çiçero’su, bir Patrick Henry’si, bir Abraham Lincoln’ü, veya bir Churchill’i bulunsun; bizim de Türk’e, bin sene sonra da ışık tutacak, heyecanlandıracak, şevklendirecek ve ilham verecek Hamdullah Suphi Tanrıöver’imiz var.
Nejat Muallimoğlu

Sh: 7-11
***************************
Öküz yuları ile güdülür, insan kelimeleri ile.
Malay Atasözü
Arapça bir dildir; Farsça bir tatlı; Türkçe ise bir sanat.
İran Atasözü
Kelimeler, insanları hür yapar. Kim olursa olsun, düşünce­lerini ifade edemeyen insan köledir. Konuşma, bir hürriyet hareketidir-kelimeler de hürriyetin kendisi.
Ludwig Feuerbach

Hazreti İsa aleyhisselâm
İsa Peygamberin, aşağıda okuyacağınız en önemli hitabesi, bu yazar ta­rafından The New Testament in Modern English adlı Incil'den tercüme edil­di. İsa Peygamber, M.S. l'inci asırda yaşadı.
ZEYTİNDAĞI VAAZI
İsa, büyük bir kalabalığı görünce tepeye çıktı ve oturduk­tan sonra, şakirtleri yanına geldiler.
Sonra, konuşmaya başlayarak şunları öğretti:
Ne mutlu mütevazı insanlara, zira göklerin hükümranlığı onlarındır!
Ne mutlu kederin ne olduğunu bilenlere, zira kendilerine cesaret verilecek ve huzura kavuşacaklar!
Ne mutlu hiçbir şey istemeyen o insanlara, zira bütün yeryüzü onların olacak!
Ne mutlu merhametli insanlara, zira onlara merhamet edilecek!
Ne mutlu tertemiz yürekli insanlara, zira onlar Allah’ı gö­recekler!
Ne mutlu barış yapanlara, zira onlar Allah'ın oğulları di­ye bilinecekler!
Ne mutlu doğruluk uğrunda eza çekenlere, zira Cennet'in hükümranlığı onlarındır!
Benim uğruma insanlar sizleri suçlar ve kötü muamele ederlerse ve her türlü iftira atarlarsa ne büyük mutluluğa kavuşacaksınız! O zaman sevinin, evet, son derece sevinin, zira Cennet'teki mükâfatınız şaheser olacak. Sizin zamanı­nızdan önce yaşayan peygamberlere de aynen böyle eza çek­tirdiler.
Sizler, yeryüzünün tuzusunuz. Fakat tuz tadını yitirirse, onu tekrar tuz haline getirecek bir şey var mı?
 Artık kapı dı­şarı atılıp, ayaklar altında çiğnenmekten başka hiç bir işe yaramaz.
Sizler dünyanın ışığısınız; tepe üzerinde kurulmuş bir şe­hir gizlenemez. İnsanlar da bir lâmbayı yaktıktan sonra bir kovanın altına koymazlar. Onu bir şamdana koyarlar ki, ev­deki herkese ışık versin.
Sizin ışığınız da insanların önünde böyle parlasın. Yaptı­ğınız iyi işleri görsünler ve Cennetteki Rabb’ınıza hamd et­sinler.
Sanmayasınız ki, ben Peygamberlerin Kanununu orta­dan kaldırmaya geldim; ben onları kaldırmak için değil, ta­mamlamak için geldim. Gerçekte, sizi temin ederim ki, gök­yüzü ve yeryüzü var oldukları müddetçe, gönderilme maksat­ları hasıl oluncaya kadar, o Kanunun tek bir noktası veya virgülü kaybolmayacak. Bu demektir ki, bu emirlerin en kü­çüğünü bile yumuşatanlar ve diğerlerinin de öyle yapmasını isteyenler, Cennet'in hükümranlığında da küçük olarak anı­lacak. Fakat o emirleri öğreten ve uygulayanlar da, Cen­net'in hükümranlığında büyük olarak anılacak. Çünkü size şunu söylemek isterim ki, Cennet'in hükümranlığına ayak basmadan önce, vak'anüvistlerden ve Farisiler'den çok daha iyi ve doğru insanlar olmalısınız!
Eski zamanlarda insanlara, 'Katletmeyeceksin,' denildi­ğini duydunuz ve kim katlederse, mahkemede hesabını ver­melidir. Fakat ben size diyeceğim ki, kardeşine [diğerlerine] kızgınlık besleyen biri de, yargılanmalı; her kim ki, tepeden baktığı kardeşine salak der, yüce divanın hükmüne müsta­hak olmalı; ve her kim ki, kardeşine kaybolmuş bir ruh diye tepeden bakarsa, mahvolmanın ateşine doğru gidecektir.
Öyle ki, hediyeni mihraba bırakacağın sırada, kardeşinin senin aleyhinde düşüncelere sahip olduğunu hatırlarsan, he­diyeni, mihrabın önünde bırak ve ayrıl. Önce kardeşinle ba­rış, ondan sonra gel ve hediyeni sun. Elinde fırsat varken muhalifinle barış, yoksa o seni dâva edebilir ve hâkim de zin­dana atılman için seni mahkemenin görevlisine teslim edebi­lir. Bana inan, cebindeki son meteliği ödemedikçe oradan çı­kamazsın!
Eski zamanlarda insanlara, 'Zina etmeyeceksin’ dendiğini duydunuz. Ama ben size diyeceğim ki, her kim ki bir kadına şehvetle bakar, o kadınla, kalben, zina etmiş sayılır.
Evet, sağ gözün seni yanlış yola sürüklerse, onu kes ve kaldırıp at; bütün vücudun çöplüğe atılmaktansa, organla­rından bir tanesini kaybetmen daha iyidir.
Yine, karısını boşayan bir kimsenin, ona bir boşanma bel­gesi vermesi gerektiği söylendi. Ama ben size diyeceğim ki, kendisine sadakat dışında herhangi bir sebeple karısını bo­şayan biri, onu zinaya sürüklemiş olur. Ve boşanmış bir ka­dınla evlenen biri de, yine zina etmiş sayılır.
Yine eski zamanlarda insanlara, 'Yalan yere yemin etmeye­ceksin, fakat yeminlerini Allah'ın üzerine yerine getireceksin' dendiğini duydunuz. Fakat ben sizlere diyorum ki: Hiç yemin etmeyin. Cennet üzerine yemin etmeyin, çünkü orası Allah'ın tahtıdır; yeryüzü üzerine yemin etmeyin, çünkü orası Al­lah'ın ayak taburesidir; Kudüs üzerine yemin etmeyin, çün­kü orası büyük Kralın şehridir. Hayır, kendi başınızın üzeri­ne de yemin etmeyin, çünkü tek bir saçını dahi, ak veya ka­ra yapamazsın! Söylemek istediğin ne varsa, ’evet'in basit bir 'evet' ve 'hayır'ın da basit bir 'hayır' olsun, bundan fazlasın­da bir kötülük lekesi vardır.
'Göze göz, dişe diş,' dendiğini duydunuz, fakat ben size di­yeceğim ki: Size zarar vermek isteyene karşı koymaya çalış­mayın. Sağ yanağına tokat atana, sol yanağını da çevir. Eğer bir kimse sırtındaki ceketin için seni dâva ederse, bırak alsın ve isterse paltonu da alsın. Eğer bir kimse sizi, kendisiyle bir kilometre gitmeye zorlarsa, siz iki kilometre gidin. Sizden herhangi bir şey isteyene, verin ve borç isteyeni de geri çevir­meyin.
'Komşunu seveceksin ve düşmanına kin besleyeceksin,' dendiğini duydunuz. Fakat ben size diyeceğim ki: Düşmanla­rınızı da seviniz ve size eza edenler için dua ediniz ki Cennet'teki Rabb’nın oğulları olasınız. Çünkü o güneşini, iyi in­sanların üzerine olduğu kadar, kötü insanların da üzerine doğdurur ve yağmurunu, hiçbir fark gözetmeksizin, hem iyi hem kötü insanların üzerine yağdırır.
Zira şayet sadece, sizi sevenleri severseniz, bu size ne gi­bi bir itibar kazandırır?
 Vergi tahsildarları da aynı şeyi yap­mıyorlar mı! Ve şayet sadece, kendi çevrenizdekilerle selâmlaşırsanız, istisnaî bir şey mi yapmış oluyorsunuz?
 O kadarı­nı putperestler de yapıyor. Hayır, Semavî Rabb’ınızın mükâfa­tına lâyık görülmeyeceksiniz.
Şu halde, diğerlerine iyilik yaptığınız zaman, kendilerine hayranlık beslendiğini göstermek için havralardaki ve so­kaklardaki aktörlerin yaptıkları gibi, önünüzde yürümesi için bir borazancı kiralamayın. Bana inanın; onların bütün mükâfatı o! Hayır, muhtaç olanlara yardım ettiğin zaman, bu yaptığın iyiliğin gizli kalması için, sağ elinin yaptığını sol eli­ne bile gösterme.
Ve dua ettiğiniz zaman da, oyunlardaki aktörler gibi hare­ket etmeyiniz. Onlar, diğerlerinin kendilerini görmeleri için havralarda ve köşebaşlarında durup dua etmeye bayılırlar. Bana inanın; onların bütün mükafatı o! Dua edeceğiniz za­man, odanıza çekilin, kapıyı kapayın ve Rabb’ınıza mahremi­yette dua edin. Ve dua ederken de, pek çok sayıda kelimeye yer verdikleri için işitileceklerini sanan putperestler gibi ağız­larınızda uzun dualar gevelemeyin. Onlar gibi olmayın. Unut­mayın ki, Allah sizin Rabb’ınızdır, ve siz daha ondan dileme­den, o sizin nelere ihtiyacınız olduğunu bilir. Şöyle dua edin:
'Semavî Rabb’mız, adınız şereflendirilsin;
'Senin hükümranlığın yeryüzüne de gelsin ve Cennet'te olduğu gibi, burada da senin iraden hükümran olsun!
'Bugün ihtiyacımız olan ekmeği bize ver,
'Bize borçlu olanları bağışladığımız gibi, sana olan borçla­rımızdan ötürü, sen de bizi bağışla.
'Bizi iğvalardan (azdırılmaktan) uzak tut ve kötülükler­den koru.'
Çünkü diğerlerinin kusurlarını bağışlarsan, Semavî Rabb’ın da seni bağışlayacak. Ama sen diğerlerini bağışlamaz­san, Semavî Rabb’ın da ne seni ne de senin kusurlarını bağış­lar.
Oruç tuttuğunuz zaman da, kendinizi, oyunlardaki sefil aktörlere benzetmeyin. Onlar, oruç tuttuklarını diğerlerinin görmesi için, kasten suratlarının şeklini değiştiriyorlar. Ba­na inanın; onların görüp görecekleri bütün mükâfat bu. Ha­yır, oruç tuttuğun zaman, oruç tuttuğunu kimsenin bilmeme­si için, saçını başını düzelt ve yüzünü yıka ki, kendinle Rabb’ın arasında bir gizlilik olarak kalsın.
"Yeryüzünde hazine üzerine hazine yığmayın; böcekler yer, paslanır ve bozulur, ve hırsızlar çalıp götürür. Hâzineni Cennet’te tut; orada ne böcekler vardır ne de paslanır ve ne de hırsızlar çalıp götürür. Zira hâzineni nereye koymuşsan, kalbinin de orada bulunacağına hiç şüphen olmasın!
Vücudunun lâmbası gözündür. Gözün iyi olursa, bütün vücudun da ışığa gark olur. Fakat gözünde kötülük varsa, bütün vücudun karanlıklara gömülür. Eğer karanlıktan baş­ka ışığın yoksa, o zaman dünyan gerçekten karanlıktır.
Hiç kimse, iki efendiye kulluk edemez. Ya birinden nefret edecek ve diğerini sevecek veya birini destekleyecek ve öte­kinden lânetle bahsedecektir. Hem Allah'a hem de paranın gücüne kulluk edemezsin. İşte bunun için de ben size diyo­rum ki: Ne yiyeceğim, ne içeceğim veya ne giyeceğim diye dü­şünerek hayatını endişe içinde geçirme. Unutma ki, hayat yiyip-içmekten, vücudunuz da sırtınızdakilerden daha önemli. Havadaki kuşlara bakın. Onlar, ne eker, ne biçer ve ne de ambarlara yığar, ama yine de Semavî Rabb onları doyurur. Siz onun indinde kuşlardan daha değerli değil misiniz?
 Ara­nızdan herhangi biri, istediği kadar üzülsün, boyunu bir san­tim uzatabilir mi?
 Hem ne giyeceğim diye niye kaygılanıyor­sunuz?
 Yabani çiçeklerin nasıl büyüdüklerini düşünün. On­lar ne çalışır ne dokurlar, ama bütün şaşaasına rağmen, Sü­leyman (Peygamber) bile bu çiçeklerden biri gibi giyindirilip kuşandırılmıştı! Ve Allah, bugün açan ve yarın sobada yakı­lan kır çiçeklerini bile böyle giyindirirse, ey imanları tam olanlar, sizi daha iyi giyindirmez mi?
Demek ki, üzülmeyin ve şunları söylemeyin: 'Ne yiyeceğiz, ne içeceğiz veya ne giyeceğiz?
’ Putperestlerin her zaman iste­dikleri bunlar; Semavî Babanız onların hepsine ihtiyacımz olduğunu biliyor. Kalbinizi onun hükümranlığına ve onun iyiliklerine verin ve o zaman, vakti saatinde bütün bu şeyler size de gelecek.
Şu halde, yarın ne olacak, diye üzülmeyin. Yarın, kendi derdine çare bulur! Bir günün müşkülleri bir gün için yeter.
Halkı tenkit etmeyin ki, siz de tenkit edilmeyesiniz. Zira sizin hakkınızdaki hüküm, diğerlerini nasıl tenkit ettiğinize göre verilecek ve başkalarını değerlendirdiğiniz ölçülerle de siz değerlendirileceksiniz.
Kardeşinin gözündeki çöpü görüyorsun da, kendi gözün­deki merteği niye görmüyorsun?
 Kendi gözündeki bir mertek dururken, kardeşine, 'Gel, gözündeki çöpü alayım,' nasıl diyebilirsin?
 Seni sahtekâr, seni! Önce kendi gözündeki merte­ği çıkar ki, kardeşinin gözündeki çöpü açıkça görebilesin.
Kutsal şeyleri köpeklere vermemen gerektiği gibi, incile­rinizi de domuzların önüne dökmeyin ki, onları, ayaklan al­tında çiğneyip, dönüp size saldırmasınlar.
Dileyin ki, verilsin. Arayın ki, bulasınız. Kapıyı çalın ki, açılsın. Çünkü, dileyene her zaman verilir; arayan her za­man bulur ve kapıyı çalana da kapı açılır.
Eğer içinizden herhangi birinin çocuğu sizden ekmek iste­se, ona bir taş verir misiniz, veya sizden bir balık istese, ona bir yılan mı verirsiniz?
 Şu halde, içinizdeki bütün kötülükle­re rağmen, çocuklarınıza tabiî olarak iyi şeyleri verirseniz, kendisinden istendiği vakit, Semavî Rabb’ınızın iyi şeyleri vermesi çok daha fazla muhtemel değil midir?
Kendinize nasıl davranılmasını istiyorsanız, diğerlerine de öyle davranınız—bütün hakikî dinlerin özü budur.
içeriye dar kapıdan girin. Zira büyük kapı, felâkete götü­ren geniş bir yola açılır ki, pek çokları o yolda gidiyor. Dar ka­pı ve sert yol, hayata götürür ki, onu bulanlar da pek az.
"Sahtekâr vaizlerden sakının; onlar koyun gibi giyinirler­se de, gerçekte aç kurtlardırlar. Onları meyvalarından tanı­yacaksınız. Bir çalılıktan bir salkım üzüm veya bir yığın di­kenden incir toplanabilir mi?
 İyi olan her ağaç da iyi meyva veremez. İyi meyva veremeyen ağacı keser ve yakarlar. Bun­dan böyle, insanlar da meyvalarıyla bilinir.
Bana, 'Ya Rab, Ya Rab' diyen herkes, Cennet'in hüküm­ranlığına girecek değil, oraya girecek olan, benim Semavî Rabb’ımın isteklerini yerine getirenlerdir.
'O gün' geldiği zaman pek çokları bana diyecek ki: 'Ya Rab, Ya Rab, biz vaazlarımızı senin adına vermedik mi, şeytanla­rı senin adına aramızdan atmadık mı ve senin adına daha pek çok büyük işler yapmadık mı?
' Ben, o zaman onlara açık­ça diyeceğim ki: 'Ben sizi hiç tanımıyorum. Gidin yanımdan; siz kötülüklerin safında çalıştınız.’
Bu sözlerimi işitip uygulayanlar, evini, bir kaya üzerinde kuran makûl bir insan gibidir. Yağmur yağıp seller her tara­fı götürdü ve fırtınalar onun evi üzerinde kükredi—ama ev yıkılmadı, çünkü temeli kaya üzerindeydi.
Ve bu sözlerimi işitip de onları uygulamayanlar, evini, kum üzerine kuran ahmak insan gibidirler. Yağmur yağıp seller her tarafı götürdüğü ve fırtınalar, onun evi üzerinde kükrediği zaman, evi, büyük bir gürültü ile yıkıldı."
Sh: 3-9
***********************

Akıllı konuşur, çünkü onun söylemek istedik­leri var; aptal konuşur, zira bir şey söylemek mecburiyetinde olduğunu zanneder.
Platon
Meleklerin bile yürümekten korktuğu yere aptallar koşarak giderler.
Alexander Pope
Aptallara teşekkür etmeliyiz, çünkü bizler başarılarımızı onlara borçluyuz.
Mark Twain

Sokrat, yazılı hiçbir şey bırakmadı; kendinden sonra gelenlere Platon (Eflâtun) vasıtasıyle hitap etti. Sokrat’ın yargılanmasını, o zaman genç olan Platon, günü gününe takip etti, not aldı. Sokrat’ın kendini savunması “Platon'un Diyaloglarında yayımlandı. Otoriteler, Platonun, Sokrat’ın kendisi­ni savunurken söylediklerine sadık kaldığını söylüyorlar.
MAHKEMEDEKİ SAVUNMA
Atinalılar, çok geçmeyecek, bilge insan Sokrat'ı ölüme mahkûm ettiğiniz için bu şehiri lekelemek isteyenlerin lânetlerine maruz kalacaksınız.
Sizi lekelemek isteyenlere benim, bilge bir insan olduğu­mu söyleyeceksiniz ki, ben, aslında hiç de bilge değilim. Bi­raz beklemiş olsaydınız, bu iş kendiliğinden vuku bulacaktı, zira yaşıma bakarsanız, çok yaşlanmış, bir ayağı çukurda bi­ri olduğumu göreceksiniz. Ben bunu, hepinize değil, sadece beni ölüme mahkûm edenlere söylüyorum. Ve aynı insanlara şunu da söylemek istiyorum: Atmalılar, belki, cezalandırıl­mamı önlemek ve sizleri ikna etmek için söylemem gereken­lerin hiçbirini söylemediğim için mahkûm edildiğimi düşü­nüyorsunuz. Hiç de değil: Ben, kendimi savunacak tarzda ko­nuşmadığım için değil, cezalandırılmam istendiği için ceza­landırıldım; cüret ve küstahlığım yüzünden, sizlerin işitmek­ten hoşlanacağınız şeyleri söylemediğim, pişman olduğumu söyleyerek ve ağlayıp sızlayarak, diğerlerinden işitmeye alı­şık olduğunuz tarzda, kendi şeref ve haysiyetimle bağdaşa­mayacak şeyler söylemediğim için cezalandırıldım.
Fakat tehlikeden kaçınmak için hür bir insana yaraşma­yacak herhangi bir şeyi yapmayı aklımdan geçirmediğim gi­bi, kendimi, böyle savunduğum için de pişman değilim; o şe­kilde yaşamaktansa, böyle savunduğum için ölmeyi çok daha tercih ederim. Zira, ister bir mahkemede olsun ister bir savaş alanında, benim veya herhangi bir kimsenin ölümden kaç­ması için her çareye başvurması doğru değildir; çünkü, bir savaşta sık sık görüldüğü üzere, bir kimse, elindeki silâhları yere bırakıp kendisini savaştığı insanların merhametine terk etmekle ölümden kurtulabilir. Ve yine bir kimsenin, her şeyi yapmaktan ve her şeyi söylemekten kaçınmadığı takdirde, her tehlikeyi, ölümle karşı karşıya kalmadan atlatabilmesi için daha pek çok yol vardır.
Fakat Atmalılar, ölümden kaçmak zor bir şey değil; çok daha zor olan şey, doğru yoldan ayrılmaktır ki, bu da insanı, ölümden daha çabuk yakalar. Ve ben artık yaşlandığım ve yavaşladığımdan, o iki şeyden birincisi bana yetişti; ama be­ni itham edenler ise, güçlü-kuvvetli ve faal insanlar oldukla­rından, onları, birincisinden daha hızlı ve daha kötü olanı yakaladı. Ve şimdi, sizlerin ölüme mahkûm ettiği ben, ayrılıyo­rum; ama hakikat, onları, haksızlık ve adaletsizlikle mah­kûm etti; ben cezamı çekmeye razıyım; onlar da kendi cezalarını çekmeye razı. Belki sonunun böyle tecelli etmesi gere­kiyordu ve böyle neticelenmesi de, sanırım, en iyi bir yol.
Şimdi, beni mahkûm edenlere, onları ne gibi bir kaderin kendilerini beklediğini söylemek kehanetinde bulunacağım; zira, ben şimdi, insanların çok defa kehanette bulundukları bir durumda, yâni ölmek üzereyim.
Atinalılar, beni ölüme mahkûm edenler, ölümümden hemen sonra Jüpiter [Jüpiter eski Romalıların baş tanrısı idi] sizi, bana lâyık gördüğünüzden çok daha şiddetli bir cezaya çarptıracak. Çünkü siz, bana bu cezayı, kendi hayatınızın hesabını vermekten kurtulacağınızı sandığınız için verdiniz.
Sizi temin ederim ki, başınıza, bunun tam karşıtı gelecek.
Sizleri—sizin sezmemenize rağmen, şimdiye kadar diz­ginlediğim—çok daha fazla sayıda insan itham edecek ve on­lar, genç insanlar olduklarından, çok daha sert hareket edecekler ve bu da sizi, daha fazla kızgınlığa sevkedecek. İyi bir hayat sürmediğiniz için beni ölüme mahkûm etmekle, sizi kınayacak ve suçlayacak olanları da engellediğinizi sanıyor­sanız, fena halde yanılıyorsunuz. Zira böylesine bir sıyrılış ne mümkündür ne de şerefli bir yol.
En şerefli ve en kolay yol, diğerlerinin hareketlerini diz­ginlememek ve insanın, kendisini mükemmelliğe götürecek yolu kendisinin bulması imkânını sağlamaktır. Beni ölüme mahkûm edenlerin başına neler geleceğini böylece söyledik­ten sonra, onlardan ayrılıyorum.
Şimdi de, hâkimlerin meşgul oldukları şu sırada ve öleceğim yere de henüz götürülmediğimden, benim beraatımı isteyenlere, şimdiye kadar olup bitenleri memnuniyetle an­latacağım. O halde, Atmalılar, beni biraz daha dinleyin, zira izin verildiği takdirde, beraberce sohbet etmemizi hiçbir şey engelleyemez ve ben, dostlarım olan sizlere, başıma gelen şeyin ne olduğunu anlatmak istiyorum: Hâkimlerim—sizlere hâkimler diye hitap etmekle doğru bir söz söylüyorum—bana garip bir şey oldu. Benim koruyucu meleğimin alışageldiğim kehanetli sözleri, her fırsatta, hattâ en önemsiz işlerde dahi, yanlış bir şey yapmak üzere idi isem, beni ikaz etti, fakat şimdi başıma gelen bu hâlde, herkesin başıma gelebilecek en büyük bir kötülük olacağını sanmalarına rağmen, sizin de gördüğünüz gibi, bu sabah evden ayrıldığım zaman ve yar­gılanmanın yürütüldüğü buraya geldiğim ve konuşmam sırasında bir şey söyleyeceğim zaman, tanrının, bu dizginleyici sesi ikaz ve ihtar etmedi; halbuki, diğer zamanlarda, konuşmalarımın ortasında beni sık sık dizginliyordu. Fakat şimdi bütün bu işlem sırasında, ister bir şey yapmış ister söy­lemiş olayım, hiçbir zaman bana karşı çıkmadı. O halde, bunun sebebi ne olmalı?
 Söyleyeyim: Başıma gelen şeyle, gazap yüzünden rahmete kavuştuğum anlaşılıyor da ondan; ve ölümün bir kötülük olduğunu sandığımız zaman da, doğ­ru düşünmek mümkün olamaz. Bunun en kesin delili de şu gerçektir ki, eğer kendimi bazı iyi şeylerle karşı karşıya gör­müş olmayacak idi isem, alıştığım o sesin bana karşı çık­maması mümkün değildi.
Bundan da ölümün bir nimet olduğu büyük ümidini çıkarabiliriz. Çünkü ölmek şu iki şeyden biridir: Ceset, ya hiçbir hissi kalmazcasına yok olur gider, veya, söylendiği gibi, ölüm, ruhun, belirli bir değişiklik neticesinde başka bir yere göçmesidir. Ve eğer ölüm, âdeta rüyasız bir uyku gibi, bütün hislerin kaybolduğu bir hâl ise, fevkalâde bir kazanç olur. Eğer bir kimse, rüya görmeden, deliksiz uyuduğu bir geceyi seçse ve o geceyi hayatının diğer gece ve gündüzleri ile mukayese ettikten sonra, bütün hayatı boyunca o geceden daha iyi ve daha hoş kaç gün ve gece geçirdiğini düşünse, bana öyle geliyor ki, sadece bir vatandaş değil, koca bir kral dahi öyle bir gece ile mukayese edebileceği gündüz ve gecelerinin parmakla sayılacak kadar az olduğunu görürdü. Şu halde, ölüm böyle bir şey ise, ben bunun bir kazanç ol­duğunu söyleyeceğim; zira bütün gelecek tek geceden ibaret­miş gibi görünecektir.
Fakat ölüm, öte yanda, buradan başka bir yere götürülme ise ve bütün ölülerin orada bulunduğu söylendiği doğru ise, hâkim beyler, bundan daha büyük bir nimet düşünübilir mi?
 Çünkü kendilerinin hâkim olduklarını sananlardan kurtulup Hades'e [Yunan mitolojisinde ölülerin toplandıkları yer] ulaşan biri ise, gerçek hâkimleri ve orada hâkimlik yaptık­ları söylenen Minos'u, Rhadamanthus'u, Aekus'u ve Triptolemus'a, ve hayatta iken âdil hareket eden öteki yarıtanrılar görecektir ki, bu şimdi hazin bir göçüş mü sayılır?
 Orpheus ve Musaeus'la Hesiod ve Homer'le bir görüşmeye, bir karşılıklı konuşmaya paha biçilebilir mi?
 Eğer bütün bunlar doğru ise, ben tekrar tekrar ölmeye razıyım. Benim için zamanımı orada geçirip Palamedes'le, ve Telamon’un oğlu Ajax'la ve adaletsiz cezaların öldürdüğü diğer bütün eski in­sanlarla tanışmak ne büyük bir nimet olur. Benim ızdıraplarımı, onların çektikleriyle karşılaştırmak hiç de nâhoş bir iş olmayacaktır.
Fakat benim için en büyük zevk, tıpkı şimdiye kadar burada yaptığım gibi, kimlerin bilge olduklarıyla ve kim­lerin, bilge olmamalarına rağmen kendilerini bilge sananları sınava çekmekle sarf edeceğim zamanlar olacaktır. Hâkim beyler, Troy seferinin büyük kumandanını, veya Ulysses'i, veya Sisyphus'u ve kadınlı erkekli on binlerce diğerlerini sınava çekmek fırsatını ele geçirmeye paha biçilebilir mi?
 Onlarla sohbet etmek, işbirliği yapmak, onlara sualler yöneltmek tasavvur edilemez bir mutluluk olmaz mı?
 Şüp­hesiz, böyle şeyler için oradaki hâkimler, insanı ölüme mah­kûm etmezler, zira diğer hususlarda, buradakilerden daha mutludurlar ve bundan böyle, eğer söylenenler doğru ise, ölümsüzdürler.
Şu halde hâkim beyler, ölüm üzerinde düşündüğünüz zaman, kalbinizden iyi ümitler geçsin ve şu hakikat üzerinde fikir yürütün ki, iyi bir insana ne hayatta iken ne de öldüğü zaman hiçbir kötülük yapılmayacağı gibi, onun düşünce ve endişelerine de tanrılar sırt çevirmezler. Benim başıma gelen, hiç de tesadüfi bir şey değil ve şimdi benim için şu ber­rak bir gerçek ki, artık ölmek ve bütün endişe ve sıkıntılar­dan kurtulmak benim için daha iyi. Bu hususta ikaz ve en­gelleme, beni hiçbir zaman yolumdan ayırmadı ve ben, beni mahkûm edenlere veya itham edenlere kırgın ve gücenmiş de değilim. Gerçi onlar, beni itham ve mahkûm ederlerken bu neticeyi değil de, bana sadece zarar vermeyi düşünüyorlardı ki, bu noktada, onların suçlu gösterilmeleri gerekir.
Maamafih, onlardan şunu istirham ediyorum: Eğer oğul­larım büyüdükleri zaman, faziletli insanlar olmaktan ziyade zenginlik ve diğer şeyler üzerinde dururlarsa, siz de onlara acı çektirin ve onları cezalandırın ve hiçbir şey olmadıkları hâlde kendilerini bir şey sanırlarsa, yapmaları gerekenler üzerinde durmayıp, hiçbir değerleri olmadıkları halde ken­dilerini büyük görürlerse, benim sizlere yaptığım gibi, siz de onları kınayın, haşlayın. Bunu yaptığınız takdirde, bana ve oğullarıma âdilce hareket etmiş olacaksınız.
Artık ayrılmak zamanı geldi—ben öleceğim, sizler yaşayacaksınız. Ama hangimizin durumunun daha iyi olacağını da tanrıdan başka kimse bilmez.
Meraklısına Not: Atinalı filozof Sokrat (yaşının, yargılanması sırasında kendisince tahmininden anlaşıldığı üzere) M.O. 470'de doğdu ve 399'da da zehir içerek öldü. Sokrat, çağının tanınmış hocalarından ders aldı; astrono­mi ve geometri sahasında bilhassa bilgili idi; Perikles'in çevresindeki bilgin ve filozoflar grubuna dahil oldu. Muhtelif cephelerde savaştı, fakat fiilî poli­tika ile hemen hemen hiç ilgilenmedi; politika ile vicdan arasındaki ihtilâf ve çatışmanın kendisini, süratle ölüme sürükleyeceğine inanıyordu. Hayatı, şehrin sokaklarında geçti; her iş ve meslekteki insanlarla, gençlerle, şairler­le ve politikacılarla onların meslekleri, iyilik ve kötülük anlayışları üzerin­de durdu, konuştu, tartıştı. Kendisinin Tanrı (Apollo) tarafından bilgi edin­mek üzere görevlendirildiğini sandı; bilgiye giden yolun, insanın kendi ceha­letini idrak etmesi ile başladığını söyledi. Bu sözlerine rağmen, bir ülkenin mutluluğunun, ferdin mutluluğu gibi, nelerin iyi olduğunu idrak ettiğine da­yandığını bildiğinden ve politikacılar da bunu idrak etmediklerinden, kendi­sinin, "devlet adamı" sıfatına lâyık bir Atinalı olduğunu söyledi. Suçluların affedilmesini öngören kanuna rağmen, iki ayrı suçu işlediği ileri sürülerek, 399'da tutuklandı. İtham edildiği suçlardan biri, "gençlerin ahlâkını boz­mak" ve diğeri, "şehrin ibâdet ettiği mâbutlara karşı yeni dinî inanışlar" yayması idi.
Sh: 33-38

VİCTOR HUGO- (1802-1885)
Voltaire'in ölümünün yüzüncü yılında, ünlü Fransız yazarı ve şairi Vıctor Marie Hugo, bu büyük Fransız nüktedanı, dramatisti ve filozofu hakkın­da aşağıda metni verilen belâgatli hitabeyi yaptı.
“VOLTAIRE”
Yüz sene önce bugün bir adam öldü. O ölümsüz adam, se­nelerin ağırlığı altında, eserlerinin ağırlığı altında, en şaşa­alı ve en ürkütücü sorumlulukların ağırlığı altında, aydınlanmış ve ıslah edilmiş insanlık vicdanı sorumluluğunun ağırlığı altında, bu dünyadan göçtü. O, lânetlenmiş ve kut­sanmış olarak bu dünyadan göçtü; mazinin lânetlemesi ve istikbalin takdis etmeleriyle göçtü; ve bunlar da, şaşaanın haş­metli iki şekli. Bir tarafında, çağdaşlarının ve istikbalin al­kışları; öte yanında, yatıştırılamayan amansız mazinin, ken­disi ile mücadele edenlerin armağan ettiği nefret ve yuh hay­kırışları ile ölümsüzlüğe erişti. Voltaire, insandan da fazla bir insandı; o bir çağ idi. Onun bir fonksiyonu ve yerine getir­diği görevi vardı. O, gayet açık ki, kendisini, tabiatın kanun­larında olduğu gibi, kaderin kanunlarında da gözle görülürcesine belli eden İlâhi Varlığın, belirli işleri yapması için seç­tiği insandı.
Bu adamın yaşadığı seksen dört yıl, zirvesinde Hanedan­lığın ve dibinde İhtilâlin bulunduğu bir devreyi kaplar. Doğ­duğu zaman, XIV. Louis hâlâ hükümranlık ediyordu; öldüğü zaman da, taç On altıncı Louis’nin başında idi; böylece Voltaire'in beşiği büyük tahtın son huzmelerini ve tabutu da, bü­yük uçurumun ilk ışınlarını gördü.
Burada, daha da ileri gitmeden uçurum kelimesiyle ne söylendiğini anlamaya çalışalım. İyi uçurumlar da vardır; şeytanlığın gömüldüğü uçurum gibi.
Kendi sözlerimi kendim kestiğim için, düşüncelerimi ta­mamlamama müsaade ediniz. Burada, gelişigüzel veya ge­çersiz bir kelime kullanmayacağım. Biz, burada medeniyetin bir sahnesini icra etmek için toplandık. Biz, burada gelişme­yi onaylamak, felsefe uğrunda felsefecilere beslediğimiz hür­meti belirtmek, on sekizinci asrı on dokuzuncu yüzyıla getirmek, yüce ruhlu savaşçıları ve ülkenin iyi hizmetkârlarım şereflendirmek, halkın, sanayinin ve ilmin asil gayretlerini, gelişme yolunda kahramanca ilerleyişini, insanlık barışım pekiştirme yolundaki gayretleri kutlamak için, bir kelime ile, o yüce ve evrensel barışı kutlamak için toplandık. Barış, me­deniyetin fazileti, suçu ise harptir. Biz, şu ulu anda, bu hey­betli saatte, ahlâkî kanun önünde dinî bir şevkle eğilerek, Fransa'nın şu sözleri işittiğini bütün dünyaya söylemek için toplandık: Sadece bir güç vardır—adalet hizmetindeki vic­dan; ve sadece bir şaşaa vardır—hakikat hizmetindeki deha. Bu, böylece söylendiğinden, sözlerime devam ediyorum.
İhtilâlden önce sosyal yapı şöyle idi:
Tabanda halk;
Halkın üstünde, ruhban sınıfının temsil ettiği din;
Dinin yanında da, hükümetin hâkimlerinin temsil ettiği adalet.
Ve, insanlık âleminin o devresinde, halk nasıldı?
 Cehalet içindeydi. Din nasıldı?
 Müsamahasızlıktı. Adalet nasıldı?
 Adaletsizlikti. Kelimelerimde çok mu ileri gidiyorum?
 Karar verin.
İki gerçeği, fakat iki kesin gerçeği belirtmekle yetinece­ğim.
Toulouse'da, 13 Ekim 1761’de, bir evin alt katında bir gen­cin asılmış cesedi bulundu. Halk toplandı, papazlar kızdı, kö­pürdü, hâkimler araştırdı. Genç intihar etmişti; onlar ise, katledildiğini söylediler. Kimin çıkarı için?
 Dinin çıkarı için.

Ve kimi suçladılar?
 Gencin babasını! Adam bir Huguenot idi [Huguenot'lar, John Calvin’in yolunda giden Fransız Protes­tanları idiler.] ve oğlunun Katolik olmasını engellemek isti­yordu. Burada ahlâkî bir canavarlık ve mümkün olamayacak bir şey vardı, ama bunların hiç önemi yoktu! Bu baba oğlunu öldürmüştü; bu ihtiyar adam oğlunu asmıştı. Adalet meka­nizması işledi ve netice de bu oldu. Böylece, 1762 Martında, Jean Calas adındaki beyaz saçlı adam, başı aşağı sarkık, çı­rılçıplak bir tekerleğe bağlanmış olarak bir meydana getiril­di. Darağacın kurulduğu plâtformda üç kişi vardı: Cenazenin yerine getirilmesine nezaret etmekle görevli David adındaki bir hâkim, elinde haç tutan bir papaz ve elinde demir bir çu­buk bulunan cellat. Dehşet içinde kendini kaybetmiş adam, papaza değil de cellâta bakar. Cellat elindeki demir çubuğu havaya kaldırır ve adamın bir kolunu kırar. İniltili sesler çı­karan kurban bayılır. Hâkim öne çıkar; ölüme mahkûm edil­miş adama tuz yutturur; adam tekrar canlanır. Ardından cel­ladın demir çubuğu ikinci defa indirişi ve yeni iniltiler. Calas kendisini kaybeder, ayıltırlar ve cellat yeniden işe koyulur; ve adamın kolları ve bacakları iki yerinden kırılmadan önce demir çubuk iki defa indirilir, yâni adama sekiz defa ceza uy­gulanır. Sekizinci bayılıştan sonra, papaz, öpmesi için putu adamın önüne getirir; Calas başını çevirir ve cellat da bu yaş­lı adama coup de grâce'i [acıya son vermek için indirilen son darbe] uygular; yâni, elindeki demir çubuğun kalın ucu ile adamın göğüs kemiklerini kırar. Jean Calas böyle ölür.
Ölümü iki saat sürdü. Ölümünden sonra intiharın delille­ri açıklandı. Fakat biri katledilmişti. Kimler katletmişti?
 Hâ­kimler!
Bir diğer gerçek. Üç sene sonra, 1765'te, Abbeville'de, bir gece şiddetli rüzgârdan sonra, bir köprünün kaldırımında bö­ceklerin yedikleri çürümüş tahta bir haç bulundu; haç, üç asır, alçak bir duvara tutturulmuş duruyordu.
Haçı kim fır­latıp atmıştı?
 Dine karşı bu büyük suçu kim işlemişti?
Bilin­miyor. Belki yoldan geçen biri. Belki rüzgâr.
Suçlu kimdi?
Amiens Başpapazı bir monitoire yayınladı. [Monitoire, halka nasihat veren, onları kötülüklerden uzaklaştırmaya yönelik bir çeşit bildiri demektir.] Ama başpapazın monitoire'ı aslın­da bir monitoire değildi. Bu, bütün halk için bir emirdi. On­lar, bu konuda bildiklerini veya bildiklerini zannettiklerini söylemezlerse, cehennemin bütün azabının başlarına yıkılacağını ikaz eden bir emir, fanatizmden, cahillere yöneltildiği takdirde, ölüm saçan bir emir. Amiens Başpapazınınmonitoire'ı beklenen sonucu doğurdu; kasabada, böyle bir suçu kimlerin işleyebileceği dedikoduları derhal her tarafa yayıldı. Adaletin keşfettiği, keşfettiğini sandığı gerçek şu: Haçın fır­latıldığı gece, iki kişi, birinin adı La Barre, diğerinin D'Etallonde olan iki bekçi, sarhoş bir halde Abbeville Köprüsünden geçerlerken bekçi odalarında söylenen şarkıyı söylüyorlardı. Abbeville Mahkemesi toplandı. Bu Mahkeme, Toulouse Mahkemesi'nin tıpatıp aynı idi. İkisinin tutuklanması için emir çıktı. La Barre yakalandı, D'Etallonde kaçtı. Mahkeme, La Barre'ı haçı yere atmakla suçladı. La Barre, köprüden geçmediğini söyledi; şarkı söylediğini itiraf etti. Abbeville Mah­kemesi, kendisini ölüme mahkûm etti; La Barre, Paris'teki Parlamentoya başvurdu. Kendisini Paris'e götürdüler. Parlamento, Abbeville Mahkemesinin kararım onayladı. La Barre, zincire bağlanarak Abbeville'e getirildi. Vahşet saati başladı. La Barre'ı, suç ortaklarını söyletmek için, alelâde ve olağanüstü işkencelere başlandı. Hangi işteki suç ortakları?
 Köprüden geçerken şarkı söylediği zamanki suç ortaklarını mı?
İşkence sırasında, cellâtlar onun bir dizini kırdılar. Ke­miklerinin kırıldığını anlayan La Barre bayıldı. Ertesi günü, 5 Haziran 1776'da, La Barre, Abbeville'de, suçluların yakıl­dıkları büyük meydana getirildi. Mahkemenin hükmü La Barre'ı okundu. Sonra bir elini kestiler, ardından demir ker­petenle dilini kopardılar, nihayet, merhamet hisleri kabaran cellatlar, kafasını keserek ateşe attılar. İşte, Şövalye La Bar­re böyle öldü. On dokuz yaşında idi.
Ve işte o zaman, bu vahşet karşısında Voltaire'in sesi yük­seldi; onun ebedî şaşaası olan sesi!
Voltaire, sen, daha sonra, mazinin bu dehşet uyandıran mahkemesinin kararı üzerine, dehşet saçan zalimlere ve ca­navarlara karşı insan ırkının savunmasını yüklendin ve ba­şarılı da oldun. Sen, ebediyen takdis edilecek büyük bir in­sansın!
Belirttiğim bu dehşet saçıcı hâdiseler, terbiyeli ve nazik bir cemiyetin ortasında vuku buluyordu. Bu, huzur içinde ge­çen neşe dolu bir hayattı. Herkes işinde gücünde idi; halk gözlerini, ne kendilerinden yukarıdakilere ne de alttakilere çeviriyordu. Onların bu umursamazlığı dikkatsizlik olmuş; Saint Aulaire, Boufflers, Gentil-Bernard gibi zarif şairler gü­zel mısralar yazıyorlardı; yüksek sosyete hayatı hep bayram­dı; Varsailles [kralların yaşadıkları Versay Sarayı] fevkalâde idi; Paris, olup bitenlere sırtını dönmüştü. İşte o zaman, dinî vahşetin kışkırttığı hâkimler, ihtiyar bir adamı tekerlekte öl­dürdüler ve bir papaz da, şarkı söylediği için bir çocuğun di­lini koparttı.
Bu saçma, bu sathî, bu kasvetli cemiyet ortasında gözleri­ni, tek başına o birleşmiş güçlere, mahkemelere, asalete, hü­kümet merkezine; o vicdansız güce, o kara kalabalığa, o va­tandaşlara dehşet saçan, efendileri önünde iki büklüm olan, kralın önünde dizlerine çöken o vicdansız hâkimlere, riya ve fanatizm karışımı iğrenç papazlara gözlerini diken Voltaire, tekrar edeyim, sadece Voltaire, sosyal adaletsizlik koalisyonu­na, o muazzam ve dehşetli dünyaya karşı harp ilân etti ve on­larla savaşmayı kabul etti.
Onun elindeki silâh ne idi?
 Rüzgâr kadar hafif ve şimşek kadar güçlü bir silâh; bir kalem.
O silâhla çarpıştı; o silâhla fethetti.
Onun hâtırasını selâmlayalım.
Voltaire fethetti; Voltaire'in harbi şaheser bir harpti; bir kişinin, herkese karşı giriştiği harp, yâni, büyük bir harp. Maddeye karşı düşüncenin savaşı, önyargılara karşı aklın savaşı, haksızlığa karşı hakkın savaşı, ezenlere karşı ezilen­lerin, iyiliğin, şefkatin savaşı. Onda, bir kadının şefkat ve yu­muşaklığı ve bir kahramanın gazabı vardı. O, büyük bir akıl ve muazzam bir kalpti.
O, eski kanun ve davranış şekillerini, eski dogma'ları ez­di. O, derebeyini, Gotik hâkimini, Papanın papazını ezdi. Kalabalıkları, soylu bir halk hâline getirdi. Öğretti, yatıştır­dı ve medenileştirdi. O, Calas ve La Barre için olduğu kadar, Sirven ve Montbailly için de çarpıştı; bütün tehditlere, bütün kızgınlıklara, bütün zulümlere, iftiralara ve sürülmeye göğüs gerdi. O, yorulmak nedir bilmeyen, yerinden oynatılamayan biri idi. Şiddeti bir gülümseme ile despotluğu, iğneleyici ve küçümseyici sözleri ile yanılmazlığı [o zamanlarda Papanın yanılmaz olduğuna inanılıyordu], ince alayları ile inatçılığı, hakikatle cehaleti ezdi.
Burada gülümseme kelimesini kullandım. Burada durak­lıyorum. Gülümseme! O, Voltaire idi.
O gülümseme, bazen kahkaha olur, fakat felsefî üzgünlük onu yumuşatır: Voltaire'in şahsında, sonunda bir denge her zaman kendisini belli eder. Bu denge, güçlüye karşı alay et­medir; güçsüze karşı ise, okşama. Ezeni susturur, ezilene gü­vence verir. Büyükler karşısında alay yolu ile şaka, küçükler karşısında ise, şefkat ve merhamet. Ama biz o gülümseme, ile hareket edelim! O gülümsemede, şafağın ışık demetleri vardı. O gülümseme doğruyu, haklıyı, iyiyi, faydalı ve değer­li olan her şeyi aydınlattı. Hurafelerin içini aydınlattı. O çir­kin şeylerin içinde neler bulunduğunu gösterdi. O aydınlatı­cı gülümseme meyva verici bir gülümseme idi de. Yeni cemi­yet, eşitlik arzusu ve imtiyaz ve kendisini hoşgörü, karşılıklı iyi niyet diye adlandıran kardeşlik, insanların ve onların sa­hip oldukları hakların tasdiki, aklın en yüce otorite kabul edilmesi, önyargıların ve reçete fikirlerin yok edilmesi, ruh­ların huzuru, müsamaha, affetme, ahenk ve barış ruhu, hep­si o büyük gülümsemeden doğdu!
İnsanlığın, biribirinden bin sekiz yüz yıl ara ile yaşamış iki hizmetkârı arasında esrarengiz bir bağlantı var.
Eski Museviler’in riyakârlıkları ile mücadele etmek; sah­tekârların yüzlerindeki maskeyi kaldırmak, zalimleri, halkın malını gasp edenleri, önyargıları, hurafeleri yıkmak; yeniden inşa etmek için eski mâbedi yerle bir etmek, yâni, sahtesinin yerine hakikisini koymak; papazların sığınağı zalim hâkim­lere saldırmak; eline bir kamçı alarak tefecileri mâbedden kapı dışarı etmek; mirasçıların haklarını korumak; zayıfı, fa­kiri, ızdırap çekeni, ezileni korumak, onlar için mücadele et­mek; İsa Peygamber'in giriştiği harp bu idi! Ve o harbi kim yürüttü?
Voltaire.
Ruhanî işin tamamlanması felsefî iştir; şefkat ruhu başla­dı, hoşgörü ruhu devam etti. Derin bir hürmet hissi ile söyle­yelim: İsa Peygamber ağladı; Voltaire gülümsedi. O İlahî gözyaşları ve o İnsanî gülümseme de, şimdiki medeniyetimizin tatlılığını oluşturdu.
Voltaire, her zaman gülümsedi mi?
 Hayır. O çok defa kız­gındı. Konuşmamın ilk kelimelerinde buna dikkat ettiniz.
Şüphesiz, ölçü, ihtiyatlı hareket, aklın yüce kanunlarıdır. Ilımlılık, filozofun nefes alıp verişidir, diyebiliriz. Akil bir in­sanın gayreti, felsefenin oluştuğu bütün takribîlikleri bir tür berrak kesinlik içinde toplamak olmalıdır. Fakat belirli an­larda, hakikat uğrundaki hırs ve tutku, güçlü ve şiddetli bir tarzda yükselir ve temizleyen, saflaştıran şiddetli rüzgârlar gibi, böyle hareket etmek de onun hakkıdır. Herhangi âkil bir insanın, sosyal emeğin yüce desteklerini, adalet ve ümidi hiç­bir zaman sarsmayacağını ısrarla söylemek isterim; ve adaleti, kendi benliğinde cisimleştirmiş ise, herkes hâkime hür­met eder ve ümidi temsil ediyorsa, herkes papaza saygı bes­ler. Fakat hâkimler işkence vasıtaları olurlarsa ve eğer Kili­se, Engizisyona dönüştürülürse o zaman insanlık onların önüne dikilir ve hâkime der ki: “Senin kanunlarının hiçbiri­ni kabul etmiyorum!” Ve papaza da der ki: “Senin dogmaları­nın hiçbirini kabul etmiyorum!” O ateşin yeryüzünü yakıp kavurmasına ve o cehennemin de istikbali örtmesine müsa­ade etmeyeceğim! O zaman felsefe, kızgınlıkla ayağa kalkar ve hâkimi tutukluyarak adaletin, ve papazı tutuklayarak Al­lah'ın önüne getirir!
Voltaire'in yaptığı bu idi. Şaheser bir iş.
Voltaire'in kim olduğunu söyledim. Şimdi, nasıl bir çağda yaşadığına geçeceğim.
Büyük insanlar nadiren yalnız gelirler; ulu ağaçlar, bir or­manda üstünlük kurdukları zaman, daha da büyük görünür­ler; ve işte o zaman, kendi "ev"lerindedirler. Voltaire'in çevresinde kafalardan oluşan bir orman vardı; bu orman on seki­zinci yüzyıl idi. Bu kafalar arasında zirveler vardı: Montesquieu, Buffon, Beaumarchais. . . Ve diğerleri arasında da, Voltaire'den sonra en yüksekliğe erişmiş iki kişi: Rousseau ve Diderot. Bu fikir adamları, insanlara, akıllarını kullanması­nı öğrettiler. Aklın iyi kullanılması iyi hareketlere götürür; âdil kafalar, âdil kalpler yaratır. Gelişmenin bu emekçileri faydalı bir şekilde çalıştılar. Buffon naturalism'i [Yalnız tabiata dayanan ahlâk ve din veya felsefe] kurdu; Be­aumarchais, Moliere'in dışında, o zamana kadar hemen he­men bilinmeyen bir komedi türünü, sosyal komediyi icat etti; Montesquieu, kanunda öylesine derin kazılar yaptı ki, Hak'kı mezardan çıkardı. Rousseau'ya, Diderot’ya gelince, bu isimle­ri ayrı olarak ele alalım. Diderot, bu engin zekâ ve merak, bu müşfik kalp, bu adalete susamışlık, gerçek fikirlerin temelle­rini nelerin oluşturduğunu anlatmak istedi ve ansiklopediyi kurdu. Rousseau ise tamamladı, beşiğin bu iki heybetlisini, anneyi ve hastabakıcıyı yan yana getirerek kadınlarda hay­ranlık uyandıran bir hizmette bulundu. Rousseau, bu belâgatli bu patatik [dokunaklı] yazar, bu, bir hatibe yaraşan de­rin bir hayalcilik, siyasî hakikati çok defa ilâhileştirerek ilân etti. Onun ideali, çok defa gerçekle sınırdaş; o, kendisini Fransa'da ilk defa bir vatandaş olarak ilân etmenin şaşaası­na erişti. Rousseau'da, vatandaşlık dokusu titriyor; Voltaire'de titreyen ise, evrensel doku. Şunu söyleyebiliriz ki, meyva verici On sekizinci asırda, Rousseau halkı temsil etti; Voltaire ise, daha da genişini, İnsanı temsil etti. Bu güçlü ya­zarlar kayboldular, fakat bize ruhlarını bıraktılar—İhtilâl i bıraktılar.
Evet, Fransız İhtilâli onların ruhu idi. İhtilâl, onların şa­şaalı bildirileri idi. İhtilâl onlardan geldi; maziyi tamamla­yan ve istikbali açan o takdis edilmiş ve muhteşem felâketin her yerinde onları görüyoruz. İhtilâllere mahsus o berrak ışıkta ve ihtilâlin ötesinde sebep oldukları neticelerde, birin­ci plânın ardında İkincisini, Danton'un gerisinde Diderot'yu, Robespierre'in gerisinde Rousseau'yu ve Mirabeau'nun geri­sinde de Voltaire'i görüyoruz. Bunlar, onları oluşturdular. Çağları bir çeşit İnsanî şekle büründürmek için kişi adları ile anmak, sadece üç ülkenin halkı tarafından yapıldı: Yunanis­tan, İtalya, Fransa. Biz Perikles Çağı, Augustus çağı, Onun­cu Leo Çağı, On dördüncü Louis Çağı Voltaire Çağı diyoruz. Bu tür adlandırmaların büyük önemi var. Çağlan adlandır­ma imtiyazı—sadece Yunanistan’a, İtalya'ya, Fransa'ya ait olan bu imtiyaz—medeniyetin en yüce işaretidir. Voltaire'e gelinceye kadar, bu çağlar, devlet başkanlan ile adlandırıldı. Voltaire, devlet başkanlarından da fazla bir şeydi—fikirlerin başkam. Voltaire'le birlikte yeni bir çağ başlar. Bu yeni çağ ile hükümetin yüce otoritesinin düşürüldüğünü hissediyo­ruz. Medeniyet, kuvvete boyun eğdi; ideale de boyun eğecek. O, hükümdarlık asası idi; kırılan kılıcın yerini ışığın huzme­leri aldı; başka bir ifade ile, otorite, hürriyete dönüştü. Artık, halk için yapılan kanunların ve ferdin vicdanının üstünde bir hâkimiyet yoktu. Her birimiz için, gelişmenin iki yönü, biribirinden açıkça ayrılıyor ve onlar da şunlar: Herkesin, kendi hakkını kullanması, yâni bir insan olması; ve herkesin, üze­rine düşen vazifeyi yapması, yâni bir vatandaş olması.
İşte, Voltaire Çağı kelimelerinin önemi budur; o muhte­şem hâdisenin, Fransız İhtilâlinin mânası budur.
On sekizinci yüzyıldan önce gelen iki asır anılmaya değer. On sekizinci yüzyılı bu iki asır hazırladı. Rabelais, Gargantua adlı eserinde hanedanlığı, Moliere de Tartuffe'ünde Kilise'yi uyardılar. Bu iki ünlü ruhta, kuvvete başvurulmasının nefretle karşılandığını ve insan haklarına hürmet edildiğini görüyoruz.
Günümüzde kim ki, “güç insanı haklı yapar.” der, Or­taçağa mahsus bir hareket icra edip, zamanlarından üçyüz yıl geride kalmış insanlara hitap etmiş olur.
On dokuzuncu yüzyıl on sekizinci asrı yüceltiyor. On seki­zinci asır teklif etti, on dokuzuncu yüzyıl tamamladı. Ve be­nim son kelimelerim de sakin, fakat eğilmez gelişme üzerine olacak.
Zamanı geldi. İnsan haklan kendi formülünü buldu: insan federasyonu.
Günümüzde kuvvete başvurma hükmü, şiddet olarak ad­landırılıyor; harp tutuklanıyor. İnsan ırkının şikâyeti üzeri­ne medeniyet, mahkemelerin harekete geçmesini emrediyor, fatihleri ve onların kaptanlarını büyük suçlarla itham ediyor. Şahit olarak da tarih çağırılıyor. Gerçekler ortaya çıkıyor. Sahte parlaklık dağıtılıyor. Pek çok durumda, kahraman gö­rünen, aslında bir katilden başka bir şey değil. Halk, artık anlıyor ki, bir suçun çok işlenmesi onun küçültülmesini ge­rektirmez; yâni, öldürmek bir suç ise, pek çoklarım öldür­mek, suçun büyüklüğünü hafifletmez; yâni, hırsızlık utanç verici bir şey ise, istilâ yüceltilmez; yâni, Te Deums [Allah'a şükrediş, İlâhiler], burada pek önemli değildir; yâni, katlet­me katletmedir; yâni, kan dökme kan dökmedir; yâni, biri için Sezar veya Napoleon demek bir şey ifade etmez; yâni, ezeli ve ebedî Allah'ın gözünde, başına darağacı takkesi yeri­ne imparatorun tacı konulmakla katil şeklini değiştirmez.
Ah! Mutlak hakikatleri ilân edelim. Harbi şerefsizlendirelim. Hayır, şaşaalı bir harp yoktur. Hayır, harp iyi bir şey de­ğildir; cesetler yaratmak faydalı bir şey değildir. Hayır, haya­tın doğum sancıları ölüm için değildir. Hayır, beni burada çevreleyen anneler, hayır, harbin, o haydutun, çocuklarınızı sizden ayırmasına müsaade edemeyiz. Hayır, anneler, acı çekmek için çocuk doğurmamalı, insanlar dünyaya gelmeli, insanlar sapanla sürmeli ve ekmeli, çiftçiler tarlalarını gübrelemeli, işçiler şehri zenginleştirmeli, sanayi harikalar ya­ratmalı, dâhiler dâhileri yaratmalı, bu yıldızlı gökyüzü altın­daki engin insan faaliyeti, bütün bu faaliyetlerin hepsi, harp sahası denilen o ürkütücü fuarın gösterdiklerinin gerçekleş­memesi için gayret ve eserlerini kat kat arttırmalı.
Bakınız, gerçek harp sahası burası. [Paris’te bu sırada Expositiorı denilen bir sergi vardı. Sultan Abdülaziz de bu sergi münasebetiyle Paris'e davet edilmişti.] Gerçek harp sahası, Paris’in bu anda dünyaya takdim ettiği insan emeğinin şahe­serlerinin randevu yerinde. Gerçek zafer Paris'in zaferidir.
Ah! Fakat hayranlık ve hürmet uyandıran şu ânın bile üzücü yönleri bulunduğunu kendimizden gizleyemeyiz. Ufukta, hâlâ bulutlar var; halkın trajedisi sona ermedi, harp, lânetlenmiş harp, hâlâ orada ve bu muhteşem barış festiva­linin ortasında küstahla başını yükseltiyor. Krallar, son iki yıldır, hâlâ öldürücü anlaşmazlıklara inatla sarılıyor; onların anlaşmazlıkları, bizim barış ve ahengimiz için bir engel ve bu çelişkiyi ifade ettiğimiz için onların bizi suçlamaya hakları yok.
Bu anlaşmazlık bizi tekrar Voltaire'e götürsün. Bu tehdit edici imkânlar ortasında, her zamankinden fazla açık konu­şalım. O büyük ölüye, o büyük hayata, o büyük ruha dönelim. O hürmet edilen mezar önünde eğilelim. İnsanlar için fayda­lı hayatının yüz sene önce sona erdiği, fakat eserlerinin ölme­yeceği bu insanla danışalım. Bu muhteşem Voltaire’in yardımcıları öteki güçlü fikir adamlarına da, Jean Jacques'a, Diderot'ya, Montesquieu'ye de danışalım. Bu büyük seslere ses­lenelim. Beşer kanının akıtılmasını durduralım. Despotlar, yeter! Ah, barbarlık hâlâ sürüyor! O halde, medeniyet de ga­zaba gelsin. On sekizinci asır on dokuzuncu yüzyıla yardım etsin. Filozoflar, bizden önce gelenler, hakikat havârileri idi­ler. O muhteşem gölgelerden niyaz edelim; onlar, harp tasar­layan hanedanlara, insanların yaşama haklarını, vicdan hür­riyetlerini, aklın hâkimiyetini, emeğin kutsallığını, barışın azizliğini ilân etsinler; ve gece karanlıkları nasıl tahtlardan çıkıyorsa, ışık da mezarlardan yükselsin.

Sh: 93-103
Türk milleti, Balkan Harbinden sonra dahil olduğu grupla hemen katıl­dığı Birinci Dünya Harbinde mağlûp olmuş; Osmanlı Devleti, Mondros Mü­tarekesi ve ardından Damat Ferit Hükümeti'nin kabul ettiği Sevr Antlaşma­sı ile parçalanmıştı.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, Batılı devletlerin teşviki ile 15 Mayıs, 1919 da Yunan ordusu İzmir'e çıktı. Büyük Harp'te dört yıl kahramanca ve pek çok mahrumiyet içinde dövüşen Türk milleti, yorgun ve perişan olmak­la beraber, bağımsızlık ve hürriyeti uğruna her şeyi yapmaya, gerektiğinde ölmeye hazırdı.
İzmir'in işgali ile başlayan felâketli günlerde, Türk'e reva görülen hak­sızlıkların bir tepkisi olarak, yurdun çeşitli şehir ve kasabalarında protesto mitingleri, camilerde toplantılar yapıldı. Bu arada İzmir, Maraş, Gaziantep ve Adana'da silâhlı çatışmalar başladı.
İstanbul'daki lânetleme mitinglerinin iki kahramanı, hiç şüphesiz ki, Halide Edip (Adıvar) ve Hamdullah Suphi (Tanrıöver) idi.
Türk edebiyatı, Halide Edip ölçüsünde bir kadın romancı yetiştirmedi. Ateşten Gömlek, Kalp Ağrısı, Zeyno'nun Oğlu, Handan, Raik'in Annesi, Sinekli Bakkal, Vurun Kahpeye birer millî romandırlar.
Kalemi ile, kafası ile İttihat ve Terakki Cemiyeti nde faal bir rol oynayan Halide Edip, millî hizmetlerini Anadolu'daki büyük mücadeleye katılarak devam ettirdi.
Aşağıda, Halide Edip Adıvar'ın, o karanlık ve matemli günlerimizde İstanbullular'ı coşturan, bağımsızlık ümit ve aşkını onların kalplerinde yerleş­tiren konuşmalarının metinlerini göreceksiniz.
Halide Edip Adıvar, aşağıdaki ilk hitabesini 19 Mayıs 1919 Pazartesi gü­nü Fatih'te Belediye dairesi önünde yapılan mitingte söyledi. Mitinge 50 bin kişi katılmıştı.
FATİH NUTKU- (19 Mayıs 1919)
Müslümanlar, Türkler: Türk ve Müslüman bugün en ka­ranlık gününü yaşıyor. Gece, karanlık bir gece. Fakat insa­nın hayatında sabah olmayan gece yoktur. Yarın, bu korkunç geceyi yırtıp şaşaalı bir sabah yaratacağız. Yalnız, ışık geldi­ği vakit gözümüzü güneşe, karanlığa göre baykuşlar gibi aç­mayalım. Işık geldiği vakit hayatı karşılayacak, karşılayabilecek insanlar hâlinde bulunalım. Millet, iyi ve fena günler gördü. Günah dakikaları ve şanlı dakikalar yaşadı. Fakat kardeşler, bugün ufak günahlarımızın üzerine öyle ateşin (coşkulu) bir kan akmıştır ki, bu kan dünyanın günahını yı­kayacak kadar temiz ve mebzuldur [boldur]. O kan, bizim va­zifemizi tayin etti, bize bir vazife bıraktı.
Hanımlar, bugün elimizde top, tüfek denilen âlet yok, fa­kat ondan büyük, ondan kuvvetli bir silâhımız var: Hak ve Allah var. [Alkışlar] Top ve tüfek düşer, Hak ve Allah bâkîdir. Topun yüzüne tükürecek kadar evlâtlar, analar, kalbimizde aşk ve îman, milliyet duygusu var. Biz, dünyada millet sını­fına lâyık bir millet olduğumuzu erkek, kadın, hattâ çocukla­rımıza kadar ispat ettik.
Bugün memleketimiz, taksim edilmek tehlikesi karşısın­da. Adım, adım, kendi dûnumuzdaki [alçak, aşağı] milletleri başımıza efendi yapmak istiyorlar. Bugün, İzmir, yarın Kon­ya, öbür gün İstanbul, sonra Müslüman dünyasının başı olan Türk susturulmuş olacaktır.
Buna karşı ne silâhımız var?
Kurşun, top, bomba mı?
Bir top bebeklerimizi öldürebilir. Bi­zim bundan da kavî [dayanıklı, güçlü, zorlu] silahlarımız var. Sesimizi dünya mutlak işitecektir. İşitmek ve işittirmek için bugün, kuvvetli ve metin [dayanıklı] bir millet hâlinde bu­lunmalıyız. Bugün Türkler, dâvalarını halledinceye kadar, nasıl kurun-ı vusta'da [ortaçağda] haftada üç gün Allah mü­tarekesi yapıldı idiyse, öyle Allah mütarekesi aktedilmelidir.
Arkadaşlar, Müslümanlar, Türkler! Bugün burada topla­nan şu halk kütlesinin bir tek isteği var; o da, en tabiî hakla­rının kendisinden alınmamasıdır. İstediğimiz basit, yüksek, ve ulvî bir haktır. Bizim sözümüzü onlar dinlemeyebilirler. Fakat biz padişahımızdan babalık etmesini rica ederiz. Biz, erkeklerimizle beraber, milletin kalbinden gelen en kuvvetli, en akıllı, en cesur, milleti en çok temsil edecek bir kabine is­teriz. Padişahımıza, halkın hissiyatını tebliğ eder ve deriz ki: İşte kara bir gün yaşıyoruz, bugün herkes susmuştur, bugün Türk ve Müslüman, Padişahın etrafında toplanmıştır.
Hanımlar, efendiler!
Bugün, bunun beş misli bir miting de yapmış olsak, bunun semeresini göremeyiz. Fakat yarın var, çocuklarımız var. Buradaki Türk, Müslüman âleminin kalbi­dir; siz de düşdüğünüz vakit birçok şeyler düşecektir. Kadın­lar, silâhsız ve zayıf, fakat kalbi gayet metindir. Bütün âlemi İslâm, hep kardeşimizdir. Bundan dönen Türk kadını değil­dir. Yaşasın milletimiz!
ÖĞRETMENLER TOPLANTISINDAKİ NUTKU- (21 Mayıs 1919)
Müslümanların tarihinde bugünkü heyecan kadar heye­can görülmemiştir. Titreyen kalplerin aksi, Müslüman âlemi­nin her noktasında hissediliyor. Bizim dâvamız bir Türk dâvası değil, Müslüman âleminin dâvasıdır.
Yalnız bir nokta var. Bugünkü Osmanlı Türkiye'si, mevkii itibariyle İslâmlığın dimağıdır, kalbidir; Türkiye ezilir ezil­mez, Müslüman âleminin istiklâli örtülmüş ve gömülmüştür. Yedi yüz senelik ananeye malik [geleneğe sahip] bir devlet üzerine 100 senelik bir millet oturamaz diyorlar. Bunlar, mi­tinglerde söylenebilir; fakat biz muallime ve muallimler [öğretmenler] kendimizi aldatmayalım. Ben, maddî nokta-i nazardan bedbinim [karamsar]. Fakat manevî sermayemize o kadar îmanım var ki, yapayalnız kalsam bile, yarın için bir Müslüman ve Türk âlemi doğacağına îman ederim. Nikbin [iyimser] olurken hesabımızı iyi tutalım. Arkadaşlar, tarihte Çanakkale Muharebesi gibi bir muharebeye sahip olan bir millet mahvedilemez.
Hayattan bugün için hak istemeye, muallimlerin hakkı yoktur, fakat yaşarken onu elde edecektir. Muharebeden son­ra silâhsız, fakat kalbi çok kıymetli Türkiye vardır. Müslü­man âleminde, bugünkü uyanmış heyecanı zinhar [sakın] unutmayınız.
. . . Dâvamızın doğruluğuna itikadımız [inanç] vardır. Emin olalım, bizi isteyenlerin arkalarında milletleri vardır. O milletler, ölen ve ihtilâl yapan bir millete lâkayt [ilgisiz] kalamazlar. Bu içtimâda [toplantıda] hepimiz gibi, hepimiz kadar ölmeye hazır olanlar yanlış bir şey düşündüler. Bir ka­leye bayrak dikmekle orası bayrak sahibine ait olamaz, dedi­ler. Yunan bayrağı İzmir üzerinde dikilmeyecektir. Bu, can damarımız üzerine yapılan ilk ve son tecrübedir.
En kıymetli kuvvetlerimizi israf etmeyelim. En gür sesi­mizle bugünkü heyecanın kuvvetini ve neler yapacağımızı göstererek susmamalıyız. Tâ ki, kâğıt üzerinde değil, haki­katte bilfiil arzumuzun Türk olduğunu ispat edinceye kadar. Bazı tüfekler önünde insanın kalbi titrer, fakat bugün o de­vir geçti. Vatan aşkı için, insanın heyecanı tükenmez; bu he­yecanı idâme [devam ettirmek], dimağ hâlinde olan muallim­lerin vazifesidir.
KADIKÖY NUTKU-(22 Mayıs 1919)
O gün Kadıköy'de durmaksızın yağan yağmur altında 20 bin kişi Beledi­ye binası önünde heyecanla toplanmıştı. O günlerde, İstanbul'da yapılan mi­tinglerde konuşan hatiplerin bazı sözlerinin gazetelerde yayınlanmasına sansür müsaade etmedi. Tasviriefkâr ve Vakit gazetelerinden derlediği ko­nuşma metinlerini, “Millî Mücadele’de İstanbul Mitingleri” (1951) adlı kita­bında toplayan Kemal Arıburunu diyor ki: "Bu hitabelerin çoğu irticalen [doğaçlama] söylenmiş olduğundan dolayı, cümlelerde bazı noksanlıklar ve kelime hatâları mevcut ise de, bu noksanlıkların esas maksat ve ruha tesiri olmadığı görülmüş ve aynen bırakılmıştır. Kitapta acı bir hakikat olarak gö­rülmektedir ki, sansürün müdahalesiyle, bu toprağın öz çocuklarının konuş­maları efkârı umumiyeye duyurulmak istenmemiştir. Metinler arasında gö­rülen sıralı noktalar sansürün çizdiği kısımlardır."
Müslümanlar, Türkler!
Müslüman ve Türk dünyası en si­yah bir matemle dalgalanıyor. Bugünkü heyecan emin olu­nuz ki, Müslüman âlemini bir dalga gibi sarsıyor............................
Biliniz ki, küçük görünen Türkiye ve Türkler, Müslüman dünyasının kalbidir, başıdır. Türkler'e indirilmek istenen darbe, bütün Müslüman dünyasının kafasını koparmak için­dir. Emin olunuz ki, Harbi Umumi'de, birçok Müslüman düş­manlarımızla beraber kan döktü. Galiçya’da, Çanakkale'de, Irak'ta makam-ı hilafete karşı harp ederken, onlar adalet için, beşeriyet [insanlık] için harp ettiler, öldüler. Emin olu­nuz, aldandılar.          
Bugün aldanmayalım. Hissedilen bir heyecan var. Bunu söndürmek için icat edilen haberlere inanmayalım. [İnanmı­yoruz sedaları] Daha dün, âlemi titreten Almanya, bugün ba­şı önünde geziyor. Kendilerinin olmayan toprakları âleme tev­zi etmek [dağıtmak] isteyenler, hakkın sedası önünde eğile­cekler ve hakkı teslim edeceklerdir. Dostu Venizelos'a bir he­diye veren Mösyü Clemenceau'nun arkasında, milletlerin hak ve adaleti için harbetmiş Fransız milleti vardır. Yunan para­sıyla çıkan Fransız gazetelerinden bir kaçından maadası, bü­tün bu hareketleri şayanı takbih [kınanmaya değer] buluyor­lar. Türk milletini ve Türkiye’yi parçalamak isteyen Llyod George'in arkasında bir İngiliz milleti vardır. Clemenceau, Llyod George ve bunlardan mürekkep olan dörtler meclisinin arka­sından uyanacak, emin olunuz, büyük harpler vardır.
Dün, İstanbul'a gelmek isteyen Çarlık vardı. O Çarlığın yerinde bugün yeller esiyor. Niçin?
 Biz o Çarlığın nefesini Ça­nakkale'de boğduk. Burada devrilen yalnız Çarlık değildir; adaletsizliktir.
Bu adaletsizlik muvakkattir [geçici]. Belki biz de adaletin geldiğini göremeyeceğiz. Fakat o gecikmeyecektir. Bütün adaletlerin üstünde bir adaleti İlâhî vardır ki, o gelecek ve bütün milletleri sarsarak üzerinden geçecektir.
Zinhar heyecanlarınızı unutmayınız. Yarın dünyanın son tarihî perdeleri oynandıktan sonra, Türkler ne yaptı diye bize bakacaklardır. Ve Çarlığı boğup adaleti kurtardığımızdan do­layı bizi alkışlayacaklardır. Milletlerin üzerinde hâkim olan adalet, Türk milleti, nihayet senin de hakkını verecektir.
SULTAN AHMET NUTKU- (30 Mayıs 1919)
O zaman 35 yaşlarında bulunan Halide Edip Adıvar o günkü hislerini şöyle anlatır:

Sultan Ahmet Meydanına Fuat Paşa Türbesi sokağından girdim. Ya­nımda kaç kişi vardı, beni kim götürüyordu, bilemiyorum. Kalbim o kadar atıyordu ki, yürürken sallanıyordum. Fakat meydanın başına gelip de kala­balığı görünce, bana sükûnet geldi. Sultan Ahmet Camii'nin minareleri, ma­vi boşluğa yükselen İlâhî bir sanatkârın elinden çıkmış beyaz neyler gibiydi. Minarelerin dar şerefelerinden, siyah bayraklar havada dalgalanıyordu. Camiinin önünde, yerde, yüksek bir kürsü vardı. O da siyah bir örtü ile kapa­lıydı. Kürsünün önünde [Amerika Cumhurbaşkanı] Wilson'un on ikinci prensibini temsil eden bir yazı vardı.[1] Sade meydanda değil, tâ Ayasofya'ya kadar insan doluydu. Halk o kadar sıkışmıştı ki, hareket edemeyecek bir hal­de idi. Askerler, kalabalığın iki yüz bin kişi olduğunu söylüyorlardı.
Bu, kımıldanamayacak kadar sıkı olan kalabalıktan başka, camiin de­mir parmaklıkları, damlar, cami kubbeleri dahi insanla doluydu. Nasıl o kürsüye yaklaşabildim, farkında değilim. İki yanımda, iki önümde dört sün­gülü asker, bana yol açıyordu. Bunların gösterdiği bir kardeş sevgi ve itina­sını ömrüm oldukça unutamayacağım. Acaba, bunlardan, beni oraya götür­meleri istenmiş miydi?
 Yoksa, kendi kendilerine mi gelmişlerdi, bilmiyorum. Kürsünün önüne geldiğim zaman, hayatımın en önemli dakikalarından biri­ni hissettim. Vücudumun her zerresi elektriklenmiş gibiydi. Bu hal, herhan­gi bir zamanda beni derhal öldürebilecek kudretteydi. Fakat o an benim için unutulmaz bir tecrübedir. Çünkü hiç sesi çıkmayan bu iki yüz bin kişinin ızdırabını bana aşılamıştı.
İnanıyorum ki, Sultan Ahmet'deki Halide, hergünkü Halide değildi. Bazen en mütevazı ve tanınmamış bir insanın büyük, bir milletin büyük idealini tem­sil edebileceğine inanıyordum. O günkü Halide'nin kalbi, bütün Türk kalple­rinden gelen hisle atıyor ve Halide 'ye gelecek yılların faciasını duyuruyordu.
Minarelerden gelen seslere, kalabalık arasındaki yüzlerce ulema, Müslü­manlığın bir nakaratı olan "Allahu Ekber, Lâilâhe illallah, Vallahu Ekber, Allahu Ekber Velillâhilhamd" ile bu seslere katılıyordu. Halide, bu harikula­de teraneyi [ezgi] dinlerken kendi kendine şunları söylüyordu:
“İnsanların kardeşliğini ve barışı ifade eden İslâmiyet ebedîdir. Bâtıl inançlar ve dar görüşler İslâmiyet değil. Allah'tan gelir, gerçek İslâmiyet. Ben, bugün onun en yüksek noktasını ifade etmeye mecburum. Türkiye, be­nim zulme uğramış milletim de ebedîdir. O, öteki milletlerde olan kusur ve faziletlere sahip olmakla beraber, hiçbir maddî kuvvetin yok edemeyeceği ma­nevî bir kudrete de sahiptir. Ben bugün onun zirvesini anlatmalı, insanlığın kardeşliğini ifade eden ruhunu vermeye çalışmalıyım."
Halide'nin sesinin belli bir noktadan öteye geçmediğine eminim. Bu yüz binlerce halk için, o sadece kara bir noktadan ibaret kalmıştır. Fakat, bu in­san denizi içinde, insanı ürküten mutlak bir sükût vardı. Belki, herkes ken­di içinden gelen sesi dinliyordu. Halide ise, o günün, kelimesiz gelen bir me­sajının bir medyumundan ibaretti.
Önce minarelere hitap ederek onlardan şanlı tarihimizin devam ettiril­mesini istiyordum. Bu konuşmamın bir cümlesi millet arasında vecize yeri­ni aldı: "Milletler dostumuz, hükümetler düşmanımızdır." Bunu söy­lerken Halide, demokrat esaslara bağlı hakiki bir Müslüman milletin hissi­ni ifade ediyordu. Nihayet, Halide, onların aşağıda söyleyeceğim esaslara bağlı kalacaklarına iki defa yemin etmelerini teklif etti: (1) İnsanlık adalet ve esaslarına sadık kalmak, (2) Herhangi bir şart altında olursa olsun, hiç­bir kuvvete boyun eğmemek.
Binlerce ses, bir uğultu halinde, "Yemin ediyoruz," diye cevap verdi. Gök gürlemesini andıran insan sesleri yükseliyor ve Halide'nin ayaklarının al­tındaki kürsüyü sarsıyordu. Aynı zamanda, İtilâf Kuvvetlerine bağlı uçak­lar, minarelerin arasında uçuyor, kalabalığı teftiş eden bir polis vazifesini görüyordu. Adeta bir dev an gibi vızıldayan bu makineler, bizi korkutmak istiyordu. Fakat hiç kimse maddî bir kuvvetten haberdar değildi. Herhangi bir halkın yüreğine ölüm korkusu üstünde bir his gelebilir. İnanıyorum ki, o gün, şayet uçaklar ateş açmış olsaydı, bu yeni mücadele ruhu ile kendinden geçen halk bundan haberdar olmayacaktı.
Nihayet, Halide, kürsüden aşağı baktığı zaman, önünde, bir sakat asker kalabalığı gördü. Hepsi, itina ile giyinmişlerdi. İçlerinden bir genç grup kür­sünün önünü almış, kalabalığın oraya girmesine mâni oluyordu. Bu kürsü­ye en yakın olan yarım insan dairesinin arasında Fransız üniformalı, yakı­şıklı, ince yüzlü bir adam vardı. Bu, General Foulon'du. Fransız doğan bu adamın yüreği, o gün Türk'tü ve bütün Türk gençleriyle birlikte onun da gözlerinden yaşlar akıyordu.
Bu gerginlik, aşağıdaki genç bir Darülfünunlunun [üniversitelinin] se­siyle kırıldı. Birden bire, "Milletim, zavallı milletim!" diye bağırarak hıçkır­maya başladı ve birden düşüp bayıldı. Bu olayı, Halide'yi içinden düştüğü vecitten [kendinden geçme] çıkardı ve kürsüden inerek o da yardıma koştu.
“Kardeşlerim, evlâtlarım! Ruhu göklerde olan yedi yüz se­nelik şanlı tarihimiz bu minarelerden bugün, Osmanlı tarihi­nin faciasını seyrediyor. Bu muazzam, bu tarihî meydanda, zafer alayları tertip eden ecdadımızın ruhu bizi seyrediyor. Dünyaların öbür ucuna at süren nâmağlûp erlerin evlâtları önünde baş eğiyor ve yemin ediyorum: Ben, Müslüman tari­hinin bedbaht bir kızıyım. Bugün de dünkü kadar kahraman ve talihsiz Türk milletinin anasıyım. Millet nâmına, ecdadı­mızın bizi seyreden ruhlarına yemin ediyorum. Bugün, kolla­rı kesilmiş olan Türk'ün kalbi, eski cesaret ve şecaatini [yiğitlik] kaybetmemiştir. Yemin ediyorum ki, Osmanlı san­cağına, tarihine hıyanet etmeyeceğim. Allah'a, hakka, milletlerin İlâhî hakkına dayanan Türk milleti, bütün Müslüman ve Türk dünyasına ilân ediyorum. Dâvamızı ilân ediyorum .
Türkler'e zalim diyenler öyle günah işliyorlar ki, tarihin karşısında onların günahlarını, bütün denizlerin bitmez tü­kenmez suları bile yıkayamayacaktır.
Bugün karşımızda yükselen ses, Müslüman kardeşlerin sesidir. Esaret boyunduruğu can damarlarına geçmiş olan milletler, bizim felâketimiz karşısında gür sesleriyle bağırı­yorlar. Ben, kardeş Müslüman dünyalarına, sizin nâmınıza hitap ediyorum. Dâvamız şudur: Zaten elinden tutanları kal­mayan, ellerini, bacaklarını kaybeden gazilerimiz, şehitleri­miz nâmına dâvamızı ilân ediyorum. Bu dâvamız da, Türkler'in hak ve istiklâlidir. Türkler, Türkiye'nin ebedî hakları­na asla dokundurmayacaklar; yarın, Hakk’ın mahkemei kübrası [en büyük mahkeme] önünde zalimlerin hepsi mahkeme­ye çekilecek, onlara, bizim kanlarımızı döktürdünüz, diye­cekler. İşte kardeşlerim, işte evlâtlarım, dâvanızdan kaçma­yınız. O gün size hak verecekler. Bugün iki dostunuz vardır: Birisi, kalbi, mâbedleri bizimle beraber olan Müslüman dün­yası; diğeri, zalimleri yakasından sürükleyecek büyük millet­lerdir.
Kardeşlerim, evlâtlarım!
Osmanlı toprağında böyle muaz­zam, böyle tarihî bir gün, belki bir daha idrak etmeyeceğiz. Evlâtlarım, öyle bir gün olur da bir daha toplanamazsak, içi­mizde ölenler olursa, Türk'ün istiklâl bayrağı ile mezarı üze­rine geliniz.
Eski tarihimizin, bu muazzam minarelerin bahşettiği ta­rihimizin en asîl, en terbiyeli vekarımızı asla unutmayaca­ğız! Yemin ediniz. [Vallahi sesleri]
Yedi yüz senelik minareler, mavi semalarıyle bize baktığı bu günlerde, Osmanlı bayrağı, Osmanlı hakkı için can ver­mekten çekinmeyeceğinize yemin ediniz! [Vallahi sesleri]
Meraklısına Not: Gazeteci ve yazar Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Halide Edip Adıvar’ın bu nutku hakkında der ki: "İstanbul'un 1919'daki Sul­tan Ahmet şahlanışında ben, rahmetli Halide Edip'in konuştuğu kürsünün hemen önünde idim. Aralarına gerilmiş urganlarda yaslı bayraklarımızın dalgalandığı minarelerin şerefelerinden ’salâ' sesleri gamlı göklere uçuşurken, kara ipekten bir çarşafa bürünmüş bir Halide Edip de, tül peçesi ve ka­ra kâkülleri rüzgâra uçuşan mat yüzlü, alev gibi yanan kapkara gözlü savaş­çı genç kadın olarak tarihe yükselmişti.
"Halide edip, ömrü boyunca başka bir şey yapmamış olsaydı, bu vatana hiçbir hizmette bulunmamış, hiçbir eser yazmamış olsaydı bile, sırf o gün, bu Sultan Ahmet Meydanı'nı, bu Ayasofya Meydanı’nı ve Sultan Ahmet Camii'nin avlusuna ve meydanlara ulaşan bütün yolları doldurmuş olan, 150 binden çok fazla, 200 binden az eksik olan insanı 'Tek Türk ve Müslüman' kalıbına sokan o içli, ateşli hitabesi ’azizeleşmesi'ne de yeterdi.
''Halide, o gün bambaşka bir mahlûktu. Mitingi kontrol etmek ve kim bi­lir, belki de mitingde konuşacak hatipleri mimlemek ve sonra tutuklamak amacıyla oraya gelmiş olan İtilâf Devletleri Müşterek Jandarma Komutanı Fransız albay Korsikalı Sekaldi bile, Halide Edip'in o boğuk sesle: 'Allah var, Allah!' diye meydanı inlettiği anda gözyaşlarını tutamamıştı."
Yayıncının Notu: Halide Edip, hayatı boyunca modern Türk kadını mis­yonunun ilk savunucularından biri olarak tarihe geçmekle kalmamış; bir asker, bir edebiyatçı, bir kahraman ve çok iyi bir hatip olarak yaşadığı döne­min akışına yön vermiştir.
1908 yılında gazetelere yazmaya başladığı kadın haklarıyla ilgili yazılarından ötürü gerici grupların düşmanlığını kazandı. 1920 yılında Anadolu’ya kaçarak katıldığı Kurtuluş Savaşı’nda kendisine önce onbaşı, daha sonra da üstçavuş rütbesi verildi.
Konferanslar vermek üzere önce Amerika’ya, daha sonra Mohandas Gandi tarafından Hindistan’a çağrıldı. 1940 yılında İstanbul Üniversitesi İngiliz Filolojisi Başkanı oldu.
Bir yanda Osmanlı-İslam geleneklerine göre ev kadını olarak yetiştiril­miş basit ve cahil kadın, öte yanda ise Batılılaşmış, köklerinden kopmuş, değerini şaşırmış, namus anlayışı kuşku uyandıran bir kadın. Adıvar romanlarında kadını Batılılaşmış, milli değerlere bağlı kalmış, hem serbest, hem namus konusunda çok titiz, sağlam ahlaklı kadın olarak işlerdi.
Eserleri İngiliz, Fransız, Alman, Rus, Macar, Fin, Urdu, Sırp, Portekiz dillerine çevrilmiş olan Halide Edip, modern Türkiye’nin bugün bile ihtiyaç duyduğu bir misyonun ilk temsilcilerinden olarak sonsuza dek saygı ile anılacaktır.
Sh: 259-267

Konuşmalarından “Bütün Yönleri ile Hitabet” kitabımızda örnekler ver­diğimiz Hamdullah Suphi Tanrıöver'in İstiklâl mücadelemiz ve Yeni Türki­ye ile ilgili büyük nutuklarından bazılarını aşağıda göreceksiniz.
Hamdullah Suphi Tanrıöver'in hitabeleri, Dağ Yolu adlı kitabında ilk de­fa yayımlandığı vakit, Türk basınında büyük bir ilgi uyandırdı. Orhan Seyfi (Orhon) Hâkimiyet-i Milliye'nin 16 Ağustos 1928 tarihli sayısında, "Dağ Yolu" başlığı altında şunları yazdı:
Hamdullah Suphi'nin Dağ Yolundaki şimşekli gürültüleri andıran hita­belerini okuduktan sonra düşünmeye başladım: Yazık ki içimizde, onun gibi yüksek bir hatib, gerçek bir mefkûre [ideal] adamı da çok az.
Dosdoğru hedefine ulaşan bir ok gibi, hiç yolundan şaşmayan onun asil kalbi, bir az yüzümüzü kızartsa yeridir. Kaç fikir adamı, kaç sanatkâr, kaç milletsever, kaç yazar ve kaç hatib, bu kadar uzak zamanlara ait sözlerini bir araya topladığı zaman çelişkiler, biribirini tutmazlıklar karşısında kalmaz?
 Bir an gözlerimi yumup her meslekden tanıdığım kimseleri on beş yıllık bir devir içinde izledim. Her biri en aşağı üç-dört biçimde göründü:
Dün sakallı, evvelki gün sarıklı, daha önce koyu bir mutaassıb [hiç bir yenilik kabul etmez] olan aşırı teceddütperverler [yenilik taraftarları] ile kar­şılaştık. Öyle Cumhuriyetçiler gözümün önüne geldi ki, on yıl önce ateşli Sal­tanat taraflısıydı; öyle Türkçüler tanıdım ki, Beyazıd’daki Türk Ocağı bina­sının önünden geçiremezdim. İngilizlerle mücadelenin bir delilik olduğunu söyleyen milliyetçiler, kurtuluş yolunun bir Manda altına girmekten ibaret olduğunu ileri süren istiklâl tarafdarlarını hatırladım.
. . . Yüzünün çok sevimli çizgilerini taşıyan o necîb sımanın yirmi yıldır heyecanla titreyen dudaklarından Türklük için, Halkçılık için, Inkılâb için bir tek yabancı kelime çıktığını duyduk mu?
"
Midhat Cemal (Kuntay) "Başka bir Türkçe" başlığı altında Cumhuriyet'te (29 Ağustos 1928) dedi ki:
Hatiplerden utanıyorduk: Konferans ilânlarından sürekli olarak haber­siz görünür, bunları bilmemezlikten gelirdik. Saray'ın tarih hocasına ve ga­zeteye emir tebliğ ettiği sükûta daüssıla [yurt özlemi] duyanlarımız vardı. Dilin, bu kadar haksızlığa uğradığı ve utanılmayı gerektirdiği bir sırada, Türk Ocağına hatib dinlemeye gittim. Utanmaya, kızmaya ve nutkun bir ye­rinde kaçmağa hazırlanarak! Fakat hitabe bitince kendimi mütehayyir [şa­şırmış] buldum. Türkçe bu kadar güzel mi?
 Sesi, gözleri karşısındaki dinle­yenin tarafsızlığım bozan, dili büyüleyen hatib Hamdullah Suphi idi. Artık ben o hatibindim. Bu dokunaklı söz söyleyenin içyüzünü merak ettim. Fakat hokkabazın peygambere benzediği günlerdeydik. Bundan ötürü, merakıma rağmen hatibin içine bakmaktan aylarca kendimi men ettim; çünkü hatibi o kadar sevmiştim ve zamanı da o derece iyi tanıyordum. Aramıza her vakit mesafe soktum. Onu her zaman, bile bile öğrenmedim. Korkuyordum, heyke­lin içinden çıkacak şey, teneke ellerini biribirine çarparak günün kuvvetleri­ni alkışlayan bir kukla mı acaba?
 Fakat zaman geçtikçe, adım adım sokula­rak her tarafına daha yakından baktığım hatibin, gördüm ki, çehresi kendisinindir ve bir tanedir. Maskesiz adamı sükût ederek sevdim . . . ben seneler­ce ona haber vermeden onun dostu oldum. O, açığa vurulmayan sessiz ve se­dasız sevgilere lâyıktı. Fakat nasıl oluyordu da Türk Ocağı, İttihad ve Terak­ki Cemiyeti'nin vahdaniyetini [tekliğini, birliğini, yegâneliğini] rahatsız et­miyordu?
 Nasıl oldu da Harbiye, Hamdullah Suphi'yi hatiplikten, meş'ale olmaktan azletmedi'?
 Nasıl oldu da Ocağı, Sinop'a sürmediler?
 Beyazıd'daki evde kopan kıyâmet, heyecan, iman nasıl oldu da Harp Divânı'na çağrılmadı?
 Demek kendisinin davasına inanan adam, bir kişi de olsa, o kadar kor­kunç, evet, o kadar kahraman! Çünkü kurduğu kubbeyi, îmanı ve haykırma­sı ile dolduran hatip, sırmadan, paradan, parlayan şeylerden haberi olma­yan bu olağandışı kimseydi. Çünkü o, zamanın gurbet-zedesi [yurtdışında kalmışı] idi. Çünkü o, kendisini, sımasını hiçbir zaman inkâr etmedi. Çün­kü hayatı dâvasını, dâvası hayatım kucaklayarak sürdü, gitti. Bu yüzdendir ki, Dağ Yolundan çıkarken, tepeden uzaktan gördüğümüz büyük karaltı, cebhe kadar geniş ve ordu gibi kalabalık olmakla beraber tek adamdır. Dik­kat edin, o başka Türkçe konuşuyor. Çünkü, şahsının lisanını söyledi. Eşsiz­dir, çünkü kendisi örnektir. Geçmişi olmayan bir meslekde, yeni başlayan bir sanatta varılabilecek en son mertebedekilere nasîb olan olgunluğu gösteren bu şifahi Türkçe'yi onbeş yıldan beri aynı şaşkınlıkla, ne eksilen, ne eskiyen bir özlemle dinledim. . . Hamdullah'ın kitabı, kütübhanemizi ve başımızı ölünceye kadar teşkil edecek."
Celâl Nuri (İleri) 14 Ağustos 1924 tarihli İkdam gazetesinde "Dağ Yolun­da Bir Ziyafet” başlıklı yazısında dedi ki:
"Balta Limanından verilen bir emir üzerine, Malta Adasında Polverista Hapishânesi'nde iki yıla yakın tutuklu kalmak şerefine eriştikden sonra, yeni doğan Millî Hükümeti'min teşebbüsleri sayesinde, arkadaşlarımla bir­likte vatan sahiline, inebolu'ya iade edilmiştim. . .
. . . Pek yükseklerdeydik. Ovanın ortasında bir dağlar silsilesi. Bunun üzerinde de bir küçük ova, zarif bir yayla gözümüze çarptı. Bütün Anado­lu'ya bakan bir kürsü! O noktaya yaklaştıkça, garip bir bina görünmeye baş­ladı. Üslûbu eski değildi.. . kuzeye, doğuya, güneye, batıya dönük dört mina­reli bu Ocak nedir?
 Sualimize köylüler cevap verdi:
"Burası bir tekkedir."
"Tekke mi?
 Ne tekkesi?
 Mevlevi mi, Rifai mi, Nakşî mi, Bektaşi mi?
"
"Hayır, efendi. Bu tarikatın adı 'Millî ’dir."
"Tarikat-ı Aliye-i Milliye! Pekâlâ, bu dergâhın post-nişini var mı?
"
"Var, efendi. Kendisine 'Şeyh Hamdullah' derler."
"Bu noktanın adı nedir?
"
"Dağ Yolu."
. . . Tepeyi tırmandık. Tekke, bildiğimiz dergâhlara benzemiyor. Modern stil . . . binanın gerek cephesi, gerek sütunları, gerek minareleri türlü türlü tasvirlerle bezenmişti.
içeri girdik. Her tarafta büyük bir konfor görülüyor. Parkeler cilâlı. Sa­lonlar nefis tablolarla süslenmiş. Kütüphane düzenli ve heykel gibi. Anado­lu'nun ortasında bu modern tekke gerçekten hayretimizi çekti. Bizi Selçuk tarzında döşenmiş bir salona aldılar. . .
. . . Henüz kırkma yaklaşmış, fazla tasavvuf ve murakabeden [iç dünyasına çekilmiş olmaktan] saçları gümüş rengini almış, lâkin genç şima­li, güler yüzlü bir şeyh. Hazret, üstad elinden çıkma bir simokin giyinmişti. Güleç yüzüyle bize çok iltifat etti. Fakat iyice dikkat ettim; milli tarikatın çe­lebisi bizim gibi konuşmuyor, sözleri daima vezinli ve kafiyeli olmamakla be­raber hep şiir. Sesi gür. Hitabetten başka bir vâdi tanımıyor. Her sözü bir nutuk, bir hitabe. Coştukça coştu. Meğer Şeyh Hazretleri, her sabah gün doğar­ken, sıra ile bu minarelere çıkar, yüksek sesle ezan okur ve tabiatta bulunan "radyo" kuvveti, onun sözlerini dört tarafa nakledermiş.
Tekkede bir ziyafet. Çok acıkmıştık. Şerefimize hazırlanan yemeklerin de nev 'i pek garip! Affınıza güvenerek listeyi arz edeceğim. Çorba sandığımız bir hoşafmış. Sırasıyla şunlar geldi: Baklava, tel kadayıfı, yassı-kadayıfı, ekmek-kadayıfı, muhallebi, revani, keşkül-ü fukara, sütlaç, plümpudin, kom­posto, helva, elmâsiye.
. . . Edebiyatımızda hitabe vâdisi yok gibi. Zaten eski devirlerimizde ede­biyatın böylesi olmazdı. Bu itibarla, Dağ Yolu ile düşünce alanımıza bir tür daha ekleniyor. Bence, kitap ve yazı şeklini almış bu nutukların seçkin özel­liği, okunurken de dinleniyormuş gibi bir his vermesidir. Daha açık ifade ede­yim ki, bu sayfaları okuduğunuz zaman, bunların sıradan yazılar olmaktan çok, bir hitabe olduklarını hemen anlarsınız.
Bütün bu nutuklarda bir tarikat kokusu sezilir. Hamdullah Suphi'de de, bir havari [peygamberlerin fikirlerini yaymada yardımcı] kılık ve vasıfları var. Aziz dostum Mehmed Emin [Yurdakul] Bey efendi'nin buyurduğu gibi, bu kuruluş da mabedi andırmakta. Şimdi, dededen, babadan zarifliğe, nük­teye alışkın olan muhterem Meclis arkadaşımın kendisine yakıştırdığım Şeyhlik unvanını hoş göreceklerini zan ve nutuklarını tasnif ettiklerinden do­layı da tebrik ederim. Dağ Yolu dergâhında verdikleri hep tatlıdan oluşan zi­yafetlerine tekrar teşekkür etmeyi bir vazife bilirim.
Türk edebiyatı tarihçisi Nihad Sâmi Banarlı da, Dağ Yolu ve Hamdullah Suphi Tanrıöver'in muhtelif gazete ve dergilerde çıkan makalelerini topladı­ğı Güne Bakan (1929) adlı eseri hakkında şunları yazdı:
Bu kitaplarda toplanan yazılar, tarihe gizlenen Türk'ü, yaşayan Türk'ü tanıtmaktadır; ve Türk gençliğine, Türk milletinin hürriyeti ve saadeti için çalışmak yolunda kuvvetli telkinler ve örnekler veren, millî edebiyatımızın gür sesli yazıları arasındadır.
Hikmet Şevki, Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin 12 Ağustos 1928 tarihli sayısında şunları yazdı:
Başka Türk gençlerini bilmem. Fakat ben, ilk defa onun sesini duyduk­tan sonra, heyecanla tanıştım. Onun güzel cümlelerini görünce, günlerce ha­fızamda sakladım. Fakat gün geçtikçe anladım ki, hafızamda saklı sandığım cümleler, gönlümde yer bulmuş, ruhuma hâkim olmuş. Onun sesi, ruhlarda fırtınalar koparır, gönüllerde yeni ufuklar açar. Bir gencin başarıdan başarı­ya sürüklenmesine başlıca sebep, yeni ufukların belirmesi, sonsuz isteklerin canlanmasıdır.
Nitekim Hamdullah Suphi Bey de, eserinin önsözünde bu noktaya temas ederek diyor ki: "Tesellim odur ki, sen bunlardan çok güzelini söyleyecek ve beni bir baba kalbi ile gururlandıracaksın, aziz Ocaklı. Yol daha uzundur. Yapılacak şey yapılandan daha büyüktür. Fakat tarihinin ufuklarından ge­len ve senin genç ciğerlerini şişiren bir rüzgâr, büyük ateşleri yakar."
... O, yıllarca Ocak çatısının altında şahsî istek ve emellerini unutmuş muhterem bir şahsiyettir. Türk gençliği, Dağ Yolunu vücuda getiren büyük­sek şahsiyetten bu mükâfatını esirgemeyecek, onun göğsünü sevinçle kabar­tacak birçok Hamdullah'lar onu şahitlik etmeye çalışacaktır.
Haşan Cemil (Çambel) îkdam gazetesinin 7 Ağustos 1928 tarihli sayısın­da şunları yazdı:
"Eğer Jüpiter bütün insanların anlayacağı bir dil kullanmak isteseydi, mutlaka Eflâtun [Platon] gibi söz söylerdi:"
Hamdullah Suphi Beyefendinin, çok değerli bir define gibi, millî kültü­rümüze armağan ettiği Dağ Yolunu okuduğumuz zaman, Çiçero'nun bu sö­zünü hatırladık.
. . . Acaba Türk'ün millî hatibi Hamdullah Suphi'nin mektebi neresi ve üstâdı kimdir?
 Bu sualin karşılığını bulmak için Dağ Yolunu, Türk sanatı­nın bu bâkir [el değmemiş] âbidesini okuyunuz; ve nutukları mümkünse ha­tibin kendi dilinden dinleyiniz.. . Bu nutuklarda, Türk düşüncesinin asil ye­ni karakterini, Türk vatanının büyüleyici güzelliklerini, Türk Cumhuriye­ti'hin haşmetli destanını ve zihne aydınlık saçan o zengin, kudret dolu hayal kuruculuğunun patlayışını görüyoruz. O, bu nutuklarda, kendi ruhunun ira­desini, kendi mefkûresinin heyecanını akıtıyor. Onda, ruhları kararsızlıktan, parçalanma ve dağılmadan kurtaran tarifi imkânsız bir kudret, güç vardır.
. . . Lessing der ki: "Eğer Tanrı bana sorsaydı ve deseydi ki, işte sağımda, gerçek, kemal ve ideal var; solumda ise, bunlara doğru, fakat hatâlarınla, doğru yoldan sapmalarınla bir arada sürekli bir tırmanış ve yükseliş var. Hangisini istersen onu al." İşte Tanrı bana böyle sorsaydı ve beni seçmeyi kendime bıraksaydı, ben Onun soluna yönelir ve Ona derdim ki, 'Gerçek, ke­mal ve ideal ve bunlara sahip olma, bunları kullanma, sana mahsustur. Bı­rak beni, ben her ne kadar hatâ, işleye işleye, her ne kadar şakaklarım kana­ya kanaya olsa, daima, daima onlara tırmanayım ve her gün biraz daha yük­seleyim..' "
. . . işte Hamdullah Suphi Bey, dil ve edebiyatımıza değerli ve üstün bir edebi türü getirdi ve bu engeli ve tırmanmayı anlatan "dağ"ı seçmesindeki düşünce ve felsefe budur.
İbrahim Alâeddin (Gövsa) 11 Ağustos 1928 tarihli İkdam gazetesinde de­di ki:
Edebiyatımıza on beş yirmi yıl öncesine kadar tamamiyle yabancı bir çı­ğırı, bir edebî türü Hamdullah Suphi Bey getirmişti. Dağ Yolu, hitabet denen bu edebî çığırın yapraklara geçmiş ilk örneği, ilk eseridir.
Hitabet, hareket dili ile konuşma dilini birleştiren, kelimelere sesin, cüm­lelere gözlerin ve yüzün pürüzsüz mânasını da ekleyerek, ruhun bütün silu­etini sergilemeye en elverişli sanattır. Gerçi bir hitabetin sahifelerdeki aksi, ancak bir gölgedir. Fakat buna karşılık, zekâlarda ve kalblerle bıraktığı iz sürekli olur ve bazen bir hatibin bir cümlesi dudaktan dudağa ve gönülden gönüle geçerek devirler içinde yaşar.
...işte Hamdullah Suphi Bey, dil ve edebiyatımıza değerli ve üstün bir edebî türü getirdi ve bu vasıtayı Türk gençliğine sevdirmek ve tanıtmak aşkı ile kullandı.
...Türkçe'yi çok güzel söyleyen, şaşılacak bir becerilik ile Dağ Yolcusu, ha­zırlanmadığı zamanlarda, âni vesilerle de müsveddesiz, şiir yaratan ve oku­yan biri gibidir.
...On yedi yıl önce eski bir İstanbul evinin iki odasında kurduğu birinci Türk Ocağı, biraz ilk Hıristiyanların ve ilk Müslümanların gizli ibâdet yer­lerine benzerdi. Oraya girip çıkarken çevreden bir nevi korku, çekinme duy­duğumu hatırlarım. Ocağın gayeleri ile devletin siyaseti arasında açık bir terslik vardı. Osmanlı İmparatorluğunun merkezinde bütün unsurların, kendilerinin millî dâvalarını güttüğü bir devirde, Türk milliyetseverliğini hatırlatmak, o zamanın birçok bilgin ve düşünür geçinenleri için bile siyasî bir basiretsizlik sayılıyordu. Öteki unsurları azdırmamak için Türk'ü büsbü­tün uyuşturmak lâzımdı. Hamdullah Bey'in, Türk dâvasına ait heyecanlı hitabetlerini ilk dinleyen bir avuç Türk aydını arasında bile kendisine bir rü­ya ve kuruntu arkasında koşan biri gibi acıyanlar, Ocağı hafife alan, Ocak mefkuresini memleket ve millet için yanlış ve zararlı bulan Türk gazeteleri ve Türk yazarları çoğunluktaydı. Dağ Yolunun, gerçekten ne kadar çetin oldu­ğunu takdir için on yedi, on sekiz yıldan beri geçen zamanların, alman me­safelerin bütün durum ve şartlarını göz önünde bulundurmak gerekir.
Hakkı Sühâ (Gezgin) de Vakit gazetesinin 13 Ağustos 1928 tarihli sayı­sında dedi ki:
Dağ Yolu için çok şey yazıldı. Fakat yazılanların ve yazılacakların ona yeni bir şey ekleyeceğine inanmıyorum. O, başlı başına yükselen, yol ile bera­ber yürüyen bir yolcudur. Ne dost ellerin uzattığı alkış değneklerine dayanır, ne düşman bileklerin gereceği zincirler karşısında durur.
Yıllar var ki, edebiyatımızda, zengin sanat kervanlarının konakladığı se­rin gölgeli bir vâha manzarası görmek nasib olmuyor. Bu, kuyuları kurumuş, yeşillikleri sâm rüzgârlarıyle kavrulmuş çölden zaman zaman tek başına ce­sur bir atlı geçiyor. Keskin güneşle kıvılcımlanan nallar üstünde, harmânisi rüzgâr ve süratle dolu, uçan bu atlının belki şanlı bir görünüş ve güzelliği var; fakat bu geniş ufuk ve derin gökler bu kadarla kanmıyor, içimizde bit­meyen bir ateş, sonu gelmeyen bir susayış tutuşurken, bunlar azdır. Bütün sanat eserleri böyle: Edebiyat kekeliyor, resim doğurmuyor, musiki dilsiz.
Dağ Yolu, işte böyle bir zamanda çıktı ve bu eseri ile Hamdullah Sup­hi, kıvılcım bulutlan üstünde uçan o cesur ve tek atlılardan bindir.
. . . izlerinde yürüdüğüm bu eser, beni üç ayrı şahsiyetle karşılaştırdı: Sa­natkâr ve hatib Hamdullah Suphi, idealist Hamdullah Suphi ve inkılâpçı Hamdullah Suphi. Bu üç ayrı kişinin her biri Dağ Yolunda ayrı ayrı birer tepedir. Tepelere çıkmak için içinizde eğer kartalların kabarmaz safrası yok­sa ve eğer ruhunuzda milli îmanın ışığı yanmamışsa, boş yere uğraşmayınız. Derin bir yorgunluk, uzun bir diz titremesinden başka elinizde bir şey kalma­yacak.
. . . Erzurum Mebusu Ziya Efendiye cevabı, Inkılab Ordusunun fikir alanında en yüksek ve en başarılı saldırısıdır. Zamanımızı geçmiş günlerle ölçen sayfalarda onun dudakları, kartal gagalarının keskin makası gibi, düşman iftiralarını kesip parçalıyordu. Şu satırları kim bilir kaç kere oku­dum:
"Bir memleketin siyasetine bakınız: Ahlâkı orada görürsünüz. Bir mem­leket ki susmuştur, korkuyor, başındaki adamların dinî, siyasî, zümrevî veya ailevî baskısına karşı dalkavuklukdan başka bir şey yapmıyor, o, ahlâken ge­ridir, aşağıdır.
"Bir devir ki hükümeti eleştirir ve kontrol eder; görüşünü basınında, kür­süsünde ve her yerde söyler, onun ahlâkı yükselmiştir. Siyasetin bu geniş şek­li, yükselen o ahlâktan doğmuştur."
Hamdullah, yirmi yıldır giriştiği mücadelede en geniş ses hürriyetini inkılâb yıllarında buldu ve inkılâb kürsüsünden, göğsünün bütün kuvveti ile haykırmaktaki mukaddes zevki tattı. Okurken bizi vecde kadar yükselten bu güzel sözler, kim bilir dinleyenleri ne hâle koymuştu?
 Ben şimdi en çok bu mahrumiyetin acısını duyuyorum.
Dağ Yolu' nun büyük ana hatlarından biri de edebî değeridir. Uğultulu rüzgârlar, granit kayaları nasıl aşındırmaz, cilalarsa, milli kütüphânemize yeni ve ödenmez bir kıymet bağışlayan bu eser üstünde zaman da öyle parıl­tılı bir iz bırakarak geçecektir.
Ve nihayet Atatürk, Hamdullah Suphi Tannöver'e armağan ettiği bir fo­toğrafını şu kelimelerle imzaladı: "Nutuklarını, yalnız fikir değil, aynı za­manda şiir ve musiki olarak dinlediğim kardeşim. . ."
Türk'ün millî hatibi Hamdullah Suphi Tanrıöver, İstanbul Meclis-i Meb'usânı'nın 22 Ocak 1919 tarihli gizli oturumunda aşağıda metni verilen konuşmayı söyledi.
. . . Osmanlı devrinden başlayarak maziye doğru yaklaş­tıkça görürsünüz ki, Türk kavimleri, daima kendilerini bir devlet müessesesi etrafında toplamış olan kimselerin isimlerini taşırlar. Osmanlılar, Timurlar, Selçuklular, Harzemliler, Gazneliler gibi. Bu, bir tesadüf değildir. Türk ruhunu tetkik edenler, binlerce sene zarfında tekerrür eden bu hâdisenin mânasını anlamaya mecburdurlar. Türk, ferde ve ferdiyete daima kıymet vermiştir. Toplayıcı ve idareci reislerin bir mil­let için haiz olduğu kıymeti, çok derin bir sezişle anlamıştır. Tehlike zamanlarında, dağınık ruhlara istikamet veren, ira­deleri muayyen bir cereyana sokan Türk halkını, yabancı el­lerin kahrı altında perişan olmaktan kurtaran bir silsile bü­yük kahraman vardır ki, Türk tarihi, onların isimleri altında ve onların gölgelerinde cereyan etmiştir. Son günlerde, Ana­dolu'da millî tarihimizin aynı tecellisine şahit oluyoruz. Türk, kendisine lâyık bir baş bulduğu vakit kavidir, iradesi her müşkülü yener; kendi ananevi şöhretine lâyık görünür. Fakat başa geçen veya geçenler zayıfsa, liyakatsizse Türk halkı, tanınmaz bir hale gelir. Bunun uzakta, yakında bir çok misâllerine tesadüf ederiz. Bugün millî dâvanın başındaki genç kahraman, bütün hayatında talihi, emrine râm etmiş [boyun eğdirmiş] olan daima muvaffak bir sîmadır. Milletin aslî vasıflan ile baştaki devlet adamının vasıflan, seciyeleri biribirine lâyık oldu mu, netice, millî tarihin değişmez bir ha­kikat olarak gösterdiği aynı ezelî netice olacaktır: Türk top­lanacak, kuvvetlenecek, yenecek ve kurtulacaktır.
Arkadaşlar: Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin bize gön­derdikleri Misak-ı Millî [Millî Sözleşme, Antlaşma] metnini Hüsrev Beyefendi okudular. Aramızda, müzakereye başlamadan evvel bir noktanın tasrihini [açık surette ifade etmek] elzem addediyorum. Osmanlı tarihinde şüphesiz ki, ölüm tehlikesi geçirdiğimiz birçok devirler olmuştur. Bu memle­ket, kaç defa çok feci buhranlara uğramış ve buhranlann içinden arazice, nüfusça, servetçe çok ağır zayiat vermek su­retiyle çıkabilmiştir. Zannetmiyorum ki, aramızda bir fert, üzerimize çöken son felâket kadar mühlik [öldürücü] ve meş'um bir bâdireye [ansızın meydana gelen tehlikeli du­rum] vaktiyle de maruz kaldığımızı iddia edebilsin. Her ta­raftan gelen elîm [acınacak, acıklı] haberler, memleketin yer yer uğradığı istilâ, büyük muharebenin belli başlı bütün kuv­vetlerimizi tüketmiş olması, içinde yaşadığımız günlere müs­tesna bir mahiyet veriyor. Biz müzakerelerimize başlamadan evvel, sözlerimizin ve kararlanmızm neye istinat ettiğim memlekete ve dünyaya göstermek mecburiyetindeyiz.
Türk vatanı aleyhinde tertip edilen suikastın, mutlak bir esaret hâlinde karşımıza çıkacağını bildiren deliller çoktur.
Biz kimleriz?
 Sözlerimizin kıymeti neden ibarettir?
 Bunlan tayin edecek en esaslı şartı temin etmeden, ne desek beyhudedir, ziyandır. Bu gibi buhran ve felâket günlerinde, vatanî vazifeler deruhte [üzerine almak, yüklenmek] edenler, en ev­vel kendisinin kuvvetlerini tanımak, onları toplayıp, tanzim etmek mecburiyetindedirler.
Biz, burada yalnız yüz elli, yüz altmış kişiden ibaretiz. Bir memleket nâmına söz söylemek için bu kâfi değildir. Cihan Harbinde mezbahadan mezbahaya koşturulan zavallı deli­kanlılarımızın kanları ve kemikleri mecnunâne bir surette israf edildiği için, bugün memleket müdafaasında kullanıla­bilecek bir orduya malik değiliz. Devlet ordusu gibi, devlet teşkilâtı da umumi bir buhran ve teşevvüç [karışıklık] için­dedir. Nereye baksak, gafletle sevk ve idare edilmiş bir mü­cadelenin vücuda getirdiği nihayetsiz harabe ve sefaletten başka bir şey görünmüyor. Böyle zamanlarda toplanan Millet Meclisleri, her çareye başvurarak memleketin ne kadar işe yarar hayat, servet ve kuvveti varsa hepsinden istifade et­mekle mükelleftir. Evet, soruyorum:
Biz kimiz?
 Neyi temsil ediyoruz?
 Kuvvetimiz nerededir?
 Müdafaa ettiğimiz fikirleri kabul ettirmek için elimizde ne gibi vasıtalar vardır?
Müsaadenizle, bütün acılığına rağmen arz edeyim ki, bu kapıdan başını içeriye uzatacak bir İngiliz çavuşu, bizi, iste­diği tarafa sürükleyip götürmek iktidarına maliktir.
Arkadaşlar, her şeyden evvel kabul edilmesi zarurî olan bir karar vardır. Onu size teklif ediyorum. Anadolu'da vatan müdafaası için ortaya çıkmış olan Kuvay-ı Milliye’yi tanıdığı­mızı, millî hareketi tasvip ettiğimizi ve bu harekete istinat etmekte olduğumuzu dünyaya karşı ilân etmeliyiz. Şüphe yok ki, koskoca bir memleketin içinde, her düşüncede adama tesadüf olunabilir. Fakat Türk milleti, esareti kabul etmedi­ğini ve etmeyeceğini, herkesin anlamaya mecbur olduğu fiilî, beliğ [apaçık] ve mutantan [azametli, şatafatlı, ihtişamlı] bir lisan ile ifade etmiştir.
İçimizi dinlediğimiz vakit, kendimiz nereye tutunuyoruz?
 Bize ümit nereden geliyor?
 Bunu itiraf etmek lâzımdır.
Dağınık sürüye yol gösterecek çoban yıldızı, millî bir ümit hâlinde Anadolu topraklarının üzerinde doğup yükselmiştir. Bugünkü vazifesi, vatan müdafaasından ibaret olan Millet Meclisi, bu müdafaada yalnız olmadığını, son vazife için yeni bir mücadelenin lüzum gösterdiği bütün fedakârlıklara razı olarak, mücadele ve istiklâl bayrağını çeken Anadolu hareke­ti ile, bizim aramızdaki iştirak ve vahdeti [birlik, beraberlik] kayt ve ilân etmelidir. Ancak bundan sonra söylemek, müza­kere etmek, karar vermek hakkını haiz oluruz.
Arkadaşlar, fevkalâde vaziyetlerin, iltizam [bir tarafı tut­ma, kayırma, gerekli bulma] ettiği fevkalâde tedbirleri itti­haz [sayma, tutma] etmeye müsait bir heyet olduğumuzu gösterecek böyle bir karar, müstakbel [gelecekteki, istikbal­deki] mesaimizi mümkün kılacak yegâne karardır.
Size, ben her şeyden evvel, bu kararı teklif ediyorum.
Türkiye, Ermenistan, Azerbeycan ve Gürcistan Antlaşması görüşülür­ken (16 Mart, 1922) Hamdullah Suphi Tanrıöver aşağıda metni verilen ko­nuşmayı yaptı.
Arkadaşlar! Üçüncü Sultan Selim zamanında idi. Napoleon, Tilsit'de Rus Çan ile mülâkatta bulunuyordu. İstanbul sarayında bir ihtilâl olmuş, Üçüncü Sultan Selim şehit düş­müştü. O zaman bu haberi Tilsit'e yetiştiren mektubu Napoleon, parmakları arasında buruşturduktan sonra dedi ki: "Türkiye’nin son günleri gelmiştir. Şark İmparatorluğu par­çalanıyor. Biz kendi gözlerimizle göreceğiz."
Avrupa üzerinde şamil [kaplayan, içine alan] bir saltanat kurmuş olan Napoleon, Saint Helena adasında esir olarak gözlerini kapadı. Kurduğu imparatorluk, yüksekten düşen bir cam gibi parça parça oldu. Türk imparatorluğu yaşamak­ta devam etti.
Figaro gazetesi, bir zaman âdet edinmişti. Yüz yıl öncesi Times gazetesinden o günün en belli başlı haberini alır ve neşrederdi. Ben bir çocuktum. Figaro da bir asır evvele ait bir fıkra okudum: "Anadolu'nun her tarafında isyanlar başla­mış, derebeylik, hükümetsizlik vücuda getirmiş, Tepedelenli Mehmet Ali Paşa payitahtı tanımıyor." Times m. İstanbul'da bulunan muhabiri gazetesine yazdığı mektupta diyor ki: "Aradan bir sene geçer geçmez Osmanlı İmparatorluğunun büsbütün çöktüğünü öğreneceksiniz." Figaro, aynen nakletti­ği bu haberin altına bir cümle ilâve ediyor: "Ne dikkate de­ğerdir ki, bir sene zarfında öleceği, mahvolacağı haber veri­len bu imparatorluk hâlâ yaşamakta devam ediyor."
Petersburg’da, 1853 senesinde Çarskoveselo Sarayında İmparator Nikola, İngiliz sefiri Lord Seymour'u yanına çağır­dı ve dedi ki: "Şarktan aldığım haberler bize gösteriyor ki, 'Hasta Adam' ölmek üzeredir. (Hasta adam, bu uğursuz tâbir, o geceki mülâkattan yadigâr kalmıştır.) Geliniz, hükümeti­nizle, ölünün birdenbire kollarımızın üstüne düşmemesi için anlaşalım."
Biz, bu görüşmeden sonra Kırım Muharebesini yaptık. "Ölüyor, mirası hakkında konuşalım," denilen adam, Silistre'de, Kırım'da, Çar ordularını yendi, ölü mirasçısına mü­kemmel bir dayak attı. Türk imparatorluğu yaşamakta de­vam etti.
Biz, Abdülhamid Han devri gibi çok uğursuz ve çok dar bir devir idrâk etti. Bütün memleket baştan başa bir ölü sessiz­liğine dalmıştı. Uzaktan bakanlar, Türkiye’nin ölümünü bek­leyen bütün dünya bir gün gördü ki, burada Meşrutiyet ha­reketi başlıyor. Neue Freie Presse nin yazdığı bir makaleyi hatırlıyorum. Diyordu ki: "Biz, mezarlık gibi seyrettiğimiz o memlekette, inanılmayacak kadar feyizli bir bahar fışkırdı. Bu, meşrutiyet hareketi, ölümü beklenilen Türkiye’nin bü­tün âleme ve asırlara karşı, 'Ben yaşayacağım,’ diye haykır­masından ibaret bir hayat belirtisidir."
Türkiye yaşamakta devam etti; üzerimize dikilmiş ne ka­dar bencil, ne kadar vahşi göz var ise, "Türkiye kurtuluyor, kendini toplamaya vakit bırakmadan evvel üstüne çökelim," diye fırsat aradı. Balkan Muharebesini büyük devletler ha­zırladı ve küçüklerini üzerimize musallat ettiler. Bildiğiniz felâketlerden sonra, memleket, hakikaten bitiyor manzarası göstermişti. Fakat Türkiye, yaralarını sarmadan mücadele­lerin en büyüğü olan Cihan Harbine girdi. Memleketin genç­leri, en büyük kahramanlıkla çarpıştılar. On iki mezbahada, vatanın kendi çocuklarından çok kan isteyen mihrabı önün­de, titremeksizin canlarını verdiler. Türkiye, artık ölmüş gö­rünüyordu, halbuki Türkiye yaşıyordu. Sevr’de, içlerinde ec­dat sesi susmuş birkaç adam, bizim idam berâtımızı imzala­dı, fakat Türkiye yaşamakta devam edecekti.
Efendiler, Almanya gibi, yeryüzünü çökertecek kadar ağır ve kuvvetli görünen bir memleket, bugün galiplerin önünde diz çökmüş bir vaziyet aldığı halde; Avusturya gibi, Türki­ye'nin taksimi için asırlarca çalışmış bir memleket, çok kud­retli ve çok zengin bir memleket, bütün dünyaya Türkler'i hakir görmeyi şeref bilen küçük fakat mağrur bir millet, hâ­kimlerinin, fâtihlerinin önünde diz çökmüş durduğu halde, Anadolu'nun içinden fışkıran hayat sesi, vatanseverlik hare­keti, dünyaya karşı ölümü haber verilen Türkiye'nin yaşa­makta devam edeceğini hayret veren bir açıklıkla gösterdi.
Arkadaşlar, cihan haritasına bir defa bakacak olursanız, geçmişin uzak günlerinden beri biribirine karşı daima biribirine düşman vaziyette kıtalar görürsünüz. Zavallı bir Afrika kıtası vardır; coşkun bir güneş altında, gözleri kamaşmış in­sanları ile, baştan başa esir bir âlem manzarası gösterir. Bir Amerika kıtası vardır; o yeni bir Avrupa'dır; Batının yeni bir parçası diye bilinir. Fakat Asya, bütün semavî dinlerin ufuk­larına doğduğu Asya, eski, yeni birçok medeniyetlerin üstün­de şaşaa ile doğduğu Asya, geçmişi unutmayan ve izzet-i nef­sini [onur duygusunu] kaybetmeyen, yabancılar elinde esir olmak istemeyen Asya, daima zulme karşı âsi, daima diri, da­ima mazisine sadık ve engin Asya kıt'ası, binlerce seneden beri Avrupa ile boğuşuyor. Biz bugün, onun umumi bir uya­nıklığı karşısındayız.
Bu sebeple ben diyorum ki: İstanbul'da, 16 Mart’ta, bun­dan üç sene evvel çapulcuların, üzerine vaziyet etmek istedi­ği memleket, derece derece, hayat ve kuvvet kaynaklarını ar­tırarak kurtuluşa doğru gidiyor. Evvelce olduğu gibi, bundan sonra da, her tehlikeyi yenerek yaşamakta devam edecektir.
Bursa'nın Yunan işgalinden temizlenmesi münasebetiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi nin eski binası önünde yapılan törende (12 Eylül 1922), Ham­dullah Suphi Tanrıöver şunları söyledi:
Hanımlar! Bu kadar acıdan sonra, bu kadar ayrılıktan sonra, yan yana çektiğimiz bu kadar hasretten sonra, kurtu­luş günleri geldi. Siz, bu kurtuluş günlerini bize kazandıran aziz şehitlerin, gazilerin anaları, arkadaşları, kız kardeşleri! Artık sevinin, sevinmek hakkınızdır; bayram edin, en büyük bayrama erdiniz. Büyük bayramınız mübarek olsun!
Anadolu kadınları! Bu gazâ diyarında, bin seneden beri, ateş ve cenk yerlerine oğullarını koşturan Anadolu kadınları, bin senedir oğulları daima uzak yerlerde ölen, yetiştirdikleri oğullarının mezarları nerededir bilmeyen Anadolu kadınları! Kurtuluş günleri geldi; kavuşma günleri geldi. Sevinin, bay­ram edin.
Cihan Harbinden beri ardı arası gelmeyen bir cenk için, ağızdan bir şikâyet sözü çıkmadan, nesi varsa hepsini veren Anadolu kadınları! Erkekleri, kan ve ateş yerlerinde savaşır­ken, uzak denizlerin kıyılarından orta yaylalara doğru, gün­lerce, haftalarca çıplak ayakları, giyimsiz sırtlarıyla kurşun­lan, top mermilerini taşıyan Anadolu kadınları! Batıda, do­ğuda, kıblede, bütün cephelerin arkasında memleketi işleten, tarlaları yeşerten, sayısız yetim çocukları yetiştiren, büyüten sensin, ey Anadolu kadını!
Sırası gelince cephaneyi, yaralıyı taşımak sana yetmedi; silâha sen de sanidin, düşman önünde, sen de nöbet bekle­din, ateşlere sen de girdin, sen de gazâ ettin. "Erkek aslan olur da, dişi aslan olmaz mı?" diyen sensin. Erkeğinle bera­ber, zafere erdirdiğin gazân mübarek olsun. Zafere eren gazânın büyük bayramı mübarek olsun.
Subaylar: Dünyanın hiçbir ordusunun yüklenemeyeceği kadar ağır bir vazifeyi genç omuzlan üstünde taşıyan subaylarımız! Baba ocaklarının gölgesi altında değil, cenk yerleri­nin güneşi ve ateşi altında yetişen subaylarımız! Birçok mu­harebelerin ateşinden, demir kasırgalardan geçen yırtık, ya­nık gazâ bayrakları gibi, düşman kurşunlan ile vücutları de­lik deşik olan subaylarımız! Milyonlarca delikanlılarımızın, yolunda can verdikleri vatanı siz düşünüp sezmediniz; siz onu haritalar üstünde, kitaplar içinde öğrenmediniz. Siz, onu adım adım gezdiniz, her avuç toprağını kanınızla suladınız.
Ey, Türk subayı! Senin gözlerinin içinde cenubun kızgın çölleri tutuşup duruyor. Senin gözlerinin içinde, Kafkas'ın buzlu dağlan buruşup duruyor. Senin gözlerinin içinde Ma­lazgirt ovaları, Pasin ovaları serilip duruyor; vatan, senin içinde yaşıyor.
En büyük askerimiz diyordu ki: "Subay muharebeleri ya­pıyoruz." Zâbit muharebeleri, yâni fikir muharebeleri yapıyo­ruz. Sen bir fikirsin. Gevşemez, vazgeçmez, sarp, yalçın bir fi­kirsin. Türklük ve istiklâl fikrinin bayrağım, yangın kızıltısı içinde, demir kasırgası ortasında yücelten sensin. Düşmanın milliyet fikrine, milliyet fikrinle karşı çıktın; seninki elinde­kinden üstündü. Her biri, ayrı ayrı kaç adamın ömrünü dol­durmaya kâfi, o kadar acı, tatlı hâtıralarla dolu olan genç ba­şın, bugün zaferin sabah aydınlığı içinde duruyor. Bugün mesutsun, mağrursun. Kimin bu saadete, bu gurura senden doğmuştur. Fakat Garb uleması, din buhranını hâlletmek için nâzırlann, vekillerin emrinden istianeye [yardım isteme] lüzum görmemişlerdir. En yakın günlerde, yeni bir tecrübesi­ne şahit olduğumuz üzere, memlekette olduğu gibi, maarifi­mizde de dinî şikâyetleri izale edecek [ortadan kaldıracak] tedbir nâzırlann emrinden gelmeyecektir. Ana dil, hakikî ilim, yüksek belâgat [güzel ve etkili söz söyleme], bedii [este­tik] cazibeler, külfetsizlik, başka memleketlerde hasıl ettiği mesut neticeleri, bizim memleketimizde de verebilir. Fakat, menfi gayretlerden uzaklaşarak buhranın menbalarına [bunalımın kaynaklarına] kadar çıkacak âlimlerimiz nerede?
Aşağıda okuyacağınız yazı, Hamdullah Suphi Tanrıöver'in 17 Kasım 1922'de Ankara Muallimler Cemiyeti Kongresi’ndeki konuşmasının metnidir.
. . . Yüz seneden beri memleketi yeni ihtiyaçlara göre sevketmek için uğraşan münevverlerimiz, mütemadi aksülamellere [tepkilere] çarparak yollanndan geri kalıyor­lar. Her sahada olduğu gibi, maarif sahasında da, biribirleriyle boğuşan fikirleri kendi isimleriyle yâd edelim: Biri, ko­yu, anut [inatçı] bir muhafazakârlık, daha doğrusu, her çâre­yi, her rehayı [kurtulma, iyileşme] mazide arayan görenek ve an'ane zihniyetidir. Zavallı Namık Kemal, bu zihniyeti kaste­derek, "Eğer hilkat gözlerimizi daima maziye çevirmek iste­seydi, onları alnımızda değil, ensemizde yaratırdı," demişti.
Diğeri, dünyanın bütün ilim cereyanlarını [akımlarını] benimseyen, Garp medeniyetini, beşerî [İnsanî] bir medeni­yet tanıyan, hiçbir sahada tecerrüdü [her şeyden uzak kal­mak] kabul etmeyen teceddüd perverlerin [yenilik severle­rin] zihniyetidir.
Evvelki zihniyet, dar muhafazakârlık, Garp'ten aldığımız müesseselerden, fikirlerden, usullerden dolayı perişan oldu­ğumuza kanidir [inanır], Muhafazakârlann en kuvvetli za­manı, memleketin felâket günleridir. Topraklarımız bir isti­lâya uğradı mı, ağır bir belâ milletin başına musallat oldu mu, onun sesi yükselir, meydana çıkar ve geriye doğru çek­meye başlar.

Memleket birazcık kuvvetlendi mi, ortadan kaybolduğunu görürsünüz. Fakat yalnız pusuya yatmıştır. Bir fırsat kolla­yacak, günün birinde, müsait zannettiği bir saatte tekrar üs­tünüze atılacaktır.
Efendiler, içtima ettiğimiz bu salonun içinde, ben kendim, seksen beş, doksan arkadaşımla beraber, o düşüncede biri­nin, maarifimizde en mühim mevkie çıkardığımız bir ada­mın, bu milletin başına ne kadar felâket geldi ise hepsi mü­nevverlerin yüzünden gelmiştir, diye haykırdığını işittik. Onu alkışlayanlar da vardı. Meclis kürsüsünde—ki ismini zikretmiyorum, çünkü tekrar edeceğim cümlesiyle kendisine kâfi ve kötü bir şöhret temin etmiştir—"Bugünkü mektepler, millet nezdinde menfurdur [nazarında, fikrinde iğrençtir, lânet edilir]" demekten çekinmiyordu. Bu cümleyi aynen zabıtnâmelerde okuyabilirsiniz. Bu sözler, bu sesler, 31 Mart gü­nünde aynen söylenmemiş miydi?
 Bu adamlar biraz fırsat bulur bulmaz, resim dersi yerine çizgi dersini, yalnız cansız şeylere âit olmak kayd-ı mahsusiyle ikame etmekten [özel kaydıyla koymaktan] çekinmediler.
Bilmiyorlardı ki, Türk milletinin altmış seneden beri tees­süs etmiş bir muasır [çağdaş] ressamlığı vardı. Garbın en meşhur koleksiyonları, müzeleri ve belediyelerine eserlerini kabul ettirmiş bir millî ressamlığı vardır. Düşünmüyorlardı ki, Türk milletinin, yarım asra yakın bir zamandan beri memleket çocuklarına resim, heykeltıraşlık, mimarî, hâk [taş veya tahta üzerinde oymacılık ve kabartmacılık] öğreten bir Sanayii Nefise Mektebi vardır. Musiki yerine İlâhi dersi koydular. Terbiye ve tedrisin en makûl ve en müsmir [fayda­lı] yardımcısı olan temsilî resmi men etmek için tamimler [genelge] yaptılar. . .
Ne gariptir ve ne acıdır ki, Yunan istilâsı altına düşen memleketlerimizde câmi kürsülerinden ahaliye aynı fikirler telkin ediliyordu. Burada nutukla, şiirle neşredilen mektep husumeti [düşmanlığı] gibi, Kütahya'da, Bursa'da, Ulu Câmi'nin minberinde Ömer Fevzi Efendi gibi adamlar, "Bu mektepler ortada durdukça, bize felâh [kurtuluş] yoktur," di­ye haykırıyorlardı.
Benim kanaatim odur ki, İslâm memleketleri tecerrütten [her şeyden sıyrılma] dolayı inkıraza [çökme, kaybolma] uğ­ramış, taraf taraf istilâ altına düşmüştür. İktisadımız cihan iktisadı ile, askerliğimiz bütün cihandaki askerî meselelerle, tababetimiz medenî âlemin her köşesinde münakaşa edilen tıp meseleleri ile alâkadar olmalıdır. Eğer zabitlerimiz harp tecrübeleriyle, yeni askerî nazariyelere dair mütehassıslar tarafından neşredilen kitapları okumaz, belli başlı manevra­ları takip etmez, kendi askerliğimizin çerçevesi içine gömü­lüp kalırsa, ordumuz uzun bir zaman geçmeden tekrar bir Yeniçeri ordusu olur.
Tababetimiz, tıp kongrelerini, Garp'ta neşredilen tıp mec­mualarını, kitaplarını, bir kelime ile, medenî âlemin bu saha­daki tetkikat ve tecrübelerinden istifadeyi ihmal ederse, dö­ner dolaşır, kurşun dökücülük, macunculuk, kocakarı tedavi­si derecesine iner.
Terbiye ve tedrisatımız da böyledir. Bütün medenî âlem, terbiye ve tedris [eğitim] müesseselerini daimî bir tetkik ve münakaşaya tâbi tutmaktadır. Milletin terbiye ve tedris işi­ni, kendi göreneklerimiz içinde hâlletmek iddiasında buluna­nlayız; bunda da Garp âleminin irşad [yol gösterme] ve delâ­letinden [yardım] azamî istifadeye mecburuz. Sübyan mek­tepleri gibi, Garp tesirlerinden tamamiyle uzak kalmış olan mekteplerimizin hâli, doğru usulün, doğru anlayışın ne ta­rafta olduğunu göstermeye kifayet eder. . . .
Bugünkü hayatımızı ve son zaferimizi ancak bu [Batılı esaslara göre kurulmuş] mekteplere medyunuz [borçluyuz]. Eğer biz de asırlardan beri tekrar edilen, her şeyi kalıp ha­line sokan ezberci ve kelimeci medrese tahsili içinde kalsay­dık, çoktan tarihimizin son sayfası kapanmış olurdu. Unut­mayınız ki, geçen sene [1921] Buhara'da mektep çocuklarını sıralara oturtmak isteyenlerle oturtmamak isteyenler ara­sında kanlı bir mukatele [vuruşma, çarpışma; muharebe] ol­du, yüzlerce adam öldü.
İlk defa Sultan Abdülmecit zamanında Darülmuallimîn'e resim albümlerini ve coğrafya haritalarını sokmak bid'atını irtikap eden [dince kötü sayılan bir şey yapan] Maarif Nâzırı Ahmed Kemal Paşa, tekfire [lanet, küfür etme] uğradı, memleketten kaçarak canını kurtarmaya mecbur oldu.
Hamdullah Suphi Tanrıöver, 1923'te Ankara Erkek Muallim [Öğretmen] Mektebinde "Milliyet Düsturları [ilkeleri]” başlıklı bir konferans verdi. Kon­ferans, Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde altı gün tefrika edildi. Aşağıda bu konuşmanın son kısımlarını göreceksiniz.
Türk kimdir?
 Biz, Türklük çerçevesi içine kimleri alacağız ve kimleri almayacağız?
 Kim bizdendir ve kim bizden ayrı­dır?
 Bütün milletler, çevreden merkeze doğru bir hareket ya­parlar. Yörelerden toplayıp kendilerine çekerler; biz bir mer­kezden bir çevreye hareket yaparız, kendimizden alır, kopa­rır, uzaklaştırırız. Biri Karadeniz sahillerinden geldi mi, o Laz'dır. Halbuki Lazlık, Rize'den daha öte, Kemer Bur­nundan daha sonra başlar. İki üç nahiyeden ibaret bir halk­tır. Koskoca Karadeniz Türklüğünün bu kadar yanlış anlaşıl­ması, en hafif bir tâbir ile söylüyorum, fecidir. Biri cenuptan geldi mi, Arap’tır. Lisan hudutlarında yaşadıkları için Türk­lük hissini, en hakikî bir ateşle duyan Maraş, Birecik, Ayıntap ve bütün Antakya Türkleri zorla, Türk kalmaktaki bütün ısrarlarına, milliyetlerindeki bütün aşk ve kuvvete rağmen sanki Arap'tırlar.
Biz, onları Araplığa doğru iteriz. Doğu vilâyetlerinden ge­lenler Kürt'türler; hele Rumeli'den geldiniz mi, Arnavut ol­maktan kurtulamazsınız. Milliyetleri böyle arazi bölümleri­ne göre ayıran kimselere sorsak, Türk nerede oturur?
 Bu ye­ri belli etseler de, hep oraya gitsek olmaz mı?
 Galiba Türk'e, Anadolu ortasında üç vilayetten başka yer kalmayacak.
Efendiler, şüphe yok ki bunlar gülünçtür. Biz kısaca, bir cümle içinde bir düstur hâlinde Türk’ü tarif etmenin müm­kün olduğunu düşünüyoruz. Dilleri ve dinleri bizden olduğu halde, kalpleri yabancı olanlar bizden değildir. Topraklarımı­zın içinde iğreti bir adam durumunda oturarak, ilk felâkette nesi varsa toplayacak, Türk vatanının dışında kendisine bir vatan arayabilecek olanlar bizden değildir. Uzak ve yakın geçmişlerinde, Türk milleti ve Türk vatanı aleyhinde düşün­düklerini sözleri ile veya işleri ile gösterenler, hususi bir mil­liyet için çalıştıklarını, her ne suretle olursa olsun açıklamış olanlar bizden değillerdir.
Fakat efendiler, dili ile, dini ile bizden olduğu gibi, emeli ile de bizden olduğunu bütün geçmişi ile gösteren bir kimse­ye, nasıl, seni reddediyoruz, diyebiliriz?
 Bizim aramızda yer­leşerek evinde Türkçe konuşan, çocuklarını Türk mekteple­rinde okutan, kızını, oğlunu Türklerle evlendiren ve en hâlis Türk'ten beklediğimiz memleket sadakatim kendi hayatında gösteren adama, soy sop düşüncesi ile nasıl yabancılık edebiliriz?
 Bu yollara gittik mi, kendi kuvvetimizi biz dağıtıyor, bizden olanları biz uzaklaştırıyoruz demektir. Şimdi tekrar soralım: Türk kimdir ve Türk’te ne arıyoruz?
Türkçe konuşan, Müslüman olan ve Türklük sevgisi taşı­yan Türk'tür. Biz onda dil birliği, din birliği ve dilek birliği arıyoruz.
Burada, şahsımla ilgili bir hususu belirtmek için araya girdiğimden, okuyucularımın affını rica ediyorum. Türk Ocakları'nın, Ankara Resim ve Heykel Müzesinin konferans salonunda, Türk Ocağının kurucularından ve yıllarca genel başkanlığını yapmış Hamdullah Suphi Tanrıöver'in, yüzyıllar boyunca aynı gurur, aynı şevk ve aynı heyecanla okunacak büyük nutukla­rından bazılarım verdiği bu aynı salonda yaptığı büyük kongresinde (15 Ni­san 1999), "Hamdullah Suphi Tanrıöver Türk Ocakları Kültür Armağanı" şahsıma bahşedildi. Salonu baştan başa kaplayan büyük bir kalabalık önün­de, hayatımın en çok gurur verici, en çok sevindirici, en çok heyecanlandırı­cı anlarını yaşadım ve kitaplığımda muhafaza edilen bu armağana baktıkça, aynı gururu, aynı sevinci, aynı heyecanı tekrar tekrar yaşıyorum ve hayatı­mın sonuna kadar da yaşayacağım.
O gün, şahsıma bahşedilen armağan vesilesiyle duyduğum gurur ve se­vinçten de belki daha fazlasını, Türk Ocakları Genel Yönetim Kurulu üyele­rinin ve kongre için yurdun her tarafından gelen yüzlerce "Ocaklı"nın Ata­türk'ün, Türk Ocağı hakkındaki bazı sözlerini kalplerinde ve dimağlarında yerleştirdiklerini, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde büyük rol oynamış Ocak’ın kutsal adına, hiçbir şekilde leke getirilmesine asla müsaade edilme­yeceğini, hiçbir parti, zümre, veya şahsa bağlanmaksızın sadece ve sadece Türklük için çalıştıklarını görmem oldu. Büyük Kurtarıcı, ebedî istirahatgâhında rahat uyusun: Günümüzün Türk Ocakları, onun gösterdiğin yoldan bir santim daha ayrılmayacaklarım tekrar tekrar ifade ettiler. Atatürk, Türk Ocakları ndan şu kelimelerle bahsetti:
"Benim bildiğime göre, memleketimizde çok yıllardan beri açılmış ve el'an kutlu ateşlerle yanan ve alevi ona bağlı olanların kalp ve vicdanını ay­dınlatan Türk Ocakları'nın esas gayesi, millete . . . müsbet bir karakter ver­mektir. Türk Ocakları, milletin kültürü üzerinde ehemmiyetli tesirler yapma­lıdır. Zaten bunu yapıyorlar ve daha çok yapacaklardır. Biz, milliyet, düşün­celerini uygulamakta çok gecikmiş ve çok savsaklamış bir milletiz. Bunun za­rarlarını fazla çalışmakla kapatmaya çalışmalıyız.”
Günümüzün "Ocaklılar'ı da, Atatürk'ün işaret ettiği bu yolda gururla, azimle, şevk ve heyecanla yürüyorlar.
N.M.

Sh: 287-355
********************
Hayat kutsal olduğundan homicide [birini öldürmek] menedilmiştir. Dil de hayat gibi mukaddestir. Bundan böyle bir kelimeyi, onun gerçek manâsını, hayatını değiştirip, ölümüne sebep olabilecek bir vahşetle kullanmak da men edilmiştir.
Dr. Oliver Wendell Holmes

Atinalı devlet adamı Perikles, zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi ve çağının en iyi eğitiminden geçti. M.Ö. 443'ten 429'a kadar "Başku­mandan "lık görevini yürüten Perikles, Atina halk meclisinin en faal üyesi idi. Onun liderliği zamanında Atina, askerî, ticari ve kültürel sahalarda al­tın çağını yaşadı. "Attik” denilen duvar süslemeleri onun zamanında zirve­ye erişti; mimarlar, sanatkârlar teşvik edildi. Perikles'in dahilî siyaseti, Ati­na'yı, halkın yönettiği bir devlet haline getirmekti. Perikles, jürilerde hizmet görenlere maaş bağladı; fakir halkın kültür faaliyetlerine katılabilmesi için özel bir vakıf kurdu. Dış siyaseti, Yunan şehir devletleri arasında Atina'nın üstünlüğünü tesis etmekti, fakat bu uğurdaki gayretlerinde, kendisine çok sayıda düşman da kazandı. Atina, 447'deki bir mağlûbiyetinden sonra gerilemeye başladı. Perikles, İsparta ile 445'te 30 yıllık bir barış antlaşması im­zaladı ise de, iki ülke arasındaki münasebetler tekrar bozuldu ve 431'de de Peloponezya Harbi başladı. Perikles'in düşmanları onu devirmeye çalıştılarsa da, ancak, şehirde başgösteren veba salgını ve halkın huzursuzluğu neti­cesinde mevkiinden alındı. Fakat kısa bir müddet sonra, yeniden aynı mevkiye getirildi ve 429'da öldü.
Perikles, çok sayıda hitabet hocasının dünyanın en büyük cenaze hitabe­lerinden biri, dedikleri konuşmasını, düşmanları, onu devirmeye çalıştıkları sırada, 430 da söyledi. Hitabe, halkın moralini güçlendirdi ve Perikles de, kı­sa bir müddet için de olsa, liderliğini pekiştirmek imkânını buldu. Nutuk, Peloponezya Harbi'nde ölen ilk Atinalı askerin hâtırasına ithaf edilmişti.
CENAZE NUTKU
Bu gibi hâllerde benden önce konuşan pek çokları, hayatı­nı ülkesi uğrunda feda edenlerin şerefine nutuk söylenmesi­ni bir kanunla yerleştiren insandan takdir ve övgüyle bahset­tiler. Bana kalırsa, fazilet ve sadakatlarını hareketleri ile is­pat edenlerin, onlara lâyık bir törenle ve bu törene katılan halkın minnettarlık hisleri ile şereflendirilmeleri yeterlidir; ve herhangi bir kimsenin bu münasebetle söyleyeceği iyi ve­ya kötü bir hitabe üzerindeki yorumlar pek çoklarının fazilet ve sadakatlarına gölge düşürmemeli. Gerçekte, muhtemel bir hakikatin bile zor kabul ettireceği bir konuyu akıl ve mu­hakeme ile ele almak kolay değil. Onları, uzun bir dostluğun neticesi sıcak bir sevgi ile hatırlayanlar, kendilerinin bildik­leri, onlar hakkında söylenmesini arzu ettikleri şeylerle bağdaşmayabileceğinden, derhal, burada söylenenlerin gerçeği aksettirmediğini söyleyecekler; ve bir yabancı ise, onların kahramanlıklarını kıskandığından ve kendi başarılarının çok üstünde olduğunu bildiğinden, burada söylenenlerin mü­balâğalı olduğunu ifade edecektir. Şu halde insanlar, feda­kârlık ve maharet gerektiren bu işleri kendilerinin de yapa­bileceklerine inandıkları, başkalarının bu işleri yaptıklarını bildikleri zaman, diğerleri üzerine yağdırılan övgüleri be­nimseyebilir; kendilerinin o işleri yapamayacaklarını bildik­leri zaman da, kıskançlıklarından, derhal, bu sözlerin sahte olduğunu söyleyeceklerdir. Fakat bu vakarlı ve heybetli tö­ren, atalarımızca yerleştirildiğinden, kanuna hürmet etmek ve elimden geldiği kadar, dinleyicilerimin iyi niyet ve tasvibi­ni temin etmeye çalışmak benim vazifemdir.
Bundan böyle, ilkin atalarımızla başlayacağım, çünkü adalet ve terbiye, bu tören münasebeti ile onların hürmetle yâd edilmesini gerektiriyor. Onlar, bu ülkemizde sağlamca yerleştiler ve kendi kahramanlıkları ile kurdukları bu ülke­yi, karşılığında hiçbir şey beklemeksizin kendilerinden sonra gelen nesillere bıraktılar. Onlar, gerçekten, bu övgülerimize hak kazandılar; ve bizim övgülerimize onlardan daha fazla hak kazananlar, bize en yakın olan babalarımızdır, zira ken­di babalarından tevarüs ettikleri mirası büyüterek, bugün sahibi bulunduğumuz geniş bir imparatorluk hâline getirip, kendi gayret ve çalışmalarının bu mahsulünü bize, oğulları­na bırakanlar onlar oldular. Fakat burada, onların başarıla­rını böylece şükran İlişlerimizle takdir etmekle beraber, Atinamızı asilce geliştiren, onu, harbin ve barışın gerektirdikle­ri karşısında kendisine yeterli bir hâle getirenler de bizler ol­duk. Burada, bu gayelere varılması için nasıl cengâverce çarpışıldığını veya kendimizin ve babalarımızın, Barbarların [“Barbar” kelimesi çok eski zamanlarda Yunanlı olmayanlar için kullanılıyordu.] ve Yunanların dehşet saçıcı tecavüzleri karşısında azimle nasıl savunduğumuzu anlatacak değilim; bunları, sizler de bildiğinizden, uzun ayrıntılara gerek yok. Ama önce, bu şa­şaa ve güç zirvesine hangi metotlarla yükseldiğimizi ve ne gi­bi bir hükümet şekli ve davranışlarımızla böylece yüceldiğimizi göstermeye çalışacak ve ardından ölenleri öveceğim. Bunlar, fikrimce, bu tören münasebeti ile yersiz ve gereksiz konular sayılamaz; bunların üzerinde durulması, buradaki Atinalılar ve yabancılar için faydalı olacaktır.
Biz, komşularımızın kanunlarına gıpta etmeyen kendimi­zin hükümet şeklimizle mutluyuz, çünkü bizim hükümet tar­zımız, diğerleri için bir model oldu, ama onun kaynağı Ati­na'dır. Ve kendisini az sayıda insanlara değil, bütün halka adayan bu hükümet tarzına da Demokrasi denir. Özel yete­neklerimizle ne kadar farklı olursak olalım, kanunlar, hepi­mize eşitliği bahşetmiş ve üstün başarıların şereflendirilece­ğim belirtmiştir. Halkın yönetimi, belirli bir aileye bırakılmış değildir; fazilet ve değeri ile onu hak eden herkese açıktır. Fakirlik bir engel teşkil etmez, çünkü ülkesine hizmet etme­ye muktedir hiç kimse bu hâlinden ötürü engellenmez. Dev­let kademelerinde yükselirken biribirimize engel olmayız; ve özel hayatımızda biribirimizden şüphe etmeksizin karşılıklı sevgi ve saygı hisleri içinde beraberce yaşar; kendi istediği hayatı sürdüren bir komşumuzun hâlini beğenmezsek de, onu cezalandıramayacağımızdan, kızgınlığımızı dışarı vur­mayız; böylece, özel hayatımızda, biribirimizden çekinmeksi­zin veya biribirimize zarar vermeyi düşünmeksizin biribirimizle görüşür, ama hâkimlere ve bilhassa haksızlığa uğra­yanları korumak için çıkarılan kanunlara ve çiğnenmelerinin utanç verici bir hâl olarak düşünüldüğü yazılı olmayan davranış kurallarına hürmet ettiğimizden, kamuya karşı suç işlemeyi aklımızdan geçirmeyiz. Sonra, kanunlarımız, yıl bo­yunca, kendilerine özgü debdebe ve zarafetle icra olunan, seyredenleri neşelendirerek melankoliyi giderecek festivalle­re zemin hazırlamakla, kafa ve ruhun da gıdalanmasını sık sık sağlıyor. Atinamızın şaşaası bütün dünyanın ürettikleri­nin buraya ithaline yol açtı ki, öteki milletlerin yetiştirdikle­rini, kendi yetiştirdiklerimizden daha fazla zevk duyarak tü­ketmiyorsak da, yine de zevkle tüketiyoruz.
Harpte, bizim metotlarımızın tam zıddını uygulayan düş­manlarımıza üstünlük sağlıyoruz. Çünkü Atina herkese açık­tır ve düşmanlarımızın, hiçbir şeyin gizlenmediği ülkemizde bize zarar vermelerini önlemek için, kendisini geliştirmek veya merak saikası ile aramıza gelen herhangi bir yabancıyı dahi sürgün etmeyi düşünmeyiz. Ruhlarımızın kendilerine has ateşi bizi harekete sevk ettiğinden, harp hazırlığı ve oyunlarına pek güvenmeyiz. Eğitime gelince, diğer ülkelerin gençleri zor ve zahmetli işlerle erişkin insanların yaptıkları­na alıştırılırken, siz, rahat ve zarif hayat tarzımıza rağmen, harbin bütün tehlikelerine onlar kadar cesaretle karşı koyu­yorsunuz. Bu, şu gerçekle ispat edilebilir ki, Lakedemonyalılar, ülkemizi istilâ etmek istedikleri zaman, kendilerinin güçleri ile değil, bütün müttefiklerinin birleşik güçleri ile bu­nu başarmaya teşebbüs ediyorlar. Fakat biz, komşularımızın topraklarını istilâ ettiğimiz zaman, onların, kendi toprakla­rını savunmak için çarpışmalarına rağmen, onları, kendi ül­kelerinde, ekseriya, pek güçlük çekmeden mağlûp ediyoruz. Bizim askeri gücümüze hiçbir düşmanımız sahip değildir, çünkü bizim bu gücümüz, deniz kuvvetlerine de bölündüğü gibi, karada da aynı anda muhtelif yerlerde çarpışılabilecek tarzda düzenlenmiştir. Ve eğer onlar, kuvvetlerimizin küçük bir parçasını mağlûp ederlerse—ki onlar, bunun mutlak bir mağlûbiyet olduğunu gururla söylerler—bizim birleşik gücü­müz, onların hakkından gelir. Pekâlâ, zahmetli egzersizler­den ziyade hareketsizlikle veya çalışmakla elde edilmekten ziyade kendi tabiî kahramanlığımız ile, tehlikelere karşı koy­mayı nasıl öğreniyoruz?
 Onların, bize öğrettikleri şu ki, muh­temel talihsizliklerin endişesi bizi hiçbir zaman yıldırmaz, ve tehlike ile karşı karşıya kaldığımız zaman da, tehlikelere alıştırılarak yetiştirilenlerden hiç de daha az cesur değiliz. Bu hususlarda, ve üzerinde duracağımız diğer pekçoklarında, bütün topluluğumuz, haklı olarak kendisine hayranlık duyulmayı hak etmiştir.
Kendi hayat tarzımızda, tutumlulukla pekiştirilmiş zara­fet ve inceliğimizi belli ederiz tembellik etmeksizin felsefe üzerinde dururuz. Zenginliğimizi, kibir ve gösterişimizden ötürü değil, diğerlerine yardım ettiğimiz zaman teşhir ederiz. Bir kimsenin fakir olduğunu itiraf etmesi ona hiç bir leke ge­tirmediği gibi, fakirlikten kurtulmak için girişilen herhangi bir gayrete de tepeden bakmayız. Halkımız, kendilerini ilgi­lendiren özel işlerine ilgi gösterdikleri kadar, kamunun işle­ri ile de ilgilenir; ve emek gerektiren işlerin olduğu kadar, hükümetin işlerinin de maharetle yürütüldüğü görülür. Çün­kü, devletin işleri ile ilgilenmeyenlerin, tembel ve uyuşuk de­ğil de, hiçbir işe yaramaz insanlar olduklarını ilân eden tek ülke biziz. Ve biz, en makul kararlar çıkarıyoruz, çünkü eş­yayı ve hâdiseleri gerektiği şekillerde çabucak görüyoruz; ke­limelerin, şu veya bu şekilde bizi harekete zorlayabileceğini düşünmüyor, bir şeye karar vermeden önce, önceki tartışma­larımızla bu mesele üzerinde yeterince durup durmadığımızı düşünüyoruz. Bizi diğerlerinden ayıran üstünlüğümüz işte burada: Zamanı geldiğinde, çok büyük bir cesaretle harekete geçirebiliyorsak, sebebi, böyle bir hareketin yerinde olup ol­madığı üzerinde daha önce tartıştığımız içindir. Diğerlerinin cesareti, cahilliklerinin neticesi; düşünmek, tartışmak, onla­rı korkak yapıyor. Ve bunun içindir ki, harbin fecaatini ve ba­rışın tatlılıklarını derinden hissetmelerine rağmen, tehlike ile karşılaşmaktan zerrece çekinmeyen insanların ruhları en yüce ruhlardır.
Hayır işlerimizde de biz, pek çoklarından farklıyız. Biz, dostlarımızı, onlardan bir şeyler almakla değil, vermekle, on­lara mecburiyetler yüklemekle muhafaza ederiz. Zira, birine bir iyilik yapan kimsenin, minnettarlığından ötürü, iyilik gördüğü için kendini borçlu sayan insan üzerinde avantajı vardır. Diğerine minnettarlık besleyen biri, oyunun zevk ver­meyen kısmını oynamaya mecbur, çünkü kendisine yapılan iyiliğe, iyilikle mukabele etmenin bir vazife değil, bir borç ödeme olduğunu bilir. Ve bütün insanlar arasında, diğerleri­ne en fazla yardım etmek isteyen biziz ve bu cömertliğimizin sebebi de, kendi çıkarımızı düşünerek kendimize itibar sağ­lamak değildir. Bu konuda söylenecek diğer sözleri özetleye­rek diyeceğim ki, Atinamız, genellikle bütün Yunanistan’ın okuludur ve aramızdaki her Atinalı, kendi şahsî özelliklerin­den ötürü, en zarif tavır ve hareketleri ile faal bir hayatın her safhası için mükemmelce hazırlanmıştır.
Bu hitabemde, görkemli kelimelere yer vermedimse; çünkü, böylesine tavır ve hareketlerimiz [alçakgönüllülüğü­müz] devletimizin, şimdiki zirvesine erişmiş olmasının inkâr edilemeyecek bir ispatıdır. Geçirdiğimiz tecrübelerden ötürü, hakkında yazılanlardan daha büyük tek millet biziz; müteca­viz düşmanın hücumlarını püskürttükten sonra onlarda, mağlûp olmanın doğurduğu kızgınlığı hissettirmediğimiz gi­bi, insanları köle hâline getirerek onlar üzerinde hâkimiyet kurmanın, insanlığa yakışmayan bir şey olduğunu gösterircesine, düşmanlarımıza yardım edenlere de hiçbir kötü niyet beslemeyiz. Bugünkü gücümüzü hak ettiğimizi delillerle is­pat etmek mecburiyetinde değiliz. Bunun, büyük ve görünen bir delili, günümüzün ve gelecek çağların hayranlığını ka­zanmayı hak etmiş olduğumuzdur. Bizim, zaferlerimizi müj­deleyecek Homer'e, hoş mısralarla bir tarih kitabı yazacak bir şaire ihtiyacımız yok. Donanmamız, bize her denizi açtı, düşmanlık ve dostluklarımızla, her ülkeye nüfuz ettik.
İşte, böyle bir devletin âdil savunmasında, devlete yönel­tilmiş tehlikeleri küçümseyerek tepeden bakıp, yılmadan çarpışan ve kahramanca ölen bu insanlar, kendi cesaret ve kahramanlıklarının kurbanları oldular. Ve ben, hayatta ka­lan herkesin böyle bir dâva uğruna hayatını feda etmeye ha­zır olduğuna inanıyorum. Bu sebepten ötürü, içinde bulundu­ğumuz harbin, kamu hayatındaki yeri çok önemli olmayan insanlardan çok daha fazla önem taşımadığını, konuşmama konu olan bu insanların ne büyük bir şerefe lâyık oldukları­nı göstermek için, millî noktalar üzerinde uzun uzadıya dur­dum. Çünkü övgülerle, kasidelerle, kutladığımız bu devlet, bu insanların ve onlar gibilerin kahramanlıkları ile kazanıl­dı. Herhangi bir Yunanlı hakkında söylendiği takdirde müba­lâğalı denilecek bu övgü ve minnettarlıklara, ancak bu insan­lar lâyıktır. Bu kahraman ruhların, şimdi indirgenmiş olduk­ları ölüm safhası, onların büyüklük ve değerlerinin en belir­li delilidir—-öyle bir delil ki, onlar hayatta iken ortaya çıktı ve ölümleri ile sona erdi. Kahramanlıkları dışında, faziletin hiç­bir sahasında diğerlerine üstün olmayan bu insanlara, ha­yatlarını, ülkeleri uğrunda çarpışmaya adayan bu insanlara, üstün şeref bahşetmek bizim borcumuzdur. Onların, ülkele­rine yaptıkları bu son hizmetleri, kamu hayatı ile ilgili bütün kusurlarını sildi, affettirdi; özel hayatlarındaki tavır ve hare­ketlerini de ancak birkaç kişi biliyordu. Barış içindeki müref­feh bir hayatın sağlayacağı şeyleri bilmelerine rağmen, onla­rın hiçbiri tehlikeyi görünce ürkmedi, kaçmadı; onlar da ha­yattan zevk almak istiyorlardı, onlar da, maddî arzularım tatmin etmek istiyorlardı, onlar da, fakirliğin, sonunda zen­ginlikle yer değiştirebileceğini düşünüyorlardı. Ama onların kafalarındaki bir hırs, onların bütün bu düşüncelerinden kuvvetli idi: Düşmanlardan intikam almak. Bunu, tehlikele­rin en şerefli bir mükâfatı olarak düşündüklerinden, ikinci derecedeki hırslarını tatmin etmeden önce, intikam uğrunda cesaretle ileri fırladılar. Sonunun nasıl tecelli edeceğini bil­medikleri hâdise, hayallerindeki gibi gerçekleşmişti; açık gözleri, kendilerini savunmanın ve ölmenin boyun eğmek ve yaşamaktan çok daha şaşaalı olacağını düşündüklerini gös­teriyordu. Evet, kendilerinin korkaklıkla itham edilmelerin­den korktular, ama savaşın darbelerine vücutları ile katıldı­lar; korku hissetmeksizin, zafer ümitleri ile dolu oldukları bir anda, sonunun şüpheli olacağı bir hücumda âniden düş­tüler ve böylece, cesur insanların ülkelerine olan borçlarını ödediler.
Şimdi, hayatta kalan sizlere gelince, daha iyi bir kader için dua etmeniz gerekecek. Ama bu nutukta işittiklerinize göre hüküm vermeksizin—sizlerin ve sizlere hitap eden kim­senin de gayet iyi bildiği gibi, herhangi bir kimse, biribiri ar­dına söylediği kelimelerle düşmanlarınıza karşı çarpışmanın ne büyük avantajlar sağlayacağını anlatabilir—düşmanları­nıza karşı aynı ruh ve cesareti muhafaza etmenin, her geçen gün, bu topluluğun şaşaasını artırmanın ve her geçen gün, ona daha çok âşık olmanın da sizin vazifeniz olduğunu bilme­lisiniz. Ve bu hedef, sizin tasavvur edemeyeceğiniz kadar bü­yük göründüğü zaman da, bu ihtişamın ve büyüklüğün, ce­sur ve kahraman insanlar sayesinde, vazifelerinin ne olduğu­nu bilen insanlar sayesinde ve hareket zamanı geldiği zaman utanma hissinin ne olduğunu bilerek teşebbüslerinde başarı­lı olamadıkları takdirde, ülkelerine leke sürdürmemek için kahramanlıkları ile bize en parlak armağanı miras bırakan­lar sayesinde gerçekleştiğini düşünmelisiniz. Hayatlarını, böylece ülkelerine feda etmekle, onların her biri, hiçbir za­man unutulmayacak minnettarlığımızı kazandı; her biri, en gösterişli bir mezara gömülecek—kemiklerinin küflenip top­rak olacağı mezarlara değil, şerefin, ister kelimelerle ister hareketlerle, ebediyen hatırlanacağı her fırsatta bizimle be­raber bulunmaları için, şöhretlerinin muhafaza edileceği me­zarlara. Şanlı ve şerefli insanlar için, bütün dünya bir mezar­dır; onların değerleri, sadece doğup büyüdükleri topraklarda­ki sütunlara isimlerinin kazınması ile belirtilmez; hâfızalarda daima canlı tutulan hâtıraları ile belirtilir ki, her yabancı ülkede, evrensel hatırlama hâzinelerine bırakılmış bu isim­ler, kendi mezarlarına kazınacak bütün yazıtlardan iyidir. Bu andan itibaren, bu asil ölçüleri kendinizde yerleştirmeye çalışarak, mutluluğunuzu hürriyete ve hürriyeti de kahra­manlığa bağlamak sureti ile, harbin bütün tehlikelerine kar­şı koymaya hazırlanın. Zira talihsizliğin sefalet ve ümitsizli­ğe indirgediği, veya başarısız bir teşebbüs neticesinde iyi bir hayatın sağladığı bütün rahatlık ve zevkleri kaybeden biri için, bolluk içindeki bir hayat, artık eskisi gibi asil bir hayat değildir. Rahatlık ve bolluk içinde geçen bir hayattan sonra karşılaşılan zorluk ve sıkıntılar, bir kimseyi, canlı bir haya­tın ortasında ve halkın kendisinden bir şeyler ümit ettiği sı­rada, o kimsenin beklenmeyen bir şekilde ölmesinin yarattı­ğı acı ve ızdıraptan daha fazla maddeten ve mânen çökertir.
Bu sebeptendir ki, aramızdan ayrılanların ebeveynleri­ne—şu anda aramızda bulunan ebeveynlerine—onlar için ağ­lamayacağımı, ama kendilerini huzura kavuşturmaya çalışa­cağımı söyleyeceğim. Dünyaya geldikleri andan itibaren her zaman, beklenmedik kazalarla karşı karşıya kalınacağı ve mutluluğun da, sizi kedere boğmakla beraber, hayatlarının en şaşaalı safhasına erişenlere nasip olacağı biliniyordu—ha­yatta iken kendilerinden beklenenleri verenler, onları devam ettirmekle mutluluk duyanlar, kendilerinden beklenenlerin sona ermesiyle de aynı mutluluğu duyuyorlar. Diğerlerinin mutluluklarını gördükçe, kendilerinin de bir zamanlar neler­den zevk aldıklarını hatırladıkça, kendi evlâtlarım hatırlaya­cak insanları huzura kavuşturmaya çalışmanın zor bir iş ol­duğunu biliyorum. Ve keder de, kendimizin henüz sahip ol­madığımız iyi şeylerin mevcut olmayışından değil, alıştığı­mız şeylerin elimizden kaybolup gitmesinden doğar. Çocuk dünyaya getirecek çağı henüz aşmamış olanlar, daha fazla çocuk doğurmaları söylenerek huzura kavuşturulmaya çalı­şılmalı. Henüz doğmamış çocuklar, bazılarına, kaybettikleri­ni unutturmaya çalışmak suretiyle özel bir yarar sağlarken, ülkelerine de, onu, ıssızlık ve viranelikten kurtaracakların­dan ve ülkenin güvenliğini sağlayacaklarından iki misli fay­dalı olurlar. Çünkü ülkenin güvenliği için tehlikeler karşısı­na çıkacak çocukları olmayanlar, herkesin benimsediği müş­terek adalet esaslarına göre, toplulukta, halkın indinde eşit değere sahip kimseler olarak düşünülemez. Ve siz, ilerlemiş yaşta olanlar, hayatınızın uzun yıllarının size kazandırdıkla­rını düşünerek duyduğunuz mutluluğu hatırlayın ve bundan sonra kısa olmasını isteyeceğiniz hayatınızın geri kalan yıl­larını, kaybedilenlerle kazanılan şaşaa ile aydınlatın. Hiçbir zaman yaşlanmayan şey, sadece ruhun büyüklüğü olduğu gi­bi, bazılarının çok şerefli bir şey sanmalarına rağmen, bir kimsenin hayatının son safhasına zevk katan şey de servet değildir.
Sizler, ölenlerin oğulları ve kardeşleri, burada kaçınızın bulunduğunu bilmemekle beraber, kendinizi sıkı bir mücade­le içinde bulacaksınız. Artık aramızda bulunmayan bir kim­seyi herkes över; öyle ki, ne kadar yükselirseniz yükselin, hiçbir zaman onların eşitleri olarak kabul edilmeyecek, her zaman onların belirli bir derecede altında insanlar olarak dü­şünüleceksiniz. Hayat devam ettiği müddetçe, bir rakipten kıskançlıkla bahsedilir, ama ölüm rekabete son verdiği za­man da, sizi alkışlayan sevgiler sınır tanımaz.
Ve şimdi, bütün bu sözlerimden sonra, Sizler, dul kalan siz kadınlar için de bir şeyler söylemem gerekirse, kadınlığın fazileti üzerine kısa bir ikazda bulunacağım: Sizin kendi cinsinize has faziletinizden hiçbir şey kaybetmemek ve erkekle­rin, sizin davranışlarınız üzerinde, iyi veya kötü, konuşmala­rına mümkün olduğu kadar az vesile olmanız, sizin en büyük şerefiniz olacaktır.
Kanunların bana tanıdığı ölçüler içinde, bu topluluk için yerinde olduğunu sandığım sözleri böylece söyledim. Aramız­dan ayrılmış yakınlarımız, aslında, aramızdan ayrılmış ol­makla, şereflendirildiler. Onların çocukları, bugünden itiba­ren yetişkinliğe erişinceye kadar, bu gibi haller ve gelecekte­ki bütün yarışmalar için mükâfatlar takdim edecek devlet ta­rafından okutulacaktır. En büyük vatanseverler, faziletin iyi bir şekilde mükâfatlandırıldığı zamanlarda ortaya çıkarlar.
Şimdi herkes, bu dünyadan ayrılan yakınlarının elemini vakarlı bir tarzda içinde hissetsin ve evlerine dönsün.
Sh: 23-31
Kaynak: Nejat MUALLİMOGLU, Dünyayı Sarsan Konuşmalar, Avcıol Basım Yayın, 2007, İstanbul




[1]  Madde 12. Osmanlı İmparatorluğu nun Türk unsurunun hâkimiyeti temin edilmeli, fakat onların idaresinde olan azınlıkların her nevi inkişafla­rı [gelişmeleri] emniyet altında olmalıdır. Çanakkale, bütün milletlerin ge­milerine ve ticaretlerine, milletlerarası teminatla açık bulundurulacaktır.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar