Print Friendly and PDF

DÜŞÜNEN İNSANA HAZİNE

Bunlarada Bakarsınız




Şairlerden Seçmeler
Ziya Paşa
İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.
Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz,
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.
Tahir Nâdî
Humkumun ölçüsünü bulmada fen âcizdir,
Cehlinin debdebesi koskoca umman gibidir.
Şeyh Vasfi
Feylosofun kendisi nâ-kaabil ıslah iken,
Kalkar ıslah etmeğe zu’munca hâl-i âlemi.
Nâbî
Çok görmüşüz nigûnluğun endek zamânede,
Zu’munca can ü rütbeler ihrâz edenlerin.
Eşref
Şahadetnâmeli câhil mi istersin bu âlemde?
Maarif şimdi bizde meyvasız eşcâra dönmüştür.
Bağdatlı Rûhî
Dermiş hakim bilmediğim nesne kalmadı,
Dünyayı bildi kendini bîçâre bilmedi.
Arif ki ola müdbir ü nâdan ola mukbil,
İkbâline yûf âlemin idbârına hem yûf.
Nergîsî
Zâhida o denlü sıklet ü tâc ü kabâ ile Uçmak ümmîd etmez idi ebleh olmasa.
Muallim Naci
Ne tasunnu ki yok ehl-i kerâmet diyerek,
Kendini ehl-i kerâmet tanıttırmış halka.
Varsa âsarın bırak erbâbı takdir eylesin.
Yahya Kemal Beyatlı
Bilmem kime yahut neye uyduk gittik
Kâhi meye kâhi neye uyduk gittik
Erbab-ı zekâ riyâyı mezheb bildi
Bizler dil-i dîvâneye uyduk gittik.
Bir tek gazel bıraksa yeter bir gazel-serâ
Her beyti ancak olmalı beytülgazel gibi!
Şinasi
Bizim şeyhin kerâmeti olur menkul kendinden.
Hürrem Paşa
Kuru bir tantanadır, cümle meâli boştur.
Mahir Dede
O mâhiler ki derya içredir, deryayı bilmezler.
Pîr Sultan Abdal
Ben arıyım dersin balın var mıdır?
Fuzûlî
Kemâl-i cehl ile dâvâ-ya irfan eylemek olmaz.
Şeyhülislâm Yahya
Âdeme cübbe ve destar kerâmet mi verir?
Söyleyenler hikmetin bilmez, bilenler söylemez.
Enderûnî Vasıf
İtikadı olmayan taklid eder her meşrebe.
İzzet Molla
Tabib-i hâzık-ı bul da ilâcı sonra ara.
Malatyalı Raşid
Gelende kimse mi var kim giden yerin tuttu.
Aşık Veysel Şatıroğlu
Tilki gölgesine aslan gizlenmez
Yiğidin gölgesi kendinden olur.
Lebîb-i Amidî
Kemâl erbâbı ârâyışle asla iftihar etmez,
Değildir hürmeti mushafların cild-i mutallâdan.
Bağdatlı Rûhî
Bir kimseye kim cübbe vü destâr ile görsen
 Eylersin ânın cübbe vü destârına ikram.
Ziya Paşa
Bed-asla necabet mi verir hiç üniforma
Zerdûz palan vursan eşek yine eşektir
Yunus Emre
Dervişlik dedikleri hırka ile tac değil,
Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil.
Dervişlik baştadır tacda değildir,
Kızdırmak oddadır saçta değildir.
Ragıb Paşa
Harâbatı görenler her biri bir hâletin söyler,
Safasın nakleder rindân zâhid sıkletin söyler.
Talat Halman
Özgürlüğe koştuysa da çığ, dağlara tutsak;
Baş, kendine buyruksa da sevdalara tutsak.
Devrimleri tarihi aşan güçlü akıllar,
Rüyasını gördükleri dar çağlara tutsak.
Taptaze deyimler özleyen memleketi
Doldurdu epeski sözlerin iskeleti.
Bilgin hâlâ “Beş parmak bir mi?” diyor.
Sanatçı diyor ki: “Her kuşun yenmez eti.”
Aydınların karanlığı en ürkütücü gece.
Tevfik Fikret
Verir bu manzara en kayıtsız mizâca esef.
Lügatçe
îdrak-i meal, yüksek fikirleri kavrama; âyine, ayna; humk, ahmaklık, budalalık; cehl, cehalet; debdebe, patırdı, gürültü; şatafat, ihtişam, görkem; nâ-kabil ıslah, ıslah edilemez; zu’m zannetmek, sanmak; şüphe; zu’munca, isabetsiz zanna kapılarak; nigûn, baş aşağı, tersine dönmüş; endek zamanede, kısa zamanda; ihraz, mânevi şerefu ulaşma; eşcâr, ağaçlar; müdbir, talihsiz, düşkün; nadan, cahil, haddini bilmez; mukbil, kutlu, mutlu, mübarek; ikbal, talih düzgünlüğü, işlerin doğru gitmesi, yükselme; idbâr, talihin yüz çevirmesi, işlerin tersine gitmesi, düşkünlük; hakim, çok bilgili, filozof; zâhid (zâhida), dinin emirlerine aşırı derecede bağlı, kaba sofu; ebleh, akılsız, budala, ahmak; tasannu, bir şeyi değerli, süslü göstermek için zorlama, yapmacık hareket; ehl-i keramet, keramet sahibi; asar, eserler; kâh (kâhî), bazen, arasına; mey, şarap, içki; gazel-serâ, güzel yazan; beytülgazel, bir gazelin en güzel beyti; tantana, gürültü, patırdı, gürültülü gösteriş; mâhi, balık; derya, deniz; kemâl i cehl, yüksek derecede cehalet; destar, sarık; hâzık (doktorlar hakkında) usta, maheretli; kemâl erbâbı, olgun insanlar; ârâyiş, süs; mushaf, Kur’an, kitap; mutallâ, yaldızlı, süslü; bed-asl, aslı kötü; zerdûz, altınla işlenmiş; harabat, meyhane; hâlet, hal, keyfiyet; rindân, dünya işlerini hoş görüp aldırış etmeyen insan, gönül adamı; sıklet, ağırlık; mizaç, huy, tabiat, yaradılış.
Nesil nesil kahraman diye tanıtılan Mustafa Reşit Paşalar, Şinasiler, Namık Kemaller, Ziya Paşalar, Hâmidler, Mithat Paşalar, daha kimler ve kimler palamudun karaya vurma mevsiminde ortaya çıkan küçük idrakli, küçük esnaf tipleridir.
Necip Fazıl Kısakürek, Seçmeler, s. 249
"Gazeteci Namık Kemal"
Kahramanımızın, içinde en büyük ve değerli şahsiyetle bize görüneceği gazetecilik çevresini, basit manada almamak lazım. Namık Kemal’e yakıştırdığımız gazetecilik çerçevesi, her sabah açılıp her akşam solan fani kır çiçekleri gibi, günü birlik bir tekerleme ve karalama dünyası değildir. Görenekteki Amerikanvari gazeteciliğin sade suya tirit; köksüz, temelsiz ve ömürsüz; gönül eğlendirmeğe ve iğrenç (vulgarisation-bayağılaştırma) lara mahsus laf kalabalığı zanaatinden, Namık Kemal uzak. . .
Namık Kemal’in gazeteciliği bir zanaat değil, bir sanattır; ve ilmî, edebî, hakikî manada gazetecilik. . .
En heybetli, şahsiyet zirvesiyle, gazetecilik dediğimiz yazı çerçevesinde heykelleşen Namık Kemal, basit gazetecilik plânının herhangi bir unsuru değil, gazetecilik plânı onun herhangi bir unsurudur. . . .
. . . elbette verimini kitap kadrosuna dökecek olan büyük tecrit ve büyük teşhis zekâsı, teşhis cephesinden, gazeteciliğin pek geniş (müşahhas)ından istifadeyi unutmayacaktır. Gazete ve gazetecilik, böyle vasıtadır.. . .
İşte biz (gazeteci) ve (gazetecilik) mefhumunu bu çapta alarak, Namık Kemal’in en tesirli cephesini (gazeteci Namık Kemal) diye isimlendirdik.
Hayatını ve eserinin şiir köşesini anlatırken, daima işe küçük tecritten başlayıp, işi büyük teşhiste bitiren bir sathî ve amelî dünya dehâsı diye tarif ettiğimiz Namık Kemal, çok tabiîdir ki en keskin ışıklarını, böyle bir deha için en müsait zemin olan gazetecilikte gösterecektir.
Evvelki görüşlerimizi de büsbütün sağlamlaştıran bu görüşteki isabeti, onun divan şiirini kapatır kapatmaz gazeteciliğe sıçraması; yahut gazeteciliğe sıçramasıyla divan şiirini kapatması, kendi kendisine ispat eder.
Onun içindir ki Namık Kemal, bir taraftan ayrıca kitap kadrosunda çalışır, bir taraftan da gene kitap kadrosuna uygun tarzda, oldukça plânlı ve silsileli gazete yazıları neşrederken; hakkıyle belirttiği aksiyoncu büyük edip hüviyetini siyasî, İçtimaî, edebî, bediî ve intikadî (seçip ayırd etmek) cephelerden bütün Namık Kemal’i birleştiren bir mikyasda merkezleşmiş oluyor.
Gene onun içindir ki biz, siyasî, İçtimaî, edebî, bediî ve intikadî cepheleriyle fikir yazıcısı Namık Kemal’i, (gazeteci Namık Kemal) ismi altında terkip etmekle onun en canlı vâhidine icra ettiğimizi sanıyoruz.
"Abdülhak Hâmid ve Dolayısıyle"
. . . Hâmid’i, sadece yaş ve görgü bakımından seyrettiğimiz zaman, derhal büyük çap ve büyük ölçüyle yüzyüze geliriz. . . .
. . . Tanzimat’ın memleketimizde en müşahhas müessesesi Düyûn-u Umumiye’dir. Tanzimat ruhunu (Düyûn-u Umumiye) kadar ifade edebilecek bir müessese tasavvur edilemez. Avrupa’dan borç para alan cemiyet, borcunu ödemek için nasıl kendi göbeğinde alacak takip eden bir müesseseye razı oluyorsa, anlayışsız taklit psikolacyası da, Abdülhak Hâmid’den sonra, bir “Edebiyat-ı Cedîde”ye, bir “Fecr-i Âti”ye cevaz vermek vaziyetine düştü. Birer Düyûn-u Umumiye edebiyatı olan bu mekteplere nazaran Hâmid’in farkı, garptan aldığı kıymeti hak etmeyi bilmesinde, ondan kendisine bir tabiat yapmasında, tek kelime ile düşünebilmesindedir. . . .
Onun şeref ve yegâneliği, demin vasıflarını tarife cesaret ettiğimiz sanat ve tefekkür cihanını kurabilmiş olmak değil, o ihtiyacı bize bilvasıta vazedebilmiş bulunmasıdır.
Abdülhak Hâmid,
1.         Tanzimat devrinin acemi taklit tesirini şahsiyeti doğurmanın hudutlarına yaklaştırdı.
2.         Türk teceddüt edebiyatında büyük ve soylu meselelerle ilk defa görüşebildi, ilk defa düşündü.
3.         Şuurüstü olarak devrinin herhangi bir adamı, fakat şuuraltı olarak asıl Abdülhak Hâmid kaldı ve bunda bir şahsiyete ulaşabildi.
4.         Fakat yeni ve istikbâlli bir sanat ve dünya telâkkisine varamadı.
5.         Yeni ve istikbâlli bir ifade, duyuş tarzı getiremedi.
6.         Onun içindir ki, kendisinden sonra, nizamlı bir halkalanışa ve başlangıca esas olamadı.
Bu bakımdan Hâmid’in yeri, mücerret olarak en büyük yer olmasa da, yine Türk teceddüt edebiyatında en büyük yerdir.
Teceddüt edebiyatımızda, bu yerin üstündeki dereceye tırmandıracak hamleyi henüz kimse getirmiş değildir.           
Necip Fazıl Kısakürek, Seçmeler, s. 113, 118, 122, 123,124-125.
Not: Noktalama işaretleri kitaptan aynen aktarılmıştır—NM

“Küp” içinde pekmezin tortuymuş meğer!
“Uçan turna” dedin, martıymış meğer!
“Yarın bayram” dedin, yortuymuş meğer!
“Böyle çingenece fal olur mu ya!
Rıza Tevfik (Bölükbaşı)
Bir ulemâ ki olmaya ilmiyle âlim
Koy bir kafese bülbülle kargayı bir tut.
Seyrânî
En ummadığın keşfeder esrâr-ı derûnun
Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?
Ziya Paşa
Son zamanlarda çeviri kitapları sayısında belirli bir artış görülmekte. Halkımızın genel kültür seviyesi yükselecekse, diğer dillerden yapılan tercümeler şüphesiz büyük bir rol oynayacak. Gelgelelim, yabancı bir dili, o dilden “gerçek” bir tercüme yapacak kadar bilmeyenler çeviri işine kalkışınca iş değişiyor. Bu yüzden, günümüzde, gerçekten Türkçe’ye çevrilmiş bir kitap bulmaya çalışmak, bir saman yığınında dikiş iğnesi aramaya çalışmak gibi bir şey.
Türkçe’ye, günümüzün herhangi bir “çevirmen”inden fazla eser kazandırmış biri olarak, çeviri kitaplarındaki affedilemeyecek hatâları, keyfîlikleri, lâubalilikleri ben—özür dilerim—pek çoklarından iyi biliyorum. Elinizdeki bu kitabın 37nci sayfasında okuduğunuz “Eğer” başlıklı şiirin bende dört değişik tercümesi var. Genç Akademi dergisinde “Tercüme Kepazelikleri” başlıklı bir yazımda, bu çevirilerin hepsinin gayet kötü ve hatâlı olduklarını İngilizce aslı ile karşılaştırarak göstermiştim. Rudyard Kipling’in, dünyanın en popüler şiiri olan bu “If” şiirini yanlış ve eksik Türkçe’leştirenler arasında Bülent Ecevit de vardı.
Son yıllarda, güya Türkçe’ye çevrilmiş kitaplar arasına, ancak bir “tercüme skandalı” diye vasıflandırılabilecek bir yenisi daha eklendi: Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in, Will ve Ariel Durant’ın The Lessons of History adlı kitabının Tarihten Dersler adı altındaki çevirisi (Cem Yayınevi, İstanbul, 1992).
Amerikan karı-koca tarihçiler, otuz-altı senede tamamladıkları, her biri 900-1,000 sayfalık The Story of Civilization (Medeniyetin Hikâyesi) adlı on ciltlik abidevî eserlerinden sonra, acaba bizler kırk seneye yakın çalışma-mızla neler öğrendik, tarih bize ne gibi dersler veriyor dercesine, yukarıda adı geçen küçük kitabı yazmışlar.
Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in çevirisi, ilk bölümünün ilk satırından son bölümünün son satırına kadar yanlış ve eksik denecek olması bir yana, ancak “tercüme hileleri” denecek cümleleri de ihtiva ediyor. Tarihçilerin on ciltlik kitabının birinci cildindeki önsözü, 170 sayfalık bir kitap hâlinde, Boğaziçi Yayınevi için 1978’de Türkçe’ye tercüme eden biri olarak, Bozkurt Güvenç’in bir profesör doktora asla yakışmayacak hileli tercümesi karşısında sessiz kalamazdım. Oturdum, Tarihten Alınacak Dersler adı altında Bedir Yayınevi için tercüme ettim (1994).
Kitaba ondört sayfalık bir “Önsöz” yazarak, Bozkurt Güvenç’in affedilemeyecek hatâlarını gösterdim. Dediğim gibi, birinci sayfasından sonra sayfasına kadar yanlış ve eksik tercüme edilmiş bir kitaptaki hatâların hepsini göstermeme imkân yoktu. Aşağıda, Bozkurt Güvenç’in kitabından alınmış ve ancak “tercüme hileleri” diye vasıflandırılacak bir parçayı, Tarihten Alınacak Dersler adlı tercümemden aktarılmış şekli ile karşılaştırıldığım göreceksiniz.
Burada şunu da söylemek gerekir ki, dinî tercümelerde de sık sık tahrifat yapıldığını, tercümeleri, asıllarından okuyanlardan işittim. Nitekim Fatih Sadırlı da aynı şeyi söylüyor (Genç Akademi, Ocak 1995):
Tercüme tahriflerini, ideolojik olarak sadece bir kesime yüklemek yanlıştır. Son yıllarda, artan bir şekilde, Müslüman kesimde de bunun örnekleri görülmektedir. İranlı, Mısırlı ve Pakistanlı müelliflerin bazı kitaplarını tercüme eden mütercimler, yayıncılar, kitaplarda Sünni Müslümanların kabul edemeyecekleri bölümleri çıkarıyorlar. Yanlış tanıdığımız bu insanların sapık itikatlara sahip olduklarını öğrenmemiz oldukça zor.
Bozkurt Güvenç’in kitabındaki bir tercüme hilesini göstermeden önce, “mütercimlik ahlâkı” ile ilgili bir iki şey söylememe müsaade ediniz. Her şeyden önce, diğerlerinin fikir ve düşüncelerini yanlış aksettirmek, entellektüel ahlâk ve ciddiyetle asla bağdaşmaz. Bir yazar, bir diğerinden alıntı yaptığı zaman, hiç bir harfini değiştirmeden aktarmak mecburiyetindedir. Diyelim, bir yazar, benim, içinde “mebus” kelimesi geçen bir cümlemi iktibas etti. O kelimeyi de aynen almaya mecburdur. İsterse, “mebus” kelimesi yanına, bir köşeli parantez içinde “milletvekili" yazabilir: [milletvekili]. Ama mutlaka bir köşeli parantez içinde. Şayet kelimeyi normal bir parentez içinde (milletvekili) belirtirse, o parantezi kendisinin değil, benim koyduğum anlaşılır.
Türkiye’deki çeviri kitaplarındaki diğer hatâlardan biri de, sadece çevir-dikleri dili değil, Türkçe’yi de iyi bilmeyen çevirmenlerin, uzun cümleleri parçalayarak, küçük küçük cümleler hâlinde tercüme etmeleridir ki, bu da, yazarın dilini çok basitleştirdiği gibi, zaman zaman mânayı da altüst ediyor.
Will ve Ariel Durant’ların kitabında şöyle bir cümle de var:
When the Greeks grew too numerous for their boundaries, they founded colonies along the Mediterranean (“like frogs around a pond,” said Plato8) and along the Euxine, or Black, Sea.
Bozkurt Güvenç, bu cümleyi şöyle Türkçeleştirmiş:
“Nüfusu hızla çoğalan Grekler, Akdeniz ve Karadeniz kıyılarında, Ege’de koloniler kurmuştu. Plato (Eflatun) “gölcükte yaşayan kurbağalar”8 benzetmesini yapmıştı kendi halkı için.
Bu çeviride üç hatâ var. Durant’ların cümlesinde “Ege” yok. Cümlede de belirtildiği gibi, “Euxine Sea” veya “Black Sea”nin Türçe’si “Karadeniz”dir.
İkincisi, parantez içindeki “Eflatun” kelimesini, köşeli parantez içinde göstermesi gerekirdi. Yukarıda belirttiğim üzere, parantezi, Amerikan tarihçilerinin koyduğu izlenimi yaratılıyor.
Çevirideki üçüncü hatâ, yazarların bir cümlesinin iki cümle ile ifade edilmesidir. Ben, o cümleyi şöyle tercüme ettim:
Yunanlar, kendi sınırları dahilinde yaşamayacakları kadar çoğalınca, Akdeniz ve Karadeniz sahillerinde (Plato’nun deyişi ile, “gölcük çevresindeki kurbağalar gibi”) koloniler kurdular.
Bir mütercimin, sadece tercüme ettiği dili değil, Türkçe’yi de çok işi bilmesi, zengin bir kelime dağarcığına sahip olması gerekir. Meselâ, “harp” ve “savaş,” “çaba” ve “gayret,” “kuşku” ve “şüphe,” ödül” ve “mükâfat,” ve zaman zaman, “siyaset” ve “politika” arasındaki ince farkları (nüans’ları) bilmeyen bir kimse asla doğru bir tercüme yapamaz.
Bir mütercim, yazısını tercüme ettiği kimsenin kabul etmediği fikrini, o fikrin belirtildiği satırların yanında veya, dipnot hâlinde sayfanın sonunda, hiç bir yerde belirtemez. Yazıda ne görüyorsa, aynen çevirmek, entellektüel dürüstlüğün empoze ettiği şartların başında gelir. Eğer çevirmenin, kitapta kabul etmediği fikirler varsa, yapacağı şey, ya çeviriden vazgeçmek veya ayrı bir yazı veya kitap hâlinde, yazarın fikirlerini niçin benimsemediğini anlatmaktır.
Her ne ise, Tarihten Alınacak Dersler adlı tercüme kitaba yazdığım “Önsöz”den aktardığım bir parça ile, Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in, sadece bir akademisyene değil, hiç kimseye asla yakışmayacak bir “tercüme hile”sini gösterelim.
Birinci sayfasından son sayfasına kadar berbat bir Türkçe ile dilimize aktarılan, akıl almaz yanlışlarla dolu bu kitabın, bir akademisyene asla yakışmayacak bir tarafı da, kitabın aslında bulunmayan cümlelerin, yazarların düşünceleri imişcesine eklenmesi. Ne dediğimizi anlatmak için, “Din ve Tarih” bölümünün birinci paragrafını, yukarıya aldığımız birinci cümleden sonrasını aynen alalım:
To the unhappy, the suffering, the bereaved, the old, it has brought supernatural comforts valued by millions of souls as more precious that any natural aid. İt has helped parents and teachers to discipline the young. It has conferred meaning and dignity upon the loıvliest existence, and through its sacraments has made for stability by transforming human covenants into solemn relationship ıvith God. It has kept the poor (said Napoleon) from murdering the rich. For since the natural inequality of men dooms many of us to poverty or defeat, some supernatural hope may be the sole alternative to despair. Destroy that hope, and the class war is intensified. Heaven and utopia are buckets in a uıell: wehen one goes down the other goes up; uıhen religion declines Communism groıvs.
İngilizce’den tercümeler yapan, gazetelerdeki yazıları, ve kitaplarıyla ona buna ders vermeye çalışan Prof. Dr. Bozkurt Güvenç, B. ve Bn. Durant’ın bu çok derin mânalı cümlelerini, yazının aslındaki bir cümleyi tercüme etmeyerek ve —her halde kendi politik düşüncelerini aksettirmek için— yazının aslında bulunmayan bir cümle ekleyerek kötü bir Türkçe ile şöyle aktarmış:
Umudunu yitirene, acı çekene, yoksula, yaşlıya her türlü maddi yardımdan daha etkili gelen, huzur sağlayan dindir. Çocuk eğitiminde anababalarla öğretmenlere yardımcı olan da dindir. Ve yine din değil midir, en düşük yaşama düzeyine anlam ve saygınlık kazandıran, insanoğlunun Tanrı ile ilişkisini kuran, hayatın sürekliliğini kutsal değerler zinciriyle birbirine bağlayan? insanlar arasındaki eşitsizlikler, çoğumuzu yoksulluğa ve şaşkınlığa sürüklediği için doğaüstü inançlar çaresizliğin ilk seçeneği oluyor. Umutların yitirilmesi sınıf çatışmasını körükler. Cennet ve ütopya bostan kuyusundaki kova çiftine benzer: Biri inerken öteki çıkar! Şu anlamda ki din zayıflayınca komünizm güçlenir—tersi de görülür, toplumculuk zayıflayıca din güçlenir!
İşte, yıllardır Türkçe’den politikaya kadar her türlü konuda ahkâm kesen bir profesörün çevirisi. Yazarların kullanmadığı noktalama işaretlerini ne hakla kullanıyor? Durant’lar, bu paragrafta bir tane dahi nida (!) işareti kullanmazlarken, Prof. Dr. Güvenç iki tane kullanmış. Sonra, “Ve yine din değil midir?” diye başlayan soru cümlesi de ne oluyor? Yazının aslında böylesine yılışık bir söz yok. Sonra, Napoleon’un sözü yine atlandı? Dürüst bir çevirici kitapta ne varsa çevirmeye mecbur değil midir? Ve hele hele, “—tersi de görülür, toplumculuk zayıflayınca din güçlenir!” cümlesini, kendi politik ve sosyal düşüncesini, sanki Amerikan tarihçilerinin düşünceleri imişcesine kitapta varmış gibi göstermek hilekârlık, yalancılık değilse, nedir? Defalarla yazdım: kendilerini aydın sananlar, gerçek aydınlar olmaya çalışmadıkça bu ülkenin başı dertten kurtulamayacaktır.
Her ne ise, Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in Türkçe’leştiremediği, veya Türkçeleştirmek istemediği cümleleri biz Türkçeleştirelim:
Din mutsuzlara, acı ve ızdırap içindekilere, mahrum kalmışlara, yaşlılara, milyonlarca insanın herhangi materyal [maddî] bir yardımdan daha değerli gördüğü tabiat-üstü huzuru getirdi. Din, ebeveynlere ve öğretmenlere, gençlerin disiplininde yardımcı oldu. Cemiyetin en alttaki tabakalarında varlıkları sürdüren insanlara pâye verdi, hayatın bir mânası olduğunu gösterdi, ve emirleri ve âyinleriyle beşerî mukaveleleri, Allah’la girişilmiş kutsal münasebetler hâline dönüştürerek topluluklarda istikrar sağladı. Din, fakirlerin zenginleri öldürmelerini önledi. (Bu Napoleon’un sözü idi.) Zira insanlar arasındaki tabiî eşitsizlik pek çoğumuzu sefalet veya yenilgiye sürükleyeceğinden, bir tabiat-üstü ümit tek alternatif olabilir. O ümidi ortadan kaldırın, sınıf harbi şiddetlenir. Cennet ve ütopya, bir kuyudaki kovalardır: biri aşağı indiği zaman diğeri yukarı çıkar; din zayıflayınca Komünizm yayılır.
Takdir edersiniz ki, Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in “çeviri”sindeki bütün hatâları bu sayfalarda belirtmeme imkân yok. Fakat sizi bir defa daha temin edeyim ki, aslı indeksli olmasına rağmen, Bozkurt Güvenç’in indeksiz kitabı baştanbaşa yanlış ve eksik tercüme edilmiş. Bozkurt Güvenç ise, bu “çeviri”sinin çok iyi olduğuna inanmış olmalı ki, “Çevirenin Sözbaşı”nda diyor ki: “Okurlarım beğendiklerini başkalarına söyler, eleştirilerini çevirene iletirlerse sevinirim.”
Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in bu “çeviri”sini anlatacak tek kelime şu: skandal. Ben, bu “Önsöz”ü yazarken hem üzüldüm hem sevindim. Üzüldüm, çünkü, Batı’yı görmüş, belki orada da okumuş bir Türk profesörünün, oradaki üniversite hocalarının bu gibi hilelere asla tenezzül etmeyeceğini öğrenmiş olmasına rağmen, ne yazık ki, bir akademisyende mutlaka bulunması gereken entellektüel dürüstlüğü bu çevirisinde göstermemiş. Sevindim, çünkü, bu hâdise, aynı yolda yürümüş olan veya yürümek isteyen diğerlerine belki ders olur da, soysuzlaşmanın en yüksek mevkilere kadar bulaştığı iddia edilen günümüzde, hiç olmazsa, akademik hayatımız bu yozlaşmanın dışında kalır.
Nejat Muallimoğlu, 1994

Ben, 1995 sonbaharında, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi, Vakfı Yayınlan nâmına Amerikalı ilahiyat ve dinler tarihi hocası Dr. Fred Gladstone Bratton’un Myths and Legends of the Arıcient Near East adlı kitabını tercüme ettim. Kitap Yakın Doğu Mitolojisi—Eski Yakın Doğuda Tanrı ve Tarih Hikâyeleri adı ile çıktı.
Kitabın tanıtım önsözünü, aynı fakülte hocalarından Dr. Kürşat Demirci yazdı.
Yeni Şafak gazetesi, 17 Kasım 1995 tarihli sayısında “Bir Kitap” sütununda Amerikalı ilâhiyatçının kitabını ve çevirici olarak benim de adımı vererek bir “eleştiri” yayımladı. Eleştiriyi Dr. Kürşat Demirci yazmıştı!
Burada şöyle düşünebilirsiniz: O sütundan sorumlu kimseler, bu efsaneleri değerlendirecek bilgiye sahip olmadığı için, Dr. Kürşat Demirci’nin kitaptaki yazısını aynen alıp koymuşlar. Bunda tenkit edilecek ne var? Bilâkis, okuyuculara kitap hakkında iyi bir bilgi vermek için çok iyi yapmışlar.
Buraya kadar söylediklerinizin hepsine katılıyorum. Ama yazı, Dr. Kürşat Demirci’nin kitaptaki önsözüne eklenen şu beş kelime ile son buluyor: “Kitap keşke roman boyunda olsaydı.”
Müsaade edin, sorayım: Dr. Kürşat Demirci’nin yazısını kitaptan aynen alanlar, kendilerinin olan o beş kelimeyi, Dr. Demirci’nin kelimeleri imişcesine onun yazısına eklemeleri gerçek bir aydının yapacağı bir şey midir?
Bilmiyorum, belki fikrî gelişmemi Batı kültürüne borçlu olduğum için olacak, Türkiye’de hemen hemen kimseyi rahatsız bu gibi “önemsiz” oyunlar, beni, kültürümüzün geleceğinden endişe ettirecek kadar rahatsız ediyor.—N.M.
Bir elde kadeh, bir elde Kur'an,
Bir helaldir işimiz, bir haram.
Şu yarım-yamalak dünyada,
Ne tam kâfiriz, ne Müslüman.
Ömer Hayyam
Memleketimizde geçer akçe bir insan tipi var: her bakımdan günün havasına uyan, nasıl olunması gerekiyorsa öyle olan bir insan. Bu insanın sözleri, yazıları, hareketleri, sahnede rol yapan bir aktörün hareketleri kadar ölçülü ve hesaplıdır.
Kendisini ileri bir insan sayar. Çünkü ileri sayılan insanların nasıl giyindiklerini, nasıl konuştuklarım, neleri sevip neleri sevmediklerini öğrenmiş, kendisini ona göre ayarlamıştır. Hiç bir şey anlamasa, hiç bir zevk almasa da filan opera ve tiyatroya bayıldığını söyleyecektir. Kulakları, musiki titreşimlerinin hiç birisine karşı en ufak bir hassasiyet göstermediği, peşrevler, semâiler kadar, senfoniler, sonatalar da gönlüne yabancı olduğu halde, kendisini şu musikiyi övüp, bunu kötülemeye “tek ses,” “çok ses” üzerinde konferanslar vermeye mecbur sanır.
Başkalarının “ileri” dedikleri şairleri sever, geri dediklerinden nefret eder. Tarihi kötülemek, geçmişe sövmek vazifeleri arasındadır. Son yıllara gelinceye kadar—Fatih’i, Kanuni’yi bile ayırmaksızın—“Bizi altı yüz sene uyutan alçak padişahlar” diye nutuklar çekerdi.
“Günün adamı”nın en önemli vasıflarından biri de yıllara, mevsimlere—hattâ günlere, saatlere—göre değişebilmesi; şurada başka, orada başka olmasıdır. Bugün iktidarda olan filân partiyi nasıl göklere çıkarıyorsa, yarın iktidardan düşünce aynı kuvvetle yerin dibine geçirir. Görüşleri, şu dergide yazarken başka, bu gazeteye kapılanınca başkadır.
Devrimcilik moda ise, onu en ilerde görürsünüz. Çekinmese Süleymaniye Camii’nin bile yıkılmasını ister. Eğer bir gün ham sofular eski nüfuzlarını kazanabilseler, cübbe giyip sarık saracağına, oruç tutmayanların hapsedilmesi için vaazda bulunacağına eminim.
Bugün, fikir adamı ve sanatçı geçinenlerin çoğu da maalesef bu tiptendir. Biricik meziyetleri modayı takip edebilmeleri. . . Nasılsa “ileri” denilmiş bir şiir tarzı el birliğiyle göklere çıkarılıyor. İleri sayılan bazı kimselerin şairlik pâyesi verdiği bazı kimseler eller üstünde taşınıyor. Aksine söylemek kimin haddine! Gerilik, cahillik, yobazlık gibi bir sürü sıfatı insana konduruverirler.
İleri sayılan beyler nasıl düşünüyorsa sen de öyle düşünmeye, nasıl yazıyorsa sen de öyle yazmaya mecbursun. Onların iltifat etmediği bir tarzda şiir yazacağına, onların tarzında yazılmış bir şiiri kopya et daha iyi.
Esen rüzgârlara göre sağa sola sapmadan, yolunu kendi düşünüşüne göre çizebilen; sözleri, yazıları menfaatlarının değil, duygu ve düşüncelerinin eseri olan, şahsiyet sahibi insanlar hor görüldüğü, tekmelendiği halde, günün adamları her zaman geçer akçedir.
Sadece şahsiyetlerin ilerletip yüceltebilecekleri sanat sahasında bile bunun böyle olması ne kadar acı!
Bir yenidir tutturulmuş gidiyor. Avrupa’da birisi bir sanat tarzı ortaya atar; o yenidir. Onu bizden birisi adapte veya kopya eder; o da yenidir. Bu adapteci veya kopyacıyı yüzlerce kişi taklit eder: onlar da yenidir. Allahım bu ne kadar ucuz bir yenilik.
Gerçek yeni ancak bir kişinin malı olabilir. Sonradan gelenler, ona yeni bir şey ekleyemedilerse, artık yeni değildirler.
“Günün adamı,” hiç bir zaman yeni olamaz. Çünkü kendisinden doğma bir şeyi yoktur. Rağbette olan şeyleri tekrar eder.
Böyle bir adama sanatçı sıfatı da verilemez. Çünkü sanat bir yaratmadır. Taklitçilik ve kopyacılık sanat olamaz.
Fakat günün adamları her tarafı kaplamışlardır. Sanatçı da onlar, politikacı da onlar, ilim ve fikir adamı da onlar!
Gerçek şahsiyetlerin o derece hasretini çekiyoruz ki, yanlış düşünen, fakat gerçekten düşünen; saçma söyleyen, fakat düşündüğünü söyleyen; kötü eser veren, fakat modaya göre değil, kendi zevkine göre çalışan bir insana rastladığım zaman elini öpmek istiyorum.
Mehmet Çınarlı- Hisar, Nisan, 1953

Yıllardan beri zaman zaman ortaya çıkan bazı yazarların ve gazetecilerin affedilemeyecek büyük ayıp, hattâ suçlarından biri, iyi bilmedikleri konularda ahkâm keserek okuyucularını yanlış yönlendirmeye çalışmalarıdır. “Aydınlar mı, Aydın Geçinenler mi?—1” bölümünde bu kimselerden bazılarının yazdıklarından uzun uzun örnekler vermiştik. Bu, kültürümüzün müzmin dertlerinden biri olduğundan, konuya bir defa da dönmek lüzumunu hissettim. Birazdan, gazeteci ve yazar Ahmet Güner’in de, Türkiye gazetesi “dış politika yazarı” Mustafa Necati Özfatura’nın Amerika’nın nasıl batacağını anlatan sözler ile ilgili bir yazısını okuyacaksınız. Ben bu yazımda, hiç tanımadığı Amerika hakkında bir diğer gazetecinin bir zamanlar neler yazdığından bahsedeceğim. Bu gazeteci, benim bu satırları yazdığım sırada Sayın Cumhurbaşkanı’mızın danışmanlarından biri olan, Hürriyet ve Cumhuriyet gazetelerinin yıllarca Ankara başmuhabirliğini yapan Cüneyt Arcayürek’tir. Aşağıdaki satırlar 1973’te yazıldı:
. . . Hâlen yayımlanıyor mu, bilmiyorum: 1971 yılı yaz aylarında New York’ta, Anavatan isimli onbeş günlük bir gazete çıkıyordu. Gazetenin adresi de Türk Haberler ve Turizm Bürosu’nunkinin aynı idi. Gazetenin 4 Ağustos 1971 tarihli (sayı 2) nüshasında Cüneyt Arcayürek’in “Alo, New York burası Ankara” başlıklı bir yurt mektubu yayımlandı.
İngiliz devlet adamı ve yazarı Chesterfield, “Zayıf bir kafa mikroskop gibidir,” diyor. “Küçücük şeyleri büyültür, fakat büyüklerini sığdıramaz,” sözünü ispat etmek istercesine, bu gazeteci şöyle kelâm buyuruyor:
Resmî istatikler, suç olaylarının son yedi yıl içinde yüzde 88 oranında çoğaldığım gösteriyor. 100 milyon silah şu anlarda özel ellerde. 1957 yılındaki 1,400,000 ağır suça mukabil, 1967 yılında 3 milyon 760 bin ağır suç olayı. . .
Tahminde tereddüt etmiyorum. 12 Mart [1960] sonrası, Türk hükümetinin ileri gelenlerinin sözlerini gazetelerimizden bölük bölük izlemiş olanlar, Türkiye’nin bir “silah deposu” haline getirilmiş olduğunu bilenler, yukardaki rakamlar karşısında ürperti geçirmişlerdir.
Haklıdırlar. Ancak yanılmaktadırlar. Resmî istatistiklerin sonuçları, Türkiye’ye değil, A. B. D.’ne aittir. Sizlerin yaşamakta olduğu Sam Amca’nın ülkesine ve çocuklarına. Fakat anlaşılmayan bir çelişkiye dikkati çekmek için o satırları yazmışımdır. [Gazetecinin Türkçe’sini aynen aldığımı bir kere daha belirteyim.] Bu Birleşik Amerika Devletleri’ndeki baskı grupları ne güne duruyorlar, yüz milyon silahlı insanın bir gün patlayacağını nasıl hesaplamıyorlar, nasıl olup da Nixon hükümetini seçimden önce çekilip gitmeğe zorlamıyorlar? [italikler eklendi.]
Şeyh Sadi’nin Gülistan’ında şöyle bir söz var: “Sen eğer koç ile toslaşırsan, çok geçmeden alnının parçalandığını görürsün. Aslana pençe, kılıca yumruk vurmak akıllıların işi değildir.” Gelin görün ki, bu memlekette adlarını baş sayfalarda gören insanlar arasında, su katılmamış cehaletlerine rağmen, allâmeliği de elden bırakmayanlar, kılıca yumruk atanlar var. Kim demiş, boş çuval dik durmaz, diye?
Churchill, “İtfaiye ile ateş arasında tarafsız kalamam,” der. Amerikan politik sisteminin işleyişi hakkında zerrece bilgisi olmamasına rağmen, Amerikan halkına ders vermek yetkisini kendinde bulan bir kimseye—kim olursa olsun—saçmalıklarını yüzlemek lâzım. Aksi takdirde, bu insanların, bilgisizliklerinin dozunu arttırarak boylarından büyük işlere karışmaları önlenemez.
Amerika’da, vaktinden önce seçime gitmek diye bir şey yoktur. Genel seçim sonunda işbaşına gelen hükümet (Amerika’da, devlet ve hükümet başkanlığı aynı şahsın üzerindedir) müddeti dolana kadar vazifesinde kalır. Cumhurbaşkanı seçimi her dört senede bir Kasım ayının ilk Salı günü yapılır. (Şayet Salı, Kasım’ın birinci gününe düşüyorsa, seçim bir hafta sonraki Salı’ya aktarılır.)
Cumhurbaşkanları ve yüksek rütbeli devlet memurları ancak, irtikâp ettikleri vahim suçlar ispat edildiği takdirde vazifelerinden uzaklaştırılır. Senato tarafından muhakeme edildikten sonra. Bu bir!
Amerikan halkının elindeki silâhlara gelince: gerçekten milyonlarca silâh özel ellerdedir. Fakat ceffelkalem bir takım hükümlere varmadan önce bilmek gerekir ki, Amerikan Anayasası’nı yorumlayanlara göre (aksi ispat edilmediğine göre, bu yorumları şimdilik doğru olarak kabul etmek mecburiyetindeyiz), Amerikan halkının silâh taşıma hakkı ona, Anayasa’nın bahşettiği haklar arasındadır. Bu iki!
Nüfusu 210 milyon olan (Avrupa’dan büyük) bu vâsi kıt’ada çok zengin av hayvanları vardır. Sonra, son yallarda, bu kitapta bahsettiğim gibi, Amerika’da suçlar çok arttı. Bundan böyle, onbinlerce insan, sadece kendilerini savunmak için silâh taşımaya başladılar. Pek çok şehir ve kasabalarda, kadın-erkek herkese tabanca kullanmasını öğretmek için kurslar açılmakta. Bu üç!
Bütün bunları bilmeden, bir gazeteci nâsıl olur da, oturduğu yerden böylesine “otoritatif’ bir mektubu kaleme alabilir; masa başından, “Sam Amca’nın ülkesi”ne ders vermek yetkisini kendisinde nasıl görebilir? Her şeyi bilir ve her şeye kaadir sanılan bu insanlar silâh sayısının artmasıyle Cumhurbaşkanı Nixon arasında bir ilişki olamayacağını bilmiyorlar mı? Bu gazeteci, Amerikan rejiminin parlamenter bir rejim olmadığını, federal bir sistem olduğunu da mı bilmiyor? Her eyaletin kendine özgü kanunları vardır. Cumhurbaşkanı’nın mahallî hükümetler üzerindeki yetkisi hemen hemen sıfırdır. Öyle ki, küçük bir kasabanın belediye başkanı bir Cumhurbaşkanına, “cehenneme kadar yolun var!” da diyebilir—diyenler de oldu.
. . . Cihad Bey, gazetelerde çıkan yazılar artık güldürücü olmaktan çıkı-yor, gerçekten zararlı da oluyor. Öyle yazarlar var ki, sanki, “Sen bir garip Çingenesin, nene gerek gümüşlü zurna?” sözünü hiç işitmemişcesine tamamiyle cahili oldukları konularda dahi otoritatif yazılar yazmak yetkisini kendilerinde buluyorlar.
Nejat Muallimoğlu- “Cihad Baban’a Açık Mektup,” Bir Türk Vatana Döndü, 1973
ABD panik içinde. Washington’da kıyametler kopuyor. Beyaz Saray, Pentagon, Wall Street, New York Borsası, FBI, CIA, State Department tam bir kargaşa yaşıyorlar. NBC, CBS, ABC, ve CNN gibi büyük televizyon şirketleri ile Ne w York Times, Washington Post, Wall Street Journal gibi gazeteler Amerikan halkına dönük yayınlarında kesin uyarılar yapıyor, tüm halkı, hükümetin almakta olduğu olağanüstü hal kararlarına uymaya çağrıyorlar.
ABD Başkanı Clinton, Süleyman Demirel’i Çankaya’da arayarak, Türkiye gazetesinin 11 Eylül Cumartesi nüshasının “Dış Politika” başlıklı ve Mustafa Necati Özfatura imzalı köşesinde çıkan bir haber üzerine acele olarak bu zatla konuşulmasını, ABD’nin birkaç yıl içinde batacağı şeklinde bilgiyi nereden aldığının kendilerine ulaştırılmasını rica etti. Clinton, Demirel’e, 250 milyon Amerikalının hayatının söz konusu olduğunu belirterek, “Sayın Başkan, bize yardım ediniz; bu çok değerli köşe yazarı beyle bizzat siz konuşunuz. Bu kadar kısa sürede niçin ve nasıl batacağımızı, bunu önlemek için ne gibi tedbirler almamızı kendisinden öğreniniz. Biz, üç kişilik bir aileyiz. Sizden kendim, kızım, ve eşim Hillary için bir şey istiyorsam namerdim; 250 milyon Amerikan vatandaşı için, onların hayatı için size yalvarıyorum,” dedi.
Bu arada, Türkiye gazetesinin 11 Eylül tarihli sayısının “Dış Politika” başlıklı köşe yazısının fotokopileri Amerika’nın en büyük şehirlerinin meydan ve caddelerine, metro istasyonlarına, hava alanlarına asıldı. Her beş dakikada bir, yüzlerce TV istasyonunun yayınlarında ekrana aksettirildi. 250 milyon Amerikalı’yı ölümle burun buruna getiren, yaşama ümitlerini söndüren bu yazıda, Mustafa Necati Ozfatura isimli Türk yorumcusu şöyle diyordu:

“Çok yakında BDT dağılacaktır. Ve Rusya Federasyonu da Sovyetler Birliği gibi yıkılacaktır. Yeltsin, Stalin kâfirinden daha tehlikelidir. AT dağılacak ve ABD yıkılacaktır. . . Yaşlanmış Avrupa (59 milyon kişi 60 yaş üzerinde) ve ahlâksız gençleri ile Avrupa komadadır, çökmesi an meselesidir. ABD’nin yıkılışını hızlandırmak için, onun içinde bulunduğu ekonomik bunalımı hızlandırmak için ABD eşyalarına İslam dünyası boykot açmalıdır. Batının çöküşü silah ile olmaz. Onun para kaynaklarını kurutmakla olur. . . 21’inci asrın Türk ve İslam dünyasının asrı olmasını, ABD AT İsrail, Rusya önleyemeyecektir. Ve bu güçler, 21’inci asrın ilk çeyreğinde, en geç 2025’te olmayacaktır. Ömrü olan görecektir. (Bu yazıyı saklayınız.)”
Yazıdaki, ABD eşyalarına boykot açılması teklifi ise Coca Cola, Pepsi Cola Chrysler, Ford, GMC, Westinghouse, IBM, ITT, Texkon gibi dev şirketlerin yönetim kurullarının âni olarak toplanmasına yol açtı. Bu boykotun uygulanması hâlinde, sayın yazarın belirlediği 2025 yılına bile varmadan ABD’nin yıkılacağını bilen şirket yöneticileri, 1929 ekonomik krizi paniğinin bir benzerini yaşarken, milyonlarca işçi de fabrika kapılarına dayanarak, ABD batmadan önce tazminatlarını alıp son günlerini aileleriyle birlikte tatil yaparak geçirmek için patronlara baskı yapmaya başladılar.
Bu arada, uzaydaki ABD uydularından NASA’ya mesajlar geliyordu: Bippp, bippp. . . Dönelim mi? Yoksa Amerika’yı, birkaç kişi de olsak, burada yaşatmaya mı devam edelim? Bippp, bippp. . .
Holywood da olaya kendi çıkarı açısından yaklaşıyordu. Uyanık Musevi Spielberg, hemen Çiçek Bar’daki Yeşil Çam emekçilerine telefon ederek, “Mr. Özfatura’yı bulun, ABD’nin batış, mahvoluş, yokoluş filmini çekmek isterim. Acaba konunun film hakkını bana satar mı?” diye sordu.
Clinton, Demirel’in verdiği, “Söylemişse söylemiştir. Ben Enver’le görüştüm, ‘Kulak asma,’ dedi, ama yine sen bilirsin gardaşım,” cevabından tatmin olmayınca, CIA başkanına son talimatını verdi:
“Ben, Fort Knox’un acele boşaltılmasını ve 21’inci asrın devleti olacağı belirtilen, ve ABD, Avrupa, İsrail ve Rusya battıktan sonra ebediyen yaşayacak olan Türkiye’ye taşınmasını istiyorum. Bu altınları orada kime emanet edelim, hemen öğren.”
Bir dakika sonra, Beyaz Saray’ın bilgisayar ekranlarından iki isim geçmeye başladı: “The most trusted man in Turkey is Mr. Cavit Çağlar, and after him, is Mr. Emin Hattat.”
Aynı saatlerde acele olarak toplanan Pulitzer Komitesi de son ödülünü, Hazreti Âdem’den bu yana en çarpıcı ve en şaşırtıcı haberi yazan Türk gazetecisi Mustafa Necati Ozfatura ile Ortadoğu, Balkanlar, Avrupa, Asya ve Amerika’nın aşağısında ve yukarısında huzuru sağlayan Türkiye gazetesine vermeyi kararlaştırdı. . .
Evet, olay budur. Toroslar’da keçi otlatan, okuması, yazması yok çobanın bile daha sağlıklı bilgi sahibi olduğu bir konuda böylesine yazılar yazılır ve yayınlanırsa, çocukça temennilerle ciddi iddialar birbirine karıştırılırsa, ve bunlar da yüzbinlerce okuyucuya bilgilendirmek iddiasıyle aktarılırsa, Türkiye ‘nin Balkanlar’da, Azerbeycan’da, Ortadoğu’da, hattâ kendi coğrafyasındaki basit zabıta vakalarında bile apışıp kalmasına şaşmamak lâzım. (Aynı gazetenin yazarlarından tarihçi Yılmaz Öztuna da, 1974’te Hayat Tarih Mecmuası’nda ve 1977’de de Son Havadis gazetesinde “Çatırdayan İmparatorluk” başlaklı yazısında ABD’nin çökmesinin gün meselesi olduğunu yazmıştı.)
Ne hazindir ki, öfkelerimizi, nefretlerimizi birer tekme hâline getirip gerçeklerin kıçına vurarak gündemden çıkarıp atıyor, sonra da çevremizde olup bitenlere aptal aptal bakıyoruz. . .
Ahmet Güner- Tercüman, 17 Eylül, 1993
***
Ahmet Güner’in yazısından sonra, Türkiye gazetesi “Dış Politika Yazar'nın, “Toroslar’da keçi otlatan, okuması, yazması yok çobanın bile daha sağlıklı bilgi sahibi olduğu bir konuda”ki yazılarına son vereceğini sanıyordum.
Bildiğim kadarı ile tâ 1990’dan bu yana “şer ve fesat yuvası Amerika”nın içinde çırpındığı ahlâksızlık bataklığı içinde boğulacağını, Afrika’daki ormanları yok ederek kıtayı çölleştirdiğini anlatan (evet, evet, B. Özfatura bir diğer yazısında Afrika’yı Amerika’nın çölleştirdiğini de yazdı), günde 500,000 tane satılan bir gazetedeki zırvalarına belki artık son verir diye düşündüm. Ama yanılmışım, Amerika gerçekten bir çöküntüye doğru gidiyormuş, ve bu “rezil ve sefil” bu “ahlâksız,” ülkeye ölüm darbesinin de “Toros dağlarının güneye bakan eteklerinde vurulacağını, Amerika’nın “Türkiye’deki uşakları”na söyledi. Evet, yanlış anlamadınız. Amerika’nın sonu, Toroslar’ın Güneye bakan eteklerinde gelecekmiş!
“. . . Ama döktüğü kanda ABD kendini boğacaktır. Anadolu’nun Toros dağlarının güneye bakan eteklerinde yanlış anlamadınız 1 milyon ABD askerinin murdar cesetleri ile bu temiz topraklarımızın altı kirlenecektir inşallah. Beni o zaman hatırlayıp ruhuma bir fatiha-ı şerif hediye edin.”
Dış Politika Yazarı, Amerika hakkındaki herzelerine ara vermeksizin devam etmiş olmalı ki, bir gün tesadüfen elime geçen bir yazısının (Türkiye, 9 Temmuz, 1994) başlığı şöyle idi: “ABD ekonomisi çöküyor.”
Onun bu yazısının çıktığı tarihten iki ay geçecek, 8 Eylül, 1994 tarihli Cumhuriyet, Lozan İşletme-Geliştirme Enstitüsü’nde hazırlanan ve dünya Ekonomik Forumu tarafından yayımlanın yıllık Dünya Rekabet Raporu’nda bahsedecekti:
“Dünyada rekabet gücü en yüksek ekonomilerin başına, uzun süredir bu unvanını muhafaza eden Japonya’nın yerine ABD ekonomisi geçti. İş dünyası ve yatırımlar için temel anahtar olarak kullanılan . . . yıllık Dünya Rekabet Raporu’nda bu yıl ilk sırayı ABD aldı.”
İşin acıklı tarafı şu ki, bu ülkenin kaderinde söz sahibi olacak pek çoklarının, çevremizde ve dünyada olup bitenler hakkında bütün “bilgi”leri de, bu ve onun paralelindeki “gazeteci”lerin yumurtladıkları herzeler.
Nejat Muallimoğlu
Ahmet Güner, “Bu adamların fikirleri olamaz” başlıklı yazısında (s. 79), 1960’ların ve 1970’lerin azılı denecek kadar aşırı eylemci solcularından bahsederken diyordu ki: “Türkiye’de son yıllarda ne kadar ahlâksızlık ve sahtekârlık olmuşsa, hepsi de solculuk adına yapılmıştır.”
Ben de, “Dün Marksist’tiler, bugün Kapitalist “başlıklı yazımızda (s.8589) dünün adaletçi, hürriyetçi, kardeşlikçi “devrimciler”in günümüzün Türk kapitalizminin en ateşli savunucuları olduklarını yazmıştım.
Cumhurbaşkanı Ozal’ın kuyruğunu yapışarak rüyalarında göremeyecekleri nimetlere kavuşan bu insanlardan bazıları, Turgut Özal’ın birinci ölüm yıldönümünde (17 Nisan, 1994) televizyonda, Turgut Özal’ı öylesine övdüler ki, hayret etmemek elde değildi. Meğer Türkiye, ancak Özal sayesinde Türkiye olmuşmuş, bir dünya ülkesi olmuşmuş; halk büyük lider Ozal’a perestij ediyormuş vs. vs. . . .
Aşağıda, devrimcilikten “Özalizm”e istihale eden bir başkası tanıtılıyor.
Bir Zamanlar, O da Devrimi Çok Sevmişti
. . . Şimdi otuyacağız mektup, bugüne kadar aldığımız mektupların en ilginçlerinden biri. . . Okuyun!
Sayın Hasan Pulur, geçtiğimiz haftalarda, Fiesta adlı dergide köşe yazarı olmak isteyen gençlere bazı tavsiyelerde bulunmuştunuz. İsmail Cem’e ait olan “Kesip Sakladığınız” eski fikirler taşıyan, eski yazıyı bazı yazarları iğnelemek için okuyucularınıza sunuyorsunuz.
Usta bir kalem olduğunuz tartışılamaz. Siz günümüz gençlerine ne öneriyorsunuz? Aman namuslu olun, kimsenin size sunacağı olanaklardan istifade etmeyin. Gerekirse aç kalın, sürünün. . . Bu şan size yeter!
Evet Sayın Pulur, yeter. . . Size ve eskimiş fikirlerinize yeter artık! Bırakın insanlar bu dünyanın nimetlerinden yararlanmadan ölmesinler Hep gelecek kuşaklar için çalışıp, gün yüzü görmeden yok olup gitmiş insanları gençlere örnek olarak sunmayın.
Ben de zamanında bu türlü “enayiliklerin” fırtınalı denizinde bol bol akıntıya kürek çekmiş biri olarak, şimdi korkusuzca ifade edebiliyorum. Biz 68 kuşağıyız. . . Türkiye’yi kurtaracaktık. Denizler, Mahirler, Ulaşlar, Sinanlar, Yusuflar. . . Biz onlardık işte!
Sonra ne oldu? Kimimiz öldürüldü, kimimiz asıldık, kimimiz hapislerde gençliğimizi tükettik.
Hiç sormadık: Ey halkım, sen kurtulmak istiyor musun? Zaten sorsaydık, eminim ki “hayır” cevabını alacaktık.
Halkın kurtulmaya niyeti yok! Bari bırakın, kendini kurtarabilecek olanlar kurtarsın. Hayır, ona da izin yok!
Biz, o zamanlar hür teşebbüsün gücünü görememiştik. Gerçi siz ve bir kaç “eski tüfek” hâlâ göremiyorsunuz ya, neyse. . . İnsanların girişim yeteneklerini köreltmemeliyiz.
Bir kısım meslekdaşlarınızı “yağdanlıklar” diye karalıyorsunuz. Yok, efendim, iş takipçiliği yapıyorlarmış. . . Kredi bağlantıları sağlıyorlarmış. . . Falan filan. . .
Değerli üstad, bir gazetecinin patronu için iş takip etmesinin ne zararı olabilir? Bir emekçi olarak, patronu için çalışmıyor mi? Bir kere, o işin içinde bir gazetecinin bulunduğunu bilenler asla usülsüzlük yapamayacaklardır. Zaten gazeteci böyle bir şey sezdiğinde bunu derhal yazar.
Siyasiler birbirleriyle bir diyalog kuramıyorsa, bir gazeteci bu hattı açıyorsa, bunun kime zararı olabilir? Hem siyasette diyalog eksikliğinden yakmıyoruz, hem de bu kanalları açanları “bohçası kadın” diye eleştiriyoruz. Siz tutturmuşsunuz, gelenekler, görenekler, ahlâk, namus, vs. gibi şeyler. Bunlar da tamam, ama sırf namusla da yaşanmıyor, değil mi? Ayrıca, namus da görece bir kavram. Sizin hâlâ anlamamakta ısrar ettiğiniz olgular, bugün dünyada iş yaşamının temel dinamiklerini oluşturuyor. Buna karşı durmak mümkün mü?
Sayın Pulur, sizin, Türkiye’de önemli bir gazeteci-yazar olarak çok faydalı göreviniz olduğu muhakkak. Ama gençlere “dinozorluk” önermekten vazgeçmelisiniz.
Yeni dünya düzeninin yarattığı yükselen değerler fırtınasının gezegenimizi nasıl sardığını görmüyor musunuz? Koskoca Sovyet imparatorluğu, kurtuluş umudunu Batı’dan gelecek “yuppi”lere bağlamış. . . Dört gözle yabancı sermayeyi bekliyor.
Bölgesel savaşlar yeni yeni olanaklar yaratıyor. Silah sanayiinin ihya olmasının ardından inşaat sanayii bu bölgeleri ihya edecek. Bu altüst oluşta biz nerede bulunacağız? Türkiye emperyal bir rol üstlenerek, bölgede bir güç odağı mı olacak, yoksa 70 yıllık pısırık dış politikanın pasifizminde silik bir devlet olarak mı kalacak?
Bilemiyorum, size “bir şeyler” anlatabildim mi?
Saygılarımla.
Siper Kızılkaya.
Not: Size 25 yıl önceki kod adımla yazıyorum. Şu anda benim gurur duyduğum geçmişim yakın iş çevremde biliniyor. Uluslararası iş bağlantıları olan orta çapta bir iş adamıyım. Geçmişimizden bu kadarcık illegalite de kalsın müsaadenizle. . .
Aziz okurumuz, zahmet buyurup, kendisini eski kısa kod adiyle tanıtmak istemiş. Oysa biz onu o kadar iyi tanırız ki! Bir zamanlar “devrim” için çarpışıp, sonra biletli konferanslarda “Özalizm”i anlatan “O” değil midir?
Bir zamanlar elde silah, “tek yol devrim” için dövüşürken, Coca-Cola içenleri “Amerikan emperyalizminin uşakları” diye suçlayan, sonra hidayete erip, “tek yol”un devrimden değil, paradan geçtiğini anlayınca, viskinin markasını seçen “O” değil midir?
Bir zamanlar, elindeki pankarttan, ağızındaki slogandan hiç düşürmediği sadakat, dürüstlük, adalet gibi kavramlara Makyavel’i bile mezarında hortlatarak, “Dürüstlük enayiliktir, sınıf yoktur, yaşam tarzı vardır; adaletmiş, sömürüymüş,-faziletmiş, bunlar boş şeylerdir,” diyen “O” değil midir?
Evet, biz “O”nu çok iyi tanıyoruz. “Biz devrimi çok sevdik!” dediği gün-den beri!
O gün devrimi çok sevenin, bugün, “Bağımsızlıkmış, ulusal onurmuş, bunlar içi boş laflardır!” diyebileceğini hiç düşünebilir miydik?
Hasan Pulur-Milliyet, 19 Ağustos, 1994


Yolumuzu peylemeden
Özden ayırdılar bizi.
Sevgimizi söylemeden
 Gözden ayırdılar bizi.
Zamanı dize getirdik
Nice olmazlar bitirdik
Neleri neleri yitirdik
Hızdan ayırdılar bizi.
Arasaydık yitik çağı
Bulurduk kutsal kaçağı
Sevincin ezel çiçeği
Nazdan ayırdılar bizi.
Yarınları yoka saydık
Ortak gülüşlere kıydık
Nerede şeytana uyduk
Hazdan ayırdılar bizi.
Renkler çiçeğini boğmuş
Mısra sözcükleri sağmış
Hakkın eli kime değmiş
Gizden ayırdılar bizi.
Işıktan kaleler aldık
Rüyaları gerçek bildik
Yitik kahramanlar olduk
Sizden ayırdılar bizi.
Gönül gücümüze uyduk
Sevdalardan hırka giydik
Düşüncenin kaynağıydık
Sözden ayırdılar bizi.
Mehmet Zeki Akdağ-Uzunhava
Sh: 967-983

Kaynak: DÜŞÜNEN İNSANA HAZİNE, Editör: Nejat Muallimoğlu, 1996, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar