DÜŞÜNEN İNSANA HAZİNE
Şairlerden
Seçmeler
Ziya Paşa
İdrâk-i meâli bu
küçük akla gerekmez,
Zira bu terazi o
kadar sıkleti çekmez.
Ayinesi iştir
kişinin lâfa bakılmaz,
Şahsın görünür
rütbe-i aklı eserinde.
Tahir Nâdî
Humkumun
ölçüsünü bulmada fen âcizdir,
Cehlinin
debdebesi koskoca umman gibidir.
Şeyh Vasfi
Feylosofun
kendisi nâ-kaabil ıslah iken,
Kalkar ıslah
etmeğe zu’munca hâl-i âlemi.
Nâbî
Çok görmüşüz
nigûnluğun endek zamânede,
Zu’munca can ü rütbeler
ihrâz edenlerin.
Eşref
Şahadetnâmeli
câhil mi istersin bu âlemde?
Maarif şimdi
bizde meyvasız eşcâra dönmüştür.
Bağdatlı Rûhî
Dermiş hakim
bilmediğim nesne kalmadı,
Dünyayı bildi
kendini bîçâre bilmedi.
Arif ki ola
müdbir ü nâdan ola mukbil,
İkbâline yûf
âlemin idbârına hem yûf.
Nergîsî
Zâhida o denlü
sıklet ü tâc ü kabâ ile Uçmak ümmîd etmez idi ebleh olmasa.
Muallim Naci
Ne tasunnu ki
yok ehl-i kerâmet diyerek,
Kendini ehl-i kerâmet tanıttırmış halka.
Kendini ehl-i kerâmet tanıttırmış halka.
Varsa âsarın
bırak erbâbı takdir eylesin.
Yahya Kemal
Beyatlı
Bilmem kime
yahut neye uyduk gittik
Kâhi meye kâhi neye uyduk gittik
Erbab-ı zekâ riyâyı mezheb bildi
Bizler dil-i dîvâneye uyduk gittik.
Kâhi meye kâhi neye uyduk gittik
Erbab-ı zekâ riyâyı mezheb bildi
Bizler dil-i dîvâneye uyduk gittik.
Bir tek gazel
bıraksa yeter bir gazel-serâ
Her beyti ancak olmalı beytülgazel gibi!
Her beyti ancak olmalı beytülgazel gibi!
Şinasi
Bizim şeyhin
kerâmeti olur menkul kendinden.
Hürrem Paşa
Kuru bir
tantanadır, cümle meâli boştur.
Mahir Dede
O mâhiler ki
derya içredir, deryayı bilmezler.
Pîr Sultan Abdal
Ben arıyım
dersin balın var mıdır?
Fuzûlî
Kemâl-i cehl ile
dâvâ-ya irfan eylemek olmaz.
Şeyhülislâm
Yahya
Âdeme cübbe ve
destar kerâmet mi verir?
Söyleyenler hikmetin bilmez, bilenler söylemez.
Söyleyenler hikmetin bilmez, bilenler söylemez.
Enderûnî Vasıf
İtikadı olmayan
taklid eder her meşrebe.
İzzet Molla
Tabib-i hâzık-ı
bul da ilâcı sonra ara.
Malatyalı Raşid
Gelende kimse mi
var kim giden yerin tuttu.
Aşık Veysel
Şatıroğlu
Tilki gölgesine
aslan gizlenmez
Yiğidin gölgesi kendinden olur.
Yiğidin gölgesi kendinden olur.
Lebîb-i Amidî
Kemâl erbâbı
ârâyışle asla iftihar etmez,
Değildir hürmeti mushafların cild-i mutallâdan.
Değildir hürmeti mushafların cild-i mutallâdan.
Bağdatlı Rûhî
Bir kimseye kim
cübbe vü destâr ile görsen
Eylersin ânın cübbe vü destârına ikram.
Eylersin ânın cübbe vü destârına ikram.
Ziya Paşa
Bed-asla necabet
mi verir hiç üniforma
Zerdûz palan vursan eşek yine eşektir
Zerdûz palan vursan eşek yine eşektir
Yunus Emre
Dervişlik
dedikleri hırka ile tac değil,
Gönlün derviş
eyleyen hırkaya muhtaç değil.
Dervişlik baştadır
tacda değildir,
Kızdırmak
oddadır saçta değildir.
Ragıb Paşa
Harâbatı
görenler her biri bir hâletin söyler,
Safasın nakleder rindân zâhid sıkletin söyler.
Safasın nakleder rindân zâhid sıkletin söyler.
Talat Halman
Özgürlüğe
koştuysa da çığ, dağlara tutsak;
Baş, kendine
buyruksa da sevdalara tutsak.
Devrimleri
tarihi aşan güçlü akıllar,
Rüyasını
gördükleri dar çağlara tutsak.
Taptaze deyimler
özleyen memleketi
Doldurdu epeski
sözlerin iskeleti.
Bilgin hâlâ “Beş
parmak bir mi?” diyor.
Sanatçı diyor
ki: “Her kuşun yenmez eti.”
Aydınların karanlığı
en ürkütücü gece.
Tevfik Fikret
Verir bu manzara
en kayıtsız mizâca esef.
Lügatçe
îdrak-i meal, yüksek fikirleri
kavrama; âyine, ayna; humk, ahmaklık, budalalık; cehl, cehalet; debdebe,
patırdı, gürültü; şatafat, ihtişam, görkem; nâ-kabil ıslah, ıslah edilemez;
zu’m zannetmek, sanmak; şüphe; zu’munca, isabetsiz zanna kapılarak; nigûn, baş
aşağı, tersine dönmüş; endek zamanede, kısa zamanda; ihraz, mânevi şerefu
ulaşma; eşcâr, ağaçlar; müdbir, talihsiz, düşkün; nadan, cahil, haddini bilmez;
mukbil, kutlu, mutlu, mübarek; ikbal, talih düzgünlüğü, işlerin doğru gitmesi,
yükselme; idbâr, talihin yüz çevirmesi, işlerin tersine gitmesi, düşkünlük;
hakim, çok bilgili, filozof; zâhid (zâhida), dinin emirlerine aşırı derecede
bağlı, kaba sofu; ebleh, akılsız, budala, ahmak; tasannu, bir şeyi değerli,
süslü göstermek için zorlama, yapmacık hareket; ehl-i keramet, keramet sahibi;
asar, eserler; kâh (kâhî), bazen, arasına; mey, şarap, içki; gazel-serâ, güzel
yazan; beytülgazel, bir gazelin en güzel beyti; tantana, gürültü, patırdı,
gürültülü gösteriş; mâhi, balık; derya, deniz; kemâl i cehl, yüksek derecede
cehalet; destar, sarık; hâzık (doktorlar hakkında) usta, maheretli; kemâl
erbâbı, olgun insanlar; ârâyiş, süs; mushaf, Kur’an, kitap; mutallâ, yaldızlı,
süslü; bed-asl, aslı kötü; zerdûz, altınla işlenmiş; harabat, meyhane; hâlet,
hal, keyfiyet; rindân, dünya işlerini hoş görüp aldırış etmeyen insan, gönül
adamı; sıklet, ağırlık; mizaç, huy, tabiat, yaradılış.
Nesil nesil kahraman diye tanıtılan
Mustafa Reşit Paşalar, Şinasiler, Namık Kemaller, Ziya Paşalar, Hâmidler,
Mithat Paşalar, daha kimler ve kimler palamudun karaya vurma mevsiminde ortaya
çıkan küçük idrakli, küçük esnaf tipleridir.
Necip Fazıl
Kısakürek, Seçmeler, s. 249
"Gazeteci Namık Kemal"
Kahramanımızın, içinde en büyük ve
değerli şahsiyetle bize görüneceği gazetecilik çevresini, basit manada almamak
lazım. Namık Kemal’e yakıştırdığımız gazetecilik çerçevesi, her sabah açılıp
her akşam solan fani kır çiçekleri gibi, günü birlik bir tekerleme ve karalama
dünyası değildir. Görenekteki Amerikanvari gazeteciliğin sade suya tirit;
köksüz, temelsiz ve ömürsüz; gönül eğlendirmeğe ve iğrenç
(vulgarisation-bayağılaştırma) lara mahsus laf kalabalığı zanaatinden, Namık
Kemal uzak. . .
Namık Kemal’in gazeteciliği bir
zanaat değil, bir sanattır; ve ilmî, edebî, hakikî manada gazetecilik. . .
En heybetli, şahsiyet zirvesiyle,
gazetecilik dediğimiz yazı çerçevesinde heykelleşen Namık Kemal, basit
gazetecilik plânının herhangi bir unsuru değil, gazetecilik plânı onun herhangi
bir unsurudur. . . .
. . . elbette verimini kitap
kadrosuna dökecek olan büyük tecrit ve büyük teşhis zekâsı, teşhis cephesinden,
gazeteciliğin pek geniş (müşahhas)ından istifadeyi unutmayacaktır. Gazete ve
gazetecilik, böyle vasıtadır.. . .
İşte biz (gazeteci) ve (gazetecilik)
mefhumunu bu çapta alarak, Namık Kemal’in en tesirli cephesini (gazeteci Namık
Kemal) diye isimlendirdik.
Hayatını ve eserinin şiir köşesini
anlatırken, daima işe küçük tecritten başlayıp, işi büyük teşhiste bitiren bir
sathî ve amelî dünya dehâsı diye tarif ettiğimiz Namık Kemal, çok tabiîdir ki
en keskin ışıklarını, böyle bir deha için en müsait zemin olan gazetecilikte
gösterecektir.
Evvelki görüşlerimizi de büsbütün
sağlamlaştıran bu görüşteki isabeti, onun divan şiirini kapatır kapatmaz
gazeteciliğe sıçraması; yahut gazeteciliğe sıçramasıyla divan şiirini
kapatması, kendi kendisine ispat eder.
Onun içindir ki Namık Kemal, bir
taraftan ayrıca kitap kadrosunda çalışır, bir taraftan da gene kitap kadrosuna
uygun tarzda, oldukça plânlı ve silsileli gazete yazıları neşrederken; hakkıyle
belirttiği aksiyoncu büyük edip hüviyetini siyasî, İçtimaî, edebî, bediî ve
intikadî (seçip ayırd etmek) cephelerden bütün Namık Kemal’i birleştiren bir
mikyasda merkezleşmiş oluyor.
Gene onun içindir ki biz, siyasî,
İçtimaî, edebî, bediî ve intikadî cepheleriyle fikir yazıcısı Namık Kemal’i,
(gazeteci Namık Kemal) ismi altında terkip etmekle onun en canlı vâhidine icra
ettiğimizi sanıyoruz.
"Abdülhak Hâmid ve
Dolayısıyle"
. . . Hâmid’i, sadece yaş ve görgü
bakımından seyrettiğimiz zaman, derhal büyük çap ve büyük ölçüyle yüzyüze
geliriz. . . .
. . . Tanzimat’ın memleketimizde en
müşahhas müessesesi Düyûn-u Umumiye’dir. Tanzimat ruhunu (Düyûn-u Umumiye)
kadar ifade edebilecek bir müessese tasavvur edilemez. Avrupa’dan borç para
alan cemiyet, borcunu ödemek için nasıl kendi göbeğinde alacak takip eden bir
müesseseye razı oluyorsa, anlayışsız taklit psikolacyası da, Abdülhak Hâmid’den
sonra, bir “Edebiyat-ı Cedîde”ye, bir “Fecr-i Âti”ye cevaz vermek vaziyetine
düştü. Birer Düyûn-u Umumiye edebiyatı olan bu mekteplere nazaran Hâmid’in
farkı, garptan aldığı kıymeti hak etmeyi bilmesinde, ondan kendisine bir tabiat
yapmasında, tek kelime ile düşünebilmesindedir. . . .
Onun şeref ve yegâneliği, demin
vasıflarını tarife cesaret ettiğimiz sanat ve tefekkür cihanını kurabilmiş
olmak değil, o ihtiyacı bize bilvasıta vazedebilmiş bulunmasıdır.
Abdülhak Hâmid,
1. Tanzimat
devrinin acemi taklit tesirini şahsiyeti doğurmanın hudutlarına yaklaştırdı.
2. Türk
teceddüt edebiyatında büyük ve soylu meselelerle ilk defa görüşebildi, ilk defa
düşündü.
3. Şuurüstü
olarak devrinin herhangi bir adamı, fakat şuuraltı olarak asıl Abdülhak Hâmid
kaldı ve bunda bir şahsiyete ulaşabildi.
4. Fakat
yeni ve istikbâlli bir sanat ve dünya telâkkisine varamadı.
5. Yeni
ve istikbâlli bir ifade, duyuş tarzı getiremedi.
6. Onun
içindir ki, kendisinden sonra, nizamlı bir halkalanışa ve başlangıca esas
olamadı.
Bu bakımdan Hâmid’in yeri, mücerret
olarak en büyük yer olmasa da, yine Türk teceddüt edebiyatında en büyük yerdir.
Teceddüt edebiyatımızda, bu yerin
üstündeki dereceye tırmandıracak hamleyi henüz kimse getirmiş değildir.
Necip Fazıl
Kısakürek, Seçmeler, s. 113, 118, 122, 123,124-125.
Not: Noktalama
işaretleri kitaptan aynen aktarılmıştır—NM
“Küp” içinde
pekmezin tortuymuş meğer!
“Uçan turna”
dedin, martıymış meğer!
“Yarın bayram”
dedin, yortuymuş meğer!
“Böyle çingenece
fal olur mu ya!
Rıza Tevfik
(Bölükbaşı)
Bir ulemâ ki
olmaya ilmiyle âlim
Koy bir kafese
bülbülle kargayı bir tut.
Seyrânî
En ummadığın
keşfeder esrâr-ı derûnun
Sen herkesi kör,
âlemi sersem mi sanırsın?
Ziya Paşa
Son zamanlarda çeviri kitapları
sayısında belirli bir artış görülmekte. Halkımızın genel kültür seviyesi
yükselecekse, diğer dillerden yapılan tercümeler şüphesiz büyük bir rol
oynayacak. Gelgelelim, yabancı bir dili, o dilden “gerçek” bir tercüme yapacak
kadar bilmeyenler çeviri işine kalkışınca iş değişiyor. Bu yüzden, günümüzde,
gerçekten Türkçe’ye çevrilmiş bir kitap bulmaya çalışmak, bir saman yığınında
dikiş iğnesi aramaya çalışmak gibi bir şey.
Türkçe’ye, günümüzün herhangi bir
“çevirmen”inden fazla eser kazandırmış biri olarak, çeviri kitaplarındaki
affedilemeyecek hatâları, keyfîlikleri, lâubalilikleri ben—özür dilerim—pek
çoklarından iyi biliyorum. Elinizdeki bu kitabın 37nci sayfasında okuduğunuz
“Eğer” başlıklı şiirin bende dört değişik tercümesi var. Genç Akademi
dergisinde “Tercüme Kepazelikleri” başlıklı bir yazımda, bu çevirilerin
hepsinin gayet kötü ve hatâlı olduklarını İngilizce aslı ile karşılaştırarak
göstermiştim. Rudyard
Kipling’in, dünyanın en popüler şiiri olan bu “If” şiirini yanlış ve eksik
Türkçe’leştirenler arasında Bülent Ecevit de vardı.
Son yıllarda, güya Türkçe’ye
çevrilmiş kitaplar arasına, ancak bir “tercüme skandalı” diye
vasıflandırılabilecek bir yenisi daha eklendi: Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in,
Will ve Ariel Durant’ın The Lessons of History adlı kitabının Tarihten Dersler
adı altındaki çevirisi (Cem Yayınevi, İstanbul, 1992).
Amerikan karı-koca tarihçiler,
otuz-altı senede tamamladıkları, her biri 900-1,000 sayfalık The Story of
Civilization (Medeniyetin Hikâyesi) adlı on ciltlik abidevî eserlerinden sonra,
acaba bizler kırk seneye yakın çalışma-mızla neler öğrendik, tarih bize ne gibi
dersler veriyor dercesine, yukarıda adı geçen küçük kitabı yazmışlar.
Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in çevirisi,
ilk bölümünün ilk satırından son bölümünün son satırına kadar yanlış ve eksik
denecek olması bir yana, ancak “tercüme hileleri” denecek cümleleri de ihtiva
ediyor. Tarihçilerin on ciltlik kitabının birinci cildindeki önsözü, 170
sayfalık bir kitap hâlinde, Boğaziçi Yayınevi için 1978’de Türkçe’ye tercüme
eden biri olarak, Bozkurt Güvenç’in bir profesör doktora asla yakışmayacak
hileli tercümesi karşısında sessiz kalamazdım. Oturdum, Tarihten Alınacak
Dersler adı altında Bedir Yayınevi için tercüme ettim (1994).
Kitaba ondört sayfalık bir “Önsöz”
yazarak, Bozkurt Güvenç’in affedilemeyecek hatâlarını gösterdim. Dediğim gibi,
birinci sayfasından sonra sayfasına kadar yanlış ve eksik tercüme edilmiş bir
kitaptaki hatâların hepsini göstermeme imkân yoktu. Aşağıda, Bozkurt Güvenç’in
kitabından alınmış ve ancak “tercüme hileleri” diye vasıflandırılacak bir
parçayı, Tarihten Alınacak Dersler adlı tercümemden aktarılmış şekli ile
karşılaştırıldığım göreceksiniz.
Burada şunu da söylemek gerekir ki,
dinî tercümelerde de sık sık tahrifat yapıldığını, tercümeleri, asıllarından
okuyanlardan işittim. Nitekim Fatih Sadırlı da aynı şeyi söylüyor (Genç
Akademi, Ocak 1995):
Tercüme tahriflerini, ideolojik
olarak sadece bir kesime yüklemek yanlıştır. Son yıllarda, artan bir şekilde,
Müslüman kesimde de bunun örnekleri görülmektedir. İranlı, Mısırlı ve Pakistanlı
müelliflerin bazı kitaplarını tercüme eden mütercimler, yayıncılar, kitaplarda
Sünni Müslümanların kabul edemeyecekleri bölümleri çıkarıyorlar. Yanlış tanıdığımız bu insanların
sapık itikatlara sahip olduklarını öğrenmemiz oldukça zor.
Bozkurt Güvenç’in kitabındaki bir
tercüme hilesini göstermeden önce, “mütercimlik ahlâkı” ile ilgili bir iki şey
söylememe müsaade ediniz. Her şeyden önce, diğerlerinin fikir ve düşüncelerini
yanlış aksettirmek, entellektüel ahlâk ve ciddiyetle asla bağdaşmaz. Bir yazar,
bir diğerinden alıntı yaptığı zaman, hiç bir harfini değiştirmeden aktarmak
mecburiyetindedir. Diyelim, bir yazar, benim, içinde “mebus” kelimesi geçen bir
cümlemi iktibas etti. O kelimeyi de aynen almaya mecburdur. İsterse, “mebus”
kelimesi yanına, bir köşeli parantez içinde “milletvekili" yazabilir:
[milletvekili]. Ama mutlaka bir köşeli parantez içinde. Şayet kelimeyi normal
bir parentez içinde (milletvekili) belirtirse, o parantezi kendisinin değil,
benim koyduğum anlaşılır.
Türkiye’deki çeviri kitaplarındaki
diğer hatâlardan biri de, sadece çevir-dikleri dili değil, Türkçe’yi de iyi
bilmeyen çevirmenlerin, uzun cümleleri parçalayarak, küçük küçük cümleler
hâlinde tercüme etmeleridir ki, bu da, yazarın dilini çok basitleştirdiği gibi,
zaman zaman mânayı da altüst ediyor.
Will ve Ariel Durant’ların kitabında
şöyle bir cümle de var:
When the Greeks grew too numerous for
their boundaries, they founded colonies along the Mediterranean (“like frogs
around a pond,” said Plato8) and along the Euxine, or Black, Sea.
Bozkurt Güvenç, bu cümleyi şöyle
Türkçeleştirmiş:
“Nüfusu hızla çoğalan Grekler,
Akdeniz ve Karadeniz kıyılarında, Ege’de koloniler kurmuştu. Plato (Eflatun)
“gölcükte yaşayan kurbağalar”8 benzetmesini yapmıştı kendi halkı için.
Bu çeviride üç hatâ var. Durant’ların
cümlesinde “Ege” yok. Cümlede de belirtildiği gibi, “Euxine Sea” veya “Black
Sea”nin Türçe’si “Karadeniz”dir.
İkincisi, parantez içindeki “Eflatun”
kelimesini, köşeli parantez içinde göstermesi gerekirdi. Yukarıda belirttiğim
üzere, parantezi, Amerikan tarihçilerinin koyduğu izlenimi yaratılıyor.
Çevirideki üçüncü hatâ, yazarların
bir cümlesinin iki cümle ile ifade edilmesidir. Ben, o cümleyi şöyle tercüme
ettim:
Yunanlar, kendi sınırları dahilinde
yaşamayacakları kadar çoğalınca, Akdeniz ve Karadeniz sahillerinde (Plato’nun
deyişi ile, “gölcük çevresindeki kurbağalar gibi”) koloniler kurdular.
Bir mütercimin, sadece tercüme ettiği
dili değil, Türkçe’yi de çok işi bilmesi, zengin bir kelime dağarcığına sahip
olması gerekir. Meselâ, “harp” ve “savaş,” “çaba” ve “gayret,” “kuşku” ve
“şüphe,” ödül” ve “mükâfat,” ve zaman zaman, “siyaset” ve “politika” arasındaki
ince farkları (nüans’ları) bilmeyen bir kimse asla doğru bir tercüme yapamaz.
Bir mütercim, yazısını tercüme ettiği
kimsenin kabul etmediği fikrini, o fikrin belirtildiği satırların yanında veya,
dipnot hâlinde sayfanın sonunda, hiç bir yerde belirtemez. Yazıda ne görüyorsa,
aynen çevirmek, entellektüel dürüstlüğün empoze ettiği şartların başında gelir.
Eğer çevirmenin, kitapta kabul etmediği fikirler varsa, yapacağı şey, ya
çeviriden vazgeçmek veya ayrı bir yazı veya kitap hâlinde, yazarın fikirlerini
niçin benimsemediğini anlatmaktır.
Her ne ise, Tarihten Alınacak Dersler
adlı tercüme kitaba yazdığım “Önsöz”den aktardığım bir parça ile, Prof. Dr.
Bozkurt Güvenç’in, sadece bir akademisyene değil, hiç kimseye asla yakışmayacak
bir “tercüme hile”sini gösterelim.
Birinci sayfasından son sayfasına
kadar berbat bir Türkçe ile dilimize aktarılan, akıl almaz yanlışlarla dolu bu
kitabın, bir akademisyene asla yakışmayacak bir tarafı da, kitabın aslında
bulunmayan cümlelerin, yazarların düşünceleri imişcesine eklenmesi. Ne
dediğimizi anlatmak için, “Din ve Tarih” bölümünün birinci paragrafını,
yukarıya aldığımız birinci cümleden sonrasını aynen alalım:
To the unhappy, the suffering, the
bereaved, the old, it has brought supernatural comforts valued by millions of
souls as more precious that any natural aid. İt has helped parents and teachers
to discipline the young. It has conferred meaning and dignity upon the
loıvliest existence, and through its sacraments has made for stability by
transforming human covenants into solemn relationship ıvith God. It has kept
the poor (said Napoleon) from murdering the rich. For since the natural
inequality of men dooms many of us to poverty or defeat, some supernatural hope
may be the sole alternative to despair. Destroy that hope, and the class war is
intensified. Heaven and utopia are buckets in a uıell: wehen one goes down the
other goes up; uıhen religion declines Communism groıvs.
İngilizce’den tercümeler yapan,
gazetelerdeki yazıları, ve kitaplarıyla ona buna ders vermeye çalışan Prof. Dr.
Bozkurt Güvenç, B. ve Bn. Durant’ın bu çok derin mânalı cümlelerini, yazının
aslındaki bir cümleyi tercüme etmeyerek ve —her halde kendi politik
düşüncelerini aksettirmek için— yazının aslında bulunmayan bir cümle ekleyerek
kötü bir Türkçe ile şöyle aktarmış:
Umudunu yitirene, acı çekene,
yoksula, yaşlıya her türlü maddi yardımdan daha etkili gelen, huzur sağlayan
dindir. Çocuk eğitiminde anababalarla öğretmenlere yardımcı olan da dindir. Ve
yine din değil midir, en düşük yaşama düzeyine anlam ve saygınlık kazandıran,
insanoğlunun Tanrı ile ilişkisini kuran, hayatın sürekliliğini kutsal değerler
zinciriyle birbirine bağlayan? insanlar arasındaki eşitsizlikler, çoğumuzu
yoksulluğa ve şaşkınlığa sürüklediği için doğaüstü inançlar çaresizliğin ilk
seçeneği oluyor. Umutların yitirilmesi sınıf çatışmasını körükler. Cennet ve
ütopya bostan kuyusundaki kova çiftine benzer: Biri inerken öteki çıkar! Şu
anlamda ki din zayıflayınca komünizm güçlenir—tersi de görülür, toplumculuk
zayıflayıca din güçlenir!
İşte, yıllardır Türkçe’den politikaya
kadar her türlü konuda ahkâm kesen bir profesörün çevirisi. Yazarların kullanmadığı noktalama işaretlerini
ne hakla kullanıyor? Durant’lar, bu paragrafta bir tane dahi nida (!) işareti
kullanmazlarken, Prof. Dr. Güvenç iki tane kullanmış. Sonra, “Ve yine din değil
midir?” diye başlayan soru cümlesi de ne oluyor? Yazının aslında böylesine
yılışık bir söz yok. Sonra, Napoleon’un sözü yine atlandı? Dürüst bir çevirici
kitapta ne varsa çevirmeye mecbur değil midir? Ve hele hele, “—tersi de
görülür, toplumculuk zayıflayınca din güçlenir!” cümlesini, kendi politik ve
sosyal düşüncesini, sanki Amerikan tarihçilerinin düşünceleri imişcesine
kitapta varmış gibi göstermek hilekârlık, yalancılık değilse, nedir? Defalarla
yazdım: kendilerini aydın sananlar, gerçek aydınlar olmaya çalışmadıkça bu
ülkenin başı dertten kurtulamayacaktır.
Her ne ise, Prof. Dr. Bozkurt
Güvenç’in Türkçe’leştiremediği, veya Türkçeleştirmek istemediği cümleleri biz
Türkçeleştirelim:
Din mutsuzlara, acı ve ızdırap
içindekilere, mahrum kalmışlara, yaşlılara, milyonlarca insanın herhangi
materyal [maddî] bir yardımdan daha değerli gördüğü tabiat-üstü huzuru getirdi.
Din, ebeveynlere ve öğretmenlere, gençlerin disiplininde yardımcı oldu.
Cemiyetin en alttaki tabakalarında varlıkları sürdüren insanlara pâye verdi,
hayatın bir mânası olduğunu gösterdi, ve emirleri ve âyinleriyle beşerî mukaveleleri,
Allah’la girişilmiş kutsal münasebetler hâline dönüştürerek topluluklarda
istikrar sağladı. Din, fakirlerin zenginleri öldürmelerini önledi. (Bu
Napoleon’un sözü idi.) Zira insanlar arasındaki tabiî eşitsizlik pek çoğumuzu
sefalet veya yenilgiye sürükleyeceğinden, bir tabiat-üstü ümit tek alternatif
olabilir. O ümidi ortadan kaldırın, sınıf harbi şiddetlenir. Cennet ve ütopya,
bir kuyudaki kovalardır: biri aşağı indiği zaman diğeri yukarı çıkar; din
zayıflayınca Komünizm yayılır.
Takdir edersiniz ki, Prof. Dr.
Bozkurt Güvenç’in “çeviri”sindeki bütün hatâları bu sayfalarda belirtmeme imkân
yok. Fakat sizi bir defa daha temin edeyim ki, aslı indeksli olmasına rağmen,
Bozkurt Güvenç’in indeksiz kitabı baştanbaşa yanlış ve eksik tercüme edilmiş.
Bozkurt Güvenç ise, bu “çeviri”sinin çok iyi olduğuna inanmış olmalı ki,
“Çevirenin Sözbaşı”nda diyor ki: “Okurlarım beğendiklerini başkalarına
söyler, eleştirilerini çevirene iletirlerse sevinirim.”
Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in bu
“çeviri”sini anlatacak tek kelime şu: skandal. Ben, bu “Önsöz”ü yazarken hem
üzüldüm hem sevindim. Üzüldüm, çünkü, Batı’yı görmüş, belki orada da okumuş bir
Türk profesörünün, oradaki üniversite hocalarının bu gibi hilelere asla
tenezzül etmeyeceğini öğrenmiş olmasına rağmen, ne yazık ki, bir akademisyende
mutlaka bulunması gereken entellektüel dürüstlüğü bu çevirisinde göstermemiş.
Sevindim, çünkü, bu hâdise, aynı yolda yürümüş olan veya yürümek isteyen
diğerlerine belki ders olur da, soysuzlaşmanın en yüksek mevkilere kadar
bulaştığı iddia edilen günümüzde, hiç olmazsa, akademik hayatımız bu
yozlaşmanın dışında kalır.
Nejat
Muallimoğlu, 1994
Ben, 1995 sonbaharında, Marmara
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi, Vakfı Yayınlan nâmına Amerikalı ilahiyat ve
dinler tarihi hocası Dr. Fred Gladstone Bratton’un Myths and Legends of the
Arıcient Near East adlı kitabını tercüme ettim. Kitap Yakın Doğu
Mitolojisi—Eski Yakın Doğuda Tanrı ve Tarih Hikâyeleri adı ile çıktı.
Kitabın tanıtım önsözünü, aynı
fakülte hocalarından Dr. Kürşat Demirci yazdı.
Yeni Şafak gazetesi, 17 Kasım 1995
tarihli sayısında “Bir Kitap” sütununda Amerikalı ilâhiyatçının kitabını ve
çevirici olarak benim de adımı vererek bir “eleştiri” yayımladı. Eleştiriyi Dr.
Kürşat Demirci yazmıştı!
Burada şöyle düşünebilirsiniz: O
sütundan sorumlu kimseler, bu efsaneleri değerlendirecek bilgiye sahip olmadığı
için, Dr. Kürşat Demirci’nin kitaptaki yazısını aynen alıp koymuşlar. Bunda
tenkit edilecek ne var? Bilâkis, okuyuculara kitap hakkında iyi bir bilgi
vermek için çok iyi yapmışlar.
Buraya kadar söylediklerinizin
hepsine katılıyorum. Ama yazı, Dr. Kürşat Demirci’nin kitaptaki önsözüne
eklenen şu beş kelime ile son buluyor: “Kitap keşke roman boyunda olsaydı.”
Müsaade edin, sorayım: Dr. Kürşat
Demirci’nin yazısını kitaptan aynen alanlar, kendilerinin olan o beş kelimeyi,
Dr. Demirci’nin kelimeleri imişcesine onun yazısına eklemeleri gerçek bir
aydının yapacağı bir şey midir?
Bilmiyorum, belki fikrî gelişmemi
Batı kültürüne borçlu olduğum için olacak, Türkiye’de hemen hemen kimseyi
rahatsız bu gibi “önemsiz” oyunlar, beni, kültürümüzün geleceğinden endişe
ettirecek kadar rahatsız ediyor.—N.M.
Bir elde
kadeh, bir elde Kur'an,
Bir helaldir
işimiz, bir haram.
Şu
yarım-yamalak dünyada,
Ne tam
kâfiriz, ne Müslüman.
Ömer Hayyam
Memleketimizde geçer akçe bir insan
tipi var: her bakımdan günün havasına uyan, nasıl olunması gerekiyorsa öyle
olan bir insan. Bu insanın sözleri, yazıları, hareketleri, sahnede rol yapan
bir aktörün hareketleri kadar ölçülü ve hesaplıdır.
Kendisini ileri bir insan sayar.
Çünkü ileri sayılan insanların nasıl giyindiklerini, nasıl konuştuklarım,
neleri sevip neleri sevmediklerini öğrenmiş, kendisini ona göre ayarlamıştır.
Hiç bir şey anlamasa, hiç bir zevk almasa da filan opera ve tiyatroya
bayıldığını söyleyecektir. Kulakları, musiki titreşimlerinin hiç birisine karşı
en ufak bir hassasiyet göstermediği, peşrevler, semâiler kadar, senfoniler,
sonatalar da gönlüne yabancı olduğu halde, kendisini şu musikiyi övüp, bunu
kötülemeye “tek ses,” “çok ses” üzerinde konferanslar vermeye mecbur sanır.
Başkalarının “ileri” dedikleri
şairleri sever, geri dediklerinden nefret eder. Tarihi kötülemek, geçmişe
sövmek vazifeleri arasındadır. Son yıllara gelinceye kadar—Fatih’i, Kanuni’yi
bile ayırmaksızın—“Bizi altı yüz sene uyutan alçak padişahlar” diye nutuklar
çekerdi.
“Günün adamı”nın en önemli
vasıflarından biri de yıllara, mevsimlere—hattâ günlere, saatlere—göre
değişebilmesi; şurada başka, orada başka olmasıdır. Bugün iktidarda olan filân
partiyi nasıl göklere çıkarıyorsa, yarın iktidardan düşünce aynı kuvvetle yerin
dibine geçirir. Görüşleri, şu dergide yazarken başka, bu gazeteye kapılanınca
başkadır.
Devrimcilik moda ise, onu en ilerde
görürsünüz. Çekinmese Süleymaniye Camii’nin bile yıkılmasını ister. Eğer bir
gün ham sofular eski nüfuzlarını kazanabilseler, cübbe giyip sarık saracağına,
oruç tutmayanların hapsedilmesi için vaazda bulunacağına eminim.
Bugün, fikir adamı ve sanatçı
geçinenlerin çoğu da maalesef bu tiptendir. Biricik meziyetleri modayı takip
edebilmeleri. . . Nasılsa “ileri” denilmiş bir şiir tarzı el birliğiyle göklere
çıkarılıyor. İleri sayılan bazı kimselerin şairlik pâyesi verdiği bazı kimseler
eller üstünde taşınıyor. Aksine söylemek kimin haddine! Gerilik, cahillik, yobazlık
gibi bir sürü sıfatı insana konduruverirler.
İleri sayılan beyler nasıl
düşünüyorsa sen de öyle düşünmeye, nasıl yazıyorsa sen de öyle yazmaya
mecbursun. Onların iltifat etmediği bir tarzda şiir yazacağına, onların
tarzında yazılmış bir şiiri kopya et daha iyi.
Esen rüzgârlara göre sağa sola
sapmadan, yolunu kendi düşünüşüne göre çizebilen; sözleri, yazıları
menfaatlarının değil, duygu ve düşüncelerinin eseri olan, şahsiyet sahibi
insanlar hor görüldüğü, tekmelendiği halde, günün adamları her zaman geçer
akçedir.
Sadece şahsiyetlerin ilerletip
yüceltebilecekleri sanat sahasında bile bunun böyle olması ne kadar acı!
Bir yenidir tutturulmuş gidiyor.
Avrupa’da birisi bir sanat tarzı ortaya atar; o yenidir. Onu bizden birisi
adapte veya kopya eder; o da yenidir. Bu adapteci veya kopyacıyı yüzlerce kişi
taklit eder: onlar da yenidir. Allahım bu ne kadar ucuz bir yenilik.
Gerçek yeni ancak bir kişinin malı
olabilir. Sonradan gelenler, ona yeni bir şey ekleyemedilerse, artık yeni
değildirler.
“Günün adamı,” hiç bir zaman yeni
olamaz. Çünkü kendisinden doğma bir şeyi yoktur. Rağbette olan şeyleri tekrar
eder.
Böyle bir adama sanatçı sıfatı da
verilemez. Çünkü sanat bir yaratmadır. Taklitçilik ve kopyacılık sanat olamaz.
Fakat günün adamları her tarafı
kaplamışlardır. Sanatçı da onlar, politikacı da onlar, ilim ve fikir adamı da
onlar!
Gerçek şahsiyetlerin o derece
hasretini çekiyoruz ki, yanlış düşünen, fakat gerçekten düşünen; saçma
söyleyen, fakat düşündüğünü söyleyen; kötü eser veren, fakat modaya göre değil,
kendi zevkine göre çalışan bir insana rastladığım zaman elini öpmek istiyorum.
Mehmet Çınarlı-
Hisar, Nisan, 1953
Yıllardan beri zaman zaman ortaya
çıkan bazı yazarların ve gazetecilerin affedilemeyecek büyük ayıp, hattâ
suçlarından biri, iyi bilmedikleri konularda ahkâm keserek okuyucularını yanlış
yönlendirmeye çalışmalarıdır. “Aydınlar mı, Aydın Geçinenler mi?—1”
bölümünde bu kimselerden bazılarının yazdıklarından uzun uzun örnekler
vermiştik. Bu, kültürümüzün müzmin dertlerinden biri olduğundan, konuya bir
defa da dönmek lüzumunu hissettim. Birazdan, gazeteci ve yazar Ahmet
Güner’in de, Türkiye gazetesi “dış politika yazarı” Mustafa Necati Özfatura’nın
Amerika’nın nasıl batacağını anlatan sözler ile ilgili bir yazısını
okuyacaksınız. Ben bu yazımda, hiç tanımadığı Amerika hakkında bir diğer
gazetecinin bir zamanlar neler yazdığından bahsedeceğim. Bu gazeteci, benim bu
satırları yazdığım sırada Sayın Cumhurbaşkanı’mızın danışmanlarından biri olan,
Hürriyet ve Cumhuriyet gazetelerinin yıllarca Ankara başmuhabirliğini yapan
Cüneyt Arcayürek’tir. Aşağıdaki satırlar 1973’te yazıldı:
. . . Hâlen yayımlanıyor mu,
bilmiyorum: 1971 yılı yaz aylarında New York’ta, Anavatan isimli onbeş günlük
bir gazete çıkıyordu. Gazetenin adresi de Türk Haberler ve Turizm
Bürosu’nunkinin aynı idi. Gazetenin 4 Ağustos 1971 tarihli (sayı 2) nüshasında
Cüneyt Arcayürek’in “Alo, New York burası Ankara” başlıklı bir yurt mektubu
yayımlandı.
İngiliz devlet adamı ve yazarı
Chesterfield, “Zayıf bir kafa mikroskop gibidir,” diyor. “Küçücük şeyleri
büyültür, fakat büyüklerini sığdıramaz,” sözünü ispat etmek istercesine, bu
gazeteci şöyle kelâm buyuruyor:
Resmî istatikler, suç olaylarının
son yedi yıl içinde yüzde 88 oranında çoğaldığım gösteriyor. 100 milyon silah
şu anlarda özel ellerde. 1957 yılındaki 1,400,000 ağır suça mukabil, 1967
yılında 3 milyon 760 bin ağır suç olayı. . .
Tahminde tereddüt etmiyorum. 12 Mart
[1960] sonrası, Türk hükümetinin ileri gelenlerinin sözlerini gazetelerimizden
bölük bölük izlemiş olanlar, Türkiye’nin bir “silah deposu” haline getirilmiş
olduğunu bilenler, yukardaki rakamlar karşısında ürperti geçirmişlerdir.
Haklıdırlar. Ancak yanılmaktadırlar.
Resmî istatistiklerin sonuçları, Türkiye’ye değil, A. B. D.’ne aittir. Sizlerin yaşamakta olduğu Sam
Amca’nın ülkesine ve çocuklarına. Fakat anlaşılmayan bir çelişkiye dikkati
çekmek için o satırları yazmışımdır. [Gazetecinin Türkçe’sini aynen aldığımı
bir kere daha belirteyim.] Bu Birleşik Amerika Devletleri’ndeki baskı grupları
ne güne duruyorlar, yüz milyon silahlı insanın bir gün patlayacağını nasıl
hesaplamıyorlar, nasıl olup da Nixon hükümetini seçimden önce çekilip gitmeğe
zorlamıyorlar? [italikler eklendi.]
Şeyh Sadi’nin Gülistan’ında şöyle bir
söz var: “Sen eğer koç
ile toslaşırsan, çok geçmeden alnının parçalandığını görürsün. Aslana pençe,
kılıca yumruk vurmak akıllıların işi değildir.” Gelin görün ki, bu memlekette
adlarını baş sayfalarda gören insanlar arasında, su katılmamış cehaletlerine
rağmen, allâmeliği de elden bırakmayanlar, kılıca yumruk atanlar var. Kim
demiş, boş çuval dik durmaz, diye?
Churchill, “İtfaiye ile ateş
arasında tarafsız kalamam,” der. Amerikan politik sisteminin işleyişi
hakkında zerrece bilgisi olmamasına rağmen, Amerikan halkına ders vermek
yetkisini kendinde bulan bir kimseye—kim olursa olsun—saçmalıklarını yüzlemek
lâzım. Aksi takdirde, bu insanların, bilgisizliklerinin dozunu arttırarak
boylarından büyük işlere karışmaları önlenemez.
Amerika’da, vaktinden önce seçime
gitmek diye bir şey yoktur. Genel seçim sonunda işbaşına gelen hükümet (Amerika’da, devlet ve hükümet
başkanlığı aynı şahsın üzerindedir) müddeti dolana kadar vazifesinde kalır.
Cumhurbaşkanı seçimi her dört senede bir Kasım ayının ilk Salı günü yapılır.
(Şayet Salı, Kasım’ın birinci gününe düşüyorsa, seçim bir hafta sonraki Salı’ya
aktarılır.)
Cumhurbaşkanları ve yüksek rütbeli
devlet memurları ancak, irtikâp ettikleri vahim suçlar ispat edildiği takdirde
vazifelerinden uzaklaştırılır. Senato tarafından muhakeme edildikten sonra. Bu
bir!
Amerikan halkının elindeki silâhlara
gelince: gerçekten milyonlarca silâh özel ellerdedir. Fakat ceffelkalem bir
takım hükümlere varmadan önce bilmek gerekir ki, Amerikan Anayasası’nı
yorumlayanlara göre (aksi ispat edilmediğine göre, bu yorumları şimdilik doğru
olarak kabul etmek mecburiyetindeyiz), Amerikan halkının silâh taşıma hakkı
ona, Anayasa’nın bahşettiği haklar arasındadır. Bu iki!
Nüfusu 210 milyon olan (Avrupa’dan
büyük) bu vâsi kıt’ada çok zengin av hayvanları vardır. Sonra, son yallarda, bu
kitapta bahsettiğim gibi, Amerika’da suçlar çok arttı. Bundan böyle, onbinlerce
insan, sadece kendilerini savunmak için silâh taşımaya başladılar. Pek çok
şehir ve kasabalarda, kadın-erkek herkese tabanca kullanmasını öğretmek için kurslar
açılmakta. Bu üç!
Bütün bunları bilmeden, bir gazeteci
nâsıl olur da, oturduğu yerden böylesine “otoritatif’ bir mektubu kaleme
alabilir; masa başından, “Sam Amca’nın ülkesi”ne ders vermek yetkisini
kendisinde nasıl görebilir? Her şeyi bilir ve her şeye kaadir sanılan bu
insanlar silâh sayısının artmasıyle Cumhurbaşkanı Nixon arasında bir ilişki
olamayacağını bilmiyorlar mı? Bu gazeteci, Amerikan rejiminin parlamenter bir
rejim olmadığını, federal bir sistem olduğunu da mı bilmiyor? Her eyaletin
kendine özgü kanunları vardır. Cumhurbaşkanı’nın mahallî hükümetler üzerindeki
yetkisi hemen hemen sıfırdır. Öyle ki, küçük bir kasabanın belediye başkanı bir
Cumhurbaşkanına, “cehenneme kadar yolun var!” da diyebilir—diyenler de oldu.
. . . Cihad Bey, gazetelerde çıkan
yazılar artık güldürücü olmaktan çıkı-yor, gerçekten zararlı da oluyor. Öyle
yazarlar var ki, sanki, “Sen bir garip Çingenesin, nene gerek gümüşlü zurna?”
sözünü hiç işitmemişcesine tamamiyle cahili oldukları konularda dahi otoritatif
yazılar yazmak yetkisini kendilerinde buluyorlar.
Nejat
Muallimoğlu- “Cihad Baban’a
Açık Mektup,” Bir Türk Vatana Döndü, 1973
ABD panik içinde. Washington’da
kıyametler kopuyor. Beyaz Saray, Pentagon, Wall Street, New York Borsası, FBI,
CIA, State Department tam bir kargaşa yaşıyorlar. NBC, CBS, ABC, ve CNN gibi
büyük televizyon şirketleri ile Ne w York Times, Washington Post, Wall Street
Journal gibi gazeteler Amerikan halkına dönük yayınlarında kesin uyarılar
yapıyor, tüm halkı, hükümetin almakta olduğu olağanüstü hal kararlarına uymaya
çağrıyorlar.
ABD Başkanı Clinton, Süleyman
Demirel’i Çankaya’da arayarak, Türkiye gazetesinin 11 Eylül Cumartesi
nüshasının “Dış Politika” başlıklı ve Mustafa Necati Özfatura imzalı
köşesinde çıkan bir haber üzerine acele olarak bu zatla konuşulmasını, ABD’nin
birkaç yıl içinde batacağı şeklinde bilgiyi nereden aldığının kendilerine
ulaştırılmasını rica etti. Clinton, Demirel’e, 250 milyon Amerikalının
hayatının söz konusu olduğunu belirterek, “Sayın Başkan, bize yardım ediniz;
bu çok değerli köşe yazarı beyle bizzat siz konuşunuz. Bu kadar kısa sürede
niçin ve nasıl batacağımızı, bunu önlemek için ne gibi tedbirler almamızı
kendisinden öğreniniz. Biz, üç kişilik bir aileyiz. Sizden kendim, kızım, ve
eşim Hillary için bir şey istiyorsam namerdim; 250 milyon Amerikan vatandaşı
için, onların hayatı için size yalvarıyorum,” dedi.
Bu arada, Türkiye gazetesinin 11
Eylül tarihli sayısının “Dış Politika” başlıklı köşe yazısının fotokopileri
Amerika’nın en büyük şehirlerinin meydan ve caddelerine, metro istasyonlarına,
hava alanlarına asıldı. Her beş dakikada bir, yüzlerce TV istasyonunun
yayınlarında ekrana aksettirildi. 250 milyon Amerikalı’yı ölümle burun buruna
getiren, yaşama ümitlerini söndüren bu yazıda, Mustafa Necati Ozfatura isimli
Türk yorumcusu şöyle diyordu:
“Çok yakında BDT dağılacaktır. Ve Rusya
Federasyonu da Sovyetler Birliği gibi yıkılacaktır. Yeltsin, Stalin kâfirinden
daha tehlikelidir. AT dağılacak ve ABD yıkılacaktır. . . Yaşlanmış Avrupa (59
milyon kişi 60 yaş üzerinde) ve ahlâksız gençleri ile Avrupa komadadır, çökmesi
an meselesidir. ABD’nin yıkılışını hızlandırmak için, onun içinde bulunduğu
ekonomik bunalımı hızlandırmak için ABD eşyalarına İslam dünyası boykot
açmalıdır. Batının çöküşü silah ile olmaz. Onun para kaynaklarını kurutmakla
olur. . . 21’inci asrın Türk ve İslam dünyasının asrı olmasını, ABD AT İsrail,
Rusya önleyemeyecektir. Ve bu güçler, 21’inci asrın ilk çeyreğinde, en geç
2025’te olmayacaktır. Ömrü olan görecektir. (Bu yazıyı saklayınız.)”
Yazıdaki, ABD eşyalarına boykot
açılması teklifi ise Coca Cola, Pepsi Cola Chrysler, Ford, GMC, Westinghouse,
IBM, ITT, Texkon gibi dev şirketlerin yönetim kurullarının âni olarak
toplanmasına yol açtı. Bu boykotun uygulanması hâlinde, sayın yazarın
belirlediği 2025 yılına bile varmadan ABD’nin yıkılacağını bilen şirket
yöneticileri, 1929 ekonomik krizi paniğinin bir benzerini yaşarken, milyonlarca
işçi de fabrika kapılarına dayanarak, ABD batmadan önce tazminatlarını alıp son
günlerini aileleriyle birlikte tatil yaparak geçirmek için patronlara baskı
yapmaya başladılar.
Bu arada, uzaydaki ABD uydularından
NASA’ya mesajlar geliyordu: Bippp, bippp. . . Dönelim mi? Yoksa Amerika’yı,
birkaç kişi de olsak, burada yaşatmaya mı devam edelim? Bippp, bippp. . .
Holywood da olaya kendi çıkarı
açısından yaklaşıyordu. Uyanık Musevi Spielberg, hemen Çiçek Bar’daki Yeşil Çam
emekçilerine telefon ederek, “Mr. Özfatura’yı bulun, ABD’nin batış, mahvoluş,
yokoluş filmini çekmek isterim. Acaba konunun film hakkını bana satar mı?” diye
sordu.
Clinton, Demirel’in verdiği,
“Söylemişse söylemiştir. Ben Enver’le görüştüm, ‘Kulak asma,’ dedi, ama yine
sen bilirsin gardaşım,” cevabından tatmin olmayınca, CIA başkanına son
talimatını verdi:
“Ben, Fort Knox’un acele boşaltılmasını
ve 21’inci asrın devleti olacağı belirtilen, ve ABD, Avrupa, İsrail ve Rusya
battıktan sonra ebediyen yaşayacak olan Türkiye’ye taşınmasını istiyorum. Bu
altınları orada kime emanet edelim, hemen öğren.”
Bir dakika sonra, Beyaz Saray’ın
bilgisayar ekranlarından iki isim geçmeye başladı: “The most trusted man in
Turkey is Mr. Cavit Çağlar, and after him, is Mr. Emin Hattat.”
Aynı saatlerde acele olarak toplanan
Pulitzer Komitesi de son ödülünü, Hazreti Âdem’den bu yana en çarpıcı ve en
şaşırtıcı haberi yazan Türk gazetecisi Mustafa Necati Ozfatura ile Ortadoğu,
Balkanlar, Avrupa, Asya ve Amerika’nın aşağısında ve yukarısında huzuru
sağlayan Türkiye gazetesine vermeyi kararlaştırdı. . .
Evet, olay budur. Toroslar’da keçi
otlatan, okuması, yazması yok çobanın bile daha sağlıklı bilgi sahibi olduğu
bir konuda böylesine yazılar yazılır ve yayınlanırsa, çocukça temennilerle
ciddi iddialar birbirine karıştırılırsa, ve bunlar da yüzbinlerce okuyucuya
bilgilendirmek iddiasıyle aktarılırsa, Türkiye ‘nin Balkanlar’da,
Azerbeycan’da, Ortadoğu’da, hattâ kendi coğrafyasındaki basit zabıta
vakalarında bile apışıp kalmasına şaşmamak lâzım. (Aynı gazetenin yazarlarından
tarihçi Yılmaz Öztuna da, 1974’te Hayat Tarih Mecmuası’nda ve 1977’de de Son
Havadis gazetesinde “Çatırdayan İmparatorluk” başlaklı yazısında ABD’nin
çökmesinin gün meselesi olduğunu yazmıştı.)
Ne hazindir ki, öfkelerimizi,
nefretlerimizi birer tekme hâline getirip gerçeklerin kıçına vurarak gündemden
çıkarıp atıyor, sonra da çevremizde olup bitenlere aptal aptal bakıyoruz. . .
Ahmet Güner- Tercüman, 17 Eylül, 1993
***
Ahmet Güner’in yazısından sonra,
Türkiye gazetesi “Dış Politika Yazar'nın, “Toroslar’da keçi otlatan, okuması,
yazması yok çobanın bile daha sağlıklı bilgi sahibi olduğu bir konuda”ki
yazılarına son vereceğini sanıyordum.
Bildiğim kadarı ile tâ 1990’dan bu
yana “şer ve fesat yuvası Amerika”nın içinde çırpındığı ahlâksızlık bataklığı
içinde boğulacağını, Afrika’daki ormanları yok ederek kıtayı çölleştirdiğini
anlatan (evet, evet, B. Özfatura bir diğer yazısında Afrika’yı Amerika’nın
çölleştirdiğini de yazdı), günde 500,000 tane satılan bir gazetedeki
zırvalarına belki artık son verir diye düşündüm. Ama yanılmışım, Amerika
gerçekten bir çöküntüye doğru gidiyormuş, ve bu “rezil ve sefil” bu “ahlâksız,”
ülkeye ölüm darbesinin de “Toros dağlarının güneye bakan eteklerinde
vurulacağını, Amerika’nın “Türkiye’deki uşakları”na söyledi. Evet, yanlış
anlamadınız. Amerika’nın sonu, Toroslar’ın Güneye bakan eteklerinde gelecekmiş!
“. . . Ama döktüğü kanda ABD kendini
boğacaktır. Anadolu’nun Toros dağlarının güneye bakan eteklerinde yanlış
anlamadınız 1 milyon ABD askerinin murdar cesetleri ile bu temiz
topraklarımızın altı kirlenecektir inşallah. Beni o zaman hatırlayıp ruhuma bir
fatiha-ı şerif hediye edin.”
Dış Politika Yazarı, Amerika
hakkındaki herzelerine ara vermeksizin devam etmiş olmalı ki, bir gün tesadüfen
elime geçen bir yazısının (Türkiye, 9 Temmuz, 1994) başlığı şöyle idi: “ABD
ekonomisi çöküyor.”
Onun bu yazısının çıktığı tarihten
iki ay geçecek, 8 Eylül, 1994 tarihli Cumhuriyet, Lozan İşletme-Geliştirme
Enstitüsü’nde hazırlanan ve dünya Ekonomik Forumu tarafından yayımlanın yıllık
Dünya Rekabet Raporu’nda bahsedecekti:
“Dünyada rekabet gücü en yüksek ekonomilerin
başına, uzun süredir bu unvanını muhafaza eden Japonya’nın yerine ABD ekonomisi
geçti. İş dünyası ve yatırımlar için temel anahtar olarak kullanılan . . .
yıllık Dünya Rekabet Raporu’nda bu yıl ilk sırayı ABD aldı.”
İşin acıklı tarafı şu ki, bu ülkenin
kaderinde söz sahibi olacak pek çoklarının, çevremizde ve dünyada olup bitenler
hakkında bütün “bilgi”leri de, bu ve onun paralelindeki “gazeteci”lerin
yumurtladıkları herzeler.
Nejat
Muallimoğlu
Ahmet Güner, “Bu adamların fikirleri
olamaz” başlıklı yazısında (s. 79), 1960’ların ve 1970’lerin azılı denecek
kadar aşırı eylemci solcularından bahsederken diyordu ki: “Türkiye’de son
yıllarda ne kadar ahlâksızlık ve sahtekârlık olmuşsa, hepsi de solculuk adına
yapılmıştır.”
Ben de, “Dün Marksist’tiler, bugün
Kapitalist “başlıklı yazımızda (s.8589) dünün adaletçi, hürriyetçi, kardeşlikçi
“devrimciler”in günümüzün Türk kapitalizminin en ateşli savunucuları
olduklarını yazmıştım.
Cumhurbaşkanı Ozal’ın kuyruğunu
yapışarak rüyalarında göremeyecekleri nimetlere kavuşan bu insanlardan
bazıları, Turgut Özal’ın birinci ölüm yıldönümünde (17 Nisan, 1994)
televizyonda, Turgut Özal’ı öylesine övdüler ki, hayret etmemek elde değildi.
Meğer Türkiye, ancak Özal sayesinde Türkiye olmuşmuş, bir dünya ülkesi
olmuşmuş; halk büyük lider Ozal’a perestij ediyormuş vs. vs. . . .
Aşağıda, devrimcilikten “Özalizm”e
istihale eden bir başkası tanıtılıyor.
Bir Zamanlar, O da Devrimi Çok
Sevmişti
. . . Şimdi otuyacağız mektup, bugüne
kadar aldığımız mektupların en ilginçlerinden biri. . . Okuyun!
Sayın Hasan Pulur, geçtiğimiz
haftalarda, Fiesta adlı dergide köşe yazarı olmak isteyen gençlere bazı
tavsiyelerde bulunmuştunuz. İsmail Cem’e ait olan “Kesip Sakladığınız” eski
fikirler taşıyan, eski yazıyı bazı yazarları iğnelemek için okuyucularınıza
sunuyorsunuz.
Usta bir kalem olduğunuz
tartışılamaz. Siz günümüz gençlerine ne öneriyorsunuz? Aman namuslu olun,
kimsenin size sunacağı olanaklardan istifade etmeyin. Gerekirse aç kalın,
sürünün. . . Bu şan size yeter!
Evet Sayın Pulur, yeter. . . Size ve
eskimiş fikirlerinize yeter artık! Bırakın insanlar bu dünyanın nimetlerinden
yararlanmadan ölmesinler Hep gelecek kuşaklar için çalışıp, gün yüzü görmeden
yok olup gitmiş insanları gençlere örnek olarak sunmayın.
Ben de zamanında bu türlü “enayiliklerin”
fırtınalı denizinde bol bol akıntıya kürek çekmiş biri olarak, şimdi korkusuzca
ifade edebiliyorum. Biz 68 kuşağıyız. . . Türkiye’yi kurtaracaktık. Denizler,
Mahirler, Ulaşlar, Sinanlar, Yusuflar. . . Biz onlardık işte!
Sonra ne oldu? Kimimiz öldürüldü,
kimimiz asıldık, kimimiz hapislerde gençliğimizi tükettik.
Hiç sormadık: Ey halkım, sen
kurtulmak istiyor musun? Zaten sorsaydık, eminim ki “hayır” cevabını alacaktık.
Halkın kurtulmaya niyeti yok! Bari
bırakın, kendini kurtarabilecek olanlar kurtarsın. Hayır, ona da izin yok!
Biz, o zamanlar hür teşebbüsün gücünü
görememiştik. Gerçi siz ve bir kaç “eski tüfek” hâlâ göremiyorsunuz ya, neyse.
. . İnsanların girişim yeteneklerini köreltmemeliyiz.
Bir kısım meslekdaşlarınızı
“yağdanlıklar” diye karalıyorsunuz. Yok, efendim, iş takipçiliği yapıyorlarmış.
. . Kredi bağlantıları sağlıyorlarmış. . . Falan filan. . .
Değerli üstad, bir gazetecinin
patronu için iş takip etmesinin ne zararı olabilir? Bir emekçi olarak, patronu
için çalışmıyor mi? Bir kere, o işin içinde bir gazetecinin bulunduğunu
bilenler asla usülsüzlük yapamayacaklardır. Zaten gazeteci böyle bir şey
sezdiğinde bunu derhal yazar.
Siyasiler birbirleriyle bir diyalog
kuramıyorsa, bir gazeteci bu hattı açıyorsa, bunun kime zararı olabilir? Hem
siyasette diyalog eksikliğinden yakmıyoruz, hem de bu kanalları açanları
“bohçası kadın” diye eleştiriyoruz. Siz tutturmuşsunuz, gelenekler, görenekler,
ahlâk, namus, vs. gibi şeyler. Bunlar da tamam, ama sırf namusla da yaşanmıyor,
değil mi? Ayrıca, namus da görece bir kavram. Sizin hâlâ anlamamakta ısrar
ettiğiniz olgular, bugün dünyada iş yaşamının temel dinamiklerini oluşturuyor.
Buna karşı durmak mümkün mü?
Sayın Pulur, sizin, Türkiye’de önemli
bir gazeteci-yazar olarak çok faydalı göreviniz olduğu muhakkak. Ama gençlere
“dinozorluk” önermekten vazgeçmelisiniz.
Yeni dünya düzeninin yarattığı
yükselen değerler fırtınasının gezegenimizi nasıl sardığını görmüyor musunuz?
Koskoca Sovyet imparatorluğu, kurtuluş umudunu Batı’dan gelecek “yuppi”lere
bağlamış. . . Dört gözle yabancı sermayeyi bekliyor.
Bölgesel savaşlar yeni yeni olanaklar
yaratıyor. Silah sanayiinin ihya olmasının ardından inşaat sanayii bu bölgeleri
ihya edecek. Bu altüst oluşta biz nerede bulunacağız? Türkiye emperyal bir rol
üstlenerek, bölgede bir güç odağı mı olacak, yoksa 70 yıllık pısırık dış
politikanın pasifizminde silik bir devlet olarak mı kalacak?
Bilemiyorum, size “bir şeyler”
anlatabildim mi?
Saygılarımla.
Siper Kızılkaya.
Not: Size 25 yıl önceki kod adımla
yazıyorum. Şu anda benim gurur duyduğum geçmişim yakın iş çevremde biliniyor.
Uluslararası iş bağlantıları olan orta çapta bir iş adamıyım. Geçmişimizden bu
kadarcık illegalite de kalsın müsaadenizle. . .
Aziz okurumuz, zahmet buyurup,
kendisini eski kısa kod adiyle tanıtmak istemiş. Oysa biz onu o kadar iyi
tanırız ki! Bir zamanlar “devrim” için çarpışıp, sonra biletli konferanslarda
“Özalizm”i anlatan “O” değil midir?
Bir zamanlar elde silah, “tek yol
devrim” için dövüşürken, Coca-Cola içenleri “Amerikan emperyalizminin uşakları”
diye suçlayan, sonra hidayete erip, “tek yol”un devrimden değil, paradan
geçtiğini anlayınca, viskinin markasını seçen “O” değil midir?
Bir zamanlar, elindeki pankarttan,
ağızındaki slogandan hiç düşürmediği sadakat, dürüstlük, adalet gibi kavramlara
Makyavel’i bile mezarında hortlatarak, “Dürüstlük enayiliktir, sınıf yoktur,
yaşam tarzı vardır; adaletmiş, sömürüymüş,-faziletmiş, bunlar boş şeylerdir,”
diyen “O” değil midir?
Evet, biz “O”nu çok iyi tanıyoruz.
“Biz devrimi çok sevdik!” dediği gün-den beri!
O gün devrimi çok sevenin, bugün,
“Bağımsızlıkmış, ulusal onurmuş, bunlar içi boş laflardır!” diyebileceğini hiç
düşünebilir miydik?
Hasan Pulur-Milliyet, 19 Ağustos, 1994
Yolumuzu peylemeden
Özden ayırdılar bizi.
Sevgimizi söylemeden
Gözden ayırdılar bizi.
Zamanı dize getirdik
Nice olmazlar bitirdik
Neleri neleri yitirdik
Hızdan ayırdılar bizi.
Arasaydık yitik çağı
Bulurduk kutsal kaçağı
Sevincin ezel çiçeği
Nazdan ayırdılar bizi.
Yarınları yoka saydık
Ortak gülüşlere kıydık
Nerede şeytana uyduk
Hazdan ayırdılar bizi.
Renkler çiçeğini boğmuş
Mısra sözcükleri sağmış
Hakkın eli kime değmiş
Gizden ayırdılar bizi.
Işıktan kaleler aldık
Rüyaları gerçek bildik
Yitik kahramanlar olduk
Sizden ayırdılar bizi.
Gönül gücümüze uyduk
Sevdalardan hırka giydik
Düşüncenin kaynağıydık
Sözden ayırdılar bizi.
Mehmet Zeki
Akdağ-Uzunhava
Sh: 967-983
Kaynak: DÜŞÜNEN İNSANA HAZİNE,
Editör: Nejat Muallimoğlu, 1996, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar