ELEŞTİRİNİN SORGULANMASI, ATİLLA İNAN, DENEME YAZILARINDAN
2000
YILI AF YASASI VE HAPİSHANE OLAYLARININ İÇYÜZÜ
Aralık 2000 yılında gerçekleştirilen af
olayının gündeme getirilmesinin nedeni Rahşan Hanıma bağlanır. Rahşan Hanımın
demeçlerinin ince bir planın parçaları olduğu anlaşılır. Rahşan hanımın “tam
istediğim gibi oldu” veya “istediklerim hiç gerçekleşmedi” gibi
sözleri af yasası ile hapishanelerin devlet denetimine alınması bunun
gerçekleştirilebilmesi için (F) tipi ceza evleri uygulaması çok kolaylaşmıştır.
Ramazan Bayramına affın yetiştirilmesi
gerekiyordu. Liderler affın bayrama yetiştirilmesi konusunda demeçler
vermişlerdi. Yasa tasarısı meclis komisyonlarından ve genel kurulundan jet
hızıyla geçti. Ancak Cumhurbaşkanı eşitlik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle
yasa tasarısını meclise iade etti. Yasa tasarısının yeniden veto edilmemesi
için meclisten değişikliğe uğramaksızın geçmesi gerekiyordu. Meclis ve
komisyonları gece gündüz çalışarak tasarıyı yetiştirdi. Yasa
21 ARALIK 2000
tarihinde resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe sokuldu. Hükümet af konusunda
sözünü tutmuştu. Ancak
hükümetin af ile birlikte gerçekleştirmek istediği başka çalışmaları da vardı. Her şeyden önce
hapishanelerde devlet otoritesini yeniden kurmak istiyordu. Yıllardır
hapishaneler teröristlerin kaba kuvvetle oluşturduğu bir otoritenin kontrolü
altındaydı. Büyük koğuşlardan oluşan hapishane düzeninde birden fazla teröristin
bir koğuşta toplanması önlenemiyor, onlar da örgütlenerek koğuş yönetimini ele
geçiriyorlardı. Bu durumdan kurtulmanın yegane çözüm yolu küçük koğuş esasına
dayanan (F) tipi ceza evleri projesiydi. Hükümet af yasasından istifade
ederek (F) tipi ceza evlerine geçiş için fırsat buldu. Çünkü af yasası
sonucunda bir kısmı tahliye edilecek mahkûmlarla direnişçilerin sayısı ve gücü
oldukça azaltılacaktı.
Bir şeyler sezen
teröristler (F) tipi ceza evlerini protesto eden direnişlere geçtiler. Ölüm oruçlarına başladılar.
Bununla da kalmayarak toplu gösteri ve direnişlere başladılar. Artık hükümetin
aradığı zaman gelmişti yurt çapında yirmi hapishanede plan uygulanmaya
başlandı. Otuza yakın mahkûmun ve iki askerin Ölümüyle sonuçlanan operasyon
sonucunda hapishanelerde düzen kurulabilmesinin ilk adımı atılarak azılı
mahkumlar (F) tipi ceza evlerine yollandılar. Direnişçiler kendi İstekleriyle
ölüm orucu tuttuklarını söyleyip kendi özgür iradeleriyle kendilerini amaçları
için yaktıklarını İleri sürerken yalan söylüyorlardı. Bunu kendisini ateşe
veren bir direnişçinin teröristlerden kurtulduktan sonra çırıl çıplak soyunarak
jandarmaya sığınışını gördüğümüzde idrak etmemek elde değildi. Meğer ölüm orucu
kendini yakma eylemleri idealist bir davranış değil zorla yaptırılan işkenceler
daha doğrusu insanlık dışı canavarca olaylarmış. İlk bakışta masum gibi görünen
davranışların iç yüzü çok korkunç.
Eğer af yasası
çıkarılmasa teröristlerin denetimi altında olan cezaevlerini düzene sokmak
olanaksızlaşacak. Çünkü bazı mahkûmlar af’dan yararlanacağı için mahkûmların
direnişi büyük ölçüde zayıflamıştı. (sh:
101-102)
DOLMUŞ
ÜZERİNE
Dolmuş Türkçe’mizden
başka dillere de geçen bir kelime. Bir işletmecilik yöntemi olarak başka
ülkelerde de kullanıldığı söylenir.(!!) Sosyolojik olarak bize özgü pek çok
özellikler taşır. Bu özelliklerini toplu gereksinime dayanması, pratik bir
yöntem olması, ekonomik olması ve zamana pek umursamaması şekillerinde
özetleyebiliriz.
Dolmuşlar bireyin değil toplumun
ihtiyacından kaynaklanırlar. Toplumsal bir gereksinimin özel bir girişim
yöntemiyle karşılanması biçimidir. Toplumsal gereksinimler resmi kurumlarca
karşılandığında yozlaştığı, bozulduğu halde halkın katılımıyla gerçekleşen özel
girişimcilikte bir yozlaşmanın olmadığı görülür.
Bir karşılaştırma yapılırsa kamu toplu
taşıt araçlarında çeşitli meslek ve yaş gruplarına ayrıcalıklar tanınarak
indirimli ve bedava taşımalar söz konusu olduğu halde dolmuşçulukta bundan söz
edilmez. Dolmuşçuluk en ekonomik ve kazançlı yöntemi bulma imkânını bulduğu halde
belediyelerin toplu taşıt işletmeleri zarar etmektedir.
Gerçekten pratik bir yöntemdir. Önceden bir
örgütleşmeyi gerektirmemiştir. Planlı ve düzenli değildir. Her şeyden önce bir
kalkış ve varış tarifesi söz konusu değildir. Metro, otobüs, tren işletmelerinde
olduğu gibi özel bir örgütlenme biçimi, planı, düzeni söz konusu değildir. Kamu
hizmeti yapmasına karşın bir özel girişimcilik örneğidir.
Dolmuş ekonomiktir. Hem işletmeci hem
vatandaş açısından böyledir. Organizasyonda tek ek giderin değnekçi ücretleri
olduğu söylenebilir. Kuşkusuz değnekçiler dolmuş seferlerini sıraya ve düzene
koymak karşılığında bir bedel alırlar. Değnekçi ücreti de duraktaki dolmuşlar
arasında paylaşılınca bunun ulaşım giderlerine etkisi fazla bir miktara
ulaşmaz.
Dolmuş bedellerinin ekonomikliği diğer
ulaşım araçları ile karşılaştırılınca toplu taşım araçlarına benzer. Yani çok
az bir farkla belediye otobüslerine ödenen bedel gibidir. Ancak belediye otobüsleri hep zarar ettiği halde, özel
teşebbüs şeklinde yürütülen dolmuşçuluk gelişerek devam etmektedir.
Dolmuşa binmek için zamana karşı umursamaz
olmak gerekir. Bu durum özellikle dolmuşların dolması için gerekli bekleme
süresinden kaynaklanır.
Eğer dolmuşa ilk binerseniz bekleme süreniz
daha fazla olacaktır. Ancak dolmuşa son binen de siz olabilirsiniz. O zaman hiç
beklemeksizin hareket edersiniz. Bekleme süresi biraz da günün vakitlerine göre
değişir. Trafiğin yoğun olmadığı erken ve geç vakitlerde dolmuşta bekleme
süresi daha fazla olur. Eğer trafiğin yoğun olduğu zamana rastlarsanız dolmuş
sizi değil siz dolmuşu beklersiniz. Çünkü o vakitler dolmuş durağında uzun
kuyruklar oluşur. Beklemek dolmuş hareket edinceye kadardır. Dolmuş hareket
edince, usta bir şoförün sizi gideceğiniz yere en kısa zamanda götürdüğünü
görür adeta uçurduğunu sanırsınız.
Dolmuş bu gün teker teker yolcu alıp
dolunca yola çıkan minibüslerin adıdır. Dolmuşun özelliğini vurgulamak benzeri
taksi otobüs gibi ulaşım araçlarıyla farkını vurgulamak gerekir. Taksi kent
içinde sizi söylediğiniz yere götüren otomobildir. Ekseriya sürücü hariç dört
kişiliktir. Bir kişi binseniz de dört kişi binseniz de aynı parayı verirsiniz.
Taksiye birlikte binilmişse binenler arasında genellikle eskiye dayanan
akrabalık veya arkadaşlık şeklinde bir ilişki olur. Taksi bedelini bir kişi
öder. Taksi dolmuşa göre daha pahalı ve lüks bir ulaşım aracıdır. Son yıllarda
taksilere bir alet konularak mesafeyle orantılı bir bedel hesaplama yöntemi
getirilmiştir.
Otobüslere gelince, bunlar en yaygın toplu
ulaşım araçlarıdır. Belirli duraklardan kalkar, belirli güzergâhı izlerler.
Bedelleri en ucuz olan araçlardır. Her ne kadar tarifeli araç olmaları gerekip
belirli bir zamanda kalkıp belirli bir zamanda bir yere varmaları gerekirse de
zamanımızda tarifeli olma özelliği kalmamış adeta dolmuşlaşmışlardır.
Otobüslerle dolmuşlar arasında görünen bir fark da dolmuşlar on beş kişilik
minibüsler olduğu halde otobüsler en az oturarak 40 kişi alabilirler. Ancak şunu belirtmekten geçemeyeceğim, dolmuşlarda ayakta
yolcu taşınması halinde ceza kesildiği halde otobüsler için böyle bir sorun
olmamaktadır.
Nedense dolmuşların motorlu kara taşıtların
icadından sonra bulunduğu ve geliştiği düşünülür. Böylesine kültürel
özelliklerimizi taşıyan, zamanı göz ardı ederek özel gelişim eliyle toplu
ulaşım sağlayan bu tür ulaşım araçlarının kökeninin daha eskilere dayanacağını
söylemek yanıltıcı olmaz.
Nitekim XVI. yüzyılda yaşamış Şair Bâki’nin
bir dizesinde bir ulaşım aracı olan “tolmuş”dan söz edilmektedir. Baki
söz konusu dizesinde;
“Kenar-ı
ıyş u saf aya geçilse tolmuş ile
Pür olsa
yine meyi hoş-güvar zevrakda”
demektedir.
Bu dizede adı geçen “tolmuş”;
gerekli yolcu sayısı tamam olunca müşterileri karşı yakaya geçiren sandalın
adıdır.
Bugünkünün aksine eskiden deniz ulaşımı için kullanılmaktaydı. Görülüyor ki
kültürümüzde dolmuş eskiden beri vardı, motorlu kara ulaşımı araçları
gelişinceye yeni bir biçim aldı. Kuşkusuz halkımızın toplu gereksinimlerini
karşılamak için merkezi yönetimlerin organizasyonları yerine özel
girişimciliğin bulacağı pratik çözümler farklı farklı biçimlerde ortaya
çıkacaktır. Kanımca dolmuşçuluğu sadece ulaşım alanında değil, toplu
gereksinimlerin söz konusu olabileceği birçok alanda uygulama olanağı vardır.
(sh: 120-122)
KİŞİ
HAKLARINA SAYGI
En Yüce bağışlayıcı (Erhamür-rahimin) olan
Allah bana kul hakkı ile gelmeyin, bana olan borçlarınızı bağışlayabilirim ama
başkalarına olan borçlarınızı bağışlamaya gücüm yetmez der.
Bütün büyük ahlakçılar peygamberler kişi
haklarına yani adalete çok saygılı olmuşlardır. Konfüçyüs’e göre ahlakın esası
kişi haklarına saygıdır. Konfiçyüs “Yüksek insan adaleti
(Yi) anlar, alçaklar da menfaati (Lı)” der. Yüksek insan
adaletli yani ahlaklı kişidir. Bütün ahlak öğretisi ise (Yi) ile (Lı) yı ayırma işlevidir.
Sokrates de baldıran zehri ile mahkum
edildiğinde kişi haklarına saygının örneğini vermiştir. Baldıran zehri yavaş
yavaş onun yaşama gücünü yok ederken yüzündeki örtüyü açıp yakını Krıton’a “Asklepios’a
bir horoz borçluyuz, parasını ver unutma!” der. Kritos’un “peki,
olur”
sözünü işittikten sonra gözlerini yumar.
Dinimizin kurucusu Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellemin bütün yaşamı adaletli davranmaya ve kişi haklarına saygıya
dayanmıştır. Bu yüzden ikinci adı “Emin” olarak söylenmiştir. Onun kişi
haklarına saygısının derinliği konusunda aşağıda anlatacağımız olay hepimize
çok güzel bir örnek olacaktır.
Veda haccı sonrası hicretin on birinci
yılında Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hastalanmıştı, öleceğini
biliyordu. Hasta ve halsiz bir durumda minbere çıktı, orada şunları söyledi:
“Ey nas! Her kimin arkasına
vurmuşsam işte arkam, gelsin vursun. Bunlar birbirine takas olsun ve her kimin
benden bir alacağı varsa işte malım, gelsin alsın!
Birisi kendisinden üç dirhem alacağı
olduğunu iddia etti, parasını Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem derhal
ödedi. Bundan sonra Ukkaşe adında bir sahabe ayağa kalkarak;
“Ey Allah’ın resulü, filan gazada filan gün benim devem
senin devene yaklaştığında sen deveye kamçıyla vurduğun zaman vuruşun bana
çarpmış, canımı yakmıştı. Şimdi kısas isterim” dedi. Bu söz üzerine ileri gelenler müdahale edip
“Resulullah’ın
dermansız ve takatsiz olduğunu görmüyor musun? Kastın olmadığı bu kısastan
vazgeç” diye
ricada bulundular. Hatta bazı mü’minler, Ukkaşe’ye kısastan vazgeçerse büyük
miktarlara varan bağışta bulunacaklarını söylediler. Ukkaşe ısrar etmekte devam
edince Hz. Ali kerremallâhü veche
“Ya Ukkaşe
dilersen bana yüz değnek vur. Resulullah’ın hiç dayanacak gücü yok” diye yalvardı. Fakat
Ukkaşe isteğinde direnmekte devam ediyordu. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem onlara “karışmayın vursun hakkıdır alsın” diye buyurdu.
Ukkaşe’nin
“Ya
Resulullah, sen benim çıplak tenime vurdu idin, halbuki senin arkanda hırka
var”
demesi üzerine yüce peygamber hırkasını çekerek vücudunu açtı. Ukkaşe
koşulların eşit olmasında diretiyordu, bu sefer kullanılacak değneğe itiraz
etti.
“Sen bana hezaren
çubuğundan üzeri örme bir kamçı ile vurmuştun, ben de sana öyle bir kamçı ile
vurmalıyım”
dedi. Bunun üzerine Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem odasında bulunan
söz konusu kamçıyı getirtti.
Cemaat Ukkaşe’nin davranışını uygun
bulmayarak tedirgin durumdaydı. Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
ise sükunetle bekliyordu.
Ukkaşe eline kamçıyı alarak peygambere
yaklaştı. Kamçıyı vuracakken kaldırıp attı ve yüzünü peygamberin kutsal
vücuduna sürerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Hz. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin de gözlerinden yaşlar geliyordu. Bütün cemaat hep birlikte
ağlıyordu. Bir hakkı ödemek için hasta vücudunu kamçılatmaya razı olan bu Allah
Teâlâ elçisinin kişi haklarına saygısı karşısında kendimizi nasıl tutabiliriz.
(sh: 130-131)
(Günümüz insanlarına duyururlur)
KÖPEK
SESİNE KATLANMAYAN BÜLBÜL SESİ DUYAMAZ
Sabah erken kalkıp misafirhanenin
balkonunda bülbül seslerini dinlemeye doyamıyordum. Kastamonu Karayolları
Misafirhanesi bana cennetten bir köşe gibi geliyordu. Denetim için geldiğim bu
güzel yerde bir yandan çalışıyor diğer yandan serin bir sığınak bularak
dinleniyordum. Hele sabah erken kalkıp şakıyan bülbüllerin senfonisini dinlemek
yok mu? Anlatabilmek için kelime bulamıyorum.
Pek az yerde bulabildiğim, burada ise,
biraz erken kalktığımda zevkine doyamadığım müzik ziyafeti için teşekkür edecek
yetkili aradım. Bölge müdürüne anlattım. Anlamsız bir biçimde “öyle mi?”
dedi. Anladım ki bülbül seslerinden haberi yoktu. Zaten olamazdı da. Gece geç
saatlere kadar oyun oynayıp sarhoş olan birinin sabahın köründe uyanıp bülbül
dinlemesi imkânsızdı.
Diğer yetkililer, müdürler, müdür
yardımcıları asıl mesailerini gece geç saatlere değin lokalde bölge müdürünün
etrafında pervane olarak yaptıkları için, gün doğarken bülbüllerin verdiği
ziyafet sırasında derin uykuda oluyorlardı. Onlar arasında sabah erken kalkmak
bir yana işine zamanında gelen olmuyordu. Zaten en büyük ayrıcalıkları çalışma
saatlerine uymak zorunda olmayışlarıydı. Bunu da istisnasız uyguluyorlardı.
Bir başka yetkili ararken aklıma bahçenin
bahçıvanı geldi. Durumu anlatınca orta yaşlı bahçıvan “demek erken kalkıyorsunuz, yoksa bu güzelliğin farkına
varılmaz” dedi. Sonra, “Ama
eskisi kadar bülbül yok abi” diye ekledi. Ben ise bu orkestranın daha büyük
olabileceğine inanamazken bu feylesef "Her
şeyin bir bedeli var, huzurun da bir bedeli, bülbül dinlemenin de bir bedeli
var. Huzurun bedelini Öğrenemedim ama bülbül dinlemenin bedeli kuşluk vaktinin
güzel uykusundan vazgeçmek” dedi.
Ben, bülbüller eskiden
daha mı fazlaydı ?
diye sordum. Hemence “evet abi” diye cevapladı. Ardından yeni bölge
müdürümüz “köpeklerin bahçeye sokulmamasını
emretti, bülbüller azaldı” dedi.
Hayret etmiştim, köpeklerle bülbüller arasındaki
ilgiye. Sormaya merakla devam ettim, köpeklerin bülbüllere etkisi nasıl
oldu diye. Bana bahçeye köpekleri sokmayınca kediler aşırı çoğaldı,
onlar da bülbüllerin yumurtalarını ve yavrularını yediler diye açıkladı.
Demek ki köpekler olmayınca kediler meydanı
boş bulmuştu, ayrıca lokantanın yemek artıklarıyla semirdikçe semirmişti, aşırı
beslenen ve çoğalan sessiz canavarlar egemenliği çabukça ele geçirivermişti.
Doğa bilgini gelecekte koşullar böyle
sürdükçe, hiç bülbül kalmayacağını, hiç bülbül sesi duyulmayacağını söyleyerek
uyardı. Diplomasız doğa bilgininin düşüncelerini yetkililere söylesem
anlayabilirler miydi? Onlar daha hiç bülbül dinlememişlerdi ki, onlar okşadıkça
sinen kedilerin tüyünden başka güzellik bilmiyorlardı. Yaptıkları en büyük iyilik
yemeklerinden artırdıkları bir payı onların önüne atmalarıydı. Köpekten daha
uysalını arıyorlar, kedilerden iyisini bulamıyorlardı. Bu koşullarda çözüm
bulmak gücümü aşmıştı. Yetkililerden umut beklemek boşunaydı.
Yine doğa feylosofuna gittim, ne yapmalı
diye sorarken, o dengeyi kurmanın bir kolayını bulduğunu anlattı. Allah’tan
bölge müdürünün karısında köpek merakı başlamıştı. Bakım ve dolaştırma işi de
bahçıvana bırakılmıştı. Bahçıvan da onları dolaştırırken biraz daha özgür
bırakmanın kolayını bulmuştu.
Elvedaya gittiğimde, bana ayrılırken son
sözü şu oldu, “Köpek sesine katlanmayan bülbül sesi duyamaz”.
(sh: 146-147)
SUN
TZU’YA GÖRE YAŞAM STRATEJİSİ
Sun Tzu tarafından yazılan Savaş Sanatı
isimli eser ilk strateji kitabı olarak bilinir. Bundan 2000 yıl önce yazılan
Çince “Sunzi Bınga”
diye anılan bu yapıt hala etkinliğini sürdürmektedir. Kitap savaş sanatı ile
ilgili olduğu kadar yaşam sanatı ve stratejisi hakkında da düşünceler
içermektedir.
Hun’lar Çin Seddi’ni
hallaç pamuğu gibi atarken, bu güçlü düşmanlarına karşı Çinliler strateji
bilimini kurmak ve geliştirmek ihtiyacını duymuşlardı. Çinliler bu bilim sayesinde kuvvetli düşmanlarını bölmüşler,
onların hedeflerini doğudan batıya çevirmeyi başarmışlardır. Bugün Çin yine dev bir
ülke olarak varlığını sürdürürken, Hun’lardan hiçbir iz kalmamıştır. Kanımızca Çin’in
başarısından çok bilimin özellikle strateji biliminin üstünlüğünün bir
kanıtıdır.
Bu eşsiz eserde sürekli vurgulanan temel
ilke savaşmadan kazanmaktır. Savaş sanatında verilen bilgilere göre akıl,
bilgi, çabukluk ve güç nasıl zaferin sırrı ise, öfke ve kızgınlık da yenilginin
temel nedenidir. Sun Tzu zaferin inşa edileceğini söyler, sessizlik ölçüsünde
esrarengiz olmayı öğütler. Böylelikle düşmanın yazgısını yönetme gücünün
artacağını belirtir.
Adına
olgunluk da diyebileceğimiz üç hâzinesinden söz eder.
Bunlar sevecenlik,
tutumluluk ve başkalarına önderlik taslamamak olduğundan güçlü
görünmeyi salık vermez. Yeterliyken yetersiz, etkinken etkin değilmiş gibi
davranmayı öğütler. Sonra başarının sırrını söylemez, okurlarına sorar;
“Hangi
siyasal dalkavukları bir kenara itip akıllı insanlara yanaşabiliyor,
seninki
mi?
Yoksa
düşmanınki mi?”.
Bilge Sun
herkesin bildiğini bilmenin pek yararı olmadığını, bilinmeyeni öğrenmenin
önemini vurgular. Buna derin bilgi der.
Başarıyı derin bilgi ve güçlü eylem
sahiplerine bağışlar. Güçlü eylemse tüm durumlara uyarlanarak sürekli
yenilenmek ve güçlenmektir. (sh: 175-176)
Kaynak:
Eleştirinin
Sorgulanması, Atilla İNAN, Deneme, İtalik Yayın, Ocak, 2003, Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar