EMİNE IŞINSU, HAYATI ŞAHSİYETİ SANATI FİKİRLERİ – ESERLERİ
Genç Kızlarımızın örnek almaları
gereken “Emine Abla”mız
Emine Işınsu, 17 Mayıs 1938'de Kars'ta doğmuştur. Babası
emekli tümgeneral Aziz Vecihi Zorlutuna olup; Bulgaristan Türklerine mensuptur.
Annesi; tanınmış sair ve yazarlarımızdan Halide Nusret Zorlutuna (1901-1984)
ise, Erzurumlu Zorluoğulları ailesinden hürriyet mücahidi Avnullah Kazimî
Bey’in kızıdır.
Anne ve babanın memur oluşları sebebiyle memleketin
değişik yerlerinde bulunurlar. Bu yüzden, Urfa‘da başlanan ilköğretim,
Sarıkamış'ta devam eder ve Ankara'da Alpaslan ilkokulunda tamamlanır. Yine
Ankara'da Cebeci Ortaokulu‘na girerek oradan mezun olur. Liseyi, TED Ankara
Koleji’nde, 1957 yılında bitirir.
Daha ilkokulda iken başladığı yazı hayatını, kolej
yıllarında da devam ettirir. Bir köpeğin ağzından hatıralar şeklinde kaleme
aldığı Minko'nun Hatıraları, ilkokul çocuğu için bayağı bir roman sayılır.
Kolej öğrenciliği sırasında şiirler ve küçük hikâyeler
yazar, ilk şiiri Türk Eğitim Derneği'nin çıkardığı, "Eğitim Dergisi"
isimli yayın organında çıkar; diğer şiirler, hikâyeler onu takip eder. Dergiyi
idare eden şahıs, onun, okuldaki kültür, edebiyat ve sosyal faaliyetlerdeki
başarı ve yeteneğini anlayıp; derginin bütün yükünü. Özellikle öğrencilerin
yazılarını seçme, dergiyi düzenleme ve yerleştirme işini genç sair ve yazar
Emine Işınsu'ya bırakır. Burada yüklendiği 30rumluluk ve edindiği tecrübe,
yazarın "Ayşe" dergisiyle başlayıp; "Töre” ile
olgunlaşıp okullaşan dergicilik hayatının da zeminini oluşturur,
ilk şiiri "insanlar" ile Ankara koleji ve Türk
Edebiyatının şairleri arasına giren Emine Işınsu, "iki
Nokta"(1956) isimli şiir kitabını yayınladığında henüz 17 yaşındadır.
Yüksek öğrenim macerası ise oldukça hareketlidir, önce,
babasının zorlamasıyla D.T.C.F. İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümüne kaydolur.
Aslanda kendisi felsefe tahsili yapmak istemektedir.
Bu arada, "fullbright" bursu için
girdiği imtihanı kazanır; Amerika’da bir kuruluşun açtığı “sosyal hizmetli;
sosyal akademi uzmanı" (social worker) kurslarına katılmak üzere
Amerika'ya gider. Dünyanın değişik ülkelerinden seçilmiş olan 54 kursiyerle
sosyal hizmetler hakkında iki aylık bir kurs gördükten sonra; sosyal
hizmetlilerin çalıştığı yerlere dağıtılırlar. Ona da bir çocuk kampı düşer. On
bir çocuktan; onların giyimleri, sabah kalkmaları, resim yapmaları, orman
gezilerinden sorumludur. Toplam altı ay süren bu kurstan sonra Türkiye'ye
döner; tabii İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümündeki ilk yılı da böylece geçmiş
olur. Zaten isteyerek girmediği bolümü bırakarak; o yıllarda yeni açılmış olan
O.D.T.Ü'nin işletmecilik Bölümü'ne kaydolur. Bir arkadaşının teşviki, biraz da
meydan okuması sonucu girdiği yeni bölümünü babasından gizler. Bir müddet sonra
sadece annesine ve ağabeyin söyleyebilir. Babasından saklama düşünceleri
içindeyken; ilk eşi mimar Erdoğan Okçu talip olur; babasının üniversiteyi devam
ettirme şartıyla evlenirler. O.D.T.Ü'ni evlilikle birlikte yürütemeyeceğini
anlayarak; D.T.C.F'nin Felsefe bölümüne kayıt yaptırır. Ancak, evliliğin
sorumlulukları, ilk çocuk, ardından ikinci çocuk derken; başlangıçtan beri
sevdiği arzu ettiği felsefe tahsilini de yarıda bırakır. Felsefe öğrenimi
sırasında, fakültenin tiyatro kürsüsü derslerini de takip eder (1960). 1959
yılında kaydolup bıraktığı hukuk fakültesi macerasını da ilave edersek;
üniversite hayatının ne kadar hareketli geçtiği anlaşılır.
Yazarın o yıllardaki düşüncelerinden birisi,
üniversitede kalıp akademik çalışma yapmaktır. Tabiî bu gerçekleşmez ve yazmağa
daha geniş zaman ayırma imkânına kavuşur. Bu hale o, hep şükreder. Yani,
üniversite tahsili yarım kaldığı için fazla üzülmez.
Pek çok dalda kısa süreli de olsa öğrenim görmesi, onun
sanatçı kişiliğini zenginleştirmiş, eserlerinde geniş bir dünyanın oluşmasına
vesile olmuştur. Bütün bu olaylar yumağı içinde yazmayı bırakmaz. Bir gün
radyodan işittiği bir duyuru; ona, ilk romanının kapılarını aralar. Turizm
ve Tanıtma Bakanlığı, turistik roman müsabakası açmıştır. Birinci gelen eser;
İngilizce'ye, Fransızca'ya çevrilecek; yazarına da büyük mükâfat verilecektir. Yazar,
bu çağrının kendisi için yapıldığı duygusuyla oturur; “Minko’nun Hatıraları”nı
saymazsak ilk romanı olan. Küçük Dünya‘yı yazar. Eser, birincilik yerine, sanat
armağanı kazandı diye duyurulur; bu arada bakan değiştiğinden, mükafat olarak
para verilir; ancak basılmaz. Uzun zaman, bastırmak için uğraşır. Son Havadis
Gazetesi'ne götürür, "bu roman tefrikaya gitmez" derler. Bir
müddet sonra Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilir.
Yazar, ilk romanını bastırmanın zorluğunu. Küçük Dünya
ile bizzat yasar. Nihayet, Yağmur Yayınevi tarafından basılır. Eserin basından
geçen macera, daha sonra Kaf Dağının Ardında'da Mevsim'in ağzından
anlatılacaktır.
Şiirle başlayan edebî faaliyetler, küçük hikâyelerle
romanda karar kılmağa doğru yönelirken; "Kadın", "Hisar"
gibi dergilerde fıkra ve hikâyeler yazar. Artan şöhreti, edindiği
tecrübeler, onu köşe yazarlığına sürükler. 1962-63 yıllarında Yeni İstanbul
gazetesinin köse yazarıdır ve siyasî konularda yazdığı günlük fıkralar, "Dedikodu"
adlı sütunda, "Mehlika" imzasıyla yayınlanır.
1963-65 yıllarında, "Sabah" gazetesinin irfan
Atagün, Ömer Öztürkmen, Ergun Göze gibi belli siyasî çizgideki yazarlardan
oluşan yazı kadrosu içindedir. 1,5-2 yıl kadar süren fıkra yazarlığı; gazetenin
el değiştirmesi, biraz da siyasî sebeplerden dolayı sona erer.
Türk milliyetçisi olmaktan her zaman gurur
duyan Emine Işınsu, Türkiye'yi ve Türk milletini
ilgilendiren her konuda yazmayı sürdürür.
Yine T.R.T'nin bir duyurusunu işitir. Bu, radyofonik
oyun yarışmasıdır; "Bir Yürek Satıldı” yı yazar ve birinci olur
(1966). Yıllar sonra da o günkü T.R.T. Genel Müdürü Saban Karataş'ın isteği
üzerine eseri, televizyona uyarlar. Oyun, filme alınarak; televizyonda
oynatılır.
"Bir Yürek Satıldı "nın ardından, 1967' de' "Bir.
Milyon iğne", 1969'da "Ne Mutlu Türküm Diyene" adlı
oyunlarını ve radyofonik skeçlerden oluşan "Adsız Kahramanlar"ı
yazar.
1969‘da tamamen belgelere dayanan; Batı Trakya'daki
soydaşlarımızın yaşadığı esaret hayatını ve zulmü "Azap
Toprakları" adlı romanında anlatır. Bu ikinci romanıyla Türk
okuyucusunun dikkati. Dış Türklerle ilgili meselelere çevrilir.
Azap Toprakları'ndan kısa bir süre sonra eşinden
ayrılır; ruhî bir sıkıntı içine düşer. O
sıralar Türk Edebiyatı Vakfı, Malazgirt Zaferi'nin dokuz yüzüncü yıldönümü
münasebetiyle bir yarışma düzenlemiştir. Ahmet Kabaklı Bey'in teşvikiyle
roman dalında yarışmaya katılmağa karar verir. Uzun bir hazırlıktan sonra Ak
Topraklar'ı yazar. Eserde, Dede Korkut üslûbu ve şiirsel bir dil dikkati çeker.
Dergi ve gazete çıkarmakta bir hayli tecrübe sahibi olan
yazar annesi Halide Nusret Zorlutuna ile
"Ayşe" isimli bir de kadın dergisi çıkarır. Türk fikir hayatında
önemli rolü ve ağırlığı olan "Türk Yurdu" dergisinin kapanmasıyla
meydana gelen boşluğu doldurmak ister ve "Ayşe"yi "Töre'ye
çevirerek; 1969'dan 1981 yılına kadar kendi yönetiminde neşreder. Haziran
1981'de eşinin işi sebebiyle Suudi Arabistan'a giderken dergiyi Yaşar
Eşmekaya'ya devreder. "Töre" dışında, Devlet, Hisar. Yeni Divan,
Türk Edebiyatı gibi dergilerde, sanat, edebiyat, iç ve dış siyaset, Türk
Milliyetçiliği fikir sistemi ile ilgili tenkit, deneme, mülakat, hikâye,
makale, araştırma-inceleme yazılara yayınlanır. Milliyetçi gençler için "okul" durumunda
olan "Devlet" dergisinde, gençlerin çok sevdiği "Emine
Abla"larıdır.
1972 yılında İskender Öksüz Bey'le ikinci evliliğini
yapar.
1973'te “Tutsak"ı yazar ve bir başka esir Türk
vatanı olan Kerkük Türkleri'nin çilesine temas eder.
Sancı (1975) için geniş bilgi toplar. Roman'ın baş
kişisi Dursun'un memleketi olan Zile'ye gidip; aile fertleriyle, okuldaki ve
memleketteki arkadaşlarıyla görüşür; onu da yaşayarak yazar; isim olarak
kendisini de katarak; 1970-71 yıllarında, anarşiye, ölümlere varan ideolojik
çekişmeleri, önemli mevkilere ulaşmış Türk aydınlarının olaylar karşısındaki
çıkarcı tavırlarını sergiler.
Dış Türkler meselesini işleyen üçüncü romanı “Çiçekler
Büyür”Ie (1979) edebiyat tenkitçilerinin dikkatini daha fazla çeker.
Çoğu Övücü, önemli sayıda tenkit yazısı, eserin uyandırdığı etkiyi ortaya koyar
mahiyettedir.
Sendika romanı yazma düşüncesinden doğan
"Canbaz"ı işe, 1982'de yayınlar. "Canbaz" da, yine üzerinde
çok konuşulan romanlarındandır.
Daha '’Canbaz” basılmadan, 6 Haziran 1981‘de eşi
Prof.Dr. İskender öksüz Bey'in Tahran'daki Petrol ve Maden üniversitesi
(U.P.M)‘de görev alması sebebiyle Suudi: Arabistan'a giderler; 17 Haziran
1987’de de Türkiye'ye geri dönerler. Orada geçen yıllar gerek iklimi, gerekse
üniversitedeki muhit bakımından yazarı olumsuz etkiler.
Kaf Dağının Ardında'yı (1985) iste, bu şartlarda,
Arabistan'da yazar. İçinde bulunduğu ruh halini ise
şöyle ifade eder:
"Ben orada çok kurumuştum, huzursuzdum, mutsuzdum,
"air condition" altında yaşıyorduk, hava çok sık değişiyordu, bu
benim migrenimi çok etkiliyordu. Halsizdim, bir de "Atlıkarınca"daki
cemiyet içindeydim. Bu hal kurulaştırdı beni. O romanı Türkiye'de yazsaydım,
cok daha farklı olurdu."
1990'da yayınlanan "Atlıkarınca", aslında
T.R.T. adına yazılın bir senaryodur, T.R.T. senaryoyu filme alır, yazara
parasını da öder, ancak oynatılmaz. Bu durumdan rahatsızlık duyan Emine Işınsu,
biraz da kızgınlıkla senaryoyu romanlaştırır.
Daha sonra dergilerde de yayınlanmış olan hikâyelerini
"Bir Gece Yıldızlarla" (1991) adlı eserinde toplar.
Yakın arkadaşı Prof. Dr. Umay Günay'ın teşvikiyle. Millî
Mücadele heyecanını yansıtmak ister ve "Cumhuriyet Türküsü"nü (1993)
kaleme alır.
1995'te ise; bazı kavramları, ayetlerin ışığında ve
"dost"un sözleriyle "Dost Diye Diye"de anlatır.
Biri kız (Elif), ikisi erkek (Yağmur, Murathan) üç çocuk
annesi olan yazar, halen Ankara'da yaşamakta ve yazma çalışmalarına devam
etmektedir.
Olgunluk çağının tavır ve görüntüsü içinde tanıdığımız
Emine Işınsu'nun, çocukluk ve ilk gençlik yılları, anne-baba-ağabey baskısı
içinde geçer. Anne ve babasının memur oluşu sebebiyle küçük yaslarda Urfa,
Sarıkamış gibi Anadolu şehirlerini tanıma, gezme imkânı bulur. Sonraları bu iki
şehir de ilk romanında (Küçük Dünya) yer alacaktır.
Çok küçük yasta sair ve yazar anne sayesinde şiirle
tanışır. Kendi annesinden de şiirler dinleyerek yetişen Halide Nusret Hanım,
çocuklarına da aynı havayı teneffüs ettirmek ister. Yazar kendisiyle yapılan
bir mülakatta buna söyle değinir .
"Herkesin annesi garkı söylerdi. Benim kafamda
çocukluğumdan kalma bir müzik yok, yalnızca yüksek sesle şiir okuyan bir hanım
hatırlarım. Bu hanım. Fuzulî, Şeyh Galip ve Mehmet Akif'i çok sever ve
şiirlerini çok okurdu."
O
yaşlarda aruzu öğrenir annesinden. Ailece kapı çalışları bile aruzladır;
kullandıkları vezinse, "müstef‘ilâtün"dür.
Son derece romantik olan anne, gelenekler konusunda
oldukça katıdır. Oğlunu gayet serbest bırakırken kızı Emine Işınsu'ya tam bir
disiplin uygular. Küçük kız bu durumdan rahatsızdır, katı kuralların gerisinde
geniş, muhayyel bir âlem kurmağa başlar. Bu hususu sonraları su sözlerle dile
getirmiştir.
"Bir küçük kız hatırlıyorum sekiz-dokuz yaşlarında,
hayatında İlk defa bir kukla gösterisi seyretmiş, eve dönünce hemen bez
bebekler dikip, bir sahne kurmuş, başlamış kendi oyunlarına... bu oyunları
mühimsemiyorum. Herhangi bir çocuk
muhayyilesinin uydurabileceği şeyler. Küçük kızın merakı mühim. O, kuklalarını
maddede küçük, manada büyük insancıklar olarak görüyor. Onlara bir sahne arkası
hayatı yaşatıyor.
O küçük, bir de sabah akşam, kuklalarına can versin diye Allah'a
dua etmekte. Onlar canlansınlar ki, kuklacı onların yaşayışlarını
gözleyebilsin; bir manada beraber yaşasınlar, bir manada onlara hakim
olabilsin, kaderlerini çizsin!.. Bu arada duasının gücünden onca emin ki, ne
zaman canlanacaklar diye kuklalarını gözlerken, bazen de kırlarda dolaşıp,
çiçeklerin otların arasında, taşların altında bilhassa, "minik insan"
avına çıkıyor!.."
[Yağmur Tunalı, "Emine Işınsu ile
Mektup-Mulakat", Töre,Sayı:139, Aralık 1982, s.49.]
Zengin hayallerle örülen bu küçük dünya, romanlarda Nur
ve Mevsim olarak kendisini gösterecek; muzdarip ve romantik bir kişilik olarak
ortaya çıkacaktır.
İlk gençlik yılları ve sinema tutkusu... yanında ağabeyi
olduğu halde ayda bir defa sinemaya gitme hakkı vardır. Hareketleri kısıtlıdır,
baba ve ağabey korkusu ile sürekli tehdit edilir. Okuyacağı kitaplarda bile
ağabeyinin baskısı vardır; falanca kitaplar ahlâksızdır, okunmayacak, gibi.
"Çok sıktılar beni, annem devamlı bir korku
içindeydi, kız çocuğu olduğumdan. Gözüm dışarıya kaymasın diye. O korkuyu
yaşadı, yaşıyordu, tabiî bana da yaşattı."
Anne-baba-ağabey üçgeninde şekillenen müdahaleler,
üniversite öğreniminde de kendini gösterir; hiç istemediği halde İngiliz Dili
ve Edebiyatı bölümüne kaydolur. Bu defaki zorlama babasından kaynaklanır.
(Küçük Dünya’nın Nur'u da annesinin isteği üzerine Kimya okur.) Dışarıdan
yapılan müdahaleler, dışa dönük duyguları sanırlar ve romantik mizacın
zenginliğini oluşturan dünyanın kapılarını aralar. İlk kıvılcımlar, "İki
Nokta"yı meydana getiren şiirlerle açığa çıkar
O, artık şairdir; yaşı ise, henüz on yedidir, Haldun
Taner gibi devrin tanınmış edebiyatçılarının övgüsüne mazhar olur şiir yazmağa
teşvik edilir.
Yarım bırakılan İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrenimi,
İşletme, felsefe. Hukukla devam eder; ancak sonuca ulaşmaz. Bu arada ilk
evlilik, iki çocuk ve boşanma,.. Romantik ama hareketli mizacı zorlayan,
pişiren bir sürü psikolojik sıkıntı; bütün bunlara rağmen inançlarıyla ayakta
kalmayı başarabilen bir anne. Bu bakımdan Tutsak'ta Ceren'in yasadıkları,
yazarın kendi hayatından derin izler taşır.
Emine IŞINSU'nun şahsiyetinin çizgilerini
biraz daha netleştirmek için, onu çok iyi tanıyan yazarlarımızdan Yağmur
Tunalı'yı dinlemekte fayda vardır:
"IŞINSU, aritmetik münasebetlerin insanı değildir;
hesaplı kitaplı olmaya tenezzül etmez. Şüpheciliği sonradan başlar, önce
sevmeye veya beğenmeye hazırdır. Muhatabını iyi tahlil eder. Psikolojiye olan
derin alâkası ve romancı olarak tahlilciligi ona insan tanımada büyük imkânlar
bahşeder. Ancak, sunu söylemeliyim ki, muhatabı onun için tecrübî psikolojinin
kobayı (süjet) olmaktan uzak, kâinâtın özü (zübde-i âlem), mahlûkatın en
şereflisi ve saygıya layık olan insandır. Kimseye tepeden bakmaz, aksine
muhatabı karsısında fazlaca alçak gönüllü ve biraz da mahcuptur.
Fikirlerinin temelini insan sevgisi, Allah'a olan
bağlıIığı ve milletine olan derin sevgisi oluşturur. Bunlara estetik
mükemmeliyeti de ilave edersek; onun, sanattaki hedefini de ifade etmiş oluruz.
Sanatı ile fikirlerini mezcetmiş biri olarak; sanatsız fikir, fikirsiz sanat
olamayacağı görüşündedir.
Yaradılışından merhametli olduğunu, eserlerinde yer alan
kahramanlarında görmek mümkündür.
Fikiriyatına ters gelen karakterleri bile onun merhamet
sınırları içindedir.
“Elhamdülillah
Türk Milliyetçisiyim. Dün de Türk
milliyetçisiydim, bugün de" diyen bir yazar olduğu halde, komünist militan Ali Çubuk'a bile
kahramanı Sevgi Selen vasıtasıyla dua eder.
Bazı eserlerinde kendisi de yapmakla beraber, sanata
politika ve ideoloji karıştırılması taraftarı değildir. Bu hataya özellikle
Tutsak'ta istemeye istemeye düştüğünü itiraf eder. O yıllarda "sol"
ideolojiye mensup sanatkarların, eserlerinde açıktan propaganda yolunu
seçtikleri, onlara nisbet olsun diye aynı yola başvurduğunu; bununsa, büyük bir
yanlış olduğunu, bu yüzden "Tutsak"ın basımına daha sonradan karşı
çıktığını söylemekten çekinmez.
Türk milletinin âşığıdır. Misak-ı Millî sınırlarında
olan veya olmayan bütün Türklere muhabbet besler; ancak, Balkan Türkleri'ne
karşı bu hislerin biraz daha yoğun olduğu da dikkati çeker.
Onlara olan yakın alâkasını, Azap Toprakları (Batı Trakya Türkleri), Çiçekler
Büyür (Bulgaristan Türkleri) adlı iki eserde, çektikleri çileye ortak olmak
suretiyle gösterir. Yaşadıkları zulmü, her işkenceyi ruhunun derinliklelerinde
hisseder. Çünkü Emine IŞINSU yazarken yaşar, kahramanlarıyla birlikte depresyona girdigi
olur; alnındaki kırışıklıkların sayısı her yeni eserle çoğalır.
Migreni dayanılmaz bir hal alır; nobrium, librium vb. gibi ilaçlar kullanmak
zorunda kalır.
Onun için yazmak; aynı zamanda büyük bir hazırlık
işidir. Konuyla ilgili belgeler, görenler, tanıyanlar, geniş araştırmalar, ruhî
hazırlıktan sonra adeta bu dünyadan kaçar; romanıyla yasamağa baslar. Aşağı
yukarı bir yıl süren hazırlık devresidir bu. Bilgi kırıntılarını yazarken
kahramanları doğmağa, hatta isimleriyle gelmeğe başlarlar; sabahlara kadar
devam eden ve romanın dünyasında geçen uzun yazma safhasından sonra eser ortaya
çıkar. Müsveddeler, defalarca okunan diyaloglar ve eserin bitmesinden sonraki
derin bosluk...
Emine IŞINSU, inanan bir sanatkârdır.
İslam inancının izlerini hemen her
eserinde görmek mümkündür. Varlığının, yaşantısının, romanda karar kılışının,
ilhamlarının kaynağını inançlarında bulur. Ona göre her insanın dünyada
görevi vardır; kendisininse, roman yazmaktır.
Çalışırken Allah tarafından bir yardımın, ilhamlar halinde, kendisine
ulaştığına inanır. Basından gecen sıkıntıları değerlendirişinde de aynı bakış
tarzının etkisi gözlenir; yani, hepsi İlahî imtihanın parçasıdır. Küçük
Dünya'da Nur, "kaderini zorlamaz'., kocası Ferit'i, olduğu gibi kabul
etmeye çalışır. Kaf Dağının Ardında'da Mevsim, arayışlar içinde olup; kahramanı
Mehmet'i çini sanatını öğrenmek üzere Kütahya'ya gönderir. Mehmet, oradaki
atölyelerde hem çini sanatını öğrenecek; hem de içinde bulunulan uhrevî
atmosferi hissedecektir. Bu hal, tasavvufun ka-pılarının aralanması demektir.
Yazarın, tasavvufa olan ilgisi, şeyhine bağlılığının etkisini de özellikle Kaf
Dağının Ardında'dan sonra artarak görmeye başlarız. "Dost" tabir
ettiği şeyhinden aldığı feyzi, eserlerine de yansıtır. Dost Diye Diye, bunun
açık bir tezahürüdür.
Emine Işınsu için, roman yazmak yaşama sebebidir.
O, edebiyatın hemen her türünü dener. Şiirle yola çıkar;
yazdıklarında şiir bulmaz; hikâyeler, tiyatro oyunları yazar, romanda karar
kılar. Eserlerinin mihverini insan, topyekûn Türk milleti teşkil eder.
Mizacıyla iç içe girmiş sanatının ana çizgileri, kendi ifadelerinde de açıkça
ortadadır;
“Bence, eserlerinin, iskeleti ,"insan”dır. Esaret
ve hüzün evet, kendi mizacımdan kaynaklanan iki hal. Maddî-manevî esaretin hiç bir
türlüsüne katlanamıyorum. Cümle mahlukatın eşrefi olan “insan”a
yakışagelmemeli, esir olmak veya esirlere sahip olmak! fakat, ne acıdır ki,
çoğu kere, kişi bizzat kendisi, manevi esaretinin yapıcısı oluyor.. Her türlü
düşünceye, fikre açık, fakat tümünü kendi sağlam, sağlıklı mantığından,
duygularından geçirerek, öz hükmünü veremeyenler de bir manada esirdir bence.
Bence, hoşgörüsü olmayanlar da esirdir...“
İnsana yaklaşımını hoşgörü temellerine oturtan yazar,
aksinin, inandıklarına ters düşeceğini belirterek; herkesin doğruyu seçme
ihtimalini taşıdığını, hidâyetin Allah tarafından insanlara bir lütuf olarak
verildiğinin teslimiyeti içindedir .
Şahsiyetinin ve sanatının mihverini teşkil eden bir
başka husus ise, güzelliktir. Güzel olan herşeyi sever. Musikîden resme,
şiirden romana bu ölçüyü diri tutmaya gayret eder. Evinde gördüğümüz resimler,
eşyalar; Uzakdoğu'dan Batı'ya güzellik tutkusunun tabii bir sonucu olarak
yerlerini almışlardır.
Onun, şahsiyeti, sanatı ve fikirleri konusundaki
tesbitlerimize, her ziyâretimizde gösterdiği misafirperverliği, sıcaklığı ve
samimiyeti de ilâve etmek gerekir.
Bu eser, yazarın ilk eseridir. Onun “İnsanlar"
adını taşıyan ilk şiiri de bu kitabında yer alır. 1956 yılında yayımlanmıştır.
"İlk şiir kitabım olan “İki Nokta"yı okulum
Ankara Koleji'ne ve onun kurucusu Sayın Mümtaz Turhan'a ithaf ediyorum"
cümlesiyle başlayan eserde, kırk dokuz sür yer
almaktadır.
Henüz on yedi yasında olan şairin, gençlik psikolojisi,
heyecanları, bir anlık duyguları oluşturur şiirlerin muhtevasını. Ancak, makina
ve paraya esir olan insanın durumu (XX. Asır), köy kızlarının hayallerini,
arzularını yansıtan dünya, mahsulle gelen mutluluklar zinciri (Köyde Arzu),
çocuk romantizmi ve çocuğun dünyası (Evcilik, Rüzgâr Buv Buv), istek ve
ihtirasların pençesinde kaybolan çocukluk, safiyet (Dua); romantizm içinde
islenen sosyal problemler olarak gösterilebilir.
Şiirlerin dili sade, kolay anlaşılır olup; serbest
vezinde kaleme alınmışlardır. Sonraları, "şiirlerimde şiir bulamadım"
diyecek ve şiir yazmaktan vazgeçecektir.
T.R.T. radyofonik oyun yarışmasında 2600 eser arasından
birinci seçilen Bir Yürek Satıldı (1966), içinde çok sahne var bahanesiyle
Devlet Tiyatrosu tarafından reddedilir. T.R.T daha sonra bu eseri filme alır ve
televizyonda oynatılır. Eser büyük ilgi görmesine rağmen bir daha gösterime
girmez.
Yazar, eserle neler anlatmak istediğini Yavuz Bülent
Bakiler’e söyle anlatır:
"—Aslında ben bu oyunla cemiyeti hicvetmek istedim,
içinde yasadığımız cemiyetin aydınını, cahilini, kadınını, erkeğini, hicvin
ince süzgecinden geçirmeye çalıştım. Cemiyetimizde aydın bilinen bazı
kimselerin, cahillerin, erkeklerin, kadınların çeşitli olaylar karşısında,
değer hükümlerinden yoksun oldukları için, sağlam bir kültürden uzak kaldıkları
için, çıkmazlara girdiklerini ortaya koymak istedim. Mesalâ, oyunda mezat
salonunda bulunanlar, aydınları temsil ediyorlar. Desinlere Önem veren,
paralarıyla düşünen, kafaları bomboş aydınlar. Daha doğrusu aydın bilinenler, .
. "
Oyunda rol alan diğer insanlar; mezatçı, koleksiyoncu,
halktan insanlar, toplumdaki çürümenin değişik cephelerini sergilemekte görev
üstlenirler. Oyun iki perde, on iki tablodan oluşur. Durgun bir yapı gözlenir.
insanlarımızın, yabancı ideolojilerin tuzaklarına nasıl düştükleri,
çaresizlikleri anlatılır.
Oyun, iki perde, on iki tablodan oluşur, Durgun bir yapı
gözlenir. İnsanlarımızın yabancı ideolojilerin tuzaklarına nasıl düştükleri ve
çaresizliklerini anlatan eser, 1967 yılında yazılmıştır.
Üç perde ve on sahneden meydana gelen eser, ilk ve
ortaokul Öğrencileri için yazılmıştır (1969).
Mete, Atillâ, Dede Korkut, Bilge Kağan, Kutlug Bilge,
Alparslan, Romanos Diogenes gibi tarihi şahsiyetler etrafında, öğrencilere
milli duyguların verilmesi hedeflenir. Türk olmanın gururu, on altı Türk
Devleti*nin önemli tarihi durakları ışığında islenirken; olaylar, Zeynep
adındaki küçük kızın on altı Türk Devletiyle ilgili ödevi ve rüyasında
gördükleriyle gelişir.
Yirmi dokuz radyofonik skeçten oluşan Adsız Kahramanlar
adlı eser. Ziraat Bankası için kaleme alınmış ve Ankara Radyosunda oynanmıştır
(1975).
Çocuklara milli şuur, tarih şuuru verme fikrinden
hareket edilerek yazılan oyunların her biri, Türk Tarihi’nin çoğu unutulmuş,
işaret taşı olarak adlandırılabilecek çapta önemli olaylarını anlatır.
Kürşat ve arkadaşlarının Çin sarayını basması, Budin
Savunması, Devleti ve milleti için ölümü göze alarak casusluk yapan Türk genci
Selim, Tınaztepe'nin Kurtuluşu, Sarı Zeybek' in kahramanlıkları, Burak Reis'in
kahramanlıkları, Yıldırım Kemal'in cesareti vb. olaylar canlı bir üslupla
ortaya konu
Çoğu, değişik dergilerde de yayınlanan yirmi kısa hikâye
ile yazarın, şeyhi Haşan Burkay Hoca’ya; sevgi, saygı, hayranlık ve bağlılığını
ifâde eden "Selâm" adlı on dört mensûre: hikâyelerden biri olan
"Bir Gece Yıldızlarla" baslığı altında toplanmıştır (1991).
Eser, üç bölümden meydana gelmektedir, ilk bölümde on
dört hikâye yer alırken; "Gönül Masalları" adlı ikinci bölümde, İslâm
tarihi ve Türk İslâm efsânelerinden altı tanesi akıcı bir dille
hikâyeleştirilmistir. Üçüncü bölüm ise “Selâm" baslığını taşır ve Haşan
Burkay Hoca'ya duyulan hayranlığı ve bağlılığı isleyen mensurelerden oluşur.
İlk bölümdeki hikâyeler birkaç hikâye dışında
(Portakalcı ismet Bey gibi) olay, zaman, mekan dikkate alınmadan yazılmış,
duygu tezahürlerinden ibarettir.
Emine Işınsu'nun ilk romanıdır. Turizm ve Tanıtma Bakanlığı'nın
açtığı turistik roman yarışmasında sanat armağanı kazanır. Duyuruda belirtilen,
kazanan eserin İngilizce'ye, Fransızca'ya çevrileceği vaadine bakanlık uymaz,
sadece para ödülü verilir.
İlk romanı olmanın bütün zorluklarını yaşayan yazar;
eserini, öz çocuğu gibi göğsüne yaslayıp günlerce dolaşır; onunla konuşur.
Sonunda, Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilir. 1966‘da da Yağmur Yayınevi
tarafından ilk baskısı yapılan eser daha sonra değişik tarihlerde yeniden
basılmıştır. (1974, 1976, 1978, 1984, 1989, 1991) .
Ferdi bunalımların ve sanat endişesinin ön planda olduğu
romanda; gelenekler, ailevî problemler, kadere imanla iç içe işlenir.
Yazarın 1969'dan itibaren defalarca basılan (1971, 1973,
1974, 1976,
1977, 1978, 1978, 1979, 1980, 1984, 1989, 1990) ve Türk okuyucusunun büyük
ilgisine mazhar olan bu eseri, Batı Trakya'da yaşayan soydaşlarımızın. Yunan
zulmü altında çektiği ıztırapların anlatıldığı bir romandır; yüzlerce belge
taranarak ve olayları bizzat yaşamış insanların anlattığı gerçekler ışığında
yazılmıştır.
Azap Toprakları ile
Türk Edebiyatında o zamana kadar ele alınmamış bir konu olan "Dış
Türkler" meselesine temas edilmesi; okuyucunun dikkatini, "Mîsâk-ı
Millî” sınırları dışında kalan soydaşlarımıza çevirmiş, böylece Türkiye'nin
sınırları dışında da bir Türk dünyasının varlığı geniş ölçüde aydınlarımızın
gündeminde yer almağa başlamıştır.
Dede Korkut diliyle ve şiirsel bir üslupla kaleme alınan
Ak Topraklar, Türk Edebiyatı Vakfı'nın, Malazgirt Zaferi'nin 900. yıldönümü
münasebetiyle açtığı bir yarışma için yazılmıştır (1971, 1973, 1974, 1976,
1978, 1990).
Büyük Se1çuklular'ın Tuğrul ve Çağrı Beyler zamanından
başlayarak; Alpaslan Gazi'nin Malazgirt'te kazandığı zaferle Anadolu kapılarını
Türklere açmasına kadar yaşanan olaylar, tarihî şahsiyetlerin hayatlarıyla da
birleştirilerek anlatılır ve okuyucuya tarih şuuru ve millî şuur verilmesi
hedeflenir.
Tükenen bir evlilikle, hızla sona yaklaşan bir iktidarın
gerip benzerlikleri çerçevesinde gelişen olaylar, Kerkük Türkleri'nin yaşadığı
trajediyi de içine alacak şekilde nakledilir.
Yazarın hiçbir şekline tahammül edemediği
"tutsaklık" romanda hem fert, hem de millet planında gözler önüne
serilir (1975, 1976, 1977, 1977, 1978, 1979).
"Sol" yazarların eserlerinde açıkça yaptıkları
ideolojik propagandaya bir tepki, bir nisbet olarak yazılan Tutsak, daha
sonraları içinde fazlaca siyaset olması sebebiyle yazar tarafından basılmasına
izin verilmez.
Eınine Işınsu'nun büyük yankı uyandıran romanlarından
birisi de Sancı'dır. 1975 yılında başlamak üzere defalarca basılmış olan bu
roman (1975, 1976, 1977, 1977, 1978, 1978, 1978, 1978, 1979, 1980, 1989, 1991);
milliyetçi kesimde en çok okunan romanlardan birisidir. 1970-1971 yıllarında
meydana gelen ideolojik mücadelenin, anarşiye varan olaylar zincirinin bir
hikâyesidir.
Yazar, Zile'ye gider; Dursun'un anne-babası,
kızkardeşleri, arkadaşları, üniversitedeki arkadaşları ve onu tanıyanlarla
konuşur. Geniş, derinlemesine araştırmalar sonucu romanı kaleme alır.
Milliyetçi bir taban oluşmasında Sancı'nın rolü büyüktür.
Türk milliyetçiliği ile komünist ideolojinin kıyasıya
mücadelesi sergilenirken; Türk aydınının çıkarcı, nemelazımcı tavrı da gözler
önüne serilir.
Dış Türkler konusunun işlendiği üçüncü romandır.
Bulgaristan'da yasayan soydaşlarımızın esareti, yine belgeler ışığında
roman1aştırı1ır.
1984-85 yıllarında yaşanan Bulgaristan'dan göçün, yıllar
öncesinden habercisi gibidir.
Zengin iç konuşma ve diyaloglar, süre yakın, akıcı bir
anlatım, yaşanan hareketli hayatı aksettirir mahiyettedir, ilk baskısının
yapıldığı 1979'dan sonra da yeni baskılarını görürüz (1979, 1980, 1981, 1984,
1989, 1991).
Sendika romanı yazma fikrinden doğan bir eseridir (1982,
1987, 1989, 1992). İşçi-isveren-sendikacı üçgeninde gelişen olaylar, ideolojik
mücadelelerle de ilişkiler kurularak verilir.
Köyden şehre göç, gecekondulardan apartmanlara uzanan
zıt mekânlar içinde yükselen kin ve nefret; sendika, basın gibi kuruluşların
perde arkası, şahıs planında derinleşen psikolojik tahlillerle anlatılır.
Yazarın, Suudi Arabistan'da bulunduğu yıllarda kaleme
Aldığı bu romanda, ülkeyi 12 Eylül 1980’e getiren olaylar; genç bir yazarın,
aile ve arkadaş çevresi ile yazma mücadeleci çerçevesinde nakledilir. Sürekli
arayış içinde olan kahramanının, tasavvufun eşiğine kadar ulaşan çabası, manevî
bunalan insanlara karsı önemli mesajlarla yüklüdür (1988, 1990).
Eser, yazarın huzursuz, mutsuz, mânen kuruduğu bir
dönemin mahsulüdür.
T.R.T. için yazılmış bir senaryodur. Filme alınır;
yazara parası da ödenir, ama oynatılmaz. T.R.T’nin bu tutumuna sinirlenen
yazar; eseri süratle ve kızgınlıkla romanlaştırır (1990).
Psikolojik tahliller başta olmak üzere. Emine IŞINSU
romanlarında görülen pek çok özellik, eserde kuru kalır.
İçlerinde yasadığı, çok yakından tanıma fırsatı bulduğu
üniversite muhitine mensup insanların çıkar kavgaları, zaafları,
kıskançlıkları, dünyaya ve olaylara bakışları incelenir.
Yazarın şimdilik son romanıdır. 1993 yılında kaleme
alınmıştır. Millî Mücadele heyecanını anlatan bir romandır. Uzun bir hazırlık,
bilgi toplama, çalışma ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
İstanbul’un işgalinden sonra yaşanan zilletli yıllardan.
Büyük Taarruz'a kadar geçen olaylar, tarihî gerçekler ışığın hikâye edilmiştir.
Millî Mücadele'nin dayandığı maddî ve manevî temellerin
birlikte işlendiği, göze çarpan bir başka özelliktir.
Eserde yer alan şahısların kullandıkları dil, biraz
ağırca olsa da bunun, devrin dil özelliklerini verme kaygısının kaynaklandığı
acıktır.
Yazarın son eserlerine doğru artan, manevî konulara
verilen ağırlık, tasavvufa olan ilgi ve bağlılık Dost Diye Diye'de açıkça
bellidir.
Bazı kavramların, âyet ve "dost"un sözleri
ışığında işlenildiği mensûrelerden meydana gelmiştir. Sevgi, birlik,
fedâkârlık, şüphelerden uzak olmak, şükür, sabır, doğruluk, kin ve nefretten
kaçınmak, merhamet bu kavramlardan bazılarıdır. İyilik, doğruluk, çalışmak,
bilgi ve sevgi ise maddî ve manevî yükselişte beş altın basamak olarak
gösterilir (1995).
• Un coeur aux
encheres
• Nisan Yağmuru
• Havva
• Bir Ben
Vardır Bende Benden İçeri
• Bukağı
• Hacı Bayram
• Hacı Bektaş
Veli
• Bir Aile
*****************************
AHMET KÖKDEMİR: Yazı hayatınıza şiirle başladığınız
biliyoruz. Şiiri neden devam ettirmediniz?
EMİNE ISINŞU : Efendim benim ilk kitabım şiir kitabı
Galiba on yedi yaşında falandım, iki Nokta diye. Çok da ilgi gördüm. 0 zaman
sağcılık solculuk diye pek belirgin şeyler yoktu. Sonradan solcu olan pek çok
yazarlar, mesalâ Haldun Taner falan çok beğendiler ve beni teşvik ettiler, işte
Şükûfe Nihal annemin arkadaşıydı, rahmetli. O çok teşvik etti. Fakat ben
kendim şiirlerimden memnun olmadım "Bunlar şiir değil" dedim. Bir
takım duyguların ifadesi geldi bana. Yani benim anladığım manada şiir
bulmadığım için bıraktım.
AHMET KÖKDEMİR: Vakanın geri plânda olduğu duygu yüklü
hikâyeleriniz var. Bunlar nasıl oluyor ?
EMİNE IŞINSU • Valla ben hikâyede daha böyle maceradan,
bir olayı hikâye etmeden ziyâde, insanların günlük duygularını, anlık
duygularını vermeyi tercih ediyorum; nedense öyle oluyor.
AHMET KÖKDEMİR: Bu hikâyeler romana giden yolda bir
basamak teşkil ediyor mu?
EMİNE IŞINSU : Hayır, etmiyor. Roman ayrı, hikâye ayrı.
Romanlarımda basbayağı macera vardır, hikâye vardır. Hikâyelerimde o yok. Öyle
geliyor, öyle yazıyorum, bilemiyorum.
AHMET KÖKDEMİR: "Bir Yürek Satıldı" ile
tiyatro yazarı olarak dikkat çektiniz. "Atlıkarınca" TRT”cileri
rahatsız etti ve filme alınmadı. Ayrıca, Ali Yörük Bey'in "Türkmen
"Düğünü" adlı eseriyle ilgili de yazılar yazarak; milli özellikler
taşıyan oyunlara olan susamışlığı ortaya koydunuz. Anladığım kadarıyla
tiyatroyu seviyorsunuz. Gerek tiyatro, gerekse sinema için oyun-senaryo yazmayı
düşünüyor musunuz?
EMİNE IŞINSU : Hayır düşünmüyorum. TRT, Atlıkarıncayı
filme aldı. Parasını verdi. Paramı aldım, fakat filme alındıktan sonra
oynatmadı. Ben de ona kızdığım için tuttum roman yaptım. En kötü romanım oldu
mâlesef. Senaryodan roman yaptım, o kızgınlıkla. Fazla işlemeden, olduğu gibi
senaryoyu aktardım. İyi olmadı yani, onu yaptığıma pişmanım ben roman haline
getirdiğim için.
AHMET KÖKDEMİR: (sorunun devamı): Bu soruyu bir de şunun
için sormuştum. Günümüzde
tiyatroya argo ve müstehcenlik hâkim, Batı‘dan ithâl Türkün zevkine ve ruhuna
ters oyunlar, çoğunlukta. Bütün bunlar sizi tiyatro yazmağa
zorlamıyor mu?
EMİNE IŞINSU : Efendim, bizler yazınca mutlaka oynayacak
diye bir garantisi yok. Meselâ "Bir Yürek Satıldı”nın senaryosu yazıldı,
fakat. Devlet Tiyatrosu oynatmıyor, Bir Yürek Satıldı'yı, yani yazınca mutlaka
oynatacaklar diye bir şey yok. Şimdi sağ sol ayrıcalığı kalktı diyoruz, ama kalkmadı devam ediyor, belki
biraz bizler sağcılar daha iyi davranıyoruz sola daha anlamağa çalışıyoruz. Biz
kaldırdık bir takım şeyleri, hakikaten kaldırdık, kaldırmak da lâzımdı, bir
anlaşma tartışma şeyi çıksın kavgalar bitsin vesayire. Fakat sol bunu kaldırmadı, sol hâlâ
kinli. Her yerde bulunmaz benim kitaplarım,
bir iki yerde bulunur meselâ. Benim kitaplarımı bu kinden dolayı almıyorlar,
satmıyorlar.
Efendim, bir bu sebep. İkincisi, benim yazmamamın
sebebi, bir tiyatro veya senaryo yazarsanız, eseri paylaşamıyorsunuz. Rejisör,
ben sanatçıyım diyor, yönetmen kendi şeylerini katıyor. Kendi fikirlerini
katıyor, kendi bir hava vermeğe çalışıyor. Aktörler, aktrisler biz sanatçıyız
diyorlar, onlar başka bir yorum getiriyorlar ve eser sizin olmaktan çıkıyor.
Meselâ, Küçük Dünya'yı Osman Sınav aldı, güya bizden falan genç bir adam, çok
da sevmiş Küçük Dünya'yı. Küçük Dünya ’yı yazdığım zaman yirmi üç yaşındaydım,
çok gençtim. Senaryoyu aldım, pirim yapacak diye yeniden yazdım, tabi kırk
dokuz yaşındaydım o zaman, müthiş bir bilgi birikimi var. Bilgi birikimi var,
duygu birikimi var, her şey var. çok güzel oldu senaryo ve tasavvuf çok vardı
içinde Çok güzel oldu. Fakat buna rağmen, Osman Sınav ben kitabı daha
çok seviyorum dedi ve kitaba sadık kaldı. Dialogları ben yazayım bari dedim.
Onu da romandan almış, bütün diologları, eski dil, dil eski. Yani o kadar
üzüldüm ki ben o, Küçük Dünya oynadığı zaman. Kendi kendimi yedim. Simdi, ben
senaryo falan yazmak istemiyorum. Romanla, okuyucuyla karşı karşıya kalmak
istiyorum.
AHMET KÖKDEMİR: Efendim, Töre'de Yağmur Tunalı ile
yaptığımız bir mülâkatta: "Yazmanın çilesini sevmeseydim, hayata ve
insanlara katlanabilmem kolay olmazdı. Maneviyata sığındığım zamanları
ayırırsak, maddi zeminde hemen bütün sıkıntı, endişe ve dertlerimi ancak
yazarken unutabiliyorum" diyorsunuz, Emine IŞINSU'nun romanı nasıl doğar,
nasıl yazılir yazmanın çilesinden bahsedebilir misiniz ?
EMİNE IŞINSU ; Efendim, yazmanın çilesi hem mutluluktur,
hem de büyük bir ızdıraptır benim için. Fakat mutluluk ağır basıyor ki, o
çileyi çekiyorum. Bir de ben yazarken tam konsantrasyon haline geliyorum ve
romanımda yaşıyorum, bu dünyada yasamıyorum. Yani, bu dünyadan bir kaçış
oluyor. Romanımla yasıyorum. O zaman mutlu oluyorum.
Nasıl başladığına gelirsek; bir fikir meselâ. Batı
Trakyalı Türkler'in Yunanistan'da nasıl eziyet gördüklerine dair bir şeyler
öğrenmiş oldum, onu romanlaştırayım ve milletime anlatayım dedim. Yani, roman
tarzında bir takım hakikatleri millete ulaştırmak. O zaman bilinmiyordu
bunların ne kadar ıztırap çektikleri, tutsak olarak yasadıkları. Nelere
maruz kaldıkları bilinmiyor veya "MİT" şu bu biliyordu ama bunlar
açıklanmıyordu. Millete, meselâ ben Çiçekler Büyür'ü, Bulgaristan
olaylarını zannediyorsam 1978 veya 79‘dur o romanın yayınlanışı. Bulgaristan’daki
bu olaylarsa 1984 yılında Türkiye'de duyuldu. Biz o zaman Arabistan'daydık.
Bunları ben göçmenlerden, gizlice yazılmış mektuplardan
şuradan buradan öğreniyorum. Bunlar hep gerçek olaylar. Azap Toprakları‘ndaki
olaylar da, Çiçekler Büyür'dekiler de hep gerçektir. Belgeleri hep elimdeydi:
Ben bunları not alıyorum. Aşağı yukarı bir sene kadar nazırlık safhası oluyor,
romanlarımda. Notlar halinde kitabımı yazıyorum. Bunları yazarken yazacağım
romanların kahramanları dogmaya başlıyor. Bilgi kırıntısını yazarken, bilgileri
toplarken, kahramanlarım doğmuş oluyor. Söyle de bir şey vardır; ekseri
kahramanlarım kendi isimleri ile doğarlar. Meselâ Hay, pek bilinen bir isim
değil. O, öyle geldi öyle yazdım. Hele Bulgaristan'da Hay ismi çok yabancı bir
isim. Fakat o kızın karakteri Hay ismiyle geldiği için onları değiştirmeyi
uğursuzluk addederim. Bâtıl bir düşünce tabii. Yani, ben bu ismi değiştirirsem
bu karakter olmaz, ismi ile geldi ismi ile olacak diye, öyle yaparım. Ondan
sonra bir gün içimden yazmak geliyor. Artık başlamam lâzım. Abdestimi alıyorum, duamı ediyorum,
bismillahirrahmanirrahim deyip başlıyorum.
Öyle oluyor ve hakikaten o zaman dünyam değişiyor ve romanın dünyasına
geçiyorum.
Ben iki romanımı yazarken de bayağı depresyona girdim.
Yani ilaçlar falan aldım. O kadar kendimi vermiştim. Zaten benim en büyük
özelliklerimden biri galiba çok samimi yazmam. Yani, süslü olsun, güzel cümle
olsun, şöyle olsun böyle olsun diye pek bakmıyorum. Yüreğimi olduğu gibi ortaya
koyuyorum. Benim en büyük özelliğim o zannediyorum. Yüreğimi ortaya koyuyorum
hakkaten, duygularımı ortaya koyuyorum.
AHMET KÖKDEMİR: (sorunun devamı): Peki, zaman ve mekânın
rolü oluyor mu?
EMİNE IŞINSU Valla gençken, size söyleyim Küçük Dünya'yı
yazarken, kızım o zaman bebekti, böyle yere otururdum, ayaklarımda onu
sallarken, ben bu tarafta defterime kurşun kalemle yazardım. O kadar rahattım.
Sonra kalabalıkta, konuşurlar, konuşurlar, arkadaşlar, eşim konuşurlar, ben
odanın bir kösesine çekilir yazardım. Tabi ben o zaman dedim ya yirmi üç
yaşındaydım. Konsantrasyonum o kadar iyiydi. Simdi sükûnet istiyorum. Yalnız,
odama girip yazıyorum.
AHMET KÖKDEMİR:
Romanlarınızda sevgi ve güzellik hakim. Fikirlerinize ters hareketleri olan
kahramanlarınızı dahi fazla hırpalamıyorsunuz. Aşağılama ve kindar bir tavır
eserlerinizde görünmüyor. Şefkat ve merhamet ağırlıkta... Mesalâ: Ali Çubuk,
Tülin, Akif Koçsa'ya bile aynı tavırla yaklaşıyorsunuz. Bu bakış tarzının
sebebi nedir? Tasavvufa meyliniz mi, yoksa yaradılışınız mı?
EMİNE IŞINSU : Efendim, yaradılıştan merhameti iyimde Merhametli iyimdir, ama bir Yunus
terbiyesi, tabi ki göre diyemem; görmeye çalıştım. "Yaradılanı severim,
Yaratan'dan ötürü" veya “Yaratılanı hos görürüm. Yaratan'dan ötürü
tebiyesi içinde. Yani, Allah'ın kuluyuz hepimiz. Kimin daha iyi olduğunu,
kimin daha yakın olduğunu biz bilemeyiz. Onun iç mümkün olduğu kadar
yargılamamak lâzım. Çünkü, bir nevi keskin yargıda Allah'a şirk olabiliyor.
Çünkü o, biliyor, sen bilimiyorsun. Hüküm vermek bir insana, onu batırmak.
Belki çok iyi tarafları var, sen onu bilmiyorsun. Yani biz kesin yargılar
bulunmamak zorundayız. Bilen Allah'tır; biz değiliz. Onun iç hep sevgi ve
şefkatle yaklaşıyorum insanlara. Çünkü, hep Allah 'ın kulu.
AHMET KÖKDEMİR: 1979‘da Yazarlar Birliği'nin “Romancılık
ve Romanları üzerine" adıyla tertiplediği bir toplantıda, 33 yaşımda iken
40 yasıma girince Yunus'u yazabilirim düşüncesini başkalarına da
söylediğinizi;39-40 yasımda ancak "Çiçekli Büyür’ü yazabildim"
diyorsunuz; Yunus'u yazmaya başladınız mı veya Yunus nerelerde?
EMİNE IŞINSU ; Vallahi bilemiyorum,Yunus, bir yerlerde
benden uzak değil, ama roman, roman yapamayacağım Yunus'ı roman yapmak
istiyordum, roman yapamayacağım. Onu da şey dediler biraz canım sıkıldı, bu
edebiyatçılar, ilimciler., işte birkaç tane Yunus var, vs. falan. Mutlaka en az
iki tane Yunus var biliyorsunuz. Onun için beni biraz soğuttular. Gerçi
yazılabilir ama yine yazılabilir yine ama yok.
Yunus, her zaman eserlerimde var; giriyor, çıkıyor anı;
bir roman olarak yok.
AHMET KÖKDEMİR: Efendim, romanlarınızda Mehmetler var.
Sanki bu Mehmetlerin sonunda Yunus gelecek gibi.
EMİNE IŞINSU : Efendim, Mehmetleri Cumhuriyet
Türküsü”nde Mehmet Efendi'yle kestim. Ben Mehmet'i bir ümit sembolü aldım.
Dikkat ettiyseniz ilk Çiçekler Büyür'de geçer. Mehmet, Küçük Mehmet ilk anda
başladı. Bir nevi Peygamber Efendimiz'in remzi ve ümit sembolüdür o.
Güzelliğin, ümidin sembolü. Ama, Mehmet Efendi'de kestim zannediyorum.
AHMET KÖKDEMİR: Çoğu kadın romancı ve sanatçımızda
gördüğümüz feminizm, kadın özgürlüğü gibi konulara yaklaşımınız daha değişik.
Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
EMİNE IŞINSU : Efendim ben de kendimi feminist sayıyorum. Fakat bu
erkeklerle bir yarış, erkekleri bir küçük görme şeklinde tezahür etmiyor. Yalnız hakların ve vazifelerin
erkek ve kadın arasında eşit dağılmasından yanayım. Mesela: Bir kadın memur,
sırf kadın olduğu için az maaş almamalı veya erkek sırf dışarda çalışıyorum
diye eşine, çocuklarına yardım etmemezlik yapmamalı. Çünkü, dikkat edersek
hele çalışan kadınlar, dışarda çalışıyor, erkek de çalışıyor; aynı zamanda eve
geliyorlar. Erkek elinde gazetesi oturuyor; kadın mutfağa giriyor; buna
dayanamıyorum. Erkek de kadın da madem ki dişardadır;, eve gelince de
mutfağa beraber girmeliler. Çocuklara alâka bakımından da aynıdır; sadece
anneye bırakmamalı. Babanın da alâkasına çocuk muhtaçtır. Bizim klasik
ailemizde babayla çocuk arasında daima anne vardır. Baba bir şey söyleyeceği
zaman, çocukların yapıp yapmamaları konusunda anneye söyler. Baba hep yüksek
bir yerlerdedir. Çocuk da bir şey isteyeceği zaman anneye söyler; anne
aradadır. Bu iyi değil, çocuk terbiyesi bakımından. Çocuk açık seçik net
olarak, anneyle de babayla da tekil ilişki kurabiİmelidirr. Yani arada kimse
olmasın diyorum. Benim feministliğim bu kadar.
["Kadın haklarına daima saygılı ve bu hakların
daimi müdafii olan ben; güzelim bir kavramın, feminizmin, aileye hücumda
alet olarak kullanılmasına tahammül edemiyorum. Bir kadın, aile içinde
tutsak değildir. Eğer öyle bir duruma düşüyorsa, -ki zaman zaman düştüğünü
görmekteyiz-bu kadının kendi iç problemlerinden, sahsiyet zaafından
kaynaklanır."
[Emine Isınsu, "Aile Derken", Türk Edebiyatı,
Sayı:202, Ağustos 1990, s.13.]
Toplumda, "kadınların bağımsız yaşaması",
"kadın özgürlüğü" propagandaları. Özellikle sosyete, zengin, sanatçı
ve aydın kesimlerde hayli taraftar bulurken; bazı gazete ve dergiler bu
doğrultuda yayınlarını sürdürürler. Dikkatli okuyucuları arasında olan Profesör
Ersan Bey'in kızı Gül'ün:
"Ayol onlar, o yazıları okuyup, sadece kendi cinsel
özgürlüklerine sahip çıkmayı öğreniyorlar, yahut öğrendiklerini sanıyorlar;
kocalarını aldatmaya bakıyorlar” [age] tarzındaki değerlendirmeleri
düşündürücüdür.
Halbuki gerçek özgürlük; kadın ve erkeğin birbirini
sevmesi, güvenmesi, şahsiyetlerini kaybetmeden birbirine bağlılıklarıyla
olabilir. Emine Işınsu, feminizmin
çarpıtılmış kurallarına kadının boyun bükmesi- demek; gönüllü kölelikten başka
birşey değildir, görüşündedir. Sevgi ve aşk gibi kavramları. sekse feda edilir.
Çünkü: bu kadın, güvensizliği, sevgisizliği ve neticesi olarak kıskançlığı hatta
kini yaşamaktadır. Hisleri kuvvetlidir. Kime karşı duyduğunu pek de bilmediği,
durmadan çarpıttığı duygularının tutsağıdır, oradan orsaya, insandan insana
âdeta çarparak yaşar, mutsuzdur.
Bu düşüncelerini, kahramanı Mevsim'de de görürüz :
"Aşk, şahsiyetlerden
fedâkârlık etmeden, bir olabilmekmekti, böyle bir teklikte insan olmanın manası
ve hürriyet vardı. Ve sevgi yapıcı bir güçtü, güçtü. kısır, engelleyici, korku
getirici hasta bir duygu değil” [Kaf Dağının Ardında, s.157]
AHMET KÖKDEMİR: Bekir ve Arif gibi kahramanlarınızı
bir tarafa bırakırsak; kadın kahramanlarınız daha kuvvetli. Bunun sebebini
hanım olmanıza bağlamanız doğru olur mu?
EMİNE IŞINSU: Bilmem ki, acaba kadınları daha mı iyi
tanıyorum. Kadınları daha iyi tanıyorum,
kadınları erkeklerden daha fazla seviyorum. Yani sevgim ve esirgemem kadınlara
karşı daha fazla. Herhalde
kadınlar çok ezildiğinden olsa gerek. Erkekleri daha şımarık ve çocuksu
buluyorum, kaç yaşına gelirlerse gelsinler. Bir olgunluğa geçmiş erkek çok
fazla rastlamadım. Çocuksu, şımarık, kusura bakmayın siz de erkeksiniz,
kadınlar daha olgun, daha duygusal ve sağduyularıyla hareket ediyorlar. Daha
çok hissediyorlar. Onun için de kadınları daha çok seviyorum, tercih ediyorum.
AHMET KÖKDEMİR: Bu konuyla ilgili bir şey daha dikkatimi
çekti. Kadın kahramanlarınızın çoğu, erkeklere karsı bir güvensizlik
beslemekte. Olayların oluşuna uygun düşmekle birlikte; erkeklere biraz
haksızlık yapmıyor musunuz?
EMİNE IŞINSU: Valla, deminden beri izah ettim, belki haksızlık
yapıyorum ama ben böyleyim. Kadınları daha çok koruyorum. Onlara karşı biraz
daha koruyucuyum.
AHMET KÖKDEMİR: önemli kadın kahramanlarınız hassas,
susan, sabreden, hüzün dolu: sanata, özellikle de resim sanatına yatkın,
resimle uğraşan kimseler. Bize resimle alâkanızdan bahsedebilir misiniz?
EMİNE IŞINSU: Resmi çok seviyorum, ama kabiliyetim
yok. Arabistan'da kaldığımız yıllarda bir kursa gitmiştim. Bir kitapta da
bahsedilir, insandaki sağ ve sol beyin arasında resimle ilgili olanının sağ
beyin olduğundan. Düşünceler sağ beyinde yoğunlaşırsa, daha iyi resim
yapılır. Ressamlar resimlerini yaparken sağ
beyinleri çalışırmış: böyle bir iddia var.
Hakikaten de doğru bir iddia. O kursa gittiğim müddetçe benim çizgilerim
bayağı düzeldi. Fakat sonra meşgul olamadım. Ama çok seviyorum.
AHMET KÖKDEMİR: Nurgün, Ceren ressam; Nur, resim yapma
arzusuyla dolu.
EMİNE IŞINSU: Bu yapacağım romanda da herhalde kız
ressam olacak. Çok seviyorum resmi Resim yapmayı çok seviyorum ama yeteneğim
yok.
AHMET KÖKDEMİR: Romanlarınızda anne-çocuk ilişkileri de
dikkat çekici. Azap Toprakları‘nın basında: “Bana, bütün insanların dertlerini
özüm yüreğimde duymayı öğreten canım anneme, "diye bir ithafınız var. Bize
bu mübarek ananın ve anne Emine IŞINSU'nun çocuk yetiştirme tarzını anlatabilir
misiniz?
EMİNE IŞINSU: Annemle ben tam tersizdir. Yani
beni evde çok sıktılar. Annem beni daha çok ağabeyimle babamla korkuturdu. Ağabeyim
evde alikıran başkesendi. Babamda daha fazlaydı, çok kısıtladılar benim
hayatımı. Mesela: Ayda bir kere sinemaya gitme hakkım vardı. Ortaokul,
lisedeyken. Tabii, yalnız başıma değil. Yani, ya ağabeyim götürür, ya annem
götürürdü. Ben sinemayı çok severdim, çıldırırdım sinemaya diye ama, ayada bir
defa hakkım vardı. Sonra, okuyacağım kitaplara ağabeyim karışırdı. Şu kitap
okunamazdı, kendine göre ahlâksız bulduğu kitaplar, meşhur romanlar falan.
Ondan sonra, sağa bakma, sola bakma, önüne bak falan. Yani çok sıktılar beni.
Annem devamlı böyle bir korku içindeydi, kız çocuğu olduğumdan. Gözüm dışarıya
kaymasın diye. O korkuyu yaşadı, yaşıyordu ve tabii bana da yaşattı.
Buna karsı, ben çocuklarıma çok serbest davrandım. Ben
de aşırı serbestim. Yani, çocuklarıma karıştığım zaman, boğazım sıkılıyor
zannederdim. Allah'tan ki, iyi çocuklardı. Allah'a çok şükrediyorum, onun için.
Benim o kadar sevmeme rağmen yanlışları olmadı. Azabilirlerdi ama, Allah'a
şükür ediyorum onlar da temkinli iyi çocuklar oldular. Yani, aslında ikisinin
ortasını bulmak lazım.
AKMET KÖKDEMİR: Bu anlattıklarınız da yani ağabeyinizle
olan ilişkilerinizle; kadın kahramanlarınızın erkeklere olan güvensizlikleriyle
ilgi kurulabilir mi?
EMİNE IŞINSU; Tabii kurulabilir. Mesela: Tanıdığı en
büyük çocuk ağabeyimdir. Tabii bağlanabilir. Geçen gün biriyle konuşurken;
tanıdığım en olgun erkek galiba babamdı, dedim. 0 da bana, bu düşüncenizi
annenize sordunuz mu, dedi, A., bak onu sormadım, dedim. Ben baba olarak onu
çok olgun gördüm. Allah rahmet eylesin.
Fakat, bütün sıkmasına rağmen Yunus sevgisini, şiir
sevgisini, insana sevmesini, insana muameleyi annemden öğrendim. Ama sıkmasa
iyiydi, zira bu tavır bende bir takım psikolojik rahatsızlıklar meydana
getirdi.
Beni Ankara kolejine verdiler. Ağabeyim dedi ki, oradaki
çocuklar hep, şımarık zengin çocuklarıdır; sen onların hiç birine uymayacaksın,
dedi.
Bu, o kadar kötü bir şey ki, sınırın içindeyim ve ben
onlardan ayrıyım. Yani, bir türlü arkadaşlık kuramadım. Onların yaşam tarzı,
babam general emeklisi, annem öğretmen emeklisi, ama biz daima orta direk
olarak kaldık ve bize tersti. Zaten kıt kanaat geçiniyorduk ve kıt kanaat
beni kolejde okuttular. Takdir ediyorum ama arkadaşlarımla bu kadar uyumsuzluk
hoş değil, onlardan çok farklıydım kolejde, o da beni rahatsız etti.
Onların hareket noktası kız çocuğun ailenin namusu
olmasıydı. Ağabeyimi çok serbest bıraktılar.
Ağabeyim öyle sıkılmazdı; o erkek çünkü. Hem erkektir, hem ağabeydir, onun
dediği olurdu.
AHMET KÖKDEMİR; Romanlarınızda
"deniz" aradım, ama bulamadım. Hiç yer almıyor. Bunun bir sebebi var
mı?
EMİNE IŞINSU; Evet denizi
bulamazsınız. Çünkü bende pek fazla deniz sevgisi yoktur. Şimdi, bir kere ben migrenliyim. Migren, biliyor
musunuz bilmem, çok korkunç bir baş ağrısıdır. Deniz kıpırtısı benim
migrenimi tetikler. Denizin sesi kafama dokunur. Dalganın sesi başımda
uğultular meydana getiriyor. Ama şöyle bir bakmam güzel, rahatlatıyor insanı.
Ormanı çok seviyorum ben. Orman dinlendiriyor beni. Annem çok sevdalıydı
denize. Ben fazla sevmeyişimi migrene bağlıyorum.
Ormanda müthiş bir sükûnet var, huzur var.
AHMET KÖKDEMİR: Romanlarınızda tasvir ve artistik
nesrin bulunmayışının bir noksanlık olduğunu söyleyen tenkitçiler var. Bunlara
katılıyor musunuz? Sizce bu bir noksanlık mı? Yoksa, size has bir üslubun
Özelliği mi?
EMİNE IŞINSU; Bence bir noksanlık, fakat bu benim şahsi
noksanlığımdan kaynaklanıyor. Ben de maalesef fazla dikkat etmem çevreye,
insanlara. Mesela: Bir insanla konuşup görüştüm ayrıldım; onun halet-i ruhiyesi
hakkında, ruh donanımı, psikolojisi hakkında bir fikir edinmişimdir; ama ne
giyiyordu, deseniz, bilmem, hatırlamam. Kendi dikkatsizliğimdir bu. O yüzden
romanlarımda da yapamıyorum. Tabii noksanlık. Çok fazla tasviri sevmem ancak,
biraz olmalı. Bir roman okurken çok fazla tasvire girilmişse atlarım, ama
benimki de ifrat oluyor. İfrat, tefrit olmasın.
Bu benim mizacımdan kaynaklanıyor. Etrafa dikkat
etmiyorum.
AHMET KÖKDEMİR: Tenkitçilerin ortak kanaati,
diyaloglardaki başarınız, üsluptaki akıcılık. Sizin şiir ve tiyatro ile
uğraşmanızın bunda etkisi var mı?
EMİNE IŞINSU: Efendim, ben öyle zannediyorum ki, diyaloglarımda başarılı
buluyorlar, sağ olsunlar, su sebepten: Ben diyaloglarımı yazarım, sonra hızlı
okurum. Yüksek sesle okurum, kulağıma nasıl geliyor diye. Konuşmaya uymayan bir
şey varsa hemen nazar-ı dikkatimi celbeder, yani konuşma Türkçesine uymayan bir
şey varsa, kitabî kalmışsa, buna uymayan kelime dahi varsa değiştiririm.
Yani, hem gözle hem de kulakla bakarım diyaloglarıma.
AHMET KÖKDEMİR: Hazır söz kelimeden açılmışken; bir soru
da bazı kelimelerinizle ilgili sorsam... Eserlerinizde Türkiye Türkçesinde pek
kullanılmayan, sadece Doğu Anadolu ağızlarında rastladığımız; "nanca"
ve "özüm" kelimelerini kullanışınızın herhangi bir sebebi var mı?
EMİNE IŞINSU; Ha, evet. Ben "nanca"ya Dede
Korkut'ta rastladım ve çok beğendim. Oradan takıldı ağzıma. Ak Toprakları Dede
Korkut Diliyle yazdığım için, daha önce Dede Korkut'u incelemiştim.
“Nanca"ya orada rastladım ve kullanmaya çalıştım. İstedim ki, yerleşsin.
Ama kimse sevmedi. “özüm" kelimesi de, işte Azerbaycan Türkçesi,
seviyorum, sevdim.
AHMET KÖKDEMİR; Genel olarak dil, Türkçemizin gidişatı;
Özel olarak da romanın dili konusunda neler düşünüyorsunuz?
EMİNE IŞINSU: Ben romanlarımın dilinde, yaşayan Türkçeyi
kullanıyorum; konuşurken de öyle.
Bugünkü dil bana facia geliyor.
Ama herhalde böyle gitmez diye düşünüyorum. Bilhassa radyoların çoğalması,
televizyonların çoğalması dili çok bozdu. Vurgular çok yanlış kullanılıyor. Bir
takım yeni kelimeler, argo her zaman olmuş; onlar geçicidir. Gelir gider. Bir zaman moda olur
sonra yenileri gelir ve giderler. Takılmaklar makılmaklar, geçer
bunlar. Ama, Türkçe vurgular yanlış, o beni çok rahatsız ediyor.
Kelimelerdeki şapkaların kaldırılması çok kötü oldu.
Çocuk okumayı bilmiyor; bilmeyince de vurgu yanlışı yapıyor. Sonra bu Amerikan
modası, nedir bu bütün dükkanlar İngilizce.
Çok dertliyim aslında bu konuda
Yine
"r"siz konuşmalar; geliyo, gidiyo... noksan telaffuzlar; gelcek,
gitcek gibi., beni çok rahatsız ediyor. Bunları anlayamıyorum.
Bunda Türk Dil Kurumu'na büyük görev düşüyor. Ben bir
roman yazarıyım ve romanlarımda yaşayan Türkçeyi kullanmağa dikkat ediyorum.
Daha fazlası benim işim değil.
AHMET KÖKDEMİR: Efendim, Tarık Buğra,
"Töre"deki bir yazısında sizin, "Politika
ile fazla ilgilendiğinizi, buna sizi, tam bir tutku olan ülke ve millet
sevgisinin çektiğini söylüyor." Ayrıca "Devlet"
dergisindeki, "Töre, deki yazılarınızla 1980 Öncesi fikir dünyanızda
oldukça net bir tavır ortaya koydunuz. Aynı yıllarda "sol" cenahta
yer alan sanatçılar eserlerini propaganda metnine çevirirken siz bundan
kaçındınız. Sancı ve Tutsak'ta bile propaganda var sayılmaz. Sanat ve ideoloji bahsinde
neler söyleyebilirsiniz?
EMİNE IŞINSU: Tutsak‘ta o hatayı ben de yaptım. Yapmamış
olmayı tercih ederdim. O yüzden Tutsak'ı bastırmıyorum artık. Sancı'ya da
epey direndim. Bir kini yeniden ateşlemek istemiyorum, o yüzden. Sancı'yı
yeniden bastırmak istemedim. Bu milletin huzura, barışa ve sevgiye ihtiyacı
var diye düşünüyorum.,
O, öyle bir havaydı, öyle geldi. Ben milliyetçiyim
elhamdülillah; O zaman da milliyetçiydim, şimdi de. O zaman daha mı aktiftim;
bilemiyorum iste, ülkücülerin beni abla bilmesi, "Emine Abla",
"Emine Abla" diye koşuşturmaları hareketli olmağa itti, ama partide
hiç görev almadım; çalışmadım. Türkeş Bey'in rahmetli hanımıyla çok ahbaptım;
kızları arkadaşımdı; öyle bir aile dostluğumuz da vardı.
Bir de Türkiye bir savaş durumu yaşıyordu, öyle olmak
zorundaydık: yani şartlar öyle icap ettiriyordu. Ama çok şükür o savaş durumu
kalktı ortadan. Romanın dünyasına ideoloji ve propaganda girsin istemem; roman
olmuyor o zaman.
AHMET KÖKDEMİR: "Genel olarak edebiyat üzerine hiç
konuşmak istemem" diyorsunuz, ama yine de ben soracağım... 1980 sonrası
romanımız nerelerde? Bazı meşhur romancılarımızın yabancı dergilerde Türkiye
aleyhine sergiledikleri hırçınlıklara ne diyorsunuz?
EMİNE IŞINSU: Bana kalırsa eski solcular, Rusya
yıkıldıktan sonra başlarını önlerine eğip biraz düşüneceklerine, bütün o
hislerini Türk düşmanlığına çevirdiler. Yani, simdi
Türk düşmanlığı var, maalesef. Eskiden de vardı ama, o zaman solculuk,
komünistlik vs. adına işçilik, emekçilik nutukları atıyorlardı, şimdi o
kalmadı; doğrudan doğruya Türk düşmanlığına çevirdiler.
Bunu anlayamıyorum; nedir bu düşmanlık?
Herhalde bir takım kalıntılar bunlar. Irkçılık yapmak
istemiyorum ama, bir kısım kanları bozuklar, kalıntılar şundan burdan onlar bu
düşmanlığı körüklüyorlar.
-Bütün
bu sebeplerden Çetin Altan'ı, Yaşar Kemal'i okumaya tahammül edemiyorum. Son
zamanlarda Orhan Pamuk var. Gencecik çocuksun sen, ne oluyor; herhalde
milletlerarası şöhret olmak istiyor; onun için yapıyor bunu. Avrupada prim
yapıyor ya, Türk düşmanlığı, onun için yapıyor her halde. Romanları basılsın,
satılsın istiyor; şöhret arzusu...
AHMET KÖKDEMİR: Yeni çalışmalarınızdan söz eder misiniz?
EMİNE IŞINSU: Millî Mücadele'yi anlatan bir roman
yazdım; "Cumhuriyet Türküsü". Bu romanın ikinci üçüncü
ciltlerini yazmayı düşünüyordum ancak, daha sonra vazgeçtim, devam
ettirmeyeceğim. O bir nevi belgesel roman oldu. Daha sonra romanın dilinin
okuyucuya ağır gelebi1ecegini düşündüm ama, benim düşüncem, o günleri yaşamış
insanların, yine o günlerin diliyle yansıtılmasıydı. Millî Mücadele ile ilgili
roman yazmayı benden Umay Hanım (Günay) istemişti. Elimde çok da bilgi ve belge
vardı. Sonradan çok araştırdım, çok okudum ve romanı yazdım. Son olarak da Dost
Diye Diye adlı eserimi yayınladılar. Kur’an ayetleri karşısında meydana gelen
hisleri anlatan denemelerdir.
Ayetleri, Yaşar Nuri Öztürk'ün mealinden aldım. Son
zamanlarda dini konulara ağırlık verdim. Dinî konularla, tasavvufla uğraşmak
istiyorum.
-Efendim, vaktinizi aldım. Çok faydalandım, ama sizi de
yordum; kusura bakmayın. Çok teşekkür ediyorum.
—Aman efendim olur mu öyle şey.
Ben teşekkür ederim.
Kaynak: Ahmet KÖKDEMİR, EMİNE IŞINSU, Hayatı Şahsiyeti Sanatı
Fikirleri – Eserleri, T.C. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Türk Dili Ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Doktora Tezi, 1995, Samsun
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar