EN ÜSTÜNLERDEN
Allah
Teâlâ’yı bilmeye giden en yüce yol ise ‘tecellileri bilmek’ tir. Onun
altında ise, teorik bilgi (nazarî ilim) bulunur ki artık onun altında Tanrı’ya
dair bilgi yoktur. Onun altındaki ilimler, insanların genelinde bulunan kimi
inançlardır. Yoksa onlar ilim sayılmaz.
Bu
ilimler, Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e artırılmasını
istemeyi emrettiği ilimlerdir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sana
vahyedilmesini henüz tamamlamadan, Kur’an’ı acele okumaya kalkma ve rabbim
bilgimi artır de.’ Yani,
senin kelamından sana dair ilmimizi artır. Çünkü burada, Rabbinden vahiy
getiren öğretmen karşısında edebin gereği olarak, vahiy esnasında
soğukkanlılığın kıymetini bilmek artmıştır. Bu nedenle ayetten sonra şu
gelmiştir: ‘Bütün yüzler, o diri ve yöneticiye boyun eğmiştir.’ Yani,
O’nun karşısında hor ve zelildir. Burada tecelli ilimleri kastedilir. Tecelli,
bilgileri, başka bir ifadeyle zevk ilimlerini elde etmede en üstün yoldur.
Onbeşinci kısım- ON DOKUZUNCU BOLUM
İlimlerin Artma
ve Eksilme Nedenlerinin Bilinmesi. 'De ki, Rabbim! İlmimi artır' Ayetinin Anlamı.
Cilt 2, sh. 27
**
Namazın ne kadar
kıymetli bir ibadet olduğuna bakınız!
Burada kul Hakk
adına bunları söylediği için, bu vekillik kulun namazdaki en değerli halidir.
Çünkü Allah Teâlâ kulunun diliyle, ‘Allah Teâlâ kendisini öveni işitti’
demiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Namaz kötülüklerden ve taşkınlıklardan
engeller.’ ' Bunun nedeni, namazın kendisinin dışındaki görünen davranışları
yasaklamasıdır. ‘Allah Teâlâ’yı zikretmek ise en büyüktür,’ Yani namazın
içindeki fiillerin en büyüğü Allah Teâlâ’yı zikretmektir.
Fütûhât-I
Mekkiyye'nin Yirmi Dördüncü Kısmı-Kırk Yedinci Bölüm-
Süfli Menzillerin ve Makamlarının
Niteliğinin Sırlarının Bilinmesi. Arif Başlangıcını Zikrettiğinde Nasıl
Rahatlar? Makamının Yüksekliğine Rağmen Ona Arzu Duyar. Onu Buna Çağıran Sır
Nedir?
Cilt 2, sh:287
**
‘Allah
Teâlâ’nın zikrine koşmak’
derken hutbenin kastedilmiş olabileceğini söyledik. Çünkü namaz özü gereği ‘taşkınlık
ve münkerden engeller.’ Ayette geçen taşkınlık, gözüken itaatsizlik eylemi,
münker ise kalplerin yadırgadığı şeylerdir. ‘Allah Teâlâ’yı zikretmek en
büyüktür.’
Yani,
(Allah Teâlâ’yı zikretmek şeklinde) namazdaki söz, insanın fiillerinin en
üstünüdür. Çünkü namaz bir takım fiil ve sözleri içerir. Bazı bilginlerin Allah
Teâlâ’yı zikretmeyi hutbe diye yorumladıkları aktarılmıştır.
Fütûhât-I
Mekkiyye'nin Kırk Birinci Kısmı-Cuma'nın Fasılları
Hakkında Vasıl
Cuma’nın Farz Olup Olmadığı Hakkında Görüş Ayrılığı
Cil4 , sh:28
**
Fasıl
İçinde Vasıl-Cumaya Gitmenin En Faziletli Vakti
Cilt
4, 42
**
Kırk Beşinci Kısmı-Fasıl İçinde
Vasıl
Ramazan Ayı Namazı
**
İnek ise nefsin mukabilidir. İnek koyundan aşağı, deveden
yukarıdadır. Bu durum, nefsin bedenin ruhu olan aklın aşağısında bulunmasına
benzer. İsrailoğulları bir can öldürüp tartışmaya kapıldıklarında, Allah Teâlâ
kendilerine ‘bir inek kesin, onun parçasıyla ölüye vurun’ diye emretmişti.
Bunu yapınca ölü, Allah Teâlâ’nın izniyle canlandı. Ölünün canı inek
vasıtasıyla hayat bulunca, onunla nefs arasında bir bağıntı ve ilişki olduğunu
anladık. Böylece ineği nefsin remzi ve simgesi saydık.
Ruhtan -ki akıldır-ise, Allah Teâlâ’nın kendisine ektiği
hikmet, bilgi ve sırlardan O’nun bildikleri (diledikleri) ortaya çıkar. Bu
bilgilerin bir kısmı oluşla, bir kısmı Allah Teâlâ ile ilgilidir. Bunlar,
tohumlulardan buğdayın zekâtı gibidir,
Nefsten ise, Allah Teâlâ’nın kendisine ektiği düşünce ve
arzulardan sadece Allah Teâlâ’nın bildikleri çıkar, bu da nefsin bitkileridir.
Bu da, hurma gibidir. Allah Teâlâ’nın nefsten ortaya çıkan şeylerdeki zekâtı,
‘ilk düşünce’dir; arzulardan ise, Allah Teâlâ uğruna olan şehvet ve arzudur.
Nefsi hurmaya bitiştirdik, çünkü hurma ağacı halamızdır. Dolayısıyla akıl
karşısında nefs, Adem karşısındaki hurma gibidir. Çünkü hurma, Âdem’in
toprağının kalıntısından yaratıldı. Allah Teâlâ organlara da bütün amelleri
ekmiş, onlar da amelleri ‘bitirmiş ve yetiştirmiştir.’ Onlarda Allah
Teâlâ’ya ait zekât payı ise, kendisinde Allah Teâlâ’nın gözetildiği meşru
amellerdir.
VASIL
Zekâtın Bölündüğü Sekiz
Sınıfın Belirlenmesi
Cilt 4, sh:359
**
İtikâf mekanın anlam bakımından yorumu, mertebe demektir.
Her İlâhî isim, iki İlâhî isim arasında bulunur. Çünkü Hakkın işi, daireseldir
ve bu nedenle Allah Teâlâ’nın eşyadaki emri bir sona varmaz. Dairenin başı
olmadığı gibi varsayımsal olmanın dışında sonu da yoktur. Bu nedenle, âlem
dairesel olarak kendiliğinde bulunduğu tarzda ortaya çıkmıştır ki, şekillerde
bile böyledir. Tümel cismi kabul eden ilk şekil, dairesel şekildir ki, o da
felektir. İlâhî hikmet, Aziz ve Alim’in takdirine göre bu felekler vesilesiyle
Allah Teâlâ’dan meydana gelen şeylerin şekilde O’nun suretine veya buna yakın
tarzda olmasını gerektirdi. Öyleyse her hayvan, ağaç, yaprak ya da taş veya
cisimde daireselliğe dönük bir meyil vardır ve bu zorunludur. Fakat bu durum,
bazı şeylerde latif iken bazı şeylerde apaçıktır. Allah Teâlâ’nın yarattığı
dağ, ağaç ve cisimlere baktığında, daireselliğe dönük bir yöneliş görürsün. Bu
nedenle küre şekli, şekillerin en üstünüdür.
FASIL İÇİNDE VASIL
İtikâfa Hangi Vakit
Girilir
Cilt 5, sh: 226
**
DOKUZUNCU SORU
Onlar, Münâcâtı Neyle
Açar? Cevap:
Sohbet ehli, kendilerini
münâcâta sevk eden ve çağıran şeye göre münâcâtı açar. Şöyle ki: Hakk
onları zikrettiğimiz bu meclislere (kapıyı) ‘çalma’, ‘açma’ ve ‘açılmasını
dilemek’ eylemlerinden sonra oturtur. Çünkü onlar, Hakkın ‘Ey iman edenler
Peygamberi çağırdığınızda, konuşmanızın öncesinde sadaka verin’ dediğini duymuştur. Sonra Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Konuşmadan önce sadaka vermekten çekindiniz mi?’ Allah Teâlâ
Peygamberin bizzat Hakk konumuna indirilmesi hakkında şöyle der: ‘Ey iman
edenler! Sizi çağırdığında Allah Teâlâ’ya ve peygamberine olumlu karşılık
veriniz.’ Başka bir ayette ise ‘Kim Peygambere itaat ederse, Allah
Teâlâ’ya itaat etmiştir’ buyrulur. Çünkü Allah Teâlâ peygamber vasıtasıyla
kendine davet eder. Peygamber ise ‘Güzel söz sadakadır’ buyururken başka bir
hadiste ‘Âdemoğlunun sabahlayan her eklemine bir sadaka düşer’ buyurur.
Sadakanın en faziletlisi, insanın kendi nefsine verdiğidir. Sadaka verenlerin
en üstünü, kendi nefsine sadaka veren kişidir.
Öyleyse kul, Rabbiyle konuşmak istediğinde, önce kendisi
için nefsini sunmalıdır. Çünkü konuşma, konuşan ve dinleyenden (oluşur). Kul
ise Hakk onun kulağı olmadıkça Allah Teâlâ’nın kelamını anlamaya güç yetiremez.
Konuşma esnasında Hakk kulun gözü olmazsa, konuşmanın Allah Teâlâ ile
konuşulmaya yakışır doğru bir konuşma olması imkânsızdır.
Böyle bir durumda ise Hakk kendisiyle kendisine
konuşandır. Kul ise (bu konuşmanın sonucundan) istifade etme yeridir, çünkü o,
var olan durumlardır. Varlık ise, onun aynıdır.
Tirmizî’nin görüşüne gelirsek, onların münâcâtı açtıkları
şey, büyüklük elbisesini giymeleridir. Ardından özel bir şekilde onun bir kısmından
soyutlanır, bir kısmını ise üzerlerine bırakırlar. Kalan kısım, konuşma geçerli
olabilsin diye, sayesinde Hakkın sözünü duymaya ve Hakkın kendisiyle
konuşmasına layık kısımdır. Böylelikle başlangıç kuldan meydana geldiği gibi bu
mertebede öncelik kula aittir. Bu, doğru yorumdur. İşte bu, konuşmaya yönelten
vaz'î nedendir. Daha önce zikredilen ise, zâtî nedendir. Bu halde bu gurubun
konuşması, genel için namaz konumundadır. Çünkü zikrettiğimiz bu mertebeden namazla
yükümlülük, peygamberlerin dili aracılığıyla insanlar için ortaya çıkmıştır.
Zikrettiğimiz nedenle de teklif emredilmiştir. Namaz bir münâcâttır.
Allah Teâlâ ehlinden bir kısmı, işlerin sonunu açılış
sayarak, onu başlangıca döndürürler. Çünkü amaç, işlerin sonudur. Örnek olarak
gölgelenmek isteyen bir insanın durumunu verebiliriz. Onun nezdinde ilk
gerçekleşen şey, çatının varlığıdır. Çatı ise, fiille ortaya çıkan son şeydir,
çünkü onun varlığı diğer eşyanın varlığına bağlıdır. Bu şeylerdeki amaç,
varlıklarının herhangi bir şeye dayanmadığı şeyler ise, son başın aynısıdır.
Böylelikle amelin açılması, son ile gerçekleşir. Bu ise, bizim de
kendisiyle münâcâtımızı yaptığımız ve kendisine göre hareket ettiğimiz sırlı
bir yöntemdir. Fakat ifade ettiğimiz gibi, konuşmanın Hakkın duyması ve
sözüyle olması gerekir. Çünkü hakikat, kendisinden başka birinin Hakk ile
konuşmasını ya da kendisinden başkasının O’nu duymasını kabul etmez.
Böylece, meclis ve sohbet ehlinin münâcâtı neyle
açtıklarım sana bildirmiş oldum!
Cilt 6, sh: 229-231
**
Allah Teâlâ’nın birliğini bilenlerin ilk mertebesinde
velîler bulunur çünkü Allah Teâlâ bir cahili velî edinmez. Bu, şekilci
bilginlerin farkına varamadığı bir meseledir. Velîlik feleği altına hangi
şekilde olursa olsun Allah Teâlâ’yı bilen herkes girer. Velîlik feleği,
birinci makamdır. Sonra nebîlik, sonra resullük ve iman gelir. Dolayısıyla o,
yani velîlik mertebesi, bize göre sıraladığımız şekildedir.
Burada velîlik,
sonra iman, sonra nebîlik, sonra resullük gelir. Şekilci bilginlere ve
bu özel yolun dışındaki insanların geneline göre, birinci mertebe iman, sonra
velîlik sonra nebîlik ve sonra resullük gelir. Biz bu konuda sıradan
insanların ve şekilci bilginlerin bildiği tarzda cevap verdik ve farklı yönlere
göre bu mertebelerin nasıl olduğunu açıkladık.
Seksenbirinci Kısım- On Sekizinci Soru
Resullerin Makamının
Karşısında Velîlerin Makamı Nerededir?
Cilt 6, sh: 245
**
YÜZ KIRK BEŞİNCİ SORU
Hz. Musa’nın, ‘Allah Teâlâ’m! Beni Muhammed Ümmetinden Yap’ Sözünün
Yorumu Nedir? Cevap:
Musa (aleyhisselâm),
peygamberlerin Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem karşısındaki yerinin ümmetinin
onun karşısındaki yeri olduğunu biliyordu. Ümmetinin Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ile ilişkisinin, ez-Zâhir ve el-Bâtın; buna karşın önceki
peygamberlerin Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem ile ilişkilerinin ise
el-Bâtın isminden gerçekleştiğini biliyordu. Bunu öğrenince, şeriatında iki
ismi bir araya getirmesini Allah Teâlâ’dan istemiştir. Hz. Musa uyan bir
peygamber olduğunu öğrenip bundan kuşku duymayınca, Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem nezdindeki makamının diğer peygamberlerden üstün kılınmasını
istemiştir. Çünkü kıyamet günü ümmetlerin ve uyanların çokluğuyla
övünülecektir. Peygamberler içinde ise Hz. Musa’dan çok uyanı olan kimse
yoktur. Nitekim sahih bir hadiste ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem büyük bir kalabalık görünce ‘bunlar kimdir?’ diye sormuş, ‘bunlar
Musa ve ümmetidir’ denilmiştir.’ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
kıyamet günü insanların efendisidir. Efendiye karşı çokluk olamaz.
Hz. Musa zâhir ve bâtında Muhammed ümmetinden olmak için
-tıpkı bizim gibi-dua ettiğine göre, o ve ümmeti, şüphesiz bizim ümmetin
kalabalığına katılacaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ben ümmeti en
kalabalık olanım’ sözünü, peygamberinin iki ismin (ez-Zâhir ve el-Bâtın) toplamına
sahip olmadığı ümmetlere karşı söylemiştir; söz konusu isimler, Hz. Musa’nm
kendisine ait olmasını istediği isimlerdir. İki ismi bir araya getiren herkes,
bizimle beraber Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmeti içinde
diriltilecektir. Hz. Musa da ümmetiyle bizimle beraber diriltilen diğer
nesillere karşı övünür. Bu durumda Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
karşısında diğer peygamberler, askerlerin başına yerleştirilen komutanlar
gibidir. En büyüle komutan, askeri en çok olan, askeri en çok olan ise, Allah
Teâlâ Peygamber’inin nezdinde kadir ve kıymet bakımından en yüksek olandır. Bu
nedenle Tirmizi, ‘Muhammed ümmeti içinde Ebu Bekir’den daha üstün kimseler
olacaktır’ demiştir. Bu durum, Hz. Ebu Bekir’i Allah Teâlâ Peygamber’inin
nezdinde müslümanların en üstünü sayanın görüşüyle ilgilidir.
Hz. İsa’nın Hz. Ebu Bekir’den daha üstün olduğu malumdur.
Hz. İsa ise, Muhammed ümmetinden ve ona uyanlardandır. Bunu söylememizin
nedeni, karşı görüş sahibinin onun ahir zamanda bu ümmet içinde ineceğini ve
Muhammed’in sünnetine göre hüküm vereceğini kesin olarak bilmesidir. Hz.
İsa’nın durumu, râşit ve rehber halifelerin hükmüne benzer: Haçı kırar, domuzu
öldürür ve onun girmesiyle de Ehl-i kitap’tan pek çok kişi İslam’a girer.
Doksanıncı Kısım
Cilt 7, sh: 48-49
**
Onun da bir aslı vardır ve bu asıl, farz nikâhtır. Ona
eklenen, nafiledir. Bunun gerçekleşmesi ise, iki türlüdür: Bazen nikâh, genel
-olarak, muhabbet nispetiyle meydana gelirken bazen muhabbet nispetinde üreme
ve çoğalma meydana gelir. Nikâh, çoğalma ve tenasül sevgisinden
kaynaklanırsa, ilahi sevgiye katılır. Çünkü Allah Teâlâ vardı ve âlem yoktu.
Allah Teâlâ bilinmek istedi ve iradesiyle bu sevgi nedeniyle yokluk halindeki
eşyaya yöneldi. Onlar, imkân halindeki istidatlarında asıl konumundaydı ve
onlara ‘ol’ dedi, onlar da meydana geldi. Böylece Hakk, bütün bilinme
tarzlarıyla bilindi. Bu, Hakk’a ilişmeyen sonradan meydana gelen (hadis)
bilgidir. Çünkü onu bilen kişi, varlık ile nitelenmiş değildi. İşte bu,
mârifetin ve varlığın kemalini talep eden sevgidir.
O halde varlık ya da bilgi, âlem vasıtasıyla kemale erdi.
Alem ise, sevgi yoluyla imkân halindeki (sabit) a’yân’ın şeyliklerine dönük bu
ilahi yönelişten meydana geldi. Gayesi ise dışta ve bilgide varlığın kemalini
gerçekleştirmektir. Hakk’ın bu yönelmesi ise türeme amaçlı nikâha benzeyen bir
haldir.
Türlerinin farklılığına rağmen, onu yerine getiren kimse,
onların elde ettiğini elde etmiştir. Esas ise nikâh nafilesidir. Çünkü bir
amelin daha önce var olmayan bir varlığı ortaya çıkarması nikâhın sonucudur.
Her amel kendi hakikat ve yoluna göre bir sonuç oluşturur. Öyleyse nikâh, her
işte asıl, dolayısıyla üstünlük, ihata ve öncelik sahibidir. Ebu Hanife nikâh
hakkında şöyle der: ‘Nikâh en faziletli nafiledir.’ Ebu Hanife haklıdır
veya gerçeğe isabet etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
kadınlar sevdirildi ve en çok evlenen peygamberdi. Çünkü nikâhta insanın
üzerinde yaratıldığı (ilahi) suret ile özdeşleşme vardır. Fakat keşf yolundaki
insanlardan, hatta Allah Teâlâ ehli âriflerden pek azı bunu bilir.
Doksan Beşinci Kısmı-Seksen Dokuzuncu
Bölüm
Genel Olarak Nafilelerin
Bilinmesi
Cilt, 7, sh: 70
**
Kemal mertebesini açıkladıktan sonra, şimdi de bu
menzilden bir’in çokluğun (cemaatin) yerini tutmasını açıklayalım. Burada bir,
insan-ı kâmilin kendisidir. İnsan-ı kâmil, âlemin toplamından daha yetkindir.
Çünkü insan-ı kâmil, harf be harf, âlemin sureti iken sahip olduğu bir
hakikatle âleme fazla gelir.
İsrafil günde yetmiş kere küçülür ve böylece nokta gibi
veya söylediği gibi olur. Küçülme önceki bir yükseklikten olabilir. Halbuki
tümel kul için kulluğunda bir yükseklik söz konusu değildir. Çünkü o
niteliklerinden soyunmuştur. Bu küçülen ruh adına bu tümel kulun hali
meydana gelseydi, onun küçülmesi tekrarlanmazdı. İşaret ettiğim şeyi anla. Bu
meleğin Allah Teâlâ’yı en iyi bilen yaratıklardan birisi olduğuna dikkatini
çektim. Onun küçülmesinin yinelenmesi, tecellinin tekrarlanmasından
kaynaklanır. Hakk ise bir surette iki kere tecelli etmez. Böylelikle her
tecellide o küçülmeye yol açan şeyi görür. İşte bu, Allah Teâlâ’yı bilmenin
kendisine kazandırdığı sahih bilgidir.
Muhammedî
Mertebeden Damme Menzilinin ve Bir'in Topluluğun Yerini Alması Meselesinin
Bilinmesi
Ondokuzuncu sifr
Cilt 10 sh: 129
**
Daire, şekiller arasında harfler arasında Elif harfi
gibidir ve bütün şekilleri içerir. Nitekim Elif de havanın göğüsten iki dudağa ulaşana
kadar harf mahreçlerine uğramasıyla, bütün harfleri içerir ve harflerin
zatlarını mahreçlerde ortaya çıkartır. Göğüste durduğunda, he ve hemze harfleri
elif harfinden ortaya çıkar. Göğüsten boğaza çıktığında ve boğazdaki belli
mertebelerde kaldığında, ha harfini meydana getirir. Sonra ayn, hı, ğayn, kaf,
kef harflerini meydana getirir. Gayr-ı makud (düğümlü olmayan) kaf harfi ise
iki harf arasında, yani kef ile kafmakude arasında bulunan bir harftir, yoksa
sadece kef veya sadece kaf değildir. Bu nedenle dilciler kendisini reddeder.
Bizim kıraat hocalarımız kafi akdetmezler ve silsile boyunca şeyhlerinden onu
böyle aldıklarını zannederler. Bu silsile, eda yoluyla, bu dilin ilk sahipleri
olan Araplara kadar uzanır ki onlar sahabedir. Onlardan da Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e kadar uzanır. Bütün bu aktarım, eda yoluyla
gerçekleşmiştir. Dilini değiştirmeden kalan Araplardan benim karşılaştıklarım
ise -söz gelişi Benû Fehm gibi-onların da kafi akdettiklerini gördüm. Bütün
Araplar da böyledir. Mağrip şehirlerindeki dostlarımıza Kuran’da kafi
akdetmeden okuma alışkanlığının nereden girdiğini bilmiyorum. Sonuncusuna
varana kadar, bütün harflerin konuşması da böyledir.
Cisimlerde ise şekillerin kendisinde bitecekleri ve
duracakları bir sınırı yoktur. Çünkü o da sayıya tabidir ve sayı kendiliğinde
sonsuzdur. Öyleyse şekiller de böyledir. Buna göre dairesellikten sonra ortaya
çıkan ilk şekil, üçgendir. Üçgenden ise eşkenar üçgendir. Cisimlilerde
şekiller sonsuza kadar gider. Buna göre şekillerin en üstünü ve en sağlamı,
altıgendir. Cisim ne kadar genişler ve büyürse, o kadar şekli kabul eder. Sonra
Allah Teâlâ, cisimsel sureti doğanın kendi mertebesinden ona verdiği şeyle -ki
biz onu nefs ile heba arasında saymıştık-heba’da tutar. Doğanın mertebesi
burada olmasaydı, cisim bu cevherde ortaya çıkmazdı ve onda sübutu olmazdı.
Böylelikle nefs için doğa, maddelerde kendisiyle yapım suretleri açan sanatkâr
için alet gibi olmuştur. Bu cevherde tüm cisim neftten sıcaklık aletiyle ortaya
çıkmıştır. Kendisinde hayat ise sıcaklığın yaşlığa eşlik etmesiyle ortaya
çıkmıştır. Sureti ise heba’da soğukluk ve kuruluk ile sabit olmuştur. Allah
Teâlâ onu yani bu küresel cismi divan tarzında yapmış, dünya devam ettiği
sürece onun için bilfiil dört taşıyıcı, bilkuvve olarak da dört taşıyıcı daha
yaratmıştır. Kıyamet günü bu dört ile diğer dördü bir araya getirir.
Böylelikle toplam sekiz olur. Onu Arş diye isimlendirmiş, rahmetin kaynağı
yapmış, Rahman ismiyle onun üzerine yerleşmiş, onu içerdiği bütün mülküyle
birlikte ayrışma ve bitişmeyi kabul eden bir mekan haline getirmiş, mekan ve
yerleri doldurmuştur. Onun üzerinde bulunan ve Amâ ile altında bulunan -ki Amâ
üzerinde ve altında hava bulunmayan şeydi-rmertebesi, Rab ismine aittir. Allah
Teâlâ ise bütün ilahi isimler üzerinde hüküm sahibi olan kuşatıcı isimdir.
Böylelikle O’nun niteliği her şeye hakim olmaktır. Kelime Arş’ta bir olmuştur.
Öyleyse kelime, cisimler âleminin kendisini kabul ettiği varlıkların ilkidir.
Yirminci
Sifr, İki Yüz Doksan Beşinci Bölüm
Muhammedi Mertebeden, Yüce Sayıların
Mertebesi Menzilinin Bilinmesi
cilt 10, sh 288
**
Oymacılık sanatını bilmek sanatkârın bilgisi ve onun
sanatıdır. Genel nezdinde bilgilerin en düşüğü odur.
Bu bilgi en yüce bilgi olduğu kadar en açık yol ve en
doğru sözdür. Buradan Allah Teâlâ’nın ehli olan büyük seçkinler hüküm
itibarıyla sıradan insanların suretinde ortaya çıkmış, mertebeleri anlaşılmamıştır.
Onları kendilerinden başkası bilememiş, âlemde bir üstünlükleri olmamıştır.
Hâlbuki hal sahipleri böyle değildir. Hal sahipleri genel nezdinde parmakla
işaret edilecek şekilde farklılaşmıştır. Bunun nedeni onlarda gözüken
harikulade hadiselerdir. Allah Teâlâ ehli bu konuda -başkaları da kendilerine
ortak oldukları için-bu hallerden uzak durmuşlardır. Öyleyse Allah Teâlâ ehli
makam itibarıyla bilinen müşahedeyle tanınmayan ve bilinmeyenlerdir. Nitekim
Allah Teâlâ da herkesin fıtraten bildiği fakat akıl ve müşahede bakımından
bilemediği kimsedir. Allah Teâlâ bir kimseye tecelli etseydi, o kişi kendisini
bilmeyecekti. Hâlbuki Allah Teâlâ sürekli tecelli etmektedir. Fakat Allah Teâlâ
ehlinin ve seçkinlerinin nezdinde malumdur. Allah Teâlâ ehli Kuran ehli olan ‘zikir
ehlidir.’ Allah Teâlâ bize ‘onlara sorun’ diye emretti, çünkü onlar
bize ancak Allah Teâlâ’dan haber verirler. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bilmiyorsanız,
zikir ehline sorun.’ Çünkü zikir ehli Hakk ile oturanlardır. Allah
Teâlâ’nın kendisini zikrettiğine şahidik ettiği bir zâkir, kendisiyle oturan
(Hakk’tan)haber verebilir ve gerçeği olduğu hal üzere bildirir ki bilgi bu
demektir. Çünkü ‘O Rabbinden bir delil üzeredir ve ondan bir şahit kendini
takip eder.’ Bu, onun
Allah Teâlâ’dan getirdiği bilgiyle zuhur etmesidir. Bilgi ise Allah Teâlâ’nın
kendisiyle zikredene tecelli ettiği niteliğidir. Kişi Hakk’ı ne kadar
zikrederse, Hakk da onunla o kadar oturur. Bu nedenle Hz. Ayşe Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in bütün anlarında zikrettiğini aktarmış, onun
sürekli Allah Teâlâ ile oturduğunu bildirmiştir. Hz. Ayşe bu durumu keşif
yoluyla bilmiş olabileceği gibi bizzat Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
kendisine bunu bildirmiş olabilir. O Allah Teâlâ ile otururken Allah Teâlâ da
kendisine ümmetinin O’nun katından getirdiği haberlerde kendisiyle tartışmasına
karşılık, peygamberlerin haberlerinden ‘kalbini sabit kılacak’ hususları
bildiriyordu. Allah Teâlâ peygamberinin nezdinde bu ve benzeri bir halde
bulunmasaydı, peygamberiyle diğer insanlar arasında bir fark kalmazdı, çünkü
Allah Teâlâ her nerede bulunurlarsa ve her nerede olurlarsa olsunlar-onlarla
beraberdir. Allah Teâlâ’nın özel bir beraberlikle kendisini zikredenlerle
olması gerekir. Bu konuda sadece bilgi fazlalığı olabilir ve üstünlük bu
bilgiyle ortaya çıkar. Öyleyse zikrederken zikrettiği hakkında bilgisi
artmayan bir insan diliyle zikretse bile, ‘zâkir (zikreden)’ değildir.
Çünkü zikreden, zikrin bütününü kuşattığı kimse olduğu kadar öyle bir insan
Hakk ile oturan kişidir. Öyleyse bir faydanın gerçekleşmesi zorunludur. Çünkü
kendisinden cimriliğin beklenemeyeceği cömert âlimin kendisiyle oturana onun
yoksun olduğu bir şeyi ihsan etmesi gerekir. Cömertliği kaldıran bir cimrilik
olmadığına göre geride cömertliği kabul edebilecek mahal kalmıştır. (Hakk’ın
karşısında) ancak (cömertliği) kabul edecek mahal sahibi oturabilir ve öyle
birisi Hakk ile oturandır.
Yirmi Yedinci Sifir-Üç
Yüz Yetmiş Üçüncü Bölüm
Üç Sırrın Menzilinin
Bilinmesi
Cilt 18, sh: 14-15
Kaynaklar:
Muhyiddin İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl:
Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
Ba’s/bi’set mertebesi peygamber
gönderme mertebesi
Doğruluk ona mahsus, hallerimden
biridir doğruluk
Dedim ki, yaratıkların dışında benim sualim olmalı
Şaşırdım ve dedim ki:
Benim dostum Vallahi sensin, aklıma
gelince
Ben seherde sevgiliye gönderildim
Getirdiğim sadık haberle birlikte
Dedim ki: Söylediğimi bilirsen
Sevgi şahidiyle izimi takip etmelisin
Ey benzeri olmayan! Sana şahit
olduğumda
Gizleme ve bakma arasında bir fark yok
benim için
Keşif var edenin sırlarından bildirir
Güneş ve ayda görülen şeylerle
Basiretlerin hakikatleri beni müstağni
kıldı
Keşif sahibinin baş gözüyle
gördüklerinden
Bu mertebenin sahibi Abdülbais diye
isimlendirilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘O ümmilere içlerinden peygamber
gönderir.’ Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ
kabirlerde olanları diriltir’ denilir.
Başka bir ayette ‘Peygamber gönderene kadar azap etmeyiz’ ve ‘O gün Allah Teâlâ onların hepsini
diriltir’ denilir. Bu mertebeden Allah Teâlâ peygamberler göndermiş,
kitaplar indirmiş, insanlar neşirden sonra haşredilmiş, ardından da bu mertebelerden
menzillerine gönderilirler. Onlar Cennet veya cehennem olmak üzere herkesin
ameline göre doldurulacakları menzillerine gönderilirler. Bu itibarla onlar
gönderilir ve onlara gönderilir! Demek ki, gönderme ve ba’s, dünya, ahiret ve
berzahta süreklidir. Bununla birlikte peygamberler arif kimselerdir, onlar
-reaya arasında değil-hükümdarların (nefs-i natıka, düşünen nefs) arasında
dolaşırlar. Başka bir ifadeyle onlar yöneticilere ve ariflere hitap ederler. Allah
Teâlâ’nın peygamber göndermesi, el-Melik olması bakımındandır ve Allah Teâlâ
onları kulları içinden natık (düşünen) nefislere gönderir. Çünkü onlar,
beden ülkeleriyle birlikte zahirî organlar ile bâtınî güçler demek olan
halkları yönetir. Bu itibarla hükümdar ancak kendilerine gönderileceği insanların
diliyle konuşan bir peygamber gönderir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her
peygamberi onlara açıklasın diye kavminin diliyle gönderdik.’ Allah Teâlâ peygamberlerini bu düşünen
nefislere (nefs-i natıka) göndermiştir. Onlar organlarda itaat veya günahları
icra edecek olan hükümdarlardır. Düşünen nefisler elçiliğini kabul etmek ve
kendisine yönelme veya ondan gizlenme veya ona ihanet etme özelliğine sahiptir.
Bu itibarla reddetmek bazen Allah Teâlâ’nın nasip ettiği tevfik veya
başarısızlık gibi istidada göre gerçekleşir. Allah Teâlâ nefisleri bedenlerin
üzerinde hükümdar kılmış, onlara âlemde kimseye verilmemiş bir özelliği
vermiştir ki, bu özellik, ‘parçalar’ mesabesindeki halklarının kendilerine
itaat etmesidir. Bu parçalar, yani organlar ve güçler, herhangi bir şekilde
kendilerine karşı gelemez; yönettikleri kimselerin kendilerine bitişik olmadığı
diğer hükümdarların emirlerine ise bazen karşı gelinebilir.
Nitekim söz konusu hükümdarlar da
gerçek hükümdar olan Hakkın peygamberlerin diliyle gönderdiği emrine bazen
karşı çıkarlar, bazen itaat ederler. Bu bağlamda peygamberlerin onlara
gönderilmeleri ve yönlendirilmeleri, kendilerinin hükümdar olduklarını
gösterir. Allah Teâlâ onları hükümdarlıkta kendi mertebesine yerleştirdiğinde
şunu anladık:
Bu durumu gerektiren bir münasebet
olmasaydı, Allah Teâlâ onları kendi mertebesine yerleştirmezdi. Öyleyse
münasebet, yaratılıştaki ilkededir. Bu ilke ‘Ona ruhumdan üfledim’ ayetinde belirtilir. Demek ki Allah Teâlâ
bu ruhu görevlendirmiş, hükümdar kılmış, halifesi olarak atamıştır. Halifelerin
bir kısmı -Firavun vb. gibi-kendisine karşı çıkmış, bir kısmı O’na karşı
gelmemişlerdir. Her halükarda peygamberler ancak valilere (düşünen nefs)
gönderilmişlerdir.
Bu vekil hükümdarlardan da Allah
Teâlâ’ya bir elçilik yönelmiştir. Bu itibarla onlar, üzerlerinde görevli oldukları
kimseleri tedbir ve yönetimlerini destekleyecek hususları Allah Teâlâ’dan
talep ederler. Bu durumda el-Melik (Hükümdar) ‘hükümdarın hükümdarı
(melikü’l-melik veya melikü’l-mülk, mülkü’l-mülk)’ haline gelir: (Elçilik)
Allah Teâlâ’dan onlara ve onlardan Allah Teâlâ’ya dönüktür! Elçilik Allah
Teâlâ’dan Allah Teâlâ’ya iken elçilik de ancak kendisinden kabul edilmiştir.
Çünkü onlar Allah Teâlâ’nın ruhundan var olmuş, O’nun kendisinden meydana
gelmişlerdir.
Burada, yani onların Allah Teâlâ’nın
emrine karşı çıkışlarıyla ilgili bazı işler ve sırlar vardır.
Bu durum çocuğun babasına veya kölenin
efendisine karşı çıkmasına benzer. Efendi köleye mal ve mülk verdiğinde,
yapılan iyiliğe rağmen onu yok etmeye çalışır, tek başına mülkü elde edebilmek
için onu öldürmeye teşebbüs eder.
Bu durum fiilleri -gerçekte Allah
Teâlâ’ya ait iken-kendilerine irca etmede vukua gelir. Onların arasından Allah
Teâlâ’nın razı olduğu işlere erdirdiği kimselerin yapabildiği ise fiillerde
ortaklığı kabul etmekten ibarettir ki, bu da ‘gizli şirk’ demektir. Allah Teâlâ
onlara La-havle ve la-kuvvete illa billah!’ (Allah Teâlâ’dan başka güç ve
kuvvet sahibi yoktur) ve ‘Ancak senden yardım dileriz’ demeyi rahmetiyle emretmiştir. Allah
Teâlâ Hakîm olduğu için bu ifadesi yeterlidir.
Allah Teâlâ insanlardan böyle bir
şirkin ve iddianın çıkacağını bildiği için, iddialarını onaylamak üzere, Allah
Teâlâ’dan yardım dilemeyi kendilerine emretmiştir. Bu sayede bu iddia Allah
Teâlâ’nın emrinden meydana gelir. Bizim gibiler, gerçeği bilmeyenlerin aksine,
bu iddiaları ‘ibadet etmek’ maksadıyla söyler ve bunda ısrar ederler. Allah
Teâlâ’nın kulları adına böyle bir durumu onaylaması, gayretinden kaynaklanır.
Kullar da bu iddiayı ibadet olarak dile getirir ve kendisine döndükleri gün
bunu söylerler. Toplanma yeri demek olan o gün mülk, Bir ve Kahhar Allah
Teâlâ’ya aittir. Böyle bir gizli şirk orada insanlara sorulduğunda, şöyle
diyecekler: ‘Bize kendinden yardım istemeyi Sen emrettin. Demek ki bizim
sahip olduğumuz bir gücümüzün olduğunu ispat ettin. Bununla birlikte o güç
şendendir. Üstelik o güç yardımınla fail ve etkin Hakk gelir. Bu nedenle Senden
kuvvet istedik, çünkü Sen metanetli olan ve kuvvet sahibisin.’ Allah Teâlâ,
kuvvetlerinin kaynağının Allah Teâlâ olduğunu söylerken ve bulundukları
mahallin özelliği nedeniyle güçlerinin eksik olduğunu ifade ederken onları
tasdik eder. Bu yerin özelliği nedeniyle onlardaki kuvvet İlâhî iktidar gibi
etkin olamamış, onun etkili olması İlâhî iktidarın yardımına bağlı olmuştur.
Çünkü acizlik, korkaklık, cimrilik yaratılmışın zati özellikleridir ve onun
yaratılışından ayrılmazlar. Yaratılmışın aslı ‘İnsan korkak yaratılmış,
kötülük ona temas ettiğinde korkar, iyilik ulaştığında cimri kesilir’ ayetlerinde belirtilir. Bu itibarla insan
değişip de cesur davrandığında, bu cesaret, ona yardım edilmesinden,
mertebesinden, kazanımdan (iktisap) ve Allah Teâlâ’nın ahlakıyla
ahlaklanmasından kaynaklanır.
Bu durum tuzdan veya
acıdan veya başka bir nitelikten meydana gelen bir parçanın suya tesir
etmesine benzer; hâlbuki su hüviyeti itibarıyla tatlı ve hoş olarak aynı
niteliktedir. İşte bu parçanın insandaki tesirine bakınız!
Aynı durum cisimlere üflenen ruhların
mukaddes ve temiz bir ilkeden meydana gelişinde geçerlidir. Parçanın taşıyıcısı
olan mahallin mizacı temizse, ruhun temizliği artar; temiz değilse onu kirletir
ve kendi mizacının hükmüne dönüştürür. Allah Teâlâ’nın peygamberleri -ki
halifelerdir-insanların içinden en temiz idrak araçlarına sahip olanlardır. Onlar,
masum kimselerdir. Bu nedenle de temize ancak temizlik ilave ederler.
Onların dışındaki halifeler ise kısım
kısımdır:
Bir kısmı hal, fiil ve sözde onlara
varis olanlar iken bir kısmı temizliğe zarar veren günahkârlardır; bir kısmı
bozulmayı artırır, onlar münafıklardır; bir kısmı tartışmacı ve kavgacıdır,
onlar kâfir ve müşriklerdir. Allah Teâlâ kendisine karşı çıkıp ‘ilah’ olarak
kendi anlayışlarına göre ortaya koydukları başka bir ilaha dayandıkları için
cezalandırdığı bu insanların mazeretleri olsun diye onlara ‘içlerinden’
peygamberler göndermiştir.
Onlar taptıkları şeyleri ilah sayarken
kendilerini de yalanlarlar, çünkü ilah yaratılan bir şey olamaz. Fakat onları bu anlayışa sevk eden düşünce sahih bir
ilkeydi: Onlar Allah Teâlâ hakkındaki görüşlerde ortaya çıkan fikir
ayrılıklarını müşahede etmişlerdi. Bununla birlikte bütün insanlar Allah
Teâlâ’nın mutlak birliğiyle O’nun vahdeti ve kendisinden başka ilah olmadığında
görüş birliğine varmış, ardından İlah’ın mahiyeti hususunda görüş ayrılığına
düşmüş, herkes nazarî düşüncesinin sonucuna göre bir kanaat ileri sürmüş,
ilahın ancak bu hükme sahip kimse olabileceği kanaatine varmıştır.
Tek bir şey ise kendiliğinde
farklılaşmaz. O halde tek ilah’ın bu görüşlerden ya birisine göre olması
gerekir veya onların hepsinden farklı olması gerekir.
Durum böyle olunca insanların;
taşları, ağaçları, yıldızları, hayvanları vb. yaratılmışları ilah edinmeleri
kolay olmuş, bu durum onlara tesir etmiştir. Böylece her grup kendisine hâkim
düşünceye göre bir ilah benimsemiştir.
Nitekim Allah Teâlâ hakkında görüşler
ileri sürenlerin durumu da öyledir. Binaenaleyh kendileri farkında değilken bu
ilkeden onlara yardım gelmiştir.
Bütün bunlar, el-Bâis isminden ortaya
çıkar. el-Bâis ismi Allah Teâlâ hakkındaki inançlarına, düşüncelerine göre
insanların bâtınlarına düşünce elçilerini gönderirken onların zahirine nebi,
nebilik ve risalet gibi ifadelerle bilinen elçileri gönderir.
Peygamberlerin getirdikleri bilgiler
fikir elçilerinin insanın bâtınına getirdiği bilgilerle uyuşursa, bu uyuşma
nedeniyle akıllı insan Allah Teâlâ’ya şükreder; peygamberin getirdiği bilgiyle
düşünce elçisinin hükmü arasında görüş ayrılığı ortaya çıktığında ise
zahirdeki peygambere uymak ve bâtının peygamberinin belasından ve afetinden
uzak kalmak şarttır. Böyle yaparsan -Allah Teâlâ’nın izniyle-saadete erersin.
Bu sözler selim akıl sahibi kabiliyetli herkese yönelik nasihatimdir:
‘De ki Rabbim bilgimi artır.’
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
Trc: cilt, 17, sh.68-73
Kaynaklar:
Muhyiddin İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl:
Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar