ERASMUS- DELİLİĞE METHİYE
Geçenlerde İtalya’dan
İngiltere’ye dönerken, at üstünde geçirmeğe mecbur olduğum zamanı lüzumsuz
hülyalarla ziyan etmemek için, kâh müşterek araştırmalarımızı içimden tekrar
gözden geçirmekle, kâh burada bıraktığım aziz ve âlim dostlarımın güzel
hatıralarını yaşamakla neşeleniyordum; siz, azizim Morus, en ziyade
hatırladıklarımdan biri idiniz. Yanınızda geçirdiğim o mesut ânları
gaybubetinizde gözümün önünde canlandırıyordum; bu ânlar, sizi temin ederim,
ömrümün en tatlıları idi.
Bir şeyler yapmağa karar
verdiğimden fakat ciddi bir eser telif etmek için müsait durumda
bulunmadığımdan, deliliğe bir methiye yazarak neşelenmek istedim.
Belki «Hangi Minerva [(eski)
Romalıların aklı ve hikmet tanrıçası, Minerva. ]bu garip fikri size ilham
etti?
» diyeceksiniz. İlkönce,
sizi düşünürken, soy adınız Morus, bana Greklerin deliliğe verdikleri Moria
adını hatırlattı; maamafih bu ilgi ancak adlar arasındadır, ve herkesin tasdik
edeceği gibi, bu Tanrıçanın tesirlerinden hisse almış olmaktan pek uzaksınız.
Ayni zamanda bu lâtifenin hoşunuza gideceğini tahayyül ettim. Çünkü Demokritos
gibi insan hayatına bakarak hazan güldüğünüzü ve bu gibi lâtifeleri, hoşluktan,
nükteden büsbütün mahrum olmadıkları zaman sevdiğinizi bilirim. Eğer
yanılmıyorsam bu öyledir. Her ne kadar zekânızın yüksekliği sizi alelâde
insanların pek üstüne çıkarıyorsa da, siz herkesin anlayabileceği bir tarzda
yazmak ve söylemek sanatına maliksiniz, tabii iyiliğiniz de, bunu sık sık yapmakta
size zevk veriyor.
O halde, bu küçük nutku,
hem size karşı hislerimin bir nişanesi olarak, hem de himayeniz altına
koyduğum, size ithaf edilmiş olmak itibariyle benden ziyade sizin olan bir eser
olarak lütfen kabul ediniz. Zira bu havaiyatın bir teologa lâyık olmadığını, bu
hicivlerin, Hristiyanlığın emrettiği mahviyete aykırı olduğunu haykıracak, kötü
maksatlı Zoilos’lar bulunacağından şüphe etmiyorum; belki bunlar beni eski
komedyanın şeytanatını yeniden canlandırmak ve Lucian gibi herkesi ısırmakla itham
edeceklerdir.
Ama ben, mevzuu pek
ehemmiyetsiz bulacak, eserin şakacı edasına hiddetlenecek olanlardan rica
ederim: bu tarzda ilk yazanın ben olmadığımı, bunda birtakım büyük adamların
misallerine uyduğumu lütfen gözönünde tutsunlar. Bundan birçok asır önce
Homeros farelerle kurbağaların savaşını yazmaktan zevk duydu; Vergilius küçük
sinekler hakkında, Ovidius ceviz hakkında birer şiir yazdılar; Polykratos,
Busiris’in methiyesini yazdı; bu methiye Isokrates tarafından tashih edildi;
Glaucus, haksızlığı, Favonius, Thersitus ile sıtmayı; Synesius kelkafaları;
Lucian, sineklerle haşaratı övdüler. Seneca, Kayser Claudius’un methiyesini
şakacı bir eda ile yazdı; Plutarkhos, Odysseus ile domuza çevrilmiş Grillus
arasında bir diyalog kaleme aldı. Lucian ile Apuleius, eşek hakkında yazdılar;
adını bilmediğim bir müellif de Grunnius Corocotta adlı bir domuz yavrusunun
vasiyetmesini yazdı, ve Hieronymus bunu eserlerinde zikreder. Beni tenkit
edenlere bu deliller kâfi gelmiyorsa, şatranç yahut herhangi bir çocuk oyunu
oynadığımı farzetsinler.
Öyle ya, insan
tabakalarının hepsine müsaade edilen eğlenceleri, muharrirlere yasak etmek pek
haksız olmaz mı?
Zira, muharrirlerin eğlenceleri faydalı
olabildiği gibi, biraz sağ duygu sahibi bir okuyucu birçok kişinin tantanalı
eserlerinden çıkaramadığı faydayı bazen bunlardan çıkarabilir. Biri, her taraftan çalınmış cümleler sayesinde rengârenk
bir hale konmuş bir nutukla beyan ilmini ve felsefeyi terennüm eder; öteki bir
prensin methiyesini yapar; şu adam milletleri Türklere karşı savaşa sevk için
vazeder; bir başkası istikbalden haber vermeğe kalkışır; bir başkası da makul
varlıklar üzerinde cidalle vakit geçirir. Ciddi şeyleri alaylı bir
tarzda mütalea etmek kadar çocukça bir şey nasıl yoksa, alayları ciddi mütalea
eder görünmek kadar da alaylı bir şey yoktur. Bu eser hakkında hüküm vermek
halka düşer, fakat izzeti nefis gözlerimi bürümüyorsa, deliliğe methiye, tam
bir deli eseri değildir, derini.
Fakat beni, hicvetmiş
olmakla itham edebilecek insanlara cevap vermek için, beşer hayatı üzerinde
lâtife etmenin kalem erbabına her zaman müsaade edildiğini iddia edeceğim,
yeter ki bu lâtife hiddet ve şiddete çevrilmesin. Yalnız harcıalem başlıklara
tahammül edebilen asrımızın inceliği kadar acaip bir şey yoktur. Hattâ birtakım
kimseler vardır, bunların edepleri o kadar yersizdir ki papalar ve büyükler
hakkında en hafif bir alayı duymaktansa bu alayların kendi faydalarına olması
mümkün olduğu halde • İsa hakkında küfürler işitmeğe razıdırlar.
Hiç bir ferde hücum etmeden
beşer hayatını çekiştiren bir kimse, görünüşe göre, lıiciviyle kırmaktan ziyade
nasihatlarıyla tenbih ve tekdir eder. Öyle değil mi?
Sonra, kaç defa kendi kendime hücum ettim!
İnsanlığın hiç bir haline müsamaha göstermeyen bir kimse, kininin insanlara
değil, reziletlere olduğunu güzelce göstermiş olur. O halde, bu hezeliyatla
kendine hakaret edildiğini sanan bir kimse bulunursa, muhakkak vicdanı onu
gizliden gizliye itham ediyor yahut ta halkın kendini itham hakkı olduğundan
korkuyordur.
Bizzat Hieronymus hicvi çok
daha büyük serbestlik ve şeytanetle kullanmış, zira bazen hücum etmek istediği
adamların adlarını söylemeğe kadar varmıştır. Bana gelince, bir kimseyi adiyle
anmaktan her zaman çekinmiş olmamdan sarfınazar, bu esere o kadar itidalli bir
üslûp verdim ki bir kimseyi kırmaktan ziyade kendimi eğlendirmeği düşündüğümü,
her makul okuyucu görecektir. Ben Iuvenal gibi, gizli reziletlerin bulunduğu
pis kokulu anbarı karıştırmadım. Ayıp reziletlerden ziyade gülünç kusurlara
takıldım. Nihayet, bu delillerle de tatmin olmak istemeyen bir kimse de
çıkarsa, delilik tarafından zemmedilmenin şerefli olduğunu ve ben, methiyesini
yapmak üzere bir kere bu Tanrıçayı seçtikten sonra, onun huyuna uymağa mecbur
olduğumu düşünsün.
Fakat size, pek sağlam
olmayan davalar bile ellerinde gayet iyi birer dava haline girecek kadar
mükemmel bir avukat olan size, ne diye müdafaa vasıtaları telkin edeyim?
Hoşça kalınız, ey pek âlim Morus, şimdi artık
sizin olan bu deliliği iyi müdafaa ediniz!
Kırda,
10 Haziran 1508
Hakkımda ne derlerse
desinler, (zira, deliliğin en deli olanlar tarafından bile hergün nasıl ayaklar
altına alındığını bilmez değilim) İlâhi tesirlerimle tanrılar ve insanlar
üzerine sevinç saçan gene ben, yalnız benim; öyle ya, bu kalabalık toplantıda
ben görünür görünmez, söz söylemeğe hazırlanır hazırlanmaz, canlı, emsalsiz bir
neşenin çehrelerinizde birdenbire parladığı görülmedi mi?
Alınlarınızdaki kırışıkların hemen kaybolduğu
görülmedi mi?
Ve her taraftan işitilen kahkahalar,
kalplerinizi dolduran lâtif neşeden, burada bulunmamın size verdiği zevkten
haber vermediler mi?
Şimdi sizi müşahede ederken, bana Homeros’un
Nektar ve Nepenthes’le sarhoş olmuş tanrılarını görüyormuşum gibi geliyor;
hâlbuki evvelce Trophonios un ininden yeni çıkmış kimseler gibi burada kederli
ve huzursuz duruyordunuz. Güneşin ilk şuaları, ufku kaplayan zulmetleri ortadan
kaldırdığı, yahut ilkbahar, sert bir kıştan sonra, arkasından tatlı nesimlerin
şen ve şatır sürüsünü getirdiği vakit, arz üzerinde her şey nasıl değişir,
bütün eşyayı daha parlak bir renk nasıl güzelleştirir, ve gençleşmiş tabiat,
gözlerimize nasıl daha lâtif ve daha hoş bir manzara arzederse, benim burada
bulunmam da yüzlerinizde fevkalâde mesut bir değişikliğe sebep oldu. Büyük
hatiplerin pek uzun ve ziyadesiyle işlenmiş nutuklarla yapmakta çok zahmet
çektikleri şeyi, mevcudiyetim bir lâhzada kendi başına yaptı: beni gördünüz,
endişeleriniz de hemen uçup gitti.
Bil acaip kıyafetle bugün
huzurunuza niçin çıktığımı birazdan öğreneceksiniz; yeter ki beni dinlemekten
bıkmayınız. Fakat hatiplerinize karşı göstermek lûtfunda bulunduğunuz dikkati
burada sizden istediğimi tahayyül etmeyesiniz. Asla! Beni meydanlardaki
soytarıları, hokkabazları ve şarlatanları dinlemeği âdet edindiğiniz şekilde,
yahut ta dostumuz Midas, bir zamanlar tanrı Pan’ın musikisini nasıl dinlediyse
öyle dinleyiniz. Zira sizinle biraz safsatacılık yapmak istiyorum. Maamafih, bugün çocukların kafalarını öğrenilmesi güç
birtakım saçmalarla taşarcasına dolduran ve onlara kadınlardan daha fazla
inatçılıkla kavga etmeği öğreten şu malûmatfuruş insanlar gibi konuşmayacağım;
eskileri taklit edeceğim; malûm ya onlar, zamanlarında itibardan pek düşmüş
olan hakim adını kullanmamak için, kendilerine safsatacı adını takmağı tercih
ettiler. İmdi, bunlar tanrılara ve kahramanlara, methiyelerle tazim
etmeğe gayret ederlerdi. İşte ben de bir methiye yapacağım, bu, Herakles yahut
Solon’un değil, benim methiyem, Deliliğin methiyesi olacaktır.
İlkönce şunu biliniz ki,
bir insan kendi kendini övdü diye onu hemen züppelik ve küstahlıkla itham eden
hakimler umurumda değildir. Böyle bir insana delidir desinler, âlâ! Fakat hiç
olmazsa, kendini övmekle bu sıfata tamamen uygun hareket ettiğini itiraf
etsinler! Öyle ya, deliliğin kendi meziyetini göklere çıkarmasını ve kendi
hakkında methiyeler terennüm etmesini görmek kadar tabii bir şey olur mu?
Beni, olduğum gibi, kim benden daha iyi tasvir
edebilir?
Meğer ki beni tanıdığımdan dalıa iyi
tanıdığını iddia eden biri bulunsun.
Zaten, böyle yapmakla,
hakimlerin ve büyüklerin ekserisinden çok daha büyük tevazula hareket ettiğime
kaniim. Onları kötü bir hicap tutuyor. Kendi
kendilerini methe cesaret edemiyorlar, fakat ekseriya müdaheneci bir meddahı,
sahtekâr bir şairi yanlarına cezbediyorlar; o da para mukabilinde, onları
övmeği yani onlara yalanlar söylemeği taahhüt ediyor. Hâlbuki hayâsız
sitayişleri, arsızların en sefilini tanrılara müsavi göstermeğe cüret edince;
bütün zilletlere dalmış olduğunu bildiği adamı, bütün faziletlerin mükemmel bir
nümunesi olarak ileri sürünce; kuzgunu, tavuskuşu tüyleriyle süsleyince;
zencinin derisini beyazlatmağa uğraşınca; sineği fil yerine kabul ettirmeğe
gayret edince, mahçup kahraman tavuskuşu gibi kurum kurum kuruluyor ve küstahça
ibiğini kaldırıyor.... Her ne ise; ben şu ata sözünün dediğini yapıyorum: Kimse
seni ötmezse sen kendini öv!
Ama doğrusu, insanların
bana karşı nakörlüğüne hayranım. Hepsinin bana fevkalâde derin hürmeti var;
hepsi iyiliklerimin neticelerini görmekten hoşlanıyorlar; fakat buna rağmen,
bukadar asırdanberi bir tanesi çıkıp ta yüze gülücü övmelerle beni sitayiş
etmemiştir; hâlbuki Busiris’ler, Phalarisler, sıtmalar, sinekler, kelkafalar ve
bu neviden nice bin belâlar meddahlarını buldular; bunlar da onları tantanalı
medhiyelerle terennüm etmek için ne zamanı, ne de zahmeti sakındılar.
Şimdi vereceğim nutuk ne
önceden tasarlanmış, ne de işlenmiştir; demek ki o mabette daha az yalan ihtiva
etmektedir. Fakat sanmayınız ki bu söylediğim, hatiplerin, zekâlarını övmek
için kullanmak itiyadında bulundukları hilelerden biridir. Bilirsiniz ki bu
adamlar, bir nutuk üzerinde otuz sene çalıştıktan sonra hem de nutkun en mühim
kısmını başkalarından çalmış oldukları halde onu sanki üç günde eğlenerek
yazmış yahut dikte etmiş gibi gösterirler. Ben ise, ağzıma geleni söylemekten
daima hoşlanmışımdır.
Benden ne bir tarif, ne de
beyan muallimlerine mahsus bir taksim bekleyiniz. Hiçbir şey bunun kadar yersiz
olmazdı; beni tarif etmek bana sınırlar çizmektir; hâlbuki kudretimin sınırı
yoktur. Beni taksim etmek, bana yapılan muhtelif ibadetleri tefrik etmektir;
hâlbuki bana arz üzerinde hep ayni tarzda tapınılmaktadır. Sonra, önünüzde
aslım bulunurken, bir tarifle, bana gölgemden daha fazla benzemeyen ideal bir
suretimi vermeğe neden gayret edeyim?
işte ben gördüğünüz gibi, nimetlerin hakiki
tevzi edicisi, Lâtinlerin Stultitia ve Greklerin Moria dedikleri “Delilik”im.
Fakat bunu söylemeğe ne hacetti?
Yüzüm beni kâfi derecede tanıtmıyor mu?
Hem bir kimse benim Minerva yahut Hikmet
olduğumu iddia etmeği aklına korsa, ona nutuklarımla ruhumu tasvir etmeğe mi
lüzum olacak?
Aksine kani olmak için bana bir ân bakmak ona
kifayet etmez mi?
Bende ne cilâ, ne de riya
olabilir, kalbimde bulunmayan bir hissin zevahiri de hiçbir zaman alnımda
görülmez. Ve nihayet ben heryerde o kadar kendime benzerim ki, hakim rolü
oynamağı ve öyle görünmeği en ziyade isteyenler bile dahil olmak üzere, kimse
beni haklayamaz. Onlar, bütün suratlarına rağmen erguvan giymiş maymunlara,
yahut aslan postuna bürünmüş eşeklere benzerler; ne yaparlarsa yapsınlar,
neticede, Midas’ın başını meydana vuran bir küçük kulak ucu aradan görünür.
Doğrusu, şu insan nevi,
bana karşı pek nankör! Onlar tebaamın en sadıklarıdır; bununla beraber, adımı
herkesin içinde taşımaktan o kadar utanırlar ki, onu başkalarında bir
şerefsizlik ve alçaklık nişanesi olarak ayıplarlar. Fakat Thales kadar hakim
olduklarının zannedilmesini istiyen o mükemmel deliler, kendilerine Morosophe
yani hakim deli adı takılmasına istihkak kazanmazlar mı?
Zira burada bu defa, sülükler misali dillerini
kullanır gibi görününce kendilerini birer küçük tanrı sanan ve lâtince bir
nutukta, sözü muamma haline koyan, birkaç grekçe kelimeyi ipsiz sapsız bir
halde karıştırmağı harikulade bir şey addeden günümüzün beyan ilmi hocalarını
taklit etmek istiyorum. Bunlar hiçbir yabancı dil bilmezlerse küflü bir
kitaptan birkaç eski kelime çıkarır ve bunlarla okuyucunun gözünü
kamaştırırlar. Bunları anlayanlar, kendi allâmeliklerinden lezzet duymak
fırsatını bulurlar, ve böylece gururları okşanır; anlamayanlara anlaşılmaz
görünmeleri nisbetinde hayranlık mevzuu olurlar. Zira, uzaktan gelen şeylere
hayran olmak, dostlarım için az bir zevk değildir. Eğer, bu sonuncular
arasında, âlim geçinmek isteyecek kadar iboş olanlar bulunursa, küçük bir
memnuniyet tebessümü, bir tasdik işareti ve eşeklerinkine benzer bir kulak
hareketi, cehaletlerini başkalarının gözünde örtmek için kifayet edecektir...
Fakat, mevzuumuza dönelim.
Demek şimdi pek... nasıl
diyeyim?
.... pek deli
dinleyicilerim mi?
Niçin olmasın?
Bu, deliliğin, mesleğine vâkıf olanlara
verebileceği en şerefli unvandır. O halde pek deli dinleyiciler, şimdi adımı
biliyorsunuz. Fakat menşeimi bilmeyen birçok kimseler bulunduğundan, onu,
Musa’ların yardımı ile size bildirmeğe gayret edeceğim .
Ben ne Kaos’tan ne de
Ahretten çıktım; bayatımı ne Saturn’a, ne Yafes’e ne de şu döküntü tanrıların
birine borçluyum. Babam Plutus'dur; o Plutus ki Homeros, Hesiodos ve hattâ
büyük Jupiter kızmasın tanrıların ve insanların babasıdır; o Plutus ki evvelce
olduğu gibi şimdi de hem kutsal, hem alelâde şeyleri istediği gibi altüst
etmektedir; o Pulutus ki savaşı, barışı, devletleri, meşveretleri, mahkemeleri,
halk meclislerini, izdivaçları, muahedeleri, ittifakları, kanunları, sanatları,
ciddiyi, lâtifeyi... saymaktan nefesim tükendi kendi hevesine göre sevkeder; o
Plutus ki, yardım etmeseydi bütün o şairane tanrılar ve hattâ büyük tanrıların
kendileri bile diyeceğim ya hiç mevcut olmayacaklardı, yahut ta açlıktan
ağızları kokacaktı; ve Plutus’un hiddeti o derece müthiştir ki Pallas bile bu
hiddete karşı bizi vikaye edemez; teveccühü o derece kıymetli, himayesi o
derece kuvvetlidir ki bunlara mazhar olan bahtiyar fâni, Jupiter’e ve
yıldırımına meydan okuyabilir.
Babam beni, Jupiter’in
vaktiyle şu suratı asık pis Minerva’yı yarattığı gibi kafasında yaratmadı; o
bana bütün perilerin en genci, en neşelisi, en canlısı olan Neoteti, yani
geçliği, ana olarak verdi. Ben şu Yulcanus topalı gibi somurtkan bir izdivacın
semeresi değilim. Ben, babacan Homeros’un dediği gibi, sevginin leziz vecitleri
içinde doğdum Yanılmıyasınız diye de söyliyeyim: Plutus beni, Aristophanes’in
tasvir ettiği gibi, artık ihtiyar ve gözleri hemen hemen hiç görmez olmuşken
değil, vaktiyle, tamamen güçlü kuvvetli iken ve gençlik ateşi damarlarında
kaynarken, tanrıların sofrasında devirdiği abıhayatla raşelendiği lâtif ânların
birinde tevlit etmiştir.
Belki doğduğum yeri de
bilmek isterdiniz; zira bugün, bir çocuğun ilk defa haykırdığı yerin, onun
asaleti bakımından fevkalâde ehemmiyetli olduğuna inanıyorlar. Onun için size
şunu diyeyim ki ben ne etrafı dalgalı Delos n adasında, ne denizin dalgaları
üstünde ne de derin mağaralarda doğdum; ben gözümü Saadet Adalarında dünyaya
açtım. Bu öyle lâtif bir diyardır ki burada toprak, en zengin armağanlarını
işletilmeden, kendiliğinden verir. İş, ihtiyarlık, hastalıklar, bu bahtiyar
kırların yanına hiçbir zaman yaklaşmamışlardır. Burada ebegümecinin, baklanın,
acıbaklanın ve ancak âdi inşalara lâyık diğer nebatların yetiştiğini
göremezsiniz. Burada Moly, devayı kül, hüznü gideren Nepenthes otu,
ıııerzengüş, gül, menekşe ve sümbül her bucaktan burnu ve gözü teshir eder, bu
lâtif yerleri Adonis’in bahçesinden hin defa daha nefis birer bahçeye
çevirirler.
Ben işte bu sehhar yerde
doğum ve doğuşum göz yaşlaıiyle ilân edilmedi; dünyaya gelir gelmez, anneme
zarafetle gülümsediğimi gördüler. Jupiter bir keçi tarafından emzirilmek
bahtiyarlığına nail oldu diye onu kıskanırsam büyük bir hatâ işlemiş olurum.
Zira dünyanın en lâtif iki perisi olan Baikkhos kızı Methe, yani Sarhoşluk ve
Pan kızı Apoidia, yani Cehalet, benim sütninem olmuşlardır. Onları burada
arkadaşlarım ve cariyelerim arasında görüyorsunuz.
Cariyelerim dedim, onları
da size tanıtmak lâzım. Şurada size küstah bir tavırla bakan, İzzeti nefistir.
Yüzü lâtif ve elleri alkışa hemen hazır olan şu öteki Yüze Gülmedir. Burada,
unutmanın tanrıçasını P] görüyorsunuz;
bakınız, uyumağa başlıyor
ve şimdiden daldığı görülüyor. Daha ötede Tembellik, kollarını kavuşturmuş,
dirseklerine dayanıyor. Şehveti, çelenklerinden, gül iklillerinden ve süründüğü
nefis kokulardan tanımıyor musunuz?
Her tarafa hayâsız ve kararsız bakışlarını
gezdiren birini de görmüyor musunuz?
Bu, Bunaklıktır.. Derisi pek parlak, vücudü
pek semiz ve tombul olan şu öteki de Zevkü-sefa tanrıçasıdır. Fakat, bu
tanrıçalar arasında iki de tanrı görüyorsunuz: Bunların birisi Komos diğeri
Morpheus’ dur. Bu sadık hizmetkârların yardımıyladır ki ben kâinatta ne varsa
hepsini devletime tâbi kılar, dünyayı idare edenleri idare ederim .
Demek ki artık menşeimi,
aldığım terbiyeyi ve maiyetimi tanıyorsunuz. Şimdi kendime tanrı unvanını
takmakla hafifmeşrepçesine hareket ettiğimi kimsenin sanmaması için, tanrılara
ve insanlara ne gibi faydalar temin ettiğimi anlatacağım; devletimin ne kadar
vâsi olduğunu size göstereceğim. Bütün dikkatinizle dinleyiniz.
İnsanlara iyilik etmek tanrı
olmak demektir, dendi; bu söz haklı ise; buğdayı, şarabı icat edenleri veyahut
hemcinslerine bu neviden herhangi bir başka faydayı temin edenleri ölmezlerin
sırasına koydular ve bunda haklı hareket ettilerse, fânilere bütün faydaları ve
bütün nimetleri bir arada dağıtan ben, tanrıların en büyüğü telâkki edilmemeli
miyim?
Evvelâ hayattan daha tatlı,
daha kıymetli bir şey var mı?
Bu nimetin menşei ben değilim de kimdir?
İnsanları yaratan ve çoğaltan, ne mağrur
Pallas’ın mızrağı ne de kuvvetli Jupiter’in kalkanıdır. Jupiter’in kendi bile,
bütün Olympos’u bir tek bakışla titreten gök ve yer yüzünün bu kralı bile,
canı, arasıra yaptığı şeyi... yani, baba olmağa çalışmağı istediği vakit,
korkunç yıldırımını bırakmağa, bütün tanrıları istediği şekilde korkutan
tehditkâr tavrını terkemeğe ve zavallı bir oyuncu gibi kıyafet değiştirerek
kendini gizlemeğe mevbur oluyor.
Tanrılardan sonra,
varlıkların en ulvileri, kendi iddialarına göre Revakilerdir. Pek âlâ! Bana bir
Revaki veriniz; ve bu isterse bütün Revakilerin mecmuundan, üç, dört hattâ bin
defa daha revaki olsun. Tekelerle müşterek olmasına rağmen hikmet işareti
telâkki ettiği sakalını kestirmeğe muvaffak olmazsam da, hiç olmazsa ona
suratlı tavrını terkettiririm, alnının çatıklığını gidertirim, onu sert
prensiplerinden vazgeçirtirim; o da bir müddet kendini sevince, acaipliğe,
deliliğe kaptırır; kısacası, o istediği kadar hakim olsun, eğer tevlit etmenin
verdiği hazları tatmak isterse bana, yalnız bana müracaat etmelidir.
Fakat size neden herşeyi,
âdetim üzere, tamamen tabii olarak söylememeli?
Rica ederim söyleyiniz bana, tanrıları ve
insanları yaratan, baş, yüz, göğüs, eller ve kulaklar mıdır?
Bu namuslu uzuvların biri midir?
Asla. Beşer nevinin yayılmasına yarıyan kısım
o kadar acaip, o kadar gülünçtür ki, onu gülmeden anamayız. Fakat bütün
varlıkların hayatı, Pythagoras adetlerinden çok daha ziyade bu kutsal kaynaktan
akar. Hem samimi olalım, önceden, hakim bir insan sıfatiyle, evliliğin
mahzurlarını göz önünde tutsaydı, hangi fâni başını evliliğin yularına uzatmak
isterdi?
Hangi kadın, gebeliğin rahatsızlıklarını,
doğurmanın acılarını, tehlikelerini ve terbiyenin yüklediği usandırıcı işleri
ciddi olarak düşünseydi, bir erkeğin âşıkane takiplerine ramolurdu?
Hâlbuki hayatı evlenmeye borçlusunuz,
evlenmeler de benim cariyelerimden Bunaklık tarafından kurulurlar. O halde bana
ne kadar minnet borçlusunuz! Sonra, bir kadın, bir kere bütün bu sıkıntıları
çektikten sonra, eğer benim aziz dostum Unutmak tanrıçası, onun üzerine tesir
etmeseydi, kendini bu sıkıntılara bir defa daha maruz tutar mıydı?
Şair Lucretius ne isterse söylesin! Bizzat
Venüs bile inkâr edemez ki benim İlâhi yardımım olmazsa, onun bütün kudreti,
enerjiden mahrum, cılız ve neticesiz kalır.
İşte âdi halkın keşiş adını
verdiği kimseler tarafından istihlâf olunan, kendilerini beğenmiş şu insanlar:
şu feylesofler, benim riyaset ettiğim bu acip ve gülünç oyundan hâsıl olurlar;
erguvana bürülü krallar, Tanrının rahipleri, ve pek aziz babalarımız Papalar
ondan gelirler: nihayet Olympos’un, bütün büyüklüğüne rağmen ancak ihtiva
edebileceği sayısız adette şairane tanrılar da ondan çıkmışlardır.
Fakat hayatın esasını ve
başlangıcım benden aldığınızı isbat etmiş olmak kâfi değildir; şimdi size, bu
hayatın bütün faydalarının, hoşluklarının, iyilikseverliğime borçlu olduğunuz
birer armağan olduğunu göstereceğim.
Doğrusu, bayattan hazları
çıkarırsanız, hayat neden ibaret kalır?
O zaman hayat adına lâyık olur mu?
... Beni alkışlıyorsunuz,
dostlarım! Ah bakınız benimle hemfikir olmamak için, hepinizin haddinden fazla
deli yani haddinden fazla hakim olduğunu biliyorum... Bizzat Revakiler hazzı
severler; nefret etmek ellerinden gelmez. Şehveti isledikleri kadar
saklasınlar, en çirkin hakaretlerle adi halkın
gözünden düşürmeğe gayret
etsinler, bütün bunlar sahte hareketten başka bir şey değildir. Onlar
şehvetten, daha büyük bir serbesti ile müstefit olmak için başkalarını
uzaklaştırmak isterler. Fakat bütün tanrıların rızası için, hayatın haz ile
yani delilikle lezzetlendirilmemiş hangi bir âni, gamlı, sıkıntılı, nahoş,
tatsız, tahammülfersa değildir?
Burada Sophokles’in şehadetini zikretmekle
iktifa edebilirim; bu büyük şairi ne kadar övsek azdır; o, en hoş ömür, hiçbir
nevi hikmet olmaksızın geçen ömürdür dediği zaman beni en güzel tarzda
övmüştür. Fakat meseleyi biraz teferruatiyle tetkik edelim:
İnsanın ilkçağı olan
çocukluğun, bütün çağların en şeni, en lâtifi olduğu doğru değil midir?
Çocukları severler, öperler, kucaklarlar,
okşarlar, onlara bakarlar, bir düşman bile onlara yardım etmekten kendini
menedemez. Neden?
Çünkü daha doğumları ânında, tabiat, bu
basiretli ana, onların etrafına bir delilik havası yaymıştır; bu hava,
çocukları büyütenleri teshir eder, zahmetlerini telâfi ettirir ve bu küçük
mahlûklar üzerinde, muhtaç oldukları hayırhahlığı ve himayeyi toplar. Çocukluğu
takip eden çağın da herkesin gözünde ne kadar büyük bir cazibesi vardır! Bu
çağı himaye etmek, ona yardım etmek, onun imdadına koşmak için ne kadar büyük
gayretler ısraf edilir! Pekiyi, bu lâtif çağa, candan sevdiren letafeti kim
verir?
Benden başka kim olacak?
Gençlerden can sıkıcı hikmeti uzaklaştırıyor
ve böylelikle bazların câzip letafetini onların üzerine yayıyorum; ve burada
size havadan masallar anlattığımı tahayyül etmemeniz için, insanları büyüyüp
yetiştikleri, tecrübe ile dersler sayesinde hakim olmağa başladıkları zaman göz
önünde tutunuz, görürsünüz ki onlarda güzellik hemen solmağa başlar, neşe
söner, kuvvet azalır, cazibe uçar gider, onlar benden uzaklaştıkça, hayat
gitgide onları terkeder ve nihayet, kendine ve başkalarına bir yük olan şu
neşesiz ihtiyarlığa erişirler. Şüphe yok ki, beşeriyetin çektiği sefaletler,
beni yardımına koşmağa sevketmemiş olsaydı, ihtiyarlığa tahammül edecek bir tek
fâni bulunamazdı. Fâniler hayatı kaybetmek üzere iken onlara bir istihale ile
teselli veren tanrılar gibi, şairlerin terennüm ettikleri tanrılar gibi,
mezarın kenarında bulunan ihtiyarları değiştirir, elimden geldiği kadar
çocukluğun mesut çağına geri getiririm.
Bu istihaleyi hangi
vasıtalarla yaptığımı bilmek isteyen varsa bunu ondan gizli tutmayacağım.
ihtiyarları, Lethe nehrinin Saadet Adalarında bulunan (zira Ahrette bu nehrin
pek küçük bir kolu akmaktadır.) kaynağına götürür, orada uzun uzun yudumlarla
onlara unutmayı bu hayatın bütün sefaletlerinin unutulmasını içiririm; o zaman
endişeleri ve kederleri yavaş yavaş defolur, ve gençleşirler. Fakat
diyeceksiniz ki, ihtiyarlar saçmalarlar, hezeyan ederler. Şüphesiz, işte
çocukluğa dönmek te buna derler. Saçmalamak, hezeyan etmek, çocuk olmak demek
değil midir?
Ve bu çağ akıldan mahrum olduğundan dolayı
değil midir ki, bize haz verir, bizi eğlendirir?
Yetişmiş bir adam kadar hakim olan çocuktan
herkes nefret eder, ona heryerde bir «monstre» (galatı tabiat) nazariyle
bakılır. Çocukta vakitsiz hikmetten ne/ret ederim, diyen atalar sözü haklıdır.
Muhakeme ve tecrübeye
olduğu kadar intikal süratine sahip bir ihtiyarın sohbetine ve meclisine kim
tahammül edebilir?
ihtiyara hezeyanı, sayıklamayı veren benim;
fakat gene bu mesut sayıklamadır ki, hakime eziyet eden o endişeleri, kederleri
uzaklara kovar. ihtiyar hoş bir eğlence arkadaşı olarak kalır ve, kadeh elde,
dostlarına akıl öğretmesini bilir. Neşe içinde yaşar ve hayatın, en sağlam
kimselerin güçlükle tahammül ettikleri yükünü, hemen hemen hiç hissetmez. Hattâ
bazen Plaulus’un iyi ihtiyarı gibi yapar: o tatlı: seni seviyorum sözünü
söylemeği öğrenir. Hâlbuki, bütün aklına sahip olsaydı, acınmağa ne kadar
müstahak olurdu!
Ama iyiliklerimle bahtiyar
olan ihtiyarı dostları da candan severler; o, neşeli bir musahabeye pek âlâ
iştirak edebilir. Zira, Homeros’a inanmak caizse, ihtiyar Nestor’un ağzından
baldan tatlı sözler akarmış, hâlbuki, hadit ve şedit Akhileus, acı feryatlar
koparırmış; ayni şaire göre, duvarlarının gerisinde emniyette bulunan pirler,
çapkınca ve hoş musahabelerde bulunurlarmış. Bu bakımdan ihtiyarlık çocukluğa
da baskındır; zira pek hoş olmakla beraber çocukluk, hayatın pek tatlı bir
hazzı olan dedikodu zevkinden mahrumdur.
Sonra, ihtiyarlar
çocukların meclisini, çocuklar da ihtiyarların meclisini pek severler. Zira
tanrılar, benzerleri birleştirmekten hoşlanırlar. Gerçekten, ihtiyarlığa has
olan yüz buruşukları ve yılların adedi istisna edilirse, bir ihtiyarla bir
çocuk kadar biribirine benzeyen iki şey var mıdır?
Her ikisinin beyaz saçları, dişsiz bir ağzı,
cılız bir bedeni var; her ikisi sütü sever, kekeler, gevezelik eder; hamakat,
unutkanlık, boşboğazlık, velhasıl herşey bu iki çağ arasında tam bir benzerlik
teşkil etmeğe yardım eder, insanlar ne kadar ihtiyarlarlarsa o kadar çocuğa
benzerler. Sonunda da birer hakiki çocuk gibi, hayattan iğrenmeden ve ölümü
görmeden, bu dünyadan çıkarlar.
Şimdi, istenirse, bütün
insanlar arasına dağıttığım bu iyilikle, diğer tanrıların yaptıkları
istihaleler mukayese edilsin. Burada, hiddetli iken yaptıkları istihalelerden
bahsetmeyeceğim; teveccühlerinin en büyük nişaneleri telâkki edilenleri tetkik
edelim. Ölüm döşeğindeki dostlarına tanrılar ne yapıyorlar?
Onları ağaca, kuşa, ağustosböceğine, hattâ
yılana tahvil ediyorlar. Ama, böylece tabiat değiştirmek, ölmek değil midir?
Bana gelince, ben insanı, tahrip etmeden,
hayatının en mesut, en tatlı zamanına geri getiriyorum. Ah! insanlar, hikmetten
büsbütün vazgeçerek bütün ömürlerini benimle geçirselerdi, gamlı bir
ihtiyarlığın tatsızlıklarından bihaber olurlardı ve daimi bir gençliğin sihri,
üzerlerine her ân sevinç ve bahtiyarlık saçardı!
Felsefe, yahut başka bir
güç ve ciddi şeyin tetkikine koyulan şu zaif,gamlı, neşesiz kimselere bakınız.
Biribirinden ayrı birçok düşüncelerle çalkanan ruhları, bünyelerine tesir eder;
bedenlerindeki ruhlar pek fazla miktarda uçar; cezri ratıpları (humide radical)
kurur ve umumiyetle, genç olmadan ihtiyarlarlar. Benim delilerim, bilâkis,
daima semiz ve tombuldurlar, yüzlerinde sıhhatin, semenin parlak tasvirini
taşırlar; sanki herbiri bir Arkama domuz yavrusu imiş gibi. Şüphe de yok ki,
hakimlik derdi daima biraz kendilerine sirayet etmemiş olsaydı, ihtiyarlığa has
sakatlıkların hiçbirini hissetmeyeceklerdi. Fakalt insan, dünya yüzünde tamamen
mesut olmak için yaratılmamıştır.
Eski bir ata sözü de ileri
sürdüğümüzü isbata yarar. Bu ata sözü der ki: Ancak delilik, gençliğin hızlı
seyrini yavaşlatır ve can sıkıcı ihtiyarlığı bizden uzaklaştırır. Böylece,
Brabant’lılar hakkında, ihtiyatlı başka insanların tersine olarak, yaş bastıkça
delileştikleri söylenmiş ki bu, doğrudur. Hâlbuki, sohbeti daha hoş ve
ihtiyarlığın sıkıntılarından daha az müteessir bir millet yoktur. Ahlâklarıyla
olduğu kadar içinde yaşadıkları iklim ile Brabant’lılara benziyen bir kavim de
benim aziz dostlarım HollandalIlardır. Madem ki Hollandalılar deli lâkabına
lâyık olacak dçrecede büyük bir gayretle bana riayet ve hizmet ediyor, ve bu
şerefli sıfattan utanacak yerde iftihar ve bu lâkabı en güzel unvanlarından
biri telâkki ediyorlar, ben de neden onlara aziz dostlarım demiyeyim?
Haydi gidin, çılgın
fâniler, gidin şimdi Medea’lara, Kirke’lere, Venus’laıa, Aurora’ lara sığının! Gidip heryerde sizi
gençleştirecek bilmem hangi mefhum pınarını arayın! Şu gençliği, bukadar
istenen bir şey yapmağa ancak ben muktedirim. Gerçekten de onu insanlara calip
kılan yalnız benimdir. Memnon‘un kızının, ceddi Tithon'un gençliğini uzatmak
için kullandığı o harikulade ilâç bendedir. Ben Plıaon’a, Sappho tarafından
delicesine sevilmeği mucip olacak kadar gençliğin bütün cazibesini, bütün
kuvvetini geri vermeğe bu derece muvaffak olan Venüs’üm. Eğer gençliği geriye
çağırmak ve daha iyisi! gençliği daima muhafaza etmek hassasına malik sihri
nebatlar, efsunlar, yahut herhangi bir pınar varsa, onu bende aramak lâzımdır.
Gençlik kadar sevimli, ihtiyarlıktan daha nefrete şayan bir şey olmadığını
hepiniz teslim ediyorsanız, bukadar büyük bir nimeti elde tutmağı, bukadar
büyük bir âfeti uzaklaştırmağı bilin! • bana ne kadar şükran borçlusunuz.
Ama fânilerden fazla
bahsettik. Olympos’un geniş alanını beraberce gezip dolaşalım; bütün tanrıları
birbiri ardı sıra tetkik edelim, eğer bunlar arasında, bir parça sevimli ve
fikirlerinde biraz insicam sahibi olmak şartiyle şanının en büyük kısmını bana
borçlu olmayan bir tane bulunursa, adımın, hakaret olarak yüzüme vurulmasına
razıyım. Şu lâtif gençlik, Bakkhos’un yüzünde neden durmadan parlıyor?
Şu genç çocuk saçları, neden bu kadar zarif
bir şekilde omuzları üzerine dökülüyor?
Çünkü daima deli, daima sarhoş olan bu tanrı,
hayatım oyunlar, rakıslar, ziyafetler içinde geçirir ve Pallas’la en ufak bir
münasebette bulunmamağa dikkat eder. O, hakim geçinmekten çok uzaktır. Bilâkis
ona, ancak deliliğin oyunları ve zevkleriyle, hoşuna gidecek tarzda
tapılabilir; o da, ata sözlerinin verdiği deli lâkabından kırılmaz; bu lâkabın
Bakklıos’a verilmesinin sebebi şudur: o, mabedin kapısında otururken, çiftçiler
çok defa yüzüne gözüne tatlı şarapla taze incir bulaştırırlarmış. Eski komedya
onu esasen deli olarak temsil etmiş değil midir?
! Eskiler: «Ah, hoş tanrı,
insanların ve tanrıların doğdukları yerde doğmağa müstahak olmayan tanrı!»
derlerdi. Bununla beraber, bir kimse var mıdır ki, karanlık ve sert suratı göğü
ve yeri titreten şu Jüpiter, yahut sebep verdiği boş korkularla her şeyi
zehirleyen şu Pen yahut ta daima külle kömürle kaplı, daima şimşeklerle muhat,
daima ocak dumaniyle kararmış, şu Vulcanus, hattâ size yan bakan ve sizi
mızrağı ve korkunç kalkanı ile korkutan şu Pallas olmaktansa, bu acaip ve
gülünç tanrıya benzemeyi, onun gibi daima neşeli, daima genç, daima eğlenceli
olmayı, her yere sevinç ve zevk götürmeği istemesin?
. Niçin Cupido hep
çocuktur?
Çünkü, hep şen ve şakacıdır, çünkü yalnız
delilikler söyler ve yapar. Gençlik baharı Venüs’ün cazibelerini daima muhafaza
eder. Acep neden?
Çünkü o biraz benim ailemdendir. Belki de sarı
renk ona babamdan gelmemiş olsaydr, saçları bu derece sarı olmazdı. Zaten,
sairlere ve rakipleri heykeltıraşlara inanmak lâzım gelirse, gen hande, lâtif
çehresinde daimi surette hâkimdir. Flora, bu kadar haz uyandıran o şehvetli
tanrıça, Romalıların en fazla ihtimamla tazim ettikleri tanrıça değil miydi?
Fakat Homerosta ve başka
şairlerde en gamlı, en sert sayılan tanrıların hayatlarını takip etmek
isteseydik, onların deliliğin tatlı hükmüne her an boyun eğdiklerini görürdük.
Zira, kahhar Jupiter’in başka kahramanlıklarından sarfınazar, onun
aşıkdaşlıklarını ve yer yüzünde oynamış olduğu güzel oyunları bilirsiniz. Bir
de, cinsiyetini unutmuş, durmadan ormanlarda avlanan, nihayet güzel Endymionun
aşkına yanan o pek mağrur Diana’ya bakınız... Maamafih Momos un, eskisi gibi,
bu tanrıları bütün acaiplikleri yüzünden azarlamasını, gene tercih ederdim.
Tanrılar pek az evvel ona, daima münasebetsizce gelip hikmetiyle zevklerini
bozduğu için o kadar hiddetlendiler ki, onu göğün yükseklerinden, Nifak ile
birlikte aşağı yuvarladılar. O zamandan beri o yer yüzünde, her tarafta, avare
avare dolaşır; ona henüz hiçbir fâni tenezzül edip bir melce vermemiştir;
bilhassa saraylara kabul edilmek hususunda hiçbir ümit beslemez, zira
cariyelerimden biri olan Yüze gülme, saraylarda bir hükümdar gibi emreder ve
Yüze gülme ile Momos, kurtların kuzularla uyuştuğundan daha iyi uyuşmaz.
Şimdi bu can sıkıcı
münekkitten kurtulmuş olan tanrılar, daha büyük bir haz ve serbesti ile her
türlü havai eğlencelere kendilerini verirler. Gülünç Priapos ne kadar çok
ibhamlara ve lâtif elere sebep olur! Şu şey. tan Mercurius’un hilelerini,
hokkabazlıklarını her zaman görmek, tanrılar için ne zevktir! Vulcanus bile
tanrılar sofrada iken onları soytarılıklarıyla eğlendirmeğe kalkışır: Kâh tuhaf
yürüyüşü ile güldürür, kâh cinasları ve şakalarıyla neşelerini uyandırır,
onları içmeğe tahrik eder. Silen, bütün ihtiyarlığı ile, hâlâ çapkınlık
yapmakta, Polyphemos ve perilerle maskara ve gülünç rakslar yapmaktan haz
duymaktadır. Keçi ayaklı Satyrler bin türlü şehvetli, açık saçık vaziyetler
alırlar. Pan, kaba köy havalariyle, bütün tanrıları güldürür; bilhassa abdıayat
başlarına vurmağa başladığı zaman onun musikisini, Musalarınkine tercih ederler.
Ah, tanrıların yemekten sonra tamamen sarhoş oldukları vakit yaptıkları bütün
çılgınlıkları söylesem! Doğrusu, ne kadar deli isem de bunlara gülmekten bazen
kendimi alamıyorum. Fakat susalım, herhangi bir tanrı bizi işitebilir ben de
Momos’un akıbetine düşmekten korkarım.
Artık yerden göğe, gökten
yere giden Homeros gibi, ben de tekrar insanların arasına katılmak üzere
Olympos’u terkediyorum. Hayır, yer yüzünde, benden gelmeyen ne sevinç, ne
saadet, ne de haz vardır. Evvelâ bakınız, beşer nevinin rakik anası tabiat, her
tarafa deliliğin tuz biberini ne kadar büyük bir basiretle ekmek ihtimamında
bulunmuş! Zira, Revakilere göre hakim olmak, aklı rehber olarak almaktır; deli
olmak ise, kendini ihtirasların seyrine kaptırmaktır. Hâlbuki Jupiter hayatın acılarını,
kederlerini biraz yumuşatmak için insanlara akıldan ziyade ihtiras vermiş değil
midir?
Birinin ötekine nisbeti, bir tanenin bir
dragma ya nisbetine benzer. Ve Jupiter aklı, başın bir köşesine atmış, hâlbuki
bedenin geri kalan kısmını ihtirasların mütemadi sarsıntılarına terketmiştir.
Sonra, yalnız kalan bu zavallı aklın karşısına, zıtları olarak, pek sert ve pek
şiddetli iki gaddarı çıkarmış: üst kısımda, yani hayatın kaynağı olan kalpte
hâkim olan hiddeti, hükmü bedenin en süfli yerlerine kadar yayılan şehveti,
insanların hareket tarzları, aklın bu iki kadir düşmana karşı ne yapabileceğini
hergün kâfi derecede gösteriyor. Namusa kanunlarını bahşediyor ve bunlara
riayet edilmesi için sesi kısılıncıya kadar bağırıyor; bütün yapabileceği de
budur. Düşmanları bu uydurma kraliçe ile alay ediyorlar, kendinden daha fazla
gürültü yapıyorlar, nihayet o da, lüzumsuz bir mukavemet göstermekten bıkkın
bir halde, teslim oluyor, ne isterlerse ona razı oluyor.
Fakat kendini işlere
hasretmesi mukadder olan insana, nefsini idare etmek için ufak bir akıl
taneciği kâfi gelmediğinden, ne yapacağını bilmeyen İupiter, âdeti veçhile,
akıl sormak için beni çağırdı. Az sonra ona, bana lâyık bir tavsiyede bulundum
ve dedim ki: «Bir kadın yapınız, insana arkadaş
olarak veriniz. Kadının çılgın ve havai bir hayvan olduğu doğrudur; fakat ayni
zamanda da hoş ve eğlendiricidir, insanla yaşayarak. onun gamlı ve somurtkan
tabını, delilikleriyle tadil etmesini, yumuşatmasını bilir.» Platon, kadını akıllı hayvanlar yahut idraksiz hayvanlar
sınıflarından birine koymakta tereddüt eder gibi göründüğü vakit, bize yalnız
bu lâtif cinsin fevkalâde büyük deliliğine işaret etmek ister. Gerçekten, bir
kadın hakim geçinmeği aklına korsa, o zamana kadar sahip olduğu deliliğine yeni
bir delilik ilâve etmiş olur; zira, insan tabiatten fena bir meyil almış ise,
ona karşı mukavemet etmek, yahut faziletin maskesiyle saklamağa teşebbüs etmek,
onu fazlalaştırmaktır. Bir Grek atasözü söyle der: Erguvana büründüğü zaman
dahi maymun, maymundur. Bunun gibi bir kadın da kendini gizlemek için istediği
kadar gayrette bulunsun, her zaman kadın, yani daima delidir.
Kadınların, burada
söylediklerime kızacak kadar deli olduklarım sanmıyorum. Ben onların
cinsindenim, ben Delilik’im. Onların deli olduklarını isbat etmek, haklarında
yapabileceğim en büyük methiye değil midir?
Zira, işin doğrusuna bakılacak olursa,
erkeklerden sonsuz derecede daha bahtiyar olmalarını bu deliliğe borçlu değil
midirler?
Her şeye tercih etmekte haklı oldukları şu
füsunları, en mağrur gaddarları kendilerine bağlamağa yarayan şu cazibeleri
ilkönce delilikten almıyorlar mı?
Erkeklerde o nahoş ve vahşi
dış görünüş, o kıllı deri, o orman gibi sakal, her çağda taşıdıkları o
ihtiyarlık hali nereden geliyor?
Bütün bunlar, reziletlerin en büyüğü olan
ihtiyarlıktan geliyor. Kadınların, bilâkis, yanakları düz, sesleri tatlı,
derileri narindir, onlarda her şey daimi bir gençliğin lâtif tasvirini arzeder.
Zaten onlarda, erkeklerin hoşuna gitmekten başka bir arzu var mıdır?
O süslerin, düzgünlerin, hamamların, saç
kıvrımlarının, parfümlerin, kokuların, ve nihayet yüzü, gözü, deriyi
güzelleştirmeğe, boyamağa ve gizlemeğe yarıyan bütün o kozmetik müstahzarların
gayesi bu değil midir?
Eh! bukadar arzu edilen bu gayeye onlar
delilik vasıtasıyla erişmezler mi?
Eğer erkekler de kadınların her şeyine
tahammül ediyorlarsa, bunu sırf onlardan bekledikleri hazzı düşünerek
yapmıyorlar mı?
Bu haz, neden ibarettir?
Delilikten! Bir erkeğin, kadının lûtuflarından
müstefit olmak istediği her defada, söylediği mânâsız sözlere, kadınla yaptığı
bütün deliliklere dikkat ederseniz, bu hakikate kanaat getirirsiniz.
Demek ki simdi, hayatın en
büyük hazzının kaynağı nedir, biliyorsunuz. Fakat birçok kimseler, ve bilhassa
ihtiyarlar, Bakkhos’un lûtuflarını, aşkınkine tercih ederek, en yüksek şehveti
boğaz zevklerine inhisar ettirirler. Burada kadınsız iyi bir yemek yenip
yenemiyeeeğini tetkik etmeyeceğim. Kati olan şu var ki, delilik
neşelendirmediği takdirde, gamlı ve tatsız olmayan bir tek yemek olamaz. Öyle
ki, bir ziyafette, deli bir insan veya öyle görünmek istiyen biri bulunmazsa,
bir soytarıya para verirler, yahut neşeli bir tufeyliyi getirirler, o da
şakaları, hoş sözleriyle sükûtu ve kasaveti kovar, davetlileri güldürür.
Gerçekten, gözler ve kulaklar ayni zamanda şenliğe iştirak etmezlerse; zihin,
oyunlar, gülüşler, zevklerle neşelenmezse, karnı bir yığın etle ve nefis
yemeklerle doldurmak neye yarar?
işte, o oyunları, gülüşleri, hazları yalnız
ben vücude getiririm. Ziyafetin kralını kura çekerek seçmek, çepeçevre oturup
şarkı söylemek ve içmek, raksetmek, sıçramak, hoplamak, gibi yemeklerde
kullanılan o şen törenleri kimin tesis ettiğini sanıyorsunuz?
Yunanistanın yedi hakimi mi?
Asla. Beşer nevinin selâmeti için onları icat
eden benim. Bu neviden eğlencelerde ne kadar fazla delilik olursa, bunlar
insanların hayatını o nisbette uzatır, o hayatı ki gamlı olduğu zaman hayat
adını taşımağa lâyık değildir. Hâlbuki, hayatı hiç durmadan takip eden can sıkıntısı,
bütün bu zevkler sayesinde kovulmazsa, hayat daima hüzünlü kalacaktır.
Belki, bütün bu zevkleri
duyamayan kimseler vardır ki, bunlar saadeti ancak dostlar arasındaki sohbette
bulurlar. Onlarca dostluk bütün nimetlerin en büyüğüdür: hayata su, ateş, ve
hava kadar zaruri olan dostluk, tabiat için güneş ne ise, insan için odur;
dostluk o kadar hoş, o kadar namusludur ki (bu kelimenin bu işle bir alâkası
yoktur) bizzat feylesoflar onu en büyük nimetlerin arasına koymuşlardır. Eh,
şimdi size, bütün dostlukları dünyaya getirenin ben olduğumu isbat edersem, ne
dersiniz?
Bundan kolay şey yok. Şimdi meseleyi size gün
kadar avdın kılacağım; fakat bunun için ne dilemmalar, ne müteselsil kaziyeler
ne de ince mantıkçılarımızın mutat olarak kullandıkları başka aldatıcı
muhakemeler kullanacağım. Sağ duygunun ışıklarının peşinde gitmekle iktifa
edeceğim. O halde başlıyorum.
Dostların taşkınlıklarına
göz yummak, onların kusurları hakkında hayale kapılmak, bu kusurları taklit
etmek, onlardaki en büyük ahlâksızlıkları sevmek, birer fazilet imiş gibi
bunlara hayran olmak, deliliğe sapmak denen şey değil midir?
Sevgilisinin derisi üzerinde gördüğü bir
işareti sevgi ile öpen şu âşık, Agnes’inin ahtapotunu şehvetle koklayan şu
öteki âşık, şaşı oğlunun bakışını rakik bulan şu baba... bütün bunlar saf
delilik değil midir?
Evet, bunların delilik, hattâ en sunturlu
delilik olduğunu istediğiniz kadar söyleyiniz; fakat teslim ediniz ki
dostlukları yapan, muhafaza eden, bu deliliklerdir. Burada yalnız, kusurlu
olarak doğan ve içlerinde en iyisi, en az kusuru olan fânilerden bahsediyorum.
Herbiri kendini birer küçük tanrı sanan o hakimlere gelince; dostluk onları
hemen hemen hiç biribirine bağlamaz; bazen bu vaki olunca, kurulan dostluk, pek
az kimse arasında yayılmış, gamlr, nahoş bir dostluktur. Onların katiyen
kimseyi sevmediğine dair teminat vermekten çekinirim: insanların ekserisi
delidir, hattâ denebilir ki deliliğin birkaç nevini nefsinde taşımayan bir tek
fert yoktur; hâlbuki bütün dostluklar benzerliğe dayanırlar.
Demek oluyor ki, bu haşin
feylesoflar, bazen biribirlerine karşılıklı hayranlık bağlarıyla bağlanırlarsa
da, pek sağlam olmayan bu bağlılık, dostların kusurunu görmek için keskin
gözlü, kendileri hakkında kör, daima gamlı, neşesiz ve sanki heybe masalı
kendileri için yazılmış olan kimseler arasında uzun sürmez. Gerçekten, bütün
insanların, tabiat tarafından esaslı birkaç kusur sahibi olmağa mahkûm
edildikleri düşünülürse, başka başka yaş, seciye, meyilli insanlar arasına
koyduğu müthiş fark gözönünde tutulursa, bunlarım fâni ömürlerinin her zaman
maruz olduğu o zâflar, hatâlar, kazalar üzerinde teemmül edilirse; delilik
(isterseniz ona hatırşinaslık deyiniz), bu adamların karakterlerindeki sertliği
gelip yumuşatmadığı takdirde, bu kadar keskin nazarlı kimseler arasında tatlı
dostluğun bir saat için olsun yaşıyabileceğini tahayyül etmek mümkün müdür?
Hem de, bütün hoş bağlılıkların yaratıcısı ve
babası olan Cupido, kör bir tanrı değil midir?
O, çok kere çirkinliği güzellik sanmaz mı?
Gene onun sayesindedir ki insanların hepsi
sevdikleri şeyden memnundurlar; onun yüzündendir ki yaşlı bir adam, ihtiyar
dostunu, bir delikanlı genç sevgilisini sevdiği gibi sever; bu, heryerde
görülür, daima gülünç bulunur, fakat dostluğun bütün bağlarını yapan ve
sıklaştıran işte bu gülünçlüktür.
Dostluk hakkında şimdi
söylediklerim, izdivaca çok daha uygundur. Ulu tanrılar! Eğer maiyetimden olan
yüze gülme, oyunlar, hatırşinaslık, riya ve kurnazlıklar, erkekle kadın
arasındaki bağı durmadan desteklemeseler, muhafaza etmeselerdi, hergün ne kadar
boşanmaya, hattâ ne kadar daha meşum hâdiselere şahit olurduk! Ah müstakbel
güvey, o kadar mütevazi ve çekingen görünen Agnes’sinin düğünden çok evvel
oynadığı küçük oyunları ihtimamla soruşturmak ihtiyatlılığında bulunsaydı, ne
kadar az izdivacın tahakkuk ettiğini görürdük! Tahakkuk etmişler arasında da,
kocaların ihmali yahut ahmaklığı, sevgili karılarının maceralarını görmeyecek
kadar kör etmeseydi, ne kadarı uzun zaman muhafaza olunurdu?
Bütün bunlar deliliktir; bunu ikrarda
haklıdırlar, bununla beraber kadının, kocasının hoşuna gitmesini, kocanın,
karısının hoşuna gitmesini temin eden, işte bu deliliktir; ailede sulh ve
sükûnu muhafaza eden, ayrılmalara, boşanmalara mâni olan odur. Koca ile alay
edilir; ona boynuzlu denir; daha bilmem ne gibi adlar konur; o esnada zavallı
adam sadakatsiz karısının vefasız göz yaşlarını buseleriyle kurutur. Fakat,
kıskançlığın azaplarına, kemirici huzursuzluklarına kendini kaptırmaktansa,
şiddetli, feci sahnelerle heryere karışıklık ve nizamsızlık saçmaktansa, bu
tatlı hataya kapılmak bin defa daha hayırlı değil midir?
Hulâsa,
hayatta hoş olan yahut daimi olan hiçbir bağlılık görmezsiniz. Hükümdar
tebaasını, uşak efendisini, cariye hanımını, tilmiz mürebbisini, dost dostunu,
koca karısını, ev sahibi misafirini, arkadaş arkadaşını; durmadan hatâ, yüze
gülme, 'hatırşinaslık, yahut buna benzer hoş bir deliliğin verdiği tatlı
rüyalarla karşılıklı olarak aldatmazlarsa, herbiri az zamanda diğerine
tahammülfersa olur. Şimdi söylediğim bütün bu şeylerin sizi taaccüp ve hayranlığa
düşürdüğünden şüphe etmiyorum; fakat daha başka şeyler de işiteceksiniz.
Rica ederim,
bana söyleyiniz, insan kendinden nefret ederse, birini sevebilir mi?
Kendi kalbi ile mutabık olmazsa başkalarıyla
iyi geçinebilir mi?
Kendi varlığından canı sıkık ve yorgun ise
cemiyete letafet getirebilir mi?
Bu suallerin hepsine evet’le cevap vermek
için, deliliğin kendinden daha deli olmak lâzımdır. Ben cemiyetten
hazfedilirsem, insan, başkalarına tahammül etmek şöyle dursun, kendi kendine
tahammül edemiyecektir. Kendiyle herhangi bir münasebeti olan her şeyden
tiksinecek ve şahsı, kendi gözünde bir kin, istikrah ve nefret mevzuu
olacaktır. Zira, ekseriya anadan ziyade üvey ana olan tabiat, bütün insanlara,
ve bilhassa biraz hikmet sahibi olanlara, ellerinde olana karşı istiğna
göstermeği, olmayana hayran olmağı emreden bedbaht bir meyil vermiştir. Bu
meşum meyil, hayatın bütün faydalarını, bütün letafetlerini, bütün cazibelerini
bozar; nihayet hayatı da tamamen mahveder. Ölmezlerin insanlara yapabildikleri
en kıymetli armağana: güzelliğe sahip olan, kendi kendinin hoşuna gitmezse neye
yarar?
Hüznün kara zehiriyle ifsat olunca, gençliğin
faydaları ne olabilir?
Nihayet burada sağ tarafımda gördüğünüz ve
menfaatlerime her yerde gösterdiği bağlılıkla muhabbetime liyakat kazanmış olan
İzzeti nefsin yardımı olmaksızın, hayatta, yerinde ve istekle yapabileceğiniz
(yerinde diyorum, zira yerinde olmak, yalnız sanatların değil, hayatın bütün
amellerinin büyük esasıdır) herhangi umumi yahut hususi bir amel olur mu?
İnsanın her
yaptığından memnun olmasından, kendine hayran olmasından daha delice bir şey
olur mu?
Ama itiraif ediniz ki, ömrünüzde yaptığınız
güzel ve hoş ne varsa bu deliliğe borçlusunuz. Evet, İzzeti nefis olmayınca,
amellerinizde ne hoşluk, ne letafet, ne uygunluk kalır. Hayatın bu tatlı
cazibesi bir kere mahvolduktan sonra, hatibin nutkunda ateş, musikişinasın
seslerinde hoşluk, zevzeğin tavru hareketinde komiklik kalmayacak, şairle ve
şairin Musa'larıyla alay edilecek, ressamın kendi ve sanatı hakir görülecek,
hekimin, ilâçlarının ortasında açlık ve sefaletten öldüğü müşahede edilecektir.
Nihayet, bir Nireus bir Thesites sanılacak, bir Pbaon da bir Nestor zarif bir adam, budala, kıymetli bir
insan, çocuk, en terbiyeli kavalye de kabasaba bir kimse sanılacaktır. Demek
ki, herkesin kendi kendini okşaması, başkalarının alkışına hak iddia etmeden
önce adeta kendinden alkışa mazhar olması bu derece elzemdir.
İnsanın, ne
ise onu olmaktan memnun olması, malik olduğu şeylere kanaat etmesi, saadetin en
büyük kısmı değil midir?
İşte bu menfaati size benim aziz izzeti nefsim
temin eder; herkesin, kendi çehresinden, zekâsından, doğuşundan, mevkiinden,
ahlâkından, vatanından memnun olmasını temin eden odur; onun sayesindedir ki,
İrlandalı kendini İtalyandan, Trakyalı Atinalıdan, İskit Saadet Adaları
sakinlerinden daha mesut sanır. Tabiatin durendiş ihtimamlarının hayran
olunacak tesiri!. O tabiat ki, fânilere dağıttığı mevhibelerin tenevvüündeki
nihayetsizliğe rağmen, her ferde verdiği nimetler arasında doğru bir muvazeneti
muhafaza eder. Fânilerden birine mevhibelerinden birkaçını reddederse, ona,
karşılık olarak biraz daha fazla İzzeti nefis verir. Fakat ben de, tabiat ona
bir şey reddeder demekle ne kadar deliyim. Ona vereceği en kıymetli armağan
izzeti nefis değil midir?
Ama, saiki ben olmadığım iyi bir amel, biraz
tavsiyeye şayan olup ta varlığını bana borçlu olmayan bir ilim yahut bir fen
olmadığını da size isbat edeceğim. Meselâ harp, insanların hayranlıklarını
mucip bütün amellerin kaynağı değil midir?
Kahramanların defne dalları hasat ettikleri
şanlı meydanları o hazırlamaz mı?
Neden hâsıl oldukları ekseriya bilinmeyen,
biribiriyle tutuşan iki taraf için faydalı olmaktan ziyade daima zararlı olan
kavgalara girişmekten daha delice bir şey var mıdır?
Zira harpte ölenler hiç sayılırlar. İki ordu
karşı karşıya durduğu, boruların tiz sesleri havalarda uçtuğu zaman, okumakla
bitmiş tükenmiş, gamlı ve cansız bir ömrü güçlükle sürükleyen feylesofların
çehreleri neye yarar?
Burada, sağ duygularının azlığı nisbetinde
cesaretleri çok, kuvvetli, sağlam kimseler lâzımdır. Meğer ki Demosthenes
nevinden askerler tercih edilsin: Demosthenes, Arkhilokhos £31} un tavsiyesi
üzerine, düşmanı görür görmez kalkanını yere atıp kaçmış ve böylece, kürsüde ne
kadar belagat sahibi idiyse harpte o derece tabansız olduğunu isbat etmiş.
Bana belki: «Savaşta
ihtiyati ılık zaruridir.» diyeceksiniz; teslim ederim; âmirler için zaruridir.
Unutmıyalını ki, onlara felsefi değil, askeri bir ihtiyat lâzımdır; bu, ordunun
bütün geri kısmı için lüzumsuzdur. Zaferin defne dallarını, feylesoflar için
yapılmamış olan bu defne dalları, toplamak, tufeylilere, alçaklara, hırsızlara,
katillere, köylülere, avanaklara, baldırı çıplaklara, hulâsa ehliyetin en aşağı
tabakasına düşer.
Bu zavallı feylesofların,
dünyanın işlerinde ne derece kabiliyetsiz olduklarına kanaat getirmek
isterseniz, şu Sokrates’e, Apollon kâhininin, insanların en hakimi diye
vasıflandırmak hamakatinde bulunduğu şu feylesofa, bakınız. Bir gün halk önünde
bilmem hangi meseleden bahsetmeğe mecbur olan Sokrates, bu işi o kadar fena
başarmış ki, herkes kendisiyle alay etmiş. Fakat itiraf etmeli ki onun bazen
pek te ahmakça olmayan fikirleri var; meselâ, hakim unvanı ancak tanrılara
aittir diderek bu unvanı reddettiği, yahut feylesof hükümet işlerine
karışmamalıdır, dediği vakit... Bununla beraber, insan olmak için hikmetten
kati surette vazgeçmek lâzım geldiğini öğrenseydi daha iyi ederdi. Aleyhinde ileri sürülen ithamlara ve onu zehir içmeğe
mahkûm eden hükme kim sebep oldu?
Hikmet değil mi?
Eğer bulutlar ve fikirler üzerinde tefelsüf
etmekle meşgul olacağı, tahtakurusunun ayağını ölçeceği, sineğin vızıltısı
karşısında vecde geleceği yerde hayatın alelâde muameleleri için lâzım olanı
öğrenmiş olsa idi, bu felâket başına gelmezdi. Fakat Sokrates’in meşhur tilmizi
Platon’u, üstadının hayatı için titreyerek, onu müdafaa için ilerlerken
görüyorum. Ne mükemmel avukat! Meclisin gürültüleriyle şaşırmış, ilk cümlesinin
yarısını söylemeğe güç halle muvaffak oluyor. Theophrastos da, bir gün halk
önünde bir nutuk söylemek istediği vakit, aşağı yukarı ayni hale düşmüş değil
mi?
İlkönce o kadar şaşırmış ki, ağzından bir tek
söz çıkaramamış. Bu adam muharebenin kızıştığı bir zaman askerlere cesaret
ilham etmeğe pek elverişliydi, değil mi?
Sokrates o kadar mahçuptu
ki, halk önünde hiçbir zaman ağzını açmağa cüret edemezdi; Roma belâgatinin
babası Cicero’nun kendisi de, acemi tavırlı idi ve müdafaanamelerinin mukaddimesini
söylerken bir çocuk gibi kekeler, titrerdi. Vâkıa Fabius bu mahçupluğun,
tehlikeyi gören ihtiyatlı bir hatibe işaret ettiğini söyler. Fakat böyle
konuşmak, hikmetin iyi hareket etmeğe daima mâni olduğunu itiraf etmek değil
midir ?
Bütün bu büyük adamlar, yalnız dilleriyle
savaşmak ınevzuubalıs olduğu zaman bile damarlarında bir damla kanı kalmayan bu
kimseler, düşman karşısında kim bilir ne güzel bir tavır takınırlardı!
Bununla beraber, Platon’un
şu meşhur hikmeti dillerde Tanrılar bilir ne kadar çok dolaşıyor: feylesoflar
hükümdür, yahut hükümdarlar feylesof olsalardı, devletler ne bahtiyar
olurlardı. Fakat tarihçilere müracaat ediniz, görürsünüz ki hükümdarlar
arasında hiçbirisi, felsefe yahut edebiyat tetkikleriyle vakit geçirenler kadar
devletleri için meşum olmamıştır. Bunu isbat için her iki Cato’nun misali
kifayet etmez mi?
Biri lüzumsuz gammazlıklarla cümhuriyetin
sükûnetini ihlâl ediyor; öteki, Roma milletinin her şeyini fazla hakimlikle
müdafaa edeyim derken, onu esasından harap ediyor. Buna, Brutus’ları
Cassius’ları, Gracchus’ları ve hattâ Demosthenes’in Atmalılar cümhuriyetine
yaptığı fenalık kadar Roma Cümhuriyettine fenalık yapmış olan Cicero’yu ilâve
ediniz.
İsterseniz, Marcus
Aurelius’ün iyi bir kayser olduğunu itiraf ediyim. Hâlbuki bunu pekâlâ teslim
etmeyebilirim, çünkü feylesof unvanı onu vatandaşlara tahammülfersa ve menfur
kılmıştır. Fakat saltanatının cümhura bazı faydalar temin ettiğini farzetsek
bile, bu faydalar, saltanatı pek meşum olmuş olan bir oğlu halef olarak bırakmakla
sebebiyet verdiği belâlarla mukayese edilebilir mi?
Felsefe üzerinde çalışan ve umumiyetle
hayatının bütün işlerinde pek çok talihsizliğe duçar olan kimseler, bilhassa
hemcinslerini yetiştirmekte pek az muvaffak olurlar ki bu da, zannıma kalırsa,
ta'biatin akıllıca bir tedbirdir; tabiat böylece o bedbaht hikmetin insanlar
arasında fazla terakki etmesine mâni olmak istiyor. Biliyoruz ki, Cicero’nun
mütereddi bir oğlu olmuş, ve birinin pek doğru olarak işaret ettiği gibi,
Sokrates’in çocukları babalarından ziyade analarına çekmişler, — yani deli
imişler.
Eğer feylesoflar, hiç
olmazsa hususi hayata ait işlerde bir şeye yarasalardı, memurluklarda ve amme
işlerinde rebap önünde birer eşek gibi durmaları affedilirdi. Fakat feylesofu
bir ziyafete oturtunuz, hüzünlü sükûtu, yahut yersiz sualleri her ân
davetlilerin neşesini bozacaktır; raksettiriniz, bir devenin füsununa ve
hafifliklerine şahit olacaksınız; zorla bir temsile sürükleyiniz, onun yalnız
varlığı hazları kovacaktır. Ve hakim Cato, hiç olmazsa bir müddet için ağır ve
sert halini terkedemezse, tiyatrodan çıkmağa mecbur olacaktır. Mükâlemenin
hararetli olduğu bir meclise girsin, görünüşü birdenbire sükûtu doğuracaktır.
Bir şey satın almak, günlük hayatın münasebetlerinde elzem olan bir işi görmek,
yahut böyle bir iş için birisiyle sözleşmek mevzuubabs olsun, o zaman bizim
zavallı feylesof insana benzemiyecek, size bir kütük kadar budala görünecektir.
Sözün kısası o, hayatın bütün işlerinde o kadar kabiliyetsiz, mutat fikir ve
âdetlerden o derece uzaktır ki, ne kendine, ne vatanına, ne de ailesine bir
faydası olabilir. Bu kadar garip ahlâk ve hislerin ona umumi kini celbetmiş
olması zaruridir. Zira, dünyada deliliğin damgasını taşımayan, deliler
tarafından ve deliler için yapılmayan bir şey var mıdır?
Bu külli deliliğe kendi başına karşı koymak
istemeği aklından geçiren biri çıkarsa, ona merdümgiriz Timon’u taklit ederek
aziz hikmetinden yalnız başına müstefit olmak üzere herhangi bir derin inzivaya
dalmasını tavsiye ederim.
Fakat ilkönce dediğime
dönelim; tab’an hissiz, vahşi ve dağlı olan insanları, cemiyet halinde yaşamak
üzere şehirlerde toplamağa hangi kuvvet mecbur etti?
Yüze gülme. Amphion’un ve Orpheus’un rebabının
başka mânası yoktur. Senatoya karşı isyan eden Roma halkı en büyük
taşkınlıklara hazır iken onu sulh ve sükûna nasıl avdet ettirdiler?
Buna felsefi bir nutukla mı muvaffak oldular?
Asla. Bunun için mide ile uzuvlara dair gülünç
ve çocukça bir masal kâfi geldi. Themistokles, öteki 'kadar gülünç olan tilki
ile kirpi masaliyle aşağı yukarı buna benzer bir netice elde etti. Hangi bakim,
bütün belâgatiyle, Sertorius’un dişi geyik masalı yahut at kuyrukları
hakkındaki gülünç hikâyesiyle yaptığını, Lykurgos’un iki köpeğiyle yaptığını
yapabilir?
Uydurdukları masallarla çılgın ayak takımını
idare etmeğe muvaffak olmuş olan Minos ile Numa’dan bahsetmiyorum. Bu gibi
saçma şeylerledir ki halk denen şu kocaman ve kudretli hayvan harekete
getirilebilir.
Zaten Platon ile
Aristoteles’in kanunlarını kabul etmeğe yahut Sokrates’in hikmetlerini takip
etmeğe razı olmuş şehir nerededir?
Vatanları uğuruna kendilerini feda etmek için
Decius’ları, kendilerini uçuruma atmaları için Curtius’ları ikna etmeğe, boş
şan ve şereften, hakimlerin hiç hoşlanmadığı bu tesir edici Syren’den , başka
kim muvaffak olabilirdi?
Hakimler derler ki: «Lûtfundan bir pay almak
için halka alçakça müdahane etmek, fazla iltifatlarla teveccühünü satın almak,
birçok deliler el çırpınca hararetle peşlerinden koşmak, birçok gürültülü
alkışlarla sarhoş olmak, tanrı tasviri gibi kendini zafer alaylarında taşıtmak,
yahut ayak takımı görsün diye pazar yerinin ortasında havaya kaldırılmak kadar
çılgınca bir şey var mıdır?
İnsan adına bile lâyık olmayan kimselere
takılan şu isimler, şu lâkaplar, yapılan şu İlâhi tazimler, en menfur gaddarlar
için yapılan o aleni apoteoz’lar; bütün bu şeyler, haklarında ne kadar alay
edilse gene az olan gülünç delilikler değil midir?
Ey efendiler kim bunun
aksini iddia ediyor?
Ama gene bu deliliklerin aşkınadır ki en büyük
kahramanlar, şairlerin ve hatiplerin göklere çıkardıkları bütün o parlak
menkıbeleri yaratmışlardır. Şehirleri kuran, devletleri, kanunları, dini,
meclisleri, mahkemeleri himaye eden bu deliliktir. Hulâsa, insan hayatının
kaidesi ve temeli bu deliliktir. Saçmasapan fikirlerine göre cihanı idare eden,
odur.
Fakat, ilimler ve sanatlar
hakkında da bir şeyler söyliyelim:
0 kadar harikulâde bir şey
addedilen bütün bu sanatları, bütün bu ilimleri icat etmeğe, evlâtlarına miras
bırakmağa insanları tahrik eden, şan ve şeref susuzluğu değil midir?
Delilerin hepsinden birden daha deli olan ilim
ve sanatların mucitleri, herhangi bir itibarın, bir şöhretin ki dünyanın en
hayali şeyidir çalışmaları içinde uykusuz geçirdikleri geceleri için bir ecir
olabileceğine inanmışlardır. Son olarak şunu da söyleyeyim ki, hayatın başlıca
hoşluklarını bana borçlu olduktan maada, bu suretle de başkalarının
deliliklerinden zevk duymak gibi pek tatlı bir hazza nail oluyorsunuz.
Kudretimle meharetimi
methettikten soma, ihtiyatlılığımı methetmeğe koyulursam ne dersiniz?
Bana, «Âlâ, diyeceksiniz,
ihtiyatın delilikle birleşebileceğini isbat etmek, suyun ateşle karışabileceğim
isbat etmektir». Fakat beni şimdiye kadar dinlediğiniz kadar dikkatle
dinlerseniz, bunu da başarabileceğimi ümit ediyorum. İlkönce, ihtiyat
tecrübeden ibaretse, ihtiyatlı gibi şanlı bir unvana kim daha lâyıktır: korku
yahut utanma yüzünden hiçbir şeye teşebbüs edemeyen hakim mi, yoksa utanması
olmadığından tehlikeyi de hiçbir zaman görmediğinden, aklından geçeni
pervasızca yapan deli mi?
Burnu daima eskilerin kitaplarına yapışık
bulunan hakim, ancak ustalıkla terkip edilmiş boş kelimeler öğrenir; bana öyle
geliyor ki, deli, bilâkis, talihin bütün heveslerine maruz olduğundan,
muvaffakıyetsizliğin ortasında hakiki ihtiyatkârlığı öğrenir. Homeros, her ne
kadar kör idiyse de şu sözü söylemekle, bunu pek iyi gördüğünü anlatmıştır.
Deli, kendi zararına olarak hakim olmağı öğrenir. Zira eşyayı insanın iyice
tanımasına mâni olan bilhassa iki şey vardır: biri, insanın ruhu önüne perde
çeken utanma, öteki, tehlikeyi gösteren ve büyük ameller yapmasına mâni olan
korku. Hâlbuki delilik bizi bu iki şeyden mükemmel surette kurtarır. Utanma ve
korkudan katı olarak vazgeçmiş olanların kendilerine ne kadar çok fayda temin
etiklerini hisseden pek az kimse vardır. Belki, herşey hakkında doğru bir fikir
edinmekten ibaret olan bu ihtiyatkârlığı tercih edecek kimseler bulunacaktır;
fakat, çok rica ederim, dinleyiniz, insanın bu fazilete tam olarak sahip
olduğuna kani olduğu vakit bile oııdan ne kadar uzak olduğunu göreceksiniz.
Evvelâ, şurası muhakkaktır
ki, insana ait şeylerin hepsinin, Alkibiades’in Silen’leri gibi, birbirinden
büsbütün farklı iki çehresi vardır. İlkönce eşyanın dış manzarasını görüyorsunuz;
fakat madalyayı çeviriniz, beyaz siyah olacak, siyah size beyaz görünecektir;
güzelliğin yerine çirkinliği, zenginliğin yerine sefaleti, şanın yerine
namussuzluğu, ilmin yerine cehaleti göreceksiniz; zâfı kuvvet, alçaklığı
âlicenaplık, hüznü neşe, gözden düşmeyi teveccüh, kini dostluk sanacaksınız;
nihayet, herşeyin, hangi taraftın mütalea etmek isterseniz, ona göre her ân
değiştiğini göreceksiniz.
Belki diyeceksiniz ki,
fikrimi burada fazla feylesofça izah ediyorum; pekâlâ; şimdi sizinle daha açık
konuşacağım.
Bir
krala, pek zengin ve pek kudretli bir fâni nazariyle kim bakmaz?
Lâkin onun ruhu itibara şayan hiçbir sıfatla
süslü değilse, malik olduğu şeylerden memnun değilse, o gerçekten pek fakir
değil midir?
Ruhu birçok fena ihtirasların hakimiyetine
boyun eğmekte ise, o, esirlerin en aşağısı değil midir?
Bu dünyanın bütün diğer şeyleri hakkında bu
tarzda muhakeme edilebilir. Fakat bu misal kâfidir. Belki bana: bütün bu
muhakemeler nereye varıyor, diyeceksiniz; nereye vardığını şimdi göreceksiniz.
Aktörler rollerini oynarken biri gelip onların maskelerini söküp atarak
seyircilere tabii çehrelerini gösterirse, sahneyi bozmaz mı?
Bir çılgın gibi tiyatrodan dışarı atılmağı hak
etmez mi?
Fakat bu olunca her şeyin hemen yüzü değişir:
kadın bir erkek olur, delikanlı da bir ihtiyar, krallar, kahramanlar, tanrılar
o ânda gözden kaybolurlar ve yerlerinde yalnız birtakım sefiller, maskaralar
görülür. Hayal mahvolmakla piyesin uyandırdığı bütün alâka mahvolur. İşte bu
kıyafet tebdili, bu gizlenmedir ki seyircinin gözlerini sahneye bağlar. Fakat
hayat nedir?
Böyle şekillere girmiş olan insanlar, sahneye
çıkarlar, rollerini oynarlar ve tiyatro sahibi hazan kıyafetlerini
değiştirdikten, onları kâh kralların muhteşem erguvanı içinde, kâh esaret ve
sefaletin iğrenç paçavralarına bürünmüş olarak gösterdikten sonra, nihayet
sahneyi terke icbar eder.
Gökten düşen bir hakim,
birdenbire aramızda görülse de şöyle haylursa: «Tanrınız ve efendiniz nazariyle
bakmakta olduğunuz kimse, insan adına bile lâyık değildir; o mademki hayvanlar
gibi idaresini vahşi ihtiraslarına bırakmış, o halde hayvanlar sınıfına da
üstün değildir; madem ki bu kadar zelil efendilere kendi arzusiyle inkıyat
etmektedir, o halde esirlerin en alçağıdır.» Babasının ölümüne ağlayan bir
adama da şöyle dese: «Sevin, baban şimdi
yaşamağa başlıyor, zira bu dünyada hayat bir nevi ölümden başka bir şey
değildir.» Ünvanlarına mağrur bir asilzadeye de şöyle dese: «Sen
ancak bir soysuz ve bir piçsin, çünkü hakiki asaletin tek şartı olan fazilet,
sende yoktur.» Hasılı, hayata ait her şey hakkında bu tarzda konuşsa, rica
ederin'., bana söyleyiniz, bütün bu güzel sözlerle ne kazanır?
Her tarafta kendine bir çılgın, bir divane
diye bakarlar. Yersiz bir hikmete sahip olmak ne kadar delilik ise, muzır bir
hikmet sahibi olmak ta o derece bir ihtiyatsızlıktır. Zamana ve şartlara
uymasını bilmeyen, komedyanın bir komedya olmamasını isteyen bir ihtiyatlılık,
ihtiyatlılıkların en zararlısıdır.
Grekler eskiden,
davetlilerine: için, yahut kalkıp gidin derlerdi, hakları da vardı. Madem ki
insanız, hakiki ihtiyatlılık, tabiatımızın tahammül ettiğinden fazla hakim
olmamaktan ibarettir. Ya kalabalığın deliliklerine tatlılıkla tahammül etmeli,
yahut kalabalıkla birlikte hatalar deryasına kendimizi kaptırmalıyız. «Fakat,
diyeceksiniz, böyle bir hareket deliliktir.» Bunu teslim ederim; ama siz de,
hayat komedyasını oynamanın hakikaten bu olduğunu teslim edersiniz.
Ulu tanrılar!
söyliyeceklerimden geri kalanları söyleyeyim mi?
Söylemeyeyim mi?
Madem ki bunlar tamamen doğrudur, ne için
içimde saklıyayım?
Fakat bu kadar ehemmiyetli bir mevzuda
şairlerin saçma sapan şeyler için sık sık yardımlarına sığındıkları şu İlâhi
Musa’ları imdadıma çağırmak, belki yerinde olurdu. O halde Jupiter’in kudretli
kızları, bir ân için Helikon’dan ininiz, bana ilham veriniz: delilik, onu
sevketmek işini üzerine almazsa, hiçbir fâninin hikmet mabedine, saadetin içine
nüfuz edilmez bir melcei sayılan o kutsal ve harikulâde mabede, erişemiyeceğini
şimdi isbat edcceğim.
İlkönce, bütün taşkın
ihtirasları deliliğin hâsıl ettiği bedihidir. Zira bir deli ile bir hakim
arasındaki bütün fark, birincisinin ihtiraslarına, İkincisinin ise aklına itaat
etmesinden ibarettir. işte bunun içindir ki Revakiler, hakim insana, bütün ihtirasları,
birer hastalıkmış gibi yasak etmişlerdir. Bununla beraber, hikmet koşusunda
uçarına koşanlara rehber olan, bu ihtiraslardır; faziletin bütün vazifelerine
onları tahrik eden, iyilik etmek düşüncesini ve arzusunu ilham eden gene odur.
Seneca; şu müfrit Revaki, hakimin mutlak surette ihtirassız olması lâzım
geldiğini istediği kadar söylesin. Bu neviden bir hâkim bir insan olmaz, bir
nevi tanrı, yahut daha açık konuşalım, her türlü İnsani histen mahrum, en sert
mermerden daha hissiz, ahmak bir put olurdu. Revakilar, mevhum hakimlerinden
istedikleri kadar mütelezziz olsunlar, onu diledikleri gibi sevsinler;
kendilerine rakip çıkacağından korkmasınlar; ama onunla gidip Platon'un
Cümhuriyetinde, fikirler âleminde, yahut ta Tantalos’un bahçelerinde otursunlar.
Bu cinsten bir insandan
eğer böyle bir insan mevcut olabilirse berbat bir ucube gibi nefret etmemek,
korkunç bir hayaletten kaçar gibi kaçmamak nasıl mümkündür?
Tabiatin sesine sağır olan böyle bir kimsenin
kalbinebu kalp en sert kayadanmış gibi, sevgi, merhamet, iyilik hisleri hiçbir
tesir yapmayacaktır. Ondan bir şey kaçmayacak, onu bir şey aldatmayacak;
vaşakın gözü onun kadar keskin değildir; o her şeyi en büyük dikkatle tetkik
eder, tartar; hemcinslerine karşı müsamahasızdır ve ancak kendinden memnundur.
Kendini biricik zengin, biricik sıhhatli, biricik serbest kimse sanır; sonra,
dünyada edinilebilecek ne varsa hepsine malik olduğuna kanidir; fakat bu
kanaatinde yalnızdır. Dost sahibi olmağı kendine tasa etmez, kendi de kimsenin
dostu değildir. Hattâ tanrıları istihkara cüret eder ve dünyada ne yapılıyorsa
hep onun tenkitlerinin, istihzalarının daimi mevzuudur. Revakilerin kemal ve
hikmet nümunesi diye baktıkları hayvan, işte böyledir. Rica ederim söyleyin
bana, hangi millet böyle bir insanı kendine hâkim olarak seçmek ister?
Hangi ordu onu kendine baş olarak görmek
ister?
Böyle bir kimse, sofrasına kabul edecek bir
insan, kendisiyle evlenmek isteyen bir kadın, hizmete razı bir uşak bulabilir
mi?
Yahut ta tesadüfen bulursa, az zamanda onlara
tahammülfersa bir yük olmaz mı?
Delilik
sıfatları sayesinde delilere kumanda yahut itaat etmek için başkalarından çok
daha uygun olan, dünyaya pek yayılmış sevimli delilerden biri, karılarına göz
yumucu, dostlarına hoş, geri kalan her kese müsamahalı delilerden biri,
insanlıkla herhangi bir münasebeti olan, her şeye iştirak etmekle iftihar duyan
delilerden biri tercih edilmez mi?
Fakat şu sözde hakimden bu kadar uzun uzadıya
bahsettiğimden dolayı teessüf ederim, insanlara temin ettiğim faydaları gözden
geçirmeğe devam edelim:
Bir kimse, yüksek bir bekçi
kulübesinden, şairlerin dediklerine göre, arasıra Jupiter’in yaptığı gibi,
beşer nevini seyrederek vakit geçirse, sefil fânilerin hayatına her taraftan
hücum eden ne kadar çok âfet görür! Kirli ve iğrenç bir doğum, zahmetli ve
elemli bir terbiye, etrafında herşeyden gelecek tehlikelere maruz bir çocukluk,
birçok tetkike ve çalışmalara boyun eğen bir gençlik, birçok tahammülfersa
(dayanılmaz) sakatlıklarla dolu bir
ihtiyarlık, nihayet, gamlı ve acı bir zaruret: ölüm. Bu bahtsız hayat
müddetince mütemadiyen etrafımızı saran sayısız hastalıklar sürüsünü, hiç
durmadan bizi tehdit eden kazaları, birdenbire bizi ezen maluliyetleri: en
tatlı ânlarımızı hep berbat eden o acı zehiri buna katınız. Fakirlik, hapis,
alçaklık, hicap, azap, pusu, ihanet, dava, hakaret, hile.... gibi, insanın
hemcinsinin başına sardığı belâlardan henüz bahsetmedim... Fakat nasıl saymalı?
... Bunlar,
denizin kenarlarını kaplayan kum taneleri kadar çoktur. Hangi cinayetlerden
dolayı insanlar bu belâlara lâyık oldular?
Hangi kızgın tanrı onları bu sefalet
uçurumunda yaşamağa mecbur etmiş olabilir?
Bunun hakkında ne düşündüğümü söylerdim ama,
onu şimdi yapmağa mezun değilim. Kati olan bir şey varsa, bütün bunlar üzerinde
ciddiyetle düşünecek bir insan, Millet kızlarının misalini, teessüfe şayan
görülmesine rağmen, tasvibe meyledebilir.
Hayattan iğrendiklerinden dolayı kendilerini öldürmek hevesine
kapılan insanlar kimlerdir?
Bunlar bilhassa,
kendilerini hikmete vermiş kimseler değiller midir?
Burada, Diogenes’lerden,
Ksenokrates’lerden, Cato’lardan, Cassius’lardan ve Burutus’lardan
bahsetmiyorum; Chiron, ki ölmezlikten müstefit olabilirdi, ölümü tercih etmedi
mi?
f39} Hikmet bütün insanları eline alsaydı işte
bakınız ne olurdu. Az zaman sonra dünya boşalır, o vakit yeni bir adam yapmak
için yeni bir Prometheus’a ihtiyaç olurdu. Fakat ben bütün bu dertleri
birbirinden ayrı binbir tarzda yumuşatmasını bilirim; fânilere cehalet ve
gafleti dağıtırım; kâh daha mesut bir taliin tatlı ümidini yollar, kâh ayaklarına
sevimli şehvetin bir günlük güllerini serperim. İyiliklerim onları teshir eder
ve, ecel perisi, eğirecek ipliği kalmamış, hayat onları kendiliğinden terketmiş
gibi olunca bile, hayat için en ufak bir tiksinme duymak şöyle dursun, onu
terke sevketmesi icap eden sebepler ne kadar artarsa, onların da hayata
bağlılıkları o nisbette artar.
Benim iyiliklerim
vasıtasiyledir ki her yerde, yılların yükü altında ezilmiş ve artık bir insan
yüzüne sahip olmayan birçok ihtiyarların hayata pek kuvvetle bağlı oldukları
görülmektedir. Bunlar kekelerler, saçmalarlar, ağızlarında artık diş
kalmamıştır; kel başlarında tek tük birkaç beyaz tel gölülür, buna rağmen,
hayatı o kadar severler ki, delikanlı yerine geçmek için ellerin
den geleni yaparlar. Kimi
ak saçlarını boyatır, kimi kılı kalmamış kafasını, yabancı bir zülüf altında
saklar. Biri boşalmış çene kemiklerine, kendine benziyen bir hayvanın dişlerini
yerleştirir; öteki, bir genç kıza aşkından ölür, onun uğrunda en tecrübesiz ve
en divane delikanlılardan daha fazla delilik yapar. Şu iki büklüm pirlerin, bir
ayakları çukurda olduğu halde başkalarına karı olacak olan bir genç kızı
trahomasız almalarına gelince, bu, iftihar mevzuu olacak kadar yayılmıştır.
Fakat daha da eğlenceli olan şey, ihtiyarlığın sanki canlılar arasından çoktan
hazfettiği şu çürümüş kadınları, şu cesetleri, her yere mezar kokusu yayan, ama
gene her ân: Dünyada en tatlı şey hayattır, diye haykıran şu murdar kaditleri
görmektir. Kalpleri şehvani arzularla doludur, hâlâ tutulmuş oldukları «Hiyyamı
Rahim» i teskinden başka bir şey
düşünmezler, kendilerini helâk eden ateşi para mukabilinde söndürmeğe gayret
edecek yeni bir Phaon’u her tarafta ararlar. Durmadan süslenmekle meşgul
olduklarından, yüzlerini düzgünle sıvarlar; günün bir kısmını ayna önünde
geçirir, senelerin tabiate yaptığı mahrem hakaretleri, her türlü vasıtalarla
gizlemeğe savaşırlar. Kâh gevşek ve iğrenç memelerini gösterirler, kâh titrek
ve kırık sesleriyle havlayarak, âşıklarının dinçliğini uyandırmağa çalışırlar.
İçerler, genç kızlarla rakseder ve onlar gibi âşıklarına aşk nameleri yazarlar.
Herkes bu çılgınlıklarla
alay eder; bunları yapanlara her yerde deli derler —gerçekten de öyledirler—
onlar buna aldırmazlar. Kendilerinden memnun olarak, bir zevküsefa denizinde
yüzerler; uzun yudumlarla tatlı bazları tadarlar; hülâsa, kendilerine temin
ettiğim saadetten istifade ederler. Hele bütün bunları gülünç bulanlar, gelip
bana: bayatını böyle nefis bir delilik içinde geçirmek, gidip kendini asmaktan
çok daha iyi değildir, desinler! Vakıa bütün bu deliliklerin namusu halkın
nazarında berbat edilmiştir; ama ne ehemmiyeti var?
Namussuzluk, tesirini hiç duymadıkları
hastalıklardan biridir; şayet bazen duyarlarsa, bunun verdiği nahoş hissi
kovmağa muvaffak olurlar. Başınıza bir taş düşsün, işte buna dert denir! Ama
ayıp, rezalet, namussuzluk, hakaret, ancak zarar vermesini istiyenleıe zarar
verir. Bir dert, onu duymayana bir dert değildir. Herkes sana ıslık çalıyor;
sen kendini alkışladıktan sonra, sana ne?
İşte, insanın kendini alkışlamasına sebep,
yalnız deliliktir.
Feylesofların itiraz
nidalarını şimdiden işitiyorum: «Deli olmak, bahtsız olmaktır; dalâlet, cehalet
içinde yaşamaktır» — Fakat dostlar, insan olmaktır bu: zira, doğrusu, doğuşuna,
aldığı terbiyeye, tabiatına uygun olarak yaşayan bir kimseye neden bahtsız
diyeceksiniz?
Anlamam. Bu, mevcut olan herşeyin mukadderatı
değil mi?
Kendi tabii halinde bulunan hiçbir varlık
bahtsız olamaz; aksi takdirde insan, kuşlar gibi uçmadığından, dört ayaklı
hayvanlar gibi dört ayağı üzerinde yürümediğinden, boğalar gibi kafası
boynuzlarla süslü olmadığından acınmağa lâyıktır, denebilirdi. Bunun gibi,
güzel bir at, gramer bilmediğinden, börek yemediğinden dolayı bahtsızdır;
akademi temrinlerinden hiç birini öğrenemiyor diye, boğanın ıtalii teessüfe
lâyıktır, denebilirdi. Fakat at gramerci olmamakla ne kadar bahtsız değilse,
insan da deli olmakla o kadar bahtsız değildir; zira delilik onun tabiatine
bağlıdır. Ama işte benim ince düşünen ukalam, bana yeni bir itirazda
bulunuyorlar ve «tanrılar, diyorlar, insana, tabiatın reddettiği şeyi zekâsiyle
telâfi etmesi için, ilim ve sanatların bilgisini verdiler.»
Fakat rica ederim, bana
şunu söyleyiniz: böceklere, nebatlara ve en küçük çiçeklere lâzım olan şeyleri
o kadar büyük bir basiretle veren tabiatin, o rakik ananın, ilimler ve sanatlar
insanın saadeti için elzemdir diye hükmettiği halde bunları ona vermeği unutmuş
olması mümkün müdür?
İlimlerle sanatlar,
tabiattan gelmezler.
Bunları Theut adlı, beşer
nevinin düşmanı bir cin, insanı mahvetmek için icat etmiştir. Demek ki ilimler
ve sanatlar, her hangi bir faydaları olmaları şöyle dursun, bilâkis ancak
insana zarar vermek için icat edilmişlerdir; bunu Platon’un bahsettiği,
alfabenin icadını yasak eden şu kralın misali çok iyi isbat eder.
Demek ki
ilimler, insanın hayatına musallat öteki âfetlerin arasında dünyaya gizlice
giriverdiler. Onlar doğumlarını, bütün cinayetleri ve fesatları yaratanlara,
yani ifritlere, isimlerini bu menhus ilimlerden alan felâketli cinlere
borçludurlar.
Altın çağının insanları bu
nafile ve zararlı ilimleri hiç tanımazlardı; tabiatin Ucalarına itaat ederek
insiyakların hareketlerine tatlı tatlı uyarlardı. Madem ki hepsinin bir tek
dili vardı ve yalnız biribirini anlamak için konuşurlardı, o halde gramer
nelerine yarardı?
Madem aralarında hiç bir zaman boş kavgaları
tahrik edecek zıt fikirler yoktu, o halde münazaraya ne ihtiyaçları olurdu?
Hiç bir davası olmayan
kimselerin, beyan ilmi nelerine yarardı?
Ahlâkları daima temiz ve masum olan bu
insanlar, cinayetleri cezalandırmak, ahlâksızlıkların önünü almak için hakim ve
tedbirli kanunlar yapmağı nasıl düşüneceklerdi?
Bunlar tanrılara hürmetle dolu olduklarından,
tabiatın sırlarına nüfuz etmeğe, yıldızların mesafelerini, devirlerini,
tesirlerini bilmeğe, herşeyin gizli illetini keşfetmeğe uğraşan o kâfirce
tecessüse malik değillerdir. Zavallı fânilerin, zekâlarına tabiat tarafından
çizilen sınırları geçmeğe yeltenince, cinayet işlemiş olacaklarına kanidirler.
Göğün öte tarafında neyin mevcut olduğunu bilmek isteğine gelince, bu,
kafalarından asla geçmemiş olan bir çılgınlıktır.
Altın çağının masumluğu
yavaş yavaş bozulunca, muzır cinler, evvelce dediğim gibi, ilim ve sanatları
icat ettiler. İlkönce bunların adedi azdı; pek az kişi bunlarla meşgul olurdu.
Az sonra, Keldaniler’in hurafelere inanı ve Greklerin işsiz güçsüzlüğü
yüzünden, bunlardan sayısız adette icat olundu ve herbiri zihinlere birer
işkence kesildi. Zira, en ehemmiyetsizlerinden biri olan gramer tek başına bir
adama bütün ömrünce eziyet etmeğe kâfidir.
Bununla beraber, bütün bu
ilimler arasında, en faydalıları umumi izan (sens commun) la yani delilikle en
ziyade alâkalı olanlardır. Teologlar açlıktan ölüyorlar, fizikçiler
pinekliyorlar, astrologlarla alay ediliyor, münazaracılara hor bakılıyor. Hekim
ise, kendi başına bütün bu kimselerden daha kıymetlidir. Sanatının güç olmasına
rağmen, o ne kadar cahil, gafil, yüzsüzse, halkın hattâ en zengin prenslerin
itimadını da o nisbette kolay kazanır. Esasen tıp bilhassa ekseri hekimlerin
bugün tatbik ettikleri şekilde olursa, bir nevi yüze gülücülükten başka bir şey
değildir; bu bakımdan da beyan ilmine epeyce benzer. Hekimlerden sonra,
hukukçular sırada ikinci yere lâyıktırlar; hattâ, hakça düşünülürse, birinci
yeri istemeğe lâyik değil midirler, bilmiyorum. Her ne ise, bütün feylesoflar
(zira kendi hakkımda bunu söylemek istemem), onlarla alay etmekte, onlara eşek
nazariyle bakmakta birebirleriyle uyuşurlar, fakat bu âlemin büyük ve küçük
işlerini keyiflerine göre tanzim edenler, gene bu eşeklerdir. Bu cahiller,
gelirlerini arttırırlar; hâlbuki ulûhiyetin bütün sırlarına agâh olan teolog,
bir tabak kötü sebzeyi miskin miskin yer ve vücudunu kemiren haşarata karşı
daimi bir savaş yapmağa mecbur kalır.
Madem ki deliliğe yakın
olan ilimler bizi, daha uzak olanlardan fazla mesut eder, o halde ilimlerle hiç
münasebeti olmayan kimseler, saf tabiattan başka rehberleri olmadığından, ne kadar
büyük bir saadete naildirler. Onlar da beşeriyete çizilmiş sınırlar içinde
kaldıkça, bu sadık rehber tarafından hiç terkedilmezler. Tabiat, onu setreden
ve engel olan her şeyin düşmanıdır, ve tabiatın mükemmel eserleri, saııat
tarafından bozulmamış olanlardır.
Öyle ya, bütün hayvanların
en bahtiyarları, kaide ve tasannusuz yaşayıp tabiatin kanunlarından başka kanun
tanımayanlar değil midir?
Arılardan daha mesut, hayranlığımıza dala
lâyık bir varlık var mı?
Her ne kadar insan gibi beş hassaya malik değillerse
de, onların mimarisi, sizinkine sonsuz derecede üstün değil mi?
Cumhuriyetleri, sizin feylesofların
tasarladıklarından bin defa daha mükemmel değil mi?
Şimdi atı ele alalım. At, insanlığın bütün
felâketlerini paylaşır, çünkü, insanla beraber yaşadığından, duygularının insan
duygularıyla bir takım münasebetleri vardır .Onu cenklerin ortasında bir
görünüz; kâh, hezimetin hicabından korkarak kendi kendini tahrik eder, tekmeler
atar; kâr, zafer arzusiyle dolu, delik deşik can çekişen sahibinin yanında
telef olur. Onu tutan şu gemleri, kanatan şu mahmuzları, ona hapishane
vazifesini gören şu ahırları, durmadan eziyet veren, rahatsız eden şu
kamçıları, değnekleri, dizginleri, yularları, kolanları; onu ezen, mahveden her
nevi işi, gönüllü olarak kabul ettiği kul ve kölelikleri buna lâve ediniz.
Böyle iken at, birçok prensin misaline uydu; intikam arzusu ona büyük bir
budalalık yaptırdı. Sineklerle kuşların hayatı bin defa daha tercihe şayan
değil midir?
Bunlar insanın tuzaklarından kurtulmak
şartiyle, tabiatin tatlı ilcalarına kendilerini öylece terketmekle, mesut
yaşarlar. Kafeslere kapatınız, sizin beşer dillerinden kelimeler tekrar etmeğe
alıştırınız, az zamanda füsunlarını, tabii güzelliklerini nasıl gaip
edeceklerini görürsünüz! Letafetlerini yalnız tabiata borçlu olan şeylerin,
sanatin yabancı süsleri altında gizlenen şeylerden pek üstün olduğu her
bakımdan ne kadar doğrudur! Bunun içindir ki, tenasüh yoluyle, Pythagoras’ın
şahsında bir feylesof olmuş olan horozu, Lucian’ın horozunu, methetmekten bıkıp
usanmam. Bu horoz envai halden geçmişti. Erkek, kadın, kral, esir, balık, at;
kurbağa, zannederim sünger de olarak, her şeyden tatmıştı. Nihayet insanın en
bahtsız hayvan olduğuna, çünkü tahinden yalnız onun memnun olmadığına, ve
tabiat tarafından bütün melekelerine çizilen sınırdan dışarıya çıkmak
istediğine, hükmetti. Bu horoz, ahmakları ve cahilleri âlimlerden ve büyük
dâhilerden daha fazla takdir ettiğini, Gryllus, Kirke tarafından bir domuza
çevrilince, hakim Odysseustan çok daha tedbirli davrandığını ,zira bu
kahramanla yeniden birçok can sıkıcı tesadüflere maruz kalmaktansa bir ahırda
rahatça homurdanmayı tercih ettiğini de söylerdi.
Masalların babası Homeros,
bütün insanlara sefil dediği vakit, bize hikmetin bir nümunesi olarak tasvir
ettiği Odysseus’a bahtı kara sıfatını taktığı vakit, benim kanaatimden fazla
uzaklaşmamışa benzer. Homeros bu sıfatı, deli olmak şerefine nail olan
Paris’lere, Aias’lara, Akhilleuslara hiçbir zaman vermemiştir. Peki bu
Odysseus’un neden bahtı bu kadar kara idi?
Çünkü Pallas’ın fikrini sormadan bir şey
yapmazdı, ve tabiatin kanunlarından elinden geldiği kadar uzaklaştığı gibi,
haddinden fazla hikmet ve tedbir sahibi idi.
Evet, insanlar kendilerini
ne kadar hikmete verirlerse, saadetten o kadar uzaklaşırlar. O zaman, bizzat
delilerden daha deli olduklarından, insan olduklarını unutur, tanrı gibi
görünmek isterler; Titan’ların nümunesine uyarak, ilim üzerine ilim, sanat
üzerine sanat yığarlar ve bunların her birini tabiata karşı savaşmakta birer
silâh gibi kullanırlar. Demek ki insanlar, hayvanların cehaletine, deliliğine
ellerinden geldiği kadar yaklaşmak, hal ve tabiatlerinin üstünde hiçbir şeye
teşebbüs etmemekledir ki, kendilerine eziyet eden, üzerlerine yüklenen sayısız
sefaletlerin hissedilir şekilde azaldığını göreceklerdir. Bakalım, Revakilerin
delillerini kullanmadan iyi bir misalle bu isbat edilmez mi!
Ey ulu
tanrılar! kendilerine deli, akılsız, budala, avanak gibi güzel adlar verilmesi
âdet olan kimselerden yer yüzünde daha mesut insanlar var mı?
Belki burada ileri sürdüğüm şeyleri, çılgınca
ve gülünç bulursunuz; fakat hiçbir şeyin bu kadar doğru olmadığına sizi temin
edebilirim. Evvelâ ölümden hiç korkmazlar; bu da şüphesiz ufak bir üstünlük
değildir. Ne kötü bir vicdanın kemirici azaplarını, ne ahret masallarının diğer
insanlara verdiği boş dehşetleri, ne de hayaletlerle cadıların sebep oldukları
büyük korkuları tanırlar. Onları tehdit eden dertlerin korkusu, onlara
gelebilecek olan iyiliklerin ümidi, ruhlarının sükûnetini hiçbir zaman, hatta
bir ân için olsun, bulandıramaz. Hülâsa, onların yürekleri, beşer hayatını
mütemadiyen saran bir yığın gailenin tesiriyle parçalanmaz. Onlarda ne hicap
,ne korku, ne hırs ne kıskançlık, ne şefkat vardır. Hayvanların budalalığına
çok yaklaşacak kadar bahtiyar olduktan maada, teologlara göre hatâdan masun
olmak üstünlüğüne bile maliktirler.
Ey, bütün insanların en
delisi, sen ki hikmete ermek istersin! gece gündüz ruhunu parçalayan bütün
meşakkatleri, bütün endişeleri, rica ederim, biraz tart! Bu hikmetin ömrünün
her ânına serptiği dikenlere bir göz at! O zaman teveccühüme mazhar olanları ne
kadar çok dertten vikaye ettiğimi nihayet anlayacaksın! Daima neşeli ve memnun
olan onlar, yalnız, durmadan çalmak, şarkı söylemek, gülmek, eğlenmekle
kalmazlar, gülüp oynamaları, zevkleri bütün etraflarındakilere de saçarlar.
Sanki tanrılar onları ancak insan hayatının gamını gidermek için dünyaya
bahşetmiş! Bunun içindir ki bütün diğer şeyler hakkında başka başka hisseden
insanlar, deliler hakkında biribirlerine uyarlar. Onları ararlar, severler,
okşalar, muhafaza ederler, beslerler, felâketlerinde yardım ederler, nihayet
onlara ceza görmeden her şeyi yapmağa ve söylemeğe müsaade ederler. Bütün
tabiat onlara zarar vermekten o kadar uzaktır ki ,en yırtıcı hayvanlar bile,
sanki masum olduklarını tabii olarak hissediyorlarmış gibi, onlara hürmet eder
ve hiç bir fenalık yapmazlar. Delilere böylece tazim ve hürmet etmek, pek
haklıdır ;zira onlar, tanrılara ve bilhassa bana tahsis olunmuşlardır.
Esasen, en büyük krallar,
delilerle yaşamakta o kadar haz duyarlar ki, krallar arasında, deliler olmadan
ne yiyebilen, ne gezebilen, ne de bir ân yaşayabilen birkaç tane vardır.
Onlara, gösteriş için yanlarında bulundurdukları, tatsız ve asık suratlı
feylesoflardan çok daha fazla kıymet verirler. Bu tercih, bence, ne hayrete
şayan ne de anlaşılması güçtür. Bu hakimler prenslere söyleyebilecek yalnız
gamlı ve nahoş şeyler bulurlar. Bilgilerine mağrur olduklarından, bazen onların
nazik kulaklarını sert ve dokunaklı hakikatlerle tahriş etmek cüretinde bile
bulunurlar. Deliler, bilâkis, binbir mütenevvi haz tedarik ederler; her ân
onları eğlendirir, avutur kahkahalarla güldürürler.
Fakat benim delilerimin
muhakkak hakir görülmemeğe lâyık, başka bir iyi vasıfları da, bütün insanların
yegâne samimi ve doğru sözlüleri olduklarıdır. Hâlbuki hakikatten daha güzel ne
vardır?
Alkibiades, Platon’da, hakikati çocukluğun ve
şarabın söylettiğini, istediği kadar desin; Euripides'in, şu güzel sözde: deli,
delilikler der, gayet iyi söylediği gibi, bu şeref, yalnız bana aittir. Delinin
ruhunda ne varsa yüzünde yazılıdır, ağzı bunu gizlemeden söyler; hâlbuki, ayni
Euripides’e göre, hakimin iki dili vardır, biri hakikati söylemek, öteki icap
ederse gizlemek için. Hakim, beyazı siyaha, siyahı beyaza çevirmek hünerine
sahiptir; ağzı, hem soğuğu hem sıcağı üfler, sözleri de ekseriya
düşüncelerinden pek uzaktır.
Etraflarını saran bütün
debdebeye rağmen, prensler, kendilerine hakikati söyleyecek kimseleri
bulunmadığından ve hakikati gizliyen müdahenecileri dost edinmeğe mecbur
olduklarından ,bana bedbaht görünüyorlar. «Fakat, denecek, prensler hakikati
duymağı sevmezler, bunun için kendilerine hoş şeylerden ziyade doğru şevleri
söylemeğe cüret ederek bir takım hakimlere rasgelmek korkusuyla, hakimlerin
meclisinden kaçınırlar» bunda sizinle beraberim, krallar hakikati sevmezler.
Fakat bu, delilerimin ağzından yalnız hakikatleri değil, en sarih hakaretleri
zevkle dinlediklerine, kendilerince bir feylesofu aşmağa kâfi bir sözün,
delinin ağzında onları eğlendirdiğine şaşmak için ayrıca bir sebeptir. Hakikat,
tahkir etmezse, hoşa giden safdil bir tarafa maliktir; tanrılar, tahkir etmeden
onu söylemek kabiliyetini delilere vermişlerdir. Aşağı yukarı ayni sebepledir ki,
zevklere ve saçmalara tabii olarak çok meyli olan kadınlar, umumiyetle delilerle
beraber olmaktan pek hoşlanırlar; bunda buldukları başka bir fayda da delilerle
yaptıkları her şeyi ekseriya ciddiyet işin içine epeyce karıştığı halde oyun ve
hezeliyat diye kabul ettirmekten ibarettir. Fakat kadınlar, bilhassa
budalalıklarını boyayarak örtmek mevzuubahs olunca, ne kadar marifetlidirler!
Delilerin bahtiyarlığına
dönelim; hayatlarını sevinç ve zevk içinde geçirdikten sonra, ölümden
korkmadan, onu hissetmeden, bu dünyadan çıkıp dosdoğru cennete giderler; orada
da bahtlı ruhları sıhhatli bir işsizlik içinde en nefis hazları tadar.
Şimdi bana, tasavvur
edebileceğiniz en hâkim adamı veriniz; onu benim delilerimden biriyle mukayese
edelim. Bu adam, çocukluğunu ve gençliğini binbir türlü ilmi öğrenmek için
eziyet çekmekle geçirir; en güzel günlerini, uykusuz gecelerde, zahmetlerde,
işlerde ziyan eder. Ömrünün bütün geri kalan kısmında en ııfak bir haz duymaz.
Her zaman fakir, sefil, gamlı, neşesizdir ; kendi kendine bir yüktür,
başkalarına da tahammülfersadır; renksizlik, zaiflik, ihtiyarlık ve her nevi
sakatlıklar, mesleğinin ortasında gelip üzerine yüklenir, nihayet o başka
insanların yaşamağa başladıkları bir yaşta ölür. Vakıa, doğrusunu söylemek
lâzımgelirse, hiç yaşamamış bir insan için ölüm saatlerinin hepsi müsavidir,
işte, meşhur hakimin muhteşem tasviri.
Fakat Revakın
kurbağalarının bağırtılarını işitiyorum: Revakiler şöyle derler: «hiçbir şey
bunaklık kadar teessüfe şayan değildir. Hâlbuki büyük delilik bunaklığa
yaklaşır, daha doğrusu, bunaklığın ta kendisidir.
Bir bunak nedir?
Zihni şaşırmış bir insan değil mi?
Böyle muhakeme etmek,
hezeyan etmektir. Bu itirazı da tuzla buz etmeğe çalışalım; fakat Musa’lar beni
terketmemek şartiyle. İleri sürülen delil son derece ince, fakat sağ duygu
sahibi geçinmeği o kadar istiyen munazaracılar hiç olmazsa Sokrates’in
Platon’da, bir Venüs’ü ikiye bölmekle iki Venüs; bir Cupido’yu, ikiye bölmekle,
iki Cupido yapılır dediğini hatırlamalı, binaenaleyh başka bunaklıklar
olabileceğini düşünmeli idiler. Gerçekten, bütün bunaklıklar meşum değildir. Böyle
olmasaydı Horatius, sevimli deliliğe tutulmuş değil miyim?
demezdi, Platon, hayatın en büyük nimetleri
arasında, şairlerin, peygamberlerin ve âşıkların deliliklerini saymazdı;
Sibylla, dindar Aeneas’ııı teşebbüsünü delice diye vasıflandırmazdı. Demek ki
iki türlü bunaklık var. Bir tanesi vardır ki bu, ahretin mel’un kızıdır. Zalim
Furia’lar, korkunç yılanlarını fânilerin kalplerine atıp harbin
çılgınlıklarını, doymaz bir altın hırsını ,ayıp ve caniyane aşkı, ve baba
katlini bu neviden bütün diğer cinayetleri üfledikleri vakit, yahut müthiş
meşalelerini kabahatli fânilerin cani ruhlarında çılgıncasına sallıyarak,
onlara eziyet ettikleri vakit, bu bunaklığı dünya yüzüne yayarlar. Başka bir
tanesi vardır ki bu, birincisinden pek farklıdır. Vazifesi bütün insanlara
saadet vermek olan bu nevi, varlığını benden alır. Bu bunaklık ruhu kavrayan,
hayatın bütün meşakkatlerini, bütün endişelerini, bütün elemlerini, unutturan,
ömrü bir haz deryasına daldıran leziz bir hülyadan ibarettir. Cicero’nun,
Atticus’a yazdığı bir mektupta, pek çok belânın nahoş şuurunu içimizden
hazfetmek kudretine malik olduğundan, taunların en büyük armağanı telâkki
ettiği şey, işte bu tatlı hülyadır. Hakimlerin hüneriyle deliliklerin en
hoşundan mahrum edilen bir Grek’in aramış olduğu, işte bu hülyadır. Tiyatroda
günlerce yalnız oturmuş, dünyanın en güzel komedyalarını dinliyormuş gibi
gülüyor, el çırpıyordu. Hâlbuki bir şey işitmiyordu. Sosyal hayatın bütün
vazifelerini yerine getiriyordu; iyi dost, müsaadekâr bir koca, hizmetkârlarına
müsamahalı bir efendi olan bu adam ,tıpasız bir şişe için gazabe gelenlerden
değildi. «Zalim dostlar! Bana iyilik etmek şöyle dursun, beni zevklerimden
ayırarak, saadetimi 'teşkil eden bir hayalden mahrum ederek, beni
öldürüyorsunuz!» Böyle konuşmakta çok hakki vardı; bu mesut ve tatlı
deliliğe, tıp tarafından mahvedilmesi lâzım gelen bir hastalık gözü ile
bakanlar, pek kabaca yanılıyorlardı; bunlar, çöpleme otuna, kendilerine bu ot
verilmekte olan bir kimseden daha ziyade muhtaçtırlar.
Zaten
duygularla, zihnin bütün hayallerinin birer delilik olduğunu kesip atmadım.
Meselâ, şaşı olduğundan bir katırı eşek sanan, yahut en berbat destana ulvi bir
şiirmiş gibi hayran olan bir adam, ilkönce bir deli telâkki olunmayacaktır.
Hâlbuki, muhakemesi, duyguları kadar karışmış olduğundan mutat örf ve âdetlere
zıt bir bozukluğu sürekli olarak muhafaza eden bir kimseye bu ünvan kolayca
bahşolunacaktır. Meselâ, bir eşeğin anırdığını ne zaman duyarsa, nefis bir
senfoni dinlediğini tahayyül eden, yahut sefalet ve aşağılık içinde doğmuş
olduğu halde kendini Craesus kadar zengin ve kudretli sayan bir insan işte
böyledir, denebilirdi. Bu cins delilik, ekseriya olduğu gibi, neşe ile beraber
olunca, hem onu duyanları, hem de kendileri deli oldukları halde başkalarında
görenleri, çok eğlendirir. Kudretimin ekseriyetle zannolunduğundan çok daha
geniş olduğu işte bundan anlaşılır. Her tarafta delilerin biribirlerine
güldükleri ve böylece kendilerine karşılıklı haz temin ettikleri görülür.
Ekseriya en delisi, daha az deli olana, daha samimiyetle güler.
Bence, ne kadar delilik
cinsine sahipsek o nisbette daha mesuduz fakat bana has olan delilik cinsinden
dışarı çıkmamak şartiyle, bu cins o kadar umumi ve o kadar yayılmıştır ki,
ömrünün her saatinde hakim olan ve kudretimin herhangi bir tesirini ara sıra
duymayan bir insanın, arzın bütün sathı üzerinde bulunduğundan şüpheliyim.
Bütün fark şudur ki, meselâ bir helvacı kabağını bir kadın sanan kimseye her
yerde deli nazariyle bakılır, çünkü bu cins delilik mutat değildir; hâlbuki
Penelopeden daha iffetli bir karısı olduğuna kani olmakla bahtiyar olan, ve
kadın birçok âşığa oldukça iyi muamele ettiği halde, tatlı dalâleti içinde
yaşıyan bir insan, hiç bir zaman deli olarak telâkki olunmaz, çünkü bu, olağan
bir şeydir; denebilir ki her kocanın başına gelir.
Avdan
başka şey sevmeyen bu kimseler ayni sınıfa konabilirler; onlarca boruların sert
ve nahoş sesini, köpeklerin pek çirkin ulumalarını işitmek pek büyük bir
zevktir.
Zannederim
bunlar, köpeklerinin sidiğini, sanki misk imiş gibi, şehvetle koklarlar. Bir vahşi
hayvan parçalamak ile zevktir! Öküzlerin ve koyunların uzuvlarını kesmek,
koparmak, ayak takımına bırakılan aşağı ve zelil bir meşgaledir; fakat vahşi
bir hayvanın titriyen uzuvlarını koparmak, ancak kahramanlara mahsus asil ve
şanlı bir faaliyettir. Bu heybetli tören, diz çökerek, baş açış, bu işe tahsis
edilmiş bir bıçakla (zira başka bir tanesini kullanmak cinayet olurdu), muayyen
hareketlerle, bir nevi dini hürmetle yapılır; o esnada hazır olanların hepsi,
kurban kesenin etrafında sıralanmış olarak, hürmetkar bir sükût içinde, belki
bin defadan fazla görmüş oldukları bu sahneyi, fevkalâde güzel ve yeni bir şey
imiş gibi hayranlıkla temşa eder. Ne mesut o fâni ki, kendine hayvanın etinden
ufak bir parça tatmağa müsaade olunmuş! Bu, ailesinin en şanlı lâkaplarından
biri gibi baktığı bir şereftir. Bu gibi azimli avcıların bütün kazandıkları,
sonunda, takip ettikleri ve yedikleri hayvanlara yakın derecede vahşi
olmalarıdır. Buna rağmen gerçekten krallara lâyık bir hayat sürdüklerine pek kanidirler.
Avcılara epeyce benzeyen
bir cins deli de, bina yaptırmak hususunda teskin olunamayan bir ihtirasın
pençesi altında bulunan kimselerdir. Bunlar yaptıklarını yıkar, yıktıklarını
yaparlar; durmadan dört köşeleri yuvarlağa, yuvarlakları dört köşeye çevirirler,
nihayet esaslı surette mahvolurlar; ne evleri, ne de yiyecek ekmekleri kalır.
Ne ehemmiyeti var?
Hiç olmazsa gayet hoş birkaç yıl
geçirmişlerdir.
Bunlardan sonra, simyacılar
gelir. Kafaları daima yeni sırlarla dolu olarak eşyanın mahiyetini değiştirmeğe
koyulurlar, madenleri değiştirmek isterler ve, dağdan tepeden giderek, hiç
yakalayamayacakları bilmem hangi mevhum zübdenin peşinde koşarlar. Tatlı bir
ümidin dumanlarıyla sarhoş olduklarından, ne zahmetten ne de çalışmadan
kaçınırlar ve hergün kendilerini hoşça aldatan yeni bir dalâlet icat etmekte
harikulâde verimli olan zihinleri, onları öyle bir sefalete götürür ki, en
küçük fırını yapmağa bile ellerinde para kalmaz. Bu hale bir kere düşünce, hoş
rüyaları onları henüz terketmez, bütün cehtlerini, artık takip edemedikleri o
saadetin peşinde koşmağa başkalarını tahrikte kullanırlar, bu son çareden
mahrum olsalar da şu güzel sözü düşünerek kâfi derecede teselli bulurlar: Büyük
işlerde, cüret etmiş olmak kâfidir. Belki o zaman insana bu kadar büyük bir
teşebbüsü başarmak için kâfi uzunlukta bir ömür verilmediğine esef ederler.
Kumarbazlara
gelince, onları delilerim arasında saymalı mıyım, bilmiyorum.
Vakıâ,
hergün arzettikleri temaşadan daha delice ve daha gülünç bir şey yoktur. Bazen
aralarında öyleleri görülür ki, bunlar zarların sesini işitince, kalplerinin
attığını ve çarptığını duyarlar. Bazıları da, kazancın tatlı ümidiyle durmadan
aldanarak talihlerinin gemisini gelip tesadüfün tehlikeli kayasına çarptırır ve
parçalarlar; kazadan çırıl çıplak kurtulan bunlar, nihayet dolandırıcı olurlar,
Fakat garip bir namus saikı ile kendilerini soyanları aldatmaz, başka
oyuncuları aldatırlar. Kuvvetten düşmüş ve hemen hemen kör birtakım
İhtiyarların, burunlarında gözlük, hâlâ oynadıkları görülür; bazı ihtiyarlar da
iyice müstahak oldukları nakris hastalığı parmaklarını kaskatı edince, bir
kimseye para verip kendileri için zar attırırlar. Kumarbazlar bütün bu
bakımlardan muhakkak benimdirler; fakat kumarbazları çılgınca bir hırs o kadar
sık yakalar ki onları Furia’lara gönderirsem, daha iyi ederim, sanıyorum.
Fakat iste, muhakkak
surette tamamen bizden kimseler: Mucizelere ve fevkalâde şeylere ait şu gülünç
masalları dinleyen ve anlatanlardan bahsetmek istiyorum. Hakiki hayatlara,
ruhlara, cadılara, cehennem ve bu nevi başka fevkalâde şeylerin hepsine ait ve
bütün şu inanılmaz hikâyeleri, ne büyük zevk ve ne kadar teşnelikle dinlerler!
Hikayeci akla yakın olmaktan ne kadar uzaklaşırsa, dinleyicilerine o derece
tesir yapacağından ve onların aç kulaklarını hoş bir tarzda gıdıklıyacağından
emindir. Bununla beraber, bütün bu şeylerin ancak söyleyen ve dinleyenlerin can
sıkıntılarını gidermeğe müncer olacağını zannetmemeli; bunların daha sağlam bir
faydaları vardır: Rahiplerin ve keşişlerin tencerelerinin kaynamasına yararlar.
Bu delilerle, velilerin
himayesine çılgınca itimat ederek en tatlı ümitlerle oyalananlar arasında büyük
bir fark yoktur. Biri, sabahleyin Hristiyanların Polyphemos’u, Christophorus’un
bir tasvirini yalıut devasa bir heykelini görmek saadetine nail olursa bütün
gün kendine hiçbir fenalık gelmeyeceğine inanır; öteki, cenkten sağ salim
çıkacağından emindir çünkü savaştan önce Barbara’nın heykeline küçük bir duada
bulunmuş; üçüncüsü, yakında zengin olacağından şüphe etmiyor, çünkü haftanın
muayyen günlerinde, veli Erasmus’un tasvirini ziyaret etmekte, ta6virin önünde
küçük mumlar yaktırıp küçük dualar mırıldanmakta hiç kusur etmez, başkaları,
kendileri için payen’lerin Herakles ve Hippolytos’un yerini tutan bir veli
Georgius uydurmuşlar. Bunun atını kıymetli tokalar ve koşumlarla süslüyorlar;
tanrıların Styks üzerine yemin ettikleri gibi miğferine yemin edecek kadar
tazim ettikleri bu biniciye yaptıkları ibadeti az kalsın ata da yapacaklar.
Papa’nın verdiği afivlere rahatça bel bağlayanlara ne diyelim?
Bunlar, bu afivlerin tesirinden o kadar
ümitlidirler ki arafta geçirecekleri zamanı adeta kum saati ile sayar, bu
müddetin asırlarını, senelerini, aylarını, günlerini ve saatlerini matematik
cetvelleri tanzim edecek derecede doğru hesap ederler.
Herhangi bir hilekâr
sofunun kendi zevki yahut menfaati için icat ettiği bazı muskalara, bazı sihri
dualara güvenle dolu olarak, zenginlikler, şan ve şeref, zevkler, güzel
yemekler, bozulmaz bir sıhhat, uzun ömür, dinç bir ihtiyarlık ve nihayet gökte
İsa'nın yanında bir yer bekliyen şu ötekilere ne dersiniz?
Bu son şerefe gelince, onlar bundan elden
geldiği kadar geç müstefit olmak isterler. Ancak, bu dünyanın zevkleri, onları
tamamen terketliği, zevklerin bir tekini bile muhafaza edemedikleri vakittir ki
cennetin lâhuti hazzını tatmaya razı olurlar.
Bir tacir, bir asker, yahut
bir hâkim yaptığı çapulculukların kendine temin ettiği para yığınından ufak bir
sikke ayırıp şu dindarca saçmalara kullansın; bundan fazlasına lüzum yok: hemen
hayatının bütün pisliklerinden ruhunun temizlendiğine inanır. Yalan yere
yeminleri, hayasızlıkları, kavgaları, sefaletleri, katilleri, ihanetleri,
hilekârlıkları, her şeyi, her şeyi o küçük para sikkesi temizlemiş, o kadar iyi
temizlemiştir ki, adam bunlara yeniden başlamaktan başka bir işi olmadığını
sanır.
Hergün mezamirden birkaç
ayeti ezbere okumakla cennete gitmekten geri kalmayacaklarına kani olan
insanlardan daha delileri, dolayısiyle daha bahtiyarları bulunabilir mi?
Söylenene bakılırsa, bu ayetlerin sihri
meziyetini bulan, müstehzi bir şeytanmış. Kurnazdan ziyade hoppa olan bu
şeytan, veli Bernard önünde bu güzel sırra sahip olmakla övünecek kadar
ihtiyatsızlık etmiş; fakat kendinden daha kurnazına çatmış ve keşiş şeytanı
yakalamış. Bununla beraber, duyunca kızarmaktan kendimi güç menedebildiğim
bütün bu çılgınlıklar, yalnız halk tarafından değil, rahipler ve teologlar
tarafından da tasvip olunur.
Ayni derecede deli ve hoş
kimseler de muhtelif memleketlerin hâmiliğine yükseltilen şu velilerdir. Her
küçük ülkenin hususi merasimlerle taziz ettiği, kendine has faziletlere malik
bulunan hâmisi var. Meselâ, biri diş ağrılarını iyiletir, öteki lobsa
kadınların imdadına yetişir; şu veli, çalınmış eşyayı geri verdirir, öteki, deniz
kazasından vikaye eder, bir başkası da koyun sürülerini muhafaza eder, ilâh...
Bu aziz hamilerin bütün faziletlerini burada bildirmek isteseydim, sözümü
hiçbir zaman bitiremezdim. Bazıları vardır ki, bunlar, kendi başlarına bir1kaç
fazilete birden maliktirler. Meselâ Tanrının anası böyledir. Denebilir ki halk
ona oğlundan daha fazla kudret atfeder.
Fakat insanlar, bu İlâhi
hamilerden, delilikle alâkadar olan şeylerden başka şeyler isterler mi?
Bazı mabetlerin duvarlarını hattâ kubbelerini
dolduran o kadar çok adak arasında bir tanecik gördünüz mu ki, delilikten
kurtulmuş yahut bir parçacık dalıa hakim olmuş olmak dolayısiyle oralara
asılmış olsun, Biri, bir deniz âfetinden kurtulmuştur; öteki göğüs göğüse
dövüşürken aldığı mühim bir yaradan iyileşmiştir. Beriki, çengin hararetli
ânında, cesaretli olduğu kadar talili bir tarzda kaçtığından dolayı, öteki,
asılmışken hırsızların dostu bir velinin tesiriyle darağacından düştüğünden ve
bütün gayretiyle yolcuları soymağa yeniden başlayabildiğinden dolayı Hakka
hamdüsenada bulunur. Burada, mahpesinin kapısını zorla kırıp adaletin elinden
kaçan bir şeririn nezrini, şurada, sıtmadan tabii olarak iyileşip, hastalığın
daha uzun sürmemiş olmasından dolayı kızan hekiminin tamahını aldatmış olan bir
adamın teberruunu görüyoruz. Bu kimse kendine ölsün diye verilen bir zehirde
ilâç bulmuş; bu yüzden heba olan parasına ve zahmetlerine acıyan karısı büyük
bir keder içinde; arabası devrilen şu adam, atlarını evine sağ salim getirmek
saadetine nail olmuş; bir başkası, bir binanın üstüne çöken enkazların altında
ezilmediğinden dolayı bir veliye teşekkür etmiş, sevgilisinin kocası tarafından
baskına uğrayan bir âşık, vartadan poturu temiz kurtulmak bahtiyarlığına nail
olduğundan bu mesut sergüzeştin hatırasını takdis etmiş. Bunların hiç ama
hiçbiri henüz, delilikten kurulabildiklerinden dolayı Hakka teşekkür etmiş
değildir. Bu lâtif delilik o kadar tatlı, o kadar hoştur ki, insanlar, ondan
mahrum olmaktansa herşeyden vazgeçmeğe hazırdırlar.
Fakat, neden hurafelerin bu
cesim okyanusunda açılayım?
Vergilius’un dediği gibi, Haktan yüz, ağız,
dil ve demir gibi bir ses almış olsaydım bile yeryüzündeki bütün delilik
cinslerinden haber vermek işini sonuna kadar başaramazdım. Muhakkak olan şudur
ki, bütün Hristiyanların hayatı bu cinsten birçok delilikle doludur. Bu
çılgınlıklara rahipler müsaade ederler, hattâ bunları tahrik ederler. Çünkü bu
sayede elde ettikleri menfaati pekâlâ bilirler.
Bütün bu deliliklerin
ortasında, izaç edici bir hakim kalkıp şu hakikatleri ilân etsin: «Hakimce yaşamakladır
ki müessif kazalardan sakınırsınız, günahlarınız, yalnız rahiplere verdiğiniz
para ile değil, fakat günah korkusu, göz yaşları, uykusuz geceler, dualar,
oruçlar ve bütün diğer «âmâli hasene» ile affolur Şu veya bu velinin hayatını
taklit etmekledir ki onun himayesine istihkak kazanırsınız». Böyle bir adamın
gevezelikleri, ruhları ne kadar tatlı dalâletten toptan mahrum eder. Bu adam
vicdanlara nasıl bir karışıklık sokar! Bir düşününüz.
Yaşamakta iken kendi cenaze
merasimlerini en ince teferruata kadar tanzim eden, alaya iştirak edecek
meşalelerin, davetlilerin, mugannilerin, para ile tutulan ağlayıcı (nevhager)
ların adedini tesbit eden delileri de bir önceki sınıfa sokalım. Sanki bunlar
mezarda iken debdebeli cenaze alaylarının zevkini tatacaklarmış yahut ta
cesetleri bütün bu heybet olmadan gömülseymiş, ölmüş olmaktan utanacaklarmış
gibi. Sanki bunlar için ölüm, teşrifat nazırlığı mesnedi imiş ve kendileri de
şimdiden törenler ve ziyafetler tanzimini meşkederlermiş gibi.
Muhtelif deli sınıflarının
hepsini büyük bir acele ile gözden geçirirken, ayak takımının en aşağısının
ahlâk ve meyillerine sahip olmakla beraber asaletlerinin boş Unvanlarını
methetmekten geri durmayan kimseleri de unutmayalım. Biri Aeneas’tan, öteki
Brutus’tan, bir üçüncüsü Artus’tan geldiğini söyler. Gederinin heykel ve
resimlerini her tarafta teşhir ederler. Cetlerinin ve cetlerinin bahalarının
can sıkıcı silsilesini durmadan size tekrar ederler, ağızlarında eski ad ve
lâkaptan başka bir şey yoktur ve bütün uzun sözlerine rağmen onlar ancak
heykeller kadar ebleh ve meydana vurdukları görünüşlerinden ekseriya daha da
kıymetsiz kimseler olarak telâkki olunurlar. Bütün bunlara rağmen, izzetinefis
onlara mesut bir hayat geçirtir. insan adına bile lâyık olmayan bu ahmak
hayvanlara birer tanrı gibi riayet edecek kadar deli kimseler bile bulunur.
Lâkin burada izzetinefsin
mesut kıldığı bir yahut iki cins deli ile neden iktifa edeyim?
İzzetinefis her tarafa birbirinden farklı
binbir tarzda saadet yaymıyor mı?
Bir tanesi, maymun kadar çirkin olduğu halde
kendini Nirea kadar güzel sanır; öteki kendine bir ikinci Eukleides nazariyle
bakar, çünkü pergel yardımiyle birkaç hat çizmeğe muvaffak olmuştur. Bir üçüncü
musikiye, kılıktan yana tabiatın en büyük sillesine uğramış eşekten daha fazla
kabiliyeti olmadığı, sesi horozun sesi kadar nahoş ve kısık olduğu halde,
Hermogenes kadar iyi teganni ettiğini tahayyül eder.
Öncedekiler kadar hoş bir
delilik nevi de hizmetlerinde bulunanların meziyet ve hünerleriyle —sanki Hak
bunları kendilerine bahşetmiş gibi— gururlanan ve övünen kimselerin
deliliğidir. Seneca’nın bahsettiği şu mesut zengin işte böyle idi. Bu adam, ne
zaman bir masal anlatsa, yanında daima, isimleri kendine gizlice söyleyecek
hizmetkârlar bulundururdu ve hayatı artık bir nefhacikten ibaretken en meşhur
pehlivanlarla cenge cüret etmeğe hazırdı, çünkü yanında bulunan bütün esirlerin
kuvvetine malik olduğuna inanırdı.
Burada güzel sanatlarla
iştigal edenlerden bahse lüzum var mı?
Bunların hepsinde izzetinefis o kadar tabiidir
ki, dâhilik şöhretini terketmektense babadan mevrus küçük servetlerinin
bütününü terketmeğe razı olmayan belki aralarında bir tane yoktur. Bilhassa
aktörler, musikişinaslar, hatipler ve şairler böyledirler. Ne kadar az hüner
sahibi iseler, o derece kibirli, gururlu ve nahvetlidirler. Bununla beraber, bütün deliler, kendilerini
alkışlayan başka deliler bulurlar; zira bir şey ne kadar sağ duygunun aksi ise, o kadar çok
hayranları kendine cezbeder; en fena olan şey, daima ekseriyeti okşıyan şeydir;
bundan da tabii bir şey yoktur, mademki, size evvelce dediğim gibi, insanların
büyük ekseriyeti delidir, imdi mademki en cahil sanatkârlar, küçük
şahıslarından daima pek memnun ve ekseriyetin hayranlığına naildirler, neticede
kendi kıymetleri hakkında müsait fikri ortadan kaldırmaktan, onları daha
mütevazı yapmaktan ve hayranlarının adedini pek fazla azaltmaktan bafjka bir
şeye yaramayacak olan hakiki hünerleri kazanmak için nihayetsiz zahmetlere
katlanırlarsa, pek yanlış hareket etmiş olurlar.
Tabiat,
izzetinefsin mesut armağanlarını yalnız fertlere vermiş değildir. Umumiyetle
her kavim, her millet, hattâ her şehir bunlardan oldukça bol bir miktara mazhar
olmuştur. Ingilizler, güzel adam, iyi musikişinas ve ziyafetlerinde kerim
olmakla övünürler.
İşkoçyalılar,
asaletleri, ünvanları, krallarının hanedanı ile olan sihriyetleri ve iskolâstik
münazaralardaki harikulade incelikleri ile iftihar ederler.
Fransızlar,
nezaket iddiasındadırlar;
Parisliler
bilhassa Sorbonne’larında en âlim teologia mektebine sahip olmakla gururlanırlar.
Edebiyat
ve belâgate münhasıran sahip olduklarına kani olan İtalyanlar, kendilerini
dünyanın barbarlık zulmetlerine dalmamış biricik kavmi sanırlar. Aralarında bu
tatlı dalâleti en ziyade talanlar Romalılardır; eski Romalıların büyüklüğünden
sayıklar ve onlardan bir şeyler tevarüs ettiklerine iyice inanırlar.
Venedikliler,
asaletlerini düşünmekle, Grekler ilimlerin mucitleri olduklarını düşünüp eski
kahramanlarının sıfatlarını kendilerine takmakla bahtiyardırlar.
Türkler
ve arzın dörtte üçünü kaplayan doğru dine salik olmakla övünürler, hurafelere
inanan alçak kimseler telâkki ettikleri Hristiyanlara yukardan aşağıya
bakarlar.
Çok daha
bahtiyar olan Yahudiler mesihlerini tatlı tatlı bekleyerek yaşar ve bu arada
daima Musa’nın dinine bağlı kalırlar. ispanyollar dünyanın en büyük askerleri
geçinirler; yüksek boylarından gururlanan Almanlar, sihirden anladıklarım,
büyük sihirbaz olduklarını iddia ederler.
Daha fazlasına lüzum yok;
izzetinefsin nasıl her yerde en tatlı zevkleri, hem ayrı ayrı şahıslara, hem de
bütün insanlara birden saçtığını size göstermek için bu kadarı kâfidir sanırım.
Bu hayırlı izzetinefsin, kendine tıpatıp benzeyen bir de kız kardeşi vardır, o
da yüze gülücülüktür. Öyle ya, kendine yüze gülücülük izzetinefistir,
başkasının yüzüne gülmek ise yüze gülücülüğün kendisidir. Vakıa bugün yüze
gülücülüğün oldukça kötü bir şöhreti vardır, fakat bunu yalnız, varlıklardan
ziyade adlara dikkat eden kimselerde görüyoruz. Bunlar, yüze gülücülüğün
sadakatle beraber yaşıyamayacağını sanıyorlar, aldanıyorlar. Hayvanlar bile
onlara bunun aksini isbat eden misaller verebilirlerdi. Köpekten daha yüze
gülen ayni zamanda daha sadık bir hayvan var mı?
Sincaptan daha okşayıcı, ayni zamanda insana
daha dost bir hayvan var mı?
Bu misaller, onları ikna etmek için kâfi
gelmelidir. Meğer ki kükreyen arslanların, kötü kaplanların, yırtıcı parsların
insana bu masum hayvanlardan daha fazla iyiliği olduğunu iddia etsinler.
Birtakım zavallıları berbat, maskara etmek için hainlikle istihzanın
kullandıkları bir nevi barbarca yüze gülücülük te var; bunu ben çok iyi
bilirim. Fakat benim yanımda bulunanın bu gibi nefrete lâyık vasıfları yoktur;
hoş görünme ile tatlılığın kızı olan bu yüze gülücülük fazilete, Horatius’un
bahsettiği faziletin tam zıddı şu somurtkan, çekilmez adamcıllıktan daha çok
yaklaşır: cesareti canlandırır, sıkıntıları giderir, gevşeklikten kurtarır,
ahmaklığı mahveder, acıyı hafifletir, yırtıcılığı yumuşatır, hiddeti teskin
eder. Geçici sevgiye kuvvet ve bağlılık verir. Çocukları, ilimlerin tahsiline teşvik
eden, hoşluğu ile en hüzünlü ihtiyarların bile içini açan, övmenin hoş
kıyafetine bürünmüş olarak prenslere, gücendirmeyecek nasihatler ve dersler
verdiren odur. Hulâsa, bütün insanlara, kendileri hakkında iyi bir kanaati ve
kendilerine sevgiyi verir; bu da bahtiyarlığın en büyük kısmını teşkil eder.
İki katırın nasıl bir
zevkle sürtüştüklerine bir bakınız. İşte belâgatin mühim bir kısmı, tıbbın pek
büyük bir kısmı ve diyebilirim ki, bütün şiir bundan ibarettir. Neticede
hayatın bütün hoşluğunu, bütün tatlılığını yapan budur. Belki bana: «Aldanmış
olmak büyük bir derttir» diyeceksiniz; bilâkis, «aldanmamış olmak pek
büyük bir derttir», diyiniz. İnsanların bahtiyarlığını, eşyanın kendinden
ibaret sanmak, çılgınlığı ifrata vardırmaktır. Bizi yalnız kanaatler bahtiyar
eder. Dünyada herşey o kadar karanlık ve mütehavvildir ki, hiçbir şeyi kati
olarak bilmek mümkün değildir. Yahut ta, bir şey bilmek elverirse bu hemen
hemen daima hayatta bahtiyar olmanın bahasına elde edilir. Buna bütün
feylesofların en az küstahları olan aziz dostlarım Akademia’cılar pek güzel
işaret etmişlerdir. Hulâsa insanın yapısı o şekildedir ki, efsaneler onun
üzerinde hakikatten daha büyük bir intiba bırakırlar. Buna açık ve elle tutulur
bir burhan ister misiniz?
Vâzedilirken
kiliselerinize gidiniz. Hatip ciddi bir meseleden mi bahsediyor?
Kiminin içi sıkılır, kimi esner, kimi uykuya
dalar; fakat çok defa olduğu gibi, yaygaracı (affedersiniz, vâiz demek
istiyordum) tumturaklı bir eda ile eski bir kadimine masalı anlatmağa koyulsun,
dinleyenler o ânda tavırlarını değiştirirler: uyanırlar, doğrulurlar,
dinlerler, göz, kulak kesilirler. Kilisenin büyük törenlerinde de böyledir. Veli
Georgius, Christophorus, yahut Barbara gibi kilisenin efsanevi ve şairane bir
velisi mi kutlanıyor?
Bütün halk, kutlanan Petrus, Paulus yahut ta
bizzat tsâ olsa, bukadar hürmet, dindarlık göstermekten uzak olur. Fakat burada
bütün teferruata girişmek mevzubahis değildir.
Kanaatlerin verdiği
zevklere dönelim. Bunlar, zevklerin içinde en kolay elde edilenler değil midir?
En değersiz bilgileri —hattâ gramerin esasları
bile olsa— elde etmek için ekseriya ne kadar çok zahmet, ne kadar çok çalışma
lâzımdır. Kanaat bilâkis, kendiliğinden önümüze çıkar, sanki onu teneffüs
ediyormuşuz gibi; buna rağmen kanaat, eşyanın hakiki bilgisi kadar, hattâ ondan
daha fazla yardım eder. Rica ederim, bana şunu
söyleyiniz: bir insan, pis kokusuna dayanamadığınız, kokmuş bir parça
pastırmayı, tanrılar taamı imiş gibi büyük bir zevkle §apırdata şapırdata
yerse, yemeğinin tadının fenalığı, onun duyduğu hazdan bir şeyi azaltır mı?
Bunun aksine olarak bir bankasının, en nefis
yahnileri görünce midesi bulanırsa, bu yemeklerin güzel lezzeti ona bir haz
verebilir mi?
Son derece çirkin bir kadın, kocasının gözünde
Kythera tanrıçası kadar güzelse, bu koca
bir Helena’ya malikmiş gibi bahtiyar değil midir?
Bir adam alınız, bunun, cahil ve kötü bir
ressam tarafından yapılmış fena bir tablosu ob sun, fakat tablonun Apelles’in
yahut Zeuksis’in eseri olduğuna kani olsun; bu tatlı dalâlete kapılarak onu
hayran hayran durmadan temaşa etsin; bu adam, o büyük adamların bir şaheserini
çok pahalıya alıp ta onda harikulâde ve hayranlığa lâyık hiçbir şey bulmayan
bir kimseden çok daha fazla haz duymaz mı?
Benim adımı taşıyan birini tanırım. Bu zat
evlendikten bir müddet sonra, karısına bir mahfaza dolusu sahte elmas hediye
etti. Lâtifeden çok hoşlandığından, bunlar pek ince bir neviden, hattâ pek
değerlidir diye karısını kandırdı. Peki, karısının bahtiyar olmak için nesi
eksikti?
Bu ufak cam parçalarını hayranlıkla temaşa
ederken, kadının gözleri ve zihni, sahte değillermiş gibi memnun değil miydi?
Sanki dünyanın en büyük hâzinesi imiş gibi,
bunları muhafaza etmekte büyük bir zevk duymuyor muydu?
Hâlbuki kocası, böylece büyük bir masraftan
kaçınmış oluyor ve karısının düştüğü hatadan zevk duyuyordu; kadın ise hediye
pek yüksek meblağlara malolmuş gibi kocasına karşı minnettarlık duyuyordu.
Rica ederim, bana şunu
söyleyiniz: Platon’un bir mağarada eşyanın ancak gölgelerine ve görünüşlerine
agâh olarak (tasavvur ettiği deliler, talilerinden memnun iseler ve bu memnunluklarını
haykırırlarsa bu mağaradan çıkıp eşyayı olduğu gibi gören hakimden daha
bahtiyar değil midirler?
Lucian’ın bahsettiği eskici, bütün hayatını,
kendini zenginliklere garkeden hayırlı rüyanın letafetleri içinde geçirseydi,
fazla bir şey istiyebilir miydi?
Demek ki hakimlerle deliler arasında hiçbir
fark yoktur, eğer bir fark varsa bu tamamen delilerin lehinedir; çünkü,
ilkönce, sırf kanaatten ibaret olan bahtiyarlıkları, kendilerine çok daha aza
malolur. Sonra, bu bahtiyarlık onlarla çok daha fazla kimse arasında
müşterektir. Zira yalnız olarak tadılan haz, gerçek bir haz değildir, tnıdi,
hakimlerin adedinin ne kadar az olduğunu bilmez misiniz?
Vakıa, Yunanistan birçok asırlar süren bir
zaman içinde yedi tane yetiştirmiş olmakla gururlanır; fakat doğrusu, bunlar
biraz yakından incelendiği vakit içlerinde bir yarı hakim hattâ üçte bir hâkim
keşfolunursa ölmeğe razıyım. Bakkhos’u överken, onun hakkında söylenen sözlerin
en şanlısı (!), şüphesiz, kuruntuları, endişeleri, ezaları dağıttığıdır. Fakat
bu, uzun sürmez, sarhoşun sersemliği geçer ve kederler koşa koşa dönerler.
İnsanlara temin ettiğim bahtiyarlık çok daha tam, çok daha tatlı değil mi?
Ben onları bedava olarak sürekli bir
sarhoşluğa daldırırım. Ruhları durmadan zevkusafa denizinde yüzer.
Ben atiyelerini ancak bazı
fâniye dağıtan öteki tanrılardan daha alicenabım ve bir tek kişinin
iyiliklerimden mahrum olmasına tahammül etmem. Bakkhos, cesarete ilham veren,
kederleri dağıtan, kalpleri ümit ve sevinç ile dolduran o hoş içkiyi her yerde
yetiştirmez; Venüs güzellik atiyesini nadiren ihsan eder; Mercurius ise belâgat
atiyesini daha nadir bahşeder; zenginlikler ancak Herakles’in birkaç dostu
üzerine yağar; Mars, bazen iki düşman ordusunun temennilerini duyar, fakat ne
bir tarafın ne öte tarafın dileğini yerine getirir; Apollon ekseriya,
oraklarına müracaat edenlere, verdiği cevaplarla hüzün verir,
Jupiter bazen yıldırımıyla
vurur. Phcebus, arasıra dünyaya veba gönderir; Neptün’ün derin uçurumlara
yuvarladığı gemiciler, limana sevkettiklerinden daha çoktur; Plüton, kavga,
eziyetler, sıtmalar ve daha başka birçokları gibi Tanrı’dan ziyade cellât olan
muzır tanrdar hakkında bir şey demiyorum. Tanrıların ancak gözdelerinden
birkaçına dağıttıkları o nimetleri bütün insanlara yayan yalnız benim, yani burada
gördünüz Deliliktir. Bunun için de ne adak, ne dua isterim; fâniler, dinimin
herhangi bir törenini ihmal ederlerse, onlara hiddetlenmediğim gibi, tövbe
kurbanları da istemem. Tanrıları yağlı bir kurbana davet edip beni çağırmaya
tenezzül etmeyen bir adamdan öc almak için göğü ve yeri karıştırmam, doğrusu
öteki tanrıların hepsi, bu saçmalar üzerinde o kadar müşkülpesenttirler ki
onlara bütün bu dini tazimlerde bulunmaktansa, onları oldukları yerde bırakmak
belki daha faydalı, daha emniyetli bir iş olurdu. Bu tanrılar, daima gamlı ve
neşesiz, darılıvermeğe hep hazır kimselere benzerler, öyle ki onlarla
teklifsizce yaşamaktansa onları düşman edinmek daha iyidir. «Fakat,
diyeceksiniz, kimse deliliğe kurbanlar sunmaz, kimse ona mabetler yapmaz»;
size önceden söyledim, bu kadar nankörlüğe biraz şaşıyorum; fakat tabii
iyiliğim sayesinde işi gayet iyi tarafından alıyorum. Zaten bütün bu kurbanları
aramama mahal yok. Bir küçük günlük tanesi, bir parça pişmiş hamur, bir teke,
bir domuz ve bunun gibi bütün nezirler beni okşayabilir mi?
Ben ki yeryüzünde bulunan fânilerin hepsinden
ibadet görürüm, bizzat teologların bütün kudretleriyle destekledikleri bir
ibadet görürüm. Diana’ın mezbahlarından akan insan kanını kıskandığımı herhalde
sanmazsınız. Hayır hayır; her yerde insanların beni kalplerinde taşıdıklarını,
ahlâklariyle beni temsil ettiklerini, hareketleriyle beni ifade ettiklerini
gördükçe, dinimin iyi yerleşmiş olduğuna inanıyorum.
Hristiyanların azizleri de
dahil olmak üzere bu derece samimiyetle tapılan tanrılar pek azdır. Meselâ
birçok kimseler, Meryem’in tasvirlerinden biri önünde, öğle vakti bir mum
yakarak ona büyük bir tazimde bulunduklarını zannederler. Ama onun iffetini,
tevazuunu, ruhi ve İlâhi şeylere sevgisini taklide uğraşanlar ne kadar azdır.
Hâlbuki gerçek ibadet, Olympos ve Empyreus’un bütün sakinlerine sonsuz derecede
yakışacak asıl ibadet bu olurdu.
Hem mabede ne ihtiyacım
var?
Her yerinde daima hürmet
gördüğüm bütün bu kâinat, az muhteşem bir mabet mi?
Yeryüzünde
bana tapanları bulunmayan bir tek yer varsa, burası insanlar tarafından meskûn
değildir. Bir de, beni tasvirler, heykeller isteyecek kadar budala sanmayınız;
bütün bu şeylerin hakiki dine ne kadar zarar verdiklerini bilirim. Ahmak ve
kaba insanlar, veli yerine onun heykeline taparlar, o zaman biz, yerimizi
vekilimize terk etmiş olmak durumuna düşeriz. Fânilerin herbiri, istemeseler
bile, beni tabii olarak gösteren birer heykel, birer tasvirdir. Demek ki benim,
öteki tanrıların, muayyen günlerde arzın şu veya bu köşesinde tapınılmak şerefine
mazhar olmalarını kıskanmama mahal yoktur. Phoebus’a Rodos’ta, Venus’a
Kıbrıs’ta, İuno’va Argos’da, Minerva’ya Atinada, Jupiter’e Olympos dağında,
Neptun’a Taranto’da, Priapos’a Lampsakos’ta tazim edilmesinden bana ne?
Yeter ki kâinat her ân bütün bu tanrıların
mezbahlarında kesilen kurbanlardan çok daha kıymetlilerini bana sunmaya devam
etsin.
Belki burada ileri
sürdüklerimde hakikatten ziyad yüzsüzlük var denecek. Faıkat insanların
hayatına bir bakış atalım, o zaman hem fânilerin bana ne kadar teşekkür borçlu
olduklarını, hem de büyüklerin ve küçüklerin beni ne kadar takdir ettiklerini
görürsünüz. Burada bütün tabakaları biribiri ardısıra inceleyecek değilim; bu
biraz uzun bir iş olurdu; yalnız en kibarlarından bahsedeceğim; buna göre de
geri kalanlar hakkında hüküm verilebilir. Öyle ya ayak takımı denen tabakanın
hayatını incelemekle ne diye vakit geçireyim?
Bütün bu adamların tamamen
benim olduklarını bir kimse inkâr edebilir mi?
Bunlar, deliliğe
biribirinden ayrı o kadar çok şekiller verirler, hergün o kadar çok yeni
delilikler icat ederler ki, çılgınlıklarına gülmeğe bin Demokritos ancak kâfi
gelir. Bu bin Demokritos’ta yeni bir Demokritos’a birtakım gülünç şeyler
arzedebilecektir.
Bu küçük insanların hergün
tanrılara ne gibi eğlenceler, ne gibi zevkler temin ettiklerini tasavvur
edemezsiniz. Sabahları ağızlarına içki koymayan Olympos sakinleri, öğleye
doğru, çok defa kavga ile neticelenen müzakerelerde bulunur ve kendilerine
arzolunan temenni ve dilekleri dinlerler. Fakat Nektar’ın dumanları beyinlerini
ısıtınca ve kendileri ciddi işlerle artık meşgul olmayacak bir hale gelince,
Olympos’un en yüksek noktasına çıkarlar, orada otururlar, dünyada olup bitene
bakarlar, işte o zaman manzaraların en eğlencelisi ile gönül eğlendirirler. Ey
ulu tanrılar! Ne komedyadır bu! Nedir bu deliler sürüsü, her cins deliden
mürekkep bu çılgın sürü! Bundan salâhiyetle bahsedebilirim, çünkü tanrılar
böylece eğlendikleri vakit arasıra ben de onlarla beraber bulunurum.
Birisi,
bir kadıncığa aşkından ölür, kadın onu ne kadar sevmezse, sevgisi o derece
artar; bir başkası evlenirken, kızdan ziyade trahomayı alır.
Beriki karısına eliyle aşıklar bulur; öteki, karısını o kadar kıskanır ki, bir
ân için olsun gözünden kaçırmaz. Burada, ansızın gelen bir ölümle
kederlenen bir adam, bin bir çılgınlık yapar ve söyler, elem ve gözyaşı oyunu
oynamak için para ile ağlayıcılar (nevhagerler) tutar, ötede böyle bir
hâdiseden dolayı için için sevinen birisi kederli görünmek için en büyük
cehitlerde bulunur ve Greklerin dedikleri gibi, kaynanasının mezarı üstünde
ağlar. Daha ötede oburluğunu tatmin için elinde olanı toplayan ve yakında bir
kuru ekmeği bile olmayacak olan bir pisboğaz; yahut ta en yüksek bahtiyarlığı
avarelik ve uykuda bulan bir tembel. Bazıları, kendi işlerini ihmal edip, komşunun
işleri için durmadan harekettedirler. Bazıları da, borçlarını vermek için ödünç
para almakla zenginleştiklerini tahayyül ederler, hâlbuki, iflâs etmek
üzeredirler. Şu pinti, veresesini zenginleştirmek için dilenci gibi yaşamaktan
daha hoş bir şey bilmez. Şu doymak bilmez tacir, ufak ve tecrübeli bir kazanç
için, denizlerde dolaşır, bir kere elden gidince dünyanın bütün altınını ona
geri veremeyeceği hayatını rüzgârların, dalgaların keyfine bırakır. Başka biri
de evinde sakin sakin, rahatça yaşayacağı yerde gidip talii savaşta aramağı
tercih eder. Bazıları, varisi olmayan bir ihtiyarı aldatarak kolayca zengin
olmağı ümit ederler; bazıları da ayni maksatla, kendilerini zengin bir ihtiyar
kadına sevdirirler. Fakat hem berikiler hem ötekiler aldatmak istedikleri
kimseler tarafından aldatılınca, tanıların neşesine payan olmaz.
Bütün insan
sınıflarının en delisi ve en sefili tacirler sınıfıdır. Durmadan kazanç sevgisi
ile, bu pespaye sevgi ile, meşgul olan bunlar, sevgilerini tatmin için en alçak
vasıtaları kullanırlar; yalan, yalan yere yemin, hırsızlık, hile, aldatmalar
bütün ömürlerini doldurur; buna rağmen altınlarının, kendilerini insanların
birincileri diye kabul ettireceğine inanırlar; bu kadar fena tarzda kazanılmış
bir servetten ufak bir parça koparmak için onlara herkesin önünde en şerefli
unvanları veren keşişler de bulunur. Başka bir yerde de bütün mal ve
mülklerin müşterek olduğuna Pythagorascılarla beraber inanmış birtakım insanlar
görülür. Bunlar, ellerine düşen ne varsa hepsini insafsızca kendilerine
malederler ve mirasa konmuş kadar meşru bir surette bunlara sahip olduklarına
kani olurlar. Bazıları vardır ki, yalnız ümitten yana zengindirler, en parlak,
en hoş servet hülyaları kurarlar; zaten kendilerini bahtiyar kılmak için
fazlasına da lüzum yoktur. Bazıları herkesin önünde zengin geçinmek isterler;
hâlbuki evlerinde yiyecek yemekleri yoktur; bir tanesi, bütün servetini yiyip
bitirmekte acele eder; başka biri, her vasıtaya başvurarak servet toplar.
Beriki, devlet memurlukları peşindedir; öteki, ocağının köşesinde durmaktan
başka bir zevk bilmez. İnsanların büyük bir kısmı, bitmez tükenmez davaları
takip için kendilerini azaba sokar; bunlar hem işlerini uzatan hâkimi, hem de
kendilerini aldatan avukatı zenginleştirmek için yarışa çıkmış gibidirler. Şuradaki
insanlar yeniliğe teşnedirler, oradakiler fevkalâde bir teşebbüs tasarlarlar. Birtakımları, hiç işleri olmadığı yerlere:
Kudüse, Romaya, «Saint-Jaeques» a gider, vücutlarına pek muhtaç olan
karılarını, çocuklarını evde bırakırlar. Hâsılı, ayın küresi üzerinde oturup
insanların sonsuz didinmelerine baksaydınız, kavga eden, döğüşen, birbirine
tuzak kuran, birbirini soyan, eğlenen, divanelikler yapan, doğan, düşüp ölen
büyük ve küçük sineklerden bir küme görmüş gibi olurdunuz. İnsanın, —kendine
bir lâlısacık ömrü bile teminden hemen hemen âciz, savaş, veba gibi dünyayı sık
sık kasıp kavuran ve boşaltan âfetlerle bu lâhzanın bile kısaldığını daima
gören şu küçük hayvanın— bu küre üzerinde ne gibi türlü türlü hareketlere,
karışıklıklara, sahnelere sebep olduğu tasavvur edilemez. Fakat halk arasında
hâkim olan bütün delilik, çılgınlık nevilerini burada nakletmeğe teşebbüs
etseydim, bütün delilerin en delisi olurdum. O zaman da Demokritos’un bana
kahkahalarla gülmekte çok hakkı olurdu. O halde, şimdi sözü insanlar arasında
hikmetin görünüşünü taşıyan ve Altın Dal adını verdikleri nesnenin peşinde
koşan kimselere getiriyorum.
Gramer öğreten ukalâlarla
başlayalım. Bunlar, şüphesiz, insan nevinin en sefil, en acınacak ve görünüşe
göre, tanrıların en ziyade nefretini kendine çeken kısmı olacaktı; bereket
versin ki ben onların tuttukları berbat mesleğin sefaletlerini, deliliğin bir
nevi sayesinde hafifletiyorum. Bunlar daima en şiddetli azaplara maruzdurlar,
açlık, pis koku, kendileriyle sürekli bir savaşa girişmiştir, okullarının, daha
doğrusu barbarca mahvedilmelerine sahne olan kalyonlarının, hapishanelerinin
içine gömülü, bir çocuk sürüsü içinde çalışa çalışa ihtiyarlar, bağırmaktan
sağır olurlar; pislik vücutlarını kemirir ve kurutur. Eh, bütün bunlara rağmen iyiliklerim
sayesinde bahtiyardırlar. Kendilerini bütün insanların en yüksekleri sanırlar.
Suratlarının, sert ve tehditli seslerinin tesiriyle utangaç tebaaları sürüsünü
titrer görünce, zavallıların vücutlerini değnek, çubuk, kayış ile amansızca
yara bere edince, kabalıklarıyla bu acınacak kurbanları üzerine her türlü
eziyetleri yağdırınca, kendi liyakatleri hakkında kimbilir ne gibi hoş fikirler
edinirler! Masaldaki eşek gibi arslanm postu sırtlarındadır, diye kendilerini
arslanın kudretine sahip sanırlar. Kendi kirlilikleri içinde kendilerine
hayrandırlar. Etrafa saçtıkları fena koku, kendilerine yasemin yahut gül kokusu
kadar hoş gelir; sefil bir kölelikten başka bir şey olmayan berbat işleri,
onlar için o kadar şanlı bir devlettir ki, kudretlerini, Tyrannos Dionysios’un,
Phalaris’in kudretine değişmezler. Fakat onları bütün bunlardan da daha
bahtiyar kılan, allâmelikleri hakkında besledikleri yüksek fikirdir. Çocukların
kafalarını birtakım gülünç küstahlıklarla doldururlar; hâlbuki Palemon'lara,
kendi mesleklerinde gerçekten liyakat sahihi olanlara, ne hor, ne yukardan
bakarlar! İşin garibi, ne yapıp yapıp, kendi liyakatleri hakkındaki
fikirlerini, talebelerinin avanak ana babalarına da geçirirler. Bu ukalâlara
verdiğim başak bir haz da, küflü bir el yazısında Anchis’in anasının adını,
yahut ta bir kitabenin izlerini taşıyan eski bir taş parçasını buldukları zaman
duydukları hazdır. Aman tanrılar! O zaman, ne sevinç, ne şan, ne methiyeler
duyarsınız! Sanki Scipio Afrika savaşını bitirmiş, yahut Dârâ Babili fethetmiş!
Sonra, her tarafta soğuk, tatsız şiirlerini okuyup, kendilerine hayran bazı
budalalar bulurlarsa, ne hale, girerler! Bütün
beyinlerini Vergilius’un dehası tarafından kaplanmış sanırlar. Fakat iki eşeğin
birbirine sürtünmesi gibi, böyle iki tane ukalânın birbirini karşılıklı
methetmesi, birbirine karşılıklı hayran olması, en çok görülecek şeylerdendir.
Aralarından biri bir gramer yanlışı kaçırsın, bir başkası da farkına varsın,
işitiniz artık gürültüleri, kavgaları, hakaretleri, sövmeleri! Şimdi, pek
gerçek olan bir şeyi dinleyiniz: eğer buna kendimden bir şey katıyorsam, bütün
gramerciler benden nefret etsinler, ilimlerin hepsine sahip birini tanıyorum. Bu
adam grekçe, lâtinle, matematik, felsefe, tıp, herşey bilir. Şimdi
altmışlıktır. Yirmi yıldır bütün ilimleri ihmal eder, grameri tetkik için gece
gündüz nefsine azaplar çektirir, kelâmın sekiz bölümünü açıkça tefrik
edebilecek kadar —yani Greklerle Lâtinlerin bugüne kadar tam yapamadıkları işi
başaracak kadar— uzun yaşamağı, büyük bir bahtiyarlık olarak, ister. Sanki bir
edatı bir zarf yerine kullanmak pek büyük bir felâketmiş ve bu kadar feci bir
suiistimale karşı koymak için en kanlı savaşlara girişmek lâzımmış gibi.. Bu
tatlı ümitle, gramerciler gramer hakkında ne yazmışlarsa —bunların üslûbu istediği
kadar sıkıcı, istediği kadar barbarca olsun—hiç durmadan tetkik eder;
üzerlerinde düşünür, okur, tekrar okur; bu da, gerçekten, ufak bir iş değildir,
çünkü denebilir ki ne kadar gramerci varsa, o kadar da gramer vardır; hattâ
daha da çok vardır; zira dostum Aide, kendi başına beş taneden fazla yazmıştır.
Bu zahmetli işin ortasında, bu mevzu üzerine yazılmış en küçük yazı yüzünden
—yazı ne kadar budalaca, ne kadar bayağı olursa olsun— ölüm korkuları geçirir;
çünkü harikulâde keşifinde başka birinin ondan önce davranıp bu kadar güzel bir
şanı elinden almasını, bu kadar büyük zahmet ve çalışmaların meyvalarının
kaybolmasını istemez. Buna, çılgınlık, delilik, istediğinizi deyiniz; ama
itiraf ediniz ki bütün hayvanların arasında muhakkak en sefil hayvan olan
ukala, benim yardımımla saadetin o kadar yüksek bir derecesine erişir ki,
taliini, kâinatın en büyük kralının talii ile değişmek istemez.
Şairler bana o derece
minnet borçlu değildirler; meslekleri doğrudan doğruya benim mevhibelerime
tabii bir hak verir. Bildiğiniz gibi, şairler, durmadan delilerin kulaklarını
saçmalarla, gülünç masallarla okşayan serbest bir millettir. Ölmezliğe hak
iddia etmek, hattâ bunu başkalarına vadetmek için fazlasına lüzum yoktur.
İzzetinefisle yüze gülücülük, şairlerle ayrıca dostturlar. Bunlar kadar da
kimse bana saf, sürekli bir ibadette bulunmaz.
Hatipler her ne kadar İmzan
benim esaslarımdan uzaklaşır, feylesoflarla biraz uyuşurlarsa da, birçok
sıfatlarından ötürü gene bana tabidirler. Bu sıfatların yalnız bir tanesi üzerinde
duralım: Hergün birçok saçma söylemezler mi, bundan maada, şaka etmek sanatine
dair gayet uzun, gayet ciddi eserler yazmamışlar mıdır?
Konuşma sanati hakkında eserini Herennius’a
sunan müellif —kim olursa olsun— deliliği şakalar arasında sayıyor demektir.
Hatiplerin prensi Demosthenes gülmeğe dair ilias’tan uzun bir fasıl yazmıştır.
Hâsılı, bütün bu kimseler deliliğin kudretinden o kadar emindirler ki,
zorlukları çözmeğe şakanın, ıen ciddi muhakemeden çok defa daha elverişli
olduğuna inanırlar. Hâlbuki, şakalarla güldürmek hakkının hana inhisar ettiğini
kimse inkâr etmez sanırım.
Kitaplar yazarak ölmezlik
peşinde koşanlar, hatiplerle aşağı yukarı ayni kumaştan yapılmışlardır.
Hepsinin bana büyük minnet borcu vardır. Ama ben bilhassa yalnız havailikler, saçmalar
yazanlara ilham veririm. Zira, makul eserlerle, az adette akıllı kimsenin
alkışlarını çekmek istiyen, hakem olarak Perse’leri, Lelius’ları reddetmeyen bu
müelliflere gelince, bunların talileri bence gıptadan ziyade merhamete
lâyıktır. Zihinleri hep işkencededir; metinlerine ilâve ederler, değiştirirler,
silerler, sildiklerini tekrar yazarlar, tekrar tekrar gözden geçirirler,
düzeltirler, akıl sorarlar; yaptıklarından hiç memnun olmazlar; bir eseri
meydana çıkarmak için dokuz, on yıl çabalarlar. Bu kadar uykusuzuk, zahmet,
çalışmadan sonra, uykunun zevklerini tatmadan geçirilmiş bu kadar geceden
sonra, elde ettikleri mükâfat nedir?
Pek az adette okurun alkışı, yani dünyanın en
boş, en havai şeyi. Hem bununla da bitmez: sağlığın, şişmanlığın, istirahatın
elden gitmesi, bu gayretlerinin kötü neticeleridir. Hayatın bütün zevklerinden
mahrumdurlar; renkleri uçar, zayıflarlar, gözleri akar, hattâ bazen da kör
olurlar; fakirlik ezer, kıskançlık eziyet eder, ihtiyarlık, ömürlerinin
ortasında yakalar; bütün dertleri çektikten sonra da vakitsiz bir ölümle göçüp
giderler. İşte hakim bir muharririn, kendi gibi üç dört sefil tarafından
methedilmek zevkini tatmak için, üzerine celbetmekten korkmadığı dertler
sürüsü. Himayem altında yazan muharrir ise, bilâkis ne'kadar bahtiyardır: ne
zahmet, ne çalışma bilir, aklından geçeni yazar, heyecanlanmış muhayyilesinin
bütün hayallerini kitap şeklinde bastırır; metninden hiç silmez, hiç düzeltmez;
bilir ki neşrettiği saçmaların çılgınlıkları nisbetinde hayranları olacak, yani
delilerle cahillerin sayısız sürüsünü teshir edecektir. Birkaç âlim ve ince
kimse eserleri okur da hakir görürse, onun umurunda mı?
İki üç makul şahsın
ıslıkları, her taraftan toplayacağı sayısız alkışların parlak gürültüsü ile
bastırılacak değil mi ki!
Kendi adları altında
başkalarının eserlerini çıkaranlar, daha da ihtiyatlıdırlar; asıl sahiplerine
çok zahmet ve çalışmıya malolan bir şanı zahmetsizce gaspederler. Pekâlâ
bilirler ki, hırsızlıkları ergeç keşfedilecek; fakat şimdilik hayranlığı
üzerine çekmiş olmak zevkini tadarlar. Methedildikten, meydanlarda: işte budur,
o mükemmel adam diye gösterildikleri vakit; kendileri de kitaplarını bir
kitapçının dükkânında güdükleri, her sayfa başında adlarını umumiyetle yabancı
ve anlaşılmaz eski kitaplarda bulunan tabirlere benzer iki üç lâkapla birlikte
okudukları vakit, hindi gibi nasıl kabardıklarını görmeli! Bütün bu adlar da
nedir?
Adlar, işte o kadar. Yeryüzünde bulunan bu
kadar milyon insandan ancak birkaçı bunları işitmiştir. Hem de bu birkaç kişi
içinde ancak pek azı onlara hürmet eler; zira cahillerin zevkleri, en büyük
doktorlarınki kadar birbirinden farklıdır. Çok defa bu lâkapları kendileri
uydurur, yahut herhangi bir eski muharrirden alırlar. Bir tanesi kendine
Telemakhos, bir başkası Stelenus, yahut Laertios adını verir; beriki
Polykrates, öteki Trasimakhos aşağı yukarı kendini bukalemun yahut helvacı
kabağı diye adlandırmak, bazı feylesoflardan misal alarak kitaplarını alfabenin
harfleriyle işaretlendirmek gibi bir şey... Ama, mektuplarda, şiirlerde,
methiyelerde bunların birbirlerini karşılıklı olarak methetmeleri kadar hoş bir
şey yoktur. Delilerin meddahı deliler, cahillere hayran cahiller! Biri,
«Alkeus u aşıyorsunuz» der; öteki,
«Kallimakhos tan daha hünerlisiniz» diye cevap verir. Bir tanesi «Cicero’dan
daha belâgatlisiniz» diye haykırır. Öteki «siz de İlâhi Platon’dan bin kere
daha âlimsiniz» diye karşılık verir. Başka defalar, şanları daha ziyade göze
çarpsın diye şöhretli bir muarız seçerler. Münazaraları karşısında tereddütte
kalan halk, zıt duygularla hiziplere ayrılır: Scinditıır incertum studia in
contraria vulgus. Nihayet her iki pehlivan, marifetlerinden memnun olarak cenk
yerinden uzaklaşır ve herbiri zaferin şanını kendi için iddia eder. Makul
kimseler bütün bu deliliklerle alay ederler; bunda haklıdırlar. Ama şu da bir
hakikattir ki, bütün bu muharrirler iyiliklerim sayesinde bahtiyardırlar; onlar
kendi zaferlerini Scipio’lannkine tercih ederler.
Bütün bu şeylere can ve
gönülden güldüklerini gördüğüm, başkalarının delilikleriyle alay etmekten bu
kadar haz duyan bütün o sözde hakimler bana hiç teşekkür borçları olmadığını mı
sanırlar?
Sizi temin ederim, onlar bana çok minnettar
olmalıdırlar. Bunu inkâr ederlerse, bütün insanların nankör olmaları icap eder.
Hukukçularla bağlayalım. Bunlar
kendilerini âlimlerin birincileri sayarlar. Sisyphos gibi, gayet iri bir kayayı
bir dağın tepesine çıkardıkları, kaya dağın tepesine getirilip tekrar aşağı
düşünce, gene onu durmadan çıkardıkları vakit, —yani beş altı yüzkanunu,
mevzularıyla ilgili olup olmadıklarını kaygu etmeden, birbiriyle
karıştırdıkları vakit— tefsir üzerine tefsir, nakil üstüne nakil yığdıkları,
ilimlerinin pek güç bir şey olduğuna adi halkı kandırdıkları vakit (zira en
ziyade hayranlığa lâyık şeylerin, çok zahmet ve çalışmalarla elde edilenler
olduklarına kanidirler) kendilerine hayran oluş tarzları hiçbir fânide
görülmemiştir.
Münazaracılaıla
safsatacıları —Dodonos’un en büyük kazanlarından daha fazla gürültü eden ve en
az gevezesi yeryüzünde bulabileceğimiz en geveze yirmi kocakarıya kafa tutmıya
muktedir şu adamları— ayni sınıfa koyalım. Yalnız gevezelikle kalsalar, ne
âlâ... fakat en boş, en gülünç şeyler için inatla münakaşa ederler, kavga
ederler, ettikleri kavgaların çokluğundan, peşine düştükleri hakikati çok defa
gözden kaçırırlar. İzzeti nefis onları tamamen mesut kılar. İki üç kıyas elde,
her türlü pehlivanlara karşı koymak, hangi mevzu üzerine olursa olsun savaşmak
üzere, korkmadan meydana atılırlar. Karşılarındaki Stentor olsa bile,
gerilediklerini hiç görmezsiniz. İnatçılıkları, onları yenilmez hale kor.
Sonra feylesoflar gelir.
Sakallarından, cübbelerinden ötürü muhakkak hürmete lâyık kimseler! Yeryüzünde
yegâne hakim olmakla övünen, başka insanlara, arz sathı üzerinde kımıldayan boş
hayal nazariyle bakan kimseler! Felsefi hezeyanlarıyla, kâinatta birbirinden
farklı hadsiz hesapsız âlemler yaratmak; güneşin, ayın, yıldızların ve diğer
kürelerin büyüklüklerini, endaze yahut çırpı ile ölçmüş gibi, bize bildirmek;
gök gürültüsünün, rüzgârın, ay ve güneş tutulmalarının, daha başka anlaşılmaz
hâdiselerin sebeplerini, sanki tabiat, âlemi nizama korken hususi kâtipleri
imiş, yahut tanrıların meclisinden henüz geliyorlarmış gibi izah etmek, bunlar
için ne zevktir, bilseniz! Fakat bu feylesofların küçücük düşüncelerinden nihayetsiz
derecede üstün olan o tabiat, onların şahıslarıyla ev tahminleriyle alay eder.
Yakın hiçbir bilgileri olmadığının oldukça açık bir burhanı, müdafaa ettikleri
muhtelif nokta-i nazarlar üzerinde, aralarında, insanın hiç işinden çıkamadığı
kavgaları olmasıdır. Katiyen bir şey bilmezler; her şeyi bilmekle övünürler;
kendilerini tanımazlar; bazen görüşlerinin zayıflığı, yahut sık sık saçmalayan
zihinlerinin dalgınlığı, ayaklarının altında bulunan bir hendeği, bir taşı
görmelerine mani olur. Ama, onları dinleyiniz; sanırsınız ki, ide’leri, külli
mefhumları, cevheri suretleri, ilk maddeyi, «quidditıe» leri, «ecoeite» leri,
zatı, bir vaşağın bile, zannıma göre seçemeyeceği küçücük birtakım şeyleri
mükemmel surette görürler. Üçgenleri, daireleri, kareleri ve girift surette
birbirine karışmış birçok başka matematik şekillerini üstüste yığdıkları, yahut
bu şekillere savaş nizamında dizilmis harfler ilâve edip bunları binbir türlü
terkip, gene terkip ederek en açık şeyler üstüne karanlık perdesini gerdikleri,
dinleyen cahillere bu açık şeyleri anlaşılmaz bir hale soktukları vakit, adi
halka ne büyük istihkarla bakarlar! Hattâ feylesoflar arasında birçokları
vardır ki, bunlar istikbali yıldızlarda okumakla övünür, en büyük sihirbazların
vadetmeğe cüret edemedikleri şeyleri vadederler: bahtiyar deliler! kendilerine
inanacak kadar budala kimseler bulan bahtiyar deliler!
Teologlara gelince, belki
onlardan hiç bahsetmeseydim, iyi ederdim. Fena kokan bir nesneye dokunmak, onu
sallamak, ihtiyatlı bir hareket olmaz. Bunlar istihzadan anlamayan,
ehemmiyetsiz bir mesele yüzünden alev alan kimselerdir. Bunlar, üzerime dolu
gibi deliller yağdırarak beni tövbe etmeğe mecbur etmek isterler; yahut,
reddedersem, beni herkese bir «bidatçi» diye ihbar edebilirler; zira
hayırhahlıklarıyla şeref vermedikleri kimselere karşı umumiyetle kullandıkları
korkuluk işte budur. Yeryüzünde belki onlar kadar iyiliklerimi itiraftan
tiksinen bir kimse yoksa da, bu iyiliklerden oldukça büyük bir parçanın
kendilerine düştüğü de inkâr edilemez. Teologlar, izzetinefsin harikulâde
tesiriyle bahtiyar olurlar; bahtiyarlıklarından gökyüzünün üçüncü katına
çıkarlar; birbirlerine birer küçük tanrı nazariyle bakarlar ve hayali
Olympos’larından, öteki fânilere merhamet bakışları atarlar, o fâniler ki
nazarlarında arz sathı üstünde sürünen aşağı hayvanlardır. Etrafları bir alay
muhteşem tarif, netice, ilâve, delil, zımni ve sarih kaziye ile çevrelenmiş
olduğundan, kendilerine o kadar çok kaçamak yolu temin ederler ki, Vulcanus’un
sadakatsiz karılını ve çeliklerin yiğit tanrısını içine düşürmeğe muvaffak
olduğu ağdan bile kurtulacakları umulur. En halledilmez zorlukların düğümünü
birden çözüveren bir sürü tefrikler, kesilmek bilmez bir kaynaktan akan yeni
kelimeler ve şaşılacak tabirlerle daima işin içinden çıkarlar. En izah edilmez
sırları kendi heveslerine göre izah etmelerini bir görmeli! Size âlemin
yaradılışının, dünyada hükmü görülen harikulâde nizamın sebeplerini meydana
çıkarırlar. Size ilk günahın, ilk ana baba sülâlesine hangi yollardan geçtiğini
gösterirler; Mesihin, Meryemin karnında ne zaman,
nasıl, ne vasıtalarla hâsıl olduğunu söylerler, şarap ve ekmekte İsa’nın kanı
ve eti bulunması sırrına, cevhersiz olarak mevcut arazlara elinizle
dokundururlar. Fakat bunlar, üzerlerinde binlerce defa durulmuş, adi meselelerdir.
İşte şimdi size meşhurlar ve nur almışlar diye vasıflandırdıkları kimselere
tahsis ettikleri başka meselelerden birkaç tane; işte şu mühim meseleleri ele
almak mevzuubah olunca uyanırlar: İlâhi tevlidin bir ânı olmuş mudur?
Mesihe kadar birkaç zürriyet kabul etmek icap
eder mi?
§u kaziye: «Baba Allah, oğlundan nefret eder
mümkün müdür?
Allah, insan olduğu gibi, kadın, şeytan, eşek,
helvacı kabağı, çakıltaşı olabilir mi idi?
Helvacı kabağı olmuş olsaydı, bu kabak nasıl
vazedebilir, mucizeler yapabilir, çarmıha gerilirdi?
Veli Petrus, Mesihin bedeni henüz çarmıha
çivili iken Missa duasını söylemiş olsaydı, neyi takdis etmiş olurdu?
O zaman, tsa, hâlâ insandır denebilir miydi?
Tekrar Dirilme’den sonra, yiyip içilebilir mi?
Adamcağızlar açlığa, susuzluğa karşı önceden
tedbir alıyorlar; basiretleri hayranlığa değer!
Bunlarda, yukarıdakilerden
çok daha hoş birtakım başka budalalıklar vardır: mefhumlar, bağıntılar, süret
olma’lar, «quiddite» ler, «ecceite» 1er, yani başka hiçbir yerde olmayanı en
zifiri karanlıklar içinde görebilecek gözleri olanlar tarafından ancak
seçilebilen şeyler. Bununla da bitmiyor, ahlâk mefhumları da o kadar paradokstu
hikmetlerle doludur ki, Revakilerin paradoksları yanlarında hafif bir ilâç
kalır. Meselâ size şöyle derler: Bin kişiyi boğmak, pazar günü fakir bir adamın
ayakkabısını bir tek defa tamir etmek kadar büyük bir cinayet değildir. Yahut
da: En küçük bir yalanı söylemektense, bırakınız kâinat ve içinde bulunan ne
varsa hepsi mahvolsun. Zaten pek ince olan bu incelikler, mektebin bütün
dolambaçlı yollarından geçerek daha da incelirler. Hem, bir labirint’ten
çıkmak, Realisnıa’cıların, Nominalisma’cıların, Thomisma’cıların,
Occamisma’cıların, Scotisma’cıların, hulâsa burada ancak başlıcalarını saydığını
bütün teologia tarikatlerinin ağlarından kurtulmaktan daha kolaydır. Bunlarda o
kadar büyük bir ilim hâzinesi, o kadar verimli bir güçlükler pınarı vardır ki,
havariler bile bütün bu mevzular üzerinde cenk meydanında karşılarına çıkmış
olsalardı, yukardan aldıkları ruhtan büsbütün başka bir ruha ihtiyaçları
olurdu.
Veli Paulus, inanı olduğunu
gösterdi: ama Paulus: İnan, ümit edeceğimiz şeylerin 'cevheri, duygularımızla
neyi idrak edemezsek, onun bürhanıdır, dediği vakit, verdiği tarif pek âlimane
değildir. Bu mübarek havari, mürüvvetle dolu idi; fakat Korintlıos’lulara
birinci namesinin XIII üncü faslında, bu fazilet hakkında verdiği tarif ve
taksim, mantık kaidelerine uymamaktadır. Havariler büyük bir dindarlıkla ekmeği
takdis ederlerdi; atna a quo, ad quem tabirleri, cevherin istihalesi, ayni
bedenin ayni zamanda ayrı ayrı birkaç yerde nasıl varolduğu, Mesihin gökte
bedeni, Mesihin çarmıhta bedeni, Mesihin cevher istihalesi sırrında bedeni
arasındaki farklar onlardan sorulsaydı; cevher istihalesinin hâsıl olması için
söylenen sözler, parçaları muhtelif anlarda birbirini takip eden mahdut ve
ölçülü birer kemiyet olduğundan, bu sırrın hangi ânda vukua geldiği sorulsaydı;
hiç şüphesiz bütün bu meseleler üzerinde harikulâde bir verimlilikle
nıübahasede bulunan, bunlara dair gün kadar açık tarifler veren medresecilerin
cevapları kadar ince cevaplar veremezlerdi. Havariler, İsa’nın anasını
şahsan tanıyorlardı; fakat aralarında bir tane var mıdır ki bu iffetli ananın
ilk günah lekesinden nasıl masun kaldığını yeni teologlarımız gibi kati olarak
isbat etmiş olsun?
Petrus’a anahtarlar
verildi; o bunları, kime teslim ettiğini iyi bilen birinden aldı; fakat ben bu
mübarek havarinin, anahtarların bir cahil elinde ilim anahtarı olacağını
düşünecek kadar ince fikirli olduğundan şüphe ederim. Havariler her yanda insan vaftiz ederlerdi; ama hiçbir
zaman onlar vaftizin suri, maddi, müessir ve gayi illetlerinden
bahsetmemişlerdir. Onlarda,
ayrılabilen, ayrılamayan alâmetlerden hiç bahis yoktur. Onlar Allaha taparlar,
sırf İncilin şu cümlesine dayanarak, ruh ve hakikat olarak ona taparlardı:
Allah ruhtur; ona tapanlar ruh ve hakikat olarak tapmalıdırlar. Fakat, bir
duvar üstüne kömürle karalanmış bir tasvir, iki parmağı uzatılmış, saçları
uzun, başının gerisinde üç parlak şua ile halelenmiş olursa, İsa’nın şahsına
edilen ibadetin aynına muhakkak lâyıktır, diye havarilere vahiy gelmişe
benzemiyor. Gerçekten, bütün bu güzel şeyleri insan bilebilir mi?
Meğer ki Aristoteles’in, yahut Scotus un
yüksek mektebinde otuz kırk yıl geçirmiş olsun. Havariler her ân size gufrandan
bahsederler; ama grâce gratuite ile grâce gratifiante arasındaki farkı hiçbir
yerde izah etmemişlerdir. Havariler bizi hayır işlerine teşvik ederler, ama
opus operans ile opus operutum arasına hiçbir fark koymazlar. Her tarafta
mürüvveti vazederler, ama vehbi mürüvvetle kisbl mürüvvet’i birbirinden
ayırmazlar: bu faziletin bir araz yahut bir cevher olduğunu, yaratılmış yahut
yaratılmamış bir şey olduğunu söylemezler. Günahtan nefret ederler; fakat bugün
günah denen şeyin İlmi bir tarifini verebilmiş olsalardı, ölmeğe razı olurdum;
ama Scotus’culerin zekâsından ilham almışlarsa, o zaman karışmam. Havarilerin
en okumuşu olan veli Paulus, günümüz doktorlarının bütün inceliklerinde meşkli
olmuş olsaydı, sualleri, münakaşaları, nesepleri ve, bizzat kendinin dediği
gibi, kelime kavgalarını ret ve menetmezdi. Ben, bunun aksini hiçbir zaman
tasavvur edemem. itiraf etmeli ki, Havariler zamanındaki teologia münakaşaları,
bugünkülerin yanında hiç kalır; gerçekten hürmete lâyık üstatlarımızın
incelikten yana ilkçağın en ince münakaşacısı, safsatacı Khrysippos’u aştıkları
görülüyor.
Bununla beraber
teologlarımızın son derece büyük tevazularına hayran olalım: Havarilerde
tesadüfen kâfi derecede doğru ve allânıece olmayan bir yer buldukları vakit,
yanlıştır diye kesip atmazlar, kendi akıllarına göre izah ederler; kısmen
ilkçağa olan hürmetlerinden, kısmen havarilik mertebesine riayetlerinden gelen
takdire şayan bir itidal! Öyle ya, İsa’nın bu ilk müritlerinden bu kadar büyük
şeyler beklemek, haksızlık olurdu; madem ki İlâhi üstatları bunlara dair bir
tek kelime söylememiştir! Khrisostomos’larda, Basilios’larda, Hieronynıos’larda
ayni dikkatsizliklere, ayni yanlışlara rastlarsa, kenara Non lenetur, kabul
edilmemiştir, diye yazmakla iktifa ederler. Kilisenin bu eski doktorları,
tab'an pek inatçı kimseler olan payen feylesoflarla, yahudiler cenkleşmeğe
mecburdular. Onlar bu cengi, delillerden ziyade hayatlarının mübarekliği ile,
mucizeleriyle başardılar. O zamanlar için pek akıllıca bir hareket; çünkü
meşgul oldukları kimseler, Scotus’un en ufak inceliğini anlıyacak kadar ince
fikirli değillerdi. Fakat bugün, bu kadar sivri incelikleri görünce silâhları
terketmeyen payen nerede, bidatçı nerede?
Meğer ki bu kimse, incelikleri anlamayacak
kadar kalın kafalı, bunlarla alay edecek kadar ihtiyatsız, yahut da cenge
girişecek kadar aldatıcı muhakemeler sahibi olsun. Sonuncu halde, sanki bir
sihirbazı başka bir sihirbazla tutuşturmak, yahut silâhları sihirlenıuiş iki
kişiyi savaştırmak gibi bir şey olur; bu savaş ta işi, Penelope’nin dokuduğu
bezden daha ilriye vardırmaz.
Fikrimce Hristiyanlar,
Türklere ve Araplara karşı, son haçlı seferlerinde pek parlak muvaffakiyetler
kazanmış olan o hantal ve kaba askerleri gönderecekleri yerde, yaygaracı
Scotus’cuları, dik kafalı Occam’ları, yenilmez Albertus’cuları ve korkunç
safsatacılar ordusunu göndermiş olsalardı, pek iyi ederlerdi. O zaman bütün
cenklerin en hoşu, bütün zaferlerin en garibi görülürdü. Kılı kırk yarar
kavgalarından alev almayacak kadar soğuk kanlı bir insan var mıdır?
Sivri iğneleriyle tenbih olmayacak kadar ahmak
bir kimse olur mu?
Her yerde etraflarına yaydıkları kesif
karanlıklarda açıkça görecek gözleri olan düşman hani nerede?
Belki, burada bütün
söylediklerimin birer şaka olduğunu düşüneceksiniz. Buna şaşmam, çünkü bilirim
ki teologlar arasında bile, Mektebin bu havai, bu gülünç kargalarıyla mideleri
bulanan daha okumuş kimseler vardır. Birtakımları vardır ki bunlar, içlerine
nüfuz edilemez sırlar hakkında —ki Hristiyanların bunlara sükût içinde
tapmaları lâzımgelirdi— söyledikleri bütün o hürmetsiz nutukları, teologianın
yüksekliğini hergün ayaklar altına alan, dinden aykırı münakaşaları, payen
incelikleri, iddialı tarifleri, bütün o soğuk, tatsız, hattâ çok kere aşağı ve
iğrenç sözleri ve hikmetleri birer küfür olarak görür, müthiş günah telâkki
ederler.
Ama bütün bunlar bizim ince
münakaşacıları, birbirlerine hayran olmaktan, birbirlerini alkışlamaktan ve
insanların en bahtlıları sanmaktan menetmez. Gece gündüz bu nefis saçmalarla
meşgul olduklarından, Incil’i yahut Paulus’ün namelerini ömürlerinde bir
defacık olsun gözden geçirmek için boş bir ânları kalmaz. Mekteplerinde bütün
bu dakik meseleleri evirip çevirdikleri vakit, şairlerin, göğü Atlas’ın
omuzlarına temellendirmeleri kadar sağlam olarak külli kiliseyi cılız kıyasları
üstüne temellendirdiklerini sanırlar; üstelik, harikulâde yardımlarını
esirgerlerse kilise çöküverecek, kanaatindedirler.
Kutsal Kitap yumuşak balmumu gibi, arzularına göre
şekil değiştirince duydukları haz! Ya
kararlarını Solon kanunları kadar hürmetle kabul etmenizi istedikleri ve
onları, kendilerine benzeyen birkaç ukalâ tarafından beğenildi diye, papanın
emirlerine tercih ettiğiniz vakit duydukları zevk! Ya insan nevinin
tenkitçileri olarak meydana çıkıp, kendi zımni yahut açık neticelerinden azıcık
olsun aykırı fikirler ileri sürmek bahtsızlığında bulunanları tövbeler terennüm
etmeğe mecbur ettikleri zamanki zaferleri! işte o zaman, sözleri birer
kerametmiş gibi gururla şunları bağırdıklarını işitirsiniz: Bu kaziye bir
rezalettir; öteki, cüretlidir; bu kaziyede bidatçı korkusu var; öteki edep ve
ahlâk kaidelerine uygunsuzdur; öyle ki ne vaftiz, ne İncil, ne veli Paulus; ne
Hyeronymus, ne Augustinus, hattâ ne de Aristoteles’cilerin piri Thomas insanı
Hristiyan eder, meğer ki bizim rüus sahipleri muvafakat etmiş olsunlar, zira
bunların muhakemeleri o kadar incedir! Bil hakim doktorlar bize öğretmemiş
olsalardı, kim tasavvur edebilirdi ki meselâ: lâzımlık sen pis kokuyorsun ile
lâzımlık pis kokuyor kaziyeleri, yahut: tencere, sen kaynıyorsun ile tencere
kaynıyor kaziyeleri ayni derecede doğrudur diyen Hristiyan değildir?
Doktorlarımızın, hikmetleri üzerine basılmış
bulunan büyük mührü, halka bütün kaziyelerin varlığını öğretmemiş olsaydı —o
kaziyeler ki, aleyhlerinde ilân ettikleri yasak olmasaydı, belki hiçbir vakit
okunmayacaklardı— kiliseyi bütün o meş’um dalâletlerden kim kurtarırdı?
Bu güzel şeyler teologları, bütün insanların
en bahtiyarları kılıyor.
Bir de, cehennemin
tasvirini, birkaç yıllarını içinde geçirmiş kadar doğru olarak verdikleri
zaman, heveslerine göre yeni gökler yaratarak, gufrana nail olmuşların,
ruhlarının istedikleri gibi gezecek, ziyafet çekecek, top oynayacak bir yeri
olsun diye, o geniş ve muhteşem Empyreus’u uydurdukları zaman ne kadar büyük
haz duyarlar! Hem bu büyük doktorların kafaları bütün bu mânâsız sözlerle o
kadar doludur ki, Jupiter’in kafasının, beyninde yarattığı Pallas’ı doğurmak
için, Vulcanus’dan baltasını vermesini yalvardığı zaman, daha dolu olmadığına
gerçekten inanıyorum. O halde, umumi münakaşalarda kafalarının bu kadar iyi
sarılmış olmasına artık şaşmaymız; hu tedbir olmasaydı, bağlarının çatlayıp bin
parçaya ayrıldığını görürdük.
Ben de, kendilerini
gerçekten teolog sandıklanın; bilhassa kullandıkları lehçe, aşağılığın,
barbarlığın son derecesine erişmiş olduğundan bunu sandıklarını, gördüğüm
vakit,ancak kendileri gibi kimselerin içlerinden bir mâna çıkarabileceği
karanlık ve sıkıntılı cümleler kekeledikleri vakit, bazan gülmekten kendimi
alamıyorum. Çünkü adi halkın anlattığı şeyleri pek zarif telâkki ederler.
Onlarca, teologiayı gramer kaidelerine tâbi kılmak, onun itibarını yerlerde
süründürmektir. Böylece her ân dilin saflığına karşı günah işlemek hakkını
kendileri için iddia ederler. Hürmete şayan doktorlarda, en aşağı halk
tabakasiyle müşterek olan hayranlığa lâyık bir imtiyaz!. Nihayet, üstadlarımız
Baylar diye adlandırılıp bir nevi hürmetle selamlandıkları her defada,
kendilerini tanrılara hemen hemen benzer sanırlar. Bu hitapta, Yahudilerin o
kadar tazim ettikleri o tarif olunmaz Iehovah adında olduğu kadar ihtişam
gördüklerine inanırlar. Bunun içindir ki, üstadımız ünvanını, o korkunç ünvanı
büyük harflerle yazmamağı cinayet saydıkları gibi, biri çıkıp lâtincede bu iki
kelimenin sırasını değiştirmeği aklından geçirir, ve Magister Noster yerine
Noster Magister yazarsa, bu caniyane alt üst edişle onun teologiaya karşı en
büyük cinayeti işlemiş olduğundan emindirler.
İşte size şimdi de hemen
hemen teologlar kadar bahtiyar kıldığım kimseler. Bunlar, umumiyetle rahip
yahut keşiş denen adamlardır. Bu iki ad onlara hiç uygun değildir; çünkü bu
sözde rahipler, bu sözde din adamları kadar az dindar insan olmadığı gibi, bu
sözde keşişlere yani münzevilere her yerde rastgelinmektedir. Eğer bu
kimselerin kendi gözlerinden bin bir türlü vasıtalarla, hallerinin aşağılığını
ve rezaletini saklamasaydım, dünya yüzünde onlardan daha sefil bir insan nevi
olur muydu?
Her yerde korkunç hayvanlar gibi nefret edilen
bu adamlara sırf rastgelmek, fenaya yorulur; buna rağmen bunlar, fevkalâde
kimselermiş gibi kendilerine hayrandırlar. En yüksek dindarlığın, en kaba
cahillikten ibaret olduğuna kani olan bu adamlar, okumak bile bilmemekle
iftihar ederler. Kiliselerinde ahmak bir tavırla anlattıkları mezamiri
anırdıkları zaman, Allah’ın, meleklerin ve cennetteki bütün velilerin onları
dinlemekte büyük haz duyduklarından pek emindirler. Aralarında bazıları vardır
ki bunlar pislikleri ve sefaletleriyle gururlanarak, son derece büyük bir
küstahlık ve yüzsüzlükle kapı kapı gezip sadaka dilenirler. Onlara,
misafirhanede, arabada, koçuda, pazar kayığında, her yerde rastgelinir; her
yerde etrafınızı sararlar, sizi bizar ederek elinizden sakalar koparır, böylece
asıl fakirleri sadakalardan mahrum ederler. işte, pislikleri, cahillikleri,
kabalıkları, edepsizlikleri ile bize havarilerin hayatını canlandırdıklarını iddia
eden şanlı adamlar.
Bunların bütün emellerine
bir nevi matematik katilikle düzen veren ve azıcık riayet edilmediği zaman
kefareti mucip bir cinayet işlenmiş demek olan o dakik kaidelerden daha hoş bir
şey var mıdır?
Ayakkabını bağlayan düğümün adedi, kemerin
rengi ve genişliği, cübbenin alacalı rengi, kumaşı, kukulâtanın itam şekli ve
genişliği, baş tıraşının tam kutru, uykuya hasredilecek saat adedi, her şey
tayin edilmiş, ölçülmüş, tesbit edilmiştir. Biribirinden pek farklı zihin ve
bedenler üzerinde bu yeknesaklığın bırakacağı güzel tesiri düşününüz. Fakat
bütün bu saçmalar yüzündendir ki, tarikate girmemiş serbest rahiplere o kadar
az ehemmiyet verirler, her iki taraf, biribirini karşılıklı istihkar eder. Bir
parça farklı bir kemer, biraz daha açık yahut daha koyu bir libas, işte,
havarilerin mürüvvetini tatbik etmeği kendilerine meslek edinmiş olan bu
kimseler arasında en kanlı kavgaları doğurmak için fazlasına lüzum yok.
Bazıları, tövbekârlığı, en âdi, en kaba kumaştan libaslar giymeğe kadar götürürler,
ama derileri üstündeki gömlek en ince kumaştandır. Başkaları, bunun aksine
olarak, gömlekleri üste, yün libasları alta giyerler. Öyleleri vardır ki para
görünce titremeğe başlarlar, bunlar en küçük sikkeye dokunmaktansa, en zehirli
yılana dokunmağı tercih ederler. Fakat şarap
yahut kadın elde etmek mevzuubahs olsun, aziz papaslar o zaman o kadar vicdanlı
değildirler. Bu alanda her keşiş kümesi, ötekinden ayırt olmak için, ne kadar
cehdeder! Onların en büyük
istekleri Mesihe
benzemek değil, aralarında biribirlerine benzememektir.
Bir
de, kendilerine taktıkları lâkaplarda, bahtiyarlıklarının bir kısmını görürler.
Bazıları Cordelier diye çağırılnıakla övünürler; bu Cordelier’ler de, Recollet,
Mineur, Minime, Bulliste’lere ayrılırlar. Sonra Benedictin’ler, Bernardin’Ier,
Brigittain’ler, Augustin’ler, Guillelmite’ler, Jacobin’ler gelir. Sanki
kendilerine düpedüz Hristiyan demek az geliyormuş gibi, bütün bu adlardan
iftihar duyarlar.
Bu kimselerin çoğu,
törenlerine ve beşeri ananelerine o kadar itimatlıdır ki, bütün bu güzel
şeylere riayetle geçmiş bir ömrü mükâfatlandırmak için bir cennetin ancak
yettiğine kanidir. Düşünmezler ki Mesih, bütün bu boş kaideleri istihkar ederek, insanlara
verdiği kanunun dayandığı büyük mürüvvet kaidesine riayet edip etmediklerini
soracak. Hâlbuki bini, her nevi
balıkla dolmuş koca karnını gösterecek; öteki, günde şu kadar yüz hesabiyle
okunmuş, bin ölçek mezamiri ortaya dökecek; bir üçüncü, tuttuğu oruçları uzun
uzun sayacak ve günde bir tek defa yemek yediğinden ötürü karnının kaç kere
patlamak üzere olduğunu anlatacak; buradaki, taşımağa yedi koca gemi kâfi
gelmeyecek kadar çok tören, ibadet, bâtıl itikattan bir yığın gösterecek;
öteki, altmış yıl, parmaklarını önceden çift eldivenle kaplamadan hiç paraya
dokunmamış olmakla iftihar edecek; başka biri, gemicilerin en aşağısının bile
giymekten utanıp kızaracağı, pis, kirli cübbesini gösterecek; başka biri de,
kayaya yapışık bir sünger gibi, elli yıldan fazla ayni manastıra bağlı yaşamış
olmakla övünecek; bunlar, İlâhi söylemekten seslerinin kısaldığını ileri
sürecekler; şunlar, yalnızlıktan avanak olduklarını, yahut susmaktan dillerinin
uyuştuğunu iddia edecekler. Ama Mesih, bu bitmez tükenmez övünmeler silsilesini
durdurarak şöyle diyecek: «Yahudilerin bu yeni nevi de nedir?
Ben insanlara bir tek kanun verdim; benim
tanıdığım yalnız o kanundur; bu adamların da hiç bahsetmedikleri yalnız odur.
Ben babamın devletini, cübbelere, dualara, perhizlere, sürekli oruçlara değil,
mürüvvetin bütün ödevlerini yerine getirenlere vaid ettim; şimdi fikrimi
açıkça, teşbihsiz olarak anlatacağını. Ben, gördükleri hayır işlerinin değerini
bu kadar iyi bilen, benden daha mübarek görünmek isteyen kimseleri tanımıyorum.
Bunlar gitsinler benimkinken başka bir cennet arasınlar; onu, boş ananelerini
benim kanunuma tercih ederek tâkip ettikleri kimselerden istesinler». Bu
hikmetleri işitince, kendilerine gemicilerin, arabacıların tercih edildiklerini
görünce, biribirlerine ne nazarla bakacaklardır, sanırsınız?
Ama, şimdilik, onlara ilham ettiğim tatlı
ümitlerin verdiği bahtiyarlığı tatmakladırlar.
Muhtelif
keşiş tarikatleri, her ne kadar cümhurlardan büsbütün ayrı, başka başka
heyetler teşkil ederlerse de, kimse onları hakir görmek cüretinde bulunamaz,
çünkü günah çıkarma âdeti, onlara bütün aile sırlarını açar. Bu sırları meydana
vurmakla büyük bir cinayet işlediklerine vâkıa inanırlar, fakat bir Bakkhos
töreninde, hoş bir hikâye ile konuşmaları neşelendirmek istedikleri vakit, bu
korkudan kolayca kurtulurlar; o zaman en şüphe götürmez halleri anlatarak, en açık
tafsilâtı vererek sizden bahsetmekten çekinmezler; size gösterdikleri biricik
lütuf, adınızı söylememektir. Bir kimse bu tehlikeli eşek
arılarını tesadüfen kızdırıverirse, vaızlarında ondan nasıl öc aldıklarını,
düşmanlarına nasıl kapalı kelimelerle işaret ettiklerini görmeli. Bu kapalı
kelimeler, ayni zamanda o kadar da açıktır ki bunları anlamamak için budala
olmak lâzımgelir. Hasılı, bu alçak Kerberoslar, hiç durmadan havlarlar, tâ ki
ağızlarına iyi bir parça atılsın.
Rica ederim, bana şunu
deyin: Kürsüde vaızeden bir keşiş kadar zevkle dinleyeceğiniz bir aktör, bir
meydan soytarısı bulunur mu?
Cübbelilerin belagat kaidelerini nasıl gülünç
bir şekilde tatbik ettiğini, kullandığını görüp te kahkahalarla gülmemek mümkün
mü?
Aman Tanrılar; ne el kol hareketleridir o, ne
komik ne gülünç ses nağmeleridir o! Ne havlamalar ne böbürlenmeler! Her ân
süratlarını ne büyük çeviklikle değiştirirler! Ne kadar kuvvetli bağırtılar,
kubbeleri çınlatan bağırtılar çıkarırlar! Bu güzel belâgat onlarda, keşiş
kardeşten keşiş kardeşe gizlice geçen büyük bir sırdır. Bu ehemmiyetli sırlara
agâh kılınmak şüphesiz bana düşmez; o halde ben size yalnız zayıf tahminlerimin
neticelerini bildireceğim.
Vaızlarına önce bir
münacatla başlarlar; bunda sairleri taklit ederler; sonra uzun ve tumturaklı
bir girizgâh yapıp, mürüvvete dair bir nutukta, size Nil’den bahsederler;
İsâ’nın ölümü sırrının izahını, Babil’in o mahut ejderi Bel’in himayesi altına
korlar; sizi perhiz hakkında bir vaiz dinlemeğe hazırlamak için burçların oniki
şeklinden bahsederler; yahut ta, arkasından inandan bahsetmek üzere, önce
dairenin terbii üzerine uzun uzun mübahesede bulunurlar.
Bu meşhur delilerden...
affediniz, bu meşhur doktorlardan demek istiyordum, bu meşhur doktorlardan
birini ben kendim dinledim; mübarek üçlük sırrını şanlı bir dinleyici kütlesi
önünde anlatacaktı. İlminin âdi bir ilim olmadığını göstermek, ayni zamanda
teolog kulaklarını tatmin etmek için, işe yepyeni bir tarzda başladı. Önce
alfabenin harflerinden, kelimeleri teşkil eden hecelerden, cümleleri teşkil
eden kelimelerden konuştu; sonra, ismin fiille ve sıfatla nasıl uyması
lâzımgeldiğini söyledi. Dinleyicilerin çoğu hayret içinde idi; bir kaçı, alçak
sesle Horatius’un şu mısrağını mırıldanıyordu:
Çuorsum hoec tam putida
lendum?
Bu gibi ahmaklıkların
gayesi ne olabilir?
Nihayet, şunu isbata
muvaffak oldu: Gramerin esasları mübarek üçlük sırrının o kadar sadık bir
tasviridir ki, en büyük hendeseci, bütün şekilleriyle, onu hiç bir zaman bu
esaslardan daha büyük bir açıklık, daha büyük bir yakinle ifade edemez. Bu
yüksek doktor, teologianın bu büyük şaheserini telif etmek için sekiz ay çok
zorluk çekmiş, kan ter içinde kalmıştı. Hem şimdi kendisi köstebekten daha
kördür: Göstermeğe mecbur olduğu dâhice cehitte zihni, gözünün bütün inceliğini
kendine çekmişti. Ona bakılırsa, kör olmaktan da canı hiç sıkılmıyor; görmeyi
kaybetmesinin, kazandığı ölmez şanın pek pahalı bir ecri olmadığına kanaat
getirmiş.
Bunun kadar hoş bir başkasını daha dinledim:
Seksenlik bir ihtiyar, tepeden tırnağa kadar teolog, hem o kadar teolog ki
Scotus yeniden dirilmiş sanılır. Bir gün İsa Jesus adının sırrını anlatırken,
bu İlâhi kurtarıcı hakkında ne söylenebilirse hepsinin adındaki harflerde saklı
bulunduğunu isbat etti. Şöyle muhakeme ediyordu:
«İsa’nın lâtince adının yalnız üç hali vardır; bu,
açıkça mübarek üçlüğün üç şahsına işaret eder. Şuna da dikkat ediniz ki
mücerredi (Nominatifi) S ile biter: İseuS; nıef’ulünbihi (accusatifi) M ile
biter: İesuM; mef’ulünanhi (ablatif’i) de U ile biter: lesU; şimdi, bu üç son
harf: S, M, U, tarif edilmez bir sırrı ihtiva ederler çünkü şu üç lâtince
kelimenin: (Semtülres, Zenit) Sumum, (merkez) Medium, ve (semti kadem, nadir,)
Ultimum'un baş harfleri olduklarından, mânaları açıkça anlaşılır: İsa Iesus her
şeyin esası, merkezi ve gayesidir.»
İzahı, bütün bunlardan çok daha zor olan bir sır
daha kalıyordu; bizim doktor bunun da içinden büsbütün matematik bir tarzda
çıktı. Iesus kelimesini, biribirinin eşi iki parçaya böldü, öyle ki, S harfi
ortada yapyalnız kalıyordu. Sonra şöyle dedi: «Iesus’un adından çıkardığımız bu
S harfine, İbranilerde Syn derler; şimdi Syn bir İskoç kelimesidir; mânası da
zannıma kalırsa, günah tır. Bu bize gün gibi açık olarak gösterir ki, günahı
dünyadan çıkarıp atan İsa’dır, Iesus’dur.» Bu kadar harikulade izahı dinleyen
bütün dinleyiciler ve bilhassa teologlar, hayranlıklarından kendilerinden
geçmişlerdi; az kalsın, tıpkı bir zamanlar çocukları gözü önünde Apollon
tarafından öldürülen Niobe gibi taşa çevirileceklerdi. Bana gelince, ben
Horatius’un anlattığı incir ağacından mamul Priapos heykelinin, Canidia ile
Saganus'un gece sihirlerine şahit olmak felâketine düştüğü zaman yaptığını
yapmak üzereydim: Gerçekten buna değerdi; Zira, Greklerde ve Lâtinlerde böyle
bir nutkun lâfı hiç işitilmiş midir?
Demosthenes’le Cicero böyle bir incelikten
bize misal vermişler midir?
Bu büyük adamlar nutuklarına, mevzularıyla
ilgisi olmayan bir girizgâhla başladıkları zaman, onları ayıplarlardı; o
zamanlar düşünmezlerdi ki bu cins başlangıçlar kadar alelâde bir şey yoktur ve
tabiat bunları sığır çobanlarının en kaba sabasına bile ilham eder. Fakat bizim
hakim doktorlarımız çok daha nurludurlar. Şuna inanırlar ki mukaddeme dedikleri
bu gibi sözler, içlerinde nutkun geri tarafına bağlayan hiçbir şeyi görülemez
ve dinleyici hayret ve hayranlık içinde kendi kendine: Nereye varmak
istiyor? diye sorarsa, birer belagat
şaheseridirler.
Doktorlarımız, sonra,
Incil’in herhangi bir yerini, hikâye şeklinde anlatırlar; bunu acele ve söz
arası gibi izah ederler; düşünmezler ki bütün nutukları bu izahtan ibaret
kalmalıydı; arkasından, birdenbire şahıs değiştirir, bazen asıl mevzua hiç
uymayan bir teologia meselesini açarlar; işte, bir sanat harikası dedikleri şey
budur! Nutkun bu yerindedir ki bizim keşişler, teologların kibrini taklit
ederek, doktorlarına verdikleri şu tumturaklı ünvanları kulaklarımızda
çınlattırırlar: Heybetli doktor, ince doktor, fevkalâde ince doktor, esrafili
doktor, mübarek doktor, cerh ve reddedilemez doktor, işte burada bizi, bir sürü
kıyaslar, kübralar, sugralar, neticeler, ilâve neticeler, faraziyeler, ve cahil
halkın gözlerini kamaştırmak için kullandıkları bir sürü başka iskolâstik
küstahlıklarla rahatsız ederler. Komediyanın nihayet beşinci perdesine gelince,
ki burada artistin bütün hüneri göze çarpmalıdır. Tarih âyinesi’nden yahut
Romalıların kahramanlıklarından alınmış herhangi bir mânâsız, gülünç masalı
size naklederler, onu evirir, çevirirler, remz, mecaz, mümaselet bakımlarından
tefsir eder, böylece nutuklarını sona erdirirler. Yani, Horatius’un, Ars
poetica'nın başında tasvir ettiği ejderden bin kere daha acip bir ejder!
iş bununla da kalmaz;
bunlar bilmem nereden işitmişlerdir ki nutkun baş tarafı sükûnetle, sesi pek
yükseltmeden söylenmelidir. O halde, ne yaparlar?
Girizgâhlarının ilk cümlelerini o kadar alçak
sesle söylerler ki, kendileri bile ancak işitebilirler; sanki hiç kimse
tarafından işitilmeyecek gibi konuşmak pek esaslı bir tedbir imiş gibi. Onlara,
nidaların bazen ihtirasları harekete getirmekte büyük yardımları olduğu
söylenmiş; onun için hiç beklemediğiniz bir ânda birdenbire seslerini
yükseltir, lâzım olmayan yerlerde divaneler gibi bağırırlar; onlara bir miktar
çöpleme otu vermek arzusuna kapılırsınız, çünkü ihtar makamında bağırmak,
beyhude zahmet olurdu. Sonra, bilirler ki nutuk, farkına varılmadan, derece
derece hararetlenmelidir; onun için, vaızlarınm her bir kısmının baş tarafını
gelişi güzel okuduktan sonra, birdenbire beliğ bir eda takınmakta hiç kusur
etmezler; hattâ bunu, en soğuk, en tatsız şeyleri söyledikleri ve ruhlarını teslim
ediyorlarmış gibi bitirdikleri zaman da yaparlar. Sonra, onlara belâgat
hocalarının şakayı ele aldıkları öğretilmiştir, onun için vaızlarını birkaç hoş
sözle neşeli kılmak isterler. Ama, gerçekten, o kadar yerinde şaka ederler, ve
o kadar letafetle şaka ederler ki, onları rebab çalmak istiyen eşekler
sanırsınız. Bazen da ısırmağa kalkışırlar; fakat yaralamaktan ziyade
gıdıklarlar, ve dinliyenlere en ziyade müdahane ettikleri vakit, serbestçe
doğruyu söylüyormuş, umumi ahlâka karşı isyan ediyormuş gibi bir tavır
takındıkları vakittir. Hülâsa, onları gördüğümüz, vaızlarını işittiğimiz zaman,
panayır hokkabazlarını gördüğümüze yemin edebiliriz; hâlbuki hokkabazlar
onlardan çok da üstündürler; maamafih berikilerin de ötekilerin de belâgatleri
o kadar çok biribirine benzer ki, herkes, keşişlerin belâgati muhakkak surette
soytarılardan, yahut soytarıların keşişlerden öğrendiklerini teslim edecektir.
Bütün bunlara rağmen, ve
benim sayemde, hayranlar bulmaktan geri kalmazlar. Bazı kimseler vardır ki,
onların vaızında bulundukları zaman, Cicero’ları, Demosthenes’leri
işittiklerini sanırlar. Bilhassa tacirler ve kadınlar böyledirler. Onun için
keşişler sırf onların hoşuna gitmeğe gayret ederler, çünkü bilirler ki
tacirlere müdahene etmekle, kötü usullerle kazanılmış bir servetin ufak bir
parçasını onlardan çekeceklerdir. Kadınlara gelince, keşişleri sevmeleri için
bin bir sebep vardır; fakat şüphesiz başlıca sebep, kocalarından bütün gizli
şikâyetlerini umumiyetle bu mübarek babalara açtıklarıdır. Bu adamların bana
büyük minnet borçları olmaları lâzım geldiğini her halde anlıyorsunuz; çünkü
bâtıl itikatları, gülünç törenleri, bitmez tükenmez bağırtılarıyla halk üzerine
bir nevi istibdat sürmekten başka bir meziyetleri olmadığı halde, kendilerini
Paulus’lar, Anionius’lar kadar büyük sanırlar.
Fakat, uydurma bir
dindarlığın bütün görünüşlerini taklit ederek, iyiliklerimi saklamakla
gösterdikleri nankörlük katlar kötülük gösteren şu oyuncular sürüsünü bir
tarafa bırakalım.
Biraz da kralları,
prensleri sahneye çıkaralım. Bunların hemen hemen hepsi bana en ıtemiz
niyetlerle tazim eder; kanunlarıma açıkça riayet eden bu kimselerden açıkça
bahsedelim. Hükümdarların yarım dirhem sağ duyguları olsaydı, halleri,
durumları dünyanın en kötüsü, en bahtsızı olmaz mıydı?
iyi bir hükümdara düşen bütün ödevleri tam
olarak yerine getirmek isteyen bir kimsenin kendine ne kadar ezici bir yük
yüklediği gözönünde tutulsaydı, tacın yalan yere yeminle, baba katiliyle satın
alınmağa değer bir nesne olduğunu aklından geçirecek bir tek kişi bulunur
mıydı?
Öyle ya, bir milleti idare etmek işini üzerine
almış bir insan, bütün hayatını cümhurun menfaatlerine hasretmek için kendi
menfaatlerinden vazgeçmiş demektir. O, hep milletinin bahtiyarlığı ile meşgul,
ve tesrii kuvvetle icrai kuvveti şahsında toplanmış olduğundan kanunlara şaşmaz
bir dikkatle boyun eğerek, nazırların, hâkimlerin doğruluğundan mesul olacak;
düşünecek ki herkesin gözü üzerine dikilmiş olduğundan, hareketinin doğruluğu
ile, tatlı tesiri dünya yüzüne bahtiyarlık yayan iyiliksever bir yıldıza
benziyebilir; yahut da bunun aksine, uğursuz bir kuyruklu yıldız gibi her
tarafa felâket ve ölüm saçabilir. Bilmelidir ki şahısların reziletleri
kalabalıkta hemen hemen hiç görülmez, tesirleri de o kadar felâketli olmaz, ama
bir prens, mevkiinin yüksekliği dolayısiyle öyle bir durumdadır ki, ödevine
karşı işliyeceği en ufak kabahat, tebasını bol bol felâkete garkeden taşkın,
zehirli bir kaynak olur. Soyun yüksekliği, zevkler, serbestlik, tabasbus,
sefahat ve bunlar gibi krallık mesleğine bağlı binbir şey, kralları umumiyetle
vazifelerinden alıkor. Vazifesine bağlı kalmağa azmetmiş olanı, ne kadar cesur
olmalı! Onu işlerinden uzaklaştırmağa uğraşan bu teshir edici perilerin
cezbesine düşmemek için kendini ne kadar dikkatle kollamalı! tyi bir prensin
ömrünü durmadan tehdit eden pusuları, kinleri ve başka tehlikeleri bir yana
bırakalım, o düşünmelidir ki yakında amellerinin doğru bir hesabını verecek;
kendine teslim edilmiş devlet ne kadar genişse, bu hesap ta o kadar dehşetli
olacak! Evet, prensler bütün bu düşünceleri akıllarından geçirselerdi, —hakim
olsalardı, bunu yaparlardı— öyle sanırım ki ömürlerinde bir ân için zevk
tatmazlardi. Fakat ben bu keder verici endişeleri onlardan uzaklaştırmağa
çabalarım; devletlerinin işleri için tanrılara dayanmalarını ilham eden de ben
değil miyim?
Prensler, gevşekliğe, hâzlara dalarak
ruhlarında iş ve endişenin en ufak görünüşünü uyandıracak her şeyi
uzaklaştırır, kendilerine hoş sözlerle durmadan müdahene edenleri
mahremiyetlerine kabul ederler. Hergün ava gitmekle, gayet güzel atlar
beslemekle, mesnetleri, memurlukları kendi menfaatlerine «atmakla, tebalarmın
malını mülkünü azaltıp kendi kasalarına geçirtmek için hergün yeni çareler
tasarlamakla krallara düşen ödevleri mükemmel surette yerine getirdiklerini sanırlar.
Yakıâ bunda pek tedbirsiz hareket etmezler: Yaptıkları eziyetleri meşru
göstermek, dünyanın en haksız şeylerine hak görüşünü vermek için binbir bahane
bulurlar; soydukları halkın sevgisini, hiç olmazsa bir dereceye kadar temin
için, ona bir parça müdahene etmekten hiç geri durmazlar.
Şimdi, bazen görülen
prensler nevinden bir prens tasavvur ediniz; yani kanunları bilmez, âmmenin
iyiliğini sevmez, sırf kendi menfaati ile meşgul, her nevi şehvete dalmış,
hürriyetin, hakikatin, ilimlerin düşmanı, her şeyi kendi ihtiraslarına, şahsi
faydasına dayandırır, cüm'hurun selâmetinden başka her şeyi düşünür bir prens.
Bu adama, bütün faziletlerin birarada remzi olan altın bir gerdanlık takınız;
başını kıymetli taşlarla parıldıyan bir taçla —kahramanca faziletlerle insanlar
arasında parlıyacağını ona hatırlatmıya mahsus bir taçla— süsleyiniz; eline,
hakkın, bozulmaz doğruluğun kutsal remzi asâyı veriniz; nihayet ona,
hükümdarın, milletine olan ateşli sevgisine işaret eden erguvanı giydiriniz!
Sonra, bu prens, hareketlerini, bütün bu büyüklük işaretleriyle mukayese etsin,
eğer bu süsleri taşımaktan utanmazsa, bütün bu tiyatro kıyafetini keskin zekâlı
bir alaycının alaya almasından korkmazsa, ben pek yanılmışım demektir.
Şimdi, nedimler hakkında,
—çoğu kölelerin en aşağısı, en alçağı, en yerde sürüneni, en ahmağı olup ta
varlıkların en harikuladesi geçinmek istiyen bu kimseler hakkında— ne diyeyim?
Ama bunların haklarını verelim; bir nokta
vardır ki, onda insanların hepsinden daha mütevazıdırlar: Altım, erguvanı, kıymetli
taşları üstlerinde taşımakla iktifa eder, bütün bu remizlerin temsil ettiği
faziletleri gerçekleştirmek işini başkalarına bırakırlar. Şuna kanidirler ki,
efendim, kral diyebilirlerse, bir methiyeyi kısaca beceriverir ve Majeste,
Altes, Ekselans gibi tumturaklı unvanları yerinde dağrtırlarsa, artık hiçbir
şeyden kızarmamak derekesine erer ve zarafetle müdahene etmek hünerini mükemmel
surette elde ederlerse, saadetleri artık en yüksek katına varmış olur. Zira
nedinilerle yüksek şahsiyetlere yaraşan bütün ilimler, işte bunlardır. Zaten,
hayatlarını biraz yakından incelerseniz, kargınızda Phaiak’1ar kadar saf ve
budala, Penelope’nin âşıkları kadar sefih kimseler bulursunuz.
Bu adamlar öğleye kadar
uyurlar. Uyandıkları vakit, bu ânı beklemekten başka bir işi olmayan hamarat
bir uşak, onlara çabuk çabuk bir Missa mırıldanır; duayı gecelikle dinlerler.
Sonra kahvaltı, arkasından öğle yemeği gelir; ondan sonra kâğıtlar, zarlar,
şatrançlar, tombola, maskaralar, soytarılar, aşifteler, şakalar, kaba alaylar,
arasıra da bir iki güzel kahvaltı, yemekten sonraki bütün vakti doldurur. Akşam
yemeği vakti gelir, sofraya oturur, sonra kalkarlar; gece sık sık yemek yemeden
yatmadıklarını da Allah bilir, işte, en ufak bir endişeye düşmeden, saatleri,
günleri, ayları, bütün ömrü böyle geçirirler. Sarayda bulunduğum zamanlar,
bütün bu nedimlerin gülünç cakalarından bazen benim de bıkıp usandığım olur;
şurada, bir sürü kız, bir sürü peri, görürsünüz; kendilerini birer kadın Tanrı
sanarak, meziyetleriyle zarafetlerini, arkalarında yerlerde süründürdükleri
kuyruğun uzunluğu ile ölçerler. Burada, gayretli bir asilzade, kendini prensin
yanında görsünler diye kalabalığı dirsekleriyle yarar; başka biri, memnun
memnun böbürlenir, çünkü boynunda pek ağır bir altın zincir taşır ve bununla
hem kuvvetini hem zenginliğini göstermekle gururlanır.
Fakat prensler bu hoş
hayatı sürmekte yalnız değildirler: Papalar, kardinaller, piskoposlar, onları
taklit etmek için çoktanberi ellerinden geleni yapıyorlar, hattâ denebilir ki
onları geçmek işini de başardılar. Şu piskopos, giymiş olduğu bembeyaz kaftanın
kusursuz bir ömür sürmesini kendine ihtar ettiğini; başını örten şu çift
boynuzlu ve uçları bir tek düğümle birbirine bağlı külahın, eski ve yeni
ahıtların ilmini birleştirmesi lâzınıgeldiği mânasına olduğunu; elindeki
eldivenlerin, temiz ve İlâhi sırları müminlere tevdi ederken dünyanın
fenalıklarının sirayetinden ellerinin masun olduğunu gösterdiğini; asâsının,
kendine teslim edilen sürüye devamlı surette bakacağının remzi, haç ise, bütün
ihtiraslara karşı kazanması lâzım olan zaferin remzi olduğunu düşünmeğe
koyulmaydı, hayatı neye benzerdi?
Bütün bu mülâhazalar ve daha bu neviden başka
binbir tanesi, zavallı başpapası endişe ve kederle ezmez mi?
Günümüzün piskoposları o kadar budala değildirler:
Kendileri otlamaya bakar, sürüleri otlatmak işini İsa’ya, papas vekillerine,
dilenci keşişlere bırakırlar; hem de piskopos kelimesinin, çalışma, şefkat,
teyakkuz demek olduğunu kolayca unutur, para çekmek mevzu u bahs olunca yeniden
çok güzel hatırlarlar.
Kardinaller, havarilerin
halefleri olduklarından, onlar gibi yaşamağa mecbur olduklarını gözönünde
tutsalardı kilisenin mallarının, sahipleri değil mütevellileri olduklarına, o
malları nasıl kullandıklarının yakında hesabını vereceklerine kani olsalardı,
ayni hale düşerlerdi. Sonra «rütbeliler» biraz da ruhani libas ve süsleri
üzerinde düşünüp kendi kendilerine şöyle deselerdi: «Bu kaftanın mânası, tam
bir masumluk ve her imtihana dayanabilen bir ahlâk temizliği değil de nedir?
Bu erguvani cübbe ile ayaklarımın üstüne
katmer katmer yayılan, seyahatte dişi katırımı örten, icabında bir deveyi de
örtmeğe kâfi olan o geniş harmaninin mânası nedir?
Birincisi Allah’a karşı ateşli bir mürüvvete,
İkincisi hemcinsimize kargı mürüvvete işaret etmez mi?
Bu sonuncu neviden mürüvvet, herkese faydalı
olmak, yani öğretmek, teşci etmek, tekdir etmek, düzeltmek, savaşların
çılgınlıklarını yatıştırmak, fena prenslere karşı koymak, kilisenin hayrı için
malını canını zevkle feda etmek için ta uzaklara yayılır. Malını, mı dedim?
Fakir havarilerin malları olmalı mıydı?»
Bütün bu hakikatlere inanan
bir başpapas kardinal mansabına, bu tehlikeli mansaba, göz koymaz, oraya kadar
yükseldikten sonra, onu memnuniyetle terkeder, yahut ihtimam, endişe, çalışma
ile dolu bir ömür, hulâsa havarice bir ömür sürer.
Mesihin
yeryüzünde vekilleri olan papalar, bu İlâhi kurtarıcının gittiği yoldan
yürümeğe koyulsalardı; onun fakirliğini, çalışmalarını, mesleğini, acılarını,bu
dünyanın nimetlerini hakir görmesini taklide savaşsalardı; papa kelimesinin
baba demek olduğunu, papalara şeref veren pek mübarek unvanının kendine
müstahak olmağı ihtar ettiğini düşünselerdi, hayatların en gamlısını, en
nahoşunu geçirmezler miydi?
Bütün bu mülâhazalardan sonra, sorarım size,
bu kadar güçlükle doldurulabilecek bir yeri satın almak için bütün servetini
fedaya hazır, yahut onu bir kere elde ettikten sonra elinde tutmak için, silâh,
zehir kullanmağı isteyecek bir insan var mıdır?
Papalar günün birinde hikmet sahibi olmağı
akıllarına korlarsa, birdenbire ne kadar türlü türlü eğlenceden, envai
kolaylıktan kendilerini mahrum etmiş olurlar! Hikmet mi dedim; hikmet değil,
Mesihin bahsettiği o tuzdan yalnız bir taneciğe sahip olsalar! Bu kadar
zenginlik, şan, afiv, kudret, zafer, mansap, makam, meslek, vergi, gufran, at,
kattır, maiyet ve her türlü şehvet yerine, kötü kötü uykusuzlukların,
oruçların, gözyaşlarının, duaların, vaızların, çalışmaların, ah’ların, bunlara
benzer binbir sefaletin geçtiği görülürdü. Ama o zaman bu kadar çok yazıcı,
müyeyyiz, noter, avukat, müdür, kâtip, katırcı, seyis, banker, pez... (ağzımdan
pek açık saçık bir kelime kaçırıyordum ; iffetli kulakları rencide etmeyelim.);
Roma sarayı için bu kadar pahalıya malolan, yok, öyle demek istemiyorum, Roma
sarayına bu kadar şeref veren bütün bu insan sürüsü açlıktan ölmeğe mahkûm
olurdu. Bu, büyük bir âfet olurdu; ama bundan da çok daha gaddarca, çok daha
feci, çok daha korkunç bir şey, kilisenin prenslerini, dünyanın o gerçekten
ışıklarını, değneği ele almağa, dağarcığı sırta vurmağa icbar etmektir. Bu
felâketin mübarek babalarımızın başına geleceğinden hiç korkmayalım; çünkü
onlar, boş vakti olan veli Paulus ile Petrus’a papalığın zahmetlerini, işlerini
bırakır, kendilerine —bugün mübarek papalık makamının etrafını saran— şerefleri
ve zevkleri alıkorlar.
Mübarek ruhani
reislerimizin insanlar arasında, en zahmetsiz, en şehvetli ömrü sürmelerini ve
en az endişe, en az kederle yaşamalarını temin eden benim; mistik, yani
dramatik libaslarını giyip, birtakım küçük törenler tertip ederek, kendilerine
saadet, fazilet, mübareklik sıfatlarını takarak, nihayet dünyaya her nevi
takdis ve terini dağıtarak kilisenin çobanı rolünü oynadıkları vakit Mesihin
kendilerinden memnun kalacağına inandıran benim. Papaların, eski zamanlarda
olduğu gibi mucizeler yaratmasını, bize bu geçmiş modayı geri getirmesini mi
isterdiniz?
Halkı irşat ederek yorulmasını, bir ukalâ gibi
kutsal kitabı izah etmesini, başka bir işi olmayan bir adam gibi dua etmesini,
bir kadın yahut bir zavallı gibi ağlamak zaafını, bir baldırı çıplak gibi
sefalet içinde yaşamak aşağılığını göstermesini mi isterdiniz?
En büyük kralların bile, terliğini öpmek
şerefine erişmelerine ancak tenezzülen müsaade eden bir adamın bir kimseye
mağlûp olmasını nasıl isterdiniz?
Nihayet, kendini nahoş bir ölüme isteye isteye
maruz kılmasını, bir cani gibi çarmıha gerdirmesini nasıl isterdiniz?
Bırakın canını, bu ayıptır! Bugünün papaları
bütün bu belâları uzaklara atmaktan geri durmuyor, yalnız silâhları ve
Paulus’un bahsettiği o tatlı takdisleri alıkoyuyorlar. Onun için de takdis
etmekte hiç hasis değiller. Yasakları, törenden menileri, ikinci üçüncü ceza
tehditlerini, aforozları aforozculara şeytanın nasıl eziyet ettiğini gösteren
resimleri sağa sola ne büyük iyilikle dağıttıklarını bir görmeli! Zavallı
ruhları cehennemden yüz fersah öteye atan o dehşetli aforozları ne büyük
mürüvvetle savurduklarını bir görmeli! Aforoz öyle korkunç bir yıldırımdır ki,
onu, Mesihin bu hizmetkârları, bu pek mübarek babalar, âlemin kurtarıcısının
halim selim vekilleri, şeytana uyarak Veli Petrus’un mirasını kemirmeğe
savaşanlara en büyük şiddetle indirirler. Bu havari her ne kadar İncilde İlâhi
efendisine senin arkandan gelmek için her şeyi terkettik, derse de, Papalar
gene Petrus’un toprak, şeJıir, vergi ve prensliklerden ibaret bir mirası
olduğunu iddia ederler; bu aziz mirası elde tutmak için gerçekten Hristiyanca
bir gayretle ateş ve demir kullandıkları, kutsal elleri her yanda
Hristiyanların kanını akıttığı zamandır ki, kilisenin düşmanları dedikleri bu
zavallıları yere sermiş olmak gururiyle dolu olarak, kilise için savaşmış,
Mesihin bu zevcesini havarilere pek yakışır bir cesaretle müdafaa etmiş olmakla
övünürler. Fakat, doğrusu, düşünmezler ki, kilisenin en uğursuz düşmanları fena
papalardır. Sükûtlarıyla Mesihin unutulmasına sebep olan, utanmadan gufraniyle
alışveriş eden, zoraki tefsirlerle mesleğini tahrif eden, bu mesleği, nefrete
şayan ahlâksızlıklarının bulaşık misaliyle büsbütün mahveden papalar.
Mesihin kilisesi kanla kuruldu, kanla temellendi,
kanla büyüdü, diye onu idare ve müdafaa etmek için de kan dökmek lâzımdır,
sanırlar. Sanki artık Mesih yokmuş, yahut kendinden olanları, her zaman müdafaa
ettiği gibi artık müdafaa edemezmiş! Şunu da
bilirler: savaş o kadar hunharca bir şeydir ki, insanlardan ziyade yırtıcı
hayvanlara yakışır; o kadar çılgınca bir şeydir ki, şairlere göre, Furia’ların
kendileri bile onu dünya yüzüne kusmuşlardır; o kadar uğursuzdur ki, en korkunç
kargaşalıkları peşinden sürükler; o kadar zalimdir ki umumiyetle yalnız en
alçak şerirler tarafından tahrik edilir; o kadar dinsizcedir ki, Mesih’in
büsbütün zıddıdır. Böyle olduğu halde, bir barış Allahının vekilleri olan bu
adamlar nefrete değer bu sanatle uğraşmak için, bütün başka meşguliyetleri
ihmal ederler. Bazen öyle çökmüş ihtiyarlar görülür ki, bunlar bu savaşlarda
bir delikanlı kadar dinçmiş gibi tavırlar takınırlar; savaşları destekle mek
için müsrifçe birçok para sarfeder, cenklerin lüzumlu kıldığı bütün işlere
yorulmak bilmeyen bir gayretle göğüs gerer; kanunları, dini, barışı vicdansızca
altüst eder; böylece beşer nevinin başına belâ kesilirler. Gazap olduğu
besbelli olan bu hale, dindarlık, cesaret gibi güzel adlar vermek cüretinde
bulunan müdaheneciler bulunduğuna; kılıcını çekip kardeşinin kamına sokan bir
kimsenin hemcinsine karşı, Mesihin müritlerine o kadar çok tavsiye ettiği o
lekesiz mürüvveti kalbinde gene saklıyabileceğini isbata, zihinlerinin bütün
inceliğini kullanan usta müdaheneciler bulunduğuna kim inanırdı?
Bazı Alınan piskoposlarına
bu hususta papaların mı nümune olduğunda, yoksa papaların mı piskoposları
nümune aldıklarında tereddüt ediyorum. Her ne olursa olsun, Alman piskoposları
o kadar yapmacık yapmıyorlar. Ruhani başlara malısus bütün o süsleri üstlerinde
taşımıyorlar; takdis yahut buna benzer törenlerle gönül eğlendirmiyorlar, ama
gerçekten Satraplar gibi giyiniyor, hareket ediyorlar, hattâ kuvvetli ve
cesaretli ruhunu Allaha cenk meydanından başka yerlerde teslim etmenin bir
piskoposa lâyık olmadığına inanıyorlar.
Her şeyde
âmirlerinin izlerinde yürümemekle cinayet işleyeceklerine inanan alelâde
rahipler, onları bu noktada da taklitten geri durmazlar. Öşür haklarını müdâfaa
etmek için cesaretle, askerce, yırtıcılıkla nasıl savaştıklarını bir görmeli!
Bu hakları inkâr etmek cesaretinde bulunan cüretkârlara karşı kılıçları,
kargıları, sopaları, taşları, hâsılı her türlü silahları nasıl kullanırlar! Eskilerin
kitaplarından, cahil halkı korkutmağa, öşürden de çok daha fazlasını vermek
hususunda iknaa elverişli bir yer çıkarmak mevzuubalıs olunca, ne kadar dikkatli,
ne kadar keskin zekâlı olurlar! Ama, onları besliyen halkın, onlardan yardım ve
hizmet olarak neler beklemeğe hakkı olduğu da her yerde okunur. Bunu
akıllarından geçirmezler. Düşünmezler ki başlarının tıraşı, rahibin, bütün
insan ilhtiraslarını kendinden uzağa atması, yalnız ahrete ait şeylerle meşgul
olması lâzım geldiğini hatırlatır. Hayır, hayır, bu iyi din adamları, dua
kitaplarını açıp mırıldanınca bütün ödevlerini yerine getirmiş olmakla
övünürler. Mırıldanmak dedim, öyle bir mırıldanma ki herhangi bir Tanrı onları
işitip anlarsa çok şaşarım; zira dualarını yüksek sesle okudukları vakit kendi
kendilerini hemen hemen hiç işitmez, hiç anlamazlar.
Menfaatlerini korumaktan
yana rahipler, hayat adamlarından hiç farklı değildirler; ama zahmetli bir ödevi
yerine getirmek mevzubahs olsun, onu başkalarına yüklemek, sonradan bir top
gibi kendine geri getirtmek ihtiyatlılığında bulunurlar. Din ödevleri aşağı
yukarı devletin idaresi gibidir: Prens, işleri nazırlarına bırakır. Nazırlar da
kâtiplerine. Rahipler, tevazularından, dindarlığı halka bırakırlar. Halk, bu
(hususta din adamları adını verdiği kimselere güvenir, görünüşe göre de
kendinin kilise ile hiçbir ilgisi olmadığını, vaftiz nezrinin onu kiliseye
bağlamadığını sanır. Hiç Mesihin değilmiş te sanki
asırlarının malı olmakla iftihar edermiş gibi kendilerine «seculier» adını
takan tarikat dışındaki rahipler, topu, tarikate bağlı olanlara, bunlar da
keşişlere, ıslah edilmiş keşişler ise ıslah edilmemişlere yollarlar; hepsi
birden topu dilenci keşişlere atar; dilenciler, «Ghartreux» lere geçirirler;
öyle ki gufran bu mübarek babaların manastırında saklıdır, hem öyle saklıdır
ki, hemen hiç görülemez. Bunun gibi, gelirlerinin zengin hasadım
toplamakta o kadar faal olan papalar, biraz fazla Hristiyanca, havarice olan
bütün işleri piskoposlara bırakırlar; piskoposlar mahalle papaslarına, papaslar
da vekillerine; vekiller dilenci frater (kardeş) lere yüklerler; bunlar da,
koyunlara bakmak işini, onları kırpmasını pek iyi bilenlere gönderirler.
Ama burada mesele, baş
papasların, rahiplerin hayatlarını açıp dökmek değildir. Yoksa kendime
methiyede bulunmaktan ziyade başkalarını hicvetmiş gibi olurum, fena prensleri
methetmekle de iyilerini tenkit etmek istediğim zannedilebilir. Bütün
söylediklerim, ancak, hiçbir fâninin, sırlanma agâh olmadan, değerli teveccühüm
üzerine serpilmeden, yeryüzünde hoşça yaşıyamayacağım göstermek içindi.
Zaten insanlar bensiz nasıl
bahtiyar yaşıyabilirler?
Öyle ya, Tali, —onların mukadderatını tayin
eden şu Tanrıça—, benimle o kadar uyuşmuştur ki daima hakimlerin amansız
düşmanı olagelmiş, teveccühlerini, bilâkis, uykuda olsalar bile, hol bol
delilere dağıtmıştır. Timotheus’uıı —şehirleri uykuda zaptediyor ata sözüne
sebep olan şu Atina generalinin— adını şüphesiz işitmişsinizdir. Şu ata sözlerini
de bilirsiniz: Başı giyimli doğmuş. Masumlara, dolu eller! Bunlar ancak
delilere yaraşır; hâlbuki şu ata sözleri de umumiyetle bir hakim için söylenir:
Yalnız düşüp ölmek için taşlar bulur. Fena bir yıldız altında doğmuş.
Toulous'e'un altını ondadır. Ama yeter artık ata sözleri Bunları dostum
Erasmus’un meseller (Adagii) dergisinden çaldım sanabilirler.
Demin diyordum ki Tali,
izansızları, cüretli, gözü pek kimseleri, Rubicon nehrini geçerken Caesar gibi,
Tali zarı atılmıştır, diyenleri sever. Hikmet, insanları mahcup kılar Onun
içindir ki hakimleri durmadan fakirlikle, açlıkla, acılarla savaşır, tanınmamış
olarak herkesin istihkar ve nefreti içinde yaşar görürüz. Deliler, bunun
aksine, bolluk içinde yüzerler, devletleri idare ederler, hulâsa en bahtiyar,
en abadan t a 1 i e mazhar olurlar. Öyle ya, bahtiyarlığınızı hükümdarların
hoşuna gitmek, prenslerle nedimlerin parlak kalabalığı arasına kabul edilmekten
ibaret görürseniz, hikmet sizin nenize yarayacak?
Dünyanın bütün bu Tanrıları ondan nefret ederler,
aralarında ona tahammül edemezler. Zengin olmak mı istersiniz?
Hikmetin kanunlarına sadık kalarak, yalan yere
yemine cesaret edemezseniz, yalan söylerken yakalanmaktan kızarırsanız,
hakimlerin hırsızlık ve tefecilik hakkında uyandırdıkları bütün korkularla,
tereddütlerle kafanızı rahatsız ederseniz, doğrusu ticarette güzel kazançlar
elde edersiniz! Kilisenin rütbelerine, servetlerine mi göz diktiniz?
Eh! dostlar, bunları bir eşek yahut bir öküz,
zekâ ve sağ duygu sahibi bir insandan daha iyi yakalar. Şehvetler ve zevkler
diyarında mı yaşamak istersiniz?
Onu başlıca idare eden kadınlar, tamamen
delilere sadıktırlar; onlar bakimden, korkunç ve zehirli bir hayvandan kaçar
gibi kaçarlar. Neticede kim eğlence ve sevinç içinde yaşamak isterse, işe, ilkönce
hikmeti ihtimamla uzaklaştırmakla başlar; hakim, eğlence cemiyetlerine kabul
edilmesi istenen insanların sonuncusudur. Hulâsa, istediğiniz yere gidiniz,
papalara, prenslere, hâkimlere, kanun adamlarına, dostlara, düşmanlara,
büyüklere gidiniz, peşin parasız hiçbir şey elde edilmediğini görürsünüz;
hakimler de parayı hakir gördüklerinden herkesin onlardan kaçındığına
şaşmamalı.
Methiyem, tükenmez bir
mevzudur, ama bu nutkun da sona ermesi lâzım. O halde bitiriyorum. Ama ondan
önce birçok büyük adamın bana yazılarında ve amellerinde tazim ettiklerini bir
iki kelime ile göstermek isterdim; zira bunu yapmazsam, içinizden birinin beni,
ancak kendi gözüne güzel görünen bir budala sanmasından, hukukçuların da, başka
müelliflerden zikretmememi cinayet telâkki etmelerinden korkarım. O halde,
bunların misallerine uyalım, başkalarından, doğru yanlış, zikredelim!
ilkönce herkes, pek
tanınmış olan şu hikmetin doğruluğundan emindir: Bir şey insanda yoksa, o
varmış gibi görünmek çok doğrudur. Onun içindir ki çocuklara erkenden: Yerinde
deli olmağı bilmek büyük bir hikmettir, diye öğretilir.
Madem ki âlimler deliliğin
yalnız gölgesinin, görünüşünün övülmeğe bu kadar müstahak olduğuna inanmışlar,
o halde şimdi siz onun ne fevkalâde iyi olduğuna hükmediniz. Horatius, Epicurus
sürüsünün o semiz domuz yavrusu, deliliği hikmetle birlikte karıştırmaktan
bahsederken, bunu daha da açıkça söyler; vâkıa, bu deliliğin kısa olması icap
ettiğini ilâve eder. Fakat bu düzeltme, ona en ziyade şeref kazandıran şey
değildir. Başka bir yerde Horatius şöyle der: Yerinde saçmalamak tatlı bir
şeydir. Başka bir yerde de, hâkim olup ta, bıkıncaya kadar kızıp kudurmaktansa,
hezeyan eden ve hiçbir hüneri olmayan bir adam sanılmağı tercih ettiğini
söyler. Telemakhos’u o kadar çok öven Homeros, ona, çok defa hoppa der. Grek
şairleri de tragedialarında bu sıfatı çocuklarla delikanlılara sık sık verir,
ona uğurlu nazariyle bakarlardı. Hem o pek meşhur İlias, kavimlerle kralların
çılgınlıklarının, deliliklerinin hikâyesinden başka nedir?
Cicero da, Dünya delilerle dolu demekle benim
en tam methiyemi yapmıştır, öyle ya, herkes bilir ki bir hayr ne kadar umumi
ise, o kadar değerlidir.
Fakat bütün din dışında
bulunan bu salâhiyet sahibi kimseler, Hristiyanlar için pek ağır
basmayacaklarından, istenirse methiyemi kutsal yazıların şehadetine
dayandıracağım; yahut, fenni tabiri kullanayım; bu yazılar üzerine tesis
edeceğim. Önce, bu hususta teologlardan, mahviyetle izin istiyeceğim. Sonra,
burada pek güç bir iş mevzubahs olduğundan, hem Musa’ları yardıma çağırmak,
onları pek az ilgilendiren bir mevzu için bir kere dölıa ta uzaklardan
getirmek, pek namusluca bir hareket olmayacağından, teologluk yapmadan,
mektebin diken, li yollarına dalmadan önce, öyle sanıyorum ki, Scotus’un ruhunu
—kirpiden bin kere daha dikenli olan o ruhu— yardıma çağırmak, bir ân için
sevgili Sorbonne’unu terkedip benim sineme girmesini dilemek yerinde olur,
işimi bitirdikten sonra ruh isterse Sorbonne’a geri dönsün, yahut cehennemin
dibine gitsin. Neden başka bir çehre takınıp karşısına bir Sorbonne doktorunun
parlak koşumlarıyla çıkmıyorum?
Fakat, aklıma gelmişken diyeyim, ağzımdan bu
kadar çok teologia lâfının çıktığını işitince beni muhterem üstatlarınızın
yazılarını yağma etmekle itham ediverirsiniz. Lütfen düşününüz ki teologlarla
bu kadar sıkı fıkı, bu kadar eski dost olduğumdan, onların ilimlerinden bir
şeyler kapmış olmama şaşmamalı. Priapos, bu incir ağacından Tanrı, efendisinden
duyduğu birkaç grekce kelimenin farkına varıp onları zihninde tutmadı mı?
Lucian’ın, herhalde tanıdığınız horozu,
insanlarla beraber yaşıya yaşıya, insan gibi konuşmağı öğrenmedi mi?
Fakat, mevzuumuza dönelim ve işe güvenle
başlıyalım. Tevrat’da Hazreti
Süleyman’a atfolunan kitabın birinci faslında, delilerin adedi sonsuzdur,
diye yazılı; imdi, birkaçı müstesna, bütün insanlar, bu sonsuz adedin
içindedirler, bu birkaçının da, bir kere olsun görülmüş olduğundan şüpheliyim. İeremias, 10 uncu faslında;
Bütün insanlar, fazla hikmet yüzünden deli oldular, dediği zaman fikrini daha
açıkça anlatıyor. Hikmeti yalnız Allah’a atfediyor, deliliği de bütün insanlara
bırakıyor.
Biraz daha yukarıda da şöyle diyor: İnsan,
hikmetiyle gururlanmasın. — Ey mübarek İeremias, insanın hikmetiyle
gururlanmasını neden istemiyorsun?
— Peygamber
şöyle cevap veriyor: —Çünkü onda hikmet yoktur.— Tevrat’a dönüyorum: Vanitas
vatitatum et omnia vanitas diye haykırdığı vakit, bizim dediğimizden, yani
bütün insan ömrü, deliliğin yarattığı bir hayalden ibarettir’den başka bir şey
mi demek istediğini sanırsınız?
Bununla
da Cicero’nun beni methederek söylediği, Dünya delilerle doludur, sözünü (bu
sözü ne kadar tekrarlasak azdır) pek güzel teyit etmiştir. Tevrat’ın bu
hikmetli kitabı başka bir yerinde de şöyle diyor: Deli, ay gibi değişir, hakim, güneş gibi sabit
kalır; bununla bütün insanların deli olduğunu, hakim ünvanının da yalnız
Allah’a ait olduğunu göstermek istiyor. Zira tefsirciler,
aydan insan tabiatini, güneşten de her nevi ışığın kaynağı olan Allah’ı
anlıyorlar. İsa, İncil’de, yalnız Allah’a iyi denebileceğini temin etmekle ayni
şeyi söylüyor. O halde, hakim olmayan delidir, sözü doğru ise, hem de
Revaki’lerin dedikleri gibi, iyi ile hakim kelimeleri ayni mânada iseler,
Mesihin bu sözlerle bütün insanların deli olduklarını söylemek istediği açıkça
anlaşılır.
Hazreti Süleyman, on beşinci fasılda; Delilik, deli için bir sevinç kaynağıdır, der;
bununla, delilik olmadan hayatta hiçbir zevk olmayacağını açıkça itiraf eder. Şu sözlerle söylemek istediği de odur:
Bilgilerimiz ne kadar fazlalaştırdırsa, halimiz de o kadar fenalaşır. Sağ
duygusu fazla olan bir ruhla, memnuniyetsizliklere çok sebep vardır. Ayni şeyi
başka tabirlerle yedinci fasılda tekrar eder: Keder, hakimlerin kalbinde,
sevinç ise delilerinkinde yerleşmiştir. Hikmete sahip olmak ona yetmedi, beni
nasıl tanıyacağını bilmek istedi; bana inanmak istemiyorsanız, birinci fasılda
ne dediğini dinleyiniz: Ben yalnız ihtiyatı ve nassı tanımağa değil, dalâleti
ve deliliği de tanımağa çalıştım. Lütfen dikkat ediniz ki, deliliğe daha fazla
saygı göstermek için onu en sona koymuş, zira pekâlâ bilirsiniz, kilisede,
rütbe bakımından ilk gelenler Incil’in kaidelerine uygun olarak daima en önde
yürürler.
Tevrat’ın bu kitabını kim yazmış olursa olsun,
müellif, kırk dördüncü fasılda da, deliliğin, hakimlikten daha değerli olduğunu
açıkça gösteriyor. Fakat ben burada
sizinle, Platon’da, Sokrates’le münakaşa edenler gibi yapacağım; yemin ederim
ki sizi, çıkarmak istediğim neticelere müsait cevaplara sevketmeden, şimdi sözü
geçen bu ibareden bir kelime bile duymayacaksınız.
O halde size soruyorum: Nadir ve değerli şeyleri
mi, yoksa aşağı ve adi şeyleri mi en büyük gayretle saklamak gerektir?
Ağzınızdan
bir kelime çıkmıyor?
İstediğinizi yapınız, eğer siz cevap vermek
istemezseniz, mânası şöyle olan bir Grek ata sözü yerinize cevap verecek:
tnsan, testisini kapısının yanma bırakır. Bu hikmeti reddedecek kadar dinsiz
bir kimse çıkmasın diye hepiniz biliniz ki bunu, teologların ulu Tanrısı
Aristoteles nakletmiştir. İçinizde parasını, mücevherlerini sokağa bırakacak
kadar budala bir kimse var mı?
Doğrusu, hiç
sanmam. Bunları evinizin en saklı yerlerine, kasalarınızın en gizli köşelerine
saklar, süprüntüleri herkesin gözü önünde bırakırsınız. İnsan, kıymetli şeyleri
dikkatle saklarsa, hiç ehemmiyet vermediklerini herkesin önünde bırakırsa,
bizim müellif, —madem ki deliliği saklamağı emrediyor, hikmeti saklamağı
menediyor, — o halde, delilik daha değerlidir demek istemiyor mu?
Şimdi de
müellifin kendi sözlerini dinleyiniz: Deliliğini saklıyan insan, hikmetini saklayandan daha
değerlidir. Sonra, kutsal kitap, delilere hakimde bulunmayan bir tevazu
atfeder; çünkü hakim, kendisiyle hiç kimsenin mukayese edilmeğe lâyık
olmadığına inanır; herhalde kitabın onuncu faslında bulunan şu ibareyi ben öyle
anlıyorum: Bir deli gezdiği vakit, rastladığı bütün kimselerin kendi gibi
deli olduğunu sanır. Kendini başka
insanlara üstün saymamak, insanın daima hakkettiğini sandığı muhteşem övmeleri,
onlarla paylaşmağa razı olmak, ne tevazu! Ne saflık! Hazreti Süleyman, büyük bir kral olduğu halde,
deli adını taşımaktan utanmıyordu; hattâ otuzuncu fasdda açıkça: Ben
insanların en delisiyim, der. Müşriklerin doktoru veli Paulus, Korinthos’lulara
yazdığı zaman, kendine teklifsizce deli adını takar ve, görünüşe göre,
delilikte geri kalmanın ayıp olacağına inanarak: Bir deli sıfatiyle
konuşuyorum, ve herkesten fazla deliyim, der.
Fakat bütün o Grek dili
doktorlarının bağırtılarını işitiyorum. O doktorlar ki, yeni mülâhazalarıyla
gözlerimizi kamaştırmağa savaşır, teologların cahil olduklarına bizi inandırmak
isterler; benim sevgili Erasmusum bu yeni doktorların birincilerinden değilse,
her halde ikincilerindendir; onu sık sik anıyorum, çünkü dostlarımın en
iyisidir, ve kendine hürmet etmek isterim. Doktorlar, ne çılgınca iktibas,
derler, hem de deliliğe ne kadar lâyık! Havarinin fikri, hülyalarınızın ona
atfetmek istediğinden büsbütün başkadır. Onun maksadı, bu sözlerle
başkalarından daha deli olduğunu göstermek değildir. Onlar Mesih’in
rahipleridirler; ben de der ve Incil’i tanımakta öteki havarilerin yalnız eşi
değil, hattâ onlara biraz da üstün olduğunu hissederek ben onlardan daha fazla öyleyim'i ilâve eder. Bu itirafta biraz fazla hodbinlik
görebilecek kimseleri kızdırmamak için, bir deli sıfatiyle konuştuğunu
söylemekle itizar eder, hem de bu sözlerle onlara, delilerin kimseyi incitmeden
doğruyu söylemek hakkına sahip olduklarını anlatmak ister.
Baylar bu parçanın tefsiri
üzerinde istedikleri kadar münakaşa etsinler. Bana gelince, iherkesin takip
ettiği şu büyük, şişman, semiz teologların tefsiriyle kanaat ederim; —
doktorların çoğu, biraz evvelkilerin sözüne dayanarak, bir hakikate
inanmaktansa, bu teologlarla beraber dalâlete düşmeği tercih eder, bütün İbrani
dilleriyle, gerekçeleriyle, lâtinceleriyle birlikte, birincilere birer papağan
nazariye bakarlar. Şimdi bu şanlı doktorlardan biri — adını size
söylemeyeceğim, çünkü bizim küçük allâme teologlar duyarlarsa, onunla alay
etmekten ve Grek atasözü gibi: Rebap çalmak isteyen bir eşek demekten geri
kalmazlar. — Ne diyordum?
Bu büyük doktorlardan biri: Bunu daha az
hikmetle söylüyorum; onlardan daha hakimim, ibaresini, nasıl teologik ve
doktorvari bir tarzda naklediyor, bir işitseniz! 0 bu sözle yeni bir fasıl
yapıyor; sonra —ki buna büyük bir münazara sermayesi lâzımdır — şu tarzda izah
ederek bir bahis ilâve ediyor. Size onun kendi sözlerini hem suri, hem maddi
olarak aynen nakledeceğim: «Bunu daha az
hikmetle söylüyorum; yani kendimi sahte havarilere eş göstermekle size deli
görünüyorsam, kendimi onlara tercih etmekle size çok daha deli görüneceğim.» Şu
da var ki biraz daha aşağıda doktor, ne söylediğini artık bilıniyen bir kimse
gibi birdenbire başka bir mevzua atlıyor.
Lâkin, bir misal çıkarmak
için neden bu kadar zahmet çekmeli?
Bilinmiyor mu ki teologlar, cenneti, yani
kutsal kitapları bir deri gibi sermek hakkına maliktirler?
Kutsal kitabın bazı fıkraları vardır ki,
bunlar veli Paulus’un yazılarında tenakuz halindedirler; hâlbuki alındıkları
yerlerde okunulursa, biribirlerini nakzetmezler. Veli Hieronymos, beş dil bilen
şu büyük doktor, bakınız bu havari hakkında ne anlatıyor: «Veli Paulus,
Atina’da, üzerinde şu kitabe yazılı bir mezbah bulmuş; DİİS ASİÆ, EUROPÆET
AFRİCÆ , DİİS İGNOTLSLET PIEREGRİNİS, Asya’nın, Avrupa’nın, Afrika’nın
Tanrılarına, bilinmeyen ve yabancı Tanrılara; bunu Hristiyan dininin menfaatine
kullanabileceğine hükmetmiş. Maksadına zarar verecek ne varsa hepsini bir yana
bırakarak kitabenin yalnız son kelimelerini: DİİS İGNOTİS, bilinmeyen
Tanrılara, kelimelerini almış, ustalıkla DEO
İGNOTO, bilinmeyen Tanrıya ya tahvil etmiş; bununla Atinalıların
işte bu bilinmeyen Tanrı olduğunu idia ettiği İsâ’ya bir mezbah yaptırdıklarını
kendilerine isbat etmiş. Şüphesiz bu büyük havarinin misaline uyaraktır ki,
'teologlar, bir yerden dört beş kelime, başka bir yerden de dört beş kelime
koparıp atarlar, hattâ kelimeleri menfaatlerine göre değiştirirler ve, önce ve
sonra gelen sözlerle verdikleri mâna arasında hiçbir münasebet olmadığı, hattâ
bunlar birbirlerinin doğrudan doğruya zıddı olduğu halde, elde ettikleri sözü
güvenle naklederler. Bu küstahça nakillerde teologlar o kadar tabiidirler ki,
hukukçular bile onları bu hususta çok kere kıskanmışlardır.
Öyle ya, Grek ata sözünden
ötürü adını söylemek istemediğim şu doktorun veli Lucas’dan bir ibareye, su
ateşin ne kadar zıddı ise Incil’in ruhuna o kadar zıt bir mâna verdiği
görülünce, her şeyde muvaffak olduklarından şüphe edilebilir mi?
Büyük bir tehlike zamanında, bütün iyi
müşterilerin, ellerinden geldiği kadar yardım etmek için patronlarının
etrafında toplandıkları bir zamanda, Mesih, müritlerini beşeri yardımlardan vaz
geçmeleri maksadiyle, onlara giderlerken, dikenlere, taşlara karşı ayaklarını
muhafaza etmek için ayakkabı, yolda yiyip içmek için erzak ve birer kese para
vermediği halde, bir şeyleri noksan olup olmadığını sormuş; havariler, ne elzem
idiyse daima vardı, diye cevap verince, isâ şöyle demiş: Şimdi, küçük yahut
büyük bir torbası olan, onu buraya bıraksın, kılıcı olmayan da kaftanını yahut
gömleğini satıp bir kılıç alsın. Mesih’in bütün mesleği, sırf tatlılığa,
tesamühe, hayatı hakir görmeye dayandığına göre, İlâhi kurtarıcının bu fıkrada
ne demek istediğini herkes açıkça görüyor, değil mi?
Isâ, dünyevi şeylerden ilgilerini kesmeğe
havarilerini o kadar kuvvetle ikna etmek istiyordu ki, onlara yalnız ayakkabıyı
ve parayı yasak etmekle kalmıyor, gömleklerini bile terketmeği emrediyor, ve
bununla onlara, kendilerini Incil’in vaz’ı işine büsbütün vermek için dünyanın
her nimetinden vaz geçmeleri icap ettiğini göstermek istiyordu. İsâ, havarilere
yalnız bir kılıç almalarını tavsiye ediyor; canilerin, baba katillerinin
taşıdıkları cinsten bir kılıç değil, kalbin en gizli köşelerine kadar giren,
orada bütün beşeri ihtirasları kesip, yalnız merhametin hüküm sürmesine müsaade
eden o ruhani kılıcı!
Şimdi bizim hünerli
doktorun bu sözlere nasıl bir biçim verdiğini dinleyiniz: kılıçtan, zulme karkı
kendini müdafaa ıetmek hakkını, torbadan da bol erzak anlıyor; görünüşe göre,
bu mübarek doktor, Mesih’in, düşüncesini değiştirdiğine, havarilerinin pek az
teçhizatla yola çıkmalarından korkarak, nedamet havaları söylemeğe bağladığına
inanıyordu; bu İlâhi kurtarıcı havarilere: Ayıplara, hakaretlere, işkencelere
sabırla tahammül ederseniz bahtiyar olursunuz, demişti. Bununla da zulme karşı
koymağı yasak etmiş, krallığını yırtıcılığa değil tatlılığa vadettiğini hatırlatmıştı.
Mesih'in bu sözleri söylediğini hatırlamadığını mı tahayyül ediyordu?
Sonra havarilerini birer zambak, birer serçe
kuşu gibi temiz gönderenin, bellerine birer kılıç edinmek için — sanki silâhsız
gitmektense çırçıplak gitmelerini tercih edermiş gibi — gömleklerini
satmalarını tavsiye ettiğini nasıl düşünebiliyordu?
Fakat doktor, kılıçtan kuvveti püskürtmeğe
yarıyabilecek her şeyi anladığı gibi, kese kelimesinden de hayatın
ihtiyaçlarını tatmin edebilecek ne varsa onları anlıyor. Böylece, Allah’ın
ruhunun bu tefsircisi, havarileri mızraklar, kılıçlar, yaylar, oklarla silâhlandırıyor
ve çarmıha gerilmiş bir Allahı haber versinler diye, onları bu teçhizatla yola
çıkarıyor. Onları bir misafirhaneden, yemek yemeden çıkmak sıkıntısına maruz
kılmamak için, iyice dolu dağarcıklar, bohçalar, keselerle yüklüyor. Bu büyük
adam şuna dikkat etmemiştir ki, havarilere bu kadar pahalıya satın aldırttığı o
kılıcı Mesih yasak etmiş; havarileri, kılıcı çektiler diye tekdir etmiş, ve onu
gene kınına koymalarını emretmiştir; o düşünmemiştir ki, havarilerin, payenlere
karşı koymak için kılıçla kalkan kullandıkları hiçbir zaman işitilmemiştir.
Üstadları isteseydi, şüphe yok ki bunu yaparlardı.
Kendine karşı duyduğum
büyük saygıdan ötürü adını söyleyemeyeceğim başka bir doktor Grek atasözü bu
adama tatbik edilemez bir gün Hababuk’tan bir fıkrayı:
Turbabuntur pelles terrae
Madian; Median ülkesinin çadırları mahçup olacaklardır, fıkrasını izah ederken,
asıl deri mânasına gelen, ama burada Madianlıların çadırları deriden yapılmış
olduğundan çadır demek olan pelles kelimesinin, canlı canlı derisi soyulmuş olan
veli Bartholomeus’un derisi olarak anlaşılması lâzım gediğini iddia ediyor.
işte size şimdi
kulaklarımla işittiğim bir vaka. Çok defa olduğu gibi geçen gün de bir teologia
tezinin müdafaasında bulunuyordum. Biri, bid’atcıları sağlam muhakemelerle ikna
etmektense, yakmanın daha doğru olacağının, kutsal kitabın hangi fıkrasiyle
isbat edildiğini sordu; teolog kibrini, teolog hodbinliğini bütün kuvvetiyle
yüzünde taşıyanı asık suratlı bir ihtiyar, avazı çıktığı kadar bağırarak şöyle
cevap verdi: «Veli Paulus, hereticum hominem post unam et alteram correptionem
devita, demekle bunu açıkça emretmiştir». Adam hep ayni ibareyi tekrar
ettiğinden, dinleyenlerin çoğu, ne demek istediğini keşfedemeden, hayretle
birbirine bakıyordu. Nihayet fikrini şöyle anlattı: «devita kelimesi, çıkarmak,
tarhetmek mânasına gelen de edatiyle hayat demek olan vita isminden yapılmış
değil mi?
O halde devita’nın mânası, hayattan çıkarmak,
hayattan tarhetmekür. Fıkranın da doğru mânası şudur: Bid’atçi, halini ıslah
etmezse, bir iki ihtardan sonra onun hayatını elinden almak lâzımdır.» Birkaç
dinleyici gülmeğe koyuldu, bazıları bu güzel izaha hayran oldular, bunu
gerçekten teologca buldular. Nihayet, bu muhakemenin kuvveti karşısında boyun
eğmemiş gibi görünen birkaç kişi çıktığından, bizim ince fikirli doktor, bir
kıyas yumurtladı, mesele de itiraz götürmez bir hale girdi: «Şimdi söyliyeceklerimi iyi dinleyiniz, dedi, Maleficum
ne patiaris vivere, Muzır olanı yaşatmayınız diye yazılıdır. İmdi her bid’atçi
muzırdır; o halde bida’tçileri yakınalı.» Bu o halde yi işitince, bütün
dinleyenler teologun yüksek zekâsı karşısında bayrakları indirdiler, onun
tarafına geçtiler. Bu fıkranın yalnız, evvelleri muzır malefici diye umumi bir
tabirle adlandırılan büyücülere, gözbağıcılara, sihirbazlara ait olduğunu ve
bizim doktorun muhakemesini kabul edince, zina edenlerle sarhoşları da yakmak
icap ettiğini düşünen bir tek kişi çıkmadı.
Ama ben de ne deliyim ki
Khrysippos’la Didymos’un bütün ömürlerince yazdıklarından daha fazla cildi
doldurmağa yetecek kadar çok şeyi burada vire anlatıyorum! Ben yalnız şuna
dikkatinizi çekmek istiyordum: Madem ki bütün bu yüksek üstadlar korkmadan bu
kadar çok küstahça nakil ve izahta bulunmuşlar, o halde ben, ancak zavallı bir
teolog olan ben neden mümkün olan en büyük doğrulukla nakil ve zikretmemek
kabahatinden affedilmiyeyim?
Veli Paulus’a dönelim.
Kendinden bahsederken o şöyle der: «Delilere
memnuniyetle tahammül ediyorsunuz.... beni bir deli gibi kabul ediniz.» Başka
bir yerde de şöyle der: «Allahın ağzından sölemiyor,
deli imişim gibi konuşuyorum.... Bizler Mesih’in uğrunda deliyiz! » Bakınız bukadar büyük bir adam beni nasıl
methediyor. Hattâ şöyle söylediği vakit, deliliği pek faydalı, pek lâzım bir
şey olarak tavsiyeye kadar varmış oluyor: «aranızda kendini hakim sanan,
hikmeti bulmak için deliliği kabul etmelidir. Mesih, Emmaus yolu üzerinde
rastladığı iki müridine deli diyor. Ama, daha da şaşılacak şey, Veli Paulus’un,
deliliği Allaha atfetmesidir. Bakınız ne diyor: «Allahın
deliliği, insanların bütün hikmetinden daha değerlidir.»
Fakat, size bukadar şehadet
zikretmekle neden yorulayım?
Mesih, mezamirde, babasına açıkça: Benim
deliliğimi bilinin, demedi mi ki?
Yerinde muhakeme edersek
görürüz ki, Allahlın delileri sevmesi için mükemmel sebepler vardır. Öyle ya,
zannıma kalırsa, İlâhi saray, dünya prensleri saraylarına epeyce benzer. —
Malûm ya, hükümdar saraylarında cahilleri, budalaları, zekâ ve tedbir
sahiplerine tercih ederler. Çünkü bu sonunculara şüpheli ve tehlikeli nazariyle
bakarlar. Onun için, Caesar’in Brutus’tan, Cassius’tan kaçındığını, hâlbuki
şehvetli Antonius’tan korkmadığını, Nero’nun Senecaya tahammül edemediğini,
Tyrannos Dionysios’un az zamanda Platon’a tahammül edememeğe başladığını
görüyoruz. İşte ayni sebepledir ki Mesih, bütün güvenleri kendi hikmetlerine
dayandıran feylesoflardan nefret eder; onları yasak eder. Paulus, şunu
söylemekle, bu iddiamı açıkça isbat ediyor: «Allah,
dünyada deli olanı seçmiştir.... Allah, dünyayı delilikle kurtarmağı münasip
görmüştür». Şüphesiz hikmetle
kurtaramazdı da ondan. Bizzat Allah bunu, peygamber Isa’nın ağzından şöyle
haykırarak: «Hakimlerin hikmetini gaip edeceğim;
basiretlilerin basiretini reddedeceğim»; başka bir yerde de Necat
sırrını hakimlerden saklayıp onu küçüklere, yani delilere, belli ettiğinden dolayı
memnun olduğunu söyliyerek, açıktan açığa ilân ediyor.
Mesihin, hahamlara,
mürailere, din âlimlerine karşı durmadan tazelenen taşkın gazabı ile cahil
halka gösterdiği himayekâr iyiliği bu mânada anlamalı. Hahamlar, mürailer, vay
halinize! diye haykırması, Dünyanın hakimleri, vay halinize! diye haykırmasına
bedel değil mi?
Hakimlere böyle muamele eden bu İlâhi
kurtarıcı, en çok çocukların, kadınların, balıkçıların meclisinden hoşlanırdı.
Kurtarıcının sadeliğe olan
sevgisi, hangi hayvanları seçtiğinde de kendini gösterir. Yer yüzünde yaşayan
bu kadar hayvan cinsi arasında, bilhassa tabıları tilkinin inceliğinden en uzak
olanları tercih etmiştir. 0 ki, en yırtıcı arslana, hiç korkmadan, böğrüne vura
vura, binebilirdi. Kudüs’e tantana ile girişinde kendini taşımak şerefini bir
eşeğe verdi. Kutsal ruh, yer yüzüne bir kartal yahut çaylak şeklinde değil, bir
güvercin şeklinde inmiştir. Kutsal kitap ta, birçok yerinde geyikleri, tayları,
kuzuları saygı ile anar. Zaten Mesih, sonsuz hayata kavuşturacağı insanlara
koyun adını veriyor. Hâlbuki koyun hayvanların en aptalıdır. Aristoteles’e
inanmak caizse, bu ad, Greklerde bir hakaretti, ve alay olsun diye, kalın
kafalılara, ahmaklara, koyun kafalı, derlerdi. Bununla beraber İsa kendine, bu
koyun sürüsünün çobanıyım, diyor. Hattâ bununla da kalmıyor, kendine kuzu
adının verilmesinden hoşlanıyor. Bu Unvanladır ki veli Hanna onu halka şu
sözlerle bildiriyor: Ecce agnus Dei, işte Allahın kuzusu. Apokalypsis de İlâhi
kurtarıcıyı bu hayvanın şeklinde gösteriyor.
Bu kadar şehadet bir araya
gelince, en mübareklerini istisna etmeden bütün insanların deli oldukları isbat
edilmez mi?
Bizzat Mesih, Baba’nın hikmeti olduğu
halde, insanların deliliğini iyi etmek için kendini bir nevi deli etmiş, çünkü
insan tabiatiyle birleşmiş, hulâsa insan olmuştur. İlâhi kurtarıcı, günaha
karşı ilâç bulmak, günahı mahvetmek için, onu (yani günahı) yüklendiği gibi,
deliliği de yüklenmiştir. Peki o, hangi çarelerle günahı mahvetmek istiyor?
Çarmıh deliliği ile, ebleh ve kaba
havarilerle. Bu havarilere de durmadan deliliği tavsiye ediyor. Onları
hikmetten uzaklaştırmağa uğraşıyor; bunun için de onlara nümune olarak,
çocukları, zambağı, hardalı, serçeleri, yani ne aklı, ne sağ duygusu olan ve kendilerini
tabiatın ilcalarına düpedüz, endişe duymadan kaptıran birtakım şeyleri
gösteriyor. Sonra, onlara, prenslerle hâkimlerin huzuruna çıkmadan önce
cevaplarını hazırlamalarını yasak ettiği, istikbalden endişe duymalarını
emrettiği vakit, hikmete güvenmemelerini, fakat herşeyde ona, Mesih’e,
dayanmalarını öğretmiyor mu?
Gene ayni sebeple değil midir ki, büyük
Yaratıcı ilk ana babamıza bilgi ağacının yemişinden tatmağı yasak etti?
Allah, meşum bilginin günün birinde onların
bütün bahtiyarlıklarını zehirliyeceğini önceden tatmağı yasak etti?
Allah, meşum bilginin günün birinde yasak
ederken onun muzır olduğunu, kalbi şişirmeğe yaradığını söylemekle bu
hakikatten pek emin olduğunu gösteriyor. Öyle sanıyorum ki Veli Bernardus,
Şeytan’ın üstünde karar kıldığı dağa İlim Dağı adını, bu büyük havarinin fikrine uyarak
vermiştir.
Fakat işte size, belki pek
hakir görmiyeceğiniz başka bir burhan. Mademki bir hakimde hiç bir zaman
affedilmiyecek kabahatleri delilik işliyor ve her gün affediliyor, o halde
deliliğin gökte büyük bir teveccühe mazhar olması lâzım. Onun içindir ki
hikmetin tesiri ile bir adam herhangi bir saçma yapınça, onu hemen deliliğe
atfeder, bu iyi tanrının himayesi altında kendini cezadan muhafaza eder. Bunun
gibi Harun peygamber de, Adetler kitabında karısının affini şöyle diler «Yarab! Sırf
delilik yüzünden işlediğimiz bu kabahati kerem et de bize yükleme!» der. Şeul Davut’a karşı kendini gene böyle mazur
gösterir ve: «Bir deli gibi hareket etiğim meydanda» ddr. Davut’un kendi de
gazaba gelen rabbini ayni tarzda yatıştırmağa gayret eder ve:«Rabbim,
yalvarırım sana, bu günahı hizmetkârının hesabından sil, çünkü bana onu
işlettiren deliliktir.» diye
haykırır; çünkü Allaha onu affettirecek biricik şeyin, kendi deliliği, cahilli
olduğuna kanidir.
Şimdi de size büsbütün
başka ağırlıkta bir şehadet: İsa, çarmıhta düşmanları için dua ederken: Baba,
onları affet dediği vakit, onları ancak, kabahatlerini cahilliklerine vererek
mazur gorüyor, ve onları affet diyor, çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar. Veli Paulus,
günahlarının affını ayni sebebe atfediyor ve Timotheus’a şöyle yazıyor: «Allah bana merhamet etti, çünkü
imansızlığım, cahilliğimin neticesiydi.?
Bu, çünkü beni harekete
getiren fenalık değil, ancak deliliktir, demekle ayni değil midir?
Ve o çünkü kelimesi, Allah’ın merhametine
ancak deliliğin itibar ve himayesi sayesinde nail olduğuna inandığını açıkça
göstermiyor mu?
Mezamircide bir de ancak şimdi hatırıma gelmiş
olan ve meseleyi fevkalâde güzel teyid eden şu ibare var: «Rabbim! Gençlik’
dalâletleriyle kahilliklerimi lütfet de unut!» Rica ederim, şuna dikkat ediniz
ki, mazeret olarak iki şeyi ileri sürüyor: Umumiyetle sadık arkadaşı olduğum
gençlikle, en iyi dostlarımdan cahilliği. Hem de bu cahilliği ifade etmek için,
deliliğinin bütün genişliğini daha iyi hissettirmek için, onu adeta
fazlalaştıran bir şekil: cahilliklerim, şeklini kullanıyor.
Fakat, bitmez tükenmez
tafsilâta daha fazla girişmeden, bir kelime ile şunu biliniz ki, Hristiyan dini
muayyen bir delilik cinsine tamamen uygun ve hikmete taban tabana zıd
görünüyor. İlkönce, dikkat etmediniz mi ki, çocuklar, kadınlar, avanaklar, dini
törenlerden başkalarından daha ziyade hoşlanıyor ve sırf tabiat insiyakının
tesiriyle onlara gittikçe daha fazla yaklaşıyorlar?
Sonra, Hristiyanlığı kuranlar kimlerdi?
Son derece
sade, edebiyatın ve ilmin en büyük düşmanı kimseler. Hem de dünya yüzünde hiç
bir deli kalbi, dindarlığın sevgisiyle alevlenmiş olanı kadar deli görünüşlü
değildir. Bunlar her tarafa bol bol para saçarlar, hakaretlere sabırla boyun
eğerler, aldatılırlar, dostlarıyla düşmanlarını ayni derecede severler,
şehvetten nefret ederler, ruhlarını oruçlar, göz yaşları, uykusuz geceler,
hakaretlerle doyururlar; hayatı hakir görür, yalnız ölümü isterler; hulâsa,
iz’anın her nevinden o derece vazgeçmişlerdir ki, insan, ruhlarının
bedenlerinden ayrı yaşadığına kolayca inanır. Bu, deli olmak değil de nedir?
Bunun üzerine de havarilerin bazen sarhoş
sanılmasına, hâkim Festus’un Veli Paulus’u bir çılgın sanmasına şaşmalı mı?
Ama mademki muhakemeler
yürütmeğe kalkıştım, devam edeceğim, ve size Hristiyanların o kadar çok zahmet
ve çalışma sayesinde müstahak olmağa çabaladıkları saadetin bile bir nevi
bunaklık, bir nevi delilikten başka bir şey olmadığını göstereceğim. Ama, hemen
isyan edivermeyiniz; sade görünüşlere bakarak hakkımda hüküm vermeyiniz. Yalnız
meseleyi benimle incelemek zahmetine katlanınız.
İlkönce, Hristiyanlarla
Platon’cularda adeta müşterek olan bir esas vardır; o da şudur: bu hayatta
maddenin çamuruna batmış olan ruh, bedenin bağlarıyla bağlıdır; maddeye
bağlılık onu, hakikati görmekten, hakikattan müstefid olmaktan alıkor. İşte
buna dayanarak Platon, felsefeyi, Ölümü düşünmek diye tarif etmiştir; çünkü her
ikisi, yani hem felsefe, hem ölüm ruhu, görünür ve maddi şeylerin üstüne
yükseltir. Hâlbuki bir kimsenin ruhu, bedeninin uzuvları üzerine muntazam
surette tesir ettikçe, o kimse sağ duygulu olarak kabul olunur. Ama ruh,
bağlarını koparıp hürriyete kavuşmağa, mahbesinden kurtulmağa uğraşırsa, o
zaman ona deli derler. Bu hale, tesadüfen bir hastalık yahut uzuvların
bozulması sebep olursa, herkes delilik der. Bununla beraber, bu deliliğe
tutulmuş kimselerin, istikbalden haber verdikleri, dil ve ilimleri öğrenmeden
bildikleri, bütün şahıslarında gerçekten İlâhi bir taraf arzettikleri vakidir.
Bu, şüphesiz ruhun beden bağlarından biraz kurtulunca, tabii melekelerini
işletmeğe başlamasından ileri gelir. Ayni illet, ölüm döşeğinde bulunan
kimseler üzerinde buna benzer tesirler yapar; ölmek üzere bulunan insanlar,
bazen İlâhi bir nefesle dolu imiş gibi harikulade şeyler söylerler. Ama, ruhu
böyle maddi şeylerin üzerine yükselten, dindarlık sevgisi olunca, bu sefer
delilik belki öncekinin büsbütün ayni olmamakla beraber, gene ona çok benzer;
mademki buna tutulmuş birkaç kişinin, başkalarının büsbütün zıddı bir ömür
sürdüğünü gören insan nevi, bunlara kolayca deli ünvanını takar. O zaman,
berikiler de ötekiler de Platon’un mağara efsanesini, o zekice tasarlanmış
efsaneyi gerçekleştirirler. Bu feylesof, içinde zincire vurulmuş insanların
gölge ve görünüşten başka bir şey görmedikleri bir mağara tasavvur ederdi;
insanlardan biri mağaradan kurtulur, gerçekten şeyler görür, sonra gelip
arkadaşlarına şöyle der: «Siz ne bahtsızsınız!
yalnız boş gölgeler görüyorsunuz, bunlardan gayri başka hiç bir şey mevcut
olmadığına inanmakla da büyük bir dalâlete düşüyorsunuz. Gerçekten şeyler bu
mağaranın dışındadır, ben onları biraz önce gördüm.» Bu hakim, bu sözle bahtsızların dalâletlerine,
deliliklerine esef etmekle üzülüp dururken, bunlar da ona deli nazariyle bakar,
onunla alay eder ve onu kovarlar. İşte hayal adamlarıyla sofuların bir tasviri. Sırf duygularla idrak edilen şeylerle meşgul olan
birinciler, bunların dışında başka hiç bir varlık olmadığına inanmağa
meylederler; sofular, bilâkis, madde ile ilgisi olan ne varsa hakir görür,
ruhlarını görünmez ve ruhi varlıkların temaşasına yükseltirler. Hayat
adamları ilkönce servet toplamağı, sonra bedenlerinin ihtiyaçlarını düşünürler;
ancak ondan sonra ruhları akıllarına gelir. O da ancak bir ruha sahip
olduklarına inanıyorlarsa. Ötekiler, bunun büsbütün aksine hareket ederler.
İlkönce, varlıkların hepsinin en basiti olan Allaha karşı ödevlerini yerine
getirmeğe ellerinden gelen gayretle çabalarlar; sonra ruhlarını düşünürler,
çünkü ruh, yaradılmış varlıklar arasında Allahla en çok ilgisi olandır; bu
kimseler bedenlerine bakmağı tamamen ihmal ederler; parayı, çamurmuş gibi hakir
görür, para görür görmez derhal kaçar, şayet hazan ona dokunmağa mecbur
olurlarsa, o zaman son derece büyük bir tiksinme ve iğrenme duyarlar; zira,
Incil’de dendiği gibi: onlarda varlık, yokluk gibidir; onlar, sahip
değilmiş gibi sahiptirler.
Hayat adamlarıyla sofular
arasındaki bu fark, hayatlarının bütün amellerinde görülür. Her ne kadar ruh
melekelerinin hepsi beden uzuvlarına tabi iseler de, bunlar arasında, işitme,
görme, dokunma, tatma, koku alma gibi madde ile bağları daha sıkı olanların
yanında, hafıza, idrak, irade gibi, görünüşe göre, bağları çok daha gevşek
olanları da vardır. Ruh, melekelerinin kâh bu kâh o nevini azçok
kullandığından, azçok maddeye tâbidir. Sofular, maddenin üstüne yükselmek için
ellerinden geleni yapmakla cisimlerden gelen intibalar karşısında duygusuz ve
avanak gibidirler. İşte bunun için, bazı mübarek şahsiyetlerin farkına varmadan
şarap yerine yağ içtiklerini işitiriz. Hayat adamlarında, tamamen aksi: madde
onlara çok tesir eder, ruh ise epeyce az!
İhtiraslar arasında
büsbütün cismani diyebileceklerimiz vardır; meselâ aşk, açlık, susuzluk, uyku,
hiddet, kibir, kıskançlık gibi. Sofular onlara karşı sürekle savaşırlar; hayat
adamları ise, bilakis, onlarsız yaşanamayacağına inanırlar. Sonra, ruhla beden
arasında, ikisinin ortasında duran ve bize tabiat tarafından ilham edilmiş gibi
görünen ihtiraslar da vardır, meselâ vatan sevgisi, baba şefkati, evlâd
muhabbeti, dostluk gibi. Cemiyet adamları bütün bu ihtiraslara biraz kıymet
verirler, ama sofular bunları da kalplerinden söküp atmak için ellerinden
geleni yapar, yahut hiç olmazsa bunlarda ancak en ruhani olan tarafları
muhafaza ederler. Meselâ bir sofu babasını, babasıdır diye sevmez çünkü bu
itibarla ondan ancak bedenini almıştır;
O bedeni de herkesin babası
Allah’a borçludur hayrsever bir insan olduğu için, babasında en büyük hayr
olarak gördüğü ve kendince sevgilerin, arzuların biricik mevzuu en yüksek
zekâyı bulduğu için sever. Hayatın bütün öteki ödevlerinde sofularda kaide işte
budur. Görülür şeyler arasında büsbütün hakir görmedikleri bulunursa da,
bunların herhalde ruhani ve görünmez şeylerden çok aşağı olduklarına inanırlar.
Sofular, dini sırlarda ve
hattâ başka dini ödevlerde biribirinden ayrı bir madde ile bir ruh görüyorlar.
Meselâ, perhizin et yememek ve akşam yemeği yemeden gidip yatmaktan ibaret
olduğuna hayat adamları gibi inanmıyorlar; bilâkis, diyorlar ki perhizin ruhu,
ayni zamanda ihtiraslarına eziyet etmek, kendini hiddete daha az kaptırmak,
tefahur ve kibirle daha az kabarmış olmak için elinden geleni yapmaktan
ibarettir; maksat da ruhun, maddenin ağırlığı altında ezilmeyip asümani şeyleri
bilmek ve tatmak için daha büyük bir kuvvetle yukarılara yükselebilmesidir.
Onlar şöyle derler: «Missa törenleri büsbütün hakir görülecek şeyler değillerse
de, pek faydalı da değildirler; hattâ ruh, yani idrak edilebilir işaretlerle
temsil olunan varlık olmazsa, mazarratlı da olabilirler. İmdi, işaretlerin
temsil ettiği, Mesihin ölümüdür. Hristiyanlar da, yeni bir bayata doğmak için,
kendi aralarında birleştikleri gibi, Isâ ile de birleşerek, İlâhi kuratrıcının
emri altında bir tek beden teşkil etmek için, ihtiraslarını bendetmek, onları
öldürmek, gömmek suretiyle Mesihin ölümünü taklit etmelidirler». İşte sofuların
hayatı ve düşünceleri. Hayat adamları büsbütün başka türlü düşünürler. Onlarca
Missa, mihrabın pek yakınında durmak, rahibin telâffuz ettiği kelimeleri
işitmek, onun başlangıçtan sona kadar yaptığı bütün küçük törenlere bakmaktan
ibarettir. Hulâsa, sofu adam, maddi ve idraki mümkün şeylerden, yalnız
anlattığım misallerde değil, fakat bütün ömründe uzaklaşır ve bu suretle ölmez,
ruhi ve görülmez şeylere yükselmek ister. Madem ki hayat adamlarıyla sofular
her işte biribirlerine bu kadar zıd tarzda hareket ederler, o halde
biribirlerine deli nazariyle bakmaları da tabiidir. Bence bu ünvana en lâyık
olanlar, sofulardır. Ben size, erişmek istedikleri en yüksek hayrın delilik
olduğunu, vadettiğim gibi isbat edersem, bunu teslim edersiniz.
Şuna dikkat ediniz ki,
Platon, âşıkların deliliği, bütün deliliklerin en tatlısıdır, dediği vakit
zihninden buna aşağı yukarı benzer bir şey geçiriyordu. Öyle ya, Şiddetle
seven, artık kendi içinde değil, sevdiğinin içinde yaşar; hem de bu sevgiliye
bağlanmak için kendinden ne kadar uzaklaşırsa, sevincinin, bahtiyarlığının o
nisbette çoğaldığını hisseder. Pekâlâ, bir adamın ruhu, maddenin üstüne
yükselip, hezeyan etmek üzere, bedeninden çıkıyormuş gibi olursa, o adanı deli
değildir de nedir?
Yoksa bu bayağı tâbirlerin ne mânası olurdu:
Kendinden geçmiş Kendine gel...
Kendine geldi... Sonra, aşk ne kadar mükemmelse, delilik o derece büyük,
bahtiyarlık o derece bellidir. İşte şimdi bakınız, sofuların bukadar hararetle
peşinden koşup ah çektikleri o asümani saadet neden ibarettir. Ruh maddeyi
yendikten sonra onu içine garkedecek ve kendi tabiatına eş bir hale sokacaktır.
Bu ona pek güç gelmiyecek, bilhassa, zavallı beden oruçlarla, riyazetlerle ve
daha başka dindarca eziyetlerle iyi hazırlanmış olursa... Sonra bu ruh ta,
kendinden sonsuz derecede daha kuvvetli, daha kudretli olan en yüksek ruh
tarafından bel’edilecektir. Öyle ki, büsbütün kendinden geçmiş olan insan, bu
mesut boşlukla mesut olacak ve bütün varlıkları çeken o en yüksek hayrın huzurunun
verdiği, sözle tasvir edilmez hazzı tadacaktır.
Bu saadetin, ancak
bedenlerle ruhların şanla dolu birleşmesi ânında başlaması lâzım gelir; bununla
beraber, sofuların ömrü bu asümani hayatın tasviri ve sürekli surette
düşünülmesi olduğundan, onlar daha yeryüzünde iken, görecekleri nefis mükâfatın
tadını biraz tadarlar. Bu, gerçekten, sonsuz saadet pınarının, o pek büyük
pınarın, ancak gayet küçük bir damlasıdır; ama bu küçücük damla, küçüklüğüne
rağmen, duyguların bütün hazlarıyla bütün beşeri hazların topunu birden sonsuz
derecede aşar.
— İşte,
ruhi hazlar beden hazlarını bu derece geçerler; görülmeyen hayırlar, görülen
hayırlara bu kadar üstündürler! Peygamber, velilere şu sözleriyle böyle bir
saadeti vaadetmiştir: Rabbin, onu sevenlere hazırladığı hazları, göz hiç
görmemiş, kulak hiç işitmemiş, insan kalbi hiç hissetmemiştir. Doğru insanların daha dünyada
iken tutuldukları delilik nevi işte böyledir; bu bahtiyar delilik, öbür hayata
geçtikleri vakit ellerinden alınmak şöyle dursun, bilâkis mükemmelleşecek ve
sonsuz saadet denen o en yüksek delilik olacaktır. Doğruların
dünyada tattıkları bu küçük delilik damlası, ona sahip olmak bahtiyarlığında
bulunan tek tük velilerde açıkça görülür. Bunlar, aralarında hiç bir bağ
bulunmayan, insanların alelâde dilleriyle ilgisi olmayan sözler söylerler;
ağızları mânadan mahrum sesler çıkarır; yüzleri de bir lâhzada binbir türlü
şekil değiştirir. Kâh uyanık ve neşeli, kâh gamlı ve düşüktürler; şu ânda
ağlarlarsa, biraz sonra güler, içlerini çekerler; hulâsa kendilerinden büsbütün
geçmiştirler. Kendilerine gelince, nereden geldiklerini bilmezler, bedenlerinin
içinde olup olmadıklarını, uyuyup uyumadıklarını bilmezler; gördüklerini,
işittiklerini, dediklerini, yaptıklarını unutmuşlardır; kendilerinde bir fikir
kalmışsa, o da geçici bir hayalin, uyanınca uçup giden tatlı bir rüyanın
hafızada bıraktığı karışık intibaa benzer. Kati olarak ileri sürebilecekleri
biricik şey, bu şehvetli delilik sürdüğü müddetçe pek bahtiyar olduklarıdır.
Onun için zavallı sağ duygularına geri döndüklerinden dolayı esef ederler; ve
temennilerinin en hararetlisi, bu mesut deliliğin nefis vecitleri içinde ebede
kadar yaşamaktır.
Nefis mükâfatın önceden
biraz tadılan tadı işte bundan ibarettir.
Aman, size sözlerimi
bitirmeği vaadettiğimi az kalsın unutuyordum. Sonra, fazla gevezelik ettiğimi
yahut ağzımdan biraz aşırı bir çılgınlık çıktığını düşünürseniz, lütfen
unutmayınız ki Delilik, yani bir kadın konuşuyor. Hem şu Grek ata sözünü de
hatırlayınız: Bir
deli bazen iyi şeyler de söyler. Meğer ki siz kadınların bu umumi kaideye bir
istisna teşkil ettiklerini düşünesiniz.
Görüyorum ki bir hâteme
bekliyorsunuz; eğer burada size söylediğim bütün gevezelikleri hatırladığımı
sanırsanız, gerçekten pek yanılırsınız. Grekler eskiden: Hafızası fazla iyi
olun davetliden nefret ederim, derlerdi; ben de size şimdi: Her şeyi hatırlayan
bir dinleyiciden nefret ederim, diyorum. Elveda, Deliliğin yüksek ve aziz
dostları; beni alkışlayınız; size sıhhat ve güzel eğlenceler dilerim.
Deliliğe
Methiye, Thibaut de Laveaux’nın 1780 de Basel’de çıkarttığı Fransızca
tercümenin, Armand Hoog tarafından tashih edilmiş metninden dilimize çevrilmiş
ve Almanca tercümesiyle karşılaştırılmıştır.
Kaynak: E R A S M U S,
DELİLİĞE METHİYE, Nusret HIZIR , Milli Eğitim Vakfı,MAARİF MATBAASI — 1941
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar