“ERDEMLİ TOPLUM VE DÜŞMANLARI”- İlhan KUTLUER
Ülkemizin birçok düşünen
kafası ilm-i siyasetin konulasılarına iyice dalmış görünüyor. Devlet, rejim,
ideoloji, sivil toplum, özgür birey kavramları sürekli gündemde ve çeşitli
fikrî kesimler bu kavramları kendine göre tanımlama, kendi yönlendirici ana
fikirleri doğrultusunda kabul edilebilir ve anlamlı bir teoriye veya projeye
dönüştürme peşinde. Türkiye’de hukukî ve siyasî reform talebi uluslararası
konjonktürün de dayatmasıyla çok belirgin hale gelmiş durumda. Zihinleri Batı
düşüncesiyle meşbû [doymuş] durumda olanlar da, çağdaş bir İslâm düşünce
söylemi geliştirmek isteyenler de kendilerine göre bu talebin muhtevasını
şekillendirmek, belli bir telaffuza kavuşturmak istiyor.
Bizim
delikanlılığımızda 68 kuşağının dünyayı değiştirme tutkusundan artakalan
saiklerin de yardımıyla “rejim” değişikliği öneren ve bu öneriyi daha ziyade
dayatıcı yöntemlerle sıcak tutmaya çalışan ideolojiler modaydı. Millî
(national) devlet, güçlü iktidar; ya devlet başa ya kuzgun leşe sloganlarına
devlet-merkezli bir sosyalizme veya yerine göre komünizme sevkedici devrim
çığlıkları karışıyor; bütün bu hercümerc içinde “İslâm devleti” haykırışları da
kendini duyurmak istiyordu. Bu ideolojiler içinde demokratik liberalizme
dayalı, ferdin yeniden keşfi fikrinden hareket eden, mutlak özgürlükleri
vurgulayıcı temalar yok gibiydi. —Bağımsızlık temasının sıkça işlenmesine
rağmen— vurgulanan şey özgürlükten çok sorumluluk idi. Yer yer çığrından
çıkarılan yaygın bir ödev duygusu, idealler uğruna her türlü fedakârlığa
katlanma tavrı, baskın bir “ethik” bilinç, rejimin değişmesiyle herşeyin
düzeleceği inancını pekiştirmekteydi. Aslında rejimi değiştirmek, bir şekilde devleti ele
geçirmekle aşağı yukarı aynı anlama geliyor; devlet yalnızca yönetenlerin
kullanma imtiyazında olduğu bir “güç” (kudret/iktidar) olarak bir kez ele
geçirildiğinde toplumda sağlanması düşünülen değişmenin bilinen geleneğe uygun
olarak tepeden inme gerçekleştirilebileceği tasarlanıyordu. Devlet öngörülen değişmeyi sağlayacak biricik
imkândı. Yönetilecek insanların neyi nasıl düşündüğü önemli değildi. Devleti
ele geçirenler yeniden şekillendirilen ama gücü kaçınılmaz olarak daha da
arttırılacak olan bu aygıtın “emir âlemi”nden buyruklarını yollayacak ve toplum
değişmek zorunda kalacaktı. Belli bir yönde değişmeye direnen güçler ise yine
devlet marifetiyle uslandırılacaklardı. Ancak ideolojik ortamın iyice ısınan
mekanizmi, devletin “gadabî” güçlerince kırıldı ve 80’li yıllara girdik.
Bu tecrübeyi yaşayan
aydınlar devlet ve rejim kavramları yanında asker kavramını da popüler hale
getirdiler. Yaygın kabul gören eğilim askerî inisiyatiflerden arındırılmış,
gücünü tamamen sivil toplum örgütlenişinden alan, siyasal toplumun belli
alanlardaki gücünün azaltıldığı bir projeye doğruydu. Gerçi Kemalist aydınlar
çoğu kere karınlarından konuşarak istenmeyen sivil gelişmelerin yine “zinde
güçler” teriminde ifadesini bulduğu şekliyle genelde devlet, özelde asker
marifetiyle engellenmesi gerektiği düşüncesindeydiler ama terazinin ağır basan
kefesinde sivil toplum fikriyatı bulunuyordu. Liberal fikir ve uygulamalar da
doğrusu terazinin bu tarafının ağır basmasına ciddî katkılarda bulundu—ve iş
90’lı yılların meşhur II. Cumhuriyet tartışmalarına kadar uzadı.
Sivil toplum arayışları
devletin temellerini daha demokratik esaslara bağlamak, onu gerçekten insan
haklarına dayalı mutlak bir hukuk devleti haline getirmek, siyasi toplumun
yalnızca meşruiyetini sağlamakla kalmayıp sürekliliğini mümkün ve anlamlı kılan
ilkeleri halkın tercih ve desteğinde aramak, nihayet halkın yönetime iştirakini
pekiştirip yöneten-yönetilen ilişkisini bir ikilem olmaktan çıkarmak gibi
temalara yönelirken askerî kesimin inisiyatifi de sorgulandı. Özellikle 12
Eylül’de mağdur duruma düşmüş siyasî liderler, ortalık yatıştıkça, halkın
oyuyla işbaşına gelmiş meclis ve hükümeti anayasayla birlikte lağveden bu
inisiyatifi her fırsatta sorgulamayı sürdürdü. Bunlar da sivil toplum
arayışlarına ivme kazandırdı. Hatta denilebilir ki bu arayış “politik” bir
bilinç halini aldı ve değişim taleplerini daha belirgin şekilde yönlendirmeye
başladı.
Türkiye’nin geleceğine
oynamanın örgütlü sivil demokratik mücadeleden geçtiğine inanan her kesim
—müslümanlar da dahil— halkın tercihlerinin belirleyiciliğini zımnen veya
açıkça zaten benimsemiş olduğundan “oyunun kuralları”na uygun tavırlar
geliştirmeyi sürdürdüler. Benim müşahedeme göre 90’lı yıllarla bu kesimlerin
“halk gerçeği”ni daha fazla nazarı itibara aldıkları bir döneme girilmiş oldu.
Bütün kesimler bakımından hakikatin zihinlerde ve vicdanlarda muhafaza edilen
asıl ölçülerine halkın eğilimleri, yönelişleri, tercihleri ve nihayet “onayı”
daha bir iştirak ettirilmiş oldu. Zaten demokrat olmanın kendiliğinden
felsefesi, hakikatin ölçüsünün halk olduğu, daha doğrusu halkın sağduyusu (common sense)
denilen şeyin, “çoğunluğun” yönelişinde bir şekilde tezahür edeceği ve bu
sağduyunun eninde sonunda doğruyu bulacağı şeklinde ifade edilebilecek olan
psikolojik ilkeye dayanır.
Günümüzde daha bir
canlılık ve neşve kazanan sivil toplum tartışmaları Müslümanların da gündemine
girdi. Demokrasinin dayandığı “çoğunluk” ilkesinin âdeta postmodern bir
eğilimle “çoğulculuk” ilkesine dönüştürüldüğüne tanık olduğumuz şu günlerde
“çoklukta birlik” denilen zor formülün nasıl gerçekleştirileceği meselesi
müslüman fikir erbabını da epeyi meşgul ediyor.
Özellikle 80’li
yıllardan beri bazı solcu aydınların Müslümanlara yönelttiği “Müslümanlar
gelince kesecek mi?” sorusu, kendisini bu lslamofobiyi zihinlerden izale etmek
zorunda hisseden bazı Müslümanları haklı olarak çoğulculuk fikrinin esasen
İslâm’ın toplum projesinde yer aldığı temasını işlemeye yöneltti.
Değişim talebinin âdeta
mutlaklaştırıldığı ve neredeyse kendisi için istendiği durumlarda değişmenin
“tarzı”, “yönü” ve “saikleri” konusunun tabiatıyla önem kazanacağı izahtan
vârestedir. Sivil toplum retoriği içinde yer alan tartışmacılar, değişmenin
anlam kazandığı bu vecheleleri meselenin özüne yerleştirmelidirler. Aksi
takdirde ortaya öyle bir çoğulcu demokrasi korosu çıkar ki, netice, değişme taleplerinin
giderek mütecanisleştiği anlamsız seslerden ibaret kalır; bu mütecanis sivil
toplum arayışları, isterse ülkedeki insanları değişmeden yana
olanlar/olmayanlar diye ayırıyor olsun, esasen böyle bir ayırımı elverişsiz
kılacak kadar herkesin felsefî olarak kabullendiği (veya kabullenmiş göründüğü)
bir “hiss-i müşterek’e kendiliğinden yönelmiş olur. Bütün çoğul farklılıklar bu
formel gaye içinde erir; geriye tek bir hedef kalır: Demokrasimizi Batının
aktüel standartları seviyesine; çoğulcu, laik, sivil, örgütlü,
yöneten-yönetilen ikileminin şeffaf bir ortamda eritildiği, kabul edilmiş olan
hukukun üstünlüğüne dayalı bir demokrasi seviyesine ulaştırmak.
Böyle formel bir ortak
hedefin tamamıyla muhtevadan yoksun olduğunun söylenemeyeceği bir tarafa, çağdaş
İslâm düşüncesinin insanlığın sorunlarının çözümüne bulunması gereken asıl
katkının gözardı edilmesine yol açabileceği belirtilebilir. Bu katkı herhalde
Batı medeniyetinin aktüel standartlarına ivme kazandırmaktan çok, modern
dünyanın bunalımlarının kökenini işaretle, isabetli teşhislerde bulunmak ve
tedaviyi öz-değerler sistemimizde aramak olmalıdır.
Liberalist felsefenin
Pragmatizmle birlikte ciddî bir teorik zafer kazandığı ülkemizde “değerler”
planının uğradığı tahribatın, hangi tarzda, hangi yönde ve hangi saiklerle
gerçekleşecek bir değişimle giderilebileceği sorusu anlamlıdır. Liberalizmin
getirdiği özgürlük ortamında ortaya atılan fikirlerin, Pragmatizmin ileri
aşaması olan “Enstrümantalizm”in elinde muhteva ve etkiden yoksun bir
“enstrüman” haline getirilebileceği ve/veya getirilebildiği düşünülmelidir.
70’li yıllardan boşuna
sözetmedim. Toplumcu rejim değişikliği talebinin toplumun dinamik bir kesimi
tarafından bayraklaştırıldığı dönemde bazı Müslümanlar, basbayağı sosyalist bir
jargona sahipti. Toplumcu
İslâm devleti projeleri pek revaçtaydı. Telaffuz edilişi reddedilse de
neredeyse bir tür İslâmî Sosyalizm’den söz ediliyordu. Sivil toplum diye birşey
yoktu; ümmet yoktu; devlet vardı.
Şimdi ise Liberalizmin
devlet ve özgürlük kavramlarına getirdiği tanımlar Müslüman düşünce
çevrelerinde pek revaçtadır. Gerçi bütün kesimler bakımından üç aşağı beş
yukarı durum böyledir (üç aşağısı ile beş yukarısı dışında her kesimin
—liberallerin deyimiyle— dinazorları yer alır) ama bu tanımların İslâm hakkında
düşünceler beyan eden ve etmeye başlayan çevrelerdeki yansıması çok daha ilginç
olmuştur. Düşünce özgürlüğü dinde reform ihtiyacının vurgulanmasına, inanç
özgürlüğü laikliğin İslâmî bir ilke olduğu iddiasına, teşebbüs özgürlüğü ise
İslâmî Kapitalizm kavramının zımnen meşrulaştırılmasına varabilecek eğilimlere
zemin hazırlamaktadır. Oysa ilk iki özgürlüğün, liberal ekonominin üknûmu
[Asıl, unsur] olan teşebbüs özgürlüğünün mutlaklaştırılmasına yarayan birer
“enstrüman” oldukları ortadadır. Hey gidi İslâmî
Devletçilik, hey gidi İslâmî Toplumculuk hey!.
İmdi, değişim ve onu
talep etme hassas bir konu. Bir kere bu kavramı bütün tan, yön ve saiklerinde
soyutlayarak mutlaklaştırmak, sosyolojinin “toplumun en değişmez yasası toplumsal
değişme yasasıdır” formülüyle dayattığı birşeydir. Değişme kendisi
için talep edilemez. Hele hele modernist ilerleme inancının gizli/açık bir
yansıması olarak doktriner bir sorgulamaya iyiden iyiye muhtaç bir kavramdır
değişme. Ancak konu bu değil; asıl dikkat çekmek istediğimiz şey, arzu edilen
değişmenin “paradigma-içi” normal istihalelerden ibaret olup olmadığı ve bu
değişmenin eninde sonunda nereye varacağı, kimlere yarayacağı meselesidir.
Bütün Müslümanlar kabul
eder ki, değişim hakikî, sâbit ve evrensel değerlere “doğru” ise anlamlıdır.
Değişmenin başkalarının çizdiği çerçeveler içine hapsolarak, başkalarının
kavramlarıyla (kelimeleriyle değil), başkalarının hedef ve ideallerine doğru,
başkalarının realitesini pekiştirici tarzda bayraklaştırılması ve sorgulanamaz
bir felsefî üknûm haline getirilmesi durumunda veyl o değişim talebine! Şunu
açıklıkla belirtmek istiyorum: Toplumumuzda
modernizmin kazandığı, gebelere çocuğunu düşürtecek o korkunç sürat, istim
kazanlarını patlatır seviyedeyken artık asıl önemli olan hakikî, sabit ve
evrensel değerlere toplumda sebat ve işlerlik kazandırmaktır. Ayrıca muhasebesi
doğru yapılmamış bir değişim talebiyle leğendeki kirli suyu dökerken bebeği de
fırlatma tehlikesi söz konusudur.
Bunca
kelâmı niye ettin diyecekseniz toparlayayım: Demokrasi mücadelesi
ve/veya demokratik mücadele için stratejiler üretmek bambaşka bir konudur ve
tanım gereği “stratejiktir”. Ancak problemin özü
Popperyen “Açık Toplum”u savunmak “ve Düşmanlarını” etkisiz hale getirmeye
çalışmak değildir; mesele “Erdemli Toplum”u oluşturmak “ve Düşmanlarıyla
mücadele etmektir. Değişim tarzlarından hangisini talep ettiğimiz hususunu
zihnimizde netleştirmeden bu konuda anlamlı bir tavır almak ise zor görünüyor.
Sh:21-26
Antik Yunan
medeniyetindeki köklerine dönerek, semavî olana sırt çevirişini Yeniden Doğuş
olarak isimlendiren Batı zihniyeti, Fransız devriminin hercümercini de
yaşadıktan sonra sanayi devrimini gerçekleştirdi. 19. yüzyılın sonlarına doğru
kavram dünyası sihirli bir kelimeyle çınladı: Evrim. Tabiat, tarih ve bilincin
algılanışında yaşanan sarsıcı değişikliklerin ifadesiydi bu kelime. Herbert
Spencer organizmacı bir “sosyal evrim” fikri ortaya atarak toplumun ve
kültürlerin basitten karmaşığa doğru, artan bir farklılaşmayla geliştiğini
ileri sürdü. Bu evrim anlayışında sosyal yapıların daha mükemmele doğru zorunlu
olarak nasıl ilerlediği açıklanmaya çalışılıyordu. Daha önce August Comte
Pozitivizminin ünlü “üç hal kanunu”nuyla, bu sosyal evrim fikri için gerekli
bir kaziyye-i muhkeme(!) olarak ilerleme inancı, açıkça bir kateşizm tarzında
ortaya konmuştu. Spencer’i okuyarak onun düşüncelerinden “en güçlü olan
hayatta kalır” hipotezini ödünç alan Darwin, evrim fikrini tabiatın
biyolojik süreçlerine tatbik etti. Spencer’le başlayan evrimci gelenekte nicel
plandaki değişme vurgulanıyordu. Bergson bu tür bir evrim anlayışını fazla
mekanik ve maddî bularak “yaratıcı evrim” fikriyle asıl evrimin nitel
değişmeler ile gerçekleştiğini öne sürdü; insana ait evrimi rûhî planda ele
alıp ileri adımların sezgi ile atılabileceğini, zihnin ise sonuçta alet yapmaya
yarayan basit bir analiz aracı olduğunu savundu. Spencer’in aksine Bergson için
gelişme yaratıcı bir karakter taşımaktaydı ve fizikî nedenlerle açıklanamazdı.
Onun izinden yürüyen Teilhard de Chardin evrim fikrine teolojik-kozmolojik bir
karakter kazandırarak bu akışın tanrısal bir plana göre gerçekleştiğini
savundu.
Zamanın
mutlaklaştırılarak tarih, bilinç ve tabiat üzerinde hükmünü icra eden
kanunlarıyla bir özne şeklinde kavranıp evrim fikrinde somutlaşması, insanın
manevî tercihlerine veya Tanrı’nın iradesine bir yer arama çabalarına rağmen,
özündeki “dehrî” karakterini sürdürdü. Evrim’in bizâtihî kanun oluşu ve
kendiliğindenliği daima vurgulandı. Tabiatın inkâr edilmez sürekliliği, tarihin
karşı konmaz ilerleyişi, insan zihninin tabiat ve tarihle zorunlu
alışverişinden doğan gelişmesi başlıca temalar olarak işlendi. Bu anlayıştan
seküler bir din halinde evrimci Hümanizm doğdu. Değişmeyi tahrik eden herşeyin
iyi, onu engelleyen veya geciktiren herşeyin kötü olduğu düşünülmeye başlandı.
Manevî ve ahlâkî değerlerin evrim geçirdiği (geçirmesi gerektiği) telakkisi de
fıtrat kavramının terkedilmesine yol açtı.
Değişmenin temel
tarzının evrim olduğu iddiası Marksizm tarafından kaba ve/veya metafizik ilan
edilerek devrim kavramı vurgulandı, ancak evrim kavramı dışlanmadı. Buna göre
devrim, evrimin zorunlu sonucuydu. Evrimin niceliksel birikim sağladığını
söyleyen evrimciler haklıydı, ama onu mutlaklaştırırken haksızdı. Evrimin
sağladığı nicel birikim tarihsel ve toplumsal şartları öyle bir noktaya
ulaştırıyordu ki orada bir sıçrama oluyor ve nitel bir değişme meydana
geliyordu. Bu ânî sıçramanın adı devrimdi ve Evrimciliğin de iddia ettiği gibi
tarih ve toplumun yürüyüşünde ‘ileri’ ve mükemmel bir aşamayı işaret ediyordu.
Azar azar gelişen nicel birikim birden bire ve köklü bir devrime yol açıyor,
yeni eskiyi köklü biçimde yıkarak ama onun bazı sağlam yanlarını içererek
diyalektik bir ilerleme, sarmal bir gelişme sağlanıyordu.
Marks’ın daha ziyade
toplumsal, Lenin’inse siyasal boyuta ağırlık vererek formüle ettiği devrimci
teoriler, yalnızca devrimin mahiyeti hakkındaki açıklamalardan ibaret değildi;
devrimin nasıl gerçekleşeceğini de tespit ediyordu. Tarihsel ve toplumsal
şartlar objektif bir kanunluluğun hükmüne tabi olduğuna göre öndenebilirdi; bu
yüzden de ‘ne yapmalı’ sorusu anlamlıydı. Söz konusu şartlar silahsız veya
silahlı mücedele şekillerini de belirliyordu; çünkü bilinç ve iradeyi
belirlemekteydi. Lenin, devrimi gerçekleştirecek objektif şartları “parti”
olgusuyla sübjektifleştirerek devlete el koyma iradesi olarak tanımladı
devrimci bilinci.
Bugün birçok insan
üretim tarzındaki ânî ve köklü değişmeleri (endüstri devrimi, teknoloji
devrimi), sosyal, entellektüel ve kültürel hayattaki ânî değişmeleri (bilimsel
devrim, kültür devrimi) evrim mi yoksa devrim olarak mı değerlendirmek
gerektiğinden pek emin değildir. Fakat politik ve sosyal sistemdeki ânî ve
köklü değişmeleri (Fransız devrimi, Rus devrimi) devrim olarak kavramak
hususunda bir tereddüt yoktur. Marksist teorinin
dayandığı diyalektik ve tarihsel materyalizm ise “tez-antitez-sentez”, “alt
yapının belirlediği üst yapı” ve “nicel birikimin nitel sıçramaya yol açması”
gibi kavramlarla evrim ve devrim süreçlerini daha açık seçik yorumlamayı başarmıştır.
Görüldüğü üzere evrim ve
devrim kavramları Batıda putlaştırılan ve kendisi için istenen değişimin hangi
tarzlarda gerçekleştiği ve/veya gerçekleşmesi gerektiği konusunda getirilen ve
aslında biri diğerinden çıkmış açıklama biçimleridir.
Bu açıklama biçimleri
İslâm dünyasında da Batılı fikriyatla girişilen temasın o veya bu nisbetteki
sonuçları olarak çağdaş müslüman düşünürlerin bazılarını etkilemiştir. Biz bu
etkinin tezahürlerini incelemek niyetinde değiliz. Amacımız İslâm düşüncesinin
dayanması gereken değişme ilkesinin hem özgün (öze uygun) hem de çağdaş bir
ifadesi üzerinde yeniden yoğunlaşmak, diriliş kavramını vurgulamaktır. Günümüzün büyük
fikir, sanat ve siyaset adamı SEZAİ KARAKOÇ’un formüle ettiği bu kavram
özgündür, çünkü esas itibariyle İslâm’ın kutsal metni ve tarihî uygulamalarının
özünden çıkarılmıştır. Çağdaştır, çünkü yirminci yüzyıla damgasını vurmuş olan
iki değişme teorisiyle hesaplaşma içindedir.
Her
şeyden önce İslâm, Allah’ın “bir toplum nefsinde olanı değiştirmedikçe o toplumda
bir değişiklik yaratmayacağı” mesajını vererek değişmeyi rûhî bir ilkeye
bağlamıştır. Bunu
toplumun ruhunda ve zihniyet dünyasında ne varsa aktüel gerçeğinde o vardır
şeklinde de anlayabiliriz. Yani bir toplumun (medeniyetin) içinde bulunduğu
şartlar sahip olduğu zihniyetin sonucudur. Batının ve çağdaş müslümanların
içinde bulunduğu şartlar da ruh durumlarının ve zihniyet dünyalarının sonucu.
Batı medeniyeti çok ciddi bir kriz içindeyse sahip olduğu zihniyet
nedeniyledir. Müslümanlar bîçâre, güçsüz ve dağınık ise rûhî nitelikleri ile
herşeye rağmen hâlâ varolabilmelerinin sebebi olan İslâm arasındaki uçurum
nedeniyledir. Batı rûhî şartlarını ve zihniyet dünyasını köklü şekilde
değiştirmediçe, evrim ya da devrim, hangi değişim tarzıyla kendini kandırırsa kandırsın
iyi, güzel ve doğru, kısaca hakikat istikametinde hakikî bir değişiklik
sağlamayacak, attığı hiçbir adım onu içine düştüğü çıkmazdan kurtaramayacaktır.
Zulmet içindeki bir ruh, Varlık ve Hakikat’ın Nuruna yönelmedikçe nasıl
değişecek, neyi değiştirecektir? Bu haliyle durmadan yeniden ve yeniden formüle
ettiği hangi kuram, kural ve kurum, asıl gerekli ve anlamlı değişmeyi
sağlayacaktır? Ve onun peşine takılmış, zihniyet dünyasını ona ayarlamış
müslüman ülkeler bu ölümcül ve ayartıcı serüvenin sarhoşluğundan ayrılıp
‘özünde olana’ yönelmedikçe hangi evrim ve devrim umutla beklediği değişmeyi
temin edecektir?
Sezai
Karakoç’un Diriliş çağrısı işte bu noktada anlam kazanmakta; evrim ve devrim
kavramları bu noktada Diriliş ile mukayese edilmeye lâyık olmaktadır.
Üstad’a göre Batı Rönesans’la birlikte büyük tercihini yapmıştı ve bu büyük
metamorfoz kendi imkânlarını tükete tükete ‘evrimini’ tamamlamaktadır. Evrimin
tabiî akışı içinde ortaya çıkan tıkanıklıkları reformlar, bu da yetmezse
devrimlerle aşmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla bu değişim ve yol alış tarzları
uzun vadede ve esasta köklü bir değişikliğe yol açmamışlardır. Ve bu süreçler
başlangıçtaki büyük metamorfozun girdabından insanlığı çekip çıkarmaya
yetmediği gibi asıl gerçekleşmekte olan ve Batıyı hakettiği kozmik ve tarih
ötesi akibete yaklaştıran Değişme’nin üstünden akıp gitmektedir. Ruhunu maddeye
boğduran bir medeniyet için tam bir karşılık; anlamlı bir akibet.
İslâm
maneviyat düşüncesinin karakteri etikokozmolojiktir. Ruhun kesbettiği “ethos”,
o ruha iştirak eden toplumun üzerine kozmik değişmeleri çağırır. İşte
evrim bu çöküş şartlarını yakınlaştırdıkça ve devrim bu akibeti hızlandırdıkça
neyi değiştirmektedir? İnanç, fikir, niyet ve ameller sferinde radikal bir
değişme olmadıkça kozmik akibet kaçınılmazdır Batı için. Değişme odur ki bir
medeniyeti ölümcül akibetten kurtara. Ölü bir ruh için en radikal değişme
dirilmedir. Bu yüzden bir diriliş radikalizminden bahsolunabilir. Ölü kendi
kendine evrilerek veya kendi üzerine devrilerek bu radikal değişikliği yapamaz.
Dirim ölüde kuvve halinde mevcutsa bile onu ancak hiç ölmeyen, ölmeyecek olan
bir Diriltici, bir Muhyî diriltebilir. Ölüden diriyi çıkaran, ölümden sonra
dirilişi yaratan bir Muhyî. Diriliş, O Rahmân’ın nefesinin Cibril'den ve/veya Cibril'le
üflenmesiyle olabilir ancak. Ruhu’l-Kuds ve onunla gönderilen diriltici
mesajla. Batı medeniyetinin, bu semavî mesaja ruhunu açmadıkça dirilmesi, yani
asıl radikal değişikliği yakalaması mümkün değildir. Ruhun ölümünü
Nietzsche’nin çığlığında ilan eden Batı için başka kurtuluş yoktur.
İslâm
medeniyetine gelince. Bu medeniyet tam mânâsıyla ölmemiştir. Hayatiyet
belirtisi olan bazı kımıldanışlardan ibaret olan bir bitkisel hayat
yaşamaktadır. Bu
noktaya gelmesi hakikat medeniyetinin gerektirdiği bilinç uyanıklığını,
tefekkür derinliğini ve ruh diriliğini yavaş yavaş kaybetmiş olması
yüzendendir. Bu durumun muhasebesi çilelidir ve yine Diriliş mantığı içinde
doğru değerlendirmelere yol açabilir. Ancak kesin olan şudur ki, yeniden ve
yepyeni bir tezahürüyle İslâm medeniyetinin dirilişi için müslüman ruhun
dirilişi gerekecektir. Ruhun derinliklerindeki bu nitelik değişimi vahyin ve
aklın aydınlığında İslâm’ın (onun medeniyetinin) dirilişi demek olacaktır. Bu
gerçekleşince insanlığın dirilişi aşamasına gelinecektir. Ruhun, İslâm’ın ve
insanlığın Dirilişi... Büyük Diriliş aşamaları bunlardır. Büyük ve radikal
değişme budur. Ruhun ve İslâm’ın dirilişi gerçekleşmeden, evrimin öylesine,
günlük sularından; yahut aniden doğuveren kanlı devrim şafaklarından medet ummak
hep fecr-i kâziblerle oyalanmak olacaktır. Evrimci oportünizmden devrimci
maceracılığa kadar uzanabilecek marazî ruh hallerinden ve bunların kötü
sonuçlarından sakınabilmenin en emin yolu Diriliş mantığı ve ahlâkıdır. Bu
mantık ve ahlâkın ilkeleri saf anlamıyla İslâm’dadır. Zaten İslâm’ın kendisi
bambaşka bir hakikat getirmemiş, kendinden önceki mesajları özgün şekilleriyle
diriltmek için gelmiştir. Kendi iç mantığı Diriliş’e dayalıdır, Diriliş’i
öngörmektedir. Şu halde mantık da, metod da İslâm’ın gönderiliş hikmetinde,
İslâm’ın içerdiği hikmettedir.
Bu hakikatler Âdem’e de
öğretilmişti. Nuh’a da inmişti. İbrahim’e ve Ya’kûb’a da (aleyhimusselâm)... İnsanın bu
hakikatı kavrama ve kabul kabiliyeti değişmediği gibi, bu hakikatin telaffuz
edilen bilgi ve değerleri de özde aynıdır. İnsan’ın fıtratı bağlamında esas
itibarıyla evrim yoktur. İlkeler vardır ve sabittir; evrensel değerler vardır
ve sabittir. Onlar tabiata uygun, onu aşan, onun maverasından kaynaklanan;
tarihin sünnetullah bağlamındaki kanunluluğu içinde şartlarını oluşturan ama
tarih ötesi olan ilkelerdir. Dolayısıyla
evrimci ve devrimci teorilerin dayandığı felsefî temeller bu açıdan
sorgulanmalıdır. Evrim ve devrim kelimelerinin çağdaş İslâmî jargona yedirilmiş
olması herhalde itibarîdir; öyle olmalıdır. Evrim olgusu ve devrim serüveni
içindeki değişme, Diriliş imkânına zemin hazırladığı ölçüde bir kıymete
sahiptir. Diriliş ise değişimin asıl radikal şekli, hakîkî tarzdır. Bu bakımdan
evrensel, sâbit, tabiat ve tarih ötesi ilkelere doğru yönelmeyen hiçbir
değişmenin Hakikat açısından bir anlamı yoktur. Bütün o değişme denen şeyler “lâ Gâlibe
İllallah” ilkesince Hak
tarafından sonunda fethedilecektir.
Sh:27-33
Geçmiş
zaman içinde, günlerden bir gün kuş avcıları kurak bir iklimde ağlardan oluşan
tuzaklarını kurarlar çöle. İçine cazip yemler koyarak bekleşmeye başlarlar. Bir
kuş grubunun yaklaşmakta olduğunu görünce dikkatlerini çekecek sesler çıkararak
onları tuzağa celbetmeye çalışırlar. Kuşlar bakar; çekici yiyeceklerle dolu bir
yer. Ortada onları tedirgin edecek bir alâmet de göze çarpmamaktadır. Hep
birlikte oraya seğirtirler, konarlar ve ağlara dolanırlar. Boyunlarından,
kanatlarından ve ayaklarından sımsıkı yakalanırlar. Kurtulmak için her
çırpınışlarında tuzağın pençeleri daha sıkıca kavrar onları. Sonunda güçleri
tükenir, çırpınmaktan vazgeçerler. Kuşlardan her biri artık kendi esaret
acısıyla başbaşadır ve öteki kardeşlerini düşünecek durumda değildir. Herkes
nasıl kurtulacağını düşünürken kendisiyle başbaşadır; yalnız, çaresiz ve
ümitsizdir. Bu ümitsiz durum giderek sıradanlaşır; zaman geçtikçe de başa
gelenler unutulur. Sanki bu kafesin tuzağına düşmemişler, esir olmamışlar gibi
öylece yaşamaya başlarlar.
Bir gün
birkaç kuşun, ayaklarına dolanan iplerden olmasa da boyun ve kanatlarına
dolanan ağdan kurtulmayı neredeyse başarabileceği fark edilir. Bunu gören bazı
kuşlar birden esir olduklarını, özgürlükler yurdundan buraya düştüklerini
hatırlarlar. Yeniden kurtulma ümidiyle onlara yalvarırlar; “Bize de öğretin
bunun yolunu” diye. Özgür kalmak üzere olan kuşlar, kurtulma iradesi gösteren
öteki kuşlara acır ve onlara bu işin yolunu öğretir. Başlar ve kanatlar
kurtulmuş tur; ama hâlâ tuzağın ipleri ayakbağı olmaya devam etmektedir.
Sonunda ayaklarında tuzak artığı iplerle birlikte kafesten kurtulmayı
başarırlar ve uçmaya başlarlar.
Önlerinde
bir ülke vardır. Bilmektedirler ki, kendilerini oradan ayıran mesafeyi
aşmadıkça başka tuzaklardan, başka avcılardan emin olamayacaklar. Uçarlar,
uçarlar... Zümrüt yeşili, verimli bir vadiden geçerler. Bu vadiden yukarı
yükselip, önlerindeki dağ silsilelerinden ilkinin zirvesine ulaşırlar. Burası
da kuşlar için çok çekici nimetlerle doludur. Ancak içlerindeki tedirginlik ve
kuşku onları daha yükseklere, daha ilerilere uçmaya zorlamaktadır.
Amaçları
tam anlamıyla güvenilir bir yerde konaklamaktır. Çektikleri meşakkat ile
tehlikeli nimetler arasında doğru tercihi yapmak için kendileriyle mücadele
vere vere altı dağın zirvesini daha aşarlar. Yedinciye gelirler. Tam onu da güç
bela aşmak için çabalarken artık dayanamayacaklarını anlarlar. Yedinci dağın
yemyeşil bahçelerle, gözalıcı saraylarla, meyve dolu ağaçlarla, gürül gürül
ırmaklarla bezeli zirvesinde konaklamayı göze alırlar. Zira birazcık
dinlenmezlerse maksatlarına ulaşma ihtimalleri iyice ortadan kalkacak, helâk
olacaklardır. Yerler, içerler, dinlenirler, nimetlenirler. Ancak yine de içleri
tam anlamıyla mutmain değildir. Menzil-i maksudlarının daha ötelerde olduğu
inancıyla yine yola koyulurlar. Yola çıkış çok zor olmuştur. Âdeta kendilerini
zorla koparmışlardır o cennet ortamından. Sekizinci dağın zirvesi de bir başka
âlemdir. Hiç görülmedik renkler, şekiller, hiç duyulmadık nağmeler vardır
orada. Candan dostlar karşılar onları. Katlandıkları eziyetleri ve amaçlarını
anlatırlar onlara. Bu can dostlar can kulağıyla dinlerler onları ve şöyle
derler: “Bu dağın ardında bir şehir var. Orada Yüceler Yücesi Melik oturmakta.
Himâyesini isteyen, kendisine teslim olan herkese kudretiyle yardım eder, bütün
zulüm ve eziyetlerden onları emin kılar”.
Bu
tavsiyeye uyarak Yüce Melik’in şehrine yollanırlar. Sarayına ulaşırlar. Huzura
alınmak için bekleşirler. Kabul edildiklerinde perdeler kaldırılır; tarifi
imkânsız manzaralara şahit olurlar. Yüce Melik’in cemâli karşısında dilleri lâl
olur. Dertlerini unuturlar. Ancak Melik onların derdini ve isteklerini zaten
bilmektedir. Yine de başlarına geleni dinler ve şöyle der: “Ayaklarınıza
dolanan bağları ancak onu bağlayan çözer. Şimdi geride bıraktığınız
kardeşlerinize bir Elçi göndereceğim. Onunla birlikte dönün. Mutlu ve mutmain
olarak. Haydi.”
Yine
yoldadırlar. Ancak bu kez kendilerine Yüce Melik’in Kutlu Elçisi eşlik
etmektedir.
İmdi, bu masalı bize İbn
Sinâ anlattı. Yeryüzü sürgününün farkına varmış bir ârifin semâvî yolculuğunu
ve tekrar geriye dönüşünü remizlerle sunmak istedi biz âdemoğluna. Yatay boyuta
takılıp kalmış, durmadan o yanını arttıran, bütün bir hayatın ondan ibaret
olduğu vehmi içinde dikey boyutu unutmuş, nisyân içindeki insana bir hatırlatma
olsun diye...
Sh:213-215
Kaynak:
İlhan KUTLUER, Erdemli Toplum Ve Düşmanları, İz Yayıncılık, 1996, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar