Eric Hoffer/ THE TRUE BELIEVER-(Kesin İnançlılar
A. HİTLER ÖRNEĞİ İLE FANATİK LİDERİN ARKAPLANI
Fanatik liderler nereden
gelirler?
Çoğunlukla yapıcı olmayan söz ustaları saflarından gelirler. Söz ustaları arasındaki
en önemli ayrım, yapıcı uğraşılarında tatmin bulanlarla bulamayanlar arasındaki
ayrımdır. Mevcut düzeni ne kadar acı bir dille eleştirirse eleştirsin yapıcı
olan söz ustası gerçekte “şimdi” ye bağlı bir kişidir. Onun ihtirası
yıkmak değil, düzeltmektir. Kitle hareketi tamamen onun tutumuna bağlı
kaldığı zaman o, kitle hareketini yumuşak bir harekete çevirir. Onun ortaya
koyduğu reformlar yüzeydedir ve hayat sert değişikliklere uğramadan akışına
devam eder. Fakat böyle bir gelişme, ya eski yönetimin mücadele etmeksizin
kendi kendine iktidardan çekilmesi veya söz ustalarının, keşmekeş patlak verme
eğilimi gösterdiği zaman, güçlü eylem adamlarıyla anlaşmaya varması sonucu
kitlelerin anarşik harekete geçmesiyle mümkün olabilir. Eski düzenle mücadele
sert ve keşmekeş içinde olduğu ve zaferin ancak en üst seviyede beraberlik ve
fedakârlıkla kazanılabileceği zaman, yapıcı söz ustası genellikle bir kenara
itilir ve hareketin yönetimi, yapıcı olmayan söz ustalarının yani, “topluma
hiçbir zaman uyamayan ve şimdiki zamanı aşırı derecede hor görenlerin”
eline geçer.
Marat, Robespierre,
Lenin, Mussolini
ve Hitler, yapıcı olmayan söz ustaları saflarından gelen aşırı
kişilerin iyi tanınan örneklerindendir. Peter Viereck, ileri gelen Nazilerden
çoğunun edebiyat ve diğer sanat kollarında eser verme ihtirasında olduklarını
fakat bunu gerçekleştiremediklerine değinmektedir. Hitler ressam ve mimar
olmak istemişti; Göebbels senaryo, roman ve şiir yazmak istemişti; Rosenberg
mimar ve filozof olmak istemişti; Von Schiroch, şair ve Futık müzisyeni;
Streicher, ressam olmayı istemişti. Onların edebiyat ve diğer sanat
alanlarındaki ihtirasları “başlangıçta siyasi ihtiraslarından çok daha derin
ve onların kişiliklerinin bölünmez bir parçasıydı”
Yapıcı
bir söz ustası, aktif bir kitle hareketi içinde kendini rahatsız hisseder. Kitle
hareketinin hızlı dönen çarkları ve ihtirasları onun yaratıcı enerjisini kırar.
Bir kitle hareketinin öncülüğünü söz ustaları, gerçekleştirilmesini
fanatikler ve toparlanmasını da eylem adamları yaparlar. O, kendi
yeteneğinin farkında olduğu sürece, milyonlara rehberlik etmekte ve zaferler
kazanmakta bir tatmin bulmaz. Bu yüzden,
kitle hareketi bir defa yürümeye başladığında o ya kendi isteğiyle bir kenara
çekilir ya da bir kenara itilir. Bundan
başka, dürüst bir söz ustası kendi içindeki eleştirme yeteneğini uzun zaman
içine bastıramayacağı için, hain durumuna düşmesi kaçınılmaz olur. Olası sonuç
ya sürgüne gönderilmek ya da kurşuna dizilmektir.
İnsan kişiliğinde değişiklik olması elbette ki
mümkündür. Bir söz ustası, gerçek bir fanatiğe, veya ideal bir eylem adamına
dönebilir.
Fakat böyle başkalaşmaların genellikle geçici olduğu ve er geç yeniden
başlangıçtaki tipe dönüldüğü konusunda örnekler vardır. Troçki temel
itibariyle bir söz ustası ve parlak zekâlı bir bireyci idi. Bir imparatorluğun
dehşetli çöküşü ve Lenin’in iktidar azmi onu fanatikler kampına çekmiştir. İç
savaşlar sırasında Troçki bir örgütçü ve general olarak eşsiz yetenek
göstermişti. Fakat iç savaşın sonunda gerginlik ortadan kalkar kalkmaz, o
tekrar, merhametsizlikten uzak bir söz ustası oldu ve fanatik Stalin tarafından
bir kenara itilmeye karşı koymadı.
İngilizlerin
Filistin’deki başarısızlıkları da, tipik İngiliz sömürge yöneticileriyle söz
ustaları arasındaki dostça ilişkilerin yokluğundan ileri gelmişti. Gerek Bolşevik gerekse
Nazi rejimlerinde devletle söz ustaları arasında tarihi önemde ilişkiler
bulunduğuna dair deliller vardır. Rusya’da okur-yazarlar, sanatçılar ve
aydınlar iktidar sınıfının imtiyazlarına ortak edilmektedir. Bunların hepsi
üstün birer devlet memurudur. Hitler örneğinde de, bütün kültür sahibi olma
imkânlarının Hitler’in hayalindeki dünya imparatorluğunu yönetecek elit
sınıfın tekelinde bulunması ve avam halkın ancak okuyup yazabilecek kadar
eğitim görmesi şeklinde şeytani planlar mevcuttu.
Fanatik kişilerinde
sükûnete erememeleri, bir kitle hareketinin gelişmesi üzerinde tehlike
oluşturur.
Zafer kazanıldığı ve yeni düzen şekillenmeye
başladığı zaman fanatik kişi, bir gerginlik ve bozuculuk elemanı olmaya
başlar. O, henüz keşfedilmemiş gizli kapıları meydana çıkartma hevesi içindedir
ve aşırı şeyler aramaya devam eder. Böylece, zaferin eşiğinde birçok kitle
hareketi bozguncuların baskısı altına girmiş olur. Daha dün dış düşmana karşı
bir ölüm-kalım savaşı için harcanan çaba bu defa kendi içindeki anlaşmazlık
kavgalarıyla yitirilir. Birbirlerine karşı duydukları nefret bir alışkanlık
haline gelir. Artık yok edilecek dış düşmanlar kalmayınca fanatik kişiler
kendi içlerinden düşmanlar oluştururlar. Kendisi de bir fanatik olan Hitler,
Nasyonal Sosyalist safları içinde kendisine suikast hazırlayan fanatik
kişileri yanılmaz bir şekilde teşhis edebilmişti. 1934’ün Röhn temizleme
hareketinden sonra SA’ya tayin edilen yeni şefe gönderdiği yazılı emirde,
uslanmayan kişilere değinerek şöyle demişti:
“...Onlar farkında
olmayarak inançlarının en yüksek ifadesini hiçlikte buldular... Onların
huzursuzluk duyguları, yalnız fesatlık kurmakla ve yapılan işleri bozmak için
devamlı planlar yapmakla tatmin olabilir.”
Fanatik
dindarın karşıtı dinsizlikte fanatik olan değil, Tanrı’nın varlığı veya
yokluğunu umursamayan alaycı kişidir. Dinsiz kişi, inanç sahibi kişidir;
dinsizlik onun için bir dindir. Aynı şekilde, fanatik vatanseverin karşıtı
vatan haini değil, şimdiki düzeni seven ve kahramanlık gösterip şehitlik
derecesine ulaşmaktan hoşlanmayan dengeli vatandaştır. Vatan haini,
genellikle, nefret ettiği dünyasının bir an önce yıkılması için düşmanla
işbirliği yapan fanatik insandır (radikal veya gerici olabilir). İkinci Dünya
Savaşı sırasında vatan hainliği yapanların çoğu aşın sağcılardı. Harold
Ettlinger’e göre: “Terörist fanatik milliyetçilik ile vatan hainliği
arasında çok kısa bir mesafe vardır.” Hitler devrini yaşayanların bildiği
gibi, gericiler ile radikaller arasındaki ortak yönler, bunların liberallerle
veya muhafazakârlarla olan ortak yönlerinden çok daha fazladır. Eğer tutucu
kişiler kendi hallerine bırakılırsa, bir kitle hareketini temelinden sarsacak
şekilde hiziplerle ve sapkınlıklarla bölebilirler. Fanatik kişiler,
muhalefet tohumlarını geliştirmeseler bile, kitle hareketini, imkânsız
girişimlere sürüklemek yoluyla da yıkabilirler. Kitle hareketinin zaferleri,
ancak tecrübeli bir eylem adamının sahneye çıkmasıyla kurtarılabilir.
Aynı kişi veya kişiler
(veya aynı tip kişilik) bir kitle hareketini başından itibaren olgunluk devresine
kadar yönetirse, o kitle hareketi başarısızlık felaketiyle sonuçlanabilir.
İman
sahibi kişilere, mantıklarıyla değil, kalpleriyle mutlak gerçeği aramaları
telkin edilir.
Rudolph Hess, 1934’te Nazi Partisi önünde yemin ederken dinleyenlere şöyle bir
öğütte bulunmuştu: “Adolph Hitler’i aklınız ile araştırmayın; hepiniz onu
kalplerinizin gücüyle bulacaksınız.” Bir kitle hareketi kendi öğretisini
haklı kılmaya ve akla hitap eder duruma getirmeye başladığı zaman, bu onun
dinamik aşamasının bitmiş olduğunun bir işaretidir; bu durumda onun başlıca
amacı bir denge kurmaktır. Çünkü bir rejimin dengesi için aydın kişilerin
taraftarlığı gereklidir ve kitlelerin fedakârlığını teşvik yerine, aydınlan
kazanmak amacıyladır ki bir öğreti akla hitap eder duruma gelir.
Hitler,
Alman Komünistlerine müstakbel Nasyonal Sosyalistler olarak bakmıştır ve: “Orta
sınıf Sosyal Demokratlar ve sendika patronları arasından hiçbir zaman bir
Nasyonal Sosyalist çıkmayacaktır fakat komünistler arasından daima çıkacaktır,”
demiştir. Yüzbaşı Rohm, en kızıl komünisti dört haftada parlak bir nasyonal
sosyaliste çevirebileceğini söylemekle övünmüştür. Diğer taraftan Karl Radek,
kahverengi gömlekli Nazilere müstakbel komünist adayları olarak bakmıştır.
Zamanımızın
başarı sağlamış kitle hareketi liderlerinin çoğu tarafından geliştirilen ham
fikirler karşısında, insan ister istemez, belirli bir hantallıkta ve olgunlaşmamış
fikirlerin, liderlik için bir değer olduğu düşüncesine kapılıyor. Bununla
birlikte, bir Hitler’e veya bir Aimee Mc Pherson’a taraftarlar kazandıran,
entelektüel hamlıkları değil, bu liderlerin kendilerine olan sınırsız
güvenleriydi. Kendi aklının yolunu takip etme cesaretini gösterecek,
gerçekten zeki bir lider, aynı derecede başarı imkânına sahip olurdu. Kitle
hareketi liderliğinde fikir kalitesinin büyük bir rol oynamadığı
görülmektedir. Önemli olan, kibirli, hatta küstahça davranmak, başkalarının
fikirlerini tamamen önemsiz saymak ve dünyaya toptan meydan okumaktır.
Stalin’in
kendisi, fanatik tarafı galip gelmekle beraber, hem bir eylem adamı hem de bir
fanatikti. Kulak halkının ve onların çocuklarının yok edilmesi, büyük temizlik
hareketi, Hitler ile yaptığı anlaşma, yazarların, sanatçıların ve bilim
adamlarının işlerine yersiz müdahaleleri gibi korkunç hataları ancak bir
fanatiğin yapabileceği hatalardı. Stalin gibi bir aşırı, iktidardayken Rusların
hayatın zevklerini tatmaları için çok az imkân vardı. Hitler de temel
itibariyle bir fanatikti ve onun fanatikliği, bir eylem adamı olarak elde ettiği
başarılarını çürütmüştür. Bu rollerin birbirinin ardından gelen başka başka kişiler
tarafından oynanması, genellikle bir kitle hareketinin dayanıklılığı için
yararlıdır ve belki de gerekli bir önkoşuldur.
FAŞİST
VE NAZİ HAREKETLERİ SÜRESİNCE LİDER DEĞİŞİKLİKLERİ OLMAMIŞA VE HER İKİ
HAREKETTE FELAKETLE SONUÇLANDI. Hitler’in fanatikliği, yani uslanarak pratik
bir eylem adamı rolü oynamaktaki yeteneksizliği, onun hareketini harabeye
çevirmiştir. Eğer Hitler 1930’ların ortasında ölseydi; Georing tipindeki bir
eylem adamının liderlik durumuna geçmeyi başaracağı ve hareketi yaşatacağı
hemen hemen şüphesizdi.
Elbette,
Lincoln, Gandhi hatta F.D. Roosevelt, Churchill ve Nehru gibi nadir liderler de
vardır. Bu liderler, insanların güçlü isteklerini ve korkularını kaynaşmış
bir kitle yaratacak şekilde kullanmaktan ve o kaynaşmış kitleyi kutsal bir
amaç uğruna ölümü göze alacak derecede gayretli taraftarlar haline getirmekten
çekinmezler. Fakat bir Hitler ve bir Stalin’in aksine, hatta bir Luther ve bir
Calvin’in aksine hayal kırıldığına uğramış kişilerin kalbindeki zehri yeni bir
dünyanın harcı olarak kullanma hevesine kapılmazlar. Bu nadir liderlerin benliklerine
olan güvenleri, insanlığa olan inançlarından gelmektedir, çünkü bilmektedirler
ki insanlığın şerefini tanımayanlar, şeref kazanamazlar.
Kitle Hareketine Katılma
Almanya’nın
yakın tarihi de, birlik ve beraberlik halindeki kapalı topluluk ile bir kitle
hareketinin çağrısına uyma derecesi arasındaki yakın ilişkiyi gösteren ilgi
çekici bir örnektir. Wilhelm Almanyası’nda gerçek bir devrimci hareketin
doğması ihtimal dâhilinde değildi. Almanlar, merkeziyetçi ve otoriter Kayzer
rejimi ile tatmin oluyorlardı ve hatta Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgi bile
bu rejime duydukları sempatiyi yıkmamıştır. 1918 devrimi, halkın çok az
desteklediği yapay bir hareketti. Bunun ardından gelen Weimar Anayasası’nın
uygulandığı yıllar, Almanların çoğunluğu için bir huzursuzluk ve hayal
kırıldığı devri olmuştur. Yukarıdan gelen emirlere itaat etmeye ve otoriteye saygı
göstermeye alışmış olan Almanlar gevşek demokratik düzen karşısında şaşkına
dönmüşler ve kendilerini keşmekeş içinde bulmuşlardı. “Yönetime katılmak,
bir partiyi desteklemek ve siyasi sorunlarda karar vermek mecburiyeti”
onlarda şok etkisi yaratmıştı. Bu durumda, değil Kayzer rejimi hatta ondan da
bağımsız, daha mücadeleci, daha şanlı yeni bir birliğin hasretini duymaya
başladılar ve Üçüncü Reich onların hasretini çektiği bu şeyleri fazlasıyla
verdi. Hitler’in totaliter rejiminin, bir defa yerleştikten sonra bir kitle
isyanıyla karşılaşma tehlikesi hiç yoktu.
Nazi
hiyerarşisi bütün sorumlulukları yüklendiği ve kararları kendisi verdiği sürece
halkın ayaklanmasına dair en küçük bir ihtimal dahi yoktu. Eğer Nazi disiplini
ve otoriter idaresi gevşemiş olsaydı o zaman tehlikeli bir noktaya varılmış
olurdu.
De
Tocqueville’in bir baskı hükümeti için söyledikleri bütün totaliter rejimler
için de doğrudur:
“BASKI HÜKÜMETLERİ İÇİN
EN BÜYÜK TEHLİKE, BİR REFORM HAREKETİNE GİRİŞTİKLERİ VEYA ÖZGÜRLÜK EĞİLİMLERİ
GÖSTERMEYE BAŞLADIKLARI ZAMANDIR.”
Etkili
liderlikte bir dereceye kadar şarlatanlık gereklidir. Gerçekleri kasten yanlış
aksettirmeksizin bir kitle hareketi oluşturmak imkânsızdır. Elle tutulur cinsten
menfaatler, bir taraftar grubunda ölümü göze alacak derecede bağlılık
yaratamaz. Lider, pratik ve gerçekçi olmak zorundadır, fakat buna rağmen
konuşmalarında bir hayalci ve idealistin dilini kullanmalıdır.
Büyük
kitle hareketi liderliğinde, yaratıcılık yeteneğine sahip olmak mutlak gerekli
değildir. Başarılı kitle hareketi liderinin en göze çarpan özelliklerinden
birisi onların gerek dost gerekse düşmanı, gerek geçmişteki gerekse şimdiki
örnek kişileri kolayca taklit edebilmeleridir. Belki de kahramanlığın
anahtarı, büyük bir taklit edebilme yeteneğinden gelmektedir; diğer bir deyimle
bildiği bir kahraman modele uyarlamaktadır.
Bir
ekonomik kriz nedeniyle veya yenilgiyle sonuçlanan bir savaştan dolayı
meşguliyet kapıları iyice kapandığı takdirde, hayal kırıklığı tehlikesi
elbette ki her zaman olacaktır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da
patlak veren durumun nedenlerinden biri, meşguliyet imkânlarıyla övünen bir
halkın hareketsiz kalmaya zorlanmış olmasıdır. Hitler onlara bir kitle
hareketi verdi. Ve daha önemlisi, onların önüne sınırsız şekilde ateşli-ve
gösterişti meşguliyet imkânları serdi. Bu nedenle Alman halkının Hitler’i bir
kurtarıcı olarak selamlamasına hayret edilmemelidir.
İnsanlar
kitle hareketlerine katılmaya hazır duruma geldikleri zaman, sadece belirli bir
öğretisi veya programı olan bir harekete değil, genellikle etkili olan herhangi
bir harekete katılabilecek duruma gelmişler demektir. Hitler öncesi Almanya’da
gençler Komünist partiye mi yoksa Nazi partisine mi katılacaklarına karar
vermek için çoğu zaman yazı-tura atmak durumunda kalmışlardır. Çarlık
Rusyası’nın son sıkışık devresinde Yahudi halkı ya Siyonizme ya da Komünist
devrime katılmaya hazır durumdaydı. Bir ailenin bazı üyeleri devrimcilere, bazıları
da Siyonistlere katılıyorlardı. Dr. Hayim Weizmann, annesinin şöyle
söylediğinden bahseder: “Her ne olursa olsun, sonuç benim için iyidir. Eğer
Samuel (devrimci oğul) haklıysa Rusya’da hepimiz mutlu yaşayacağız ve eğer
Hayim (Siyonist oğul) haklıysa, o zaman Filistin’e gidip orada yerleşeceğiz.”
Sağlam
bir kolektif topluluğun, kitle hareketlerinden gelecek tehlikelerden
etkilenmeyeceği ve bunun aksine, çöküntü halindeki kolektif bir topluluğun ise
kitle hareketlerinin doğuşu ve gelişmesi için en elverişli ortam olduğu
varsayımının diğer bir örneği de, kolektif bir topluluk olarak tanıdığımız
ordu ile kitle hareketleri arasındaki ilişkilerde bulunur. Ordudan yeni terhis edilmiş bir kişi, ideal bir
potansiyel taraftardır ve bu tip kişileri çağımızdaki bütün kitle
hareketlerinin ilk taraftarları arasında görürüz. Bu kişi kendini
yalnız kalmış ve sivil hayatın rekabeti içinde kaybolmuş hisseder. Bağımsız
kişiliğindeki sorumluluklar ve güvensizlik bütün ağırlığı ile onun omuzlarına
çöker. Bu kişi, güvenliğin, arkadaş samimiyetinin ve kişisel sorumluluktan
kurtulmanın hasretine kapılır ve etrafındaki özgür toplumun rekabetinden tamamen
değişik bir düzenin hayalini kurmaya başlar ve bütün bu aradıklarını, doğmakta
olan bir kitle hareketinin kardeşlik ve yeni yaşam vaatleri içinde bulur.
Almanya’da
Nasyonal Sosyalist hareket, 1920’lerde gelişmeye başlayan diğer bütün halk
hareketlerinin üzerinde başarı sağlamıştır, çünkü Hitler, gelişmekte olan bir
kitle hareketinde kolektif birliği güçlendirme propagandasının sınırsız bir
yoğunlukla yapılmasında sakınca bulunmadığım kavramıştı. Hitler, hayal
kırıklığına uğramışların en büyük açlığının “bir yere ait olma” arzusu
olduğunu biliyordu ve bu arzuyu tatmin için bu kişiler arasındaki bağlayıcı
etkenler ne kadar çok arttırılırsa artırılsın, yine de aşırı sayılamayacağını
anlamıştı.
Kitle
hareketlerinin doğuşunda evde kalmış kızların ve orta yaşını geçmiş kadınların
büyük rolü olmuştur. Hatta Nazi hareketinin ilk gelişmesinde bazı kadınların
büyük rol oynadığını görürüz. Kadınlar için evlenmek, bir kitle hareketine
katılmaya benzer imkânlar yaratır, yani onlara hayatta yeni bir amaç, yeni bir
gelecek ve yeni bir isim (kimlik) verir. Evde kalmış kızlarla artık
evlilikte bir neşe ve tatmin bulamayan kadınların can sıkıntısı, kısırlaşmış
ve bozulmuş bir hayatın bunlara kendini hissettirmeye başlamasından doğar.
Kutsal bir amaca sarılmak ve enerjilerini bu amacın başarısına adamak yoluyla
bu kişiler, amaç ve anlam taşıyan yeni bir hayat bulurlar.
Hitler,
“macera arayan, boş hayatlarından bıkmış ve artık aşkın tadım çıkaramaz
olmuş sosyete kadınlarından” tam anlamıyla yararlanmasını bilmiştir. Bazı
büyük sanayicilerin karıları, daha kocaları Hitler’in ismini duymadan önce onu
malî yönden desteklemişlerdi.” İş adamlarının bunalım içindeki eşleri
tarafından Büyük Fransız Devriminden önce oynanan buna benzer bir rolden
Miriam Beard şöyle bahseder: “Bunlar can sıkıntısından harap olmuşlar ve
boş hayallerin pençesine düşmüşlerdi. Yenilik taraftarlarını gönülden
alkışladılar.”
Bir
de şu konu vardır: kendi özümüzü reddedip kapalı bir topluluğun bir parçası
haline geldiğimiz zaman sadece kişisel menfaatimizi reddetmiş olmayız, aynı zamanda
kişisel sorumluluktan da sıyrılmış oluruz. Bir kişinin tek başına karar
vermede duyduğu tereddütlerden, korkulardan ve şüphelerden kurtarıldığı zaman,
zalimlikte ve gaddarlıkta ne kadar aşın noktalara gideceği belli olmaz. Bir
kitle hareketinin tek vücut yapısı içinde kişisel bağımsızlığımızı
kaybettiğimiz zaman yeni bir özgürlüğe kavuşuruz: Bu, hiç utanmadan ve vicdan
azabı çekmeden, nefret etme, yalan söyleme, işkence yapma, adam öldürme ve
ihanet etme özgürlüğüdür. Bir kitle hareketinin çekiciliği kısmen bu gerçekte
yatmaktadır. Orada biz, “başkalarının namusunu lekeleme hakkı” buluruz
ki bunun, Dostoyevski’ye göre büyüleyici bir cazibesi vardır. Hitler, bireyci
kişinin acımasız davranışlarını, aşağılık davranışlar olarak görüyor ve şöyle
diyordu: “Kutsal bir inanca dayanmayan acımasız davranışlar, dengeden ve
kararlılıktan yoksundur.”
Nefret Oluşturma ve
Düşman Belirleme
Zulme
uğrayan kişilerin, hemen hemen her zaman, kendilerine zulmedenlere
benzediklerini görmek hayret vericidir. “Kötü insanlar kötü insanları
yaratır,” sözü, kısmen şu gerçeğe dayanmaktadır: kötüden nefret eden
kişiler, kendilerini o kötüye benzetirler ve böylece, kötülük devam eder. Bu
durumda fanatiklerin hem kendilerine benzetme hem de karşıt duruma getirme
yoluyla dünyaya kendi benzerlerini yaydıkları açıkça görülmektedir. Fanatik
Hıristiyanlık eski devirlerde, hem taraftarlar kazanmak hem de yeni bir
gaddarlık örneği vermek yoluyla kendini devam ettirmiştir. Hitler, hem Nazizmi
geliştirerek hem de demokrasileri hoşgörüsüz ve insafsız olmaya zorlayarak
kendini dünyaya kabul ettirdi. Komünist Rusya, hem taraftarlarına hem de
düşmanlarına kendi şeklini aşılamaktadır.
Hitler, Yahudileri “düşman”
olarak seçtiği zaman, Almanya’nın dışında bütün ülkeleri Yahudilerin veya
onlara hizmet edenlerin istilasına uğramış olarak gösterdi. Hitler, “İngiltere’nin,
Fransa’nın, Amerika’nın arkasında İsrail vardır” diye demeç vermişti.
Stalin de düşmanını seçerken tek Tanrı prensibine uygun hareket etmiştir. Bu
düşman önceki faşizm, sonradan da Amerikan plütokrasisi olmuştur.
Böylece,
“nefret” her ne kadar bir topluluğun kendini savunması için kolayca
kullanılacak bir araçsa da, sonunda bu o topluluk için pahalıya mal olur;
çünkü savunmasını yapmış olduğumuz değerlerin birçoğunu böylelikle kaybetmiş
oluruz.
Nefret,
sadece bir birleşme aracı değildir, aynı zamanda birleşmenin bir sonucudur.
Renan, dünya kurulduğundan bu yana merhametli bir millet bulunduğunu hiç
kimsenin duymadığım söylemiştir. Buna ek olarak, merhametli bir kilise veya
merhametli bir devrim partisi bulunduğunun duyulmadığı da söylenebilir.
Bencillikten doğan nefret ve zalimlik, benliğini teslim etmekten doğan nefret
ve zalimliğin yanında hafif kalır.
Hitler’in,
muhaliflerinin umudunu yok etmesini bilmiş olması onun korkunç gücünün önemli
bir özelliğiydi. Bin sene yaşayacak olan yeni bir düzen kurmakta olduğuna dair
fanatik inancını Hitler hem taraftarlarına hem de muhaliflerine iyice
duyurmuştu. Böylece, taraftarları, Üçüncü Reich uğruna çarpışmakla ölümsüzlüğe
hak kazanmış oldukları duygusuna kapılıyorlar, muhalifleri ise, Hitler’in yeni
düzenine karşı gelmenin kadere karşı gelmek olduğunu düşünüyorlardı.
Hitler
Avrupası’nda yok edilmeye boyun eğmiş Yahudilerin, Filistin’e getirildikleri
zaman cesaretle çarpışmış olmaları ilgi çekici bir olaydır. Her ne kadar
onların Filistin’de çarpışmaktan başka çareleri olmadığı (yani ya
çarpışacakları veya Araplar tarafından boğazlanacakları) söylenmektedir.
Filistin’de onlar gerçekten, henüz olmayan şehirleri imar etmek ve henüz
olmayan bahçeleri meydana getirmek için çarpıştılar ve öldüler.
Nefretin
derinliğinde beğenmek gibi ters bir akıntının varlığı, nefret ettiğimiz
kişileri taklit etme eğitimimizle kendini gösterir. Böylece, her kitle hareketi
zamanla kendini nefret ettiği özel düşmanına benzer duruma getirir. Fransa’da
Jakobenler, zulmüne karşı ayaklandıkları yönetimin bütün kötülüklerini
kendileri de tekrar etmişlerdir. Sovyet Rusya, tekelci kapitalizmin en
katıksızını ve büyüğünü gerçekleştirmektedir. Hitler, Sion’un akıllı
adamlarının mazbatalarını kendine rehber olarak almış ve onları “en küçük
ayrıntısına dek” takip etmiştir.
Yahudilerin
imha edilmesini arzu edip etmediği sorulduğu zaman Hitler şöyle cevap
vermişti: “Hayır... İmha edersek onları yeniden yaratmamız gerekecektir.
Sadece ismen değil, cismen mevcut bir düşmanımızın bulunması esastır.” F.
A. Voigt, 1932’de Nasyonal Sosyalist hareketini incelemek üzere Berlin’e
gelmiş bir Japon heyetinden bahseder. Yoigt heyetin bir üyesine hareket
hakkında ne düşündüğünü sorduğu zaman aldığı cevap şöyle olmuştur: “Hareket
fevkaladedir. Buna benzer bir hareketi, biz de Japonya’da yapmak isterdik fakat
maalesef Japonya’da Yahudiler yok.” Bir kitle hareketini fiiliyata götüren
veya genişleten liderlerin yetenekleri ve kurnazlıkları sadece seçtikleri
öğreti ve programla değil, seçtikleri düşmanla da kendilerini göstermektedir.
Kremlin’in
teorisyenleri, demokratik Batı’yı ve özellikle Amerika’yı düşmanları olarak
seçmek için İkinci Dünya Savaşı namlularının soğumasını büyük bir
sabırsızlıkla beklediler. Amerika’nın yapacağı herhangi bir iyi niyet jestinin
veya herhangi bir fedakârlığın, Kremlin’den Amerika aleyhine çıkmakta olan
iftira zehrini azaltacağı şüphelidir.
Bazı Sonuçları
Birlikte
hareket ve fedakârlığa hazır olmak, bir kitle hareketi olayıdır. Normal
zamanlarda demokratik bir ulus az çok özgür bireylerden meydana gelen
kurumsallaşmış bir birliktir. Ulusun varlığı tehdit altına girdiği ve
halkının azami bir fedakârlık ruhu içinde birleşmesi gerektiği zaman
demokratik ulus, kendini devrim partisine benzeyen bir duruma getirir.
Kutsallaştırma
diyebileceğimiz bu işlem genellikle güç ve yavaş olursa da derin değişiklikleri
gerektirmez. Nazilerin kendi ifadelerine göre Almanlar 1920’lerde çökmüş
insanlar, 1930’larda ise gerçek anlamda mert insanlar olmuşlardır. Milyonlarca
insan da böylesine biyolojik ve hatta kültürel değişiklik yaratmak için on yıl
gibi bir zaman elbette ki çok kısadır. Buna rağmen, on yıllık bir Hitler
döneminde çabucak bir kitle hareketi yaratabilme yeteneği, bir ulus için
hayati önem taşımaktadır. Bir ulusun potansiyel kahramanlığı, o ulusun
isteklerinin bir deposu gibidir. Heraclitus’un söylemiş olduğu “insanların
bütün isteklerine kavuşmuş olmaları, onlar için iyi bir şey değildir” sözü,
bireyler için olduğu kadar, uluslar için de doğrudur.
Bir
ulusun şiddetli arzuları sona ererse veya bir ulusun arzulan somut ve sınırlı
bir ideale yönelirse, onun kahramanlık potansiyeli azalır. Ancak; devamlı bir
ilerlemeye bağlanmış bir amaç, devamlı olarak tatmin edilse dahi, bir ulusun
potansiyel kahramanlığını azalmadan devam ettirilebilir. Bu amacın mutlaka yüce
bir amaç olması gerekmez. Hayat standardının devamlı yükselmemesinin kaba bir
amaç olarak alınması, Amerikan ulusunu, oldukça kahraman bir ulus olarak devam
ettirmiştir. Ve tuhaftır ki dünya; bu ruh hastalığına yakalanmakla, toplumları
ve ulusları ölümden diriliğe geçiren doğaüstü bir araç kazanmış oldu.
Not:
Yazının muhtevası aşağıdaki kitaptan alınmıştır.
Kaynak:
Eric
Hoffer/ THE TRUE BELIEVER-(Kesin İnançlılar / Gerçek İnananlar/Müminler)-trc:
ERKIL GÜNUR, Tur Yayınları; 1978, (Kitabın sonraki baskıları; Akran Yayıncılık,
1993 ve İm Yayın Tasarım, 1998)
ERİC
HOFFER / “KESİN İNANÇLILAR” İSİMLİ ESERLE İLGİLİ YORUMLAR
Eric Hoffer, 1902 yılında
New York'da köken olarak Alman Yahudisi, göçmen bir ailenin çocuğu olarak
dünyaya geldi. Altı yaşında bilinmeyen bir nedenle görme yeteneğini
yitirdi. Onbeş yaşında yine görmeye başladı. Yeniden kör olabileceği
endişesiyle olabildiğince kitap okumaya çalıştı. Hoffer, görme yetisini bir
daha yitirmediği gibi, edindiği delicesine okuma alışkanlığını sürdürdü ve bu
şekilde kendi kendini eğitti. Birçok şehir kütüphanesinin kartını yanında
taşıyan Hoffer, çalışma saatleri dışında kalan vaktinin büyük bölümünü okumakla
geçiriyor, yeterli parası olduğu takdirde, okumaya, yazmaya ve düşünmeye daha
fazla vakit ayırabilmek için bulunduğu yerin kütüphanesine yakın bir ev
tutuyordu. Hoffer, hayatı boyunca hiçbir akademik eğitim almamıştır. Genç bir
adamken her iki ebeveynini de kaybetti. Parasızlıkla mücadele eden ve silahlı
kuvvetlere başvurusu tıbbi gerekçelerle reddedilen Hoffer; on yıl kadar,
işportacılık, tarla ırgatlığı, Nevada yakınlarında altın madeni işçiliği, dok
hamallığı gibi düşük statülü işlerde çalıştı. Bir ırgat ve bir altın arayıcısı
olarak tecrübe ettiği şeyler, Hoffer'ın sıradan insanlara, kitle hareketlerine
ve tarihi şekillendiren ekonomik ve sosyal hareketlere ilgi duymasına yol açtı.
Bir madende çalışırken dağda mahsur kaldıklarında okuduğu Montaigne'nin ünlü
Denemeler kitabı hayatını değiştirdi ve okuduklarının etkisiyle yazmaya karar
verdi. İş ortamlarında karşılaştığı insanları gözlemledi ve tamamı toplum
hayatı ile ilgili sosyal psikolojik kitaplarını yazmaya başladı. Kitle
hareketlerinin psikolojik temelleri üzerine kaleme aldığı ilk kitabı, “Kesin
İnançlılar” (orijinal adı: The True Believer: Thoughts On The Nature Of Mass
Movements) 1951 yılında yayımlandı ve kitap milyonlar sattı. 1964
yılında Kaliforniya'da bulunan Berkeley Üniversitesi Siyasal Bilimler
Fakültesi'nde danışmanlık görevine başlayan Hoffer, danışmanlık görevinin yanı
sıra üniversitedeki iş arkadaşlarına hiçbir şey bahsetmeden rıhtımdaki hamallık
görevine devam etti. 1968 yılından meşhur “Altı Gün Savaşı”ndan sonra
yazdığı ve 26 Mayıs 1968 Los Angeles Times gazetesinde yayınlanan bir makalede
Türkiye’den mübadele ile uzaklaştırılan Rumları da örnek göstererek İsrail’in
işgal ettiği topraklardaki Arabları tehcir etme hakkı olduğunu savundu.
1983 yılında vefat etti.
Türkçe’ye
Çevrilen Kitapları:
1. Kesin
İnançlılar: Kitle Hareketlerinin Anatomisi, Çev. Erkil Günur, Tur
Yayınları; 1978, (Kitabın sonraki baskıları; Akran Yayıncılık, 1993 ve İm Yayın
Tasarım, 1998)
2. Aklın Muhteris
Çağı; Çeviren: İhsan Durdu, Ayışığı Kitapları, 2000.
3. Değişim Sancısı;
Ayışığı Kitapları, 2000. Eric Hoffer bu kitabının en önemli eseri olduğuna
inanırdı.
“KESİN
İNANÇLILAR” İSİMLİ ESERLE İLGİLİ YORUMLAR
Necat YAZICI
Kitle hareketleri her zaman ilgi uyandırmıştır. Kitle
hareketleri yalnızca gerçekleştikleri dönemleri değil, takip eden süreçte pek
çok toplumu da derinden etkileyecek sonuçlar ortaya çıkarmışlardır. Hal böyle
olunca kitle hareketlerinin nedenleri herkes için bir merak ve araştırma konusu
olmaktadır.
Kitle hareketlerinin ortaya çıkmasına neden olan
ortam, bu hareketleri idare eden kişilerin karakterleri, harekete katılan
kesimlerin içinde bulundukları sosyo-psikolojik durum vb. meselenin doğru
anlaşılmasında büyük bir önem arz etmektedir.
Benzer bir durum İslam düşünce ekolleri olan itikadi
ve siyasi mezheplerin ele alınmasında da önem arz etmektedir. Bu bağlamda söz
konusu mezheplerin anlaşılmasında, siyasi yönü ağır basan mezhebi hareketlerin
doğuş, gelişim ve teşekkül süreçlerinin doğru anlaşılmasında, kitle
hareketlerinin psikolojisinin bilinmesi faydalı olacaktır.
Eric Hoffer’in kitabı özellikle yıkıcı olarak
adlandırmayı tercih ettiği -ki bu adlandırmanın bilinçli olduğu kanısındayım-
kitle hareketlerinin arka planına ışık tutma iddiasında olan bir çalışma. İleri
sürdüğü bazı hususlar tartışmaya açık olmakla birlikte, örnek olarak vermiş
olduğu olaylarla sınırlı tutulması şartıyla kitle hareketlerinin sağlıklı bir
anatomisini bize verdiği söylenebilir.
Birinci bölümde kitle hareketlerinin çekici yönleri
ele alınıyor.
İkinci bölümde inanç değiştirmeye hazır insanlara
ilişkin bir karakter özellikleri ağırlıklı bir sınıflandırma yapılıyor.
Üçüncü bölümde ise kitle hareketlerine ivme kazandıran
“birlikte hareket ve nefsinden fedakarlık” konuları irdeleniyor. Bu bağlamda
fedakarlığı arttıran etkenler ile kitle hareketlerinde yer alan kişileri
hareketi amacına ulaştırma hedefi doğrultusunda safları
sıklaştırıcı/birleştirici faktörler analiz ediliyor.
Yazar kitabında ağırlıklı olarak modern zamanlarda
ortaya çıkan ve özellikle kıta Avrupası ve yakın çevrede etkili olan devrimci,
faşist ve sosyalist devrimler bağlamında kitle hareketlerinin analizi üzerinde
yoğunlaşıyor. Sonuçları itibariyle dünya tarihinin temel kırılma noktalarına
işaret bu olayların ortaya çıkış sebepleri üzerinde duruluyor.
Her toplumsal hoşnutsuzluğun sonuç alan bir kitle
hareketine dönüşmemiş olması, şöyle ya da böyle bir sonuç alınan kitle
hareketlerinin özelliklerinin ne olduğuna dair bir merakı da uyandırıyor.
Yazarın kitle hareketlerine katılanlara yönelik
tahlili birçok açıdan ayrıca ele alınmalıdır. Yazarın analizlerinin, vermiş
olduğu örnekler itibariyle, kısmi doğruluk payı olmakla birlikte kitle
hareketlerine katılan insanların toplumla sağlıklı iletişim kuramayan, büyük hayal
kırıklıklarına uğramış, kendini anlamlandıracak değerlerden yoksun kişilikler
olarak resmedilmesi, kitabın amacına yönelik bir takım kuşkuları besler
nitelikte.
Kitle hareketlerine katılan kimselerin neredeyse bir
işe yaramayacak derecede düşük toplumsal konumlarının suistimal edilmesi
neticesinde ortaya çıkan kitle hareketleri, sırf bu imaj nedeniyle zaten en
başından tu kaka edilmesi gereken bir görünüm kazanmaktadır.
Kitabın kitle hareketlerini fanatizmle açıklama
gayretleri, toplumsal yapıda değişime kapalı, muhafazakar bir anlayışın
ipuçlarını veriyor.
Yazarın genel olarak bilinen bazı kitle
hareketlerinden hareketle birtakım tespitler yaptığını söylemek gerekiyor. Yani
eser bir yıkıcı kitle hareketi oluşturmak için gerekli materyalden bahsetmekten
ziyade, gerçekleşmiş olan kitle hareketlerinin mahiyetinden bize haber verir
gibidir.
Elbette insan doğasının hemen her zaman ve yerde sabit
olan özellikleri açısından değerlendirildiğinden yazarın kitle hareketlerine
katılan insanların sosyo-psikolojik durumlarına ilişkin kimi bazı tespitleri
zamanı aşan bir değer de taşımaktadır.
Yazar kitabında dini, sosyal veya milliyetçi
hareketlerin ortak özelliklerini incelemektedir. Bu bağlamda bütün kitle
hareketlerinin, taraftarlarında, ölümü göze almak ve birlikte yürüyüşe geçmek
duygusu yarattığı vurgulanmaktadır. Yine kitle hareketlerinde yer alan
kişilerin bir şekilde aynı düşünce tarzına sahip kişilerden oluştuğu
belirtilir.
Ancak kitle hareketlerini yönlendirenlerin bu kitleyi
aslında manipüle ettiği hususu, satır aralarında ve özellikle de kitabın üçüncü
bölümünde ayrıntılı olarak anlatılmaktadır.
Kitabın tamamı bir bütün halinde değerlendirildiğinde,
adeta kitle hareketlerine katılanların her durumda aldatıldığı ve
aldanmışlıklarının kurbanları olduğu fikri işlenmektedir.
Asosyal, umutsuz, ne yapacağını ve anlamını bilmeyen
insanların manipüle edilerek kitlelerin harekete geçirildiği doğrudur. Ama bu
bir toplumsal kuraldan ziyade, elde var olan örneklerden yola çıkılarak
varılacak bir durum tespiti olabilir.
Bu bağlamda yazarın peygamberlerin kitle hareketlerini
de –bir takım övücü ifadeler araya sıkıştırılsa bile- neredeyse bu kategoriye
sokma çabası sezinlenmektedir.
Dikkatli bir okuma ile yazarın ifade ettiği bazı
hususların İslam tarihi sürecinde kimi kitle hareketlerinin, yani siyasi ve
itikadi mezheplerin, davranışları ile örtüştüğü rahatlıkla görülebilir. Ancak
tüm kitle hareketlerinin kitle manipülasyonuna dayalı olduğu fikri, bir zorunlu
gerçek değildir. Bu iddia ancak verili olayların titiz bir tasnifi ile ileri
sürülebilir. Dünyadaki pek çok yıkıcı kitle hareketinin niteliği bu olabilir
ancak tüm kitle hareketlerinin yıkıcı olmadığı/olması gerekmediği de bir başka
gerçektir.
Kaynak:
********************************************
KİTLE PSİKOLOJİSİ VE İSLÂM’IN
YAYILIŞI
HAYATİ BİCE/ 11 Eylül 2011
E-posta:atahayati@gmail.com
E-posta:atahayati@gmail.com
Bir önceki yazımda “Kesin
İnançlılar” adlı kitabında Eric Hoffer’in İslamiyet’in yayılışını
da bir kitle hareketi olarak ele aldığından söz etmiştim. Bu sözlerimi İslâm
gibi bir ilahi varoluşun, kitapta yer alan kitle hareketlerinin beşerî
örnekleri olan faşizm, komünizm gibi sistemlerle özdeşleştirilmesini –ya da
benzeştirilmesini- benim de benimsediğim şeklinde anlayanlar oldu. Hattâ,
daha ileri giderek Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi, kitabında
kendilerine özel yer ayırdığı Adolf Hitler, Joseph Stalin gibi başına geçtikleri
hareketleri kitlelere mal eden eli kanlı psikopat isimler ile birlikte anan bir
Batılı yazarın kitabını tavsiye etmemin yanlışlığını mail ile iletenler de
var. Gerçekten de İslâm’ın yayılışını ilahi desteği yok
sayarak başarılı bir kitle hareketi, Hz. Rasûlullah sallallâhü aleyhi ve sellemi
ise kitle psikolojisini kullanarak başarıya ulaşmış bir ajitatör olarak
değerlendirmek benim nazarımda da küfre yakın bir yerdedir.
Tarihte başarıya ulaşmış ve
kitlelere mal olmuş fikirleri inceleyen Eric Hoffer, İslâm’ı da bu çerçevede
ele alarak, İslâm'ın inanç, lider, öncü kadrolar, sloganlar yönünden tam
bir kitle hareketi haline geldiğini ve tarih içinde yayılışını da bu
dinamizmine borçlu olduğunu ileri sürmektedir. Kendi kendini yetiştirmiş bir
zekâ olan ve dinler tarihi –özellikle İslâm- hakkındaki bilgisi sadece okuduğu
birkaç yanlı kitaba dayanan Eric Hoffer’in İslâm hakkındaki değerlendirmesi,
sadece Batı’nın İslâm algısını yansıtması yönüyle bir önem taşıyabilir.
İslâm’ın ortaya çıkış
sürecine baktığımızda bir kitle hareketi olarak başlamadığı için
yayılışını kitle psikolojisinin sonucu şeklinde göstermek te yanlıştır.
İslâm’ın Mekke’deki ilk yıllarında ilk müslümanların sürekli ezilip horlandığı
düşünüldüğünde, hattâ devam eden vahiy süreci uzunca bir süre kesildiğinde
müşriklerin “Muhammed’in Rabb’i O’nu terketti”
istihzalarını hatırlarsak konu daha iyi anlaşılacaktır. İslâm’ın indirildiği
sürecin ilk 10 yılını teşkil eden sıkıntılı ilk Mekke-i Mükerreme döneminden
sonra 622 yılında peygamberliğinin 11. yılında Medine-i Münevvere’ye hicretten
sonra İslam devlet haline gelme süreci başlamış; bu süreç içerisinde M.
624 yılındaki Bedir savaşı ve M. 625 yılında Uhud yenilgisi gibi
ağır sınavlar ile de karşılaşılmıştır.
Bedir
savaşına katılan -ve isimleri tek tek kaydedilmiş olan- ilk müslümanların
sayısının 313, Uhud savaşına katılan müslümanların sayısının ise 1000 civarında
oluşuna dikkat çekmek isterim. Özellikle Uhud savaşı sırasında çok zorlanan
müslümanların psikolojisine bakıldığında bile zafere koşan bir kitleye
katılarak ganimet paylaşımından nasib alma düşüncesinin var olamayacağı
görülür. O günlerde İslâm’ın ve Allah elçisinin yanında yer almak hâlâ ağır bir
çileye talib olmaktı. [2]
Eric Hoffer’in bu
süreçten haberdâr olduğunu sanmıyorum; dolayısıyla İslâm’ın yayılışını bir kitle
psikolojisine kapılan insan topluluğunun faaliyetine bağlaması tamamen
isabetsizdir.
Kesin İnançlı Kimdir?
Eric Hoffer’a göre: “Kutsal
bir amaca inanç, bir dereceye kadar nefsimize olan inancın kaybolmasından doğan
boşluğu doldurmaktır. Bir insanın kendi mükemmelliğine olan inancı ne kadar
zayıf ise, ulusunun, dininin, ırkının ve ya inandığı kutsal amacın mükemmelliği
yönündeki iddiası o kadar kuvvetlidir.”
”Kesin
inançlı” kendi siyasî, dinî, felsefî inancının “mutlak gerçek” olduğuna, bu
inancını başkalarına -zorla da olsa- kabul ettirmek gerektiğine bağnazca
inanır. İnancı konusunda en ufak bir şüphesi, hatta doğruluğu konusunda kaygısı
bile yoktur. Bu yüzden, kesin inançlı haline gelmiş insanların
eğitim almış, okumuşlarında bile içinde yer aldıkları hareketi sorgulamaya boş
verme havası egemendir.
Hoffer, tarihte başarılı
olmuş lider karakterli insanları şöyle tarif eder: “Başarılı
bir liderin en önemli işlerinden biri, taraftarlarında muhteşem bir görev
yaptıkları hayalini yaratmak suretiyle ölmenin ve öldürmenin acı gerçeğini
perdelemektir.”
Kitleye mal olmuş bir
harekete katılanların, ölümü dahi göze almalarını ise: “İnsanların bir
rozet, bir bayrak, bir namus, bir fikir, bir efsane ve benzeri şeyler uğruna
ölmeyi göze almaları tamamen anlamsız bir davranış değildir. Aksine, asıl
anlamsız olan şey, bir kimsenin maddi bir kazanç uğruna canını vermesidir.” sözleriyle
açıklar.
İslâm’ın ve Türk Tarihinden Birkaç Kesin
İnançlı...
Hoffer’in bu tarifine
göre İslâm’ın ilk müminlerinden ashâbı kirâm’ın Hatice b. Huveylid, Ebubekir
es-Sıddîk, Ömer b. Hattab, Ali ibn Ebu Talib, Bilâl-i Habeşî, Sümeyye, Ammâr b.
Yasir, Ebuzer Gıfarî radiyallâhü anhüm gibi yıldız isimlerini Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin tebliğini kabul anlamında kesin inançlı olarak
kabul etmek gerekir. Türk tarihine bakıldığında da Alp Arslan, Fatih Sultan
Mehmed, Yavuz Sultan Selim, Kanunî Sultan Süleyman, Genç Osman gibi isimlerin
hayatlarında pek çok kesin inançlılık örneklerini bulabiliriz. Ülkücü hareketin
12 Eylül öncesinin keskin mücadele döneminde, sonrasındaki işkence ve tutsaklık
döneminde de birçok ülküdaşımız kesin inançlılık örnekleri sergilemiştir.
Birkaç örnek vermek
gerekirse Miraç sonrasında kendisine gelip: “Arkadaşın Muhammed şimdi de
yedi kat semâyı geçip Rabbi ile konuştuğunu söylüyor. Buna da mı inanacaksın?”
diyen müşriklere: “Bunu Muhammed mi dedi? O dediyse elbette inanırım.” yanıtını
veren Ebubekir es-Sıddîk, kesin inançlı değilse kimdir kesin inançlı olan?
Ya da Mekke’nin kızgın
kumarlı üzerine yatırlıp göğsüne konan ağır kayaların altında inlerken “Lat ve
Uzza’yı Rab olarak kabul et”meğe zorlanırken “Allah Ehad, Ehad…”
diye inleyen Habeşli Bilâl’in inancını sorgulamak kimin haddine?
Rasûlullah’ın bekâ
âlemine geçişinden sonra gördüğü haksızlıklara başkaldırıp çöl ortasındaki
Rebeze’de münzevî bir hayatı tercih eden Ebuzer’in imanı kaç deve yükü altın
ile değiştirilebilirdi ki?..
Türk tarihine
bakacak olursak da kesin inançlı bir çok ecdâd simasını görebiliriz. Malazgirt
ovasında cenk meydanına çıkmadan önce beyaz elbiseler giyip ölürse bu beyaz
elbiselerinin kefeni olmasını vasiyet eden Alp Arslan’ın imanında, hicret
arifesinde öldürülmesi planlanan Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in yatağına yatan Hz.
Ali’nin yiğitliğinden bir nişane yok mudur?
Ya Bizans surları
önünde kuşatma uzayınca: “Ya Ben Bizans’ı alırım, ya da Bizans beni”
diyerek atını denize süren Fatih’in azmini nasıl açıklayabiliriz?
Ya da ilerlemiş
yaşında Zigetvar kalesinin fethi için at sırtında, yüzlerce ve yüzlerce
kilometrelik sefer yollarına düşerek, şehîd olan Kanunî Sultan Süleyman’ı
İstanbul’un incisi Topkapı Sarayı’ndan çıkarıp yetmişinden sonra gazâ yollarına
düşüren neyi arzusudur?
12 Eylül döneminin
işkence tezgâhlarından geçen ülkücülerin, sorgucuları çıldırtan ketumluklarını
da davaya olan kesin inançlarından başka bir şeyle izah zordur.
Ashâb-ı Kirâm’ın,
azîz ecdâdın yaşadıklarına ve yakın dönemde ülkücü harekete adanmış hayatlara
bu nazarla bakıldığında daha pek çok örnek “kesin inançlı”
kahraman bulmak mümkündür.
”İslâm’ın Zaferi Allah’ın Vaadidir”
Bu
açıdan İslâm’ın yayılış ve zafere ulaşma sürecini, “kesin inançlılar”ın müthiş
bir zaferi olarak tanımlayan Eric Hoffer, bu noktada haklıdır. Haksız
olduğu konu, Allah Teâlâ’nın ve meleklerin desteği ile kazanıldığını Kur’an-ı
Kerîm’in ifade ettiği Bedir, Hendek gibi muharebelerin, Mekke fethinin sadece
Muhammed tarafından inandırılmış insanların kahramanlığı ile kazanıldığını
sanmasıdır. Bu yanılsamada, kökü taa cahiliyye dönemine kadar giden İslâm’ı
ilahi kaynağından soyutlayıp Hz. Rasûlullah’ın kendi çabaları ile ortaya çıkan
bir din, Kur’an-ı Azîz’i Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin derlediği
“esâtirü’ evvelîn” (=öncekilerin efsaneleri) olarak algılayan Yahudi-Hrıstiyan
çarpık zihniyetidir. Aile kökleri Yahudi olan Eric Hoffer’in İslâm’ı
değerlendirmesi de bu çarpıklığı yeterince içermektedir.[3]
Bu çerçevede
İslâm'ın iman esasları kitle hareketinin ideolojisini, Peygamberimiz sallallâhü
aleyhi ve sellem kitle hareketinin liderini, Hz. Rasûlullah’ın keremli ashâbı (radiyallâhü
anhüm) ise kitlenin öncü kadrosunu temsil etmektedirler. Müslüman olmayan
bir fikir adamı olarak Eric Hoffer’in bu tesbitinde İslâmi açıdan çok büyük bir
boşluk vardır. Bu büyük handikap, İslâm’ın ilahi kaynaklı bir din olduğunu,
iman esaslarının vahiy olarak gelen Kur’an-ı Kerim’e dayandığını göz ardı
ederek beşerî bir üretim olduğu yanılgısıdır. Ayrıca ilk günden bu yana
İslâm'a giren her bir kişinin Allah indinde tek-tek sorumlu insanlar olarak “müslümanlar
kitlesi”ne katıldığı ve kitle içindeki her bir ferdin tek başına Allah
Teâlâ'ya hesab vereceğinin şuurunda insanlar olarak kendilerini yetiştirmek ve
geliştirmek zorunda olduğu gerçeğinden habersiz oluşu da bilmediği bir alanda
konuşması nedeniyle ortaya çıkan vahim bir durumdur yanlışlardır.
İslâm’ın Farkı: Yatay Genişleme/Dikey Derinleşme
”İki günü
birbirine denk olduğunda zararda olacağını” bilen
insanların kitle içerisinde kendilerini kaybetmeleri ve şahsi yetersizliklerini
azaltmağa çalışmadan kendilerini avutmaları mümkün müdür? Yahud Kur'an-ı
Hakîm'in ifadesiyle Allah'ın kendisine “şahdamarından daha yakın “
olduğunu bilen bir müslüman, hangi kitle içinde Rabb’ine kulluğu,
yaratılış gayesinin gereği olan öz kişiliğini unutabilir ve nefsiyle mücadeleyi
ya da murakabeyi bir tarafa bırakabilir?
İşte bütün bu hususlar sebebiyledir
ki, akın akın İslâm'a koşan kitleleri teşkil eden insanlar, her biri tek tek
daha iyi müslüman olma yolunda ilerleyerek insani yönden de kemali aramağa
başlamışlardır. Bir benzetme ile ifade edilecek olursa İslâm zuhurundan
itibaren kitlelere yatay bir düzlemde yayılırken, bünyesine aldığı tek-tek “kul”lar
olan insanları dikey düzlemde derinleştiren bir seyir izlemiştir. İslâm
ile tanışarak ruhânî bir eğitim sürecine dâhil olan fertlerin bir araya gelmesi
ile oluşacak bir kitle hareketi bir yandan genişleyerek toplumdaki etkinliği
artarken bir yandan da tek tek kişiler bazında derinleşerek yoğunluğu artar;
yani kitle bir yandan enine büyürken bir yandan derinleşir. Genel müslüman
kitle içinde liderinin etrafında belirli bir örgüt disiplini ile dünyaya dair
mücadeleye devam eden her bir müslüman, Allah'ın huzurunda tek başına kalacağı
o büyük hesab gününde hesabını verebilmek için kendi iç muhasebesini her an
yapmak zorundadır.
İslâm tarihi başta Hz.
Ömer radiyallâhü anh örneği olmak üzere, “İslâm ile tanışan Allah kulları”nın
bu kemale erme cehdinin emsalsiz örnekleriyle doludur. Önceki yazımda işaret
ettiğim bir hadiste yer alan İslâm'ın “küçük cihad/büyük cihad “
esprisi de doğrudan olarak bununla ilgilidir. Tek-tek her bir ferdi kendisini
bu şekilde geliştiren bir kitle hareketinin dünyada başarıya ulaşması çok
muhtemel olduğu gibi, -dünyevi bir başarıya ister ulaşılsın isterse
ulaşılmasın- her bir mensubu da büyük hesap gününde Allah'ın huzurunda zelil ve
perişan olmaktan kurtulurlar.
Hicretin
ikinci asrından itibaren ortaya çıkan sûfîlerin öyküsü ve hicretin beşinci
asrından itibaren ortaya çıkan tasavvuf okullarının faaliyetleri de tek-tek
müslümanların kaliteli insanlar olarak yetiştirilmesini konu alır.
Türk coğrafyasında İslâm’ın yayılması da yüzyıllar içerisinde bu kemale erme
seyrini tanımlar. Başta Yesevîlik olmak üzere Türk yurtlarında faal olan
Kübrevîlik, Mevlevîlik, Bektaşîlik, Nakşbendîlik gibi tarikat dergâhlarında da
bu kemâl ilminin dersleri okutulmuştur.
Köhne-Ürgenç
kalesini kuşatan Moğol istilacılarına karşı savunulan kalenin bedeninde göğüs
göğse bir mücadeleye girerek, oklanarak şehîd edilen Kübreviyye tarikatının
kurucu mürşidi Necmeddin Kübra’dan zamanımızda ehl-i tasavvuf olarak pazarlananların,
anonim şirket gibi ülkenin her yanında tezgâh açanların alacağı çok ders
vardır. [4]
Tasavvufî eğitim
yöntemlerinden birisi olan “halvet der encümen” (=halk
içinde Hakk ile beraber olma) kuralı, müslüman bireyin toplum ile ilişkilerinin
nasıl olması gereğine ışık tutan eşsiz bir yöntemdir. Tarihî tasavvufî
tecrübeden yararlanılarak birer insan olarak inanç ortaklığını paylaşan
bireylerin öz nitelikleirnin gelişiminde ülkücülüğün Dokuz Işık doktrininin Şahsiyetçilik
ve Hürriyetçilik ile Gelişmecilik ve Halkçılık kuralları
bu çerçevede değerlendirilmesi gereken esaslardandır.
--------------------------
[2] Geçen yılın Ağustos
ayında yaptığımız umrede hicret sırasında Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in, vefakâr
dostu Hz. Ebubekir (r.a.) ile kendilerini izleyen müşriklerden gizlendikleri ve
tam üç gün üç gece saklandıkları Mekke yakınındaki Sevr Mağarasını ziyaret
ettiğimde bunu çok derinden fark ettim. Medine-i Münevvere’de ise Uhud savaşı
esnasında yaralanan ve o sırada 54 yaşlarında olan Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in
birkaç sâdık müslüman mücahid ile sığındıkları kaya oyuğunu ziyaret ettiğimizde
içeriisnde bulundukları psikolojiyi düşündüm. Ancak 10 kişinin sığabileceği bir
iç hacmi olan bu kaya gediğinde Allah’ın Elçisi (s.a.v.) ve yanındaki
ashâbının yaşadıklarını anlamağa çalıştım. Bu vesile ile Hacc veya umre yapacak
okurların normal ziyaret programlarında olmayan bu iki mekânı mutlaka ziyaret
etmelerini tavsiye edeceğim.
[3] Nurcular başta olmak
üzere sağ kesimde yıllardır büyük bir hayranlıkla reklamı yapılan Thomas
Carlyle’ın Kahramanlar kitabında Hz. Muhammed, Kur’an-ı Kerim ve İslâm
hakkında yazılan akıl almaz iftiralar, küfür cümleleri yanında Eric Hoffer’in
yazdıkları çok hafif kalmaktadır.
[4] Türbesi
Türkmenistan’da bulunan Necmeddin Kübra’nın hayat hikâyesi hakkında geçtiğimiz
günlerde yayınlanan ve Dr. Süleyman Gökbulut’un yazdığı değerli inceleme
eserinde bu şehadetin bütün ayrıntıları yer almaktadır. Tasavvufî kahramanlığın
ve gerçek cihadın niteliğini anlamak için okunmasını tavsiye ederim. (Necmeddin
Kübra, Dr. Süleyman Gökbulut, İnsan yayınları, İstanbul-2011.)
[5] Muhyiddin Şekûr’un
biyografik eseri “Su Üstüne Yazı Yazmak” hakkında yapılmış
ayrıntılı bir inceleme için bkz. http://www.tasavvuf.info/su.htm
**********************************
BAĞNAZ, YOBAZ...
Taha AKYOL
Milliyet
Milliyet
ERCİH Hoffer'in
“Kesin İnançlılar” adlı mükemmel kitabının yeni baskısı çıktı. (İm Yayınları,
CC 237, Mecidiyeköy 80303 İstanbul)
Hoffer, “kesin
inançlı” kavramını 'bağnaz, mutaassıp, yobaz, fanatik' anlamında kullanıyor. “Kesin
inançlı” kendi siyasi, dini, felsefi inancının “mutlak gerçek” olduğuna, bunu
başkalarına zorla uygulamak gerektiğine bağnazca inanır. Hiç şüphesi, hatta
merakı bile yoktur:
“Öğretinin etkisi
onun anlamından değil kesinliğinden doğmaktadır... Artık meçhul ve hayret
verici hiç bir şey kalmamış demektir. Akla gelebilecek bütün soruların cevabı
hazırdır, bütün kararlar verilmiştir ve bütün ihtimaller önceden görülmüştür.
Kesin inançlı kişi şaşırmaz, tereddüt etmez, Onun şaşmaz öğretisi, dünyanın
bütün sorunlarının çözüm yolunu bilir...”
Bu yüzden,
okumuşlarında bile”cehalet havası sezilir.” (Sf. 96 - 97)
Aynı sebeplerle,
'ödünsüz'dür:
“O uzlaşmaktan
korkar, kutsal amacının doğruluğunu ve kesinliğini değerlendirme (gözden
geçirme) tekliflerini kabul etmez.” (Sf. 103)
'Revizyonizm,
değişim, yumuşama, uzlaşma' gibi kavramlara düşmandır.
Hatta ılımlılık “tehlikeli”dir,
“ihanet”tir. (Sf.156)
X X X
'DÜŞMAN' onun
için bir ihtiyaçtır. Çünkü ancak tehlikeli ve acil bir 'düşman'ın varlğı onun
kafasındaki ak - kara şablonuna uyar. Bağnazlık ve paranoya birbirini tamamlar.
Hitler'in
sözleri:
“Bütün Yahudileri
imha edersek onları yeniden yaratmamız gerekecektir. Sadece ismen değil, cismen
de bir düşmanımızın bulunması esastır.” Sf. 110)
Japon
faşistlerinin büyük ızdırabı:
“Maalesef
Japonya'da Yahudi yok!” (Sf.111)
Öyle bir “düşman”
ki, “her şeye kadir ve her yerde hazır” olmalıdır.(Sf. 122)
Her yere sızan,
sinsi planlar yapan, bizleri uyutan, bizden akıllı düşmanlar!
En heyecan verici
iç düşmanlar 'dış güçler'e 'emperyalizm'e, 'beynelmilel Yahudi'ye bağlı
olanlardır: “İdeal bir düşmanın yabancı olması gerekir, yerli düşmanın yabancı
soydan geldiği iddia edilmelidir...” (Sf,113)
'Kesin
inançlı'nın sağcı solcu, dinci laikçi olması farketmez. 'Aydınlanma Devrimi'
denilen Fransız Devrimi “yeni bir din” olmuş, “orak çekiç, gamalı haç
putlaştırılmıştı. (Sf. 20 - 21)
X X X
'KESİN
İnançlılar' espirisiz ve otoriterdir, daima gergindir, sinirlidir. Çünkü her
yerde düşman görür, her yerde bozulma ve ihanet kokusu alır. Bu yüzden, “aşırı
kişiler sükunete eremezler,” en azından birbirleriyle keskin fraksiyon
kavgaları yaparlar. (Sf. 173)
Şiddet ve
tahakküm hırsının sınırı yoktur: “Nefret ettiğimiz kişilere kötülük yapmak,
nefretimizin ateşini körüklemek demektir...” (Sf. 115)
O yüzden ezdikçe,
ezme hırsı artar, İşte Fransız Devrimi'de Jakobenler:
“Onların
döktükleri kan arttıkça prensiplerinin tek gerçek olduğuna inanma ihtiyacı da
artmaktaydı...” Sf. 129)
Bir de Nazileri
düşünün! Hitler, partisindeki “huzursuzları” bir gecede temizlemişti! (Sf. 173)
Sovyetlerdeki “hainler”
en çok Bolşevik devrimcilerin içinden çıkmamış mıydı?!
Birbirlerine
benzerler. Hoffer, Ernest Renan'ın bir sözünü aktarıyor:
“Aşırılar ölümden
çok özgürlükten korkarlar...” (Sf. 38)
Bütün bağnazlar,
birbirlerinin zıt - benzeridir. “Bir birinden kutuplar kadar uzak olanlar,
aşırılarla liberallerdir.” (Sf. 103)
Çağımızda iç
barışı ve toplumsal rasyonelleşmeyi sağlayan asıl faktörün liberal değerler
olması bir tesadüf değildir.
Taha Akyol'un “Kesin İnançlılar” isimli kitabın arka
kapağına yazdığı metin
Kesin inançlı- kendi siyasi, dini,
felsefi inancının -mutlak gerçek- olduğuna, bunu başkalarına zorla uygulamak
gerektiğine bağnazca inanır.
Hiç şüphesi, hatta merakı bile
yoktur. Bu yüzden, okumuşlarında bile -cehalet havası sezilir.
-Aynı sebeplerle, 'ödünsüz'dür:
'Revizyonizm, değişim, yumuşama, uzlaşma' gibi kavramlara düşmandır.
Hatta ılımlılık -tehlikeli-dir,
-ihanet-tir. 'DÜŞMAN' onun için bir ihtiyaçtır.
Çünkü ancak tehlikeli ve acil bir
'düşman'ın varlığı onun kafasındaki ak - kara şablonuna uyar.
Bağnazlık ve paranoya birbirini
tamamlar. Öyle bir -düşman- ki, -her şeye kadir ve her yerde hazır olmalıdır.
Her yere sızan, sinsi planlar yapan,
bizleri uyutan, bizden akıllı düşmanlar!
En heyecan verici iç düşmanlar 'dış
güçler'e 'emperyalizm'e, 'beynelmilel Yahudi'ye bağlı olanlardır:
-İdeal bir düşmanın yabancı olması
gerekir, yerli düşmanın yabancı soydan geldiği iddia edilmelidir...
-'Kesin inançlı'nın sağcı solcu,
dinci laikçi olması fark etmez.
'Aydınlanma Devrimi' denilen Fransız
Devrimi -yeni bir din- olmuş, -orak çekiç, gamalı haç putlaştırılmıştı.
Bütün bağnazlar, birbirlerinin zıt
benzeridir. -Asıl iki zıt kutbu oluşturanlar aşırılarla liberallerdir.-
Çağımızda iç barışı ve toplumsal
rasyonelleşmeyi sağlayan asıl faktörün liberal değerler olması bir tesadüf
değildir.
**********
Dünyayı
değiştirenler “inancına inananlar”dır. Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Ey
iman edenler! Allah'a, onun resulüne, resulüne indirmiş olduğu Kitap'a, daha
önce indirmiş olduğu Kitap'a inanın. Kim Allah'ı, O'nun meleklerini,
kitaplarını, resullerini ve âhiret gününü inkâr ederse geri dönüşü olmayan bir
sapıklığa gömülmüş olur.” (Nisa- 136)
İnandığına
inanmayanlar neyi değiştirebilirler ki?
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder