Print Friendly and PDF

EVRENİN SAHİPLERİ, L.PAUWELS /J. BERGIER, (Le Matin des magiciens)




Hzl: Nihal ÖNOL
El becerisinden tümüyle yoksun oluşum beni çok üzer. Oysa ellerimi çalıştırabilseydim ne iyi olurdu! Üvey babam ( ki burada ona babam diyeceğim çünkü beni yetiştiren odur) terziydi. Pırıl pırıl bir zekâsı vardı. Derdi ki, melekleri kanatlı olarak göstermek yanlıştır, çünkü gökyüzüne ancak ellerle tırmanılır.
Kitaptan Seçilen Bölümler
Bu beceriksizliğime rağmen, gene de bir kitap ciltlemeyi başardım. Onaltı yaşındaydım. Yoksul bir kenar mahallede lise Öğrencisiydim. Şiir okuduğum zamanlardı. Babamın otuz kadar kitabı vardı. Bunlar işliğinin daracık dolabında, makaralarla, tebeşirlerle, patronlarla bir arada yığılmıştı. Çalışmakla geçirdiği uykusuz gecelerde tezgâhının kıyıcığında aklına gelenleri çiziktirdiği binlerce küçük not kâğıdı da bunların arasındaydı. Kitapların bazılarım okumuştum. Bir ara Walter Rathenau’nun Dünya Nereye Gidiyor’ unu ciltlemeye koyuldum, hem de binbir güçlükle: Rathenau, Nazilerin ilk kurbanıydı ve yıl 1936’ydı. Ciltlediğim kitabı 1 mayıs işçi bayramı günü babama armağan ettim.
Onun, altım çizmiş olduğu şu uzun cümleler, hiç silinmemek üzere hafızama kazınmıştır:
Sh: 7-8
“Yazıklar olsun bana, şu karga kadar bile olamadım. Gözümün önünde durdukça bana acı çektirmeye devam eden kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim ben?" dedi. Ve yaptığına pişmanlık duyanlardan oldu. [Maide ,31]
Tekrarlıyorum: Bizim gözümüzde gerçeği incelemeye koyulmuş güçlü bir muhayyile, olağanüstü Üç deneysel arasındaki ya da daha doğrusu, görülebilen evren ile görülmeyen evren arasındaki sınırın inceliğini ortaya koyabilir. Belki de bizimkine paralel bir ya da birkaç evren daha vardır. Eğer yaşamımız boyunca gerçekten ve fiziksel olarak başka bir âlem ile ilişki kurduğumuzu sezmemiş olsaydık bu işe girişmeydik.
Amerikalı antropolog Loren Eiseley ne demek istediğimi belirleyen bir hikâye anlatır :
«Başka bir dünya ile rastlaşmak insanların olduğu gibi hayvanların başına da gelebilir. Kimi zaman sınırlar kayar ve birbirinin içine girer: O anda orada bulunmak yeter. Bunun bir karganın başına geldiğini gördüm ben. Bu karga komşumdur. Ona hiçbir kötülüğüm dokunmadı, gene de ağaçların tepesine konmaya, yükseklerden uçmaya ve insanlardan uzak durmaya çaba gösterir. Onun evreni benim zayıf görüş alanımın bittiği yerde başlar. Bir sabah, bütün yöremiz çok yoğun bir sise bürünmüştü, gara doğru el yordamıyla yürüyordum. Birden gözlerimin hizasında, koskocaman iki kara kanat belirdi, bir de dev gibi gaga. Ve yanımdan yıldırım hızıyla geçti, bir dehşet çığlığı atarak, Öyle bir çığlık ki, ömrüm boyunca bir daha böylesini işitmek istemem. Gün boyu bu çığlık kulaklarımdan gitmedi. Bu kadar korkulacak neyim var acaba diye aynaya bile baktım...
Sonunda anladım, ikimizin evreni arasındaki sınır, sis yüzünden kaymıştı. Her zamanki yüksekliğinde uçtuğunu sanan bu karga, ansızın onca doğa kanunlarına aykırı bir şaşırtıcı görünümle, bir karganın aklına gelebilecek en garip olayla karşılaşmıştı kendince: Uçan bir insan ile...
Şimdi yükseklerden beni gördüğünde, küçük çığlıklar atar ve ben bu çığlıklarda evreni sarsılmış bir yaratığın kuşkularını sezinlerim. Artık öteki kargalar gibi bir karga değildir o ve bir daha da hiç olamayacaktır...»
Sh: 16-17
İnsan aklının evrende yaşayan ve etken olan tek akıl olmadığı gibi çok şaşırtıcı bir kavrama,, bir de bizim aklımızın da bizimkilerden başka dünyalara ulaşabileceği, onların yasalarını kavrayabileceği, ve bir bakıma, aynanın Öte yanında çalışabileceği kavramı eklemiş bulunuyor. Meraksızlık ve bilgisizlik yüzünden, şiirsel denemeyi, çağdaş dünyanın düşünsel devriminde en önemli olay sandık durduk. Oysa en önemli olay, matematik dehanın patlak vermesidir, insan artık kendi matematik dehasının karşısında, dış evrenin bir yaratığının karşısında olduğu durumdadır. Çağdaş matematik birimler, ulaşılamayan, her tür insan deneyimine yabancı âlemlerde yaşar, gelişir, çoğalır.
Mer. Like Gods (Tanrı Benzeri insanlar) adlı kitabında H. G. Wells, koca bir kitapta kaç sayfa varsa o kadar evren olduğunu hayâl eder. Biz bu sayfaların ancak (birinde yakıyoruz. Ama matematik deha tüm kitapta geziniyor: insan beyninin emrindeki gerçek ve sınırsız gücü oluşturuyor o. Çünkü, böylece başka evrenlerde yolculuk ederken, bu gezilerinden, içinde yaşadığımız dünyanın değişime uğratılması için geçerli araçlarla dolu olarak dönüyor. Hem olmak, hem yapmak onun elinde. Başka evrenlere yolu açan matematik önsezi, bizim evrenimizi somut olarak değiştiriyor. Katıksız müzik dehasına bu kadar yakın olan matematik deha, ayni zamanda da madde üzerinde en geçerli olan dehadır. Sonunda, matematik düşünceyi en yüksek soyutlama derecesine yüseltirken insan, bu düşüncenin belki de sadece kendine has olmadığını farkediyor. Sözgelimi böceklerin, uzayın özellikleri üzerine bizim bilmediğimiz şeylerin bilincine vardıklarını ve belki de evrensel bir matematik düşünce olduğunu, belki de yaşayan şeylerin tümünden bir yüce akıl türküsü yükseldiğini anlıyor.,,;
İnsan için artık hiçbir şeyin, ne kendisinin, ne de eskiden benim sene gelmiş gerçeklerin ve yasaların anlattığı biçimiyle dünyanın kesin olmadığı şu dünyada, son hızla bir yeni mitologya doğuyor. Sibernetik, elektronik beyinin, insan aklını aştığı kavramını yaratıyor ve alelade insan, «düşünen» makinenin yeşil gözünü tıpkı Sfenksi düşünen eski Mısır’lının ürkütüsü ve kaygısıyla düşünüyor. Atom, elinde yıldırımı, Olimpos dağına yerleşmiş. Marcoule’deki frangız atom fabrikası henüz kurulmuştu ki, çevredeki tarımcılar domateslerinin bozulduğu sanısına kapıldılar. Bomba, zamanların ayarını bozuyor bize canavar çocuklar doğurtuyor. Ruhbilimsel edebiyattan çok daha verimli «kurgu bilim» yazını denen bir yeni edebiyat, Marslılar ve Değişkinlerle, yüzyılımızın Odyssea’sını ve mekânı da, zamanı da yendikten sonra yurduna dönen o fizikötesi Ulysses’i anlatıyor.
Sh: 324-326
Jorge Luis Borges anlatmıştı: Bir adam, bir bilge, bütün ömrünü doğanın sayısız işareti arasında, Tanrının silinmez adını, büyük sır’ın şifresini aramaya adamış. Bu arada başına gelmedik kalmamış ve günün birinde bir hükümdarın gizli polisince yakalanıp bir panterin önüne atılmaya mahkûm edilmiş. Bir kafese kapatmışlar onu. Parmaklığın öte yanında, vahşi hayvan, kapının açılıp da bir an önce karnını doyurabileceği o şölen anının gelmesini beklermiş. Bizim bilge hayvana bir bakmış ki ne görsün? Onca zamandır ve onca yerde aradığı o ad, o şifre, hayvanın postunu kaplayan beneklerin biçimlerinin uyumunda gizli değil mi? O zaman niçin öleceğini anlamış ve anlamış ki, dileği yerine gelmiş olarak ölecektir ve bu ölüm, ölüm sayılmaz.
Ona bakmasını bilip bilmediğimize göre evren de ya bizi yer yutar, ya da sır’rı bize verir. Yaratılmış her şeyin kaderinin ve yaşamın en ince ve en derin yasalarının, bizleri kuşatan madde dünyasında yazılmış olması ve Tanrının eşya üzerinde yazısını bırakmış olması pek muhtemeldir ve bunları okuyabilmek için de pek muhtemeldir ki bizim bilgenin panterin postuna bakışı gibi, belli bir bakışla bakmak, yetecektir... İşte uyanık insan, bu belli bakışla bakabilen insandır
Sh: 387-388
1948'de savaş bitmişti artık ama şimdi de atom savaşı tehlikeleri doğuyordu. Ama babam gene de o işçi yaşamının son günlerinde, sonsuz iç acılarına rağmen, çağma geniş bir güven ve umut beslemekteydi.
31 aralık gecesi kollarımda öldü ve gözlerini kapamadan bana dedi ki :
Sh: 9
Doktor Wagner kendini güç tuttu. Haksız, değildi. Sonra devamla:
«İsteğiniz beni şaşırttı. Bildiğim kadarıyla, bir Tibet manastın ilk kez bir elektronik hesap makinesi siparişi veriyor. Yersiz merak göstermiş gibi olmayayım ama, böylesine bir kuruluşun bu makineye ihtiyacı olacağı hiç mi hiç aklıma gelmezdi doğrusu. Acaba ne yapmak istediğinizi sorabilir miyim?»
Lâma, ipek giysisinin kıvrımlarını düzeltip ülkesinin parasını dolara çevirme hesabında kullandığı hesap cetvelini masanın üzerine koydu:
«Hay hay, katalogunuzdan anladığım kadarıyla tip 5 elektronik hesap makineniz, 10 ondalığa kadar bütün matematik işlemleri yapıyormuş. Ne var ki beni ilgilendiren, sayılar değil harflerdir. Sizden, makinede, sayı yerine harf basacak biçimde değişiklik yaptırmanızı rica edecektim.»
«Pek anlayamadım ama...»
«Buyurunuz.»
«Anlamadım ? »
Lama hiç istifini bozmadan sözlerini sürdürdü:
«Bütün adlarının alfabemizin en çok dokuz harfinden oluştuğuna bizi inandıracak güvenilir nedenlerimiz var.»
«Ve üç yüzyıldır bununla uğraşıyorsunuz, öyle mi?»
«Evet, görevimizi tamamlamak için onlbeş bin yıl gerektiğini hesaplamıştık.»
Doktor çok şaşırmıştı:
«Anlaşıldı, şimdi anladım makinemizi niçin kiralamak istiyorsunuz. İşlemin amacı ne peki?»
Bir an lama duraksadı ve Wagner de, ta Lhassa’dan kalkıp safran renkli harmanisinin cebinde bir hesap cetveli ve Elektronik Hesap Makineleri Şirketinin bir kataloguyla New York’a gelme zahmetine katlanmış olan bu olağanüstü müşterinin canını sıkmış olmaktan korktu. Lama :
«Anlıyorum. Yani A. A. A .A. A .A. A. A, A Man başladınız ve Z.Z.Z.Z.Z.Z.Z.Z.Z/ye ulaşacaksınız.
«Evet ama tabii kendi alfabemizde. Kuşkusuz sizin için, elektrikli yazı makinesini bizim alfabemizi kullanacak biçimde değiştirmek güç olmasa gerek. Ama asıl sizi ilgilendirecek sorun, yararsız karışımları önceden ayıklayacak özel devrelerin ayarlanmasıdır. Sözgelimi, harflerin hiçbiri birbiri ardından üç kezden fazla çıkmamalıdır.»
«Üç mil? Yani iki demek istiyorsunuz.»
«Hayır, üç. Ama dilimizi bilseniz bile bunu açıklamak çok uzun sürer şimdi.»
Wagner telâşla atıldı :
«Tabii, tabii, devam edin.»
«Otomatik sayışınızı böylesine ayarlamanız zor bir iş değildir umarım. Uygun bir programla bu türden bir makine, harfleri birbiri ardından sıralayıp bir sonuç basabilir. Böylelikle, onbeş bin yılda tamamlayabileceğimiz bir iş yüz günde bitmiş olacak.»
Doktor Wagner kendini hayâl dünyasında sandı. Pencereden, New York’un ışıldan görülüyor, sesleri geliyordu. O ise bambaşka bir âlemdeydi sanki. Orada, ta uzaklarda, dağların tepesine tünemiş barınaklarında, Tibet keşişleri, kuşaklar boyu, üç yüzyıldan beri bir takım anlamsız adlardan listeler hazırlayıp duruyorlardı demek. İnsanların çılgınlığının sınırı yok muydu kuzum? Ama doktor Wagner, düşüncelerini belli etmeye yetkili değildi. Müşteri her zaman haklıydı...
«Tip makinemizi istediğiniz biçimde değiştirebileceğimize kuşkum yok. Beni asıl düşündüren, makinenin kurulması ve bakımı. Üstelik, Tibet’e göndermek de kolay olmayacak,» dedi.
“Orasını bize bırakın. Makine parça parça sökülünce, uçakla taşınabilir. Zaten sizin markayı seçmemizin nedeni de budur. Parçaları Hindistan’a gönderin siz, ötesine kanşmayın.”
«iki mühendis de ister inisiniz?»
«Evet, makineyi kurup çalıştırmak ve yüz gün boyunca işlemesini sağlamak için yararlı olur.»
Wagner not aldı :
«Personel müdürüne haber vereyim, Ama geriye iki sorun kalıyor,.»
O         daha sözlerini bitirmeden lama cebinden bir kâğıt çıkarmıştı:
«İşte Asya Bankasındaki hesabımın numarası ve belgesi.»
«Çok teşekkür ederim. Tamam, mükemmel,.. Ama izninizle, ikinci sorun, o kadar basit ve önemli ki söylemeye çekiniyorum. Çak zaman böylesine bir ön şartın unutulduğu oluyor da ondan. Elektrik enerji kaynağınız var mı?»
«50 kilovatlık, 110 voltluk bir Dizel elektrik jeneratörümüz var. Beş yıl önce kurmuştuk, iyi işliyor. Manastırda yaşamımızı kolaylaştırıyor. özellikle dua değirmenlerini döndürebilmek için almıştık.»
«Ha! öyle ya, neden düşünmedim bunu?...»
Dağın tepesinden görünüm başdöndürücüydü ama insan zamanla herşeye alışır.
Aradan üç ay geçmişti ve Georges Hanley artık manastırı, düzlükteki tarla dörtgenlerinden ayıran dikine altı yüz metreden etkilenmez olmuştu. Rüzgârın yuvarlaklaştırdığı taşlara dayanan mühendis, admı bilmediği uzak dağları sıkıntılı gözlerle seyrediyordu. Şirketten şakacı birinin deyimiyle «Tanrı adı harekâtı» hiç kuşkusuz katıldığı işler içinde en beter deli işiydi.
Haftalar boyu 5 tipindeki, değişiklik yapılmış makine, binlerce sayfayı, akıl almaz harf kargaşasıyla doldurup durmuştu. Sabırlı ve yılmaz makine, Tibet alfabesinin harflerini, olabilecek bütün bileşimlerde bir araya toplamış, ardarda sıralamıştı. Keşişler, kimi kelimeleri, elektrikli yazı makinesinden çıktığında kesiyor ve koca koca defterlere büyük bir dinsel saygıyla yapıştırıyorlardı. Bir hafta sonra işleri bitecekti.
Hanley, hangi karanlık hesaplara dayanarak on, yirmi, yüz, bin harflik bileşimleri ineelenim gerektiği sonucuna vardıklarını bilmiyor ve bilmeyi de hiç mi hiç istemiyordu. Geceleri kâbuslarda, büyük Lamanın ansızın işlemi biraz daha ileri götürmeye karar verdiğini ve işin 2060 yıla kadar süreceğini görüyordu. Zaten şu garip herif bunu yapacak olsa hiç de şaşmazdı.
Ağır tahta kapı açılıp kapandı. Ghuk yanına geldi. Her zamanki gibi bir yaprak sigarası tüttürüyordu. Bu sigaraları dağıtmakla kendini lamalara pek sevdirmişti. Hanley'e göre bu adamlar belki de kafadan iyice çatlaktılar ama, zevklerine de pekâlâ düşkündüler hani. Köye sık sık gitmelerinin de nedeni buydu ya...
Chuk : «Bak Georges, başımız dertte,» dedi.
«Makine mi bozuldu?»
«Hayır.»
Chuk korkuluğa ilişti. Şaşılacak şeydi doğrusu, çünkü her zaman başın m dönmesinden çekinirdi:
«işlemin amacım öğrenmiş bulunuyorum.»
«Biliyorduk ya zaten?»
«Keşişlerin ne yapmak istediklerini biliyorduk, niçinini bilmiyorduk ki?»
«Adam sen de! Hepsi de kafadan çatlak bunların,.,»
«Ne çıkar yani? intihar etmemizi mi bekliyorlar yoksa?»
Ghuk, sinirli sinirli güldü :
«Ben de ihtiyara böyle dedim işte. O zaman garip garip baktı suratıma, bir öğretmenin pek aptal öğrencisine baktığı gilbi ve dedi ki : «Yok canım bu kadar önemsiz olmayacaktır herhalde!...»
Georges bir an düşündü:      «Anlaşılan pek geniş görüşlü bir adammış. Ama neyi değiştirir ki söyledikleri? Bunların kafadan çatlak olduklarım zaten bilmiyor muyduk?»
«Evet biliyorduk ama neler olabileceğini kestiremiyor musun? Eğer liste tamamlanır da Tibetli Cebrail meleğinin boruları ötmezse, bunun bizim yüzümüzden olduğu -kanısına varabilirler. Ne de olsa kullandıkları, bizim makinemiz değil mi? Hiç de hoşuma gitmiyor bu...»
«Aldırma, ben böyle vartaları çok atlattım. Çocukken bir papazımız vardı, ertesi pazar kıyametin kopacağını söylemişti de yüzlerce kişi inanmıştı ona. Hattâ evini satan bile oldu. Ama ertesi pazar kimse Öfkelenmedi. Sadece papazın hesaplarında biraz yanıldığını sandılar, o kadar. Hattâ inançlarını bile yitirmeyenler var hâlâ.»
«Bir çözüm yolu var. Kiiçiik ve zararsız bir baltalama. Uçak bir hafta sonra geliyor, makine ise, günde 24 saat çalışsa işi dört günde tamamlayacak. İki üç gün bir şeyleri onarırız tamam. îyi ayarlanabilirse, son ad makineden çıktığında, biz aşağıda, havaalanında oluruz.»
Yedi gün sonra, katırlarla döne döne aşağıya doğru inerlerken Hanley dedi ki :
«Doğrusu vicdanım beni rahatsız ediyor. Korktuğum için değil, üzüntümden kaçıyorum. Makine durduğunda şu yiğit kişilerin halini görmek istemezdim doğrusu.»
«Bana kalırsa, dedi Chuk, onlar kaçtığımızı pekâlâ anladılar. Ama umurlarında değil. Bu makinenin ne kadar otomatik olduğunu biliyorlar artık, başında durmaya gerek olmadığını da biliyorlar. Ve sonrası olmadığını düşünüyorlar zaten.»
Georges dönüp arkasına baktı.
Batan gün ışığında manastır binalarının silueti beliriyordu. Şurada burada küçük ışıklar parıldıyordu. Bunlar 5 tipli makineyi besleyen akımdan ışık alan lâmbalardı. Kendi kendisine sordu. Acaba makinenin âkibeti ne olacaktı? Keşişler hayal kırıklığına uğramanın vereceği öfkeyle onu parça parça mı edeceklerdi? Yoksa herşeye yeni baştan mı başlayacaklardı?
Şu anda dağda, duvarların ardında neler olup bittiğini kendi gözleriyle görüyormuş gibi biliyordu. Büyük lama ile yardımcıları sayfalan incelerken çıraklar da garip adları kesip kesip koskocaman deftere yapıştırıyorlardı. Ve bütün bunlar kutsal bir sessizlik içinde oluyordu. Makinenin, tatlı bir yağmur gibi kâğıda vuran tuş seslerinden başka bir şey işitilmiyordu. Saniyede binlerce harfi birleştiren makinenin kendisi de sessiz çalışırdı çünkü...
Chuk’un sesiyle uyandı.
«İşte. Amanm dünya varmış!»
Küçücük bir gümüş haç gibi, eski D.C. 3 tipi taşıt uçağı, aşağıya o uydurma küçük havaalanına konmuştu. Bu görünüm insanda koskoca bir buzlu viski yuvarlama isteği uyandırıyordu. Chuk türkü çağırmaya başladıysa da hemen vazgeçti. Dağlar cesaretini kırıyordu.
Georges saatine bir göz attı.
«Bir saat sonra alandayız. Ne dersin. Hesap bitti mi acaba?»
Chuk karşılık vermedi ve Georges başını kaldırdı ki arkadaşının yüzü bembeyaz kesilmiş, göğe dönmüştü, «Bak,» diye mırıldandı. Georges da gözlerini kaldırdı. Başlarının üzerinde, dağların sessizliğinde, yıldızlar son kez, teker teker sönmekteydi...
Sh: 157-166
Üstün zekâlı çocukların çoğu, eskiden erişkin yaşa geçince bu yeteneği yitirirlerdi. Şimdi ise öyle görünüyor ki, bunlar alışılmış insan tipiyle hiçbir ortak yönü olmayan üstün zekâlı erişkinler haline gelmekteler. Normal, aldı başında bir insandan otuz kez daha etkendir zekâları. «Başarı ölçekleri» ise yirmibeş katıdır. Sağlıktan kusursuzdur, duygusal ve cinsel dengeleri de öyle. Üstelik, ruh hastalıklarına ve Özellikle kansere de pek yakalanmazlar.
Kesin mi bu?
Kesin olan bir şey varsa o da bütün dünyada akıl yeteneklerinin giderek hızlanmasına ve buna paralel olarak fizik yeteneklerinde hızlanışına tanık olduğumuzdur. Bu fenomen o derece belirgindir ki başka bir Amerikalı bilgin olan, Ohio Üniversitesinden doktor Sydney Pressey, vaktinden önce gelmiş, çocukların eğitimini öngören ve yılda kanısınca üçyüz bin üstün zekâ yetiştirebilecek bir plân hazırlamış bulunmaktadır.
Yoksa insan türünde bir değişme mi sözkonusu?
Dış bakımdan bize benzeyen ama gene de başka yaratıklarla mı karşılaşıyoruz?
İşte şimdi de bu büyük sorunu inceleyeceğiz. Kesin olan  bir şey varsa, o da bir mitosun, değişken mitosunun doğuşuna tanıklık ettiğimdir. Şu teknik ve bilimsel uygarlığımızda ise, bir mitosun doğuşu büyük anlam ve dinamik değer taşır.
Sh: 403
Bir görülen tarih, bir de görünmeyen tarih vardır. Nedir Görünmeyen Tarih? Bu deyim tuzaklarla doludur. Görülen tarih o kadar zengindir ve o kadar az bilinir ki, herhangi bir varsayımı doğrulayacak nedenleri ve olayları onda bulmak, her zaman olağandır. Tarihteki kimi olaylann nedeninin Yahudilerin, Farmasonların, Cizvitlerin ya da Milletlerarası Banka’nıngizli eylemleriyle açıklandığına çok rastlanmıştır. Bu açıklamalar bize yeterli gelmiyor. Öte yandan, gerçeksiz gerçekçilik diye adlandırdığımız şeyi gizlilik bilgisiyle ve gerçeğin gizli kaynaklarını gazete romanıyla karıştırmaktan her zaman çekinmişizdir.
**
Gözle görülmeyen tarihi araştırmak» akıl için oldukça yararlı bir çalışmadır. Doğal olan ama çoğunlukla bilinci felce uğratan o inanılmaz şeylerden çekinme duygusunu uzaklaştırmaya yarar.
**
Bir Fransız tarihçisi, bir Makalesinde, oniki yıl Füshrer’in basın servisi şefliğini yapmış olan doktor Otto Dietrich tarafından yayınlanmış Hitler’in maskesi düşürüldü kitabım eleştirirken şöyle yazıyor :
«Herhalde doktor Dietrich’in fazlasıyla sık tekrarladığı bir sözcük var ki bu, olgucu bir yüzyılda Hitler’in bütün yaptıklarını açıklamaya yetmez. ‘Hitler, diyor, kendini çılgınca milliyetçilik fikirlerine kaptırmış, iıblis gibi bir adamdı! Ne demek iblis gibi? Ne demek çılgınca? Ortaçağ'da olsaydı belki Hitler için «cinlere karışamış» denirdi. Ama bugün? Ya «iblis gibi» sözcüğü hiçbir anlam taşımıyor, ya da iblise karışmış anlamına geliyor. Ama şeytan nedir? Doktor Dietrich şeytanın varlığına inanıyor mu yoksa? Bu konuda anlaşmak gerek. Bana kalırsa, «iblis gibi» sözcüğü beni hiç de doyurmuyor.
«Çılgınca» sözcüğü de öyle. Çılgınca demek ' akıl hasıtalarINa yaraşır biçimde demektir. Ve Hitler’in bir psikopat hattâ bir paranoyak olduğundan hiç kuşku yok. Ama sokaklarda psikopat da, paranoyak da dolu. Ama bu başka şey, hastaneye kapatılacak derecede deli olmak başka şey. Başka bir deyimle, Hitler sorumlu mudur? Benim anladığım kadarıyla, evet.
Ve bunun içindir ki ilblis sözcüğünü benimsemediğim gibi çılgınca sözcüğünü de benimsemiyorum. Bunların bizim gözümüzde hiçbir tarihsel değeri yoktur çünkü.»
Doktor Dietrich’in açıklamasıyla yetinenleyiz. Hitler’in kaderi ve yönetimi altındaki büyük, çağdaş bir ulusun giriştiği serüven, çılgınlık ve şeytanlık gibi kavramlara dayanarak açıklamasını bulamaz. Ama Dietrich’i eleştiren tarihçiyle de yetinemiyoruz biz. Ona göre Hitler, hastanelik deli değildi. Ve Şeytan diye bir şey yoktur. Bunun içindir ki sorumluluk duygusundan yakayı sıyıramaz. Burası doğru. Ne var ki bizim tarihçi, bu sorumluluk kavramına, büyülü erdemler tamyora benzer. Bu kavramı öne sürer sürmez sanki hitlerizmin akıl almaz tarihçesi aydınlanmış ve içinde yaşadığımızı öne sürdüğü olgucu yüzyılın ölçülerine uydurulmuştur. Ama bu, yeterli mi?
Hitler eğer deli de, cinlere karışmış da olmasa bile, ki muhtemeldir, gene de nazizmin tarihçesi bir « olgucu yüzyıl »IN ışığı altında aydınlatılabilir türden değildir. Derinlikler ruhbilimi bize, insanın görünürde mantığa uygun eylemlerinin aslında kendisinin de bilmediği ya da kısmen olağan mantığa tümüyle yabancı bir simgeciliğe bağlı olan güçler tarafından yönetildiğini açıklar. Öte yandan da, biliyoruz ki evet Şeytan vardır ama, ortaçağdaki anlamında değil. Hitlercilığin tarihçesinde ya da daha doğrusu bu tarihçenin kimi yönlerinde, öyle görünüyor ki, temel düşünceler, alışılagelmiş tarih eleştirisinin dışında kalmakta ve onları anlayabilmek için, eşya üzerindeki olgucu görüşümüzü bir yana bırakarak Dekart’çı mantık ile gerçeğin birbirinden koptuğu bir evrene girmek için çaba harcamamız gerekmektedir.
Bu konuda uzun uzadıya durmamızın nedeni, Hitler’in çıkardığı savaşın, salt faşizm ile demokrasi, ya da liberal anlayış ile otoriter anlayışı arasında bir savaş olmamasıdır. Bu savaş bir tür «tanrılar savaşımdır ve gezegenimizde son bulmuş değildir. İnsan bilgisinin gözkamaştırıcı ilerlemeleri birkaç yıl içinde ona bambaşka biçimler vermektedir. Bilginin kapılan sonsuza açılıyorken bu savaşın anlamını çözebilmek çok önemlidir. Günümüzün bilinçli insanı yani geleceğin çağdaşı olmak istiyorsak, gerçekdışının gerçeği altettiği, anı yakından ve doğru olarak bilmemiz gerekir.

**
İnsanda gerçek kötülük, ermişlik ya da deha gibi bir şeydir, bilinçin dışında kalan, ruhim kendinden geçme halidir. Bir insan son derece kötü olabilir de kendisi bunun farkına varmaz. Ama (bence sözcüğün tam anlamıyla kötülük, seyrek rastlanır bir şeydir hattâ sanıyorum ki gittikçe de azalmaktadır. Gerçek günah öylesine bir dereceye ulaşır ki onun varlığından, bile kuşkulananlayız. Gerçek bir günahkâr ile karşılaşacak ve günah işlediğini anlayacak olsanız hiç kuşkusuz dehşete kapılırsınız. Ama belki de bu adamdan «hoşlanmamanız» için ortada hiçbir neden yoktur. Tersine, büyük bir ihtimalle, eğer işlediği günahı unutabilseniz, belki onun yaptığı işi olumlu bile karşılayabilirsiniz. Hayır hayır, kötülüğün ne kadar korkunç, dehşet verici ıbir şey olduğunu hiç kimse tahmin edemez.
Evet, gerçek kötülük pek az rastlanır bir şeydir. Çağımızın, ermişliği yok etmek için çok uğraşmış olan maddeciliği, kötülüğü silmek için belki daha da çok uğraşmıştır. Şu dünyayı Öylesine rahat buluyoruz ki, canımız ne çıkmayı, ne inmeyi istiyor. Sanki Cehennem uzmanı, salt arkeolojik çalışmalarla yetinmek zorunda kalmış gibi bir durum var.
**
Korku Hükümdarı               
İnsan, bitmiş tükenmiş değildir. -Eskilerin tanrılara tanıdıkları güçleri ona tanıyacak pek büyük bir değişimin eşiğindedir. Dünyâda, bu yeni insanın birkaç örneği vardır bunlar belki de zaman ve mekân sınırlarının ötesinden gelmiştir.
Doğu'da bir yerlerde gizli bir kentte hüküm süren Dünyanın Sahibi ile, «Korku Hükümdarı» ile ilişkiler kurmak mümkün olabilir. Onunla bir anlaşmaya varabilenler, binlerce vıl için dünyanın yüzünü değiştirecek ve insan serüvenine bir anlam kazandıracaklardır.
**
Berlin cemiyetinin adı «Vril Cemiyeti» idi. Vril, günlük yaşantımızda pek küçücük bîr bölümünü kullandığımız o sonsuz enerjidir. Vril’e hâkim olan, kendi kendine de, başka dünyalara da egemen olur. Bütün çabamızı buna yöneltmeliyiz. Dünya değişecektir. Efendilerimiz yer altından yeryüzüne çıkacaklardır. Eğer onlarla anlaşamazsak bizler de efendi olamazsak, köleler arasına katılırız.
Okurumuz, yazar Arthur Machen'in Golden Dawn adındaki gizli bir İngiliz cemiyetine üye olduğunu hatırlayacaktır sanırız. Bulwer Lytton da bu cemiyetin 144 Üyesinden biriydi. Dünyada Pompei’nin Son Günleri adlı romanıyla ün yapmış olan bu yazar herhalde, romanlarından birinin on yıl kadar sonra, Almanya'da bir naziöncesi esrarcı grupuna esin kaynağı olacağını hiç ummuyordu. Ama bu arada «Bizi Ezecek Olan Irk» Ya da «Zanoni» gibi eserlerinde de, tinsel dünyanın ve özellikle cehennem dünyasının gerçeklerine parmak basıyordu. İnsanüstü güçlere sahip yaratıkların varlığından emin olduğunu ifade ediyordu. Bu yaratıklar bizleri ezecek ve aramızdan seçtiklerini de pek büyük bir değişime uğratacaklardı.
Bu ırk değişimi düşüncesine dikkat ediniz. Hitler’de de buluyoruz onu ve günümüzde de silinmemiştir. «Bilinmedik Yüksek Kişiler» kavramı da ilgi çekicidir. Bu kavrama, Doğu ve Batı’nın bütün kara sırlarında rastlanır. Hıtler'in de buna inandığı bizce kesindir. Hattâ dahası da var : o, «Üstün Yaratıklar» ile İlişki kurduğunu da sanıyordu.
Aslında Hitler’in gerçek amacı, ne efendiler ırkını yerleştirmek, ne de dünyayı ele geçirmekti. Onun asıl amacı, biyolojik değişimi sağlamaktı. Sonunda insanlık, henüz çıkamadığı bir düzeye erişecekti1. «Kahramanlardan, yarı tanrılardan, tanrı insanlardan oluşmuş bir insanlık» yaratılacaktı.
**
Hitler'in bir tür insanüstü enerjiye sahip olduğu, bunu karşısındakine sezdirdiği ve bu enerjinin kaynağının ancak bizim ruh bilimimiz dışında kalan bir güç olabileceği söylenir. Başlangıçta Hitler, şiddetli bir yurtseverlik ve toplumculuk tutkusuna kapılmış alelade bir insandır. Hayalleri sınırlıdır. Birdenbire, sanki bir mucize olmuş gibi, ileri atılır, her tuttuğu işi başarır. Ama enerjilerinin yayılmasına aracılık eden bu medyumun, enerjinin genişliğini ve yönünü anlaması ille de şart değildir kil    
Kendinin olmayan bir havayla dans eder o. 1934'e kadar, attığı adımların doğru olduğunu sanır. Oysa, oyun havasına tam olarak ayak uyduramamıştır. Gizli Güçlerden yararlanmasının yeterli olduğunu sanır. Oysa Gizli Güçlerden yararlanılmaz, Gizli Güçler sizden yararlanır, onlara hizmet edilir. Böylelikle Hitler’ın ulusçu ve toplumcu sandığı eylem, gizli öğretiye daha sıkı sarılmış bulunmaktadır. Hitlerin biyolojik değişim tutkusuna tam olarak ne gün kapıldığını söyleyebilmek güçtür. Bu tutku, aslında nazi hareketinin bağlanmış olduğu o gizli öğretinin eşitli yönlerinden, ancak birisidir.
S.S. örgütünden doğrudan doğruya Himmler sorumlu kılınmış ve onu gerçek bir dinsel tarikat gibi düzenlemiştir. Hiçbir zaman olduğu gibi açıklanamayan öğretinin, olağan insan güçlerini aşan güçlere duyulan mutlak bir inanca dayandırıldığı anlaşılıyor. Önemli olan nokta şudur ki, Hitlerci parti yon değiştirdiği yani gizli öğreti yoluna girdiği andan itibaren, artık ulusçu ve siyasal bir hareketten söz edemeyiz. Gerçi temalarda genel olarak bir değişme yoktur ama kalabalıklara aşılanan düşüncelerin ardında bambaşka amaçlar yatmaktadır. Artık işitilmemiş bir hayalin gerçekleşmesinden başka hiç bir şey sözkonusu değildir. Eğer Hitler'in eline, o saplantısına Alman ulusundan daha iyi hizmet edebilecek bir ulus geçmiş olsaydı, alman ulusunu feda etmekte bir an duraksam azdı. Daha doğrusu o, bir grupun saplantının aracısıdır. Eğer boyun eğdiği '6 esrarlı görev ondan emret şeydi, yalnız kendisinin değil, hem ulusunun, hem de tüm insanlığın mutluluğunu, hiç sakınmadan feda edebilirdi.

Kara Tarikat, bütün üyelerini, dünyadan ayırıyor. Temel kuram ve araçları bilenler, S.S. İerin ancak birkaç, yüksek rütbeli subayıyla büyük şefleriydi. Üyeler, evlenmeden önce izin istemek zorundaydılar, ayrı ve çok sert bir yargılama yetkisine giriyorlardı, sivil otoritenin yetkisi dışındaydı onları yargılamak. Tarikat yasaları dışında, onların hiçbir ödevi, özel yaşantısı yoktu.»
Napola denen apayrı bir seminerde eğitime başlıyorlardı. Burada «ölümü karşılamayı ve vermeyi öğreniyorlardı herşeyden önce. Bağlılık andı içiyorlar ve «geri dönülmez, insanüstü bir kadere giriyorlardı. Ve biliyorlardı ki partiden atılacak kişi yalnız kendi canını yitirmekle kalmayacak, ailesinin, karısının ve çocuklarının da ölümüne yol açacaktır. S.S.’lerin sert yasaları böyleydi.
İşte burada dünya dışına çıkmış oluyoruz. Artık ölümsüz Almanya’da ya da nasyonal sosyalist devlette değil, Tanrı insanın gelişinin büyülü hazırlığındayız. S.S.’lerin tarikata alınış türeni, Toton Şövalyeleri tarikatındaki kabul törenini yakından andırır. Bu törene, yapıldığı Marienburg şatosundaki Remter salonunun son derece gerdin ve Olağanüstu havasından dolayı «Yoğun Hava Töreni» de deniyordu! Lewis Spence gibi kimi gizli bilim araştırmacıları, bunu salt iblis geleneğinde bir tür kara âyin olarak görürler. Buna kargın, kimi de, «Yoğun Hava»yı, katılanların tümüyle sersemlettiği bir an olarak yorumlarlar. Bu iki tez arasında, daha gerçekçi ve dolayısıyla daha gerçekdışı bir yoruma da yer vardır.
Gen dönülmez, Vazgeçilmez kader: Ölü kayasından ömür boyunca ayırmak üzere tasarılar hazırlanmıştı …
Gerçek bir S.S., kendince, iyinin de, kötünün de üzerindedir.
….
Gizli öğretinin bir bölümü şöyle özetlenebilir:
Bizi çevreleyen, saran ve bizim aracılığımızla başka biçimler hazırlayan bu Yaratığın bilincine varmadıkça bizler de canlı sayılmayız. Evren ruhunun Tanrılarca bize aktaracakları buyruklarına dikkatle kulak verelim. Bizler, yaman büyücüler, kanlı ve kör insan hamurunun yoğurucularıyız.
Örgütün açıklanan amaçları şunlardı: «Hind cermen ırkının doğduğu yerleri, anlayışını, eylemlerini, mirasını araştırmak ve bu araştırmalın Sonucunu halka, ilgi çekici biçimde aktarmak.»
**
Gerçi eğer çağdaş dünya çoğumuzun sandığı gibi, hâlâ maddeci ve bilimci XIX. yüzyılın bir mirası olarak kalsaydı, naziler hiç kuşkusuz üstün gelirlerdi. İki şeytan vardır. Biri tanrısal düzeni düzensizliğe dönüştürür, öteki de düzeni, tanrısal olmayan başka bir düzen haline getirir,
«Bir yanağıma vurduklarında, öteki yanağımı uzatmam, yumruğumu da sallamam: Yıldırım yağdırırım ben.»
Yer altının efendileriyle yerüstünün küçücük adamları arasındaki, karanlık Güçlerle ilerleme halindeki insanlık arasındaki bu savaş da Hiroşima'da, tartışmasız gücün apaçık belirtisiyle son bulacaktı işte.
Sh: 209-311
Kaynak: L.PAUWELS /J. BERGIER, EVRENİN SAHİPLERİ, (Le Matin des magiciens), Fransızca aslından çeviren; Nihal ÖNOL, Altın Kitaplar Yayınevi 1. Baskı : Mart 1974,İstanbul
Not: Kitabın tamamını okuyabilirsiniz. Son zamanda Ortadoğudaki olayları körükleyen devletin İsrail olduğunu düşünüyordum. Onların kullanıldığını bir daha görebiliyorum. Asıl fitne ve terörü körükleyen bahsedilen inancın sahibi olan Almanlardır. Yine birşeyler planladıkları ihtimali çok kuvvetli. Çünkü onlar dünyayı savaşa sürükleyen bir millet olmaları ile ünlüler. İki defa savaşa soktular. Üçüncüsünüde denemekten vazgeçmeyecekleri kesin.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar